Dansa davet jean teule, 1953 doğumlu Fransız karikatürist, sena­



Yüklə 1,48 Mb.
Pdf görüntüsü
tarix11.08.2023
ölçüsü1,48 Mb.
#139184
Jean Teule - Dansa Davet




DANSA DAVET* 
JEAN TEULE, 1953 doğumlu Fransız karikatürist, sena­
rist ve yazar. 1978' den bu yana çeşitli dergilerde çizdiği 
karikatürleri ve çizgi hikayeleri ondan fazla kitapta der­
lendi. 1991 yılında yayınlanan -1996'da sinemaya da ak­
tarılan- ilk edebi yapıtı 
Rainbow pour Rimbaud 
ile çağdaş 
Fransız edebiyatında hatırı sayılır bir yer edindi. 
İntihar 
Dükkanı 
(çev. İsmail Yerguz, 2011) Fransız yönetmen Pat­
rice Leconte tarafından uzun metrajlı animasyon olarak 
sinemaya uyarlandı. 
*SEL YAYINCILIK I ROMAN 


*SEL YAYINCILIK 
Kuloğlu Mahallesi, Turnacıbaşı Caddesi, 
No: 17, Beyoğlu - İstanbul 
Tel: (0212) 516 96 85 
http://www.selyayincilik.com 
e-posta: halklailiskiler@selyayincilik.com 
SATIŞ - DAGITIM: 
Çatalçeşme Sokak, No: 19/I 
Cağaloğlu - İstanbul 
e-posta: siparis@selyayincilik.com 
Tel: (0212) 522 96 72 Faks: (0212) 516 97 26 
*SEL 
YAYI NCILIK : 1035 
ISBN: 978-605-772-845-6 
DANSA DAVET 
Jean 
Teule 
Roman 
Türkçesi: 
Elif Gökteke 
Özgün Adı: 
Entrez 
dans la danse 
© 
Editions Robert L.affont, SA, Paris, 2018 
© 
AnatoliaUt Telif Haklan Ajansı aracılığıyla Sel Yayıncılık, 2018 
(;enet 
yayrn yönetmeni: 
Bilge Sancı 
Editör: 
Işık Ergüden 
Yayına hazırlayan: 
Beki 
Nil 
levi 
Kapak görseli: 
Hartmann Schedel, 
Nuremberg Chronides, 
kesit 
Kapak tasanmı: 
Aslı Sezer 
Sayfa tasanmı: 
İklime Yılmaz 
1. 
Baskı: 
Haziran 2020 
3. 
Baskı: 
Ağustos 2021 
Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaası 
Fatih Sanayi Sitesi, 12/ 197-203 
Topkapı-İstanbul, 567 80 03 
Sertifika No: 44865 


Jean Teule 
Dansa Davet 
Türkçesi: Elif Gökteke 
Roman 



1. 
Strasbourg 
-
12 Temmuz 1518 
Jeu-des-Enfants Sokağı'nda bir kadın, kucağında bebeğiyle bir 
evden çıkıyor. Sarışın. Burnu üstü ve elmacıkkemikleri çillerle 
kaplı. O çiller, bugün öğleye doğru hala yakıcı olan güneş yüzün­
den hiç kuşkusuz. Kadının sol dirsek çukurunda tuttuğu, gözleri 
kamaşan üç aylık süt çocuğu yüzünü kırıştırıyor. Zapzayıf genç 
anne, ufaklığın alnına sağ elinin parmaklarını siper ediyor onu 
ışıktan korumak için. Görünüşü solgun, gözalıcı da değil gös­
terişli de - gri, çuldan bir entari ve narin mi narin tenli çocuğu 
sardığı kocaman, siyah, eski bir örtü. Adımları, çürümekte olan 
dışkılar, iğrenç kokular, bulut gibi sinek sürüleri arasından tahta 
pabuçların düzenli takırtılarıyla ona yol gösteriyor. Evlerin ah­
şap çatkılı cephelerinin çevrelediği bir meydana yaklaşırken, bir 
düşkünler yurdunun haçla bezeli ve hiç açılmayan kapısına, yır­
tık pırtık giysiler içindeki insanlar güm güm vuruyorlar. Bebek 
ürperiyor. Sarışın kadın bebeğin kulaklarını kapatıyor. Bebek ağ­
lamak üzere dudak büküyor, kadın işaretparmağını onun dudak­
larına koyuyor ve tezgahlarında hiçbir şey bulunmayan boş bir 
pazaryerinden geçiyor. Şimdi, daha geniş bir sokağın kemerleri 
altında, yassı yuvarlak döşeme taşları, tepesine şehrin kırmızı­
beyaz renklerinde bir rüzgargülü oturtulmuş heybetli bir devlet 
binasının önüne varana kadar annenin bileklerinin burkulmasına 
yol açıyor. Sarışın kadın dosdoğru ilerliyor, surların gölgesinde, 
çahlı bir köprüye varıyor. Bu köprünün ortasında durup çocu­
ğunu ırmağa atıyor. Bebek, sönmüş kireç yüklü, içilemeyecek 
cinsten bir suyun içinde sallanıyor. Küçük uzuvları sanki dans 
ediyormuş gibi dalgalanıyor. Takla atıyor, kirli burgaçlar arasın­
da yuvarlanıyor, kendi çevresinde tekrar dönüyor, sonra da ba-



hyor. Bebeği doğuran, başını çeviriyor. Söyleyecek lafı kalmadı 
arhk. Bundan böyle pusulası, yıldızı olmayan zavallı bir yelkenli 
o. Sefaletin gözyaşı döktüğü tenha, ıssız bir sokaktan geçerek, 
piskoposun şatafatlı özel konutu önündeki piskoposluk bayra­
ğının alhnda yolunu kaybediyor. Bah'nın en yüksek binası olan 
katedralde, ağır çanların bir o yana bir bu yana sallanıp durması 
vaktin öğlen olduğunu haber veriyor. Oğlunu suya fırlatan kadın 
başını kaldırıyor. Bir bulut geçiyor. Güneşin parlaklığı hafiften 
perdelenince üç taçkapının heykelleri üstünden gölgeler yuvar­
lanıyor - azizlerin, peygamberlerin, erdemlere yenik düşmüş gü­
nahların, bilge bakirelerin ve meczup kadınların tasvirleri bun­
lar. Mimariyle bütünleşmiş, taşın içine kaynamış heykeller sanki 
oldukları yerden çıkıyormuş da bir adım ahp canlanıverecekmiş 
gibi görünüyorlar. Pembe kumtaşından yontulmuş bedenler de­
vasa gülbezeğin renkli vitrayları çevresinde kıpırdıyorlar adeta. 
Evlat katili, Jeu-des-Enfants Sokağı'na geri dönüyor. 
Germen dilinde 
Holzsptine 
(Odun Talaşı) yazısının hala oku­
nabildiği ve büyütülmüş yapay bir köknar dalının süslediği, 
kurt yeniği bir dükkan tabelasının alhnda, çilli güzel, dikenli 
bitki esansı ve matbaa mürekkebi kokan bir gravür atölyesinin 
kapısını açıyor. Solunda, onun yaşlarında bir sanatçı, eğimli bir 
tezgahta oyduğu levhanın başında. Adam elindeki marangoz ka­
lemini bırakıp kadına doğru dönüyor: 
"Hallettin mi?" 
"Evet." 
Boş ellerle geri dönen kadının karşısında, içine yer yer Fran­
sızca sözcükler serpiştirilmiş, Almancanın Strasbourg' a özgü leh­
çesiyle üzüntüsünü belirtiyor: 
"Keşke benim gitmeme izin verseydin. Sana söylemiştim." 
Korkuluğa benzer duruşuyla bu iri fakat zayıf adam, antik­
çağın satirlerini andıran, kadidi çıkmış bu sakallı surat, kimbilir 
hangi akla sığmaz derinliklere gömülmüş oturan solgun kansı­
nın karşısında kendini aklamaya çabalıyor: 



"Enneline, çayır çimenden ziyade felaket ve kıl tüy bitiyor bu 
zamanda. Sütün kalmamıştı. Onu doyuramayacakbk. Hem son­
ra, başkalarının yapbğı gibi onu yemekten iyidir böylesi." 
Pıt pıt pıt pıt . . .
Enneline hiç karşılık vermiyor. Bir gravür baskı presinin ya­
nındaki sıraya kıçım koymuş, parmaklarıyla baskı makinasının 
kenarında uzun uzun ritim tutuyor 
-pıt pıt pıt 
. . . - sonra ayağa 
kalkıyor. Atölyenin kapısını açık bırakarak sokağa çıkıyor. Aya­
ğında tahta pabuçlarıyla, sanki bale pabuçları varmışçasına, bir 
bacağım arkaya uzabyor, başını geriye abp yüzünü göğe çeviri­
yor. Tek ayak üstünde dönüyor, belini çukurlaşbrıyor, iyice öne 
eğiliyor, parmaklarım açıp ellerini yukarılara uzabyor. Önce bir 
adım sağa, sonra bir adım sola gidiyor. Pabuçlarının tahta taban­
ları pislikleri tokuşturuyor. Sarışın kadın kendi etrafında hafifçe 
dönüp zarifçe uzatbğı kollarım birbirinden ayırıyor ve bir kızbö­
ceği gibi kanat çırpıyor. 



2. 
Kişnemelerden mahrum kalmış ahırların, sessiz nalbanthanele­
rin bulunduğu aynı yolda, gravür atölyesine komşu, müşterisi 
olmayan bir tuhafiyeci, dükkanının önüne hava almaya çıkıyor. 
Uyuz kaplı kel kafasını çok şaşkın bir tavırla kaşıyor, ağzını da 
sinek yutacakmış gibi kocaman açıyor: 
"Aa, Troffea Hatun' a n' oluyor da böyle dans ediyor?" 
Uyuzlu tuhafiyeci, şaşakalmış sakallı gence doğru çeviriyor 
başını. Genç adam, köknar dalının süslediği tabelasının alhnda 
soğukkanlılığını yitirmiş, Enneline' i seyrediyor. Tuhafiyeci, sa­
natçıya yaklaşıp soruyor: 
"Ya Melchior, senin 
Frau 
[hanımın] neden böyle yapıyor?" 
Fırıl fırıl dönen kadının ve Jeu-des-Enfants Sokağı'run öbür 
ucunda, tuğladan yapılma bir evde, bir çift (Attale ile Jerôme 
Gebviller ), dik konulmuş büyükçe bir fıçının -masa yerine kul­
lanılan bir 
demi-muid-
* iki yanındaki fıçılara karşılıklı oturmuş, 
yemeği henüz bitirmişler. Karanlık odayı, eğik güneş ışınlarının 
süzüldüğü rengarenk camları bulunan dar bir pencere aydınla­
tıyor. Meşe fıçının örtüsüz yuvarlak tablasında, kırmızı bir ışık 
huzmesi, toprak bir kabın içindeki, kaburgaları kızarmış başsız 
gövdeyi aydınlahyor; bu bir süt domuzu sanılabilirdi ama bir kız 
çocuğunun gövdesi. Küçük kızın meşe fıçının üstüne konmuş 
başka kemikleri gece kadar esmer bir annenin önünde sarı bir ay­
dınlık oluşturuyor. Anne, sessizce, bir kaval kemiği parçacığıyla 
dişlerini karışhrıyor yeşil bir ışıkta. 
"Yapma şunu! Yapma şunu Attale!.." 
Dudakları kansız, aç bir köpek gibi kemikleri sayılan zayıf 
kadının karşısında, Alsace' a özgü bir küfür havalanıyor şaşkına 

Demi-muid (Fr.): 
600 
litre kapasiteli meşe fıçı. 
(ç.n.) 



dönmüş kocanın bıyıklı ağzından. Adam, Attale'i sofrada bir fe­
laketin rezil kalınhları arasında tek başına bırakarak ayağa kalkı­
yor. Fıçıcı nefes alamıyor, renkten renge girerek pencerenin önün­
den geçiyor, açık kapıya ulaşıyor, perişan bir halde: 
"Ne hale geldik biz böyle?!" diyor. 
Dışarıda, Enneline'in tahta pabuçlarının hipnotize eden vu­
ruşlarının ritmini fark edince, yitik mutluluğa ağlayan bir dal­
ga işitmiş gibi oluyor, bir süre sonra o da sokağa çıkıyor. Nasırlı 
eliyle, gravürcünün karısının narin elinden tutmak için kolunu 
uzahyor ve birlikte, sokak ortasında 
karo[* 
yapmaya başlıyorlar . . .

Karol (Fr. 
carole): 
Halka olup oynanan şarkılı, eski bir dans. (ç.n.) 


3. 
Biri önde öbürü arkada, topuklarını ahenkle vura vura, parmak­
ları iç içe geçmiş, birbirlerine bir yaklaşıp bir uzaklaşıyorlar, kendi 
etraflarında dönüp tekrar birleşiyor ve baştan başlıyorlar. Birbir­
lerinden uzaklaştıkları bir anı fırsat bilen Melchior Troffea, araya 
girip karısının önünde duruyor, ona sarılıyor, ama kadın iki adım 
geri gidip kocasının elinden berrak bir su gibi kayıveriyor, sonra 
da yeniden Gebviller denilen zebellahın elini tutuyor. Melchior 
Enneline'in sırtından kaydırıp düşürdüğü siyah örtüyü dışkıla­
rın arasından çekip alırken, gözlerini de, benliğinin bir kısmı bu 
alemden kaçıp gitmiş gibi duran karısından ayırmıyor. Fıçıcı da 
ondan iyi sayılmaz. Eskiden iriyarı bir adam olan Gebviller'in 
artık derisi pörsümüş, orangutan babadan olma biriymiş gibi 
sarkmış yanakları. Ruhuysa birdenbire hiçlikle temasa geçmişe 
benziyor. Paytak bacakları üstünde neşesiz bir tavırla kafasını ve 
ellerini sallıyor; bakışları, gravürcünün karısınınkiler gibi dalgın. 
Gravürcü ise ikisine de acıyarak bakıyor. 
10 


Bu sırada, başına duvarcıların giydiği türden bez takke takmış 
bir işçi, Troffea'ların açık kapısı önündeki tuhafiyeciye yaklaşa­
rak dans eden iki kişiyi izliyor, sonra dönüp atölyenin içine yan 
gözle bakıyor. Baskı presinin üstünde tek duran resimli bir kağıt 
merakını uyandırıyor: 
"Neyi gösteriyor bu?" 
Tuhafiyeci, sokaktaki manzaraya hayretler içinde kalmış olsa 
da arkasına dönüyor: 
"Strasbourg'un güneyine düşen şimşek taşının düşüşü." 
İşçi, bulutlardan ayrılıp düşen bir göktaşını idrak etmekten şaş­
kın, başparmağını alnına götürüp takkesinin kenarını kaldırıyor: 
"Ya, öyle mi, öyle bir şey de mi oldu? Bilmiyordum. Şimdi 
yıldızlar bile üstümüze sıçmaya başladıysa! .. Peki şu çalışma ma­
sasındaki henüz bitmemiş gravür ne gösterecek?" 
Sorunun muhatabı, gravürcünün aletleri arasında tamamlan­
mamış bir resim keşfediyor; gravürcü karısının siyah örtüsünü 
bırakmak için içeri girerken komşusu soruyor: 
"Nedir şu?" 
"Yeni doğmuş Siyam ikizleri, şu sıralar Strasbourg' da çok faz­
la anormal doğum görülüyor." 
11 


Tuhafiyeci şaşırıp kalıyor: 
"Alından yapışık çocuklar . . . Tanrı aklını mı kaçırmış?" 
"Ben tam o resmi bitirirken Enneline Corbeau köprüsünden 
döndü." 
"Ah, siz de mi .. . " 
"Başka ne yapabilirdik?" diye yüzünü buruşturuyor ressam. 
"Evde gravür kağıtlarını çiğneme raddesine geldik, zaten arlık 
salış yok. Fareler gibi yedekleri kemiriyoruz." 
İşçi resimdeki aynı ölümcül kaderi paylaşan o bir çift çocuğa 
bakıyor uzun uzun, ama dans eden fıçıcıya gözucuyla baktıktan 
sonra dalga geçiyor: 
"En azından çift porsiyon!" 
Kendi şakasına kahkahalarla gülüyor, sonra yeniden dans 
edenlere yan gözle bakarken birden gülmeyi kesiyor, dirsekleri 
ve dizleri sarsılmaya başlıyor, tutulduğu bu sarsınlılar onu Enne­
line ve Jerôme'a doğru sürüklüyor. 
Melchior tuhafiyeciye, "Nesi var bunun?" diye soruyor. 
"Ana-babalarını açlıktan kurtarmak için Fransa adına paralı 
asker olup İtalya' daki bir savaşa giden iki oğlu vardı, geri dön­
mediler. Toscana'daki limon ağaçlarının alhnda beraber çürüyor­
lardır herhalde . . . " 
"Ya? Peki sen?" 
"Bal gibi biliyorsun, tefeci rahiplere yığınla borcum olduğun­
dan saç baş yolacağım, malıma mülküme el kondu, karım bir ki­
rişe asılı bulundu." 
Troffea'run bunaltıdan serseme dönmüş bu komşusu, bir gök 
dolusu gözyaşıyla dolup taşan gözlerini örtmek için dermansız 
avuçlarından başka hiçbir şeyi olmayan bu adamcağız, çok geç­
meden, insanların Jeu-des-Enfants Sokağı'ndaki kapılarının eşi­
ğinden kendi etraflarında döne döne ayrıldığını ve Enneline' in 
peşi sıra karol dansına katıldığını görüyor. Tuhafiyeci de hafiften 
sallanmaya koyuluyor ve o da dans edenlerin arasına gidiyor. El­
lerini vura vura tempo tutuyor. 
12 


4. 
Cephesinin bir penceresi Arcades Sokağı'na açılan bir devlet bi­
nasında, Strasbourg belediye başkanı, terden sırılsıklam, her salı 
olduğu gibi çalışma odasında küçük gözetim kurulunu toplamış. 
"Evet benim dört 
Stettmeister'ım*, 
son görüştüğümüzden beri 
şehir ne alemde?" 
Belediye başkanı, belediye binasının çahsında bir rüzgar­
gülünün gıcırdadığını duyarken, yardımcılarından biri üzüntü­
sünü dile getiriyor: 
"Surların içinde veba aynı hızla devam ediyor
Ammeister** 
Drachenfels, tıpkı cüzam gibi, kolera gibi, ender rastlanan ama 
iki günde öldüren terleme hastalığı gibi,*** sağ kalıp da kısa süre 
önce İtalya' dan dönen paralı askerlerin Petite France Mahalle­
si'ndeki hamam-kerhanelere getirdiği frengi gibi, ha bir de tifo 
var . . . " 
"Peki peki yeter, anladım!" diye araya giriyor 
Ammeister 
Andreas Drachenfels. "Ocak ayından beri salgınımız hiç eksik ol­
madı. Tam da benim göreve getirildiğim şu 
1518 
yılı ne biçim bir 
yılmış yahu!" diye hayıflanıyor. 

Stettmeister: 
"Şehrin efendisi" anlamına gelen bu sözcük, 
XIII. 
yüzyıldan 
Devrim' e kadar Strasbourg şehrinin en yüksek devlet görevlisi ya da yö­
neticisi için kullanılan terimdi. 1334'ten itibaren, soylu kişiler olan dört 
Stettmeister 
şehir yönetiminde kalmakla birlikte yürütme gücünün büyük 
kısmı, yıllık seçilen ve bir burjuva olan 
Ammeister' 
e devredildi. (ç.n.) 
** 
Ammeister: 
XIIl.-XVII. 
yy. 
arası Strasbourg üç meclis ve temsil görevinde­
ki bir 
Ammeister 
tarafından yönetiliyordu. 
Ammeister 
sözcüğü daha sonra 
Strasbourg belediye başk
anını 
nitelemekte de kullanıldı. (ç.n.) 
*** 
Terleme hastalığı: Latince adıyla 
sudor anglicus, 
1485'ten itibaren İngil­
tere' de ve Kıta Avrupası'nda bir dizi salgın halinde görülen, gizemli, bula­
şıa ve öldürücü bir hastalıkh. (ç.n.) 
13 


Duvarın gölgesinde bir tabureye oturmuş Drachenfels, Stras­
bourg loncalarının temsilcileri tarafından temmuzun ikinci yarı­
sında şehrin yönetiminin başına geçirilen bu şişko bira yapımcısı, 
şimdiden cidden tahammül edemez hale gelmiş. 
"Aralıksız dört yıldır topraklarımızın bütün hasadını tam an­
lamıyla mahveden aşın soğuklar, taşkınlar, kuraklık inanılmaya­
cak biçimde zincirleme geldi, Strasbourg halkı kırılıyor, bunlar 
bir yana, ben ... " 
Kafasına geçirdiği fazla küçük bir melon şapkaya benzer baş­
lığın bağcıklarını çene alhnda düğümlemiş, elindeki ince dantel 
mendille, sanki bölgede sıkça görülen hummalara tutulmuş gibi 
alnını kuruluyor, ama o, kavurucu sıcak yüzünden terliyor. Bira 
dolu koca bir kalay kupayı, sivri uçları o anki duygu durumuna 
göre yukarı çıkan ya da aşağı inen kocaman gülünç bıyıklarının 
arasına götürüyor. Yer yer beyaz köpükler bulaşıp da bıyık uçları 
biraz aşağı indikten sonra -"Evet, şerbetçiotu bayatlamış, su da 
çamur kokuyor, ama en azından hararet gideriyor" - bıyık uçları 
havalanan kanatlar gibi yukarı dikiliyor, çünkü 
Ammeister, 
kah­
şık alkolün etkisiyle, hayal kurmaya koyuluyor: 
"Dünyanın gıpta ettiği ve 
Schlaraffeland 
(düşler ülkesi) diye 
adlandırdığı özgür ve sağlıklı, harika bir şehir var hahralarım­
da. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun içine yerleşmiş bu 
cumhuriyet incisi, doğanın hayranlık verici ölçüde lütuflarda 
bulunduğu bu şehir kendi alhn florinlerini basıyordu bol bol. 
Surların çevresinde, ılıman bir iklimde, bize ait ovalar bütün 
bitkileri cömertçe sunuyordu. Şehrimize şarap mahzeni, buğday 
ambarı, çevre ülkelerin kileri de deniyordu. Pazarlarımızdaki 
tezgahlar lezzetli meyvelerle, av etleriyle, kümes hayvanlarıyla 
dolup taşıyordu; tezgahların önünde gidip gelen seyyar saha­
ların elinde, Strasbourg'un pitoresk ve neşeli sahnelerini tasvir 
etmiş ressam-gravürcülerin bol bol yayınlanıp dağıhlan sayfa­
ları vardı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun en iyi balık 
pazarı bizdeydi çünkü telaşsız akan bir nehir bize tatlı su balık-
14 


!arının bütün çeşitlerini, hatta Kuzey Denizi'nden gelme birkaç 
göçebe türü sağlıyordu . . . " 
İkinci bir belediye başkan yardımcısı, ortamın havasını bozdu­
ğuna üzülerek, "Yeri gelmişken, 
Ammeister," 
diye Drachenfels'in 
sözünü kesti, "mayıs sonunda Ren Nehri'ndeki büyük taşkınlar­
dan kaynaklanan ve şehre ulaşan çamurlu sellerin Saverne ka­
pısındaki hisar kulelerinin temelini aşındırdığını öğrendik. Dün 
orada endişe verici büyüklükte yarılmalar fark ettik, kale duvar­
larının bir bölümünün yakında yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya 
olduğunu saptadık, oysa Türklerin saldırma ihtimali var . . . " 
Drachenfels bir yudum birayı daha mideye indirdikten sonra 
"Ah evet, doğru, bir de Türk tehlikesi var . . . " diye içini çekiyor. 
"Yine de güzel bir haber vermeyecek misiniz hiç?" 
Üçüncü 
Stettmeister 
söz alıyor: 
"Jeu-des-Enfants Sokağı'nda insanlar dans ediyor." 
"Demek öyle ha, bu sıralar dans edecek bir şey olduğunu mu 
sanıyorlarmış? Madem canları öyle istiyor . . . " 
"Neredeyse bir haftadır," diye anlahyor dördüncü başkan 
yardımcısı, "rondlara, * farandollere** kahları kişilerin sayısı git­
gide arhyor, gece gündüz durmuyorlar. Çoğu bitkinlikten düşü­
yor, yaralanıyor." 
Andreas Drachenfels'in bıyıklan hpkı fok yüzgeçleri gibi aşa­
ğı iniyor: 
"Ya, öyle mi? Bu da nereden çıkh şimdi?" 

Rond: El ele tutuşup halka olunarak yapılan bir tür dans. (ç.n.) 
** 
Farandol: El ele tutuşarak oynanan, Güney Fransa'ya 
özgü 
bir dans. (ç.n.) 
15 


5. 
"Pekala, dansçılar, ayin çağrısını duymuyor musunuz artık? Ka­
toliklerin tanrısına sağır mı oldunuz?" 
Katedralin çanları vargücüyle çalarken, din adamlarından 
oluşan kara bir bulut -keşişler, papaz adayları, papazlar, dine 
kabul edilen örtülü kadınlar- Jeu-des-Enfants Sokağı'mn bir ba­
şından paldır küldür koşuyor, uğursuz kuşlar gibi gak gak bağı­
rıyorlar: "Dans etmeyi kesin!" 
"Tanrı'yla alay ediyorsunuz, O size başka azaplar çektirecek!" 
diyor biri yaklaşırken. Bir başkası dans edenlere neredeyse değe­
rek, "Bu çılgınlığın cezası olarak cehennemde yanacaksınız!" diye 
haykırıyor. İlk bağıran içindeki zehri kusuyor: "Zifiri karanlıklar 
sizi ışıksız bir geceye gömecek yakında. Eşi benzeri olmayan bir 
felaket gelecek başimza!" Tam o sırada bir 
Rheinliinder* 
(leylek 
rondu) hamlesinin tam ortasında buluyor kendini, itilip kakılarak 
yuvarlanırken bağırıyor: "Büyücülüğünüz alevlerde yanacak!" 
Kıpır kıpır bacaklardan, fırıl fırıl dönen eteklerden oluşan bu 
kalabalık içinde, kol kola girmiş, olduğu yerde dönen, havaya 
sıçrayan insanlar arasında rahipler, kutsal su serptikleri kalça 
sallayanların kulağına kadim dualar okuyup üfleyerek cin çıka­
rıyor. Tahta pabuçlar takır tukur ediyor; rahiplere göre hepsinin 
davranışı uygunsuz. Farandol yapa yapa yorgunluktan bitkin 
düşerek duvara yaslanan bir dansçıya -kanatlarım dinlendiren 
bir melek adeta- bir papaz adayı şunu vaat ediyor: "Dans ettin. 
Cennet' te sana verilen paydan düşülecek bu." Suçlanan dansçı 
karşılık veriyor: "Oo, Cehennem burada. Öbür taraftaki beni o 
kadar korkutmuyor." Ve her şeyin şekil değiştirip kaybolduğu 

Rheinliinder: 
A lmanya, Avusturya, İsviçre ve İskandinavya'ya özgü, polka-
16 
ya benzeyen bir halk dansı. Bütün Ren vadisinde yapılan bu dansın, leylek­
lere çok önem verilen Strasbourg' daki adı "leylek rondu" dur. (ç.n.) 


tarafa doğru, şarap pazarı meydanına açılan yolun öbür ucuna 
doğru yöneliyor; o taraftan hekimler geliyor. 
Tıpkı kilise mensupları gibi hekimler de siyah cüppe giymiş 
ama başlarında uzun, sivri birer külah var. Bu kolektif sendrom­
dan büyülenmişler, kanlar içindeki çıplak ayaklar ve vecde gel­
miş suratlar arasında geziniyorlar, bu ölümcül ve anlamsız dansa 
bbbi bir gerekçe arıyorlar. Gösterişli bir şekilde yüzünü buruştu­
ranları, kolu bacağı yerinden çıkmış gibi grotesk duruşlar takına­
rak vücutlarını eğip bükenleri gözlemliyorlar. Morarblarını, açık 
yaralarını, yırbklarını muayene ediyor, ayakta duramayacak hale 
gelene kadar dans eden en cılızların bile mukavemet kapasitesi­
ne şaşıyorlar. İrileşmiş gözbebeklerinin üstündeki gözkapaklarını 
kaldırarak, kalpleri yoklayarak, nefes darlığı nöbetlerini gözlem­
leyerek insan beyninin sözle anlablmaz tuhaflığını sorguluyorlar. 
Birinin teni öyle solgun ki sanki doğrudan mezarından çıkıp gel­
mişe benziyor. Bir başkası demirci çırağı gibi kıpkırmızı. 
"Şu yerdeki dans etmiyor artık. İyileşti mi?" 
"Hayır öldü." 
Sokağın bir tarafında din adamları, öbür tarafında hekimler, 
bu dev balonun içinde zorlukla ilerliyorlar, Melchior'un arbk 
sadece Enneline' in dans adımlarına bağlı bir gölgeye dönüştüğü 
Troffea gravür atölyesi önünde karşılaşıyorlar. 
"Enneline! Enneline! Delilik arbk bu, Enneline! .. " 
Yerden hala toz kaldıran sarışın karısının davranışı yüzünden 
apışıp kalan koca, kadının korkuya kapılmış yüzünü ve iki kara 
deliğe dönen gözlerini yeniden baştan aşağıya süzüyor. 
"Beni dinle canım, dinle: Seni seviyorum!.." 
Şok durumundaki kadın Melchior'u işitmiyor gibi görünüyor 
ve sessiz kalarak sallanıyor, bu sırada onu dikkatle inceleyen bir 
hekim yüksek sesle soruyor: 
"Dans etmek bir çığlığı susturmak mı?" 
Doktorun yanındaki bir keşiş düzeltiyor: 
"Bu cadı, bütün ermişleri lanetleyecek bir saraband'ın* başını 
çekiyor!" 

Saraband: Bask davulları ve kastanyetlerin eşlik ettiği, şehvet uyandıran, 
canlı bir İspanyol halk dansı. (ç.n.) 
17 


Koltukaltlarından tuttuğu Enneline'in karşısında duran Mel­
chior, keşişe dönüyor: 
"Zavallı karımın çağrısına kulaklarını tıkayan bütün zengin 
keşişlere lanet olsun! Cennet' in kapısını güm güm vursalar bile 
Tanrı onları işitmeyecek!" 
Gravürcünün bu sözleri öyle keskin ki papanın fetvasında 
koca delikler açabilir. Pek uzakta olmayan fıçıcı, güzelliğinin son­
baharındaki Attale' inin karşısında kımıldanmaya devam ediyor. 
En az sarışın karısının yanındaki adam kadar perişan bu sıskacık, 
içe kapanık esmer kadını, seke seke yürüyen, atlayıp zıplayan fı­
çıcı öyle yükseğe fırlahyor ki kadıncağızın bacakları görülüyor, 
gerisinden söz etmeyelim . . . Attale, dansçıların batınlarının şişti­
ğini söyleyen hekimleri işitiyor. Bakışlarıyla kocasının bacakları­
nın arasını kontrol ediyor ve şaşakalıyor: 
"Jerôme! Ama sen . . . " 
Kocasının atölyeye sokmak için habire çabalamasına rağmen 
sokakta kalmakta inat eden çilli kadının tersine, fıçıcı, karısı ta­
rafından eve götürülmeye kolayca izin veriyor. İster evde ister 
sokakta, yeter ki kalçalarını ahenkli bir şekilde oynatabilsin, ge­
risi umrunda değil. Attale Gebviller, fıçı imalatçısı kocasını, göz­
kapakları inik duran, ocak başına bırakılmış bir küçük kız kafası 
ile yamyamlık kalınhlarının üstünden henüz temizlenmediği bir 
meşe fıçı arasından geçiriyor. 
İşte tam o sırada Enneline yorgunluktan, üzüntüden ve uyku­
dan Melchior'un kolları arasına yığılıp kalıyor. Başı önde karısı 
kollarına düşünce, onu sürükleyerek eve götürmeye dayanılmaz 
bir ihtiyaç duyan adamın yüzü aydınlanıyor. Melchior sokaktaki 
müthiş gürültü pahrhya rağmen derin derin uyuyacak olan karı­
sınırt memelerine alnını gömüp uzun uzun ağlayacak. Bu gürül­
tüye, meraklı burjuvalar yaklaşıyor. 
Strasbourg'un bu kadar yoksul olmayan mahallelerinden gelen 
burjuvalar gösteriyi seyre dalıyor. Nispeten hali vakti yerinde bir 
hanım, baldırıçıplak dansçılarla alay ediyor ama onlar, görmezden 
gelinmeyi ya da görülmeyi pek dert etmiyor, hiç oralı olmuyor­
lar. Kadın, büklümlü saçaklı şeritleri içinde, hor gören bir tavırla, 
18 


kontes gibi kibirli kibirli caka salıyor: Para insanı küstahlaşhnyor. 
Üstlerine uygun birer entari giymiş diğerleri, insan zincirleri ve 
rondların arasından geçiyor. Dönüyorlar, geri dönüyorlar, kah te­
peden hmağa, kah gözlerini havaya dikip yandan yandan süze­
rek herkesin kılık kıyafetini yakından inceliyorlar. Bazen önlerine 
geçmek için dans edenleri itiştiriyorlar, bazen yollarını hkayarak 
kasıla kasıla yürüyorlar. Terbiye derseniz, danalar kadar terbiye 
almamışlar, ama hastalık bulaşmasına pek hassaslar. 
Strasbourgluların dansı, seyredenler arasında her yere sızan 
bir su gibi. Dansçıların dokunduğu kimseler sağduyuyu kaybe­
diyor ve kendileri de yapbkları şeye hayret ederek randa kablı­
yor hemen. "Günahların mide bulandırıcı dansı!" diye bağırıp ça­
ğırmaya devam eden papazların ve şaşkına dönmüş hekimlerin 
öfkesine karşı, bu sokağa yaklaşma hatasına düşen başkaları bir 
bakıyorlar ki önce bir kolda sonra bir bacakta düzensiz hareketler 
ve eğilip bükülmelere tutuluvermişler. Yavaş yavaş rahatsızlık­
ları kötüleşiyor ve sonunda hiçbir uzuv hastalığın bulaşbğı bu 
kişilerin iradesine boyun eğmiyor, onlar da kendilerini bırakıyor, 
korkunç koroyu daha da büyütmek için büyük akınhya kahlıyor. 
Az önce herkesi küçümseyen bumubüyük budala karı, deminki 
kadar akıllılık taslamıyor arlık, herkese göstere göstere deli gibi 
kıçını sallıyor. 
Biraz ötede, dans edenlerle matrak geçen anne-babasının ya­
nındaki küçük uslu kız, göz açıp kapayıncaya kadar, kedi gibi 
çevik bir hamleyle babasının omuzlarına hrmanıp cambazların 
en hünerlisi kadar usta ve süratli bir şekilde orada sallanmaya, 
sarkmaya koyuluyor, adamın saçlarını karmakarışık ediyor. Tu­
haf mı tuhaf şekillere sokuyor surabnı, umudunu kaybedenler 
gibi bağirıyor. Babası kızından kurtulmaya çabalarken çocuk 
kendiliğinden yere atlayıp utancından inleyerek annesinin ete­
ğine gömüyor başını, kaderine en acı gözyaşlarını döküyor, ba­
bası ise, "Çabuk, çabuk, gidiyoruz!" komutunu veriyor ailesine. 
Onlar gerçekten de alelacele kaçarken elini, kolunu, başını oy­
natanların gitgide daha çoğu duvarlara çarpıyor, kanıyor ama 
tekrar dansa koyuluyorlar. 
19 


6. 
"Doğal mı bu şey, yoksa doğaüstü mü?" diye soruyor şehrin 
yöneticisi. 
Bir piskopos, "Doğaüstü!" diye haykırıyor. 
Bir hekim, "Doğal!" diye karşı çıkıyor ona. 
Bir müneccim, "İkisinin arası," diye tahmin yürütüyor. 
Andreas Drachenfels, "İkisinin arası mı?" diye şaşırıyor. 
"Evet 
Ammeister," 
diye karşılık veriyor Jean Wiedemann de 
Melchingen. "Gökcisimlerinin kötü kavuşumundan kaynaklanan 
bir olay olsa gerek bu, Strasbourg' a dikey doğrultudaki yıldızla­
rın uğursuz hizalamşı felakete yol açmıştır. Medusa Kafası'mn 
karşı konumundaki Başak burcunun yirminci derecesine girdik, 
Mars ve Oğlak yükselende ki bu da hiç iyi değil . . . " 
Adam sanki yıldızlar şehrin kaderini belirliyor ve her şey on­
lara boyun eğiyormuş gibi konuşuyordu; Drachenfels bıyıklarım 
sağdan sola sarkıtarak kuşkusunu belli ederken piskopos rahat­
sız oldu: 
"Yıldızlardan ziyade Tanrı' ya inanmak gerek!" 
1518 
yılının 
25 
Temmuz Salı günü belediye başkam artık ça­
lışma odasında değil belediye sarayının devasa salonunda huzu­
runa kabul ediyor çağırttığı meclisi, yani şehrin zanaatkar ve tüc­
carlarının bütün temsilcileri belediye başkanının karşısına dizili 
sandalyelerde oturmuş, sabırsızlık içindeler. 
Aralarından biri söz almak için kolunu kaldırdıktan sonra 
"Sokaklarda, meydanlarda, avlularda yeniden düzen kurulsun 
istiyoruz, 
Ammeister," 
diyor. "Bu dansı zapturapt allına almanız 
gerek." 
Şişko Drachenfels, gözlerini minicik melon şapkasının kenarı­
na doğru kaldırarak, "Dansı zapturapt altına mı alayım . . . " diye 
tekrarlıyor. 
20 


Şehrin armasının renklerinde bir vitrayın karşısındaki kol­
tuğa yerleşmiş oturan, tepesinde oyma bir leylek, etrafında da 
masumiyet ile adaleti temsil eden iki kadın heykeli bulunan Dra­
chenfels homurdanıyor: 
"Bu yıl gitgide daha akıl almaz hale gelen uğursuzluklar bakı­
mından pek bereketli ... " 
Bu yeni sorunun önce büyüklüğünü kavrayıp daha sonra na­
sıl göğüsleneceğine karar vermek amacıyla, ahşap doğramalarla 
kaplı salonda, herkesin önünde, şehir üniversitesinde yetişmiş 
hekimler loncasının üyelerine danışmak istemişti. Strasbourg di­
yakozluğunun başına seçilen Guillaume de Honstein'ı da davet 
etmişti. Drachenfels, belediyedeki istisnai mevcudiyetinden do­
layı Honstein' a teşekkürlerini sunuyor: 
"Cumhuriyetçi şehrimizin demokratik kurallarına acil du­
rumda da riayet etmeyi arzulayarak, görüşmemizin kilisenin 
müteveccih gözetimine tabi olmasını çok istiyordum." 
Belediye başkanının sağında piskopos ayakta duruyor, ona 
eşlik eden kilise görevlisi de müneccimin yakınında. Solda, Dra­
.chenfels' in teşhislerini sorduğu üç doktor yerinde tepinip duruyor. 
"Şehirde meydana gelen bu yeni rahatsızlığın ne olduğunu 
bilmiyorum," diye alçakgönüllülükle bilmediğini kabul ediyor ilk 
hekim Oohann Adelphe Muling), "ama ne olmadığını biliyorum." 
"iyi, demek ki ilerleme kaydediyoruz," diye durumu takdir 
ediyor Drachenfels. 
Piskopos, "Hadi canım!" diye homurdanıyor. "Pazar ayinleri­
ni baltalayanlar tarafından, bayram günleri dışında meşru olma­
yan bir faaliyete girişmeye hevesli imansızlar tarafından ortaya 
konmuş bir soytarılık bu!.." 
Ammeister 
kafasını kıpırdatmadan gözucuyla Honstein' a ba­
kıyor, sonra gözbebeklerini öbür tarafa döndürüp konuşmaya 
devam eden bilimadamını dinliyor: 
"İlk başta düşündüğümün tersine, kolektif bir sara nöbetiyle 
karşı karşıya değiliz. Her zaman sara nöbetinin işareti olan kö-
21 


püklü salyanın, düzensiz bir boğulma hırılhsının bulunmayışına 
dikkatimizi yöneltmek yeterli." 
Piskopos-prens, ağzından tek bir hoş kelime çıkmaksızın, he­
men öfkelenmeye, köpek gibi durmadan hırlamaya hazır oldu­
ğunu göstererek, "Akkorlaşmış demir pabuçlar giydirelim zorla, 
sakinleşirler!" diye heyecanlanıyor. 
Belediye başkanı diplomatik bir tavırla, "Guillaume de Hon­
stein, bu insanlar ıshrap çekiyor . . . " diye hahrlatmada bulunuyor. 
"Tanrı halkın mırıldanışlarını kabul etmez!" 
Bu yorum, hekim sözlerine devam ederken bıyık uçları dikey 
bir gitgelle salınan Drachenfels'in şöyle böyle hoşuna gidiyor. 
"Daha sonra dans edenlerin, ergot içeren ekmek yediğini dü­
şündüm, hani şu çavdarda üreyen, halüsinasyonlara, spazmlara, 
titremelere yol açan mantarı kastediyorum, ama varsayımımdan 
vazgeçtim. Şu sıralarda her yerde tahıl bulunmuyor, dahası, dans 
edenlerle birlikte yaşayan ve aynı ekmekten yemiş olabilecek 
kimselerin hepsi dans etmeye başlamıyor. Üstelik ergot zehir­
lenmesinin yol açhğı kasılmalar hiçbir açıdan dansa benzemez. 
Ergot hastalığı uzuvlara kan akışını azaltarak, günlerce durmak­
sızın çılgınca halay çekme olanağını mekanik olarak engeller. Do­
layısıyla bir Aziz Antonius Ateşi* vakasıyla karşı karşıya değiliz." 
"Eğer Antonius onlardaki büyüyü bozamıyorsa," diye araya 
giriyor Honstein, "buradan birkaç fersah ileride, Saveme dağın­
daki Guy mağarasına gidip uygun azize** dua etsinler. Hac yol­
cu
l
u
ğu için beni görevlendirin, 
Arnrneister ... 


Aziz Antonius Ateşi: Çavdarmahmuzu zehirlenmesi yani ergotizmn bir 
başka adı. ( ç.n.) 
** 
Saint Guy (Fr.): Aziz Vitus. Romalıların öldürdüğü Hıristiyan din şehidi 
Vitus'u (Fransızcası Guy) anmak için geç Ortaçağ'da bu azizin heykelleri­
nin 
önünde dans edilmesi gelenek haline gelmişti. 
22 
Dansçıların, saralılann da koruyucu azizi olan Vitus'un adı daha sonra el 
ve ayaklarda düzensiz kasılmalarla kendini gösteren kore hastalığına veril­
miştir: "Aziz Vitus dansı". (ç.n.) 


"Hiç şüphesiz, Piskopos Hazretleri, yanlışlıkla 'Aziz Vitus 
dansı' diye adlandırılan şeyle karşı karşıya değiliz," diye itiraz 
ediyor doktor. "Üstelik, sözünü ettiğiniz enfeksiyon kaynaklı si­
nirsel hastalık, şu bizi meşgul eden son derece değişik vakadaki 
gibi sadece görmekle bulaşmaz." 
Belediye meclisinde, hbbın sağduyusu çok ağır ve sayılı 
adımlarla, bazen de aksaya aksaya ilerler ancak ve hedefine de 
kaplumbağa hızıyla yaklaşır. Honstein gibi kem küm etmeden 
hücuma geçmez: 
"Şu farandol tutkunlarının balmumundan ya da reçineden 
kuklalarını yapıp bir meydanda ateşe atalım!" 
Honstein, Türkler Strasbourg' a saldırdığında dans edenlerin 
onlara esir olarak verilmesini de öneriyor. Belediye başkanı açık 
pencerelerden gelen şehrin gürültüsü yüzünden hiçbir şey işit­
memiş gibi yapmayı tercih ediyor. Şişko ve terli surahyla -"Hava 
bugün gerçekten çok mu sıcak yoksa bana mı öyle geliyor?" - ka­
falarına sivri birer külah geçirmiş üç kişiye doğru dönüp öğren­
mek istiyor olan biteni: 
"Peki bu salgının nedeni ne olabilir acaba?" 
İkinci hekim (Laurent Freis) açık yüreklilikle itiraf ediyor: 
"Benim kavrayamayacağım kadar tuhaf." 
Piskopos buyurgan bir tavırla, akıl hocalığı taslayarak, ken­
dine önemli bir adam havası vererek, "Doğaüstü olduğuna göre 
mecburen öyle!" diye kestirip atıyor ve iç bayıyor. 
Freis, "Anlamak isterdim . . . " diye göğüs geçiriyor. 
Tıbba hiç itibar etmeyen Piskopos bol keseden sallıyor: 
"Bilginleri gereksiz, tehlikeli araştırmalar yapmaya, sadece 
Tanrı'ya ait alanları araştırmak istemeye iten şey marazi bir me­
raktır. Her türlü bilginin iyi olduğunu söyleyen Aristoteles' in gö­
rüşüne itirazım var. Kavramayı istemek Tanrı'nın alanına küfür 
niteliğinde bir saldırıdır!" 
Ellerini çaresizlik belirtisi olarak 
iki 
yana açan doktor, "Onla­
rın nasıl tedavi edileceğine gelince, işte o konu ... " diyor. 
23 


Diyakozluğun başındaki seçilmiş kişi, "Adamakıllı sopadan 
geçirin!" diye tembihte bulunurken şehir yönetiminin başındaki 
seçilmiş kişi, bulunduğu mevkinin sorumluluklarından yorgun, 
küçük bir mendille alnını pıt pıt kurularken soruyor: 
"Dünyada böyle bir şey daha önce de yaşandı mı?" 
"Hayır, hiç, hiçbir yerde olmadı, en azından hazırlık olsun 
diye Eski Ahit'te göz gezdirdiğim sayfalarda yok böyle bir şey," 
diye araya giriyor piskoposun yardımcısı. "Tuhaflık açısından bu 
felakete denk, Mısır üzerine getirilen on bela* var bir tek." 
Doktorlardan biri kilise mensubunun fikrine kablıyor: 
"Bizlerin daha ziyade Hipokrat' a beslediği onca hürmete rağ­
men, onun burada bize hiçbir yaran dokunmadığını saptamamız 
gerek. Onun da, Yunan ve Romalı başka hekimlerin de yazdıkları, 
benzer bir hastalığı bildiklerine ilişkin en ufak bir ipucu vermiyor." 
"Lanet olsun! Bu da bana rast geldi!" diye umutsuzluğa kapılı­
yor Drachenfels. "Kapabn yahu şu pencereleri! Korkunç. Nereden 
geliyor bu patırb?" 
Kendini feda eden zanaatkar, belediye başkanının emrini yeri-
ne getirmeye giderken yanıt veriyor: 
"Arcades Sokağı' nın başına doğru yürüyen dansçılardan." 
"Bugün kaç kişiler?" 
"Ben diyeyim üç yüz, siz deyin dört yüz, belki de beş yüz ... Bel­
ki iki misli. Nasıl bilebiliriz ki? Dizanteriden daha çabuk yayılıyor." 
"İki haftadan kısa bir sürede, on alb bin nüfuslu şehirde bin 
kişinin dans ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Sonbahar gel­
meden bütün Strasbourg balo salonuna dönecek demek!" diyen 
Drachenfels' e karabasan çöküyor. "Düşünüyorum da birkaç yıl 
önce Erasmus, Strasbourglular hakkında 'Romalıların disiplini, 
Atinalıların bilgeliği, Spartalıların kanaatkarlığı' diye yazmışb. 
Lanet olsun, şehre yeniden gelseydi, kıçı başı oynayanlar arasında 
surab şekilden şekle girerdi." 

On 
bela: Eski Ahit'te Çıkış kitabında anlatılan, köle İsrailoğullannın serbest 
bırakılması için Tanrı tarafından Mısır firavununa dolayısıyla Mısır üzerine 
gönderilen, çekirge istilası, dolu, karanlık gibi belalar dizisidir. (ç.n.) 
24 


Henüz söze girmemiş olan üçüncü hekim, daha doğrusu be­
lediyenin cerrahı, "Belki de bir halk, daha önce hiç görülmedik 
berbat maddi koşullara ve şu sıralarda Strasbourgluların yaşadı­
ğı türden kaygılara göğüs germek zorunda kalınca başına bunlar 
geliyordur," diyor. 
Bunun üzerine, parıl parıl sarkık yanaklarını hekime çeviren 
belediye başka
nının 
şiş suratı, huzursuz bir ifadeye bürünüyor. 
Koca bıyıklar yukarı kalkıp burun deliklerine dayanarak ezilir­
ken, burun deliklerinden çıkan nefes üstdudağında bitmiş ak kıl­
ları kıpırdatıyor: 
"Devam edin, Hieronymus Brunschweig . . . " 
"Beyinlerin çok şiddetli bir basınç altında dans ya da felç gibi 
anlamsız davranışlar ürettiği varsayılabilir." 
"Felci tercih ederdim . . . " 
"Heyecandan kaynaklanan derin bir bunalımın kurbanı bu 
dansçılar, tıpkı uyurgezerlikteki gibi, rahatsızlıklarını böyle dışa­
vuruyor olsalar gerek." 
"Peki sonuçta, Hieronymus?" Drachenfels daha çok şey öğ­
renmek isteyerek cerraha ilk adıyla hitap etmeye başlıyor. 
"Belki sur içine kapatılan bir grup söz konusu davranışın iler­
leyen senkronizasyonuyla apayrı bir bütün oluşturabilir. Dolayı­
sıyla bu durum, dans salgını gibi acayip bir şekle bürünen aşırı 
sefaletten kaynaklanıyordur; ıstıraba gömülmüş bir şehrin daya­
nılmaz gerçekliğinden kaçmanın, hele de yoksul düşmüş halk 
için, tek yolu dans." 
Brunschweig'ın sözleri Drachenfels'in aksine piskopos ku­
maşlarının parlaklığıyla çevrili Honstein'ı ikna etmiyor: 
"Yoksul halkmış ... Kasaba gönderilecek beygire nal çakmaya 
kalkışmayacağız herhalde. Tanrı ne verdiyse onunla yetinsinler. 
Dans günahla birlikte doğmuştur. Hiç kuşku yok ki şeytandan 
çıkmadır!" 
Üç hekimden ilki olanlara tanıklık ettiğini hatırlatarak, "Fa­
randol yapanlarda göbek altında çıkıntı yapan bir şişlik sap-
25 


tandı," diyor, şimdi belirtmesinin yararlı olacağını sanarak (ama 
hata ederek), söylediği bu ayrınhyı piskopos hemen sahipleni­
yor: "Ya, ne diyordum ben?! Şeytan'ın kuyruğunu sokmadığı 
dans yoktur!" 
Strasbourg' un seçilmişi diyakozluğun seçilmişine soruyor: 
"Papazlar şeytandan söz etmese nasıl geçinirlerdi acaba?" 
Drachenfels minicik melon şapkasının tepesine kadar sıkınhy-
la dolup taşmaya başlıyor; bilgelerin görüşünü umursamayan şu 
piskoposu boğmak için şapka kafasında dursun diye çene alhn­
dan düğümlediği bağcıkları seve seve kullanabilir şu 
an; 
piskopos 
sanki gökkuşağının üstüne ev kurmuş da Tanrı'nın dikkatini çekip 
onun tarafından seçilmiş sanıyor kendini. 
"Honstein, belediyenin ambarlarında kıtlıkla kullanılacak ta­
hıl stokları fakir fukaraya çok düşük fiyata sahldığı için tükendi. 
Şimdi sıra sizde, siz de aynısını yapın! Bir sürü manashrınız var, 
kilerlerini açın da insanlar karnını doyurabilsin diye içindekileri 
ucuza elden çıkarın." 
Piskopos her şeyi duymaya hazırdı ama bu kadarını değil! Öf­
keleniyor ve felaketlerin tanrısal ikramın meyveleri olduğunu söy­
leyerek belediye başkanının ısrarlarına rağmen talebini reddediyor: 
"Halkın kendi usulünce sizden yiyecek istemesine kulak verin!" 
"Çini karonun malzemesi kalkıp da 'Benim vazo olmam gere­
kirdi!' demez. Her şeyin başı sonu olan Tanrı insanların her biri 
için neyin uygun olduğunu bilir. Eğer uygun görseydi hep koku­
lu güller yaratırdı ama araya devedikenlerini karıştırmayı tercih 
etti ki adaletinin ağırlığı hissedilsin. Sefalete gelince, Tanrı' nın bir 
lütfudur o." 
Bu kadarı da fazla. Belediye başkanı öfkeye kapılıyor ve sini­
rinden hop oturup hop kalkıyor. 
"Öyleyse neden Strasbourg'un rahipleri bu kadar zengin olu­
yor? Bunca bolluk içinde olmak çok hayırlı olsaydı İsa yoksul ya­
şamayı seçmezdi." 
"Tann'run hükümleri gizli yollardan gider." 
26 


Göğüslüğünde elmas kakmalı haç bulunan şu heriften şüphe­
siz iyi bir uzun havacı olurdu. 
Belediye başkanı üzüntüyle, "Yerel kilise tepeden hrnağa 
hasta . . . " diye ilave ediyor, belirgin bir Alsace şivesiyle konuşan 
yüksek rütbeli papazları da kastederek: "Böylesi olacağına hiç ol­
masaydı daha iyiydi! Rütbeleri yükseldikçe, tıpkı etraflarındaki 
toprağı verimsiz kılan koca köknarlar gibi zararları dokunuyor. 
Strasbourg'un yüksek mevki sahibi Katoliklerinin insana hiçbir 
faydası dokunmuyor." Belediye başkanı, ağızlarını sulandıran 
madrabazlıklar için tahıl, nohut, mercimek, lahana turşusu, do­
muz eti, tuzlama istif eden rahip cüppesi giymiş vurguncuların 
açıkça aleyhinde konuşmakta tereddüt etmiyor arhk: 
"Tekelcilik yapan bütün piskoposluk meclisi üyeleri pataklan­
mayı, yakalarından tutulup pirelerinin silkelenmesini, kenelerini 
ayıklamak için derilerinin yüzülmesini hak ediyor. Şerefsizlik­
ten bir an olsun çekinmeden manashrlarınızda hırsızlama elde 
edilmiş tahılları istifliyorsunuz, zavallı aile babası hiçbir şey bu­
lamayıp karısıyla çoluk çocuğuyla açlıktan ölse de. İşte bu yüz­
den fiyatlar bu kadar yükseliyor. Her şey ateş pahası! Muhasebe 
defterlerinize yuvarlanmış rakamlar yazıp sadece ufacık meblağ­
lar veriyorsunuz borç olarak. Doluyu, donu, kuraklığı ellerinizi 
ovuştura ovuştura neşeyle karşılıyorsunuz. Ruhban sınıfının aşı­
rı bolluğu midemi bulandırıyor! Korumaları gereken kuzularla 
karınlarını doyurduklarını görmekten tiksiniyorum." 
"Yoksullar bize borcunu ödemeyince Tanrı'nın sabrı taşh . . .
Kutsal Kitap' ta deniyor ki . . . " 
"Kutsal Kitap'mış . . . Nitelik deseniz, kusur bulacak çok şey 
var, pek çırpıştırılmış bir kitap. Baştan savma yazılmış. Siz muh­
terem piskopos-prens hazretlerinden kaynaklanan büyük reza­
letleri tekrar şöyle bir gözden geçirdiğimde, şehrimizde Katolik­
liğin utanç içinde yüzdüğünü görmekten dolayı gözlerimin acı 
gözyaşlarıyla dolduğuna kimse şaşırmayacaktır." 
27 


Daha sonraları OK Corral' da yaşanacağı* gibi, belediyede iş­
ler iyice kızışıyor. Honstein anında ateş etmeye başlıyor: 
"Öfkelenen Tanrı diyor ki eğer benim kutsal emirlerime itaat 
etmezseniz sizi ölüm ve yaralarla, Türk akınları ve açlıkla, vebay­
la, aşırı sıcakla, hayat pahalılığıyla kahredeceğim. Sızlanmaları­
ruzı dinlemek istemiyorum. Demir gibi sert olacağım. Günaha al­
dırış etmeyene öyle düşman kesileceğim ki mahvedeceğim onu, 
çünkü Tanrı benim!" Honstein kendini göstermek için göğsünü 
yumruklarken Drachenfels bunu hiç tasvip etmiyor: 
"Zaten çoktandır Kilise, kazanç sağladığı ve suistimal ettiği bir 
şehre hizmet için faydalı olacak harç ve vergileri ödemeyerek im­
tiyazlarını fazlasıyla kullanıyor. Sizi cezaya çarptırmalıydım . . . " 
"Kilise mensupları laik mahkemelerde yargılanamaz! Burada, 
Strasbourg' da Tanrı her şeye benim aracılığımla çeki düzen verir." 
"Belediyede de meclise kimin katılabileceğine karar vermek 
için benim onayım zorunludur!" 
Ammeister 
alması lazım gelen karar gereğince piskopos-pren­
sin çıkarılmasına hüküm veriyor birdenbire ve önce Latince son­
ra da Alsace lehçesinde şöyle diyor: 
"Cujus regio, ejus religio 
(Yöneticinin dini neyse yönetilenlerin 
dini de odur), 
Redde m'r nimm devun! 
(Konu kapanmıştır!) Pis­
kopos hazretleri, sizi dışarı atıyorum, ağlayışlar, diş gıcırtıları ve 
dansçıların ayak sesleri arasına! Kulaklarınızı örtün ki sizi uzak­
tan görenler değirmenin eşeği sanmasın!" 
"Ama ben sizin davetiniz üzerine gelmiş bir prensim!" 
"Diyelim ki unuttum ama şimdi hatırlıyorum. Sadece burjuva­
ların elinde olan bu belediyede soylulara yer yok. Çıkın dışarı!" 

28 
Burada 
OK 
Corral düellosuna gönderme yapılıyor. 
OK 
Corral düellosu, 
Arizona'run Tombstone kasabasında 1881'de yaşanan, sadece 
30 
saniye sü­
ren ve üç kişinin ölümüyle sonuçlanan, daha sonra westem filmlerine konu 
olan ünlü silahlı çahşmadır. ( ç.n.) 


7. 
"Gel! Gir de dans et Jerôme, mademki yapacak başka şeyimiz kal­
madı!" 
Eteklerini kalçalarına kadar kaldırdığı, temizliği su götürür elbi­
sesiyle Attale Gebviller ata biner gibi fıçıcı kocasının üstüne çıkıyor. 
Adamı dik duran iki sıra fı
çının 
üstüne yahnyor, fıçıları örten delik de­
şik ot minderden, kalçaların her gidiş gelişinde, yıllardır birikmiş olan, 
en azından evlerinde bir 
kız 
bebeğin dünyaya gelip yendiği zaman­
dan çok çok öncelere dayanan buğday tozu bulut gibi havalanıyor. 
Ot minderin içini yeseler daha iyi ederlerdi ama arhk çok geç. 
Minderin içi gri volkanik patlamalar halinde fışkırıyor ve onları öy­
lesine öksürtüyor ki aman aman!.. 
Aman aman, Attale, hem ev hem atölye olarak kullandıkları (ger­
çi o eskidendi) tek göz loş odanın arka duvarına yaslanarak içine alı­
yor Jerôme'u, arlık yapacak başka hiçbir şeyleri yok çünkü: 
"Hadi, sok bakalım! İyi tut kargını, heyecana gelme." 
Çocukları avam tabakanın bir ferdi olarak doğmuştu, ona hazır­
lanan hazin geleceğe rağmen doğumu sevinçli bir olay olarak (bir zi­
yafet mi yoksa?) karşılanmışh. Bebeğin kafası hala orada, şöminenin 
rafında duruyor. Çürüyor, biçim değiştiriyor, kırışıyor, babanın üs­
tünde gitgel yapan anneninkine daha çok benziyor. Anne fısıldıyor: 
"Küçüğümüzün kokulu hahrasını içine çek tenimden!" 
Ruhu yaralı ama su gibi oynak kalçalı Attale devam ediyor: 
"Taze bir unutuşa susadım, bağışlayan bir şeye."* 

Bu cümlede, ünlü Fransız şairi Marceline Desbordes, Valmore'un 1833'te basılan 
Les Pleurs 
adlı kitabındaki "Le Mal du pays" başlıklı şiirinin bir dizesine 
(
"
]

ai 
soif d'un frais oubli, d'une voix qui pardonne" - Taze bir unutuşa susadım, ba­
ğışlayan bir sese) gönderme var. Söz konusu kitabın büyük bölümü, Debordes­
Valmore'un ölen yakın dostu Albertine Gantier'ye bir ağıt niteliğindedir. (ç.n.) 
29 


Kadın konuşuyor da konuşuyor, ama bir yandan da kıçını sal­
layıp duran dans partneriyle düzüşüyor. Adam hepten dilsiz ol­
muş, kısılıp kalmış, kuyruksokumunu çarptırmakla yetindiği fıçı­
larından "güm güm güm" ses çıkıyor. 
Arcades Sokağı'na kadar başı çeken kimselerin ayırt edici özel­
liği olan o göbek alhndaki çıkıntıyı hpkı hekimler gibi kocasında 
saptayınca, Attale, "Bari şu dans çılgınlığı işe yarasa, bütün fela­
ketlerde iyi bir taraf olsa," diyor kendi kendine. Biraz keyfi kaçık 
(evladını yedikten sonra kimin keyfi kaçmazdı ki?), neşesizce gü­
lüp oynuyor, ama kızgınlık dönemine girmiş bir dişi kedi cidden. 
Belli bir salınım hareketiyle dans eden kederli bir düşünce bpkı. * 
Memeleri sarkık, bu zayıf mı zayıf kadın kıvrılıp bükülüyor, ne 
çocuğunun ağlayışlarını duyuyor arlık ne de dışarıda çalan çan­
ları. Telafisi mümkün olmayanın bedelini ödemek içinse yalnız ve 
ıshrap yüklü aşkı sunuyor.** Gebviller'lerin evinde, eller birleş­
miş, belirsiz yarınlara yeniden bir umut belirmiş. Jeu-des-Enfants 
Sokağı'na bakan pencerenin küçük renkli camlarından süzülen bir 
güneş ışığı karı-kocanın kopkoyu elemini delip geçiyor: "Tanrı sizi 
bağışlasın!" Bu sırada Attale tenini dalgalanan bir bayrak gibi şak­
lahyor, Tanrı vız geliyor ona, hatta Cehennem bile. Uzayan bir baş 
dönmesi,*** sanki bakışları buğuyla kaplı, kasvetli bir sürü şeyle 
dolu kalbiyse bitler, kaşınblar, cerahatli çıbanlar arasında çarpıyor. 
İffet hepten sineye çekilmiş, Attale teselliyi ahlaksızlıkta arıyor, 
yükseklere hoplayıp zıplayarak, kendi etrafında dönüp durarak. 
Kocası çılgın gibi çırpınıyor kadının altında, soluksuz kalıncaya 

Arjantinli tango ve milonga bestecisi Enrique San tos Discepolo' 
nun 
tango için 
söylediği söze gönderme var: "Tango dans eden kederli bir düşüncedir." (ç.n.) 
** 
Marceline Desbordes-Valmore'un 
1839' 
da basılan 
Pauvres Fleurs 
adlı kitabın­
daki 
/1 
Au Christ" başlıklı şiirin son 
iki 
dizesine gönderme var: "Et pour payer 
l'irreparable / J'offrais l'amour seul et martyr (Ve telafisi mümkün olmayanın 
bedelini ödemek için/ yalnız ve ıshrap yüklü aşkı sunuyordum". (ç.n.) 
*** 
Baudelaire'in T ürkçeye 
/1 
Akşamın Ahengi" (çev. Cahit Sıtkı Tarancı) ve 
11 
Akşam Ezgisi" (çev. Sait Maden) gibi değişik adlarla çevrilen bir şiirindeki 
("Harmonie du soir") yineleyen bir dizeye gönderme var: "İç kararbcı bir 
vals, baş dönmesi, uzayan." (ç.n.) 
30 


kadar durmadan kıvranıyor bir solucan gibi. Oynak vücutlarıyla, 
uygunsuzlukta ne aşırılık, umutsuz insanlara özgü ne alçalış için­
deler .. . Çavdar küfü gibi onlara anlık bir unutuş sağlayan sarsıcı 
bir hummaya alıyorlar ruhlarını. Böyle iki kişi dans etmek bir bü­
tüne kahlıyor olma izlenimini veriyor. Kişisel utançlarıyla daha az 
yalnız hissediyorlar ansızın kendilerini. Sessizlikte, küçük kızının 
aralık ağzından sinekler çıkarken, endişenin çatlaklar açhğı zihin­
sel yapısıyla Attale bakışlarını kocasına doğru çeviriyor: 
"Güneş sensin. Parlak nurunu saç üstüme!"* 
Utanma sıkılma diye bir şey kalmamış. Onları kapatmak, şehir­
den uzağa bir yere koymak gerekliydi hpkı cüzamlılara yapıldığı 
gibi. Bedenlerinin azgın dalgalarına kapılmış ağır duygusal çökün­
tüyle, çekilebilecek ıshrabın en beterini çekiyorlar birlikte: 
"Ah, bunu atlahp iyileşmemiz gerektiğini söyleme bana sakın!" 
Merhamet, şefkat; sarsıcı bir gösteri bu, ama sonra suya düşü­
yor! Fıçıcı fıçılarına vurarak naralar atmaya başlıyor ansızın. Attale 
dudaklarını ısırıyor, sonra, üstümüze yağan kar nasıl serinlik ge­
tirirse, işte öyle kocasının göğsüne kapaklanıyor. Jerôme sanki bir 
uçurum onu yutmuşçasına uykuya dalıveriyor. İkisinin de uzan­
mış, kıpırhsız bedenleri bir kefen, bir haç, bir nedamet bekler gibi. 
Sokağın karşı tarafında ve öbür ucunda, Troffea'ların evinde En­
neline hala uyuyor. Üst katta yatağa uzanmış, yanındaki büyük 
sandığın üstünde oturan kocası onu seyrediyor. Enneline üç gün­
dür uyuyor (e tabii, tam bir hafta, hatta geceleri de, hiç durmadan 
dans edilirse böyle olur). Melchior, nehirden çektiği kokuşmuş su­
dan birkaç damlayı, bütün varlığıyla sevgi ve hayranlık beslediği 
sarışın annenin dudaklarının arasına akıhyor çocuklarının vaftiz 
maşrapasıyla. Bu kel kafalı genç baba ufak kabı yere bırakıyor ve 
karısını yeniden hüzünlü, uzun bir bakışla sarmalıyor. 
Enneline' in gri entarisinin yakasındaki birkaç kopçayı açıyor, 
sonra karısına fazla sıcak gelmesin diye, sert kıldan yapılma elbise-

Verlaine'in 
1896' 
da basılan 
Chair 
adlı kitabındaki "Les 
Mefaits 
de la lune" başlıklı 
şiirin son dizesine ("Toi, c'est le soleil, luis dair sur moi!") gönderme var. (ç.n.) 
31 


yi kalçalarına kadar edeplice sıyırıyor. Bir zamanlar zarif mi zarif 
görünen bu bacaklarda aşırı dans etmenin yarathğı tahribah böy­
lece keşfediyor. Onca insanüstü çabadan kaslar kasılıp kalmış, ar­
hk çakıllara benzeyen dizler şişmiş. Taştan yapılma gibi duran şiş 
baldırlar kocaman ve harap haldeki bileklerle birleşiyor, bilekler 
de kan içindeki ayaklarla. 
Melchior, genellikle gravür kalıplarındaki mürekkebi temiz­
lemekte kullandığı bir süngeri kullanarak, topukların alhnda 
yeniden açılan ve adeta kırmızı mürekkep akıtan yara kabukla­
rını yıkamaya kalkışıyor yine son derece incelikle. Her koşulda 
ve iliklerine kadar sanatkar Melchior, Enneline'in çıplak bacağı­
na boylu boyunca Ren kıyısından sakin bir manzara resmetmek 
üzere, işaretparmağının ucuyla biraz kan topluyor. Dalları sakin 
akan ırmağa değen salkım söğütlerin resmini yapıyor karısının 
bacağına. Telaşsız teknelerin tepelerinde süzülen kuşların geri­
sindeki güzel bulutlar da görülüyor resimde. Nehrin akıcılığını 
taklit etmek arzusuyla, Melchior yavrusunun arhk kullanmadığı 
maşrapaya bir parmağını sokup biraz su alıyor, yapıhna uyan so­
luk görünümü vermek için hemoglobinle karışhrıyor. Bu man­
zara aile arasındaki mutlu bir gün gibi güzel, ama birdenbire 
sarsılmaya başlıyor işte. Söğütlerin gövdeleri titriyor ve dallarını 
Ren' in yükselen kan dalgalarında sallıyorlar. Önce küçük çapta 
hissedilen ama çok geçmeden Richter ölçeğinde on ikiye çıkan 
bu depremde her şey yer değiştiriyor, çünkü Enneline ayağa kal­
kıyor. Entarisinin eteklerinin kayıp örttüğü kaval kemiğinden 
oluk oluk hemoglobin akan, afallamış Enneline, ağzını açıp bir 
şey söylemekten sakınıyor. Umudu boğulup gitmiş bu sarışın, 
sersemleyen kocasının önünden beceriksizce merdivene ulaşıp 
aşağı iniyor. Giriş kahnda, baskı presini geçip kapıyı açıyor. Dışa­
rıdan 
"Fiyuuu! .. Fiyuut!" 
ve 
"Çap! Çap!" 
sesleri geliyor, hpkı şeh­
re sürülerin geldiği ve kasapların çobanlar gibi ıslık çalarak hay­
vanları mezbahaya götürdüğü zamanlardaki gibi. Sokağın öbür 
başında fıçıcı garip bir şekilde ve uzun uzun uyurken, Enneline, 
Melchior'un önünden geçip dansa geri dönüyor. 
32 


8. 
"Çap! Çap!" 
Yolun bir ucunda, belediyenin çağırttığı kasaplar loncasının 
üyeleri, ellerinde kırbaç, dansçılardan oluşan kalabalığı, kendi­
lerine özgü dille aynı şekilde bağırarak ya da "Fiyuuu! Fiyuut!" 
diye ıslık çalarak yürütüyor; sekiz-dokuz yaşındaki çocuklar 
umutsuz insanlar sürüsünün iki yanından havlayarak koşuyor­
lar çünkü şehirde artık hiç köpek yok, hepsi yenildi. "Sağa dön!" 
anlamına gelen bir bağırış, solda safları sıklaştırma emrini veren 
özel bir ıslık derken, iyi terbiye edilmiş çocuklar belediyeden ala­
cakları zavallı bir 
batzen * 
uğruna, dikkafalıların baldırlarını ısır­
maya kadar vardırıyorlar işgüzarlığı. Kesici dişlerini çıkarmış bir 
oğlan çocuğu, kocasının dükkan tabelası altında zar zor tuttuğu 
Enneline' in güzelce resimlenmiş baldırına saldırmaya koşuyor. 
Melchior oğlanın suratına sağlam bir tekme atıp iğrenç bir köpe­
ğe seslenir gibi, "Yat! Yat yere!" diye bağırıyor. Oğlan dörtayak 
üstünde acı çeken bir hayvanmışçasına sıçrayıp inlerken, gravür­
cü, 
karısına, "Neden canım? Neden oraya geri dönmek istiyor­
sun?" diye soruyor. Kadın kocasının ellerinden sıyrılırken yanıt 
vermiyor. Dibekte biber döver gibi dövseydi de Enneline tek ke­
lime etmezdi, bunun üzerine adam yalvarıyor: 
"Sen olmazsan ben bu dünyada bir hiçim Enneline, eğer hala 
bir ses varsa içinde, duyayım n' olur!" 
Ama 
gelin görün 
ki 
Enneline rüzgarda sürüklenip fır dönen 
yapraklar gibi kaçıp gidiyor. Kollarını iki yana sarkıtan ressamın 
karşısında, Enneline' in dili bedeninin dili, kağıdı da sokak. Ken-

Batzen: 
15. 
yüzyıldan 
19. 
yüzyıl ortalarına dek İsviçre' de basılan, düşük de­
ğerli bir gümüş para. ( ç.n.) 
33 


disini çağıran tahta pabuçların takırhsına kapılıyor, duygu yüklü 
bakışlarını çocuğunun babasına çevirerek adamı terk ediyor. 
Geniş lacivert önlüklerine bürünmüş kasaplar, bir sağa bir 
sola giden açlar sürüsünü güdüyor. Bu et üstatlarının yarı yarıya 
toparlamayı başardığı sürü sokağın hemen hemen ortasına var­
mışken, kasaplardan biri ötekine işin o kadar da kolay olmadı­
ğından yakınıyor. 
· 
"N' aparsın, arpa verilmeyen at kamçı zoruyla yürür." 
Melchior önlerinden geçen kasapların konuşmalarının deva­
mını da işitiyor: 
"Söylenene bakılırsa bunların hastalığı kanın çok ısınmasın­
dan, vücut içindeki sıvıların düzensizliğinden meydana geliyor­
muş: Balgamın, sarı ve kara safranın fazla ya da bozulmuş olma­
sından. Belediye meclisindeki temsilcimiz bana, piskopos idari 
karar mekanizmasından çıkarıldıktan sonra doktorların öyle söy­
lediğini anlatb. 
Fiyuuu! .. Fiyuut! 
Şuna bak, kimbilir nereye gidiyor 
dans ede ede. .. hele şu sağdaki. 
Çap! Çap! 
Safralar kanın içinde 
ayrışıp onu ısıtarak bu tuhaf davranışa yol açıyormuş." 
Meselenin aslını yeni öğrenen kasap, kamçısının uzun kayışı­
nı geride kalanların kafaları üstünde ama iyice yukarıda şaklahr­
ken bir yandan merak ediyor: 
"
Öy
leyse hekimler bunları tedavi etmek için daha mı çok fa­
randol tavsiye etti?" 
"Evet, çünkü daha fazla dans etmek terle birlikte vücuttaki 
sıvıların dışarı ahlmasını sağlayacak. Sadece adamakıllı terlemek 
vücutta pıhhlaşan safraları dışarı çıkaracak. 
Ammeister 
hastalığı 
hastalıkla tedavi etme yolunu seçti. Ayrıca katedralin arkasındaki 
bir alanın dansçılara ayrılmasına karar verdi. Biz oraya götürü­
yoruz bu insanları." 
"At, eşek ve kabrların sabldığı meydana mı? Ha tamam . . . " 
Çirkef kuyusuna dönmüş bütün dereleri yüzünden pis pis ko­
kan Alsace Venedik'i olan Strasbourg'un bir ucundan öbür ucuna 
dek, birbirine kavuşan insan ırmakları dans edenlerden meyda­
na gelen geniş bir nehir oluşturuyor. Erkekler ve kadınlar el ele 
34 


tutuşmuş çeşit çeşit figürler yapıyorlar: Yılan gibi kıvrılıyorlar, 
yaylar çiziyorlar. 
Ah, 
şehrin içinde sanki bir hrtıl! Bu dev nöbete 
yol açan Enneline elleri ve kanlı ayaklarıyla yeniden tempo tuttu­
ruyor, iki tarafta ise köy papazları ilerliyor yuvarlana yuvarlana. 
"Hamdolsun gerçek Tanrı'ya, hamdolsun Kutsal Ruh'a! Defo­
lun ey lanetli, ey cehennemlik ruhlar! .. " 
Katedralden pek de uzak olmayan bir yerde, kafile, 
iki 
tara­
fında piskoposluk meclisi üyelerinin evlerinin bulunduğu bir 
sokağa geldi. Evler öyle harika ki krallar bile oralarda oturma­
ya burun kıvırmaz. Bu zengin konutların üst katlarındaki asma 
helalardan akanlar, aşağıdaki, bir sağ bir sol ayak üstünde seke 
seke ilerleyen, sinirleri iflas etmiş zavallılara sıçrıyor. Hiçbir şey 
durdurmuyor bu insanları. Tanrı'run temsilcilerinin, kendileri de 
sokağa inmeden önce, kafalarına boşalttığı ev yapımı iksir bile. 
Papazların eli kolu, ucuza elden çıkarmaya çalışhkları siyah taş­
tan minicik haçlarla dolu: 
"Strasbourg yakınlarına düşen göktaşından oyulma küçük 
haçlardan isteyen yok mu?" 
Sanki gökte indirim zamanıymış gibi bir de endüljans teklif 
ediyorlar: 
"Öldükten sonra arafta bir yıl daha az kalması üç 
kreutzer! *
Sadece üç 
kreutzer! 
Yüz florine, günahlarınız ne olursa olsun, dos­
doğru Cennet' e gidersiniz! Hiçbir şey sahn almayanın Kıyamet 
Günü işi bitik demektir!" 
Cüppeli paragözler, ağıldan çıkan koyunlar gibi her yerden 
çıkıveriyor şimdi. Bir, derken iki, derken üç, daha ne kadar peki? 
Bu karışıklık ve akılsızlık döneminde, bahtsız yoksul kalplere, 
gözleri çukura kaçık zayıflamış suratlara seslenerek kazıklamaya 
çalışırken bir yandan da kendilerini haklı çıkarıyorlar: 
"Papa 
X. 
Leo Roma' daki San Pietro' nun yeniden inşasına 
maddi olarak katkıda bulunacaklara Tanrı' 
run 
bağışlayıcılığını 
garanti ediyor!" 

Kreutzer: 
Eskiden Almanya ve Avusturya' da basılan düşük değerli gümüş 
ya da bakır para . (ç.n .) 
35 


Hepsi de baron, kont, dük falan olan bu kilise mensuplarının 
(ücreti pek dolgun olan piskoposluk meclisi üyeliğine getirilmek 
için on alh göbekten soylu olmak gerek) vaadi böyle. Aylaklıkla 
beslenmiş, hiç çalışmadan rahat bir hayat süren şu rahibe kulak 
verin, arafta nasıl bir tek gün daha az kalabileceklerini tasavvur 
edemeyen dansçıları tehdit ediyor: . 
"Endüljans belgeniz olmazsa şehir surlarının dışına, 
Hencker­
huewel' 
e (cellat tepesi), kutsanmamış toprağa gömülürsünüz, do­
layısıyla dirilmeniz de imkansız olur!" 
Strasbourg'un yüksek rütbeli papazlarının tanrısı acımasız 
bir alacaklıdır, günü geldiğinde günahları ve buranın halkının 
asla görmeyeceği bir bazilikanın inşasına yönelik vergiyi değer­
lendirecektir. 
"Cehennem muafiyeti peşin ödemeye tabidir. Cennet sahn 
alınır ama pahalıya mal olur!" 
Keşişlerin, rahibelerin, manashr hizmeti gören frerlerin, çoban 
kılığına girmiş o doymak bilmez kurtların söylediği budur işte. 
Namuslarına gelince, hurdaya çıkmışhr, tomurcuklandığına pek 
ender rastlanır. Dans eden bedenlerin çektiği eziyetin içinde sanki 
hazlar bahçesinde gezermiş gibi sadistçe dolaşıyorlar. Hareketli 
kalabalıkta Enneline'in izini yeniden bulan Melchior Troffea duy­
duklarından ötürü öfkeye kapılarak rahiplere, "Papaya bir saray 
kurmak için bunca parayı atmak ne büyük delilik!" diyor. 
Herkesin içinde yeminler ederek Tanrı'ya gıcık olduğunu söy­
leme cesareti gösteriyor. 
Söylenenden incinen bir rahip, "Din adamlarının size yol gös-
termesine kulak vermek akıllıca olur," diye karşılık veriyor. 
"Drachenfels dedi ki . . . " 
"Ammeister'ler 
bir yıl var, Tanrı daima!" 
Dine küfretmekten suçlu bulunmak gibi somut bir tehlikeye 
rağmen ve kilise mahkemesinin hükmü kelle uçurulmadan önce 
dilin kesilmesini öngördüğü halde (ki eğer belli bir meblağ öder-
36 


se dilinden önce kafası kesilir), Jeu-des-Enfants Sokağı'nın oyma­
cısı yılmıyor. 
"Ruhlarla meşgul olacak öyle çok maymun var ki şu ruhban 
sınıfında, insan ineğini bile emanet etmeye çekinir! Şu lüzumsuz 
adamlara bakın hele! Şeytan habire papaz peydahlıyor! Hakika­
ten ne Yahudilerin, ne putperestlerin, ne Çingenelerin ne de Ta­
tarların ibadetinde var bu kadar çok kepazelik!" 
Seyredenlerden beti benzi atmış biri, "Türklerde bile yok 
mu?" diye soruyor. 
"Hangi Türkler?" diye şaşırıyor Melchior. 
"Yakında gelecek olan Türkler . . . Anlahldığına göre surları­
mızın etrafında okyanusların kıyısındaki kumlar kadar kalabalık 
bir ordu kuracaklarmış . . . " 
Bir başkası daha yüksekten alıyor: 
"Üstümüze gübre şerbeti dolu koca fıçılar yağdıracaklarmış!" 
"Ya öyle mi?" Strasbourg' da yayılan yeni söylentiden haber-
siz Melchior kulaklarına inanamıyor. "Peki neden saldıracaklar­
mış bize?" 
"Türkler öyledir! Türk demek saldırır demek . . . Memleketle­
rinin biberinden olsa gerek. Biber kıçlarını yakınca onlar da . . . " 
Bir başkası daha lafa giriyor: 
"Anlahlanlara göre en sevdikleri yemek dans edenlerin etiy­
miş. Türkler şarap yerine kanla sarhoş oluyormuş!" 
Diz hizasındaki pantolona tutturulmuş, konçları devrik yu­
muşak çizmeleriyle, pilili, uzun, bileklerde kopçalanmış kollarıy­
la şehrin hahrı sayılır kişileri, sonra da acayip pantolonlar, dar 
gömlek, kısa ceket giymiş kuyumcular, daha ziyade zenginler 
sizin anlayacağınız, vücutlarının denetimini yitirmeye başlıyor . 

işte kıpırdanmaya, dans etmeye koyuluyorlar Türkler yüzünden. 
Haber, sağırlarda bile hastalığı hızlandırıyor: 
"Neler oluyor? Duymuyorum." 
"Türkler bize saldıracak!" 
"Ne? .. " 
37 


Sağıra yanıt veren kişi, adeta işaret diliyle, uçlan kıvrık upu­
zun bıyıkları, acımasız bakan çabk kaşlı gözleri, mahşerin atlıla­
rını andıran alacalı bulacalı tuhaf giysileri, kullanması maharet 
gerektiren şekillerdeki kesici silahları anlahyor şimdi. Sağır hay­
retler içinde: 
"Türkler mi?! Ay, aman Tanrım! .." 
İşte sağır adam da iyice bunalmış kasapların önü sıra dans 
etmeye koyuluyor; kasapların işi başından aşkın çünkü insan 
sürüsünün iki tarafında habire yeni dansçılar bitiyor ayrıkotu 
gibi. Bir şeyler söylemeye çalışıp beceremeyerek göçebe balosuna 
dahil olan çok fazla insan var. Topuklarının yankısı havada bu­
harlaşıp gitmiyor. Her yerde kafalar karışık. Strasbourg çöküşün 
içine biraz daha gömülüyor. Birçokları kendi etraflarında defa­
larca dönüyor, kimileri sadece kalçalarını sallıyor ama gözyaşla­
rına boğuluyor, halka olmuş dans edenlerin arasına kahlmak için 
kollarını uzahyor. Kafile katedralin arkasına geçmek için heykel­
lerin alhnda dönüp dururken, pembe kumtaşından yapılma Ba­
kire Meryem Enneline'i -çocuğuyla sucuğu birbirine karışhran 
anneyi- fark edince Vaftizci Yahya'nın kollarına düşüp bayılıyor. 
Delirtici bir durum bu. Arhk hiçbir şeyin anlamı yok! İşte hepsi at 
pazarına ulaşıyor, hiç düldüle binmemiş olanlar bile. Normalde 
şehrin en karlı yerlerinden biri olan ama şimdi tümüyle boşalhl­
mış bu alanda, marangozlar loncasının üyeleri yerden bir metre 
yüksekte kocaman bir kerevetin tahtalarını çakma işinde sona 
geldiler. Girişi dans etmeyenlere, özellikle de papazlara yasak 
olan dev bir dans pisti yapıyorlar. 
Bir yüzbaşı (Johannes Gensfleisch, yani Jean Viande d'oie) 
"Drachenfels'in emri!" diye bağırıyor. "Dansçılar buhur du­
manlarının olmadığı bir havada hareket etmeli. Saçmasapan kör 
inançlara ilişkin özel dualar etmek de yasak burada!" 
Göktaşından yontulmuş haçlarıyla da endüljanslarla da me­
telik kazanamamış olan rahipleri kızdırıyor bu durum. Lanetler 
yağdırarak hastaları taşlıyorlar. Melchior da geriye itiliyor. 
38 


"Siz dans edenlerden değilsiniz. Gidip de kendinize hastalık 
bulaşhrtmayın!" 
Kırmızılı beyazlı tören giysileri içindeki belediye görevlile­
ri pazar meydanına açılan sokaklara farandolcüleri geçirdikten 
sonra zincir çekiyorlar. Bir de popo sallayanlara eşlik edip iyileş­
melerini teşvik etsin diye viola, fifre gibi şeyler çalanların geçme­
sine izin veriyorlar. Askerler teberlerini, uzun mızraklarını, arke­
büzlerini tutarken müzisyenlerin varlığına şaşırıyor. 
"Her şeyi gözden geçirip her şeyi tarthktan, kötüleri ayıklayıp 
athktan sonra 
Ammeister 
iyi gördüğünü alıkoydu," diye açıklıyor 
Jean Viande d'oie. "Meczuplara müzik kaldı, çünkü hekimlere 
göre melodi cisimlerin ahengini yerine getiriyor! Bir de onları 
tutmak, düşmelerine, yaralanmalarına engel olmak için güçlü 
kuvvetli adamlar . . . Aa, işte kayıkçılar loncasının üyeleri de gel­
miş! Umarım deniz tutmuyordur çünkü inip inip kalkacaksınız 
epeyce! Şurada tencereleriyle gelenler aşçılar değil mi? Hadi işe 
koyulalım, belediye talimatları derhal uygulansın!" 
Belediyenin görevlendirdiği ve gece gündüz nöbetleşe çala­
cak onlarca davulcu, flütçü, komocu kerevetin etrafında yerle­
rini alırken, bir başka müzisyen, eşek yağıyla dolu bir kutuyu 
boynuna asmış, gaydasını yağlamaya girişiyor. Dans edenlere 
gelince, onların bu kavurucu yaz gününde titreyen ve üstünden 
terler damlayan kasları, tahta ya da deri pabuçlarının kesintisiz 
vuruşları, zeminin uzun tahtaları üstünde çıplak ayak tabanları, 
boğazları daha da kurutan tozların havalanmasına yol açıyor . . .
39 


9. 
"Şunlara içecek bir şeyler verin!.. Tadı güzel diyemesek de ka­
nallardan gelen sudan verin, bir de bira, mademki bira yapımcısı 
Ammeister 
kendi fıçılarını ikram ediyormuş! Şuradaki mataralar­
la ya su ya bira akıhverin boğazlarından aşağı! Hadi yürüyün, 
bir, kii. . . Hem susuzluklarını giderelim hem karınlarını doyura­
lım! Siz aşçılar, fasulye tencerelerinizin kapaklarını açın da hka 
basa yedirin şunlara! Belediyeye masrafı ne olursa olsun, yeter ki 
açlıktan ölmesinler! Tıbbi talimahmız böyle!" 
Zırhlara bürünmüş Viande d' oie' nın * (hava o kadar sıcak ki 
vücudu benmariye daldırılan bir konserve kutusundaki gibi pi­
şiyordur şüphesiz) emirlerinden sonra terden sırılsıklam kayıkçı­
lar, en çok sendeleyenleri, en bitkin düşenleri tutmak üzere gepe­
geniş kerevete hrmanıyor. 
"Müzik eşliğinde debelenmeye hiç ara vermemeliler! Derdin 
dermanı bu!" diye köpürüyor yüzbaşı. "En çok yorulanlar bile!" 
Destek olup tutmak gereken o kadar çok insan var ki Stras­
bourg' un salgından etkilenmemiş hamalları da çağrılmış. Or­
ta çağ danslarına özgü bir şekilde ayaklarını birbirine vurarak 
zıplarken kalçalarını sallaya sallaya kendinden geçmiş dans 
edenlerin dişleri arasından su ya da bira döken bu hamallar elle­
rindeki keçi derisinden mataraları sıkıyorlar. Hem kadınlara hem 
erkeklere biberonla besler gibi içiriyorlar, arkalarından gelen gıda 
esnafı dans edenlerin ağzına yavan bir bulamaç içindeki kurufa­
sulyeleri vermeye çalışıyor kaşık kaşık. Hiç de kolay değil! Çok 
biliyorsanız buyrun siz yapın! Gitgide hızlanan flüt ve davullar 
eşliğindeki bir güneş rondunda 
(d'r Seebacher Kaarwetanz) 
topaç 
gibi fırıl fırıl dönen birini doyurmaya çalışın da görelim bakalım! 

Viande d'oie Fransızcada "kaz eti" anlamına gelir. (ç.n.) 
40 


Kuru fasulyeler her tarafa saçılıyor. Çakılları emecek bir susuz­
luğa ve müthiş bir açlığa rağmen, kollarını dört bir tarafa çırpan 
dansçılar ağızlarına hiçbir şey götüremiyor. Yabancı bir elin yar­
dımı şart ama o ele kolay gele! Kurufasulyeler kulaklara gözlere 
isabet etmiyorsa kurşun sıkılmış gibi havayı yarıp geçiyor. Pek 
azı menzile varıyor, yüzbaşının şaşkınlığına rağmen: 
"Ziyan etmeyin! Belediye kiliseden inanılmaz bir fiyata satın 
aldı bu fasulyeleri!" 
Dönüp duran bu kalabalığın içinde yol bulmak ve kimseyi 
unutmamak, aynı kişileri boş yere defalarca doyurma hatasına 
da düşmemek için, bir dansçıya su içirdikten sonra karnım do­
yurmayı başaran kişi, başparmağını is dolu bir heybeye daldırıp 
karnı tok dansçının alnına yatay bir çizgi çekiyor. Henüz baca 
artığıyla işaretlenmemiş, kadidi çıkmış bir surattan öbürüne, bir 
sürü karın doyuyor en sonunda, zincirlere ve askerlere yaklaşan 
dilencilerin hayret dolu bakışları altında: 
"Ne oluyor burada yahu? Dansçılara ziyafet mi veriliyor? Be­
lediye mi bunu yapan?" 
Dilenciler salgın kendilerine bulaşmış gibi yaparak derhal 
dizlerini omuzlarım kırmaya başlıyor: 
"Ama neler oluyor bana böyle birdenbire? Dans ediyorum! 
Dans ediyorum! İmdat, kendimi durduramıyorum!" 
"Ben de aynı durumdayım! Ay aman, ne hastalıkmış bu!" 
Dilencilere kanan Johannes Gensfleisch hayıflanıyor: 
"Zincirleri daha geriden germelerini emretmeliydim şüphesiz 
ama hastalığın bu kadar uzaktan bulaşacağım düşünmemiştim . . .
Muhafızlar, bırakın da şu yeni hastalananlar o tarafa geçsin!" 
Belediyenin cömertliğinden yararlanmak için bir sürü mad­
rabaz kerevete tırmanıyor. Öbürleri gibi kalçalarını çok sallıyor­
lar ama insanları itiştirip gerçek hastaların önüne geçerek bir an 
önce içmek için böyle yapıyorlar. O kokuşmuş su dolu matara­
dan değil de içinde bira olandan içmek için parmaklarıyla işaret 
ediyorlar. Oh, tek damlasını bile ziyan etmiyorlar, kurufasulye 
dolu kaşıklar yaklaşınca uysal uysal ağızlarını açıyorlar. Alınları-
41 


na isle işaret çekilir çekilmez, ceketlerinin koluyla siyahlığı silip 
yeniden beslemecilerin karşısına geçiyorlar. Defalarca bira ve ye­
mek ikmalinin ardından biraz daha dans edermiş gibi yapıyorlar 
ama çok geçmeden sıkılıp kerevetten iniyorlar, şaşıran yüzbaşı­
nın önüne gelip zincirin üstünden atlıyorlar. 
"Hemen iyileştiniz mi?" 
"Evet evet, bir düzelme oldu! Ama belki yarın tekrar geliriz, 
mesela öğlene doğru, yeniden dans çılgınlığımız tutarsa eğer . . .
Kimbilir! Yarın da yine kurufasulye mi var yoksa başka yemek 
mi verilecek? .. " 
"Onları dinlemeyin yüzbaşım, hile yapıyorlar!" diye dilencile­
ri ele veriyor işgüzar bir asker. "Şunun, şunun, buradaki herkesin, 
tekrar tekrar yemek alabilmek için alınlarını sildiğini gördüm!" 
"Ne, ne?!" diye kaz gibi ötüyor Jean Viande d' oie. "Ayıp değil 
mi?! Sizi 
Jungfernkuss 
yani Bakire Meryem'in öpücüğü ile ceza­
landırmalıyım!" 
Hem topal hem hırsız bir dilenci, "Ne ile?" diye meraklanıyor. 
Bu sırada dansçıların davranışlarını muayeneye gelen hekim­
lerden biri bu ağız dalaşına yaklaşıyor, askerlerin komutanı tem­
bel namussuzlara açıklama yapıyor: 
"Şehrin cephaneliğinde, sizinkisi gibi vatana ihanet suçları 
için müthiş bir işkence aletimiz var. Dik duran, içi boş bir sandu­
ka, kadın vücudu şeklinde, yüzü de Meryem Ana'nın yüzü gibi. 
Bu sandukanın içine hükümlüyü sokuyoruz. Sanduka kapahlın­
ca bir mekanizma harekete geçiyor ve bir yığın sivri uç serbest 
kalıyor, kurbanı delik deşik ediyor; hükümlünün kanı, tıpkı 
na­
renciye sıkacağından çıkar gibi, Meryem Ana' nın ayak kısmın­
dan çıkıp yerlere yayılıyor." 
Tehdit edildikleri muameleyi kafalarında canlandırınca, biraz 
harami tarafı da olan dilenciler hemen dişlerini takırdatmaya ve 
oldukları yerde son derece tehlikeli ve inanılmaz dans hamlele­
riyle sallanmaya başlıyor, birçok asker onları zaptetmekte zorla­
nırken hayretler içinde kalan yüzbaşı hekime soruyor: 
42 


"Hala mı soytarılığa kalkışıyorlar?" 
"Yo hayır, bence şimdi sahiden hastalığa tutuldular! Gözleri 
böyle geriye devrildi mi . . . Ama siz de biraz fazla ileri gittiniz 
yüzbaşım, bunca Strasbourglunun kafaları bu kadar hassaslaş-

il 
mış en . . .
"Of, vay canına!" diye sızlanıyor Gensfleisch. "Muhafızlar, 
yeniden zincirin öbür tarafına geçirin şunları, kerevete doğru! 
Amma dertmiş be!" 
Hekimlerin aklına gelmeyen bir başka dert de yiyecekler. Ye­
dirmek iyi hoş da, yiyeceklerin bir taraftan girdi mi öbür taraftan 
çıkması, gerekiyor! Karnı doyurulan bütün dansçılar artık altına 
doldurmaya başlıyor ve görüntü cidden iğrenç. Karanlık basma­
ya başladığı için at pazarı meyda
nının 
etrafında çepeçevre meşa­
leler yakılırken boklar hanımların elbiselerinin altından taze sığır 
gübresi gibi dökülüyor, erkeklerin pantolonlarının arkası renk 
değiştiriyor. 
Cıvık kakaların üstünde ayakları kayan kayıkçılar, "Herhal­
de bir de kıçlarını silmemiz gerekmez!" diye umuyor. Gaz çıka­
ranlar arasında (kurufasulye . . . ) düşüp bir taraflarını kıracak gibi 
oluyorlar - "Fırtınadaki gibi sağa sola yalpa vuruyoruz!" 
Yukarıda, katedralin arkasında asılı duran canavar şeklindeki 
çörtenler, kerevetin üstünde, kopkoyu bir bunaltının pençesinde 
içini boşaltan, sıçrayan, tepinen şu halkı izlemek için adeta başla­
rını eğmiş. Birçok viola ve fifreden destek alan bu insanları hiçbir 
şey durduramaz. Yanmak için çalı çırpıya gerek duyan ateş size 
asla, "Tamam! Bu kadar yeter!" demez. Yıldızların altında, sanki 
aklın mevsimi geçmişçesine genel bir deliliğin etkisiyle sersem­
leyen Strasbourg' da, binanın melez, grotesk ve alegorik varlık­
ları karşı duvarda cinli, perili, korkunç canavarların gölgelerine 
benzer gölgelerin kaymasını seyrediyor. İster efsane deyin ister 
yalan, insan kendini her şeyin, en olmayacak dönüşümlerin mey­
dana gelebileceği bir peri masalında zannediyor. Siste, korkunç 
birer yaratık heykeli şeklindeki çörtenler taştan gözlerini kaldırıp 
Jeu-des-Enfants Sokağı' na doğru çeviriyor . . .
43 


"Yı 

k " 
eme ... yeme . .. 
10. 
Attale Gebviller sallana sallana dışarı, karanlığa, açlık ve has­
talıklardan oluşan bir manzaraya çıkıyor. Karşıki gravürcünün 
paslı bir demir çubuğa asılı duran tabelası hafif bir esintinin etki­
siyle gıcırdıyor. Fıçıcının karısının, kusmuğuna dönen aç köpek 
gibi* kadidi çıkmış. 
"Yı 

k " 
eme .. . yeme . . .
Karı kocanın evinde karın doyuracak hiçbir şey yok arhk. Kız­
larını yiyip bitirdiler. Yamyam kadın, tepesinden çörtenlerin onu 
gözetlediği katedralin arkasındaki büyük balonun bitmeyen na­
karatlarını duyuyor. Uyumaya devam eden Jerôme dışarıda daha 
dans edebilmiş olsaydı, en azından onun kurufasulye yeme hakkı 
olacakh, ama dans salgınına tutulmayan Attale her halükarda boş 
midesiyle kalacakh ... Çıldırtıcı bir durum. 
Armer Teifel, 
şimdi iyi­
ce donmuş olan zavallı felaketzede, Attale, yarı kagir evlerin du­
varlarına tutunarak ökçesi aşınmış eski pabuçlarının tabanlarını 
sürüye sürüye giderken bütün şehir davulların ritmiyle çınlıyor. 
Eğer şehirde hala fare olsa geceleyin seve seve fare avına çıka­
cak olan bir kedi gibi Alsace'lı kadıncağız, binaların dış cephele­
rinden dolaşarak, hastaneden hastaneye neredeyse sürüne sürü­
ne gidiyor. Önce saralılara ayrılmış hastaneye, sonra frengililere 
ayrılmış Blatterhaus' a gidiyor, şimdi sıra kangrenli ergotizme 
tutulmuş olanların hastanesinde, ardından Yoksul Yolcular Has­
tanesi (şehirde ikamet etmeyen yolcular için), vebalılar binası ve 
sur içindeki cüzamlılar bölümüne gidiyor. Hastalara tahsis edil-

Burada Kutsal Kitap'taki Süleyman'ın Meselleri bölümünden bir ayete 
gönderme var: "Ahmaklığını tekrarlayan akılsız, kusmuğuna dönen köpek 
gibidir." 
(26:11) 
(ç.n.) 
44 


miş bu resmi binaların dibinde, 
/1 
Ağzıma koyacak bir lokma . . . " 
diye kedi gibi miyavlayarak, pencerelerden ablmış dışkıları top­
luyor, ağzına götürüyor. Gidip at pazarı meydanındaki kereveti 
yalasa daha iyi ederdi! Fare pirelerinin kara vebayı yayarak zıpla­
yıp kaçışbğı, kahverengi bir çürümeyle yenik yenik olmuş dışkı­
larla ellerini dolduran Attale, sanki bir hazine, kocasının karnını 
doyurmak için bir adak taşırmış gibi, kızının çürümüş kafasına 
doğru ağır ağır dönerken bir yandan da mırıldanıyor: 
11 
Schlof Kinde le, schlof! 
. .
Uyu, minik yavru, uyu! 
Baban çobanlık ediyor, 
Annen ağacı silkeliyor, 
Bir rüya düşecek ağaçtan, 
Uyu minik yavru uyu!.." 
45 


11 . 
Ağustos ayının ortalarında, at, eşek ve kalır pazarının kuruldu­
ğu meydanda, dans salgını hiçbir gerileme belirtisi göstermiyor, 
hatta daha kötüye gidiyor. 
Rave par
ty
'
ye girişi engelleyen zincirin 
ardında bir haftadan uzun bir süre kalmış olan gür saçlı sakallı 
delikanlı Melchior Troffea, çift sıra on çelik düğmeli ince kırmızı 
yeleğinin içinde cılız beygir edasında, diz çökmüş, ceketinin sağ 
koluyla, duvar dibine bırakılmış boş bir tencerenin içini sıyırıyor. 
Açlıktan başı dönerek, baygınlık geçirerek, zar zor ayağa kalkı­
yor seyirci kalabalığının yanında. Kolunu saran, kurufasulye 
zarlarıyla birlikte yemek sularına bulanmış kumaşı uzun uzun 
çiğnerken gözlerini de şurada bir kayıkçının tuttuğu, bacakları 
bükülünce yeniden kaldırdığı Enneline' den ayırmıyor. Yanda, 
bir başka koca da gravürcü gibi davranıyor, ama bu koca, eş de­
ğiştirilerek yapılan bir gül valsi 
(Rosewalzer) 
sırasında, karısının 
kalçalarını dalgalandıra dalgalandıra, belli ki kendisinin kafa tu­
tamayacağı bir adama yapıştığını görünce, dişlerini kendi bileği­
ne geçiriyor kan çıkarıncaya kadar. Kıskançlıktan deliye dönüp 
kendini ısıran adam hemoglobinini içerken inliyor: 
"Onunla dans ediyorsun demek ha ... Başın onun omzunda ... " 
Bunlar ayrıntılar elbette, yoksa katedralin arkasında yaygın 
olan şey panik. Şehrin bir araya toplanmış ve hayrete düşmüş he­
kimleri, tavsiye ettikleri ve harfiyen uygulanan reçetelerinin yol 
açlığı tahribah seyrediyor. Müzisyenler repertuvarlarını tüketip 
bir fifreye üfleyemez, bir defe vuramaz, bir korneti çalamaz hale 
gelirken, gevşemeye başlayan dansçıları daha hızlı dans etmeye 
zorlamak için daha sert çalacak güçleri kalmazken, dans iptilası­
nın kurbanlarından onlarcası kerevetin üstünde yığınlar halinde 
kaskah kesilerek düşüp ölüyor. Gösteri dehşetli bir şekil alıyor. 
46 


Karabasanlardaki gibi bir manzara bu. Hali vakti yerinde olanlar 
bile, parlak renkli çorapları ve dantelli gömlekleriyle, kalp kri­
zinden can veriyorlar. Bu karnaval katliama dönüyor. Dünyanın 
sonu geldi duygusu hakim. Birçokları hayaller görüyor, bir kan 
denizinde yüzdüklerini haykırıyorlar. Toplu halde öbür dünya­
yı boyluyorlar. Onlara Cehennem' i anlatan din adamları gülüp 
eğlenirken hekimler ne yapacaklarını bilemez haldeler. Müziğin 
sözde sağalhcı gücü gerçekten işe yaramadı. Son baygınlık bu. 
Melodiler arasında insanlar dört bir yanda sinek gibi düşüyor. 
Can çekişenler döşeme tahtalarına uzanmış da olsa eğilip bü­
külmeye devam ediyor. Şehrin müstahkem eski semtinden tran­
sit geçmekte olan İsviçreli tüccarlar zincirlerin öbür tarafından 
bu sahneye tanık olunca şehirden kaçıyorlar, beraberlerinde de 
dansçıların hikayesini götürüyorlar her yerde anlatmak üzere. 
Hikayeye hep şöyle başlayacaklar: "Umudunu kaybeden bir 
halkın hikayesi bu!" Yüzbaşı Gensfleisch arhk dayanamıyor. Sı­
caktan fırın gibi olan zırhının içinde, imtiyazlarına yakışmayacak 
şekilde davranıp doktorları azarlıyor, ama doktorlar hiç itiraz et­
meden sus pus oluyorlar. 
"Siz dediniz ki dinlenmelerine hiç müsaade edilmesin. İşte so­
nuç. 
Ah, 
Türkler boşuna gelmesin buraya. Strasbourg kendi hal­
kını gebertmek için kendi başının çaresine gayet güzel bakıyor!" 
Dahası, yüzbaşı şu kahrolası müzikten de iyice bıkh, gece 
gündüz aynı terane, gitgide daha beter bir zımbırh! Askerlerin 
komutanı kulaklarını hkıyor, Odysseus gibi balmumuyla hka­
mak isterdi doğrusu. Birdenbire -yönetmeliğin de cam cehenne­
me- demir göğüslüğünü, metalik pazubentlerini, omuzluklarını, 
kolluklarını çıkarıp atıyor. Bezmiş yüzbaşı kabuk değiştiren yen­
geçler gibi vücudunun üst kısmını soyuyor, kabuğunu çıkarıyor. 
Bacaklarındaki ve dizlerindeki çelik zırhları, ayaklarındaki ekle­
meli ve uçları sivri muhafazaları çıkarmadığı için, üst kısmı çıp­
lak olsa da sıcaktan fokurduyor, bir yandan da gitgide büyüyen 
bir dehşetle, ise bul
anmı
ş yüzlerdeki delice ifadeleri seyrediyor, 
47 


el ele tutuşmaya devam ederek kocaman farandol halkaları oluş­
turan, kısmen çoktan çürümeye başlamış cesetlerin üstünden 
hoplaya zıplaya ölesiye dönüp duran büyü kurbanları bunlar. 
Ama bakın, bir şey daha şaşırhyor Jean Gensfleisch'ı. Zincirlerin 
önünde düzenli aralıklarla konuşlanmış askerleri, savaşçı ünifor­
malarının etekleri alhnda popolarını bir o yana bir bu yana sal­
lamaya başladı. Dans edenlerle saatlerdir temasta kala kala, on­
lara göz kulak olmakla görevli muhafızlar da kalçalarını sallayıp 
meslektaşlarıyla el ele dansa koyuluyorlar, bu arada da dilenciler 
aradan sızıyor. Olay tam bir saçmalığa doğru gidiyor. Ah, eğer 
yarın Türkler saldırıya geçerse Strasbourg ordusunu surlarda ha­
lay çekerken görünce amma da gülerler . . . İş içinden çıkılmaz bir 
hal alıyor. Yüzbaşı bağırıyor: 
"Susturun! Müziği susturuuuun!.." 
48 


12. 
Marangozlar yeniden sağlanan sessizlikte at meydanındaki ke­
revetin kirişlerini sökerken, dans edenler arasında aile üyelerini 
aramaya gelmiş onca insan gibi Melchior da orada, iki büklüm 
olan Enneline' i omzuna atınış taşıyor. 
Karısı büsbütün hafiflemiş olsa da incecik fasulye sırığı Mel­
chior Jeu-des-Enfants Sokağı'na doğru ilerlemekte zorlanıyor. So­
luklanmak için sık sık duruyor. Gövdesi titreyen dilsiz karısına 
çiçekbozuğu surahnı usulca çevirerek ve güven vermeye çalışa­
rak şöyle diyor: 
"Kaygılarında nasıl da kehanetler sezmiştim . . . ama sevgilim, 
gözlerinde gökyüzü kalmış hala." 
Kadını daha da endişelendirmek istemiyor ama bakışlarını 
dansçısının bacaklarının uçlarına yöneltince, eti berelenmiş, si­
nirleri, tendonları yırhlmış, kıkırdakları darmadağın, kemikleri 
ortaya çıkmış ayakların halini görünce kendisi telaşa kapılıyor. 
Kadının bir daha asla eskisi gibi yürüyemeyeceğini biliyor artık, 
soylu bir zarafeti olan Enneline'in geri dönüşsüz biçimde sakat 
kalacağını biliyor. 
Bu sırada, belediye sarayında, 
Ammeister 
paniğe yakın bir hu­
zursuzluğun pençesinde; birisi gelip de Türklerin surların ka­
pılarını hklattığıru haber verseydi bu kadar huzursuzlanmazdı 
doğrusu. Göreve geldiğinden beri her haberin daha da dehşete dü­
şürdüğü şu adam, koca kafasını iki elinin arasına almış sızlanıyor: 
"Ey kaypak talih, sen beni neyle suçluyorsun?" 
Dört buçuk ay boyunca üstlenmek zorunda kaldığı çok fazla 
sorumluluk yüzünden şaşkına dönen 
Ammeister'in 
-"Halefime 
iyi şanslar!"- koca bıyıklarının uçları birer kanatınışçasına aşağı 
49 


yukarı inip kalkıyor, adam çalışma odasının açık penceresinden 
sanki şimdiden uçup gitmek ister gibi -seni şişko serçe- ama yine 
de küçük meclisini olağanüstü ve kapalı bir oturum için topla­
mış. Yaramazlık yapmış homurdanan bir çocuk gibi gölgeye 
saklanarak duran Andreas Drachenfels büyük meclis salonunda 
aldığı karardan pişman. Dört Stettmeister'inden biri ona hekimle­
rin müzik tedavisinden artık pek emin olmadığını söyledikten ve 
kendisi de bıyık altından güldükten ("Cidden mi?") sonra, şimdi 
kendi politikasının haklılığını yeniden gözden geçiriyor: 
"Tek bir çözüm yolu görüyorum: Strasbourg' da nerede olursa 
olsun herhangi bir çalgı çalmayı yasaklamak." 
Stettmeister, "Peki ama ayin sırasında? .. " diye soruyor. "Ale­
luya'lar, requiem'ler falan için org?" 
"Peki, öyleyse katedral hariç olsun, zaten belediyenin orada 
düzenlenen törenler için karar gücü yok!" 
İkinci bir yardımcı soruyor: "Peki karol'lere, tresque'lere, 

gö­
çebe rondlarına düşkün olanlar ne olacak Ammeister?" 
"Artık sokaklarda dansçı falan olmaz, aman ha! Salgının yayıl­
maması için dışarıda canımızı sıkmasınlar artık. Kalça sallayıcılar 
ev karantinasına alınsın! Hem zaten istedikleri şehirde gezmek 
değil dans etmek, dansın avantajı şu: Hep ilerlemek gerekmiyor, 
öyleyse evlerinde, oldukları yerde dans etsinler!" 
Şehir kurumlarının başında bulunan şu oturan adamın 
önünde, az önce söze karışan iki yardımcı birbirlerine bakıyor, 
Drachenfels sık sık fikir değiştiriyor, onunla çalışmak zikzak 
çizmekten ibaret diye düşünüyorlar sanki. Ama Strasbourg hü­
kümetinin başı tavrında ısrarcı. Zaten, dudak büküyor, uzun 
bıyıkları bir 

çizerek çaprazlanıyor, birbirine dik iki çizgiyle, 
unutmanın daha iyi olacağı geçmişe ait bir şeyleri karaladığınız 
zaman olduğu gibi. 

50 
Tresque: 
Okunuşu "tresk". İtalya kökenli, 
xıv. 
yüzyıla özgü, sıralanarak oy­
nanan bir Ortaçağ dansı . Bu dansa müzik ya da şarkı eşlik edebiliyordu. 
Farandol'ün kökeninde tresk olduğu düşünülür. (ç.n.) 


Minicik gülünç şapkasının alhnda, cehennem sıcağının kar­
ton kralı 
Ammeister'in 
susuzluğunu giderecek tek damla birası 
kalmamış, bir şüphe sarıyor etrafını ve kor�u dolaşıyor dört bir 
yanında, yine de, büyük resmi mührü ve 
secretarius 
unvanını ta­
şıyan üçüncü yardımcısına emir veriyor: 
"29 
Eylül, Aziz Mikail yortusuna kadar dışarıda dans etmeyi 
resmen yasaklayan bir karar çıkarın. Şunu da ekleyin: 'Cezası iki 
florin'. Piskoposluk taslamak istediğimden değil ama gene de ka­
salara biraz para girer bu sayede." 
"Ammeister, 
Strasbourgluların neredeyse tamamı beş parasız." 
"Aa evet, doğru. Öyleyse kuru ekmeğe talim edecekleri hapis­
le tehdit edin." 
"Kuru ekmek mi? Bunun hayaliyle yaşıyorlar! Hepsini kode­
se hkamayız. Yerimiz yetmez." 
"Müziğe gelince," diye konu değiştiriyor Drachenfels, "so­
kakta ıslık çalmak bile yasaklanacak. Hafif süvari müfrezeleri 
müzisyenlere hücum edecek." 
"Suriçinde ahınız kalmadı, 
Ammeister. 
Ocak ayından beri üc­
ret alamayan süvarilerimiz atlarını yediler." 
"Ya, öyle mi?" 
Andreas Drachenfels uzun bir sessizliğe gömülüyor, bıyıkla­
rının uçları çenesinin allına sarkıyor. Şişkin ve solgun yanağını 
avcuna dayayıp iç çekiyor: 
"Bizi ne kurtarabilir merak ediyorum ve hissettiğim çaresizli­
ğin alhnda eziliyorum. Her şey kötüye gidiyor, daha da kötüye 
gideceğe benziyor." 
Dördüncü yardımcısı, "Yeri gelmişken, birçok Strasbourglu 
Osmanlı 
hücumu başladığında bunu nasıl öğreneceğini bilmek 
istiyor," diye lafa karışıyor. 
"Çok iyi anlarlar." 
"Evet, ama önceden haberdar edilmek istiyorlar." 
"Ne için? Zaten mahvolacağız. Türk akını durdurulamaz. De­
nizin kapıları açılmış farz edin." 
51 


Drachenfels dalga sesleri duyar gibi oluyor, şu anda yüzünün 
her iki yanında yatay duran bıyıklarının inip kalktığı gibi inip 
kalkan dalgaların sesleri. Dile getirilen yeni tasanın şıpırtılarıyla 
uykuya dalarken dört yardımcısı hep birlikte adamı sarsıyor: 
"Kalkın 
Ammeister, 
uyanın. Rüyanızdan çıkın, çünkü bıçak 
kemiğe dayandı. İnsanlara nasıl haber vereceğiz önceden? Ya­
rıldığı ve hatalı ses çıkardığı için hendeklerin dibine terk edilen 
Schlaaglock'u, 
yani gözetleme kulesinin eski çanını getirelim diye 
düşünmüştük. Katedral kulesindeki platforma yerleştiririz, adını 
da 
Tüerkeglock, 
yani 'Türklerin çanı' koyarız. Oradan çok uzaklar 
görülüyor, bir gözcü ikaz verir." 
Bozguncu belediye başkanı, "Piskoposun razı gelmesi ge­
rek ... " diye şüphesini dile getiriyor, ama dördüncü yardımcı ce­
vabı yapıştırıyor: 
"Hiçbir şey harcamadan daha da zenginleşmek için Stras­
bourg' un devlet gelirlerini biraz daha suistimal etmek amacıyla, 
piskopos Guillaume de Honstein yeterince talepte bulundu ve 
sonunda da katedral binasına ilişkin her şeyin şehir yönetiminin 
yükümlülüğünde ve 
Ammeister' 
e bağlı olmasını sağladı, öyle ki 
eğer siz emir verirseniz bu emir piskoposun yetkisinin tümüyle 
dışında olacak. 
Tüerkeglock'u, 
çatlamış bile olsa, yerine koydurun, 
halk en azından onunla biraz rahata kavuşsun. Elbette tokmağı 
kayıp ama gözcü ağır bir çekiçle çanı çalmayı becerecektir." 
"Kulakları patlayacak desenize! Bu iş için bir sağır bulalım 
biz, kör olmaz ama, değil mi?! Neyse, bu kadar zevzeklik yeter!" 
52 


13. 
Necaset sokağında bir asker, yasağa rağmen atölyesinden dans 
ede ede çıkan bir düğme dikiciye cezalandırılacağına dair göz­
dağı veriyor . . . Ama yasağı delen adam askeri belinden kavrayıp 
ona sarılarak fır döndürüyor . . .
Çalışma odasının kirişleri kaba saba boyanmış tavanı albnda, ah­
şap bölmelerin arasında oturan 
Ammeister 
bir 
Stettmeister'in 
ken­
disine aktardığı olayı dinliyor. 
"Peki asker ne yapmış o zaman?" diye soruyor Drachenfels. 
"O zamandan beri akıl almaz taklalar atarak top gibi sıçrıyor­
lar, nasıl durduracağız bilemiyoruz. Yüzbaşının cezaları ikisine 
de söylendi ama kar etmedi. Sanki dönüp dolaşan bir sinek ikisi­
ne de vızıldayarak 'Geliyor musunuz?' demiş. Dalgın tavırlarını 
bir görseniz, sadece ara sıra derin derin iç çekiyorlar, başlarını 
geriye savurup . . . Çoğunlukla sıkı sıkı birbirlerine sarılmış vazi­
yetteler, doğaya aykırı bir şekilde dünyaya gelmiş ikizler gibi bir­
birlerine yapışıklar adeta . . . Dans ederken biri öbürünün aynası 
gibi görünüyor." 
"Hay Allah kahretsin! .. " 
53 


14. 
Suriçindeki mezarlıkların çoğu, haftalardır, aşırı danstan çok sayı­
da ve dalgalar halinde ölen Strasbourglularla dolduğu için, şimdi 
belediyenin karşısında, Saint-Martin meydanının öbür tarafında, 
bir tabutun ardından burnunu çeke çeke ilerleyen bir gözüyaşlı­
lar korteji var. Belirsiz renkler ve gölgelerden oluşan bir kuyruk 
halinde, dört omuzda taşınan köknar sandığın kurumuş bir ku­
yuya doğru ilerleyişini takip ediyorlar. Suları çekilmiş . . . Heyhat, 
her şeyin suları çekiliyor bu dünyada; hayat da su da aynı kaderi 
paylaşıyor. Aile üyelerinin adımlan ağır ağır, yavaş yavaş ilerli­
yor ama tabutu taşıyanlar birbirlerinden farklı boydalar, sandığın 
içindeki bedeni sarsıyorlar biraz. Dökme demir bir kapıdan ge­
çince, iki yanı mezarlarla dolu bir yol boyunca, mevtanın tabuta 
çarpma seslerini duyan birkaç matemli, tabutun kenar tahtalarına 
çarpan naaşın temposuna uyarak ayaklarını yere vurmaya başlı­
yor. Kimileri bunu davul sesi olarak algılayıp bir çağrı hissediyor­
lar. Bir kas cinnetine kapılarak kollarını sallamaya başlıyorlar ve 
cenaze töreninin sonu dansa davete varıyor. Hiç kuşkusuz acının 
içlerini kaplamasına boyun eğmemek için, bilinçaltına itilmiş ya­
saklan alt ederek, kendinden geçişle kaçış yoluna kavuşuyorlar, 
düşünceleri matemin kederinden kaçıyor. Yüksek bir bunaltı dü­
zeyi gerçeklikle bağlarını kaybetmelerine yol açıyor. 
Toprak tepeciğin yarubaşındaki koca bir çukurun iki tarafın­
da, kürek tutmaktan avuçları nasır bağlamış iki kazıcı, ayaklan 
birbirine vurarak zıplayanların, boyunlarını bedenlerini döndü­
re döndüre dans edenlerin yaklaştığını görünce şaşırıyorlar. Bu 
tuhaf ve etkileyici sahneyle karşı karşıya kaldıklarına bir türlü 
inanamıyorlar. Artık geleceği konusunda derdi tasası kalmayan 
54 


mevtanın üstüne toprak atmaya başlayan adamlardan biri, bir kü­
rek sallayıp, "Ya . . . bulaşıcı hastalık tabuttan da geliyor ha!" diyor. 
Öbürü toprak yığınını küreklerken devam ediyor: 
"Dans eden kişi, ölse de hastalık bulaşhrıyor! Halbuki vebalı­
lar ya da cüzamlılarla uğraşırken, en azından işleri bitti mi biz de 
kurtulmuş oluyorduk." 
Sağ bıyık yukarı kalkıp soru işareti şeklinde kıvrılmış, sol bıyıksa 
ünlem işareti gibi dikilmiş; Andreas Drachenfels çalışma odasın­
da öğüt veriyor: 
"Tabutların içinde cesetleri kürkle sarmak gerekiyor ki kenar­
lara ve kapağa çarpmasınlar." 
"Nereden kürk bulacağız 
Ammeister?" 
"A 

ma, ama, ama . . .
55 


15. 
Kapalı çalışma odasında tek başına dolaşıp duran Strasbourg hü­
kümetinin başı, şiş göbeğini o duvardan bu duvara gezdiriyor. 
Sinir krizinin eşiğine varmış ve üstüne dar gelen kıyafetlerinin 
dikişleri gibi patlamaya hazır haldeki şehrinin göründüğü pen­
ceresini de kapamış. Drachenfels' in küçücük melon şapkanın içi­
ne sıkışhrılmış beyni karışıklık ve kuşku içinde, çünkü onu bir 
bölmeden alıp oturmayacağı bir tabureye götüren ağır ve sarsak 
adımları gibi ters gidiyor her şey. Kafesinde kafasını sallaya sal­
laya dolaşan sinir hastası bir ayı sanki, hiç durmadan dönüyor 
paslı menteşeler gibi gıcırdayan romatizmalı şişko dizlerinin üs­
tünde. Yumruklarım sıkmış, önce gölgenin içinden geçiyor, sonra 
acımasız bir günışığı huzmesinden, alhnda mor halkalar oluşmuş 
gözlerinde parlayan yaşlar, midesini bulandıran ve beynini ya­
kan kötü haberlerin mahşer borusunu çalıyor. Ağzında köpükler, 
kekeliyor. Dans eden görüntüler yakasını bırakmıyor, sadece uy­
kusuzluk ve kaygı içinde yaşatıyor onu. Bedeni kadar altüst ol­
muş zihniyle bütün bunlara nasıl bir anlam vereceğini bilemiyor. 
Müstahkem şehrinin insanları o derece tehlikede ki başkan ne­
fes nefese, terden sırılsıklam; bıyıklan asılmış da üstünden sular 
damlayan iki paspas gibi. Elinin tersiyle bıyıklarım siliyor ve göz 
altı torbalarım tavandaki kirişlere doğru kaldırıyor. Kirişlerde, 
lacivert zemin üstüne kıvrım kıvrım dökülen frizler halinde ser­
gilenmiş bitki motifleri var. Belediye başkam kafasını geriye at­
mış, ona Alsace'ta gökyüzünün yağmurdan sonraki görünüşünü 
hahrlatan bu derin maviye bayılıyor. Yeşermiş yapraklar, açılmış 
çiçekler, lezzetli meyveler ve semiz hayvanlarla dolu bu kıvrık­
dallan seyretmek ne mutluluk! Şurada, bira bardağından taşan 
ve sahici gibi duran köpük resmi Andreas Drachenfels'in ağzım 
56 


sulandırıyor. Fevkalade olmalarına rağmen bu kirişlere hiç özel 
bir dikkat yöneltmemişti şimdiye kadar, suyun kirliliğini, kilise 
adamlarının ahlakını, hava koşullarını, tedavisi imkansız hasta­
lıkları, açlığı ve Strasbourgluların adamı şaşkına çeviren dans 
çılgınlığını unutmak için kendini asmayı tasarlarken bakmışlı sa­
dece. Yoksa, ince ince işlenmiş süslemedeki işçiliğe bakınız hele, 
kuşkusuz biraz fazla sıkış lıkış ama süslemeler iyice seçilebiliyor. 
Kirişlerin araları öyle güzel ki sanki pazaryerindeki tezgahlara 
açılan birer pencere diye düşünülebilir. Nasıl da bir zenginlik ve 
ahenk başyapıtı. Göz kamaşlırıa. Belediye başkanı bir gün şehir­
de de bu kadar güzel şeyler görecek miyim acaba diye merak edi­
yor. Ensesi geriye katlanmış vaziyette, kiriş aralarındaki resimle­
re öylesine şaşakalıyor ki baş dönmesi dengesini bozuyor. Tekrar 
dengesine kavuşmak için önce bir topuğunu geri çekiyor, sonra 
öbürünü ileri alıyor, kollarını cambaz sırığı gibi iki yana uzatıp 
git gel yapmaya başlıyor. Kıçı sağa sola çalkalanıyor. Kalçasının 
salınımlarının genişliği bir o ayağının bir bu ayağının üstünde 
sallanmasına yol açıyor. Omuzları dalgaların hareketi gibi gidip 
geliyor. Dizleri sanki daha iyi. Şimdi olduğu yerde beklenmedik 
bir kıvraklıkla hareketleniyor. Resimli kirişlere sabitlenmiş ve ar­
lık bulanık görmeye başlamış gözbebekleriyle, gerçekliğin dışına 
kaçışı ona neredeyse vals yaptırıyor ve başkan kendini büsbütün 
unutarak dans etmeye koyuluyor. Karabasanlarından böyle mi 
kaçmayı umuyor acaba? İşte daha da hafifledi şimdi, sanki hava­
lanı verecekmiş gibi. Kolları bir iniyor bir kalkıyor. Esinle dolmuş 
bir balerin gibi tek ayağının parmakucunda dönüyor. Kendine 
özgü bir tempoyla el çırpıyor, sonra iyice zincirlerinden boşanı­
yor, tam o anda çalışma odasının kapısı açılıyor ve bir yardımcısı, 
"Ammeister, 
şu salgın konusunda kendi kendime diyordum ki 
acaba . . . " diyerek içeri giriyor. 
Secretarius' 
un cümlesi havada asılı kalıyor. Drachenfels lafını 
adamın ağzına tıkıyor, işaretparmağını kaldırıp emrediyor: 
"Gördüklerinizi sakın kimseye anlatmayın!" 
57 


O sırada, katedralin 
scriptorium'unda, 
bir zamanlar müstensih 
keşişlerin kitapları elleriyle yazdığı ama Strasbourg' a matbaanın 
gelişiyle gereksiz hale gelen bu yerde, çamaşır günü var . . . Bir 
kilise hizmetlisi, kocaman ahşap bir gerdelin içinde ayinde kulla­
nılan örtüleri suya basıyor - ayin sırasında kutsal Kan'ı korumak 
için kutsal kadehi örtmekte kullanılan ama şarap lekesi olmuş 
örtüler, kudas ayininden sonra ayini yöneten rahibin dudaklarını 
sildiği bezler, ayini yapanın parmaklarını sildiği bezler, İsa' nın 
son yemeğini ve keferiini simgeleyen sunak örtüleri, rahiplerin 
ayinde giydiği beyaz entariler, üstüne şarap kupası konan kutsal 
örtüler, rahiplerin ayinde kullandığı boyun atkıları, kutsal ekme­
ğin muhafaza edildiği dolaba örtülen Vosges keteninden örtüler. 
Bu beyaz kumaşların hepsi, sabun yerine kullanılan ve ünlü bi­
nanın derin kuyusundan çekilip getirilen buz gibi suya serpilmiş 
küllerin arasında çalkalanıyor. Şehirde bulunan tek temiz su bu, 
hem de en serini. İnsanların susuzluğunu gidermek için daha çok 
işe yarardı, ama olsun, öyle ham hayale kapılmaca yok . . . Yüce 
Tanrı' nın evinin de sınırları var yani. Elli iki yaşındaki piskopos­
prens Guillaume de Honstein, 
scriptorium' 
u baştan uca geçerken 
kilise hizmetlisinin önünde durarak, "Birazdan gelip durular, 
asarım," diye mırıldandığı koca gerdele dikkat etmiyor. Pisko­
posluğunun ana kilisesinin transeptinden iri ve sert adımlar­
la geçerken, bu uzun boylu kilise mensubunu biri durduruyor. 
Cemaatinden kadınların sütüyle yanakları her gün yıkanan ekşi 
suratlı Honstein' dan görüşme talebinde bulunmuş, sofu ve bilge 
bir adam, Kutsal Metinler uzmanı birisi. Daha yaşlı ve aksayarak 
yürüyen bu adam, sol kolunun alhnda Honstein'ı şaşırtan, kıvrıl­
mış bir kağıt tutuyor: 
"Nedir bu?" 
İç duvarları ahlakçı resimlerle kaplı bir odanın gölgelerle uza­
yan kemerleri alhnda, sorunun muhatabı yanıt veriyor: 
"Konutunuzun kapısına çivilenmiş olarak bulunmuş bir 
kağıt." 
58 


"Kim cüret etmiş?!" 
"Size güçlük çıkarabilecek birisi, piskopos hazretleri . . . " 
"Kimden söz ediyorsunuz, Drachenfels' ten mi?" 
"Hayır, Saksonya dükalığındaki karanlık bir keşişten söz edi­
yorum: Martin Luther. Geçen yılın sonundan beri papazlarda re­
form yapmak, hatta belki de yeni bir din kurmak istiyor." 
"Hadi bakalım!" 
"Bildirisini kitlesel olarak dağıtmak için Gutenberg' in yeni 
makinalanndan yararlanıyor; kiliselerin, manashrların, pisko­
posluk meclisi üyelerinin evlerinin kapılarına . . . sizin evinizin 
kapısına ... meçhul ellere çivilettirdiği bildiri, endüljans sahşını 
reddettiği doksan beş tezini içeriyor." 
"Bakayım." 
Katedralin o kısmında süzülen loş günışığında pahalı ipek 
kıyafetleri içindeki piskopos-prens rulo edilmiş kağıdı açıyor ve 
baştan aşağı göz gezdirirken numaralandırılmış doksan beş tez­
den bazılarını tane tane okuyor: 
6. 
Papa'nın Tanrı adına günahları ba
ğ
ışlama yetkisi yoktur. * 
Honstein tek kaşını havaya kaldırıyor. 
1 1 .
Kanonik cezanın Araf cezasına dönüştürülmesi, açıkça piskopos­
lar uykudayken deliceotu ekilmesi anlamına gelir. ** 
Yüce rahibin dudaklarına bir sırıhş yayılıyor. 

"Papa, Tanrı tarafından bağışlandığını ilan edip buna şehadet etmedikçe 
veya kendi yetkisine bırakılan durumlar haricinde (ki bağışlama hakkı ta­
nınm
adığında, suç bağışlanmadan kalacaktır), hiçbir suçu bağışlayamaz." 
(Martin Luther, Doksan Beş Tez, çev. C. Cengiz Çevik, Türkiye İş Bankası 
Kültür Yayınlan, 
2. 
Basım, Mart 
2018, 
İstanbul, s. 
9) 
** 
Agy, 
s. 
10. 
59 


24. 
Bu nedenle insanların çoğu, kaçınılmaz bir şekilde, ayrım gözet­
meyen, bu muazzam cezadan kurtulma vaadiyle kandırılıyor. * 
Guillaume de . . . tebessümünü bashrıyor. 
43. 
Hıristiyanlara; fakire yardım edenin veya ihtiyacı olana ödünç 
verenin, lütuf satın almaktan daha iyi bir amel işlediği öğretilmeli. 
45. 
Hıristiyanlara; muhtaç birini görüp de lütuf için ayırdığı parayı 
ona vermeyi reddedenin, Papa 'nın endüljansını değil, Tanrı 'nın gazabı­
nı satın aldığı öğretilmeli. ** 
50. 
Hıristiyanlara; Papa 'nın, lütuf vaazlarının haraçlarını bilsey­
di, Aziz Petrus Bazilikası 'nı kuzularının derisi, etleri ve kemiklerini 
kullanarak inşa etmektense onun yanıp kül olmasını tercih edeceği 
öğretilmeli. *** 
"P"h " 
o . . .
66. 
Bu yüzden endüljans hazinesi, şimdi insanların servetinin balık 
gibi avlanmasında kullanılan bir ağdır. **** 
Piskopos tam "Yalan değil," sözü ağzından çıkacakken kendini 
tutuyor. Tezlermiş, uğraşacak bir onlar mı kaldı diye çoğunu hiçe 
sayıyor zaten. Seksen altıncıya varıyor: 
86. 
Niçin serveti, zengin Crassus 'un servetinden daha büyük olan 
Papa, biricik Aziz Petrus Bazilikası 'nı kendi parasıyla değil de, inançlı 
fakirlerin parasıyla inşa ediyor? 
Piskopos, "Bu keşiş hepten delirmiş! Tamam, bu kadar yeter, 
okuyacağımı okudum," diyerek kağıdı, Kutsal Metinler uzmanı-
* Agy, 
s. 
12. 
** Agy, 
s. 
16. 
*** Agy, 
s. 
17. 
**** Agy, 
s. 
19. 
60 


na geri vermek üzere tekrar rulo yapıyor. Uzman yorum yapma­
ya kalkışıyor: 
"Bir şeyin doğuşuna tanıklık ettiğimizi hissediyorum . . . Ka­
tedralin çevresinde kötü bir rüzgar esiyor." 
Kutsal emanetlerden yana pek zengin olan şehirde (araların­
da Bakire Meryem'in bir damla sütü de var, acaba nasıl alındı da 
saklandı diye merak edilebilir . . . ), süt damlasının gerçek olduğu­
nu iddia eden piskopos Martin Luther'in muhtemel başarısına 

ınanmıyor: 
"Geleneksel kurum bu dogma reformunun gelişini reddede-
cektir." 
"Seçme şansı olacak mı?" 
"Peki ama Saksonya'nın Lülü'sü ne istiyormuş tam olarak?" 
"Sözleriniz iyi amellerinizin damgasını taşısın ve erdemlerini-
zin tanıklığıyla desteklensin istiyor." 
"Vay canına!.." 
Renkli vitrayların ışığında, "Dikkat buyurun, piskopos haz­
retleri," diye üsteliyor yaşlı ve bilge adam. "Çoğu kişiye uzun 
gelen ve pek muteber görmedikleri piskoposluğunuz sırasında, 
onun Reform'u Strasbourg şehrine sızıyor, ileri karakollara ses­
sizce yerleşti bile. Tıpkı geçen baharda, gün ortasında gökte tek 
bulut yokken katedralin tepesine yıldırım düşüp de kuleden ine­
rek koro yerine kadar ulaşbğında ve uğursuzluk diye düşünüle­
bilecek epey hasara yol açbğında olduğu gibi." 
Gerçekten muazzam boyutlardaki kibriyle piskopos-prens bu 
uyarıları çürütüp bezgin bir iç çekişle noktayı koyuyor ama mu­
hatabı ısrar ediyor: 
"Aç kalan cemaati kurnazca söylenmiş yalanlarla ve bol bol 
ağız kalabalığı yaparak dolandırdığınız için suçlanmıyorsunuz 
sadece, ölülerini sokaklarda bıraktığınız için de suçlanıyorsu­
nuz. Dans eden köpeklermiş de rastgele ölüp kalmışlar sanki, 
daha da beteri, sizse merhamet edip bir zahmet gömmüyorsu­
nuz bile onları." 
61 


"N' olmuş, bu mezarsız ölüleri örten koca gök var tepelerinde. 
Yıldızlarla dolu engin bir gök.kubbeden daha güzel örtüyü nere­
den bulacaklardı?" diye karşılık veriyor piskopos ve ayak bilek­
lerini tuhaf bir şekilde oynatarak uzaklaşıyor. 
Piskoposun gidişini seyreden Kutsal Metinler uzmanı, "Ba­
caklarınız mı ağrıyor?" diye soruyor. 
"Asla," diyor yüce papaz ve geldiği yere doğru dönüp 
scriptorium'u 
ters yönde katetmeye hazırlanıyor. Ama arkasından 
kapıyı kapahp sürgüleri çeker çekmez Honstein'ın omuzları dört 
bir tarafa doğru oynamaya başlıyor, ayak bilekleri adamı zıpla­
maya zorluyor, cüppesinin altında sekiz çizen dizleri boyun at­
kısını dalgalandırıyor, kalçaları fır dönüyor ve piskopos deli gibi 
dans etmeye başlıyor, bir yandan da sövüp sayıyor: 
"Oo, eski püskü Kutsal Kitaplar'daki Tanrı'nın canı cehenne­
me, Bakire Meryem' in ayı halleri aşkına, bu yeni ilahiyat hem ta­
rım vergilerinin, endüljansların, kilise vergilerinin, hem de Stras­
bourg ve karları üstündeki egemenliğimin sonu demek!" 
Böyle bir geleceği tasavvur etmek piskopos-prensi artık 
hakim olamadığı bir vücudun zincirlerinden boşanmış dalgala­
rına teslim ediyor. Bu vücudu bir türlü durdurmayı becereme­
yince, kendini geriye bırakıyor ve ayin örtüleri ve buz gibi suyla 
dolu gerdele giyinik vaziyette giriveriyor. Dı dı dı dı, ayılhyor in­
sanı! Honstein' ın kıçı önce leğenin dibine vuruyor, kafası kabar­
cıklar çıkararak yüzeyde beliriyor, tepesi yuvarlak hraşlı kafanın 
tam ortasına bir ayin örtüsü takılı kalmış, halka şeklinde kesilmiş 
saçlar alna, şakaklara, enseye yapışmış. Dizlerinin arkasındaki 
çukurluklar meşeden yapılma teknenin kenarına dayalı, hem 
baldırlar hem ayak bilekleri sarsılmaya devam ediyor. Honstein 
soğuk su banyosunu etkili bir tedavi olarak görmek istiyor. Vü­
cudunun üst kısmını sunak örtüleri arasında suya daldırıyor ye­
niden, bir an soluk almak için sudan çıkarken örtüler de adamın 
omuzlarına takılıp çıkıyor. Çamaşır tozu görevi gören küller, o 
62 


pek Katolik yerel despot surahndan gri gri, yol yol akıyor. Buz 
gibi soğuk suya yerlere taşıra taşıra batıp çıkmaya devam eden 
papaz hazretlerinin düşüncelerindeki ateş sonunda biraz sönme­
ye yüz tutuyor. Yavaş yavaş paniğini yahşhran piskopos yeniden 
suya dalıyor, çevresinde yüzen ayin giysilerinin, papazın ayinde 
ellerini kuruladığı havluların, ayin dolabı örtülerinin arasında 
uzun süre kalıyor. Keşke piskopos yüzeye hiç çıkmasa, papalığın 
pis sularında boğulup gitse! 
Şimdi, eylül başı gölgelerinin Jeu-des-Enfants Sokağı'ndaki ev­
lerin üstünde uzadığı şu saatlerde, kapalı kapılar ardında aile­
ler çoluk çocuk dansa vermiş kendini. Meydanlarda, avlularda, 
müstahkem şehrin yollarında devriye gezen askerler belediye 
talimatına uyulmasını sağlıyor. Cesaret toplayarak açık pencere 
pervazlarında iki gerdan kırıp popo sallamaya gelen itaatsizleri 
mızraklarının ucuyla evlerinin içine itiyorlar. Askerler pencere­
lerden içeriyi görüyor, evde dans edenlere, oynamak için ma­
saların, kanepelerin üstüne sıçrayanlara tanık oluyor. Masalara, 
kanepelere sıçrayanların çoğu kafasını tavan kirişlerine çarpınca 
müzik yasağına rağmen av borusu gibi kuvvetli bir yaygara ko­
parıyor. Kimileri sobanın üstünde dikilmiş ölüyoruz diye deliler 
gibi çığlık atıyor; bir ahşap baskı tabelasının dibinde, renkli cam 
karoların arkasında, Enneline Troffea'nın narin silueti durmama­
casına hareket ediyor. 
Gerdek yatağının yakınındaki koca sandığa oturmuş kocası 
sarışın karısına doğru kaldırıyor bakışlarını. Melchior, boş beşi­
ğin yanında kederini terk etmeden şilteye çıkıp dans eden genç 
annenin taşkınlığına üzülüyor. Özenli sanatçı karısının saçlarını 
örmüş gözüne girmesin diye. Genç kadının yara bere içindeki ba­
caklarının alt kısmını da bezlere sarıp sarmalamış, öyle ki bu cılız 
bebek katili sağa sola sakar bir adım atınca ya da kendi ekseni 
etrafında dönünce ayakları fil ayaklarıymış gibi görünüyor. En­
neline dudaklarını aralamıyor bile, ama aşık kocası mutlu günle­
re ait eski gravürlerin çoğunu çiğneyip yiyor kadının karşısında. 
63 


Şenlik yapan kalabalıklar, düğün sahneleri, geleneksel giysilerle 
kutlanan bayramlar matbaa mürekkebinden kararan dişlerinin 
arasında balçık gibi olmuş dönüp duruyor. İçi pis su dolu bir ka­
lay maşrapayı alıp dudaklarına götürüyor, içiyor, sonra da vaftiz 
çanağının yansımasında sevdiği kadının belinin biçimsizleşen, 
uzayan, sıkışan kavisini seyrediyor. Elindeki madeni eşyayı ye­
rine koyuyor, kağıttan öğününü bitiriyor akşam olurken, hala 
karısını seyrediyor hayran hayran, böyle dans etmek için kişinin 
içinde yaman bir kargaşa olsa gerek diyor kendi kendine. Zaten o 
da . . . bacaklarında aşağıdan yukarı yeni karıncalanmalar, omuz­
larında da minik sarsıntılar hissediyor. Bu durumdan endişeleni­
yor, salgının hala kıpırdanıp duran 
ilk hasta' 
sının önünde paniğe 
kapılıyor. Melchior'un kalçaları şimdi sağdan sola dalgalanıyor. 
Başına geleni kavrayıp çabucak ayağa kalkarak tepki gösteriyor: 
"Hayır, hastalanamam ben! Enneline'e yardım etmek için ak­
lım başımda olmalı!.." 
Koca sandığın kapağını kaldırıyor, ağır matbaa makinesini ilk 
yerleştirileceği zaman zemin kattaki gravür atölyesine kadar çek­
mekte kullandığı iki uzun zinciri çıkarıyor. 
"Dans yasak! .. " 
Poposunu yeniden sandığın kapağına koyan kaba ve sarsak 
sanatçı kımıldayan ayak bileklerini bitiştirip zincirle sıkıca bağlı­
yor, zincir yavaş yavaş, önce titreyen baldırlarını, sonra da, daha 
yukarıda, birbirine yapıştırdığı ama dört bir tarafa kaçmaya ça­
lışan dizlerini sarıyor. Zar zor da olsa, Melchior zinciri mümkün 
olduğunca iyi tutmak için halkalardan birinin içinden geçirmeyi 
başarıyor. Zincirin bir ucu sarkıyor. Güçlükle nefes alan Melchior 
terliyor, boğuluyor. Bacakları artık kıstırılmış vaziyetteki gravür­
cü 
ikinci zinciri alıyor, aynı şeyi kollarına da yapmaya çabalıyor, 
kaburgalarına yapışık dursunlar istiyor ama bu iş daha zor çün­
kü iradesinin dışında kıpırdıyor, yukarı kalkıyor, iki yana açılı­
yor, her yöne hareket ediyor kolları, adam da kendini ikna etme­
ye çalışıyor bu sırada: 
64 


"Dans yasak!" 
Gravürcünün bir tek boynu durmaksızın kıpırdamaya baş­
ladığında, eklemleri mahvolan karısı gerdek yatağının dışına, 
küçük bebek döşeğine yığılıyor, kırılıp patlayan minik yataktan 
etrafa parçalar saçılıyor. Döşemenin uzun tahtaları üstündeki 
ince ve hafif beşikte, pişmanlıkla özlenen bir gölgenin kalınhları 
var arhk sadece. Kaderi çok kısa bir yıkınh, bir enkaz bu, Troffea 
çiftinin en büyük kederi. Bedensel acılara duyarsız gibi görünen 
ve az rastlanır cinsten bir çeviklikle hareket eden Enneline tekrar 
kalkıp dansa başlıyor, benliğinin en derinlerine gitmeye koyulu­
yor; kocası ise, kollarını gövdesine yapışık vaziyette zincirlemeyi 
başarmış, sıkılı avuçları içinde, hareket etmesini engelleyen çift 
kat zincirin uçlarını tutuyor. Biri olduğu yerde dönüp duran, 
öbürü de kıskıvrak bağlanmış bu iki kişi, çocuklarının ölümün­
den sorumlu (bir görmek gerek . . . ) bu iki insanın görünüşü, ki­
mileri (ders verenler) onları gülünç bulup odanın ansızın çöken 
loşluğunda onlarla alay edecek ve şu zavallı katillere dil çıkara­
cak olsa bile, çok üzücü. 
65 


16. 
Katedralin yegane çan kulesinin tepesinde, gece, hpkı ikinci ku­
lenin sahanlığındaki gözcü gibi soluklanıyor. Şehrin ta tepesinde, 
bir Türk istilasının beklentisi ve kaygıları içinde, inek gözleriyle 
etraftaki karanlığı gözetliyor, şehre hücum eden Osmanlı ordu­
sunun meşalelerinin ışıkları, adeta ufukta güneşin doğuşu gibi 
şu taraftan mı yoksa bu taraftan mı gelecek diye gözlüyor. Kızıl­
derili çadırı şeklinde yerleştirilmiş kirişlerden oluşan bir iskele­
tin tepesindeki çatlak 
Tüerkeglock'un 
yanı başında, uyarı işaretini 
vermek üzere elinde çekiçle hazır bekleyen gözcü, boşluğa dik­
tiği gözlerini ara sıra gökyüzüne kaldırıyor. Gökte kuş yok, esen 
meltemde 
Ave Maria 
yok arhk. Uyku serpiştirilmiş sersem öküz 
suratlı gözcü, tükürüğünü yutarken yıldızları içiyor kana kana. 
Ölmeden göklere yükselmek demek bu onun için. Arhk sadece 
ikaz işaretleriyle yaşayan aşağıdakileri uyarmaya hazır bekleyen 
adam, Strasbourglu ruhlara korku salarak şeytani amaçlara sa­
pan yıldızların alhnda, göksel karanlıklar ile yerdeki insanların 
umutsuzluğu arasında göğü sorguluyor. Gözbebekleri gecenin 
hayaletleriyle dolu gözcü gözkapaklarını ne kadar açarsa açsın 
Türkleri görmüyor, ama şafakta . . .
Şehrin dinginleşir gibi göründüğü, hayahn pencerelerde ye­
niden 
b
e
l
irdi
ğ

vakitte, göğün bir köşesi kapı gibi açılıyor ansızın 
ve gözcünün gözleri de faltaşı gibi açılıp sağa sola dönmeye baş­
lıyor birdenbire. Günün renklendiği bu kanlı pazaryerinde, aşa­
ğıdaki vadi bir katliamın yansımalarıyla kızıla dönüyor. Zavallı 
gözcü cehennemi görüyor, tozu dumana katarak geri gelen bir 
ordunun karalhsını fark ediyor. 
Öy
lesine şaşkına dönüyor ki ma­
alesef anlaşılmaz sesler çıkarıyor. Işık ve teselli getireceği sanılan 
o vakitte gözcü Cehennem'i duyurmak için ileri ahlıyor. Çekicini 
66 


vura vura 
Tüerkeglock'u 
avaz avaz çınlatmaya çalışıyor. Ama çı­
kan ses ne büyük hayal kırıklığı: 
"Dank dunk dınk." 
Çatlak olduğu için çan çalmıyor. Hiç çınlamıyor. Sahanlıktaki 
gözcünün sürati hiç işe yaramıyor, oysa Strasbourg'un askerleri­
ni çabucak seferber edeceğini, onların da Türkler her tarafa yayıl­
masın diye hemencecik sokakları keseceğini hayal etmişti. 
"Dank dunk." 
Hüsrana uğrayan gözcü bu sefer ellerini megafon gibi ağzına 
götürüp aşağıdakilere seslenmeye karar veriyor ama belki de ne­
fesi hkandığı için sesi öyle cılız çıkıyor ki sözlerinin anlaşılabilir 
tek hecesi bile şehrin sokaklara ilk çıkan sakinlerinin kulaklarına 
ulaşmıyor. Her şeye rağmen, iki herif, gaklamaya benzer bir ses 
duyduğunu sanarak bakışlarını gözcüye doğru kaldırıyor; ada­
mın beti benzi atmış, korkulukların kenarında, kocaman gülbe­
zeğin üst tarafında, iç içe geçmiş yüzlerce aziz, günahkar ve iblis 
heykeli arasında çırpınıyor. 
"Ne diyor şu adam? Hiçbir şey anlaşılmıyor!" 
"Dilsiz olsa gerek, sağır herhalde . . . " 
"Kuleye sağır birini koymayı hangi hıyar akıl etti acaba?" 
Gözcü umutsuzca sesli harfleri böğürerek "E-i-o-aaa! E-i-o-
aaa!" diye çabalayıp duruyor. 
İki tipten biri, "Geliyorlar mı?" diyerek anlamı çözmeyi başa­
rıyor. "Kim geliyor peki?! Türkler mi?" diye endişeleniyor, uzun 
bıyıklarını burar gibi yapıp ürkütücü tavırlar takınıyor. 
Ta tepede, düşsel yarahkların taştan tasvirleri arasında, kendi 
de yarı insan yarı dana suratlı gözcü, kafasını peş peşe sallayarak 
adamı tasdik ediyor. 
Dört bir 
yanda bir şey arar gibi görünen ikinci meraklı, "Ne 
taraftan geliyorlar?" diye telaşlanıyor. 
Gözcü güneye dönerek, "A-a! A-a!" diye işaret ediyor, o yöne 
dikkatle baksa da hiçbir şey göremiyor. Türk ordusu gözden kay­
bolmuş. Aslında rüzgarın sürüklediği ve çorak tarlaların üstün­
de yükselen bir toz bulutundan başka bir şey değildi gördüğü. 
67 


Ama gözcü bunu dörtnala giden binlerce nalın kaldıracağı toz 
bulutuyla karıştırmıştı. Bozum olan gözcü, söylediğini tekzip an­
lamında, kollarını ortadan yanlara doğru defalarca indirip indi­
rip kaldırıyor. Parmaklarıyla da, güneye doğru, adeta Osmanlı 
ordusuna güle güle der gibi öpücükler gönderiyor. Aşağıdaki 
adamlardan biri, bir anda içi rahatlayıp gözlerini 
Tüerkeglock'tan 
ayırıyor ve arkadaşına şaka yapıyor: 

"Sana Fransızca bir bilmece sorayım: Alsace'taki hangi kilise­
nin 
üç kulesi ve iki yüz çanı var?* Bilemedin mi? Ebersmunster 
Kilisesi, çünkü onun üç kulesi var ve ikisi çansız. E biraz gül is­
tersen, mizah demek gülmek demek yahu . . .

Katedralin oya gibi işlenmiş, zarif, hafif ve saydam okunun 
karşısındaki gözetleme mevkisinden bakan gözcü, sabahla birlik­
te doğuda, uzaklarda Kara Orman'ı yeniden görüyor şimdi. Batı­
da, peş peşe taşkınlarla kıyıları mahvolmuş vahşi ve kaprisli Ren 
Nehri'ne bakarken yüzünü buruşturuyor. Baharda inanılmaz 
derecede yükselen sular Kuzey denizine çıkmadan önce nehrin 
üstündeki son geçit noktası olan köprüyü yıkıp sürüklemiş ve 
oradan geçiş ücreti alan (ayakbastı parası büyük bir gelir kayna­
ğıydı) Strasbourg için ekonomik bir felakete yol açmıştı. Gözcü, 
ortaçağ kuleleri ve burçlarıyla etrafını saran surlara doğru indiri­
yor bakışlarını. Bunca muhafız el ele tutuşup 
tresque 
yapmasaydı, 
bu surlar güvenliği sağlayacaktı. İnsanoğluna özgü kaygıların ta 
tepesinde, Hıristiyanlığın bir zamanlar en güzel kenti olan, çev­
resinden ve içinden birçok kolların geçtiği bir nehre sahip olma 
şansını taşıyan ama şimdi benzersiz felaketlerin pençesinde bu­
lunan bu kentin yukarısında, sağır gözcü, katedralin dibindeki 
kaldırım taşı döşeli sokakları, sayısız bacayı, hamamları, birkaç 
şatafatlı evi, sayılan çok fazla olan kiliseleri ve manastırları in­
celiyor. Her şeye en küçük ayrıntısına kadar bakarken, Jeu-des­
Enfants Sokağı'nda, fıçılar arasından çıkan iki silueti görüyor. 

Fransızcada "iki yüz" anlamına gelen "deux cent" deyişinin telaffuzunun 
"ikisi çansız" deyişinin bir kısmıyla aynı olmasından faydalanılarak yapı­
lan bir kelime oyunu. (y.h.n.) 
68 


1 7. 
Attale ve Jerôme Gebviller evlerinin önünde dans ederken par­
maklarından, yanaklarından, burun kanatlarından parçalar düşü­
yor. Ellerinden geriye ne kaldıysa onlarla el ele tutuşmuş bu çift 
her düşsel ana seke seke yürüyüşleriyle bir işaret koyuyor, çürü­
müş etin pis kokusunu yayıyor etrafa. Yüzlerindeki, kollarındaki, 
bacaklarındaki kabarcıklar, püstüller ve ülserler Attale'in eve yi­
yecek diye getirdiklerinden kaynaklanmış. Frengililerin ve veba­
lıların boku organik gıda sayılmaz. Karı kocanın vücutları dehşet 
ve tiksinti uyandıran hastalıklarda eriyip gitmiş. Herkes onlardan 
uzaklaşıyor. Cüzamlılar bile onlardan sakınıyor, çıngıraklarını gi­
dip daha uzakta çalıyorlar. Kafalarını umutsuzluğun yaraları ke­
mirmiş bu iki insan, mutsuz bir hikayenin nasıl başından sonuna 
doğru gidersek Jeu-des-Enfants Sokağı'nı da baştan sona yürür­
ken acınası kaderlerinin kanaviçesini işlemeye devam ediyor. 
Yolun ucunda, elinde arbalet, belinde sadak taşıyan bir aske­
rin yanında çıplak gövdesiyle duran yüzbaşı Gensfleisch, dansla­
rını ve bulaşıcı hastalıklarını etrafa yayan Gebviller'lerin geldiği­
ni görüyor. Yüzbaşı yardımcısına emrediyor: 
"Dışarıda tepinmek yasak. Durdurun şunları." 
Gözleri faltaşı gibi açılmış asker, hareket halindeki çiftin etra­
fını 
saran sonra da havalanıp yere düşen askerleri görünce, ko­
mutanına şöyle karşılık veriyor: 
"Yok ya! Siz buyrun yüzbaşım! Gidin de ellerini tutun ama 
dikkat edin de elinizde kalmasın. Benim yerime de bir öpücük 
verin şunlara!" 
"Emre itaatsizlik ha?" 
"Bana sorarsanız zaten Türklerle başım hoş değil, ama şu iki­
sine ölsem dokunmam!" 
69 


Yüzbaşı durumu kabullenmek zorunda . . .
"Peki, öyleyse bize iki diren bulun. Şunları buradan şutlamamız 
gerek. İstikamet, surların dışında Kızıl Kilise'nin Miskinhane' si." 
Attale ve Jerôme pek iyi durumda olmasalar da sağır değiller. 
Toplumsal açıdan ölüm fermanlarının verildiğini gayet güzel anla­
dılar. Anladılar ama umurlarında değil. Dilsiz bir bakış var ikisin­
de de, ruhları kucaklaşıyor, kadın cesaret edip gölgesini kocasına 
asıyor. İki askerin, özellikle veba -Kara Ölüm- bulaşmasın diye, 
direnlerin metalik uçlarıyla rüzgarda temkinli bir şekilde dürtük­
lediği karı koca, birlikte, birer cin gibi hoplaya zıplaya ilerliyor. 
Cronenburg kapısından geçince Jean Gensfleisch kovulan çifte 
yüksek sesle açıklama yapıyor: 
"Etrafında hendek olan, barakaların bulunduğu şu çayırda, si­
zin gibi devası olmayan hastalar kızıl tahtalardan bir şapelin kar­
şısında kaynaşıyor, görüyor musunuz? Son günlerinizi geçirmek 
üzere oraya gideceksiniz. Ailenizin diğer üyeleriyle, o bölgeyi çev­
releyen çayırlarda kollarınızı bacaklarınızı adamakıllı sallayarak 
temasa geçebilirsiniz. Var mı ailenizden birileri?" 
"Vardı." 
"Tamam, biz Miskinhane'ye daha fazla yaklaşmıyoruz. Ama 
siz sağa sola sapmadan dümdüz devam edin, sakın geriye de dön­
meyin yoksa hiç acımadan okla vururuz." 
Madam ve Mösyö Gebviller, paçavralar içinde per perişan, be­
yinleri çürük armuda dönmüş, dansın coşkusunu taşıyan enkaz 
halindeki vücutlarıyla, dertlerine dert kablmış olarak, gözlerinde 
nemli sislerle ilerliyor. Attale'in kaba kumaştan elbisesinin etekleri 
denizin gitgeli gibi salınıyor, Jerôme ise gözlerini deviriyor, kafası­
nı oynabyor, dudaklarından salyaların sündüğü virüslü ağzından, 
eşek gibi anırarak gülen karısına şu sözler dökülüyor: 
"Zamme! Mir 
g
ehn uffs schiff." 
(Beraberce! Aynı gemide gidiyoruz.) 
Hem beyin hem vücut açısından kargaşa içinde, haritaya ge­
rek duymadan tarlaları geçiyorlar, hpkı sızan suyun şehirden çıkıp 
gittiği gibi. 
70 


18. 
"Bayram mı bugün?" 
Tüten bir lambaya üfledikten sonra, Strasbourg piskoposu 
dar bir odadan çıkıyor ve katedralin orta sahınının arka tarafın­
da beliriyor; yanında, Luther'in Reform'unun iktidara yükselişi 
konusunda onu uyaran, ileri gelen bir din adamı var. İkisi de, ey­
lülün sıradan bir pazar günü olmasına rağmen, cemaatten ayine 
saatinde gelen bunca insan olduğunu görünce çok şaşırıyor. Şehir 
halkı, üç büyük kapının aziz tasvirlerinin arasından geçerek, dört 
bir yandan akın ediyor. Sayıları durmadan arhyor. Şimdi tonoz­
ların alhnda sayılamayacak kadar kalabalık oldular. Tıpkı domuz 
yağı kokusu bumunu gıdıkladığı zaman olduğu gibi, piskopos 
kendisine eşlik eden din adamının yanında neşeleniyor: 
"Baksanıza ey dini bütün bilge şahsiyet, biri doğmakta diğeri 
de ölmekte olan iki dünyanın eşiğindeyiz diyordunuz, kuruldu 
kurulalı katedral bu kadar çok müminle dolup taşmamışhr!" 
Uzun burnunun ucu melek poposu şeklinde olan piskopos, 
kurdunkilere benzer dişlerini gösteriyor: 
"Bugün herkes kendine ait söyleyecek bir sözü olsun, serze­
nişte bulunsun, bumunu her yere soksun istiyor, ama sonuca ba­
kın hele. Muhterem peder, değirmencinin eşeği viyola çalmakta 
ne kadar maharetli olursa siz de Kilise'yi yönetmekte o kadar 
maharetli olurdunuz!" 
Hakarete uğrayan ihtiyar, nezaket yüklü bir tevazuyla hiç 
karşılık vermiyor -sabır asabiyeti yumuşahr- ama düşünmüyor 
da değil tabii, hpkı gizli gizli tüten, unutulmuş bir buhurdana 
benziyor; bu sırada orta sahın, güzel Leiden kumaşlarından giy­
silere bürünmüş birtakım insanların yanı sıra, lacivert ya da gri 
çadır bezinden geniş gömlekler giymiş zayıf insanlardan bir ka-
71 


labalıkla da dolmaya devam ediyor. Dua sıralarının bulunmadığı 
yer döşemesinde, upuzun burunlu ayakkabılar serbestçe gezini­
yor; Honstein' a (Para Küpü Hazretleri) ödedikleri yabana alıl­
mayacak bir ücret karşılığında doğrudan katedrale gömülmüş 
zengin Strasbourgluların mezarlarının etrafında dolaşan, sert 
tahta tabanlı pabuçlarla ve birçok tahta çarıkla karşılaşıyor. Ser­
vet sahibi kıskanç müteveffalar, babalarını pek bilmediklerinden 
annelerinin birer küçük tasvirini mermere nakşettirmiş. İğnenin 
yaratlığı motif İsa'nın çektiği eziyeti hahrlatlığı için kanaviçe iş­
lemeli giysiler giymiş sofu kadınlar, vaftiz kurnasının başında, 
şu kavurucu sıcakta serinlemek için yüzlerine su serpmiyorlar­
sa defalarca haç çıkarıyorlar. Giysilerinin kırmızıya boyanması, 
rengi iyice otursun diye, bir Pater ya da bir Ave Maria boyunca 
sürmüştür. Bu mübarek kıçlara yakından bakılsa bazı hileler de 
görülebilirdi. Piskopos, kürsüsüne çıkıyor. 
Guillaume de Honstein vaazlarını, her pazar, Büyük Perhiz 
günlerinde ve istisnai olaylar sırasında, bir sütuna yaslanmış, 
dantel gibi işlenmiş şu taştan veriyor. Sesi orta sahında çınlıyor. 
Herkes onu dinlemek, konuşmasına hayran kalmak zorunda. 
Cemaat inanılmaz kalabalık olduğuna göre -adeta bütün Stras­
bourg halkı bu pazar günü saat on birde burada buluşmaya karar 
vermişti- piskopos etkisinden emin, herkesin vaazlarını dinle­
mek istediği bir star sanıyor kendini, oysa ne doğru dürüst rahip­
lik pratiği var ne de ruha şifası, vaaz verirken milleti uyutuyor. 
Kürsüye çıkan merdivenin dibinde, ihtiyar din adamı endişeli bir 
havayla cemaati gözlemliyor, ama piskopos zerre umursamıyor 
arlık dini bütün bu bilge şahsiyeti. Bütün kanaryalar gibi şarkı­
sına devam ediyor. Öncelikle parasal inançlarına uygun olarak, 
birçok açıdan düşmanca bir tavır sergiliyor - endüljanslan öde­
me konusunda gayretsizlik, kendisi için mahvedici Reform giri­
şimi vs. Tensel meseleler hakkında alıp tutmaya başlayınca, kala­
balıktan biri alçak sesle dalga geçmeye kalkışıyor: 
"Eğer herkes bunun gibi yapıp, manaslırdaymışçasına aba gi­
yecek olsaydı, çocukları kim dünyaya getirecekti?" 
72 


Cemaatin günlük yaşamını iyileştirmekten ziyade kendi imti­
yazlarını savunmakla meşgul olan piskopos, görevini kalpsiz ve 
merhametsiz bir biçimde sürdürüyor, erkeklerle kadınları aynı 
kefeye koyuyor, buhur kokuları içinde, hiç kimsenin anlamadı­
ğı Latince cümlelerle devam ediyor. Cemaatten birçokları dalgın 
dalgın kafalarını havaya kaldırıp kenarlardaki çiçek tasvirleriyle 
oyma dallara bakıyor. Solgun bakışlı fildişi bir tanrının karşısın­
da, şaşkın sevinçler ve gizemler içinde, iyi kalpli faniler bir şey 
olmasını beklerken sabırla sıkılıyor gibiler. 
Ama Guillaume de Honstein bir işaret vermek için aniden 
yüzüklü parmağını kaldırıyor, o zaman katedralin orgunun üç 
klavyesinden birinin tuşlarına basılıyor. Uzun bir tını çıkıp ya­
yılıyor . . . Parmakların son boğumları piyano çalar gibi geziniyor 
cemaatin kalçaları üstünde. Orgcunun bir ayağı pedala basıyor 
vargücüyle. Tiz bir ses cemaatin omuzlarında sarsıntılar başla­
tıyor. Bir ezgi yerleşiyor. Ayine gelenlerin kalçaları dalgalanıyor. 
Hadi bakalım, bir ilahi. Evet bir 
flash mob! 
.. * Kocaman vitraylar 
döşeme taşlarının üstüne dalga dalga renk boca ederken yobaz 
kadının biri ayaklarını birbirine vurup sıçrayarak dansa başlıyor 
ve dans bütün vücudunu ele geçiriyor. Kadın büyük bir üzün­
tüye gark oluyor çünkü çok geçmeden inancına halel geleceğini 
sanıyor, elbisesinde haç çıkardığı noktalardaki işlemeler patlayıp 
sökülüyor. Bacakları kalçalarına kadar ortaya çıkıyor, soytarıları 
hatırlatan halkalar çiziyor. Notalardan fırtınalar, kasırgalar sarsı­
yor katedrali. Gökkuşağı kırılıyor, kar bükülüyor, deniz derleni­
yor, herkes dua sıralarının aralarında dansa koyuluyor. Patlatın 
bir 
Magnificat! 
Bu çirkin kabus dur durak bilmiyor, köpürüp ku­
duruyor. Bütün hasta müminler aynı galvanik akıma kapılıyor. 
Papazlar sütunların arkasında diş gıcırdatıyor. Ve birdenbire bu 

Flash mob 
birbirini tanımayan bir grup insanın İnternet üzerinden, e-posta 
veya sosyal ağlar vasıtasıyla daha önceden belirlenen yer ve zamanda, yine 
önceden kararlaşhnlan, amacı genelde eğlence olan bir eylemi gerçekleştir­
dikten sonra dağılmaları esasına dayanan bir sosyal aktivitedir. (ç.n.) 
73 


piskoposluk bölgesinin ana kilisesinin içi şimşeklerle, çahrhlarla 
ve tantanayla göz kamaşhrıyor. Kırlangıç yuvası gibi ta tepeye 
asılı duran büyük org -yeşili, kırmızıyı, maviyi ve alhn yaldızları 
birbirine kanşhran rengarenk bir org kasası- iki bin borusundan 
borazan, zil, flüt, kornet, obua sesleri üfleyerek ayakların kıpır­
danmasına yol açıyor. Birçok mümin, kelebeğin kozasından çıkı­
şı misali kabuktan çıkmak için danstan medet umuyor. Bazıları, 
hpkı savaştan dönen bitkin askerler gibi aklını oynahyor. Kah bir 
demirhane ateşi gibi kasvetli, kah çocukluktaki bir bayram gibi 
hafif sesler çıkıyor, iç çekişler ve iniltiler, çığlıklar ve hıçkırıklar 
var hep. Trance müzik festivallerindeki gece kulübü ortamını 
andıran bu ortamda herkes paniğin dibine vurmuş, boru çalan 
melekler sütununun çevresinde bir zincir oluşturmak üzere yü­
zücüler gibi debeleniyor. Bakire Meryem heykelleri hayret içinde, 
azizlerin tabloları ağızlarını bir karış açmış, havariler kendileri­
ne ayrılan bölümde kıçüstü düşmüş. Başını sağa sola sallayan 
dindar bilginin birkaç taş basamak yukarısında, Honstein göz­
lerine inanamıyor. Bu alev alev gotik sahnede, dans harekete 
geçmiş mimariye olduğu kadar, umutsuzluklarını ancak dansla 
ifade edebilenlerin dengesizliklerinden oluşan bir zincire benzi­
yor. Dans edenlerin arkasında ve havada, orgun on borusunun 
içindeki havanın basıncı altında, "çalgıların kralı" en sonunda 
ilahinin sonuna geliyor. Son derece yüksek sesle çınlayan boru­
larından tiz notalar, nihayetinde müthiş bir zil sesine varana dek 
yükseliyor. Piskopos bağıra çağıra öfkesini dile getirmek için ağ­
zını açmadan önce bütün cemaat hpkı dans etmeye başladığı gibi 
bir anda toz olup gidiyor, piskoposun sözlerinden kaçıyor. Neyse 
ki kilisenin üç büyük kapısında sağlam payandalar var, mümin­
ler kocaman bir güruh halinde birbirlerini ite kaka, düşe kalka 
çıkıp arı gibi şehre dağılıyor. Birdenbire sessizleşen ve bomboş 
hale gelen devasa sahında -kilise korosundaki çocuklar ve pisko­
posluk meclisi üyeleri bile dalga dalga dans edenler tarafından 
dışarı sürüklendi- Kutsal Metinler uzmanı güçbela Guillaume 
74 


de Honstein'ın yanına geliyor; Honstein kürsünün tepesinde iç 
çekiyor." "Kutsal Roma Germen İmparatorluğu bir merkezkaç 
harekete kapıldı. Papanın kılıcı paslanıyor. Cemaat dua etmeye, 
Reform' un tavsiye ettiği üzere azizlerden birinden şefaat dileme­
ye gelmemişler, bu iş sizin başınızı ağrıtacak Piskopos hazretleri. 
Nasıl bir tavır takınacaksınız bilmiyorum ama bir azizin gücüne 
inanmalarını sağlamalısınız, Alsace'ın azizi olduğuna göre Aziz 
Maternus'un ya da kimbilir kimin, yoksa . . . " 
Katedralde o günün çamaşır günü olmaması çok yazık, çünkü 
piskopos seve seve bir buzlu su banyosu yapardı doğrusu. 
75 


19. 
Beyin fonksiyonları duran şehrin beyaz bir duvarında, bilinme­
yen bir el kömürle bir desen çizmişti (ama Melchior Troffea'run 
üslubu tanınıyordu sanki bu çizimden). Hiç kuşkusuz askerler 
uzakta beliriverince, duvarı kirleten kişi eserini bitirememişti. 
Mangal kömürü, çizimi devam eden bir omurgadan kaymış, aşa­
ğı doğru inen bir çizgi bırakmışh geride . . .
. . . ama ressam yine de altına şöyle yazacak zamanı bulmuştu: 
"Strasbourg' da korkuyla yapıldı." 
76 


20. 
Bir damla bile birası kalmayan Strasbourg, Cehennem hakkında 
bir fikir veriyordu insana; hele de bira yapımcıları loncasının res­
mi lokalinin taraçasında oturan Andreas Drachenfels gibi, insan 
pis suyla dolu bira kupasını ağzına götürmek zorunda kalınca. 
Bir Alsace'lı için acı bir durum. . . Dudaklarının kenarlarından 
Ammeister' 
in kirli bıyıkları intihar etmeyi yeğlermişçesine sarkı­
yordu. Bu minicik cumhuriyetin hükümet başkanı onları yeniden 
canlandırmanın yolunu bilmiyor: 
"Acaba 
1. 
François ve 
1. 
Maximilian' ın da benim kadar başları 
derde girmiş miydi? .. 

"Sizin iki meslektaşınızın da ülkelerinin, imparatorluklarının 
falan etrafındaki tahkimat çatlayıp yıkılmıyor . . . " diye iç geçiri­
yor belediye başkan yardımcısı, unvanı 
secretarius, 
yassı şapka­
sıyla yelpazeleniyor ve sözlerine devam ediyor: " ... Oysa bize 
baksanız, sırf kasaplar kapısı ile balıkçılar kapısında bile, bütün 
surlar yıkıldı yıkılacak bir halde. Surları berkitmek için bize ola­
bildiğince çabuk taş gerek, hem de kesilip yontulmuş taş, ama 
nereden bulacağız ve parasını nasıl ödeyeceğiz? .. 

Drachenfels duymamış gibi yapıyor. Kapının üstünde, bo­
yaları pul pul kalkmış, iki ayak üstüne dikilmiş ve elinde fener 
tutan bir ayı resmi olduğu için "Fener" adını taşıyan bu lokal­
de, duvara dayalı bir sıraya, 
secretarius'unun 
yanı başına yığılıp 
kalan 
Ammeister, 
sürekli belediye sarayında durmaktansa biraz 
buraya gelip oturmayı tercih etmişti çünkü orada aklını kaçıra­
cağını sanıyordu. Bu müstahkem şehri belli bir halde tutmak için 
habire birtakım çözümler denemekten ama bu çözümlerin hep 
isabetsiz olmasından o kadar bıkmışh ki bira yapımcılarına ait 
bu mekana gelmek için çok büyük bir ihtiyaç hissetmişti, başka 
77 


bir sorumluluk taşımaksızın onlardan biri olmaya can atmışh. 
Ammeister 
koca kafasını koca ayıyı gösteren duvar resmine doğru 
çeviriyor, ona hpahp benzeyen bu ayı bir feneri havaya kaldır­
mış, oysa kendisi artık açık seçik görmeyi bile beceremiyor. Duy­
gusuz, kavurucu bir göğün alhnda, beyni sıcak çamura dönmüş 
Ammeister, 
eskiden bıyık alhndan güldüğü şeyi, yani gökkubbe­
nin gelecekten ne haber verdiğini öğrenmek istiyor şimdi. Sonra 
önüne, iki yanına bakıyor, ama evlerin pencerelerinden, dans et­
mek için masalarının, sıralarının üstünde sıçrayan insanlar gö­
rüyor sadece. Hepsi de gerçeklikle bağlarını büsbütün koparmış 
görünüyor, düğünlerden, vaftizlerden sonra çanların çalındığı 
şenlik günlerindeki gibi yerlerinde duramıyorlar. 
Ammeister, 
açık 
kapıların pervazlarından, evlerinin içinde farandol yapan aileler 
görüyor. Bu aç ve şaşkın insanlar, el ele tutuşup belli bir tempo­
da ilerlerken bakışları dalgın, yüzleri tavana dönük, dirsekleri, 
dizleri seğirtili ve bitkin hareketlerle çırpınıyor. Elbiseleri, göm­
lekleri terden sırılsıklam olmuş, sıskacık bedenlerine yapışmış. 
Bu çılgın ve ölümcül dansların karşısında Drachenfels, durumun 
tam anlamıyla bir çöküşe dönüşmesine tanık oluyor, Strasbourg­
lular sonunda buna 
tanzplö 
(dans vebası) adını veriyor. Belediye 
başkanı, "Bu boktan durumdan çıkış yok," diyor. 
Bunun üzerine, 
secretarius'un 
dizlerinin altında kurdelelerle 
bağlanmış siyah kadife kısa pantolonlu kalçalarından birine pat 
pat vurarak karar veriyor: 
"Evet, kıçıma bir delik daha açılacak ama piskoposla temas 
kurmamız gerek. Ben arhk bu işin altından kalkamaz oldum." 
78 


21 . 
Secretarius' 
un yaban geyiği derisinden çizmeleri bir süredir ka­
tedralde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor; o sırada Guillaume de 
Honstein soğuk suyla ıslattığı kafasını havlu yerine alhn işlemeli 
bir ayin örtüsüyle ovuştura ovuştura 
scriptorium' 
dan çıkıyor. Hiç 
keyfi yerinde görünmüyor bu Alsace'lı eli sopalı disiplin düşkü­
nü adamın; düşünmeden soruyor: 
"Beni bu kadar acil çağırmak için meclisten bir elçiyi kim gön­
deriyor yahu?" 
"Özet olarak, Piskopos Hazretleri, dans edenlerle ilgili olarak, 
Ammeister 
meseleyi size devrediyor." 
"Ya, öyle mi?!" 
Mor cübbesinin kollarını kıvırmış din adamı uzun uzun kol­
larını kuruluyor, düşünüyor, ölçüp biçiyor, işin artısını eksisini 
hesaplıyor, hiç umulmadık bir fırsatla kucağına gelen hediyenin 
değerinin farkında görünüyor aslında, ama yine de "Şehre paha­
lıya mal olacak," diye belirtmeyi uygun görüyor, çünkü kaybedi­
len paranın telafisi mümkün değildir. 
"Drachenfels burada olsaydı, size 'Hakikaten gözünüz hiç 
doymuyor,' derdi. Asılmış bir köpeğin bağırsaklarına benzetirdi 
sizi ve şunu ilave ederdi: 'Ruhum sizi kusuyor.'"* 
"Bir dahaki sefere 
Ammeister'in 
bana diyecek bir sözü olursa, 
beni belediyesinden kovduğuna göre kendisi buraya buyursun ... " 

Paul Verlaine' in "Asılmış bir köpeğin barsaklanna / benzetirsin bazen beni" 
diye başlayan 
1892 
tarihli bir şiirine gönderme yapılıyor. (ç.n.) 
79 


22. 
Sıçrayıp ayaklarım birbirine vuran askerlerin şehir dışında bir 
tarlanın kenarına çektiği mancınığın yakınında, yeni bir şafağın 
hıçkırıklarla ağladığı bu solgun yerde, yarı çıplak Yüzbaşı Gens­
fleisch, yanında arbalet taşıyan askeriyle, parası Strasbourg şehri 
tarafından ödenen gıda çuvallarının, ölümcül bulaşıcı hastalık 
korkusuyla kimsenin yaklaşmaması gereken uzak Miskinhane' ye 
gönderilmesine komuta ediyor. 
"Fırlatmayı başlatın." 
Uzak mesafeye gülle fırlatmak için kullanılan savaş aletinin 
uzun kolu halatlar yardımıyla geriye doğru bükülüyor, sonra an­
sızın ters yöne devrilerek kaşığındaki sağlam bir şekilde bağlan­
mış erzak balyasını fırlatıyor. Balya havada uzun süre süzülüp 
ileride Kızıl Kilise' nin yakınına düşüyor. 
"Bir de su yollayalım şimdi, bütün hafta idare eder. Askerler, 
farandol yapacağınıza Jeu-des-Enfants Sokağı'ndaki bir atölyede 
bulduğumuz şu sahipsiz meşe fıçıyı doldurun. Böylece, düşünce 
parçalansa da belediyeye maliyeti olmamış olur . . . Hazır mısınız? 
Fırlatın!" 
Strasbourg'un pis kokulu kanallarındaki tirşe sıvı, fıÇının için­
de uzaktaki barakalara kadar fırlatılıyor; fıçı, sağa sola yayılmış 
dal parçalarının arasında su sızdırmadan yuvarlanıyor. 
Gensfleisch durumu takdir ediyor: 
"Bu fıçıya çember geçirenler mesleğinin erbabıymış! Hadi 
dönelim artık! İyi de, Kızıl Kilise'nin tahtalarının orada neler 
oluyor? Şu birbirine sarılmış cüzamlı çifte bakın, kendi bölge­
lerinden hendeği geçmeye hazırlanıyorlar . . . Daha yeni yiyecek 
gönderdik, onlar gitmeye kalkışıyor. Sanki yaşamaktan bıkmış 
gibi bu ikisi. Miskinhane' den ayrılmakla nasıl bir tehlikeye atıl-
80 


dıklarını biliyorlar. Doyuracak iki boğaz eksilecek. Arbaletli as­
ker, nişan al şunların üstüne." 
Asker verilen emir üzerine belinin sağındaki sadaktan bir ok 
çıkarıp dişlerinin arasına kıstırıyor, sonra eğiliyor, tabanlarını si­
lahın yere koyduğu yay kısmına dayıyor, dikey fırlatmak üzere 
yayı iki eliyle çekip oku yerleştirdiği sürgünün ilk kertiğine ka­
dar geriyor. Tekrar doğruluyor, silahı omzuna alıyor, tek gözünü 
kapıyor ve öbür gözüyle, gez işlevi gören bir kemik parçasının 
deliğinden bakarak nişan alıyor. Tam doğuya yönelttiği delikten, 
ters ışıkta, göz kamaştırıcı güneşin önünde, artık tek vücut hali­
ne gelmiş çiftin siluetini görüyor. Dalgalanan, gerinen, büzülen, 
sınırı geçtikten sonra günışığının kemirdiği siyah bir lekeden 
ibaretler. Okçu, kendisini onurlandıran bir vicdan duygusuy­
la duraksıyor, kapalı duran gözünü yüzbaşıya doğru açarak iç 
geçiriyor: "Sanki onları böylesine birleştiren bir şey var . . . " Ama 
Gensfleisch askere, "Türk olduklarını düşünün," diyor. Okçu ni­
şan alıyor ve işaretparmağıyla tetiğe basıyor. 
81 


23. 
Alçak bir duvar üstünde ayakta duran gönlü yüce piskopos, 
fırfırlı kostümü içinde müthiş rahatlığıyla, "Şehir yönetiminin 
bana yaphğı ödemeye ek olarak ulaşım masrafları için herhan­
gi bir meblağ belirtmeyeceğim. İstediğiniz kadar ödersiniz!" di­
yor. "Ama bir maiyet vergisi almak da her zaman iyidir .. . " diye 
mırıldanarak ellerini çırpıyor ve tekrar sesini yükseltiyor: "Hadi 
bakalım bütün dansçılar, Strasbourg endüljanslarının sahşından 
kaynaklanan gümüş çuvallarını Roma'ya taşıyan o altmış yük 
arabasına binsin! Arabalar iki yönde de Alpler'i aşh. Bir gün­
den kısa sürede buradan Saverne dağ geçidinin tepesine, Aziz 
Vitus'un makamına götürebilir sizi onlar!" 
21 
Eylül' de, her y;ıl sonbaharın ilk günü, hava açıksa, yeşil bir 
ışın sabahleyin katedrali boydan boya aşıp güney triforyumdan 
girer ve kürsüdeki İsa'nın alnına vurur - genellikle pek sevilen 
tuhaf bir olaydır bu; ama bu 
21 
Eylül' de, aslında sonbahar eki­
noksunda doğal olan bu olayı seyretmeye gelen hiç kimse yok 
sahının altında. Müstahkem şehrin sağlam insanları, Saveme 
kapısına, dans hastalığına yakalananların gidişini seyretmeye ve 
Guillaume de Honstein' ın panayırdaki madrabazlar gibi malını 
övmesini dinlemeye geldiler: 
"303'te Napoli yakınlarında doğan Vitus, Tanrı'dan, kendisini 
onurlandıracak olanların seğirtili rahatsızlıklarını iyileştirme gücü 
istedi. Hastalıklar sırasında başvurulacak on dört azizden biridir 
o! .. Dolayısıyla Strasbourg'un dansçıları, normal hallerine geri 
dönmek için, hep birlikte, Vitus'un adak.lada kaplı mağarasına 
gitmelidir. Bu aynı zamanda Reform' un haksız yere reddettiği Ka­
tolik azizlerinin mucizevi kudretini de kanıtlayacaktır sizlere!.." 
82 


Şüpheci bir seyirci, belki de daha yeni Lutherci olmuş biri, pis­
kopos hakkında iç geçiriyor: "Zırvalamakta usta değil bu arhk . . . " 
ama gümbür gümbür konuşan Honstein kollarını iki yana açıp, 
katedraldeki kürsüde, alnını yeşil ışının deldiği İsa Mesih'miş 
gibi sözlerine devam ediyor: 
"Ammeister'in gözünde bile din adamlarının itibarı kalma­
mış! En baştan beri söyleye söyleye dilimde tüy bitti: Bu dans, 
San Pietro bazilikasının inşasına katkıda bulunmak konusunda 
cimrilik günahı işledikleri için Strasbourg halkını cezalandırmak 
isteyen Vitus'un gazabı. Bir dağın tepesinde, sarp bir yolun ucun­
da bulunan şifacı azize ithaf edilmiş mağara şapelinde nedamet 
getirmeye gitmeniz gerek." 
İşte o sırada, kırlardan dönen bir sürüyle, derilerinin alhnda 
sivri sivri kaburgaları görünen sıskacık öküzler ağır arabalara 
koşulmak üzere geliyor. Bu koşum hayvanlarını, hemen ağzının 
suyu akan halk parçalayıp yemesin diye piskoposun hizmetinde­
ki birçok asker korumak zorunda. Aslında bunlar çok ihtiyar ya 
da hasta hayvanlar ve normalde kandil yağı olmak üzere kasaba 
yollanacaklardı ama şimdi tam bir hazine değerindeler. 
"Nerede buldunuz bunları?" diye soruyor birisi, Honstein 
yanıt vermiyor, kalabalığın karşısında esip köpürmeyi yeğliyor: 
"Hadi, hadi binin bakalım! Vakit kaybetmeyin. Ama bana para 
vermeden yerleşenler kendileri bilir arhk. Kaynar kurşunla dolu 
bir kazanın içinde işkenceye maruz kalan, dans edip sağ salim 
çıkan genç din şehidi sizi asla affetmez!" Piskoposta, hemcinsini 
sevmek denen şu modası geçmiş duygu ölmüşe benziyor. Faran­
dol yapan akrabalarına refakat eden ve hala biraz bozuk parası 
olanlar homurdanarak ödeme yapıyor: "Çılgınca paraya susa­
mak aklı mahveder" ama Honstein vaadinden öyle emin görünü­
yor ki dans hastalığına tutulanların yakınları, komşuları yakası 
açılmadık küfürler savursalar da elde avuçta neleri varsa veri­
yor ona. Kıpır kıpır, yerinde duramayan oğlunu tutarken para 
vermekte tereddüt eden birine din adamı şu nasihatte bulunu-
83 


yor: "Ey kayıp kuzu, düşün biraz! Sen heybende bir damla balını 
muhafaza etmek istiyorsun, halbuki oğlun Saveme'den iyileşip 
döndüğünde ve yeniden çalışacak hale geldiğinde yağmur gibi 
para yağdıracak sana." 
Her yük arabasına dans edenlerden otuzar kişi ayakta istifle­
niyor. Rahatsız edici bir görüntü bu, sanki delilerden meydana 
gelmiş dev bir balya, arabaların zemin tahtaları ayrılmış tabla­
larına zorla çıkarılıyor. Olduğu yerde dönüp durarak müthiş 
bir öfkeye kapılmış taş yontucular, kayıkçılar var. Tüccarlar, 
zanaatkarlar, birkaç burjuva ve birçok serf, halkalar çizip figürler 
(çapraz sıçramalar, tek ayağı ileri uzatarak dönüşler) yapa yapa 
yan yan ilerliyor; onlara kahlan yoldaşları, çırakları pasturel'ler* 
yaparak ilerleyenleri itiştiriyor; iyi beslenememiş, karınları şiş ço­
cuklar titremelerden mustarip ama dans etmekten kendilerini bir 
türlü alamıyorlar. Bütün bir şehir halkı, umutsuz ama yüzlerinde 
vecd ifadesiyle, çılgınca bir coşkuyla arabalara biniyor. Hancılar, 
tuhafiyeciler, kunduracılar, kasaplar, kumaşçılar, kuyumcular, 
hububatçılar, fırıncılar, zihinleri tam anlamıyla bulanmış vazi­
yette, aşırı yorgunluk, şişmiş ya da paramparça olmuş ayakları 
karşısında neredeyse duyarsız hale gelmişler. 
Guillaume de Honstein sabırsızlanarak askerlerine, "Tamam 
mı, hepsi burada mı?" diye soruyor. "Kimseyi unutmadan herke­
si topladınız mı?" 
"Hayır daha değil," diye karşılık veriyor bir piyade. "En so­
nuncular birazdan gelecek. Jeu-des-Enfants Sokağı'na onları al­
maya gitti askerler." 
Yol boyunca neredeyse bütün şehir halkının arabalara bindi­
rildiği sırada, bir piskoposluk meclisi üyesi, iki asker refakatin­
de, kapıyı vurmadan Troffea'lann evine giriyor. Meclis üyesi bir 
sanatçının atölyesine girmiş olmalarına zerre kadar önem ver­
mezken, iki asker hayret içinde. Piskoposun erleri matbaa ma-

(Fr.) 
Pastourelle: 
Kadril dansının dördüncü figürü. (ç.n.) 
84 


kinesinin etrafında ilgiyle dolaşıyor. Hatta biri, nasıl bir duygu 
yaratacağını görmek için, oymacının eğimli tezgahının başına 
oturuyor. Kıymıkları süpürüp temizlemekte kullanılan küçük 
ve yumuşak bir fırçayı eline alıyor. Madeni bir cetvele bakıyor, 
marangoz kalemini bilemekte kullanılan taşı eliyle şöyle bir tarh­
yor. Sağ tarafında insanoğlunun trajik durumunun tasvir edildiği 
bir yığın kağıt var. Asker, sinirli ve keskin bir yontma kalemiyle 
icra edilmiş işlerdeki inceliğe hayran kalıyor. Kağıt yığınının alt 
kısmını karıştırırken bir resim seçip aşırıyor, ceplerinden birine 
sokuveriyor, resim buruşuyor. Tanrı adına cinayet işlediği elle­
rinden biriyle kağıt yığınının en üstünde ilgisini çeken bir başka 
resmi alıyor, o sırada alt katta piskoposluk meclisi üyesi seslen­
meye devam ediyor: 
"Ee, kimse var mı?!" 
Üst kattan bir gıcırtı geliyor. Üç ziyaretçi de merdivenleri 
çıkıyor. Melchior, yatağın karşısında, bir duvara dayalı büyük 
sandığın üstüne oturmuş, yüzünü adamlara doğru çevirmiş. As­
kerlerden biri Melchior'un bir yapılım sallayarak, "Siz bu kadar 
yeteneklisiniz, peki neden rahiplerin dağıtacağı aziz portrelerin­
den ziyade Siyam ikizlerinin resmini yapıyorsunuz?" 
Ressam gayriihtiyari yanıt veriyor: 
"Strasbourg rahipleri için gravürler yapmak ha . . . Faturayı 
takdim ederken florinle değil kılıç darbesiyle alırım karşılığını." 
Bu kıpırdamadan duran, hırpani ve yıkık görünen kocanın 
karşısında ikinci asker soruyor bu sefer: 
"Nasılsın?" 
"Sevinçler küçücük ama acılar uçsuz bucaksız." 
Odanın kımıldayan perdeleri arasında günışığı parlıyor, rahip 
sorguya gırışıyor: 
"Söylendiğine göre dans salgım sizin evinizde başlamış. Ka­
rınız nerede?" 
"Öldü, bilmiyor muydunuz?" 
85 


"A öyle mi, ne zaman peki?!" 
"Ne zaman ve neden mi oldu yani? .. 

Oda boş, alt kat da öyle. Piskoposluk meclisi üyesi emrindeki 
askerlere, "Tamam, hadi gidiyoruz. Vakit geç oldu. Katedralde 
yeşil ışın İsa Mesih' in alnından çekilmiştir çoktan," diyor. 
Üçü evden ayrılıyor. Melchior hemen ayağa kalkıp koca san­
dığın kapağını kadırıyor ve içinden dalgın bakışlı Enneline' i 
çıkarıyor. Kadın sonsuzluğa dalıp gitmiş ve suskun, uyurgezer 
gibi görünüyor, dans duygusu dışında hiçbir şeye ilgisi yok ama 
ayaklarını zar zor sürüyebiliyor. Kocası sandıktan çıkmasına yar­
dım etmek için elini uzahrken, "Gel, seni bekliyorum. Neden ar­
lık hiç konuşmuyorsun?" diye soruyor. 
Bacaklarından birini zorlukla kaldıran Enneline de umut ko­
zasından çıkmıyor. Artık rüyalarına takılıp kalan hiçbir şey yok. 
Solgun teni, kızarmış gözleri Melchior' dan başkasının bakışları­
nı kaçırmasına neden olabilirdi ama Melchior hıçkırıklar içinde 
Enneline'i kollarının arasına alıyor. Belki de biraz fazla kuvvetli 
sarılıyor. Kadın birazcık inleyince adam kulağına fısıldıyor: 
"Bana alçacık sesinle hangi sırrı söyledin?" 
İkisinin de parmakları uzanıyor, birbirine karışıyor, hava­
da kaybolup gidiyor. İkisinin de avuçlarında, yeni doğmuş bir 
çocuğun kısacık hayat çizgisi var, incecik bir dal gibi, fırıl fırıl 
dönüyor. 
86 


24. 
Otuz-otuz beşi altmış yük arabasıyla çarpıp hesap edin . . . Yak­
laşık iki bin dansçı konvoy halinde yola çıkıyor. Nasıl da bir 
Techno-Parade!* Saverne kapısında müşteri bulurum diye dikil­
miş bir mahalle karısı boğazını yırtarcasına bağırıyor: 
"İyi yolculuklaaar!" 
Piskopos, muhafızlarıyla birlikte şehirde kalıyor. Strasbourg'un 
piskoposluk meclisi üyeleri, din adamları ve rahipler kortejin ba­
şını çekiyor. Aziz Vitus'un tasvirinin bulunduğu sönmüş birer 
büyük mum taşıyorlar. Deliliği andıran bir buruklukla ağırlaşmış 
yük arabalarının biri önünde ikisi arkasında yürüyor. Hayvanlar 
harekete geçiyor ve yük arabalarından oluşan kervan uzaklaşı­
yor. Çevrelerinde çiftliklerin kümes hayvanları ölmüş; buğday, 
üzüm olduğu yerde kuruyup kalmış. Şehrin daha uzağında, es­
kiden atasözlerine konu olacak kadar verimli kırlar, şimdi hava 
durumundaki anormallikler ve kısa süre önce Ren vadisini sar­
san depremler yüzünden meyve ağaçlarının gördüğü ağır hasa­
rın izlerini taşıyor. Bölgeyi terk eden bütün kuşlar nereye göçtü 
acaba? Gökyüzündeki afetler göğün en soylu sakinlerine varın­
caya dek her şeyi mahvetmiş. Keklikler, sülünler, dağ horozları 
-Strasbourg sofralarının ihtişamlı parçaları- o kadar az bulunur 
olmuş ki gelecek kuşakların arhk onları hiç yiyemeyeceğinden 
korkuluyor . . . İnsanın aklını kaçırtacak, belki de dans ettirecek bir 
durum bu! 
Müstahkem şehrin girintili çıkınblı surları ve kuleleri şimdi 
ufukta görünüyor. Yüzleri gerilmiş dansçılar, Aziz Vitus'a daha 
yeni atfedilen salgın yüzünden acıyla haykırıyor. Üzgün, bitkin, 

Techno-parade: İlki 1998'de düzenlenen Fransızların tekno müzik yürü-
yüşü. (ç .n.) 
87 


tozlu, pis, iğrenç, yapış yapış, çatlak, bu karışık ortamda kafa­
ları ağırlaşmış insanların gözleri kapanıyor. Doğanın kendisi bu 
hayatın ağlarının ilmekleri arasına takılıp kalmış. Yine susuz ve 
çatlamış topraklar, yanmış başka hasatlar. Mayıs soğuğu her şeyi 
mahveden bir dolu fırtınasıyla çiçeklenmiş erik ağaçlarını don­
durmuş. Kıyafetlerin açık kısımlarının müstehcenliği, dans eden 
kadınların memelerini büsbütün ortaya çıkarmış. Ama bu çıldır­
mış toprağı ferahlatmıyor, çakıltaşları çoktan matemde. Yolcular 
silahsız devam ediyor yola; kurumuş akarsu yataklarından, toz 
duman olmuş sebze tarlalarından geçen öküzler sallıyor onları. 
Ama soğuktan yanmış da olsa, işte size yaban mersini, ak gök­
nar, kırmızı yüksükotu, sapsız meşe, ak üvez, kuş üvezi; çünkü 
burada Saverne yamacı başlıyor. Kilise mensupları şimdi o koca 
mumlarını yakıyor, azizin kafasında kızıl saçlar gibi titreşen bir 
alevi var mumların. 
Dik hrmanış, konvoyun geçişine uzaktan, gölgeler arasından 
birkaç aç kurdun bazen gözlerini parlatarak baktığı kuru ve sık 
bir orman örtüsü altında zorlaşıyor. Yük arabalarının zeminini 
tabanlarından akan kanla sırılsıklam eden dansçılar, bir mah­
murluk ve hayret içinde, yüzen bir rüyada gibiler; dans eden ka­
dınlar ince elbiselerin içinde ahenkle hareketleniyor, sallanıyor. 
Melankolik bir vals ve ilk yarlar hizasında halsiz bir baş dönme­
si, Vosges dağlarının kısmen sarp kayalarında nasıl da bir sefalet 
kervanı bu . . . Şosede tekerlerin çapı kadar derin teker izleri var 
ve arabalara koşulu hayvanlar çok zorlanıyor. Aşırı stres altında­
ki, kalbi de ruhu da kuvvetli duygularla dolu ıstıraplı yolcuların 
gidiş temposunu yavaşlatıyor ya da hızlandırıyorlar. Yavaş yavaş 
güzergahın her anı bir mücadeleye dönüşüyor. Yoruldukça, zayıf 
ya da hasta öküzlerin hareketleri, tehlikeli dik bayırlar boyunca 
düzensizleşiyor, aksıyor. Bundan böyle, gerçekten dipsiz uçu­
rumların tepesinde, yol özellikle tehlikeli bir hale geliyor. Yük 
hayvanlarının soluklanması gerek. Gölgeler ve aydınlıklar birbi­
rine karışıyor. Dar yol daha da daralıyor, tam anlamıyla kayalık. 
88 


Düzensiz ve dolambaçlı, son derece inişli çıkışlı patika boyunca 
hiçbir zevkli tarafı yok gerçekten bu yolculuğun. Normal bir za­
manda olsa, hıncahınç doldurulmuş yük arabalarındaki insanlar, 
"Bir hac yolculuğunun daha güvenli hale getirilmemesi tam bir 
rezalet!" diye bağrışırlardı. Yaya giden kilise mensupları alınla­
rından akan teri kuruluyor. Şimdi daha yukarılarda, kurtlar bu 
cici kalabalığı bekliyor. 
Daha meşeler ve dişbudaklar arasında kat edecek yüzlerce 
metre var. Hadi, çok dik bir hrmanış bir saat sürecek diyelim, 
onun ardından, nihayet, etrafı baş döndürücü uçurumlarla çev­
rili, ulaşması zor mu zor bir tepenin doruğunda, pembe bir kaya 
kovuğunda bulunan karanlık mucize mağarasına varılacak. Ama 
önce, hayvanları son bir gayretten önce biraz rahatlatacak nere­
deyse düz bir çizgide ilerleyen yarı düzlük bir arazi geliyor. Bura­
ya Cadılar Okulu adı verilmiş. Altmış araba burada arka arkaya 
diziliyor ve biraz duruyor. Üstleri başları yırhk pırhk, perişan 
haldeki lokomotor sistem hastaları daha da vahşice dans eder­
ken yüz seksen kilise mensubu (aralarında papaz yardımcıları, 
vaizler, küçüklükten itibaren ya da sonradan keşiş olanlar, papaz 
çömezleri vs. var) kortej boyunca yerleşiyor. Sırtlarını dağa verip 
araba başına üç kişi olacak şekilde -biri ön tekerin, biri arka teke­
rin yanında, biri de ortada duruyor- çömelip araba tablalarının 
kenarını tutuyorlar. Boyunlarına takhkları ve cüppelerinin önün­
de dalgalanan zincirin ucundaki pirinçten yapılma İsa hinoğlu­
hin bir havaya bürünüyor. 
"Kaldırıp itelim, Tanrı razı olsun diyelim!.." 
Bütün rahipler birlikte doğruluyor ve arabaları uçuruma de­
viriyor, dans edenler kaldırma etkisiyle eğilen tablaların soluna 
kayarak işi kolaylaşhrıyor. Araba kollarının arasına sıkışan öküz­
ler de aşağı sürükleniyor. Boşluğa düşen farandolcüler o zamana 
kadar hiç yapmadıkları gibi tuhaf sıçramalarla tepetaklak dönü­
yorlar. Baş döndürücü düşüş sırasında kurtulmak için hangi azi­
ze adak adayacaklarını bilemiyorlar. Her halükarda Aziz Vitus'a 
89 


değil, çünkü piskoposluk meclisi üyeleri ve diğerleri, yaphkları 
götürü anlaşmayı yerine getirmeden önce, azizin tasvirinin di­
bine, çakıllar üstüne bırakhkları koca mumları şimdi yanar va­
ziyette, ölü ağaçlarla, kuru çalılarla dolu derin vadinin dibine 
alıyorlar ve bitkiler hemen tutuşuyor. Kocaman bir yangın yayı­
lıyor çevreye. Orman yangını sarp kayalıkların dibine ulaşıyor, 
uçurumun korkunç tehlikelerine kurban giden dansçıların belini, 
boynunu kırdığı, taşlara çarpıp kafataslarını patlathğı yerlere ya­
yılıyor. Vadi, ateşten ağzını açıp, ıshraplardan kurtulanları yutu­
yor ve çok geçmeden her şey kıpırhsızlaşıyor . . . Balo sona eriyor! 
90 


25. 
Strasbourg surlarının dışında, Kızıl Kilise'nin yakınlarında, 
Miskinhane' yi çevreleyen hendeğin kenarında hala dans ediliyor. 
Geceleyin, kıvıl kıvıl oynayan bir et yığınında, beyaz kurtçuklar 
birbirlerinin altından üstünden kayıp duruyor. Dans ediyorlar. 
Yıldızlar altında görünmez olduklarını sanarak, daha pek çok­
ları kimbilir nerelerden çıkıyor ve yüzeyde dalgalanıp parlayan 
çılgınlara katılıyor. Hepsi birden sanki bir kaynaktan sızan ha­
fifçecik bir su uğultusu, bir gözyaşı gürültüsü çıkarıyor. Bazı 
kurtçuklar savaşa giden köylüler gibi bir havalarda ki sormayın! 
Gerinip kavisler çiziyor, seyretmesi hem vücudu hem morali 
yıpratan genel dalgaların çalkantısına karışıyorlar. Müthiş kıpır­
dak bir çılgınlık nöbetine kapılmış bu kurtçukların dansı, dönü­
şümlerin tezahürü. Bir yandan birdenbire akıp boşalıveren bir 
farandol akıntısı görülebiliyor. Dans eden bu halkı durdurmak 
olanaksız. Coşkulu ve çılgın kalabalığın geçit yapışını görmek 
çalkantılı ruhlara huzuru pek geri getirmeyecek. Bu kalabalık, el 
ele tutuşup halka olmaya şehvetli bir istek duyan, çapkın ve had­
dini bilmez, arzu dolu ve saygı tanımaz mahluklardan, özgürce 
sürünenlerden oluşuyor. 
Ah, 
sanki doğal bir olaymışçasına fan­
tastik bir dansın hezeyanıyla sürüklenen bu minicik fahişeleri ve 
it kopukları düşlemek! 
Koca yığını bir arbalet oku delip geçmiş. Aslında yatıp yüz 
yüze birbirine sarılmış bir çiftten oluşan bir yığın bu. Tek bir ok 
onları bir anda yere çakmış, birinin sırtından girip öbürünün 
göğsüne saplanmış. Biraz hayalgücünü çalıştırınca, çok değişmiş 
olsalar da Attale ve Jerôme Gebviller'i tanımak mümkün. Şiş­
manlamışlar --eee, vakti gelmişti artık!- hatta öylesine şişmişler 
ki gerilmiş derileri yer yer yırtılıyor. Dans konvoyu, açılan bir 
91 


yarıktan, dar bir soka�tan geçer gibi çıkıp sütbeyazı bir yol oluş­
turuyor. Dudakların üstünden geçerken öpüşlerin izini ağır ağır 
siliyor. Kurtçuklar gece görüntüleriyle dolu göz çukurlarına nü­
fuz ·ediyor. Bu yarı harap olmuş tapınaklar onların ağılı olacak. 
Güçsüz sıçrayışlarla ilerliyorlar. Evet elbette, bu alçak kepazelik 
yığınının ve bu iğrenç balelerin ustalığına karşı dayanılmaz bir 
tiksintiden söz edilebilir ama . . . başka türlü bakarsak bunda bir 
güzellik de görebiliriz. Çünkü, sırtları kambur, yüzleri birbirinin 
omzuna gömülü, dizleri birbirine dolanmış, bacaklarının alt kıs­
mı ve ayaklar tek bir noktada birleşmiş vaziyette, yüz yüze yatan 
bu fıçıcı çiftin şekli, bir bütün olarak, ok saplanmış bir kalbe ben­
ziyor, tam anlamıyla Eros' un oku değil ama olsun . . . Suçunu ka­
bullendikleri bir sırrın ve paylaştıkları bir utancın yükünden ruh­
ları kurtulan bu iki kurban, aşıkların ağaç gövdelerine kazıdığı 
ve iki tarafına da adlarının baş harflerini koyduğu şu tipik çizimi 
hatırlatıyor. Belki de Attale ile Jerôme, doğada bir yerde çılgınca 
aşklarının hatırası kalsın diye bu pozisyonda ölmüşlerdir. 
92 


26. 
"Snif, snif, neymiş bu yeni felaket? Çok pis kokuyor." 
Ammeister 
Andreas Drachenfels, isteği üzerine onu piskopos­
luk konutunda yemeğe davet etmeyi kabul eden piskopos ile 
kendisi arasına bir uşağın getirip koyduğu ilk yemeği koklarken 
soruyor. 
Guillaume de Honstein, "Sizi memnun etmek için ünlü aşçım 
Jacques de Landsperg tarafından hafif ateşte pişirilmiş ak badem­
li incir püresi içinde geyik eti," diye gururla yanıt veriyor. 
Drachenfels sağ elinin üç parmağı arasında küçük bir parça­
yı tutarak dudağının üstünde iyice sıklaşmış ve sanki piskoposu 
bunca memnun eden o şeyi yutmasını istemiyorlarmış gibi duran 
koca bıyıklarının arasından zar zor ağzına ahyor. 
"Bademler kekremsi. . . Boğazımda kalan inatçı bir acılık bıra-
kıyor," diye yorum yapıyor Strasbourg hükümetinin başı. 
"Sizi memnun etmek istemiştim." 
"Boşa gitti. Ne boktan durum!" 
"Belki de 
Ammeister 
şu iğdiş horoz yahnisini tercih eder." 
Yanakları pörsüyen, göbeği inen Drachenfels'in hiç iştahı yok. 
Ucundan hrhklıyor yemeği. 
"Bu yahninin tamamı fazla yanmış. Ruhban sınıfının başaşçısı 
şeytanın kebapçısı. Sanki Saverne geçidindeyiz . . . " 
Şehrin dünyevi işler sorumlusu başını kaldırıyor. Minicik 
gü­
lünç şapkasının yuvarlak kenarının gölgesinde kalan gözleriyle, 
yanaklarını bir yangını körüklercesine şişire şişire iki budu üfle­
yen piskoposu inceliyor. 
"Horozun dans etmeye başlayacağından mı korkuyorsunuz 
Piskopos Hazretleri?" 
93 


Havari Yuhanna'nın hayatından sahneler içeren fresklerle süs­
lü bir duvara sırhnı vermiş Honstein, zayıf olsa da, tabakları silip 
süpüren bir obur, dudakları yağlamaya, işkembeyi doldurmaya 
meraklı biri olduğunu ortaya koyuyor. Pisboğazlığıyla, bir demet 
saman çiğniyormuş gibi ağzı hka basa dolu, kıskanç bakışlarla mi­
safirinin tabağında damağını şenlendirecek bir şey var mı yok mu 
diye kontrol ediyor. 
"Müsaade eder misiniz?" 
Yanıh beklemeden belediye başkanından bir istiridye aşırıyor. 
Sofrada yaphğı bütün münasebetsizlikleri anlatmak için bir Kut­
sal Kitap gerekir. Sessizlik hareketsizliğin içinde fokurduyor, ta 
ki Drachenfels hala kömür gibi yanık olduğunu düşündüğü etini 
seyrederken iç geçirene dek: 
"Luther yandaşları, bizim dansçıların bir haftayı aşkın bir sü­
redir geri dönmediğine şaşırarak büyük çapta bir başka yahni ola­
sılığından dem vuruyorlar . . . Bu da kilise mutfağının pişirdiği bir 
başka yemek olabilir mi Piskopos Hazretleri?" 
"Yeni 'reformcular' her zaman kendilerini hiç ilgilendirmeyen 
1.şlere burunlarını sokuyor. Eğer damak tadınıza daha uygunsa 
Ammeister, 
sirkeli sebze suyunda pişirilmiş, yanında otlu sosu bu­
lunan şu turnabalığından alın tabağınıza." 
Kaşık, geçişini engellemeye çalışan inatçı bıyıkların arasından 
zar zor ağza girince, hükümetin başı lokmasını yutmayı başarıyor: 
"Bu tabakta çok fazla ayrıkotu çıkmış, aynı Strasbourg' daki 
gibi." 
Piskopos, elinde kristal sürahi, konuğuna içki koyuyor: 
"Göreceksiniz, arhk Alsace'ta kalmadığı için Türklerin Yu­
nanistan' dan getirdiği şu beyaz şarapla daha rahat yutuluyor." 
Belediye başkanı, "Siz Türklerle mi görüşüyorsunuz sık sık, 
Piskopos?" diye sorup önceki düşüncesine geri dönerek vurucu 
darbeyi indiriyor: "Katolik inana lağıma düşmüş." 
Guillaume de Honstein boyun atkısını açıyor, dökümlü kumaş­
larla yapılan resimleri andırır bir vaziyette, Hazreti Süleyman'ın 
heykeli gibi durarak bu kez o suçluyor: 
94 


"Strasbourg'un kendi Yahudi halkına karşı davranışını size 
hahrlatmamı ister misiniz? Büyük meclisin bütün burjuvaları 
Yahudilere o kadar çok borçlanmıştı ki nasıl geri ödeyeceklerini 
bilemiyorlardı, sonra akıllarına bir fikir geldi. Bir Aziz Valentinus 
günü, şehirdeki bin altı yüz Yahudi, şehir merkezindeki Yahudi 
mezarlığına yerleştirilen odun yığınları üstünde yakılarak öldü­
rüldü, böylece belediyenin seçilmişleri hiçbir borçlarını ödemek 
zorunda kalmadılar. Bana getirilen ve tabağımın altına sokuver­
diğim şu küçük buruşuk kağıt parçasına bakın 
Ammeister. 
O za­
man elbette siz daha meclisin başında değildiniz ama hafızanızı 
tazelemek için göstereyim gene de . . . " 
"O halde anlıyor musunuz, Strasbourg şehrinden alınacak 
dersleri . . . " diye sözlerini sürdürüyor Piskopos, "Sorun vardı. 
Artık sorun yok. İstediğiniz bu değil miydi?" 
"Ne pahasına?" 
"Bu müstahkem şehrin halkı son ferdi de ölünceye kadar dans 
etsin, onu mu tercih ederdiniz?" 
95 


"Ama yine de, ateşe verilen iki bin kişi. . . " 
"Bin alh yüz ya da iki bin . . . Nefret edince sayısına bakılmaz." 
Bir uşak, her birinin üstüne küçük siyah bir haç boyanmış 
drajelerden oluşan ve kuşkusuz aşırı sıcaktan ötürü 
Ammeister' 
in 
ellerine yapışıp kirleten resimlik bir pasta getiriyor. Bu pasta kili­
se şeklinde yapılmış. Çan kulesine yapışık iki çörtenden, yemek 
ortasında sofradakilerin susuzluğunu gidermek için, gümüş kap­
lara tarçınlı, şekerli kaynatılmış şarap dökülmeye başlıyor. An­
dreas Drachenfels soruyor: 
"Erzakla, birayla, buğdayla dolup taşan manashrlannızı bo­
şaltıp halkın yaşamını sürdürmesi için verecek misiniz nihayet 
Piskopos Hazretleri?" 
İki saat olmuş bile. Piskoposun özel aşçısı Hans Nagel bir du­
yuru yapıyor: "Muhterem beyefendiler, vakit geç oldu, işittiğiniz 
çan akşam duasına çağırıyor. Ne yazık ki yemeği kerevit ikramın­
dan önce kesmek zorundayız." 
Belediye başkanı, "Ne idüğü belirsiz bir sos ya da utanç ve­
rici bir jöle içinde yüzdüklerini düşününce, pek büyük bir şey 
kaçırmamış olacağız kesinlikle diyorum kendi kendime . . . " diye 
homurdanıyor. 
Şimdi de ikinci bir tatlı getiriliyor; çiçekli bir bahçe, ortasın­
da bir kaya, kayanın tepesinde de dua eden görkemli bir Bakire 
Meryem tasvir edilmiş. Limon sansı badem ezmesinden yapılma 
saçları sıcak yüzünden ensesinden aşağı kayıp ayaklarının dibine 
düşmüş. İsa'nın annesi, Petite France Mahallesi'nde kafası hraş 
edilmiş, mücevher takması da yasak olan şu fahişeler gibi çıplak 
kalmış. Muhterem kadın yüksek ısıda eğiliyor, alnı yere doğru 
iniyor, poposu çok gerilere kaykılıyor. Drachenfels düşüncelere 
dalıp gitmişken gördüğünü tasvir ediyor: 
"Kel ve iki büklüm şimdi, belki de vaktini doldurmuştur, 
Meryem . . . Saveme' deki mangal partisinin bilgisi Reform' un ek­
meğine yağ sürecek." 
96 


Bunun üzerine hükümetin başı Piskopos' a bir anlaşma öneriyor: 
"Siz halihazırda imparatorluğun en büyük kilerini oluşturan 
manashrlarıruzı, şapellerinizi açıp yoksullara gıdaruzı verirseniz 
ben de her yerde Aziz Vitus' a şükrettiririm ve hikayenin resmi 
versiyonu, azizin dansçıların mucizevi şifacısı olduğu şeklinde ta­
rihe geçer. Türkleri, farandol yapanların şehre geri dönmeyişinin 
suçlusu olarak göstermenin bir yolunu bulurum. Hem zaten hak­
sız yere suçlayabiliriz, civarda hiç Türk görülmedi ki. Bir Türk ne 
menem bir şeydir, onu bile bilmiyorum. Gerçekten var mı yok mu, 
onu da bilmiyorum. Biliyor musunuz, 
X. 
Leo ya da Luther de um­
rumda değil benim. Sadece istiyorum ki sizin sofranız yemeklerle 
dolup taşarken şehir halkı insanı dans ettirecek kadar büyük bir 
açlıktan ölmesin. İki gün içinde söylediğimi kabullenmeyi redde­
derseniz Piskopos Hazretleri, sizi uyarıyorum, reformcuların iddia 
ettiği gibi, Saveme mağarasına hac yolculuğunun canice bir enayi 
tuzağı olduğunu duyuracağım. İşte o zaman Strasbourglular he­
men katedrale baskın yapar, aziz heykellerini tuzla buz eder. Azize 
Aurelia'nın mezarını yıkar. Din şehitlerine, Vitus' a ve öbürlerine 
hürmet gösterme işi eceliyle ölmüş olur. Dokumacılar, terziler, de­
mirciler vs. Luther'in davasını benimser. Kendi vücut bütünlüğü­
nüze gelince Piskopos Hazretleri, onun için dua edin bence!" 
"Bana hiçbir şey yapamazlar," dedi Piskopos kendinden emin. 
"Sadece küçük çaplı hırsızlar darağacına gider. Örümcek ağına ta­
tarcıklar yakalanır, ama büvelek asla." 
Belediye başkanı, "Kuşkusuz Katoliklerin tanrısı hiçbir şey 
görmüyor ya da hafızası kıt," diyor. "Ama Strasbourg' da ayin çok 
geçmeden yasaklanır. Luther keşişlerin ve rahip adaylarının evle­
nebilmesi için düzenleme yapacak, imtiyazlardan feragat edecek. 
Ayinler Almanca yapılacak, bu da işime gelir, çünkü Latincem pek 
parlak sayılmaz." 
Kendi kazdığı kuyuya düşmüş gibi hisseden ve beti benzi atan 
Piskopos'un sofrasında, 
Ammeister 
adama vurdukça vuruyor: 
97 


"Piskoposluk meclisi üyelerinin kazançlarına, sizinkilere, kili­
selerin zenginliklerine el konacak. Protestanlar sizin piskoposluk 
bölgenizdeki katolik ibadet mekanlarını yağmalayacak. Bakire 
Meryem'in tasvirleri, azizlerin tabloları ıskartaya çıkacak. Ha­
variler galerisindeki her şey çekiçle kırılacak. Clarisse rahibeleri 
kilisesinin korosu resen hububatından yoksun kalacak, aynı za­
manda taşlarından, din şehidi heykellerinden de. Çünkü bunlar 
surları berkitmekte kullanılacak. Cronenbourg kapısını sağlam­
laştırmakta inşaat malzemesi olarak kullanmak üzere katedral­
deki mezarlar kırılacak ve şehir Reform' a geçmiş olacak!" 
Kafasında sis bulutundan başka hiçbir şey kalmamışa benze­
yen piskoposun karşısında, Andreas Drachenfels oraya geldiğin­
den beri ilk defa gülüp eğleniyor: 
"Ah 
işte, durumlar böyle Piskopos Hazretleri! Lobutları de­
virerek oynamak isteyen, oyunda kalmak istiyorsa, onları tekrar 
doğrultmak zorunda. İnsan önce harekete geçip ancak sonra dü­
şünüyorsa, yemekten sonra hardal servisi yapmış gibi olur." 
Guillaume de Honstein ayağa kalkıyor, yüzüklerle dolu iki 
parmağıyla pastadaki Meryem'in kıçını tutup alıyor ve çiğneye­
rek yemek salonunu terk ediyor. Bıyıkları zafer işareti olarak V 
biçiminde havaya dikilen Andreas Drachenfels de çıkıp gidiyor. 
Şatonun avlusunda kendisini bekleyen dört 
Stettmeister 
soruyor: 
"Yorumunuz nedir 
Ammeister?" 
"Bu yemeğin başaşçısı direğe bağlanıp aleme rezil edilmeye 
müstahak. Baksanıza, hava bulutlanıyor galiba?" 
98 


27. 
Ertesi sabah, katedralin kulesinin tepesinde, sağır gözcü şaşakalı­
yor. 
Tüerkeglock 
ağlıyor. Çatlak bronzundan iki-üç damla gözyaşı 
akıyor. Gözcü bunu tespit ettikten sonra, aşağıdakilere, göğe ya­
kın çanın kederlendiğini göstermek için yumruklarını sıkıp fırıl 
fırıl dönerek, inek gözüne benzer gözlerini ovuşturuyor. Zaten 
bunca dertli olan çana, halkı uyarmak amacıyla çekiçle vurmaya 
da kıyamıyor. Strasbourglular başlarını yukarı kaldırıp bu işaret 
dilini anladıklarında onlar da ağlıyorlar, ama sevinçten, çünkü 
yağmur yağıyor. 
Bu, Mors alfabesi gibi noktalar ve çizgilerden meydana gelen 
düşey ve düzgün bir yağmur, tanrıtanımazların çözemeyeceği, 
yukarıdan gelen bir edebiyat. Katedralin çörtenlerinden akan ilk 
suların alhnda duran insanlar kurumuş dillerini çıkarıp içiyorlar. 
Sanki Sainte-Odile dağının pınarındaki suyla ziyafet çekiyor gi­
biler. Sesleri hayret nidalarıyla dolu, kahkahalarla arkaya devrili­
yorlar. Susuzluklarını giderirken solukları bulutlara buğulu öpü­
cükler yolluyor. Önce yüksek kulenin tepesine vuran yağmur, hiç 
durmaksızın yağıyor. Adeta bir peri, cehennemi gökte mucizevi 
bir şafağı tutuşturdu. Dışarıda, imansız şehir halkı arasında, söz­
cükler, tebessümler, her şey bir yeni şiirler bahçesindeki gibi ye­
şeriyor. Aylardır bunu yaşamamışlardı. Kasvetli ruhlarında gü­
zel bir yansıma doğduğunu hissediyorlar. Tanrı tarafından terk 
edilmişlik gibi sefaletin de bitişi mi bu? Umut yağıyor gökten. 
Giysilerin açık kısımlarından içeri akıyor. Tenleri pisliklerden te­
mizliyor, kirli sular ince ince akıyor vücutlardan. 
"En iyinin tadını çıkaralım! Beteri atalım nihayet!" 
Çok geçmeden çocuklar gibi eğlenmeye başlıyorlar. Kocamış 
bir kadın -Baküs ile Venüs' ün ihtiyar kızı- yağmura hoş geldin 
99 


diyor hareketleriyle. Bildiğiniz gibi, bir mutluluk asla tek başına 
gelmez; birdenbire birisi ortaya çıkıp meydanlarda, köprülerde, 
dar sokaklarda bağırmaya başlıyor: 
"Ağzına kadar dolu rahibe manashrları, yoksullara yulaf ve 
arpa vermek için kapılarını açıyor! Hadi hepiniz gidin! Rahip 
manashrlarında vurgunculukla istiflenmiş buğday ucuza elden 
çıkarılıyor. 
Quartaut'su* 
on florinden fazlaya tırmanmıştı, şimdi 
birdenbire sadece beş 
batzen 
oldu. Kilisenin fırıncılara verdiği 
buğdayın tavan fiyatı yedi şilin altı fenik. Görülmemiş bir şey! 
Şehirdeki rahibe evlerinin muhafaza ettiği kantar kantar sebze 
dağıtılacak. Fıçılarca bira komik fiyatlara elden çıkarılıyor ve ku­
rutulmuş domuz eti, tütsülenmiş balık üstündeki kilise vergisi 
kaldırıldı! Köy papazlarının verimli yıllarda stokladığı erzak di­
lencilere veriliyor! Tıka basa yiyin! Ardıç, tuz, kimyon katılmış, 
kocaman kumtaşı küplerde muhafaza edilen rendelenmiş lahana 
turşuları kepçe kepçe herkese dağıtılıyor! Piskoposluk hasadın 
bol olduğu mevsimlerden kalma elli bin 
quartaut 
erzakı saçıyor 
resmen! Herkese afiyet olsun! .. " 
Yağmurun altında kulaklarını ovuşturan Strasbourglular, 
Noel mi acaba, diye düşünüyor. Pusulayı şaşırmış, her şeyi bir­
birine karıştıran bir dul kadın müjdeyi verene tutkuyla sarılıyor: 
"Piskoposum, canım dostum, istediğim sensin, hakiki sevgi­
limsin!" 
Bir çömlekçi, karısı kiliseye boş leğenlerle koşarken, tezgahını 
yeniden çevirip çanaklar, testiler, süt kapları yapmak için yerden 
kil çamuru topluyor. Dinmeyen yağmurun altında pek çok şey 
yeniden doğuyor. Her şey ürperiyor. Sokaklardaki taşların üs­
tünde ilk bira fıçıları gürültüyle yuvarlanıyor. Tanrım, bu rondlar 
halkı nasıl da büyülüyor! Su nasıl kumda emilip kayboluyorsa 
insanlar da Katolik ibadethanelerinin içinde gözden kayboluyor. 

Quartaut: 
Eskiden sıvılar için kullanılan bir ölçü birimi. 
Muid'in 
dörtte biri 
ki bu da yaklaşık 
68,5 
litreye tekabül eder. Tahıl ölçüsü olarak 
muid 
yaklaşık 
1,85 
metreküptür. (ç.n.) 
100 


Surlarda nöbet bekleyen askerler bile silahlarını -kalanburnalar, 
çift kundaklı toplar- bırakmış, koşa koşa gidiyor. 
Zihni hala biraz açık olan, ender rastlanacak cinsten birisi 
şaşırıyor: 
"Ya şimdi Türkler saldırıya geçerse!.." 
Üstü çıplak ama bacakları maden zırhlarının içinde sırılsık­
lam kalmış Yüzbaşı Johannes Gensfleisch, "Türkler mi, amaaan! 
Saverne geçidinden iyileşerek dönüşe geçen bütün dansçıları ka­
çırdılar, portakal şerbeti memleketlerine götürüp köle yapacak­
lar, memnun mesut geri gidiyorlar!" diye karşılık veriyor. 
"Ya? Farandolcüler için hazin olmuş ama Türkler gitti diyor­
sunuz ha? Oh, bu da güzelmiş!.." 
101 


28. 
"Karşıdaki fıçıcıların yerine gelen berbere kafamı veresiye tıraş 
ettirirken bunu kalemle kazıyan sen misin Enneline? Ucunda 
ayaklarıyla dönüp duran bacakları tasvir ediyor, ha? Çok güzel, 
hem ortaya da Enneline'in e'sini çizmişsin . . . " 
"Aferin hayatım. Dilin açılmadı ama bir resimle kendini ifade 
etmeye başladın, hiç de fena sayılmaz. Gelişme var. Yağmur yağ­
dığından beri şehirde insanlar bunu iddia ediyor. Sokaktaki na­
dir komşularımızdan biri, nadir diyorum çünkü bütün ötekiler 
Saveme' e gitti. . . yosun tutmuş duvarında küçük yeşil bir nokta 
gösterdi bana. Bitkiler çıkıyor. Sonbahar çiçekleri belki de taç­
yapraklarıru açar. Belki bu kış, mevsim havuçları, ıspanak, frenk 
salatası, beyaz lahana, pırasa görülecek çarşı tezgahlarında, kim­
bilir? Bahçeler yeniden hayat bulacak, tarımda hasar daha az 
görülür olacak. Şimdiden Bruche ve Ill'deki sular daha berrak, 
kötü kokusu hafifledi. Görünüşe bakılırsa Strasbourg' un liman 
faaliyeti yavaş yavaş başlıyor. İskoçya' dan gelen yün yüklü ara­
balar bekleniyor." 
102 


Melchior Troffea karısıyla kalın ve alçak bir sesle konuşuyor. 
Karısının bir ninniye ihtiyacı olduğunu düşünerek kulağının di­
binde güzel bir suyun kadife gibi akışını fısıldıyor. Ama hiçbir 
şey, annelik suçu işleyen genç karısının mahzunluğuna derman 
olmuyor. Enneline yazgısından hiç uzaklaşmıyor. 
Sanatçı koca, sakalsız kalan yanaklarıyla Frau'sununkileri 
okşuyor, sonra tek kolundan tutup dışarı, atölye tabelasının al­
tına sürüklüyor ki Enneline şehrin üstünü ve civarını bereketle 
sulayan kesintisiz ve dingin yağmuru seyretsin. Alnı öne eğik ve 
hala zayıf mı zayıf Enneline -tütsülenmiş domuz yağı serpişti­
rilmiş yulaf lapası tayınları henüz kuvvetlendiremedi onu- bir 
su birikintisindeki yansımasında, çekiciliğinden eser kalmadığını 
görünce dehşetle atölyeye geri dönüyor. Küçücüğün matemi ölü­
me dek içinde ulumaya devam ediyor, üstelik son iki ayki dans 
kadını yaprak yaprak soldurdu. 
"Sitze ihr 
güet? " (Rahat oturuyor musun?) 
Gravürcü, eğik çalışma masasının başında, bedeninin alt kıs­
mı neredeyse felç olmuş karısının tabureye oturmasına yardım 
ettikten sonra onun darmadağın sarı saçlarını örmeye koyuluyor. 
Çillerle yıldız yıldız olmuş boynuna da bir bağcık doluyor ki as­
lında şaşırhcı bir köylü güzelliğini muhafaza eden bu insan en­
kazını bir mücevher yanılsamasıyla güzelleştirsin. Her şeyin yeni 
baştan başlayacağına söz veriyor: 
"Canım, kargaşasız bir demokrasinin, debdebesiz zenginliğin 
geri dönüşü bu. Bu yeni dirlik düzenden daha sahici bir mutlu­
luk düşünülebilir mi? Dahası. . . Eskiden bir dinimiz vardı, şimdi 
göğe tırmanmak için iki tane var . . . Bu da umut verici!" 
Kaşlarını çatmış mükemmel eş, sol eliyle eteğini buruşturu­
yor, sağ eliyle de parmak şaklatarak tempo tutuyor: 
Pıt, pıt, pıt 
.
.
.
Melchior o eli engt;lliyor: 
"Artık tempo tutmak falan yok Enneline. Nasıl yapacağız bil­
mem ama bundan kurtulacağız." 
103 


29 . .
Elli dört yıl sonra Aziz Bartolomeus Yortusu katliamı yaşanıyor. 
104 


Document Outline

  • Boş Sayfa
  • Boş Sayfa

Yüklə 1,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin