01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə11/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

Mathematicos) katılırlar ve en yüksek dereceli denklemi çö-

zen  kadın,  yeni  kraliçe  olur.  Kız  çocukları,  küçük  yaştan,

özel bir eğitimden geçirilerek bu yarışma için yetiştirilir. Er-

kekler ise, daha ağır sayılan hayvancılık, tarım ve yapım iş-

leriyle  uğraşırlar,  savaş  talimleri  yaparlar.  Kadın  erkek  mü-

nasebetleri için belirli bir sınır yoksa da, cinsi münasebetin,

erkeklerin en verimli zamanı sayılan mart ayında (Aşk Tan-

rıçası  Hippandra’nın  doğduğu  ay)  yapılması  âdet  olmuştur.

Perman  erkeklerinin  kısa  boylu,  esmer  ve  adaleli  yapısına

karşılık,  kadınlar  uzun  boylu  ve  beyaz  tenlidir.  Savaşçı  bir

ırk sayılmayan Permanlar, tarihleri boyunca, özellikle Feni-

keliler tarafından üç kere istila edilen yurtlarında uzun süre

rahat yaşamaktan yoksun kalmışlardır. Bazı denizcilik araç-

larını ve para hesabını Fenikelilerden öğrendikleri sanılıyor.

Permanların  oturdukları  evler,  aşağı  yukarı,  birbirine

benzer.  Kapıdan  girince  küçük  bir  antre,  solda  matematik

öğretmenlerinin kızlara ders verdiği bir çalışma odası, arka-

da bir yatak odası ve yanında erkeklerin aletlerini koyduk-

ları küçük bir sandık odası. Mutfak, banyo ve tuvalet bah-

çede, ayrı bir pavyon halinde bulunur. Evlerin çatısı düzdür

ve yazın çatıda yatılır; ayrıca evliliğin ilk ayı bu damın üs-

tünde geçirilir.



166


Permanların,  Ferrania’dan  önce  tavşana  taptıkları  sanılı-

yor. Fakat adada tavşanın azalması üzerine (Permanlar, so-

ğanlı  tavşan  yahnisini  çok  güzel  yaparlar)  tavşana  tapmak

yasak edilmiş. Matematik, günlük yaşayışlarında önemli bir

yer tuttuğu halde, bu konuda bilgileri fazla ileri değil. Yük-

sek dereceli denklemleri, daha çok tatonmanla çözüyorlar.

Sinüs ve kosinüse inanmıyorlar. Bu nedenle de oran (ratio)

kavramlarının  gelişmemiş  olduğunu  söyleyebiliriz.  Akıl

Tanrıçasına  tapmalarına  rağmen,  rational yönlerinde  görü-

len  bu  eksiklik,  Akdeniz  ırklarının  çelişmeli  yönlerini  bir

kere daha ortaya koyuyor.”

Deodoranus  bu  bilgileri,  Corridos’a  yaptığı  ilk  yolculu-

ğun  sonunda  edinmiş.  Tarihçimizin  yakın  arkadaşı  mate-

matikçi Hipyos’un da, Permanlarla ilgilenmesi, bu gezi not-

larını görmesiyle başlıyor. Orta derece bir matematik bilgi-

sine sahip olan Hipyos, (Aristo’nun Lyceum’unu bitirdikten

sonra iki yıl devam ettiği Platon’un Academia’sından belge

alarak ayrılmış) Corridos Adası’nı, bilgisini satabileceği bir

yer olarak görmüş. Bu emellerle Deodoranus’un üçüncü ge-

zisine katılmış. Bu gezinin Ferraniadlara rastlamasına özel-

likle dikkat ettiği anlaşılıyor.

Perman kadınları önce, kır saçlı, uzun sakallı ve elinden

barracindası eksik olmayan (barracinda: Eski Yunan’da da-

ha çok sofistlerin kullandığı, üzerinde kabartma bir sfenks

bulunan ve mahun ağacından yapılmış bir çeşit baston) bir

adamın,  matematikten  bahsetmesini  yadırgamışlar  ve  bir

erkeğin, matematik bildiğini ileri sürmesiyle ince ince alay

etmişler.  Festivale  erkeklerin  katılmaması  ve  Hipyos’un

Perman olmamasının yarattığı güçlüklere rağmen matema-

tikçimiz, kraliçeliği ikinci defa kazanan Ferrania’ya (ecelik,

aynı kadın tarafından, yarışmayı kazansa bile, en çok üç ke-

re muhafaza edilebiliyordu) açıkça meydan okumuş ve dör-

düncü  dereceden  daha  yüksek  bir  denklemi  hiçbir  zaman

167



çözememiş olan kadına, on ikinci dereceden denklemi, iki

saatten  daha  kısa  bir  sürede  çözebileceğini  söylemiş.  Hem

de  bunu  yarışlar  başlamak  üzereyken,  birden  sahaya  çıka-

rak  bütün  Permanların  ortasında  yapmış.  Bunun  üzerine

Ferraniadum (yarışmanın yapıldığı açık alan) derin bir ses-

sizliğe gömülmüş. Permanlar, ümitsiz bakışlarla kraliçeleri-

ni süzmüşler.

Fenikelilerin  istilasından  beri  yabancılara  karşı  korkak

bir kuşku besleyen Permanların bu endişesine hak vermek

gerekiyor. Yüzyıllar boyunca korudukları gelenekleri, elin-

de garip bir sopa tutan bu adamın akıl almaz iddiası yüzün-

den bozulacak mıydı? Fakat kraliçe de artık biliyordu ki bir

erkek olmasına rağmen bu yabancı matematikçinin meydan

okumasını  kabul  etmezse  eski  otoritesini  korumak  kolay

olmayacaktı.  Meydanda  bir  dalgalanma  başlamıştı.  Ferra-

nia’nın altı kocasından en genci Faldon, kalabalığı yararak

en öne geçmiş ve sorgulu bakışlarla Ferrania’yı süzüyordu.

Ferrania başını kaldırmıyor ve alanın ortasındaki Dacintos

kumunda (üstüne değnekle kolayca çizgi çizilebilen bir çe-

şit toprak) biraz önce çözdüğü denklemin işaretlerine kay-

gıyla bakıyordu. Sonra, birden başını kaldırdı ve değneğiyle

havaya  eşkenar  bir  üçgen  çizdi:  kabul  etmişti.  Alan  Per-

manların  haykırışlarıyla  inliyordu.  Hipyos,  ağır  ağır  alanın

ortasına  yaklaştı,  durdu,  denklemi  verecek  olan  ihtiyar

Probloma’yı  bekledi.  Denklem  yazılınca  da  elindeki  barra-

cindayla yere düzgün işaretler çizerek (Academia’da yalnız

teknik  resimden  orta  alabilmişti)  bir  saat  on  iki  dakikada

(ya  da  o  zamanki  kum  saati  birimiyle,  kırk  altı  şişede)

denklemi  çözdü,  barracindasını  elbisesinin  eteğine  sildi  ve

geri  çekildi.  Ferrania,  sonunun  geldiğini  anlamıştı.  Alana

bile inmeden kalabalığın arasına karıştı.

168



Mısra 61-68: Evin arka bahçesi...

Selim iki yaşındadır. Eski bir taşra konağının arka bahçe-

si.  Uçları  sivriltilmiş  tahta  parçalarından  yapılmış  bir  çit.

Bazı tahtalar düşmüş, yerine tel takılmış. Bakımsız bahçede

otlar  büyümüş.  Otların  arasında  serbestçe  gezinen  böcek-

lerden Selim’i korumak için, yere eski bir kilim serilmiş. Sı-

cak bir Mayıs akşamı. Büyükanne, Selim’i uyutmaya çalışı-

yor.  Penceresi  bahçeye  açılan  mutfakta  hizmetçi  kadın  su-

böreği pişiriyor; kokuları, Selim’in üstünden aşarak, tahta-

perdeye çarpıyor. Tahtaperdenin aralıklarından sıyrılıp yan-

daki bahçeye geçebilir Selim. Fakat, orası da aynı: aynı ısır-

gan otları, aynı papatyalar, aynı gelincikler. Gene de bir çe-

kiciliği  var:  tahtaperdenin  aralıklarından  bütün  bahçe  gö-

rünmüyor. Gizli köşeleri olmalı. Kulağına ilk ürkütücü ke-

limeler çarpıyor Selim’in: dandini dandini dasdana. İki dan-

dini bir dasdana. Ortaçağların bu ürkütücü kardeşleri, artık

bir ninninin uyutucu kelimeleri olmuşlar.

Kutlug Dandini (ya da Batılı tarihçilere göre Dandin) ve

Farsus Dasdana, İsa’dan sonra VII. yüzyılda Anadolu’da ya-

şadığı  sanılan  efsaneler  kahramanı  Hartug  Dandin’in  oğul-

ları. Hıristiyan azizlerinden Gordalos’a göre, İsa’nın doktri-

nini yaymak üzere Mezopotomya’dan Nevşehir’e göç etmiş

bir din adamı bu Hartug. Nizip dolaylarındaki bir mağarada

bulunan kabartma heykeline bakılacak olursa, iri yarı, uzun

ve kıvırcık sakallı bir adam. Asker elbiseleri içinde biraz ra-

hatsız duruyor kayanın üstünde. Uzun ve kıvrık burnu, bir

asil olduğunu açıkça belirtiyor. Fransız tarihçisi George Pli-

ers, Hartug’un bir Frank savaşçısı olduğunu ve Haçlı sefer-

leriyle  Anadolu’ya  geldiğini  ileri  sürüyorsa  da,  bu  iddiayı

ciddiye almak mümkün değil.

Hartug’un ilk oğlu Farsus, babasıyla aynı soyadını taşımı-

yor. Belki de Dasdana, Hartug’un öz oğlu değil. Bir teoriye



169


göre  de,  ninnideki  “dandini  dandini  dasdana”  sözleri,  bu

iki  kardeşin  adlarının  Kutlug  Dandini  ve  Farsus  Dasdana

Dan  dini  olduğunu  gösteriyor.  Biz,  Kutlug’un  annesinin

Türk,  Farsus’unkinin  de  Rum  olduğunu  kabul  ediyoruz.

Kardeşlerin kan dökücü ve zalim karakterlerini de, Gorda-

los’un düşündüğü gibi o yıllarda Anadolu’da hüküm süren

Abdolos Agostos’un baskısına dayanamayıp isyan etmeleri-

ne  değil,  bir  Hıristiyan  ve  tarik-i  dünya  olan  babalarının

aşırı  sertliğine  bağlıyoruz.  Çünkü  Dandini  ve  Dasdana,  ci-

nayetler serisine babalarını öldürmekle başlıyorlar. Eski ro-

mansların usta yazarı Lebedus, olayı, içgerçeklere daha ya-

kın bir düzende anlatıyor:

“Hartug,  çocuklarının  eğitimiyle  ilgilenmiyordu.  Çocuk-

lar,  bütün  gün,  babalarının  bostanında  kargaları  kovalaya-

rak  vakit  öldürüyorlardı.  Kargaları  vurmak  için,  ucu  sivri

değnekler  yapıyorlar;  vurdukları  kargaları  bu  değneklerin

ucuna takıp korkunç seslerle bağırarak bostanın çevresinde

dolaşıyorlardı:

Karga da seni tutarım amang

Kanadını kanadını yolarım amang

Kışın kebap yaparım amang

Yazın tanrı diye taparım amang

“Babaları, dinî ve askerî işlerini görmek için sık sık kasa-

baya  indiğinden,  Dandini  ve  Dasdana,  bu  başıboş  hayatın

bütün çeşitlemelerini serbestçe yaşıyorlardı. Bostan bakım-

sız bir durumdaydı. Hayvanlar, gelişigüzel sağda solda otlu-

yordu.  Komşuların  inekleri  bahçedeki  mısırları,  sebzeleri

yiyor, çitleri bozuyor, çocuklarsa bütün bunlarla hiç ilgilen-

miyorlardı.  Bostanın  bakımsız  köşelerinde  büyümüş  uzun

otların içine yatarak gelecek için hayaller kuruyorlar; kom-

şu çiftliklerdeki kızlardan, avcılardan, babalarının saçma iş-

170



lerinden  bahsediyorlardı.  Cinsel  konulara  ilgileriyse  son-

suzdu.  Dasdana,  kardeşine  olmadık  cinsel  münasebet  ma-

salları anlatıyor, daha duygulu ve saf bir çocuk olan Dandi-

ni ise bunları belli etmek istemediği bir kıskançlıkla dinli-

yordu.  Babalarının,  kendileriyle  oynayan  çocuklar  hakkın-

da anlattığı korkunç hikâyelere rağmen bütün bu masalla-

rın  sonunda,  dayanamayıp  kendilerini  baştan  çıkarıyorlar-

dı.  Dasdana,  köyün  kızlarıyla,  kadınlarıyla  neler  yaptığını

bütün ayrıntılarıyla kardeşine anlatıyordu. Ormanda, bazen

de  yakındaki  bir  çiftlikte  dul  bir  kadının  evinde  olan  bu

birleşmeler Dandini’nin içini gıcıklıyordu. Hele dul kadınla

Dasdana arasında geçen macerayı dinledikten sonra, bütün

gece uyumamış ve sabaha karşı gizlice evden çıkarak -oysa

babası  görmüştü  onu-  koşa  koşa  köy  meydanına  gitmişti.

Çeşmenin  yanındaki  duvara  ‘Hartug  Dandini  oğlu  Farsus

Dasdana! Neden Elbasta Surkan’la yattın?’ kelimelerini çar-

pık harflerle yazmış ve altına da bu sahneyi acemice çizmiş-

ti.  Dasdana,  bu  resimde  ayakta  duruyor,  kadın  da  havada

yere  paralel  bir  durumda  yatıyordu.  Cinsel  münasebetten

çok hareketli bir halk dansını andıran bu birleşme, Dandi-

ni’nin, babası tarafından ihmal edilen cinsel eğitimine tipik

bir örnektir. (Bu taş bugün, Hartugo kasabası arkeoloji mü-

zesinde bulunmakta ve yalnız bilim adamları ve sanatkârlar

tarafından  görülebilmektedir.)  Resimde,  ilk  bakışta  göze

çarpan acemiliğin yanında, vahşi bir dinamizm ve erkek or-

ganlarındaki  canlı  ifade  dikkati  çekmektedir.  Kadın  ve  er-

keğin  cinsel  organları  arasındaki  oransızlık  da,  duyguları

yeni uyanmaya başlayan bir gencin vahşi romantizminin ilk

belirtileri olarak açıklanabilir.

“Resim,  kasabada  büyük  bir  gürültü  koparmadı,  fakat

Dandini  babasından  esaslı  bir  dayak  yedi.  Bostandan  çık-

ması yasaklandı ve Dasdana bir hafta kardeşiyle konuşma-

dı.  Bir  akşam  üzeri,  iki  kardeş  gene  incir  ağacının  altında

171



sessizce  sopalarını  yontarlarken  Kutlug  birdenbire  sordu:

‘Erkeklik tohumları, karnımızın altına doğru bir yerdeymiş.

Sen daha iyi bilirsin: doğru mu acaba?’

“Farsus  karşılık  vermedi;  yalnız,  Dandini’ye  belli  etme-

den  karnının  alt  tarafını  hafifçe  yokladı.  Kutlug  Dandini,

yere bakarak sözlerine devam etti:

‘Yalnız, tohumların aşağı inmesi için insan, organını eline

alıp  kuvvetle  yukarı  doğru,  karnındaki  o  yere  durmadan

vurmalıymış.  Organı  o  yere  yetişecek  kadar  uzun  değilse,

tohumları  olgunlaşmamış  demekmiş.  Çobanın  oğlu  Portel

söyledi dün. Bizim denediğimiz biçime pek benzemiyor da,

bir de sana sorayım, dedim.’

“Farsus, küçümseme dolu bir gülüşle sordu: ‘Portel dene-

miş mi?’


‘Hayır.  Yanaşma  Oter  yaparken  seyretmiş  gizlice.’  Sonra

telaşla ekledi: ‘Kadınla yaparken buna ihtiyaç yokmuş tabii.

Ne dersin?’

‘Gidip Oter’e sorsaydın sen de.’

“Kutlug,  sözü  değiştirmek  istedi:  ‘Irmağın  kıyısına  gidip

taş  kaydıralım  mı?’  Dasdana  bu  oyunda  her  zaman  karde-

şinden üstündü.

‘Hayır’ İkisi de başka yerlere bakıyordu konuşmadan. Bir-

den  Farsus;  ‘doğru  değildi  bütün  anlattıklarım.  Hiçbirinin

aslı yoktu. Bunu sen de biliyorsun,’ dedi.

“Kutlug atıldı: ‘Hayır, hayır. Hepsi doğru, hepsine inanı-

yorum. Sen gene anlat, ne olur’

“Farsus yerinden kalktı, ırmağa doğru koşarak uzaklaş-

tı. Kutlug, kardeşinin arkasından bağırıyordu: ‘Hiç olmaz-

sa  başkalarından  duyduklarını  anlatırsın.  Ne  olur  Farsus,

gitme.


“Irmağın  kıyısında  taş  kaydırırlarken  Kutlug  durmadan

anlatıyordu:

‘Bir  daha  duvarlara  yazı  yazmayacağıma  söz  veriyorum.

172



Kadın  meselesini  de  bırakıyorum  bir  yana  zaten.  Babamız

gibi eşsiz bir savaşçı ve din adamı olmak istiyorum. Babam,

yalnız din düşmanlarıyla savaşmış. Ben bütün düşmanlarla

savaşacağım. İnsanlığın bütün düşmanlarıyla. Babam, artık

Aziz Paulus gibi değiştiğini söylüyor ama ben savaşmak is-

tiyorum: Portel’e benzemek istemiyorum. Onun gibi bütün

gün sığırtmaç oğlanlardan dayak yemek istemiyorum.’

O günden sonra, bir daha kadınlardan konuşmadılar.”

Lebedus,  bundan  sonra,  Kutlug  Dandini’nin,  babasının

bütün  karşı  koymalarına  rağmen,  gece  gündüz  kılıç  talimi

yapmaya  başladığını,  Farsus’un  da,  uzun  uğraşmalardan

sonra,  bir  köylü  kızını  iğfal  etmeyi  becerdiğini  tumturaklı

bir  üslupla  anlatıyor.  Araya,  hiç  gerekmediği  halde,  bazı

Ortaçağ  şövalyelerinin  destanlarını  da  koymuş.  Bir  iki  ço-

ban şiirini de eklemeden yapamamış. Anlattığına göre, Kut-

lug, bir çoban kızına âşık oluyor ve Farsus’la birlikte zama-

nın  modasına  uygun  bir  şarkı  yazıyorlar.  Bu  şarkıyı  Lebe-

dus’un  uydurduğu  muhakkak.  Cinsel  duyguları  şiddetli

olan  iki  kaba  delikanlının  kurallara  uygun  romantik  şiir

yazmaları,  hikâyenin  ilk  satırlarındaki  gerçekçi  gidişe  uy-

muyor. Bütün günlerini toprakla uğraşarak geçiren iki kar-

deşten, aşağıdaki mısraları yazmış olmalarını nasıl bekleye-

biliriz:

Çoban kızı, çoban kızı. Neden bana bakmadın?

Saçlarına neden lotus çiçeği takmadın?

Beyaz güller ayağını incitiyor, basma sen.

Gün Tanrısı âşık sana, güzel Aspersen.

Bana acı, bana acı. Acıtma saf kalbimi,

Buruşturdun, parçaladın (insaf) kalbimi... vs vs.

Oysa,  bugüne  kadar  çocukları  korkutmaktan  başka  bir

işe yaramamış olan bu iki kardeşe, aşağıdaki dörtlükler da-

173



ha uygun düşüyor (ninni yapılırken müstehcen kısımlar çı-

karılmış):

Ninni yavrum bebeğime

Kirler dolar göbeğime

Dandin vurma erkeğime

Dandini Dandini Dasdana

Çıplak uzanmış Dasdana

Kız gelmiş anadan doğma

Yatacakları sırada

Danalar girmiş bostana

Dasdana’da bu hırs varken

Bostanda kızla yatarken

Bağırmış babası birden

“Kov bostancı danayı”

Dasdana kızmış köpürmüş

Gitmiş Hartug’u öldürmüş

Danayı kovarken gülmüş:

“Yemesin lahanayı.”

Bu cinayete Dandini’nin de ortak olduğu söyleniyor. Son

mısradaki lahananın (çocukların lahanadan doğduğuna ina-

nıldığına göre) vajinayla bir ilişkisi olduğunu sanıyorum.

Mısra 87 ve sonrası: Birden gözünü açtı...

Selim, bir Atatürk çocuğuydu elbette, ama daha üç yaşın-

da,  Kemalizmin  bilincine  varmış  olamazdı.  Mustafa  Ke-

mal’in 1938 yılı Kasım ayında (Selim’in hastalandığı tarih-

174



ten  beş  ay  önce)  öldüğünü  duymuştu.  Aylar  sonra  da  bu-

lundukları kasabaya gelen bir gazetede, katafalkın fotoğra-

fını  görmüştü.  Bu  resimde,  yarı  karalık  içinde  yukardan

aşağı inen ışık çizgilerini unutamıyordu. Gece yarısına doğ-

ru  ter  içinde  uyanınca  gözlerini  karşıdaki  pencereye  diki-

yor. Cama çarpan yağmur damlalarının aşağı inerken, toz-

lar arasında çizdikleri titrek izleri, fotoğraftaki ışıklı çizgile-

re benzetiyor.

Fransızca meselesine gelince: O yıllarda Fransız hayranlı-

ğı  vardı.  Taşrada  yaşayanların,  mektepte  -Cumhuriyetten

önce- öğrenmiş oldukları Ermenice, Rumca gibi, o vilayetin

azınlığının  konuştuğu  diller  artık  yabancı  dilden  sayılmı-

yordu. Azınlık dillerini yarım yamalak bilen Numan Bey bi-

le sofrada karısına, yemeğin tuzunu az bulduğu zaman (ye-

meğe daima bir kusur bulurdu) “Donnez-moi un peu de sel”

diye  sesleniyordu.  (Numan  Bey,  gereksiz  kibarlıktan  hoş-

lanmadığı için, “S’il vous plaît” demezdi.)

Mısra 101: “İzin ver Selim biraz Hegel, Fichte...

Gustav  Willibald  Franz  Hegel,  1774’te  Stadthamburg’da

doğdu. Bu küçük kasabanın Stadt-Hamburger über Reinen-

vernunft şehriyle karıştırılmaması gerekir. (Turistler karıştı-

rır.) G.W.F. Hegel’in doğduğu kasaba, daha güneye düşüyor.

Hegel,  büyük  Teuton  kralı  Gustav  Willibald  İlliteratus’tan

tam iki bin yıl sonra, 1892’de Stadthamburg Belediye Mec-

lisinin  oybirliğiyle  aldığı  bir  kararla  adı  “Fleischer  Al-

lee”den “Franz Hegel Strasse”ye çevrilen sokakta, mütevazi

bir  evde  dünyaya  geldi.  Babası,  Hegel’in  doğduğu  evin  al-

tında  küçük  bir  dükkânı  olan  orta  halli  bir  kasaptı.  Ünlü

adaşı  Georg  Wilhelm  Friedrich  Hegel’in  aksine,  Franz  He-

gel, iyi bir eğitim görmedi; doğru dürüst okula bile gideme-



175


di.  Daha  altı  yaşındayken,  babasının  yanında  çırak  olarak

çalışmaya  başladı.  Aslen  Slovakyalı  bir  Yahudi  ailesinden

gelen  annesi,  baba  Hegel  gibi  kaba  saba  bir  insan  değildi.

Şehir  lisesinde  teoloji  ve  dinler  tarihi  öğretmeniydi.  Franz

Hegel’in  babasıyla  evlenmesinin  nedeni,  Martha’nın  biraz

çirkin ve fakir olmasıydı. Uzunca boylu, sarı benizli, kansız

ve hassas bir kadındı. Sık sık hastalanır ve günlerce yatak-

tan  çıkmazdı.  Kocasının  dükkânına  hiç  inmezdi.  Bir  kere,

kocasının  et  mübayaasına  gittiği  bir  gün,  dükkânı  bekle-

mek için yarım saat orada kalmıştı. (Franz daha doğmamış-

tı.) Kocası, döndüğünde onu kasanın yanında baygın yatar-

ken buldu. Et kokusuna, mutfakta bile dayanamazdı.

Franz’ın bütün bilgisi, annesinin ona on üç yaşına kadar

öğrettiklerinden  ibarettir.  Zavallı  kadın  bu  tarihte  ölerek,

Franz’ı hem anadan hem de kültürün bütün nimetlerinden

yoksun bıraktı. Hegel, bu kısa öğrenim devresinde, okuyup

yazmadan  başka,  kasap  dükkânında  müşterilere  paranın

üstünü verecek ve veresiye defterini tutacak kadar matema-

tik,  İncil’i  okuyacak  kadar  dilbilgisi  ve  Luther  ile  Calvin’i

ayıracak kadar din tarihi öğrendi. Babası okumayı sevmedi-

ği için, eve kitap girmezdi; annesininse, bir iki dinî kitaptan

başka,  oğluna  bırakacak  bir  kitaplığı  yoktu.  Küçük  Franz

da harçlıklarından artırarak, bir iki Ortaçağ romansı almış-

tı.  Bütün  edebiyat  kültürü,  bu  kitaplardan  öteye  geçmedi.

Annesi öldükten sonra okumayı büsbütün bıraktı ve ticari

hayatın  koşuşmasına  kaptırdı  kendini.  Yirmi  sekiz  yaşın-

dayken  babasını  da  kaybetti.  İçine  dönük  mizacı,  onu  ka-

dınlara  karşı  çekingen  yapmıştı.  Mesleğinin  de  kadınlara

yakın gelmediğini itiraf etmek gerekiyor.

Franz Hegel bu renksiz ve kötü kokulu hayatını kırk ya-

şına kadar aynı çizgide sürdürdü: İlk bakışta önemsiz görü-

nen ve gerçekten de aynı yaşantının sürüp gitmesine engel

olmayacak  o  küçük  olay  başına  gelmeseydi,  eski  tatsız  ve

176



felsefe  dışı  hayatını  değiştirmeyecekti.  Aslında  buna  olay

bile denemezdi.

Gustav  Willibald  Franz  Hegel,  bir  gün  kasap  dükkânın-

da,  veresiye  defterini  inceler  ve  dul  Bayan  Wilhelmina’ya

artık  veresiye  et  vermemek  gerektiğini  düşünürken  kapı

açıldı  ve  içeriye,  Stadthamburg  Kasap  ve  Sakatatçılar  Der-

neği İkinci Başkanı ve “Et ve Hayvancılık” aylık dergisi so-

rumlu müdürü Josef Georg Fichte girdi. Hesaplardan başını

kaldıran Hegel’in yüzü aydınlandı. Dernekte en çok, Fich-

te’yi  severdi  ve  onun  toplantılardaki  bütün  konuşmalarını

zevkle hazırlardı. Fichte’nin yüzü gölgeliydi. Franz da içini

çekerek: “İşler iyi gitmiyor Josef,” dedi. “Veresiye hesabının

ucunu  iyice  kaçırmışım.  Dul  Bayan  Wilhelmina’ya  kadar

gitmeliyim. Sende ne var ne yok?” Fichte: “Bana da ev kira-

sından borcu var onun,” dedi. “Ama benim asıl derdim bu

değil. Bu dergiyle gene başım derde girecek galiba.” Franz:

“Gene ne oldu?” diye sordu. “Münih’teki genel sekreter bir

yazı göndermiş, Hükümetin son kararına dergi olarak karşı

çıkmamızı  ve  bu  konuda  bir  makale  serisi  yayımlamamazı

istiyor.” Hegel: “Devlet de işlerimize burnunu fazla sokma-

ya  başladı,”  diye  söylendi.  “Napolyon  savaşlarından  beri

gittikçe artırdığı tehditlere artık bir son vermesi gerekiyor.”

İkisi  de  sustu.  Hegel,  Fichte’nin  yazma  konusunda  çektiği

sıkıntıları,  birlikte  hazırladıkları  konuşmalardan  biliyordu.

Bir  süre  gene  veresiye  defterinin  üzerine  eğildi;  hesapları

tetkik ediyormuş gibi yaptı. Hatta, çekmeceden bir kâğıt çı-

kararak üstüne bazı sayılar yazdı. Fichte, eline bir bıçak al-

mış, sinirli hareketlerle küçük bir et parçasını mikroskobik

prizmalara  ayırıyordu.  Birden  Hegel’in  sesi,  sessizliği  boz-

du:  “Peki,  merak  etme.  Elimden  geleni  yaparım;  gene  bir-

likte  birşeyler  hazırlarız.”  Fichte,  elindeki  bıçağı,  sevinçle

tahtaya sapladı: “Sahi mi Franz? Beni yalnız bırakmayacak-

sın değil mi?”

177



Franz  Hegel,  okuduğu  bir  iki  kitabın  ve  annesinden  öğ-

rendiği dilbilgisinin sayesinde, dernekte eli kalem tutar biri

olarak biliniyordu. On gün süreyle, geceleri geç vakitlere ka-

dar  evde  oturdu  ve  makaleleri  hazırladı.  İlk  gece  Fichte  de

yardım  etmek  için  gelmiş,  fakat  bir  saat  birlikte  çalıştıktan

sonra Josef’in faydadan çok vakit kaybına sebep olduğu an-

laşılınca,  Hegel,  çalışmalarına  yalnız  başına  devam  etmişti.

Willibald  Franz,  bu  seri  makalelerde  bütün  bilgisiyle  hayat

ve  kasaplık  tecrübesini  ortaya  koymuştu.  Yazılar  dergide,

dört sayı arka arkaya yayımlandı. Kasap ve celepler arasında

oldukça ilgi de uyandırdı. Franz Hegel, meslek hayatının en

parlak örneği olan yazıların sonuncusunu şöyle bitiriyordu:

...  Her  şeyin  değiştiğine  tanık  olduğumuz  bugünkü  top-

lumumuzda, eski Alman geleneklerinin gittikçe bozulduğu-

nu  ve  kararlı  bir  düzenin  eksik  olduğunu  her  zamandan

çok duymaktayız. Yapıcı atılışların yokluğu ve bütün ilerici

davranışların kısa bir süre sonra hızını kaybetmesi ve yerini

ters  anlayıştaki  hareketlere  bırakması,  özellikle  ülkenin  en

hayatî  kaynaklarından  biriyle  uğraşan  bizleri  fazlasıyla  üz-

mektedir. Tarihin o göz kamaştırıcı akışı içinde bütün aşırı

akımların, sonunda ılımlı bir bileşime yol açması tek tesel-

limizdir. Yazıma, bize her zaman rehber olmasını dilediğim



İncil’den bir sözle son veriyorum:

“Bundan dolayı, eğer et yediğim için kardeşim inciniyor-

sa,  dünya  durdukça  bir  daha  et  yemem.  Yeter  ki  kardeşim

incinmesin.”

Tanrının mutlak rahmetinin

üzerinizde olması dileğiyle,

kardeşiniz G.W.F. Hegel

Fichte’nın  itibarı  korunmuştu.  Genel  Sekreterlik,  “Et  ve

Hayvancılık” dergisi sorumlu müdürlüğüne ve Hegel’e birer

178



takdirname gönderdi. Olay da birkaç ay sonra unutuldu.

Bir yıl kadar sonra, Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in ya-

kın arkadaşı ve Göttingen Üniversitesi Tarih Kürsüsü Pro-

fesörü  Heinemann,  kasaba  arşivinden  bazı  bilgiler  almak

için  Stadthamburg’a  geldi.  Arşivin  tozlu  raflarından  bir  ki-

tabı çekmek isterken rafın üstüne yığılı duran birtakım der-

giler başına düştü. İşte bu basit olay, bizim Hegel’in kaderi-

ni  değiştirdi.  Dergileri  kaldırırken  bir  tanesinin  kapağına

gözü takılan Heinemann, hayretle şu satırları okudu:

“Kasaplık Hayvanların Kesiminde Devletin Uyarsız Tutu-

mu Hakkında Bir Deneme”

İmza: G. W. Hegel

Profesör gözlerine inanamıyordu. Hemen durumu incele-

di  ve  gerçeği  öğrendi.  Olay,  kısa  bir  süre  sonra,  kasabada

duyulmuştu.  Heinemann  da  olayı  arkadaşı  Hegel’e  anlattı;

gülüp  geçtiler.  Fakat,  bir  iki  ay  sonra,  Heinemann,  büyük

filozofla,  devletin  mutlak  fonksiyonu  konusunda  sert  bir

tartışmaya girince, Hegel’e cevap olarak yayımladığı bir ma-

kalede:  “Bu  konuda,  Stadthamburg’daki  kasap  Hegel  bile

daha tutarlı birşeyler söylerdi” diye yazınca kıyamet koptu.

Hegel, gazetelere bir açıklama göndererek, yazıda adı geçen

Hegel’le  hiçbir  ilgisi  olmadığını,  bütün  meselenin  bir  ad

benzerliğinden ibaret olduğunu belirttiyse de, bu açıklama

Hegel’in  şöhretini  artırmaya  yaradı  sadece.  Kasabada  her-

kes,  onu  artık  filozof  Hegel  diye  çağırıyordu.  Hegel  bütün

olanlara gülmek mi kızmak mı gerektiğini bilemiyordu. Fa-

kat  sonunda  üçüncü  yolu  seçti:  ciddiye  aldı.  Uzun  tered-

dütlerden  sonra  Heinemann’a  gönderdiği  bir  mektupta  ar-

tık  felsefeyle  uğraşmak  istediğini  ve  bu  konuda  kendisine

yardım ederse çok sevineceğini yazdı. Profesör, bu beklen-

medik  mektuptan  heyecanlanarak  Hegel’i  hemen  Göttin-

179



gen’e  çağırdı.  Franz  da  kasap  dükkânını  ve  evini  Fichte’ye

ucuz  bir  fiyata  satarak,  yerleşmek  ve  felsefeyle  uğraşmak

üzere  Göttingen’e  hareket  etti.  Yola  çıkmadan  önce  de  bir

kitapçı dükkânında Kant’ın “Kritik der Reinen Vernunft” adlı

eserini  gördü  ve  hemen  satın  aldı.  Bütün  yol  boyunca  da,

ne arabanın sarsıntısına ne de manzaranın güzelliğine aldır-

madı;  durmadan  bu  kitabı  okudu.  Göttingen’e  vardığında,

felsefeden vazgeçmek üzereydi. Fakat, Hegel’i hararetle kar-

şılayan Heinemann onu kısa zamanda teselli etti; sonra da,

üniversitedeki dostlarıyla tanıştırdı, bazı dersleri dinletti ve

Profesör Hirsch’in on iki ciltlik “Felsefeye Giriş” adlı eseri-

ne  başlattı.  Hegel’e  üniversite  öğrencilerinin  yaşadığı  bir

semtte bir pansiyon bulundu. Heinemann, rektörle bir gö-

rüşme  yaparak  Franz’ın  Felsefe  Fakültesine  kabulünü  de  -

imtihansız-  sağladı.  Franz  da  koruyucusunu  utandırmadı.

Üç  yıllık  üniversiteyi,  sekiz  yılda  orta  dereceyle  bitirmeyi

başardı. Bu başarıda Profesör Heinemann’ın payını da ihmal

etmemek  gerek.  Bütün  imtihanlara  hazırlanmasında  gece-

lerce uyumadan Franz’a ders tekrarlatan, her imtihana din-

leyici  olarak  girip  geç  kalmış  filozofumuzu  her  bakımdan

destekleyen ve Latince profesörü Kirschoff’u razı ederek bir

not  fazla  almasını  ve  daha  fazla  yıl  kaybetmemesini  sağla-

yan bu vefalı adama Hegel çok şey borçluydu. Franz, üni-

versiteyi bitirdikten sonra da çalışmasını aynı hızla sürdür-

dü  ve  mezuniyetinden  dokuz  yıl  sonra  “Felsefe  Doktoru”

unvanını  alarak  felsefe  fakültesinin  öğretim  kadrosuna  ka-

tıldı. O sıralarda elli yedi yaşındaydı. Bilindiği gibi, ‘doktor’

olduktan  sonra,  diğer  unvanlar  daha  çabuk  kazanılır.  Alt-

mış iki yaşında doçent oldu ve altmış sekiz yaşında da pro-

fesör unvanıyla kürsü şefliğine tayin edildi.

Hegel profesör olduktan iki ay sonra, şiddetli baş ağrıla-

rından yakınmaya başladı. Heinemann öleli iki yıl olmuştu.

Küçük bir evde yalnız yaşıyordu. Baş ağrıları, onu bekleme-

180



diği  zamanlarda  yakalıyordu.  Bir  sabah  öğrencilerine  ders

verdiği sırada, birden kafasının boşaldığını hissetti. Öğren-

cilerine belli etmedi ama, dersin sonunu getirmek için ola-

ğanüstü çaba harcadı ve dayanılmaz ıstıraplar çekti. Doğru

eve koştu ve yatağa yattı. Durmadan söyleniyordu: “Ne ya-

pıyorum? Neredeyim ben?” Günlerce yataktan çıkmadı. Bir

tek  şey  düşünebiliyordu:  Stadthamburger.  Yemek  yiyemi-

yordu,  uyuyamıyordu.  Doktorlar,  Hegel’de  önemli  bir  has-

talık bulamadılar. Bünyesi kuvvetliydi ama üniversiteye gi-

decek gücü bulamıyordu kendinde. Akşama kadar yatıyor,

gece de sokaklarda tek başına dolaşıyordu.

Başına  gelenlerin  hep  felsefeyle  uğraşmak  yüzünden  ol-

duğu  kuşkusuna  kapıldı  bir  gün.  Yatakta  Kant’ı  okumaya

çalışıyordu. Birden, boğazına bir şey tıkandığını hissetti ve

kitabı  elinden  bıraktı.  Bir  süre  sonra  kendine  geldi.  Evet,

bütün bu rahatsızlıklar, okumak ve düşünmekten ileri geli-

yordu. O günden sonra evde kitap görmeye dayanamaz ol-

muştu. Kitaplarını bir sandığa doldurarak tavan arasına çı-

kardı.  Üniversiteye  giderek,  emekliye  ayrılmak  istediğini

söyledi.


Doğduğu  kasabadan  ayrı  yaşamak  da  ona  acı  veriyordu.

Ne kadar yanlış bir yola sapmıştı. Neden hayatını değiştirip

başaramayacağı  kadar  ağır  bir  işe  girmişti?  Neden  Heine-

mann’a  kanmıştı?  “Kasap  Hegel,”  diye  söyleniyordu  evde,

odaları hızla dolaşarak. “Kasap Hegel, nasıl oldu da felsefe-

ye  özendin?  Küçük  kaderini  değiştirmeye  kalktın?  Allahın

verdiği  aklı,  neden  onun  tayin  ettiği  yolda  kullanmadın?”

Aşırı dindar olmuştu. Kilise kilise dolaşarak durmadan dua

ediyor  ve  Allah’tan  özür  diliyordu.  Heinemann’ı,  onu  baş-

tan  çıkarmak  için  gönderilmiş  bir  şeytana  benzetiyordu.

“Seninle aynı cehennemde yanacağız Heinemann!” diye ba-

ğırıyordu  odasında.  Kimseyle  görüşmüyordu.  Profesörlüğe

geçebilmek  için  yazdığı  iki  kitabının  dünyada  yaptığı  en

181



kötü  iş,  en  affedilmez  günah  olduğu  düşüncesine  kapıldı

sonunda. Kitapları toplamaya karar verdi. Kitapçıları dolaş-

tı; ancak otuz iki tanesini bulabildi. Kitaplar, bütün Alman-

ya’ya dağılmıştı. Ümitsizliğe düştü. “Hiç olmazsa, üniversi-

teyi  kurtarmalıyım  onlardan!”  Üniversite  kitaplığından  ki-

taplarını çaldı ve uykusuz bir gecenin sabahında kitapçılar-

dan toplamış olduklarıyla birlikte hepsini yaktı.

Bütün gününü hiçbir şey yapmadan geçirmek de onu yo-

ruyordu. Hicivle ilgili eserler okumaya kaptırdı kendini ne-

dense. Geceleri Juneval’den birkaç satır okuyunca biraz ol-

sun uyuyabiliyordu. Dünyanın sonu gelmişti; her şeyle acı

acı alay edilebilirdi sadece. “Kasap Hegel Felsefenin Kanını

Nasıl İçti?” adlı küçük bir mizahi deneme yazdı. Deneme-

nin  sonunda  Allah,  onu,  küçük  bir  çocuk  gibi  kulağından

tutup  üniversiteden  atıyordu.  “Haydi  bakalım  küçük  He-

gel,”  diyordu  Allah.  “Yaptığın  yaramazlık  yeter.  Artık  uslu

çocuklar gibi evine dön.” Bu son satırları yazdıktan sonra,

başını  kaldırdı  ve  ağlayarak:  “Dönüyorum  Allahım,  dönü-

yorum,”  diye  inledi.  “Kasap  Hegel,  etlerinin  arasına  döne-

cek. Burnunun alıştığı pis kokularla yaşayacak gene.” Deli

gibi  sokağa  fırladı,  Stadthamburg’a  giden  bir  araba  aradı

hanları  dolaşıp.  İki  gün  sonra  bir  araba  olduğunu  söyledi-

ler. Bu iki gün eve hiç dönmedi. Meyhanelerde -içkiye baş-

lamıştı son aylarda- sokaklarda gezdi durdu.

Gustav Willibald Franz Hegel, arabaya bindikten dört sa-

at  sonra,  bir  konak  yerine  yaklaşırlarken,  18  Mayıs  1844

Perşembe  günü  akşamüzeri  saat  dört  buçukta  beyin  kana-

masından öldü.



182


İKİNCİ ŞARKI

Mısra 134: Orta Asya’daki...

Selim,  her  şeyden  önce  bir  matematikçiydi.  Bu  mısrada,

kabuğunu kırarak, dünyaya yayılan atalarının (elipsin, yu-

murtayla benzerliği, edebiyat ve geometriyi iyi bilmesi gere-

ken Selim’in oldukça zayıf bir buluşu gibi geldi bana) ma-

cerasıyla, kasabadan büyük şehire göç eden bir çocuğun ya-

şantısı  da  bu  açıdan  incelenmelidir.  Matematik  bilimlerde

kuvveti gösteren oklar da, büyük göçün şiddetini anlatmak

için kullanılmış olsa gerek. Evet, çevresi yüksek ve karanlık

dağlarla kuşatılmış bu küçük elipsin içinden amansız oklar

gibi  fırlayan  atalarımız,  bütün  dünyaya  şiddetle  saldırmış-

lardı.  Büyük  göç  haritasında  da  görüleceği  gibi,  bu  oklar,

uzayıp kıvrılarak bütün ülkeleri demir çemberi içine almış-

tı.  Akıncı  atlarının  nalları  1939  T  modeli  Ford  gibi,  her

yanda tozu dumana katıyordu.

Batılı  tarihçiler,  durmadan  belgelerden  bahsederler.  Ben

de size, büyük göçten çok önce, Anadolu’ya doğru, dört bin

kilometrelik bir öteleme yapan küçük bir okun yaşantısını

dile getiren bir belgeyi açıklamak istiyorum; N. kasabasın-

dan  Ankara’ya  gelen  küçük  Selim  gibi  küçük  bir  okun,

Düzgen  Silik  adlı  on  sekiz  yaşında  bir  gencin  binlerce  yıl

önce  tuttuğu  bir  günlükten  parçalar  almakla  yetiniyorum.

İlk  gençliğinin  bunalımlarına  aldırmadan  (belki  de  buna-

lımlarının verdiği bir güçle, belki de bunalımlarına ümitsiz-

ce karşı koymak isteğiyle, belki de bunalımlarını toptan in-

kâr  ederek)  toplumsal  savaşa  katılan  bu  adsız  kahraman,

yaşantısını büyük bir içtenlikle kaleme almış. Belge mi isti-

yorsunuz sayın tarihçiler? Bizde belgeden çok ne var? İşte

size belge:



183


(Bazı nedenlerle belgenin kaynağını açıklamıyorum.)

Düzgen Silik’in günlüğünü vermeden önce, onun ve altı

arkadaşının, Ortu Alga Toplum Koruculuğu (Emniyet Mü-

dürlüğü) saklantılarında (arşiv) bulunan kimlik belgelerini

sunuyorum:

1-  ORKAN  TALMUG:  Eyleme  geçmeyi  ilk  düşünen  Or-

kan,  uzun  boylu,  sıska,  kemikli,  kumral;  (sinirli  bir  yapısı

var) çabuk yargıya varan ve yargısından çabuk dönen, ama-

ca  erişmek  için  araçların  her  çeşidinden  yararlanılmasını

öğütleyen,  toplumsal  sorunlarla  ilgili,  birden  çok  kadınla

evlenmeye  karşı  (antipoligamist),  evsiz  (bekâr),  önder  ol-

mak ve üne kavuşma isteğiyle yanan (çalışma isteğiyle yan-

mıyor) bir kişi. Olayın geçtiği sıralarda, bir kadın sorunuyla

ilgili olarak kovuşturmaya uğramış. Ayrıca, savaşın, kişi ba-

ğımsızlığına  aykırı  olduğunu  ileri  geri  söyleyip  durduğu

için Dördüncü Kargılılar Tugayından çıkarılarak Süel (aske-

rî)  Yargı  Kuruluna  verilmiş.  Öteki  arkadaşlarının  tersine,

sonu  kuşkulu  tartışmalara  katılmaz.  Gökçeyazınla  uğraş-

maz (küçümser).

2-  SALGAN  SAÇAK:  Uzun  boylu,  iri  yapılı,  kara  saçlı,

gök gözlü; Orkan’ın en yakın arkadaşı, sakallı; saçlarını hiç

kestirmez. Açık Gök Okulunda zorbilim ve gökçeyazın öğ-

retirken  törelere  uymanın  gereksizliğini  ileri  sürdüğü  ve

sevi ilişkilerinin (cinsel münasebet) doğal bir biçimde dü-

zenlenmesini  istediği  gerekçesiyle  öğreti  belgesi  elinden

alınmış. Düzenli okur. Öğretinin dışında yongacılıkla (ma-

rangozluk) uğraşır. İşsizliğine aldırmadan kendisiyle ilgile-

nen bir kadınla evlidir. Eve sık sık esrik gider. Biraz Çince

bilir.

184



3-  DURMAN  ELGER:  Orta  boylu,  tıknaz  yapılı,  kumral,

yaşıl  (yeşil)  gözlü,  (gözünde  uzak  görmezlik  -miyopluk-

var),  evli,  üç  çocuklu,  az  aksak  (sol  bacağındaki  bir  kargı

yarasından),  otacılıkla  uğraşır,  yaratıkotacılığı  (baytarlık)

da  yapar.  Bilgesevi  (felsefe)  ve  güzelçizi  (resim),  uğraşları

arasındadır. Yedi kişi içinde toprağı olan tek ağadır. Bir de

at uşağı var.

4- YILGIN METE: Kısa boylu, karal (esmer); koşunuğraş

(atletizm) yapmayı sever, hiç okumaz, her gün sakalsaçke-

sere  (berber)  gider.  Yakışıklı,  olay  sırasında,  bir  kıza  ata

binmeyi öğretirken attan düşerek sol kolunu kırmıştır. Tö-

rebilim (hukuk) eğitiminden geçmiş. Babasının durumu iyi

olduğu  için,  bugüne  değin  hiç  çalışmamıştır.  Orkan’la  bir-

likte barışçı tarla toplantıları düzenlemek yüzünden kovuş-

turmaya uğramıştır.

5- GÖKÇİN KARMA: Azılı bir düzen yağısıdır. Orta boy-

lu,  kaslı,  saçları  dökülmeye  başlamış,  gökçeses  (müzik)

düşkünü,  günbatımına  (akşam)  değin  çadırında  bağırır

(şarkı  söyler).  Saçları  dökülmeye  başlayalı  bıyık  bıraktı.

Okuduğu  betikler  tüm  yabancı  dildendir.  Olaydan  birkaç

gün önce bütün betiklerini at uşağına armağan etmiş (uşağı

da  salıvermiş)  ve  gece  gündüz  demeden  Bilig-Tenüz  oku-

maya vermiş kendini.

6-  KUTBAY  ÇALIK:  Çok  uzun  boylu,  iri  yarı,  güçlü,

(öküz öldürme yarışında dört kez birincilik almış) kadınlar

arasında yaygın bir ünü var, karal, karagözlü, zorbilim öğ-

retmenliği  yapmış,  evsiz,  işsiz;  yazıtbilimle  (tarihle)  ilgile-

nir. Kadın yüzünden çıkan bir kavga sonunda iki ay içerde

kalmış. Başka bir eskitliği (sabıka) yok.

185



7- DÜZGEN SİLİK: Salgan’la aynı okulda çadırbilim (bu-

günkü  dilde  karşılığı  yok)  öğretim  üyesi,  kumral,  uzun

boylu, sıskaca, içedönük, kadınlarla ilişkisi yok, düşüncele-

rini kendine saklamasını iyi bildiği için, bugüne değin ko-

vuşturmadan  kaçabilmiş.  Gökçeyazını  sever  (bu  nedenle

sık sık Orkan’la tartışır); ağırbaşlı bir görüntüsü var.

Düzgen Silik’in günlüğünden:

... Benimle gerçekten ilgilendiklerini sanmıyorum... Bü-

tün atılışlarımı delikanlılığıma veriyorlar. Yalnız yaşamamı

beğenmiyorlar. Bu yaşta öğretici olmamı çekemiyorlar. Bü-

tün  ilişkilerimde  kendimi  korumasını  bildiğimi  yüzüme

vuruyorlar.  Gece  gündüz  çadırından  çıkmadığım  Orkan

bile,  bana  kuşkulu  bir  gözle  bakıyor.  Sonra...  en  ağırıma

giden,  benimle  yaşantılarını  paylaşmamaları.  Benimle  or-

tak  serüven  yaşamaktan  çekiniyorlar.  Yılgın’la  Orkan,  o

kızı  gölün  kıyısındaki  kayıkla  gezdirmeye  götürdükleri

gün, bana sözünü bile etmediler bunun. Yılgın’dan öğren-

dim  olayı:  kız  yüzünden  kavga  etmişler  de  Orkan’dan  öf-

kesini  almak  istediği  için  anlattı.  Hepsi,  ayrı  ayrı  geliyor-

lar, birbirlerini kötülüyorlar bana. Her biri de, anlatmadan

önce  sanki  kendisinden  yana  çıkacağıma  güveniyormuş

gibi görünüyor. Ben de -bu sanıları gerçekleşsin diye- ayrı

ayrı hepsini, baş sallayarak dinliyorum. Yılgın kızla yatar-

ken, Orkan da kayığın burnunda onları bekliyormuş. Yıl-

gın’a göre Orkan kıskandığı için kavga çıkarmış ve Yılgın’ı

dinlemeden  birden  suya  atlamış.  Ne  denir?  Gerçekten  o

gece  çadırına  gittiğimde,  Orkan’ı,  ıslak  giysilerini  değişti-

rirken  buldum.  Ona  göre  de,  Yılgın,  kendisini  çileden  çı-

karmak için bilerek kızla işi uzatmış. İş, diyorlar; oysa ben

bu  “iş”i  gözümde  nasıl  büyütüyorum.  Sonra  da  gene  bir-



186


likte aynı “iş”lerin peşinde koşuyorlar; gene beni işe karış-

tırmadan...

Ortu-Alga Ulusal Güvenlik belgelerinden:

Türk  budunu  gergin  bir  döneme  girmişti.  Ulu  Kağan

Çingiz’in ölümünden sonra, ülke büyük bir şaşkınlığa düş-

müştü. Çingiz de son yıllarda, kadın ve içkiye vermişti bü-

tün gününü. Ordular başkomutanı Sarkak da gece gündüz

Tanrı Dalgal’a çıra yakmaktan başka bir işle uğraşmıyordu;

gene de ordunun gücüyle Mazlum’u başa getirmeyi becerdi.

Mazlum  da,  Sarkak’ın  bu  yardımına,  onu  emekliye  ayır-

makla  karşılık  verdi.  Bugün  bütün  aydınlar  kuşku  içinde.

Mazlum,  yobazlığı  nedeniyle,  bütün  gece  eğlentilerini  ya-

sakladı. Kadın satışı aldı yürüdü...

Düzgen’in günlüğünden:

Dün  gece  beni  kadınlı  bir  eğlentiye  götürdüler.  Seninle

olmuyor, dedikleri değin var. Bana da hep terslik oluyor ay-

rıca.  Kadınların  en  yaşlısı  düştü  payıma.  Ben  de  yaşsız

(genç)  kızlardan  korktum  sanıyorum.  Bütün  gece  kadının

yanında somurtup oturdum. Oysa, başlangıçta, güzelce bir

kıza yaklaşmak üzereydim. Nedense bu kadın çıktı yoluma.

Neden  benim  yoluma  çıktı?  Bilinmez.  Kadın  bildi;  yalnız

benim yoluma çıkarsa “işin” olacağını bildi. Gökçin, elinin

tersiyle itiverirdi kadını. Ben itemedim; oysa, ellerimiz, dış

görünüşüyle,  birbirine  çok  benziyor.  Nasıl  anladı  kadın?

Ama  yanında  somurtup  oturacağımı  anlamadı;  işte  orada

yanıldı. Benimle bir yerde, yanılıyor kişi; bu yeri ben de bi-

lemiyorum.  En  iyisi,  düzeni  değiştirmek  için  uğraşmak.

187



Tartışmalarda  da  paylıyorlar  beni;  ama,  orada  bir  kişiliğim

var hiç değilse. Bir daha eğlentiye götürmezler beni. Götür-

mesinler.  Kadın  da,  yaşlılığına  bakmadan,  bütün  gece  eğ-

lendi durdu benimle. Başımdan aşağı kımız döktü: çok gül-

düler. Sonra -hele bunu hiç açıklayamıyorum- çadırıma git-

tiğimizde öyle bir atladı ki üstüme. Sabaha kadar sevişti be-

nimle durmadan. Seviştik, diyemiyorum. Çünkü, şaşkınlık-

tan,  onun  saldırışlarına  boyun  eğdim  yalnız.  Sabaha  karşı

da,  beni  sevdiğini,  birlikte  yaşamamız  gerektiğini  söyledi.

Kadın  uyuyunca  hemen  kaçtım  çadırdan.  Sabaha  dek  do-

laştım  çadırlar  arasında.  Döndüğümde  gitmişti.  Yatağı  boş

bulunca üzüldüm. Belki de onunla yaşayabilirdim; kim bi-

lir? Benimle olmuyor işte; ortada. Neyse kadın bir daha gö-

rünmedi. Öteki kızlarla iyi olmamış iş: ertesi gün anlattılar.

Baştan savma davranmış kızlar. Benim kadının yakıcı saldı-

rılarını anlattım ben de utanarak. Kıskandılar. Güzel bir ge-

ce  geçirdiğimi  söyledim  ben  de:  gene  düşlerini  bozmamak

için. Kadını gönderdim iş bitince dedim. Doğru buldular bu

davranışımı; toplumsal uğraşı olan kişi, bu işlere çok önem

vermezmiş. Ne yapalım, öyle olsun.

Güvenlik Kurulu belgelerinden:

Aydınlar  arasında  büyük  bir  temizlik  yapıldı.  Bu  arada,

Orkan, Salgan, Durman, Kutbay gibi birçok düzenyağısı iş-

siz  kaldı.  Kentin  on  yirmi  bin  arpa  boyu  (bir  arpa  boyu

1,25  cm’dir)  uzağında,  Gökçin’in  çadırında  toplanıyorlar

artık.  “Toplum  Düzenini  Toptan  Değiştirme  Kurulu”  adlı

bir örgüt kurmuşlar. Yedi üyeleri var.

188



Düzgen’in günlüğünden:

İşsiz kalmadım diye kızıyorlar bana. Ben de onlar gibi iş-

siz kalmak istiyordum ama, Okul Başkanı beni çağırdı: “Sa-

na  güveniyorum,”  dedi.  Sesimi  çıkaramadım.  Ne  için  gü-

vendiğini söylemediğine göre kötü bir iş yapmadım demek-

tir.  Oysa,  boş  kalıp  ben  de  Bilig-Tenüz’ü  okumak  istiyor-

dum.  Belki  kızlara  da  ayıracak  günüm  olurdu.  Şimdi  de

Kutbay tutturmuş: toplum çayevinin önünde oturup kızları

bekleyecekmişiz. Tek başına bir kız gelirmiş sonunda. Kızla

tanışmak  için  de  nasıl  davranmak  gerektiğini  anlattı  uzun

uzun. Olur, dedim. Bundan sonra ne denirse olmaz diyece-

ğim artık. Beni deney odunu yapacaklar sonunda.

Artık bu konuda söz etmek istemiyorum. Gökçin’de top-

lanıp konuşuyoruz. Olanları hiç yan tutmadan anlatmak is-

tiyorum.  Kendi  ağzımdan  da  anlatmayacağım,  sanki  biri

görüp de yazmış gibi söylemeli. Bu yol anlatım daha iyi ola-

cak.  Ben,  ben  diye  tutturuyorum;  yazdıklarımı  okuyunca

da utanıyorum kendimden.

Güvenlik Kurulu belgelerinden:

Kendilerine,  değiştirme  kurulu  adını  takan  bu  yedi  kişi,

sabahlara dek içip duruyorlar. Bir iş görecekleri yok. Gözet-

leyicileri kaldırdık. Bir gece, çadırın ötesinde pusuya yatmış

olan toplum korucusunu da çağırmışlar içeri. Utanç verici

bir olay. Korucuyu işten çıkarmayı düşündük. Onlara katı-

lır diye çekindik.

189



Düzgen’in günlüğünden:

Orkan’la  Düzgen,  obaya  vardıkları  sırada  Gökçin,  çadı-

rın  önünde,  uşağının  atına  betiklerini  yüklemekle  uğraşı-

yordu.  Uşak,  ıssının,  bu  akıl  almaz  eylemine  şaşkınlıkla

bakıyordu.  Gökçin  uşağına  öğütler  veriyordu:  “Bütün  bu

tenlere  (ciltler)  yararlı  nenlermiş  gibi  bakıp  durma.  Bil-

mezliğin sinirime dokunuyor. Anlıyor musun salak?” Uşak

karşı koyuyordu:

“Öyleyse, ıssım, neden bana veriyorsunuz bunları? Baba-

nız duyarsa bütün suçu bana yükleyecek. Kente götürsem,

çaldı sanacaklar beni. Ne olur çadıra koyalım bunları. Ben

yeniden yerleştiririm.”

“Ahmak,” diye kükredi Gökçin. “Ben, Bilig-Tenüz’ü oku-

yorum artık. Sizlere ışık getirmek için çabalıyorum. Tutucu

dönek, yıkıl karşımdan!”

Uşağın yardımına Gökçin’in iki arkadaşı yetişti o sırada.

Düzgen, biraz sola doğru çarpık bir biçimde bindiği atının

üstünden  neredeyse  düşerek  indi  ve:  “At  uşağını  bırak  da

bizi  dinle,”  diyerek  koştu,  Gökçin’in  boynuna  sarıldı.  Or-

kan ise, yüzünde bellisiz (müphem) bir gülümsemeyle on-

lara baktı ilgisizce ve uşağın attan inmesine yardım etmesi-

ni bekledi. Sonra da sesini alçaltarak arkadaşlarını uyardı:

“Küfür  (rahat)  bir  konuşma  için  çadırın  önü  uygun  bir

yer değil.”

Düzgen,  densizliğinden  utanarak,  birden  durgunlaştı;  o

dalgınlıkla içeri girerken, başını çadır gereltisinin üst ağacı-

na  çarptı.  Arkadaşının  sarsaklığına  sinirlenen  Orkan  onu

payladı:


“Eyleme  geçince  başımıza  çok  iş  çıkaracaksın  bu  sakarlı-

ğınla.”  Gökçin  kötü  kötü  güldü.  Düzgen,  betiklerin  yanına

koştu; onları gelişigüzel karıştırmaya başladı sıkıntısını ört-

mek için. Sonra, Orkan’a bakmamaya çalışarak söze başladı:



190


“Eyleme  geçmek  gerek  Gökçin!”  Sustu,  bekledi  Orkan

konuşsun diye.

Orkan,  önce,  yerdeki  kımız  çanağına  düşünceli  gözlerle

baktı; çanağı eline aldı, inceledi, sonra başını ağır ağır kal-

dırarak,  sözlerinden  bir  tekinin  bile,  kımız  çanağının  yu-

varlaklığı, ayı postunun kılları, gereltinin kıvrımları arasın-

dan  yitirilmesinden  korkuyormuş  gibi,  gözlerini  onlardan

uzaklaştırarak, aşırı bir özenle, sözcükleri, çadırın deri ko-

kan boşluğuna bıraktı:

“İvedicilik, toplumsal eylemin baş yağısıdır.”

Düzgen,  utanarak  gözlerini  kaçırdı.  Oysa,  Orkan’la  bir-

likte  eyleme  geçmenin  zorunlu  olduğunu  söylemeye  gel-

mişlerdi  Gökçin’e.  Böyle,  birden  söze  başlamamalıydım,

Orkan’a  bırakmalıydım  bunu  söylemeyi,  diye  kendini  suç-

ladı. Nerede susulacağını bilmem ki.

Orkan,  arkadaşının  kaygılarını  sezmiyormuş  gibi,  aynı

sesle,  Düzgen’i  ve  Düzgen’e  benzeyenleri  yargılamayı  sür-

dürdü:


“Bizden önce toplumcu çaba gösterenler de, aynı nedenle

acı çekmişlerdir. Salt savaş istemiyle ortaya atılmak olmaz.

Çinliler arasında geçirdiğim yıllar...”

Düzgen  atıldı:  “Çinlilerden,  betikdizim  (matbaa)  yön-

temlerini öğrenmişsinizdir. Biz de onlar gibi bir günlükbe-

tik (gazete) çıkarsak...”

Orkan, yüzünü buruşturdu: “Ben, eylemin kuramını sap-

tamaya  çalışırken,  sen  günlük  uğraşların  devdenizine  (ok-

yanus) dalıp gitmişsin. Çinliler beklemesini bilir. Olayların

akışına  kapılmazlar  yerli  yersiz.”  Gözleri  daldı;  Çinlilerle

geçirdiği mutlu günleri, canlı olayları düşünüyordu:

“İvedi davranmazlar,” dedi, yavaş bir sesle. “Sekiz yıl ön-

ce,  başarısız  devrim  eyleminin  ilk  günlerinde,  Kanton’da

bir çayevinde betiğimi okurken, birden sokaktan gelen gü-

rültülere kulak kabarttım. Dışarda, bir sürü Çinli, ellerinde

191



sarı bayraklar, bağırıp çağırıyordu. Ben de yaşsızlığın verdi-

ği bilmezliğe kapılarak, elimdeki betiği fırlatıp, onlara katıl-

mak istedim. Kapıya yaklaşırken ayağım bir Çinli’ye takıldı.

Çinli  başını  kaldırınca,  ünlü  düşünür  Len-Sta-Troc-En’in

gözleriyle karşılaştım. Len, yüzüme sorguyla bakarak:

‘Çen fua it pin?’ dedi.”

Orkan’ın Kanton anılarını dinlemeye dayanamayan Gök-

çin atıldı:

“Çinliden bize ne? Türk budununun sorunlarına gelelim.

Biz ne olacağız? Sen onu söyle.”

Düzgen,  kaygılandı  birden  Orkan’ın  yerine.  Şu  Gökçin’e

bir  türlü  istediğim  gibi  karşılık  veremez,  diye  düşündü.

Hep  sözün  altında  kalır;  yalnız  bana  yeter  gücü.  Gene  de

Orkan’ı kurtarmak istedi:

“Böyle  bir  sorun,  bütün  kurul  üyelerinin  bulunacağı  bir

birleşimde  konuşulabilir  ancak,”  dedi.  “Gereken  tanımla-

maları ondan sonra yaparız.”

Gökçin, yeni uzatmaya başladığı Ortu-Alga törelerine uy-

gun bıyığının altından gülümsedi:

“Gelsinler. İyi bir eğlence olur.”

Ortu-Alga Toplum Koruculuğu belgelerinden:

....gözetleyicinin anlattıklarına göre, eylemin ana çizgileri

üzerinde konuşmuşlar. Sesleri birbirine karıştığı için, gözet-

leyici, ne dediklerini pek anlayamamış. Biz de konudan an-

lamayan  korucular  gönderiyoruz;  uydurma  öyküler  anlatı-

yorlar.  Birine,  toplumculuğun  anlamı  sorulunca,  gözünü

kırpmadan karşılık verdi: “Kişilerin toplu olarak bulunma-

larıdır komutanım!” Acınacak durumdayız.



192


Düzgen’in günlüğünden:

Kaç gündür yazmayı unuttum gene. Oysa, o günden beri

neler  oldu.  Günlükbetik  çıkarmayı  ilk  ben  ortaya  attığımı

sanıyordum.  Orkan,  bu  onuru  da  elimden  aldı.  Gökçin’le

tartışırken  koynundan  bir  dergi  taslağı  çıkardı  birdenbire:

(Bana bundan hiç söz etmemişti.) Biçimini Kanton’da çıkan

bir  aylıkbetikten  almış.  Beni  hep  bir  yana  iter.  Neyse,  ben

gene  eski  biçimde  yazayım.  Ben  anlatıyormuşum  gibi  ya-

pınca olmuyor.

Gökçin  köpürdü:  “Peki  ne  olacak  Bilig-Tenüz  ilkeleri?

Oldu olacak, tenimizi sarıya boyayalım, bir de saçımıza ör-

gü yapalım da Çinlilere benzemeyen yanımız kalmasın.”

Düzgen sözü bağladı: “Bize yer göster de yatalım Gökçin;

yorgunuz. Yarın ben arkadaşları toplar getiririm.” Ayak işle-

rine hep Düzgen koşardı.

Ertesi  günbatımı,  yedi  arkadaş  aynı  çadırda  toplandı.

Gökçin, olağanüstü bir şölen düzenlemişti. Sofrada kedi sü-

tünden  başka  yok  yoktu.  Salgan,  tartışma  başlamadan  çok

önce  esrik  olmuş,  Gökçin’le  birlikte  türküler  söylemeye

başlamıştı. Bir süre sonra Kutbay da onlara katıldı. Orkan,

hepsine  içerlemekle  birlikte,  belki  Salgan  kendisini  tartış-

mada  destekler  umuduyla  sesini  çıkarmıyordu.  Kutbay’ın

oturduğu köşeye baktı: koca Çalık durmadan yiyordu. Düz-

gen,  onu  toplantıya  çağırdığı  sırada,  Kutbay  çadırında  bir

kızla oturuyordu. Toplantıyı öğrenince, kızı da birlikte ge-

tirmek için tutturmuştu:

“Kendi  elimle  yetiştirdim  bu  kızı  Düzgenciğim,”  diye

söyleniyordu. Sesi çatallı çıkıyordu, esrikti.

Düzgen: “Olmaz,” dedi. “Orkan, gökyüzünü başımıza ge-

çirir sonra.”

Kutbay:  “Ben  de  onun  bir  yumrukta  canını  çıkarırım.

Kim karşı gelirse bana, döverim. Dövemez miyim?” diyerek



193


kavradığı  gibi  havaya  kaldırdı  Düzgen’i.  Düzgen,  yavaşça

kulağına fısıldadı Çalık’ın:

“Kıza gösteri yapmak için beni mi buldun?” Kutbay, Düz-

gen’i  yere  attı:  bu  sözler  onu  duygulandırmıştı.  Ağlamaya

başladı.  Düzgen,  belini  oğuşturarak  yerden  kalkmaya  çalı-

şırken Kutbay söyleniyordu:

“Çok  yaman  kızdır.  Bütün  törelerle  alay  eder.  Babasına

moruk  der.  Çok  ileri  kafalı  kızdır.  Tanrıya  inanmaz.”  Kızı

çadırda bırakıp çıktılar. Yolda Kutbay gene yalvarıyordu:

“Alsaydık şu kızı. Kımız da içiyor.” Düzgen onu susturdu:

“Alsaydık da yedimizi birbirimize katsaydı, öyle mi?”

Orkan,  kötü  kötü  düşünüyordu.  Bu  altı  esriğe  nasıl  söz

geçirecekti?  Bütün  büyük  bireyler  yalnızdır.  Dayanamadı

işte; Gökçin’e seslendi:

“İçirme  şuna  artık,  Gökçin.  Ayakta  duracak  gücü  kal-

madı.”


Gökçin  sırıttı:  “Sözlerimi  dinleyecek  gücü  kalmadı  de-

mek  istiyorsun.”  Salgan  sallanarak  ayağa  kalktı.  Oturumu

açmak istiyordu. Pis uğru, diye içinden geçirdi Orkan. Du-

rumuna bakmadan benimle yarışmaya kalkıyor. Yılgın bir-

den yetişti, Orkan’ı kurtardı: Salgan’ı bir yana iterek ortaya

çıktı, kımız çanağını yere vurdu:

“Arkadaşımız ve can yoldaşımız Orkan, bu geceki toplan-

tımızın nedenini açıklayacak.”

Kutbay atıldı: “Biliyoruz.”

“Yalnız  sen  değil,  herkes  biliyor  Çalık.  Ancak,  onların

çok  iyi  bildiği,  senin  de  hiç  bilmediğin  bir  şey  var:  toplu-

lukta konuşma düzeni.” Böyle başladı söze Orkan Talmug.

Kutbay da karşılık verdi: “Bir vurursam çenene, ne yüzü-

nün  düzeni  kalır  ne  de  topluluğunun.  Topluluğunu  al  da

başına çal.” Yerinden fırlamak istedi, dört kişi zorla oturttu.

Orkan, acı acı gülümsemeye çalıştı. Yaptığından utan de-

mek isteyen bir yüzle Kutbay’a baktı ve konuştu:

194



“Toplumumuzun  yıllardır  içine  sürüklendiği  karanlık,

son günlerde...”

Gökçin dayanamadı: “Bunları biliyoruz Orkan. Bir önerin

varsa onu söyle sen.”

Orkan, bu sataşmayı da tepki göstermeden karşıladı. Ça-

lık,  kendisini  yatıştırmak  için  yanında  oturan  Düzgen’e

eğildi:

“Bu  uğursuzun  çalımlarına  hiçbirimiz  dayanamayız;  ge-

ne  de  her  toplantıda  başımızda  buluruz  onu.  Miskinliği-

mizden yararlanıyor. Kendi kendinin başbuğu. Ha-ha.” Or-

kan, sözlerinin büyüsüne yavaşça kapılarak durmadan ko-

nuşuyordu:

“...Bütün  düşüncelerin  uzlaştırılabileceği  bir  orta  yolun

bulunduğuna inanıyorum. Sağduyusu olan her kişi...” Gök-

çin, Salgan’ın kulağına fısıldadı:

“Yıllardır,  kuram  kuram  diye  tepinirdi.  Baktı  ki  kuramı

öğrenemiyor, kendisinde hiç bulunmayan bir nene, sağdu-

yuya başvurdu.” Kutbay da Düzgen’i sıkıştırıyordu:

“Bu uğruda hiç sıkılmak yok. Döverim, dedim; aldırmadı

bile. Dayak yiyen önder: ha-ha.”

Orkan, ilginin dağılmaması için sözünü çabuk bağladı:

“...Eylemin  ana  çizgilerinin  saptanmasında  bu  konulara

gene döneceğimiz için, sözlerimi burada bitiriyorum ve ya-

pıcı önerilerinizi bekliyorum.” Kutbay homurdandı:

“Bizde yapıcı öneri olsa konuşmaya bırakır mıydık seni?”

Kımız çanağını yere atıp kırdı: “Bu uyuz, bizi peşinden sü-

rükleyecek. Çünkü neden: çünkü bizde iş yok. Bu söz ebe-

sinin önderliğine katlanacağız.” Gökçin eğildi:

“Sen başkan ol istersen, ben desteklerim.”

“Olmaz.  Kız  çadırda  bekler  beni.  Bir  sürü  yararsız  yükü

boş  yere  yüklenir  miyim  ben?  Sonra  kızla  tam  birleşirken

üstüme  çullanırsınız  toplum  toplum  diye.”  Düzgen’e  dön-

dü:  “Kız  da  on  yedi  yaşında.  Uslu  ama.  Günbatımına  dek

195



toplum  toplum  diye  kafasını  düzeltmeye  çalışıyorum.  Ben

görevimi  yapıyorum.  Yalnız  kafasını  düzeltmiyorum  belli

(tabii).  Yoksa  canından  bezecek  çulsuz.”  Gökçin:  “Güzel

mi?” diye sordu.

“Bir görsen, biliyor musun Gökçin, bu kızlar nasıl çabu-

cak yetişiyor böyle? Sen, kımızdı, toplumdu, gökçeyazındı,

öğretiydi,  derken,  sana  hiç  sezdirmeden  bir  köşede  büyü-

yüp  duruyorlar.  Sonra  bir  de  bakıyorsun  ki  olgunlaşıver-

miş.  Nasıl  böyle  güzelleşti  diye  şaşırıp  kalıyorsun.  Gene,

köşede  bucakta  kimbilir  neler  yetişiyor  biz  konuşurken?

Birkaç yıl sonra, bu da nereden çıktı, bu da var mıydı? diye

hangisini  kovalayacağımı  bilemeyeceğim.  Canımlar  be-

nim!” Böyle diyerek kımız çanağına saldırdı.

Yılgın, durumun Orkan için de pek parlak olmadığını gö-

rüyordu. Konu dağılmıştı. Biri söze başlasa da bu sessizlik

bitse. Orkan beni bekliyor gene. Çevresine baktı. Herkes iç-

kiye dalmış. Bir yudum kımız içti. Boğazını temizledi. Biri

çıkar da bir söz eder belki. Biraz beklesem. Orkan da bana

bakıyor. Kurtarın beni bu sıkıntılı görevden. Kimse konuş-

muyordu. Tanrı canınızı alsın. Pis uğrular: içmekten başka

kaygıları yok. Konuşacak canı yoktu. Kocasından ayrılmak

isteyen  bir  kadın,  o  gün  us  danışmaya  çadırına  gelmişti.

Güzel kadındı; önce kucağına oturmak istememişti. Sonra,

kimse görmesin diye -çadıra giren çıkan belli değildi- kere-

vetin altına girdiler. Kadın da iki Yılgın değin ağırdı. Ah bu

kadınlar! İçini çekti. Bu yüzden okuyup gökçeyazınla uğra-

şamıyorum. Söze nasıl başlasam? Çanağı sonuna kadar dik-

ti, sonra yukarı kaldırarak:

“Orkan’ın buyuracağı bir savaşta sonuna dek varım,” di-

ye bağırdı. “Orkan ve Salgan böyle bir itişmede (mücadele)

bizi usluca kullanmasını bilmelidirler, bileceklerdir de. Or-

kan’ın  bilgisi  ve  Salgan’ın  çalışkanlığıyla  yenemeyeceğimiz

güç,  aşamayacağımız  engel  yoktur.”  Gökçin  mırıldandı:

196



“Orkan’ın çalışkanlığı demeye dili varmadı.”

Yılgın coşmuştu: “Ben de kendi payıma düşen görevi sor-

gusuz yapacağım..”

“Kendini aştı çulsuz,” dedi yavaşça Kutbay. Sonra Yılgın’a

döndü: “Senin ilk görevin, yarından tezi yok betikevine gi-

dip bütün betikleri okumak. Ayrıca özet de çıkaracaksın.”

Yılgın, birden başını Kutbay’ın yöresine çevirdi. Boynun-

daki damarlar şişti. Gözlerini devirerek bağırdı:

“Ben okumam, Kutbay! Bu çürümüş toplumda, gelenek-

lerin  üstümüze  yığdığı  bilgi  süprüntülerini  öğrenemem

ben. Ben, yeni bir düzenin kurulması için katkıda bulunu-

rum ancak. Bu tür sözlerle de yıldıramazsın beni.”

“Peki,  atının  terkisindeki  heybenin  içi  betik  dolu.  Onlar

ne?” Yılgın Mete kızardı, kekeledi:

“Benim için değil onlar. Bir kız tanıdım da yeni. Kız arka-

daş demek istiyorum. O istedi.”

Orkan araya girdi:

“Hepiniz, şu kızları yetiştirmeyi bıraksanız da biraz ken-

dinizle uğraşsanız. Okumak konusunda birbirinize söyleye-

cek sözünüz olmamalı.”

Düzgen söze karıştı: “Eylem üzerine önerisi olan konuş-

sun.  Belki,  Orkan’ın  bu  konuda  diyecekleri  var.  Bırakalım

da söylesin.” Karşı çıkan olmadı.

Orkan, gözünün altına biriken çapakları sildi; elini koy-

nuna  sokarak  akyapraklar  (kâğıtlar)  çıkardı.  Kutbay  için-

den  söylendi:  “Bu  çulsuzun  da  koynu  yaprak  dolu.  Bilgi

ağacı gibi.” Orkan, ilk dönemde çatışmayı kazanmanın se-

vinciyle elleri titreyerek okumaya başladı:

“Bu karanlık düzen içinde benim, önderliğin yükünü ta-

şımam ancak sizlerin de...” Kutbay düşünüyordu: “Bu alık,

tam  bir  büyüklüksapığı  (megalomanyak).  Nasıl  da  bildi

böyle bir söylev vermesi gerektiğini? Önder olacağına nasıl

güvendi  de  önceden  hazırladı  bu  yazıyı  ve  şimdi  utanma-

197



dan  okuyor?  Yavuklusu  Min-Ta-Lin’e  kim  bilir  ne  çalım

satmıştır,  ne  kurumlanmıştır  bu  söylevi  çadırda  yazarken.

Kadın, Orkan’ın çevresinde saygıyla dolanıp duruyor, o da,

bir  dizisini  (satır)  bile  okumadığı  betikleri  karıştırıyormuş

gibi yaparak durmadan yazıyor. Bat, acun, bat.” Kendi ken-

dine gülümsedi.

Gökçin: “Gene ne çaşıtlık kuruyorsun o çarpık kafanda?”

diye sordu Çalık’a.

Kutbay sırıttı: “Anlamsız, ereksiz kaynaşmış bir kütleyiz.”

Gökçin güldü: “İki gözün kör olsun da Bozkır’da su sat,

ters kafalı uğru,”

Herkes iyice esrik olmuştu. Birer ikişer bölüklere ayrıldı-

lar,  sonu  gelmez  tartışmalara  giriştiler.  Gökçin’le  Kutbay

türkü  söylemeye  başladı  yeniden.  Sonunda  Gökçin’in  at

uşağını çağırdılar; ona sıkılmaz (müstehcen) türküler okut-

tular ve uşağı oynattılar. Sonra Kutbay, Gökçin’in yeni uzat-

tığı bıyıkları kestirdi. Salgan’la Kutbay, içki yarışına girdiler.

Yenileceğini  anlayan  Kutbay,  Salgan’ın  içki  çanağını  kırdı.

Salgan,  Kutbay’a  saldırdı;  bir  süre  yerlerde  yuvarlandılar.

Orkan da esrik olmuştu: Salgan’ı yerden kaldırdı ve birbir-

lerine  sarılarak  biçimsiz  bir  düzgünayak  (dans)  yaptılar.

Gün  doğarken  de  ölmüş  ozan  Hakmat’tan  toplumcu  yırlar

okuyarak hep birlikte ağlaştılar güneşe karşı. Ve hep birlik-

te sızdılar.

Ulusal Güvenlik belgelerinden:

Yedi delikanlı, aylıkbetik çıkarmak için toplumcu zengin-

lerden, bir sürü para topladılar. Bu paraların dergi çıkarma-

ya yetmeyeceğini anlayınca paralarla birlikte bir gece yarısı

kentten  kaçarak  Çin’e  sığındılar.  Sınır  korucularına  o  gece

aşağıdaki çok gizli buyruk gönderildi:



198


Sınırı geçecek yedi delikanlıya göz yumulması ve her tür-

lü  kolaylığın  gösterilmesi.  Bu  durumun  kendilerine  belli

edilmemesi.  Sınırı  geçtikten  sonra  geriye  dönmeye  çalışır-

larsa içeri sokulmamaları.

Mısra 179 ve sonrası: Korkuyu...

Selim, bu mısralarda geçen horoz ve öğretmenden başka,

attan,  şimşekten,  Frankeştayn  ve  Kurt  Adamdan  -özellikle

Kurt  Adamdan-  köpekten,  uçurumdan,  karanlıktan,  ağaca

çıkmaktan, yalnız kalmaktan, ölüden, denizden, cenaze le-

vazımatçılarından -özellikle dükkânlarından- ve takma diş-

ten korkardı.

Mısra 193 ve sonrası: Allahım...

Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının

verdiği  çaresizlikle  can  sıkıcı  ilişkiler  kurmasına  izin  ver-

din? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini

ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden,

suçluluk  duygusunu  üzerinden  atmasına  yardım  etmedin?

Neden,  apartmanın  bodrumunda  saklambaç  oynarlarken

Ayla’yla  yalnız  kaldığı  zaman  kıza  dokunacak  cesareti  ver-

medin  ona?  Oysa,  bu  çeşit  küçük  cesaretleri  en  değersiz

kullarından  bile  esirgememişsindir.  İsa’yı  neden  bu  kadar

geç  tanıttın  ona?  Neden,  günahlarının  yükünü  taşıyacak

gücü ona da vermedin? Selim de, kendi çapında, birkaç ki-

şiyi  kandırabilirdi  senin  yolunda.  Meyveleri  gösterdin  de

ağaca  çıkarma  becerikliliğini  esirgedin.  Neden  küçük  yaş-

tan  Latince,  Eski  Yunanca,  Fransızca,  İngilizce  filan  öğret-

medin  ona?  (Sen  ki  bütün  dilleri  ezbere  bilirsin).  Dua  et-

199



mesini bile öğretmedin ona. Evde yalnız kaldığı geceler, ka-

ranlıkta  yorganı  başına  çekti  ve  ter  içinde,  mısra  193  ile

mısra 214 arasında söylediği gülünç yakarmayı uydurabildi

o zor şartlar altında. Daha iyi birşeyler söyletemez miydin?

Neden, onu canı kadar seven annesinin bile Selim’i; “Benim

korkak oğlum” diye okşamasına göz yumdun? “Benim akıl-

lı oğlum, güzel oğlum” dediği zaman da neden, şımarması-

nı önlemedin? Bir duvardan bir duvara çarpıp durdun onu.

Bir uçtan bir uca itip durdun onu. Öğretmeni: “Yalan söyle-

me,  bu  resmi  sen  yapmadın,”  dediği  zaman  neredeydin?

Neden, bir karşılık bulmasına yardım etmedin? Oysa, o res-

mi  Selim  yapmıştı.  On  bir  yaşında,  “benim  kızla  konuşu-

yorsun,”  diye  Erdal’dan  ilk  tokadı  yediği  zaman,  aslında

kızla  konuşmamıştı.  Neden,  babasının  verdiği  on  liranın

üstünü  bir  kerede  yolda  düşürmesini  sağlamadın  da,  önce

iki  buçuk  lirayı  düşürdü  ve  koşa  koşa  dönüp  bu  parayı

ararken  kalan  dört  lirayı  da  kaybetti?  Soruyorum:  neden?

Sonra, neden karakola gönderdin Selim’i parayı bulan oldu

mu diye sormaya? Neden polisleri güldürdün ve Selim’i ağ-

lattın? Polisler daha mı iyiydi Selim’den? Biliyorum, İsa da-

ha büyük acılar çekti diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara gire-

mezdi,  diyeceksin.  Asıl,  ayrıntılara  girmeliydi  bence.  Her

şeyi  yaşamalıydı.  İlkokula  göndermeliydin  İsa’yı  da  Selim

gibi. Sonra, Selim senin oğlun değil ki. Olsaydı da bilmiyor-

du. Biliyorum, bunlardan daha acıklı sözler yazdı romancı-

lar, diyeceksin. Ben daha neler duydum, diyeceksin. Demek

bunu  söylemekle  bitiyor  her  şey.  Sen  onlara  inan  (ne  kay-

bettiğini bilmiyorsun onlara inanmakla). Küçük ayrıntılara

daha girme bakalım. İsa’nın ikinci gelişiyle durumu kurta-

racağını  sanıyorsun.  Selim  de  ikinci  kere  gelirse  görürsün.

Yalnız,  bu  sefer  lütfen  aynı  zamanda  gelsinler  artık.  Araya

gene binlerce yıllık bir uçurum koyma. Sonunda, ilk geliş-

lerinde yaptığın gibi ikisini de yalnız bırakma.

200



Mısra 262: Yazın camdan bakarım

Ankara,  kışın  çok  soğuk  olduğu  için,  camdan  (dışarı)

bakmak ancak yazın mümkündür. Selimlerin evi kaloriferli

olmadığından  ve  kışın  geceleri  soba  söndüğünden,  sabah

kalktığı zaman bütün camları kalın bir buz tabakasıyla kap-

lı  bulurdu.  Buzlar,  soba  yandıktan  saatlerce  sonra,  ancak

öğleye  doğru  erirdi.  (Bütün  duvarlar  su  içinde  kalırdı.)

Buzlar erimeye başlayınca Selim, cama yapışkanlığı kaybo-

lan küçük buz parçalarını parmağının ucuyla camın üzerin-

de dolaştırırdı. Bu oyuna, kutup gemileri adını vermişti.

Mısra 263: Hayattan yok çıkarım

Selim’in içgüdüleri iyi gelişmemişti. Çıkarını pek bilmez-

di. Oysa... çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaklardır. Her

olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kala-

caklardır. Yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda

başarıya  ulaşacaklardır.  Kimse,  onların  varlığıyla  tedirgin

olmayacaktır.  Bir  gün  öldükleri  zaman,  arkalarında  küçük

bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacak-

lardır.  Gazetedeki  ölüm  ilanı  bile,  yedinci  sayfada  bir  ke-

narda  kalacak,  kimsenin  gözüne  çarpmayacaktır.  Hayattan

çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. Ölüm

bile  onların  adlarını  duyurmaya  yetmeyecektir.  Herkesin

mezarında  güller  ve  menekşeler  büyürken,  onların  mezar-

larını otlar bürüyecektir. Mezarları bir kenarda kalmasa bi-

le,  büyük  ve  muhteşem  anıtların  arasına  sıkışıp  kaybola-

caktır.  Cennetteki  muhallebicide  de  garson  onlarla  ilgilen-

meyecektir.  Ağız  tadıyla  bir  keşkül  yiyemeden  masadan

kalkacaklardır. Gene de garsona bir bahşiş bırakmak zorun-

da  kalacaklardır.  Hayattan  çıkarı  olmayanların  hayatı,  çık-

201



maza sürüklenecektir. Kendini beğenmişliğin cezasını daha

bu  dünyadan  çekmeye  başlayacaklardır.  Sıkıntılarını  kim-

seyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap

çekeceklerdir. Duygu alışverişinden nasipleri olmayacaktır.

Duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacak-

tır. Istırapları, ne yüzlerindeki çizgilerden, ne de saçlarının

beyazlaşmasından anlaşılacaktır. Çektikleri acılarla, yüzleri-

nin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeye-

cektir. Güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli

oldukları  sanılacaktır.  Hayattan  çıkarları  olmadığı  da  asla

kabul edilmeyecektir. Böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir.

Aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir; çıkar-

larını  korumak  için  canları  çıktığı  halde,  bunu  becereme-

dikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasına-

gillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. Onlar da bu

saldırılara  bir  karşılık  bulamayacaklardır.  Kendilerini  yok-

ladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu,

hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç

kaldıklarını onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. İşte

o  anda  dahi,  delice  bir  harekette  bulunmalarına,  anlamsız

bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmaya-

caktır. Kendilerini öldüremeyeceklerdir. Onlara anlatılacak-

tır ki, böyle bir davranış bütün yaşantılarıyla çelişki içinde-

dir, gerçekle bir ilgisi yoktur: kendilerini öldürürlerse, on-

lar  hakkında  varılan  isabetli  yargıları  çürütmek  için  gene

boş  bir  çaba  göstermiş  olurlar.  Bu  hiçbir  şeyi  değiştirmez.

Onlar, bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edecek-

lerdir. Hayatlarıyla yanlış olanların ölümleriyle doğru olma-

larına  imkân  var  mıdır?  Hayattan  çıkarı  olmamak,  hem

Tanrının hem de insanların gözünde affedilmez bir suçtur;

gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır.

Bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji,

kısaca bütün lojiler, hayatın çıkarcılığa dayandığını göster-

202



mek  için  yırtınacaklardır,  yırtınmalıdırlar.  “Ben  çıkarıma

bakarım”  diyeceksiniz,  bunun  için  “Babamı  bile  tanımam”

diyeceksiniz. Kimseyi tanımayacaksınız; hele hayattan çıka-

rı olmayanları hiç!

ÜÇÜNCÜ ŞARKI

Mısra 300: ...sağa sapın. Etilerin at oynatmış olduğu...

Türk Tarihi, bilimsel olmayan bir tasnife göre, ikiye ayrı-

lır:  yakın  tarihimiz,  uzak  tarihimiz.  Aslında,  bu  iki  tarihi-

miz de bize uzak kalmaktadır. Bizim öz yapımız, bu iki dö-

nemin de dışında kalan ve “En Uzak Tarihimiz” diyebilece-

ğimiz bir çağda tayin edilmiştir. Her ne kadar Etiler, Sümer-

ler, Akadlar daha eski sayılırlarsa da, onların bizim için ka-

lıcı özellikleri yoktur. Bu nedenle, bu kavim isimleri, sine-

ma sahiplerinin ve berberlerin ilgisini çekmekten öteye gi-

dememiştir.

“Yedi Işık”, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmekle, tarihimi-

ze gerçek damgasını vurmuştur. Bazı çevrelerce “Yedi Yatır”

olarak bilinen yedi gencin Çin’den göç ederek bugünkü Si-

vas dolaylarına yerleşmesi tarihimiz için bir dönüm noktası

olmuştur.  Birinci  şarkıda  da  açıkladığımız  gibi,  Orta  As-

ya’dan Çin’e kaçan Orkan ve altı arkadaşı, sonunda Çin’den

de ayrılmak zorunda kalmışlar ve Anadolu’ya gelerek biraz

da oraları aydınlatmaya karar vermişlerdi.

Sivas’ta ilk yıllar yoksulluk içinde geçmiş, fakat yazı dili

öğrenildikten sonra aydınlatma bakımından büyük işler ba-

şarılmıştı.  Öztürkçe’nin  zorlukları  yenildikten  sonra  -yani

bu dil bir yana bırakıldıktan sonra- yeni ve zengin bir dille,

halkı doğru yola getiren büyük bir eser hazırlanmıştı. Kısa-

ca  “İlmihal”  adını  alan  bu  muazzam  eser,  yetmiş  yedi  bö-

203



lümden ibarettir. Kitaba Orkan’la Salgan başlamışlar. Onla-

rın ölümüyle, çömezleri durmadan ekler yazarak, eseri bu-

günkü  durumuna  getirmişler.  Birinci  bölümde  “Yeni  Dü-

zen”in ilkeleri anlatılıyor. Bundan sonra “Hadisat” ve “Tat-

bikat” bölümleri de düzenin başına gelenleri ve uygulama-

larını dile getiriyor. Kitabı bazı örnekler vererek tanıtmaya

çalışacağım. Oldukça ağdalı olan dilini de mümkün olduğu

kadar sadeleştirdim.




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin