DANSA DAVET*
JEAN TEULE, 1953 doğumlu Fransız karikatürist, sena
rist ve yazar. 1978' den bu yana çeşitli dergilerde çizdiği
karikatürleri ve çizgi hikayeleri ondan fazla kitapta der
lendi. 1991 yılında yayınlanan -1996'da sinemaya da ak
tarılan- ilk edebi yapıtı
Rainbow pour Rimbaud
ile çağdaş
Fransız edebiyatında hatırı sayılır bir yer edindi.
İntihar
Dükkanı
(çev. İsmail Yerguz, 2011) Fransız yönetmen Pat
rice Leconte tarafından uzun metrajlı animasyon olarak
sinemaya uyarlandı.
*SEL YAYINCILIK I ROMAN
*SEL YAYINCILIK
Kuloğlu Mahallesi, Turnacıbaşı Caddesi,
No: 17, Beyoğlu - İstanbul
Tel: (0212) 516 96 85
http://www.selyayincilik.com
e-posta: halklailiskiler@selyayincilik.com
SATIŞ - DAGITIM:
Çatalçeşme Sokak, No: 19/I
Cağaloğlu - İstanbul
e-posta: siparis@selyayincilik.com
Tel: (0212) 522 96 72 Faks: (0212) 516 97 26
*SEL
YAYI NCILIK : 1035
ISBN: 978-605-772-845-6
DANSA DAVET
Jean
Teule
Roman
Türkçesi:
Elif Gökteke
Özgün Adı:
Entrez
dans la danse
©
Editions Robert L.affont, SA, Paris, 2018
©
AnatoliaUt Telif Haklan Ajansı aracılığıyla Sel Yayıncılık, 2018
(;enet
yayrn yönetmeni:
Bilge Sancı
Editör:
Işık Ergüden
Yayına hazırlayan:
Beki
Nil
levi
Kapak görseli:
Hartmann Schedel,
Nuremberg Chronides,
kesit
Kapak tasanmı:
Aslı Sezer
Sayfa tasanmı:
İklime Yılmaz
1.
Baskı:
Haziran 2020
3.
Baskı:
Ağustos 2021
Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaası
Fatih Sanayi Sitesi, 12/ 197-203
Topkapı-İstanbul, 567 80 03
Sertifika No: 44865
Jean Teule
Dansa Davet
Türkçesi: Elif Gökteke
Roman
1.
Strasbourg
-
12 Temmuz 1518
Jeu-des-Enfants Sokağı'nda bir kadın, kucağında bebeğiyle bir
evden çıkıyor. Sarışın. Burnu üstü ve elmacıkkemikleri çillerle
kaplı. O çiller, bugün öğleye doğru hala yakıcı olan güneş yüzün
den hiç kuşkusuz. Kadının sol dirsek çukurunda tuttuğu, gözleri
kamaşan üç aylık süt çocuğu yüzünü kırıştırıyor. Zapzayıf genç
anne, ufaklığın alnına sağ elinin parmaklarını siper ediyor onu
ışıktan korumak için. Görünüşü solgun, gözalıcı da değil gös
terişli de - gri, çuldan bir entari ve narin mi narin tenli çocuğu
sardığı kocaman, siyah, eski bir örtü. Adımları, çürümekte olan
dışkılar, iğrenç kokular, bulut gibi sinek sürüleri arasından tahta
pabuçların düzenli takırtılarıyla ona yol gösteriyor. Evlerin ah
şap çatkılı cephelerinin çevrelediği bir meydana yaklaşırken, bir
düşkünler yurdunun haçla bezeli ve hiç açılmayan kapısına, yır
tık pırtık giysiler içindeki insanlar güm güm vuruyorlar. Bebek
ürperiyor. Sarışın kadın bebeğin kulaklarını kapatıyor. Bebek ağ
lamak üzere dudak büküyor, kadın işaretparmağını onun dudak
larına koyuyor ve tezgahlarında hiçbir şey bulunmayan boş bir
pazaryerinden geçiyor. Şimdi, daha geniş bir sokağın kemerleri
altında, yassı yuvarlak döşeme taşları, tepesine şehrin kırmızı
beyaz renklerinde bir rüzgargülü oturtulmuş heybetli bir devlet
binasının önüne varana kadar annenin bileklerinin burkulmasına
yol açıyor. Sarışın kadın dosdoğru ilerliyor, surların gölgesinde,
çahlı bir köprüye varıyor. Bu köprünün ortasında durup çocu
ğunu ırmağa atıyor. Bebek, sönmüş kireç yüklü, içilemeyecek
cinsten bir suyun içinde sallanıyor. Küçük uzuvları sanki dans
ediyormuş gibi dalgalanıyor. Takla atıyor, kirli burgaçlar arasın
da yuvarlanıyor, kendi çevresinde tekrar dönüyor, sonra da ba-
5
hyor. Bebeği doğuran, başını çeviriyor. Söyleyecek lafı kalmadı
arhk. Bundan böyle pusulası, yıldızı olmayan zavallı bir yelkenli
o. Sefaletin gözyaşı döktüğü tenha, ıssız bir sokaktan geçerek,
piskoposun şatafatlı özel konutu önündeki piskoposluk bayra
ğının alhnda yolunu kaybediyor. Bah'nın en yüksek binası olan
katedralde, ağır çanların bir o yana bir bu yana sallanıp durması
vaktin öğlen olduğunu haber veriyor. Oğlunu suya fırlatan kadın
başını kaldırıyor. Bir bulut geçiyor. Güneşin parlaklığı hafiften
perdelenince üç taçkapının heykelleri üstünden gölgeler yuvar
lanıyor - azizlerin, peygamberlerin, erdemlere yenik düşmüş gü
nahların, bilge bakirelerin ve meczup kadınların tasvirleri bun
lar. Mimariyle bütünleşmiş, taşın içine kaynamış heykeller sanki
oldukları yerden çıkıyormuş da bir adım ahp canlanıverecekmiş
gibi görünüyorlar. Pembe kumtaşından yontulmuş bedenler de
vasa gülbezeğin renkli vitrayları çevresinde kıpırdıyorlar adeta.
Evlat katili, Jeu-des-Enfants Sokağı'na geri dönüyor.
Germen dilinde
Holzsptine
(Odun Talaşı) yazısının hala oku
nabildiği ve büyütülmüş yapay bir köknar dalının süslediği,
kurt yeniği bir dükkan tabelasının alhnda, çilli güzel, dikenli
bitki esansı ve matbaa mürekkebi kokan bir gravür atölyesinin
kapısını açıyor. Solunda, onun yaşlarında bir sanatçı, eğimli bir
tezgahta oyduğu levhanın başında. Adam elindeki marangoz ka
lemini bırakıp kadına doğru dönüyor:
"Hallettin mi?"
"Evet."
Boş ellerle geri dönen kadının karşısında, içine yer yer Fran
sızca sözcükler serpiştirilmiş, Almancanın Strasbourg' a özgü leh
çesiyle üzüntüsünü belirtiyor:
"Keşke benim gitmeme izin verseydin. Sana söylemiştim."
Korkuluğa benzer duruşuyla bu iri fakat zayıf adam, antik
çağın satirlerini andıran, kadidi çıkmış bu sakallı surat, kimbilir
hangi akla sığmaz derinliklere gömülmüş oturan solgun kansı
nın karşısında kendini aklamaya çabalıyor:
6
"Enneline, çayır çimenden ziyade felaket ve kıl tüy bitiyor bu
zamanda. Sütün kalmamıştı. Onu doyuramayacakbk. Hem son
ra, başkalarının yapbğı gibi onu yemekten iyidir böylesi."
Pıt pıt pıt pıt . . .
Enneline hiç karşılık vermiyor. Bir gravür baskı presinin ya
nındaki sıraya kıçım koymuş, parmaklarıyla baskı makinasının
kenarında uzun uzun ritim tutuyor
-pıt pıt pıt
. . . - sonra ayağa
kalkıyor. Atölyenin kapısını açık bırakarak sokağa çıkıyor. Aya
ğında tahta pabuçlarıyla, sanki bale pabuçları varmışçasına, bir
bacağım arkaya uzabyor, başını geriye abp yüzünü göğe çeviri
yor. Tek ayak üstünde dönüyor, belini çukurlaşbrıyor, iyice öne
eğiliyor, parmaklarım açıp ellerini yukarılara uzabyor. Önce bir
adım sağa, sonra bir adım sola gidiyor. Pabuçlarının tahta taban
ları pislikleri tokuşturuyor. Sarışın kadın kendi etrafında hafifçe
dönüp zarifçe uzatbğı kollarım birbirinden ayırıyor ve bir kızbö
ceği gibi kanat çırpıyor.
7
2.
Kişnemelerden mahrum kalmış ahırların, sessiz nalbanthanele
rin bulunduğu aynı yolda, gravür atölyesine komşu, müşterisi
olmayan bir tuhafiyeci, dükkanının önüne hava almaya çıkıyor.
Uyuz kaplı kel kafasını çok şaşkın bir tavırla kaşıyor, ağzını da
sinek yutacakmış gibi kocaman açıyor:
"Aa, Troffea Hatun' a n' oluyor da böyle dans ediyor?"
Uyuzlu tuhafiyeci, şaşakalmış sakallı gence doğru çeviriyor
başını. Genç adam, köknar dalının süslediği tabelasının alhnda
soğukkanlılığını yitirmiş, Enneline' i seyrediyor. Tuhafiyeci, sa
natçıya yaklaşıp soruyor:
"Ya Melchior, senin
Frau
[hanımın] neden böyle yapıyor?"
Fırıl fırıl dönen kadının ve Jeu-des-Enfants Sokağı'run öbür
ucunda, tuğladan yapılma bir evde, bir çift (Attale ile Jerôme
Gebviller ), dik konulmuş büyükçe bir fıçının -masa yerine kul
lanılan bir
demi-muid-
* iki yanındaki fıçılara karşılıklı oturmuş,
yemeği henüz bitirmişler. Karanlık odayı, eğik güneş ışınlarının
süzüldüğü rengarenk camları bulunan dar bir pencere aydınla
tıyor. Meşe fıçının örtüsüz yuvarlak tablasında, kırmızı bir ışık
huzmesi, toprak bir kabın içindeki, kaburgaları kızarmış başsız
gövdeyi aydınlahyor; bu bir süt domuzu sanılabilirdi ama bir kız
çocuğunun gövdesi. Küçük kızın meşe fıçının üstüne konmuş
başka kemikleri gece kadar esmer bir annenin önünde sarı bir ay
dınlık oluşturuyor. Anne, sessizce, bir kaval kemiği parçacığıyla
dişlerini karışhrıyor yeşil bir ışıkta.
"Yapma şunu! Yapma şunu Attale!.."
Dudakları kansız, aç bir köpek gibi kemikleri sayılan zayıf
kadının karşısında, Alsace' a özgü bir küfür havalanıyor şaşkına
*
Demi-muid (Fr.):
600
litre kapasiteli meşe fıçı.
(ç.n.)
8
dönmüş kocanın bıyıklı ağzından. Adam, Attale'i sofrada bir fe
laketin rezil kalınhları arasında tek başına bırakarak ayağa kalkı
yor. Fıçıcı nefes alamıyor, renkten renge girerek pencerenin önün
den geçiyor, açık kapıya ulaşıyor, perişan bir halde:
"Ne hale geldik biz böyle?!" diyor.
Dışarıda, Enneline'in tahta pabuçlarının hipnotize eden vu
ruşlarının ritmini fark edince, yitik mutluluğa ağlayan bir dal
ga işitmiş gibi oluyor, bir süre sonra o da sokağa çıkıyor. Nasırlı
eliyle, gravürcünün karısının narin elinden tutmak için kolunu
uzahyor ve birlikte, sokak ortasında
karo[*
yapmaya başlıyorlar . . .
*
Karol (Fr.
carole):
Halka olup oynanan şarkılı, eski bir dans. (ç.n.)
3.
Biri önde öbürü arkada, topuklarını ahenkle vura vura, parmak
ları iç içe geçmiş, birbirlerine bir yaklaşıp bir uzaklaşıyorlar, kendi
etraflarında dönüp tekrar birleşiyor ve baştan başlıyorlar. Birbir
lerinden uzaklaştıkları bir anı fırsat bilen Melchior Troffea, araya
girip karısının önünde duruyor, ona sarılıyor, ama kadın iki adım
geri gidip kocasının elinden berrak bir su gibi kayıveriyor, sonra
da yeniden Gebviller denilen zebellahın elini tutuyor. Melchior
Enneline'in sırtından kaydırıp düşürdüğü siyah örtüyü dışkıla
rın arasından çekip alırken, gözlerini de, benliğinin bir kısmı bu
alemden kaçıp gitmiş gibi duran karısından ayırmıyor. Fıçıcı da
ondan iyi sayılmaz. Eskiden iriyarı bir adam olan Gebviller'in
artık derisi pörsümüş, orangutan babadan olma biriymiş gibi
sarkmış yanakları. Ruhuysa birdenbire hiçlikle temasa geçmişe
benziyor. Paytak bacakları üstünde neşesiz bir tavırla kafasını ve
ellerini sallıyor; bakışları, gravürcünün karısınınkiler gibi dalgın.
Gravürcü ise ikisine de acıyarak bakıyor.
10
Bu sırada, başına duvarcıların giydiği türden bez takke takmış
bir işçi, Troffea'ların açık kapısı önündeki tuhafiyeciye yaklaşa
rak dans eden iki kişiyi izliyor, sonra dönüp atölyenin içine yan
gözle bakıyor. Baskı presinin üstünde tek duran resimli bir kağıt
merakını uyandırıyor:
"Neyi gösteriyor bu?"
Tuhafiyeci, sokaktaki manzaraya hayretler içinde kalmış olsa
da arkasına dönüyor:
"Strasbourg'un güneyine düşen şimşek taşının düşüşü."
İşçi, bulutlardan ayrılıp düşen bir göktaşını idrak etmekten şaş
kın, başparmağını alnına götürüp takkesinin kenarını kaldırıyor:
"Ya, öyle mi, öyle bir şey de mi oldu? Bilmiyordum. Şimdi
yıldızlar bile üstümüze sıçmaya başladıysa! .. Peki şu çalışma ma
sasındaki henüz bitmemiş gravür ne gösterecek?"
Sorunun muhatabı, gravürcünün aletleri arasında tamamlan
mamış bir resim keşfediyor; gravürcü karısının siyah örtüsünü
bırakmak için içeri girerken komşusu soruyor:
"Nedir şu?"
"Yeni doğmuş Siyam ikizleri, şu sıralar Strasbourg' da çok faz
la anormal doğum görülüyor."
11
Tuhafiyeci şaşırıp kalıyor:
"Alından yapışık çocuklar . . . Tanrı aklını mı kaçırmış?"
"Ben tam o resmi bitirirken Enneline Corbeau köprüsünden
döndü."
"Ah, siz de mi .. . "
"Başka ne yapabilirdik?" diye yüzünü buruşturuyor ressam.
"Evde gravür kağıtlarını çiğneme raddesine geldik, zaten arlık
salış yok. Fareler gibi yedekleri kemiriyoruz."
İşçi resimdeki aynı ölümcül kaderi paylaşan o bir çift çocuğa
bakıyor uzun uzun, ama dans eden fıçıcıya gözucuyla baktıktan
sonra dalga geçiyor:
"En azından çift porsiyon!"
Kendi şakasına kahkahalarla gülüyor, sonra yeniden dans
edenlere yan gözle bakarken birden gülmeyi kesiyor, dirsekleri
ve dizleri sarsılmaya başlıyor, tutulduğu bu sarsınlılar onu Enne
line ve Jerôme'a doğru sürüklüyor.
Melchior tuhafiyeciye, "Nesi var bunun?" diye soruyor.
"Ana-babalarını açlıktan kurtarmak için Fransa adına paralı
asker olup İtalya' daki bir savaşa giden iki oğlu vardı, geri dön
mediler. Toscana'daki limon ağaçlarının alhnda beraber çürüyor
lardır herhalde . . . "
"Ya? Peki sen?"
"Bal gibi biliyorsun, tefeci rahiplere yığınla borcum olduğun
dan saç baş yolacağım, malıma mülküme el kondu, karım bir ki
rişe asılı bulundu."
Troffea'run bunaltıdan serseme dönmüş bu komşusu, bir gök
dolusu gözyaşıyla dolup taşan gözlerini örtmek için dermansız
avuçlarından başka hiçbir şeyi olmayan bu adamcağız, çok geç
meden, insanların Jeu-des-Enfants Sokağı'ndaki kapılarının eşi
ğinden kendi etraflarında döne döne ayrıldığını ve Enneline' in
peşi sıra karol dansına katıldığını görüyor. Tuhafiyeci de hafiften
sallanmaya koyuluyor ve o da dans edenlerin arasına gidiyor. El
lerini vura vura tempo tutuyor.
12
4.
Cephesinin bir penceresi Arcades Sokağı'na açılan bir devlet bi
nasında, Strasbourg belediye başkanı, terden sırılsıklam, her salı
olduğu gibi çalışma odasında küçük gözetim kurulunu toplamış.
"Evet benim dört
Stettmeister'ım*,
son görüştüğümüzden beri
şehir ne alemde?"
Belediye başkanı, belediye binasının çahsında bir rüzgar
gülünün gıcırdadığını duyarken, yardımcılarından biri üzüntü
sünü dile getiriyor:
"Surların içinde veba aynı hızla devam ediyor,
Ammeister**
Drachenfels, tıpkı cüzam gibi, kolera gibi, ender rastlanan ama
iki günde öldüren terleme hastalığı gibi,*** sağ kalıp da kısa süre
önce İtalya' dan dönen paralı askerlerin Petite France Mahalle
si'ndeki hamam-kerhanelere getirdiği frengi gibi, ha bir de tifo
var . . . "
"Peki peki yeter, anladım!" diye araya giriyor
Ammeister
Andreas Drachenfels. "Ocak ayından beri salgınımız hiç eksik ol
madı. Tam da benim göreve getirildiğim şu
1518
yılı ne biçim bir
yılmış yahu!" diye hayıflanıyor.
*
Stettmeister:
"Şehrin efendisi" anlamına gelen bu sözcük,
XIII.
yüzyıldan
Devrim' e kadar Strasbourg şehrinin en yüksek devlet görevlisi ya da yö
neticisi için kullanılan terimdi. 1334'ten itibaren, soylu kişiler olan dört
Stettmeister
şehir yönetiminde kalmakla birlikte yürütme gücünün büyük
kısmı, yıllık seçilen ve bir burjuva olan
Ammeister'
e devredildi. (ç.n.)
**
Ammeister:
XIIl.-XVII.
yy.
arası Strasbourg üç meclis ve temsil görevinde
ki bir
Ammeister
tarafından yönetiliyordu.
Ammeister
sözcüğü daha sonra
Strasbourg belediye başk
anını
nitelemekte de kullanıldı. (ç.n.)
***
Terleme hastalığı: Latince adıyla
sudor anglicus,
1485'ten itibaren İngil
tere' de ve Kıta Avrupası'nda bir dizi salgın halinde görülen, gizemli, bula
şıa ve öldürücü bir hastalıkh. (ç.n.)
13
Duvarın gölgesinde bir tabureye oturmuş Drachenfels, Stras
bourg loncalarının temsilcileri tarafından temmuzun ikinci yarı
sında şehrin yönetiminin başına geçirilen bu şişko bira yapımcısı,
şimdiden cidden tahammül edemez hale gelmiş.
"Aralıksız dört yıldır topraklarımızın bütün hasadını tam an
lamıyla mahveden aşın soğuklar, taşkınlar, kuraklık inanılmaya
cak biçimde zincirleme geldi, Strasbourg halkı kırılıyor, bunlar
bir yana, ben ... "
Kafasına geçirdiği fazla küçük bir melon şapkaya benzer baş
lığın bağcıklarını çene alhnda düğümlemiş, elindeki ince dantel
mendille, sanki bölgede sıkça görülen hummalara tutulmuş gibi
alnını kuruluyor, ama o, kavurucu sıcak yüzünden terliyor. Bira
dolu koca bir kalay kupayı, sivri uçları o anki duygu durumuna
göre yukarı çıkan ya da aşağı inen kocaman gülünç bıyıklarının
arasına götürüyor. Yer yer beyaz köpükler bulaşıp da bıyık uçları
biraz aşağı indikten sonra -"Evet, şerbetçiotu bayatlamış, su da
çamur kokuyor, ama en azından hararet gideriyor" - bıyık uçları
havalanan kanatlar gibi yukarı dikiliyor, çünkü
Ammeister,
kah
şık alkolün etkisiyle, hayal kurmaya koyuluyor:
"Dünyanın gıpta ettiği ve
Schlaraffeland
(düşler ülkesi) diye
adlandırdığı özgür ve sağlıklı, harika bir şehir var hahralarım
da. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun içine yerleşmiş bu
cumhuriyet incisi, doğanın hayranlık verici ölçüde lütuflarda
bulunduğu bu şehir kendi alhn florinlerini basıyordu bol bol.
Surların çevresinde, ılıman bir iklimde, bize ait ovalar bütün
bitkileri cömertçe sunuyordu. Şehrimize şarap mahzeni, buğday
ambarı, çevre ülkelerin kileri de deniyordu. Pazarlarımızdaki
tezgahlar lezzetli meyvelerle, av etleriyle, kümes hayvanlarıyla
dolup taşıyordu; tezgahların önünde gidip gelen seyyar saha
ların elinde, Strasbourg'un pitoresk ve neşeli sahnelerini tasvir
etmiş ressam-gravürcülerin bol bol yayınlanıp dağıhlan sayfa
ları vardı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun en iyi balık
pazarı bizdeydi çünkü telaşsız akan bir nehir bize tatlı su balık-
14
!arının bütün çeşitlerini, hatta Kuzey Denizi'nden gelme birkaç
göçebe türü sağlıyordu . . . "
İkinci bir belediye başkan yardımcısı, ortamın havasını bozdu
ğuna üzülerek, "Yeri gelmişken,
Ammeister,"
diye Drachenfels'in
sözünü kesti, "mayıs sonunda Ren Nehri'ndeki büyük taşkınlar
dan kaynaklanan ve şehre ulaşan çamurlu sellerin Saverne ka
pısındaki hisar kulelerinin temelini aşındırdığını öğrendik. Dün
orada endişe verici büyüklükte yarılmalar fark ettik, kale duvar
larının bir bölümünün yakında yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya
olduğunu saptadık, oysa Türklerin saldırma ihtimali var . . . "
Drachenfels bir yudum birayı daha mideye indirdikten sonra
"Ah evet, doğru, bir de Türk tehlikesi var . . . " diye içini çekiyor.
"Yine de güzel bir haber vermeyecek misiniz hiç?"
Üçüncü
Stettmeister
söz alıyor:
"Jeu-des-Enfants Sokağı'nda insanlar dans ediyor."
"Demek öyle ha, bu sıralar dans edecek bir şey olduğunu mu
sanıyorlarmış? Madem canları öyle istiyor . . . "
"Neredeyse bir haftadır," diye anlahyor dördüncü başkan
yardımcısı, "rondlara, * farandollere** kahları kişilerin sayısı git
gide arhyor, gece gündüz durmuyorlar. Çoğu bitkinlikten düşü
yor, yaralanıyor."
Andreas Drachenfels'in bıyıklan hpkı fok yüzgeçleri gibi aşa
ğı iniyor:
"Ya, öyle mi? Bu da nereden çıkh şimdi?"
*
Rond: El ele tutuşup halka olunarak yapılan bir tür dans. (ç.n.)
**
Farandol: El ele tutuşarak oynanan, Güney Fransa'ya
özgü
bir dans. (ç.n.)
15
5.
"Pekala, dansçılar, ayin çağrısını duymuyor musunuz artık? Ka
toliklerin tanrısına sağır mı oldunuz?"
Katedralin çanları vargücüyle çalarken, din adamlarından
oluşan kara bir bulut -keşişler, papaz adayları, papazlar, dine
kabul edilen örtülü kadınlar- Jeu-des-Enfants Sokağı'mn bir ba
şından paldır küldür koşuyor, uğursuz kuşlar gibi gak gak bağı
rıyorlar: "Dans etmeyi kesin!"
"Tanrı'yla alay ediyorsunuz, O size başka azaplar çektirecek!"
diyor biri yaklaşırken. Bir başkası dans edenlere neredeyse değe
rek, "Bu çılgınlığın cezası olarak cehennemde yanacaksınız!" diye
haykırıyor. İlk bağıran içindeki zehri kusuyor: "Zifiri karanlıklar
sizi ışıksız bir geceye gömecek yakında. Eşi benzeri olmayan bir
felaket gelecek başimza!" Tam o sırada bir
Rheinliinder*
(leylek
rondu) hamlesinin tam ortasında buluyor kendini, itilip kakılarak
yuvarlanırken bağırıyor: "Büyücülüğünüz alevlerde yanacak!"
Kıpır kıpır bacaklardan, fırıl fırıl dönen eteklerden oluşan bu
kalabalık içinde, kol kola girmiş, olduğu yerde dönen, havaya
sıçrayan insanlar arasında rahipler, kutsal su serptikleri kalça
sallayanların kulağına kadim dualar okuyup üfleyerek cin çıka
rıyor. Tahta pabuçlar takır tukur ediyor; rahiplere göre hepsinin
davranışı uygunsuz. Farandol yapa yapa yorgunluktan bitkin
düşerek duvara yaslanan bir dansçıya -kanatlarım dinlendiren
bir melek adeta- bir papaz adayı şunu vaat ediyor: "Dans ettin.
Cennet' te sana verilen paydan düşülecek bu." Suçlanan dansçı
karşılık veriyor: "Oo, Cehennem burada. Öbür taraftaki beni o
kadar korkutmuyor." Ve her şeyin şekil değiştirip kaybolduğu
*
Rheinliinder:
A lmanya, Avusturya, İsviçre ve İskandinavya'ya özgü, polka-
16
ya benzeyen bir halk dansı. Bütün Ren vadisinde yapılan bu dansın, leylek
lere çok önem verilen Strasbourg' daki adı "leylek rondu" dur. (ç.n.)
tarafa doğru, şarap pazarı meydanına açılan yolun öbür ucuna
doğru yöneliyor; o taraftan hekimler geliyor.
Tıpkı kilise mensupları gibi hekimler de siyah cüppe giymiş
ama başlarında uzun, sivri birer külah var. Bu kolektif sendrom
dan büyülenmişler, kanlar içindeki çıplak ayaklar ve vecde gel
miş suratlar arasında geziniyorlar, bu ölümcül ve anlamsız dansa
bbbi bir gerekçe arıyorlar. Gösterişli bir şekilde yüzünü buruştu
ranları, kolu bacağı yerinden çıkmış gibi grotesk duruşlar takına
rak vücutlarını eğip bükenleri gözlemliyorlar. Morarblarını, açık
yaralarını, yırbklarını muayene ediyor, ayakta duramayacak hale
gelene kadar dans eden en cılızların bile mukavemet kapasitesi
ne şaşıyorlar. İrileşmiş gözbebeklerinin üstündeki gözkapaklarını
kaldırarak, kalpleri yoklayarak, nefes darlığı nöbetlerini gözlem
leyerek insan beyninin sözle anlablmaz tuhaflığını sorguluyorlar.
Birinin teni öyle solgun ki sanki doğrudan mezarından çıkıp gel
mişe benziyor. Bir başkası demirci çırağı gibi kıpkırmızı.
"Şu yerdeki dans etmiyor artık. İyileşti mi?"
"Hayır öldü."
Sokağın bir tarafında din adamları, öbür tarafında hekimler,
bu dev balonun içinde zorlukla ilerliyorlar, Melchior'un arbk
sadece Enneline' in dans adımlarına bağlı bir gölgeye dönüştüğü
Troffea gravür atölyesi önünde karşılaşıyorlar.
"Enneline! Enneline! Delilik arbk bu, Enneline! .. "
Yerden hala toz kaldıran sarışın karısının davranışı yüzünden
apışıp kalan koca, kadının korkuya kapılmış yüzünü ve iki kara
deliğe dönen gözlerini yeniden baştan aşağıya süzüyor.
"Beni dinle canım, dinle: Seni seviyorum!.."
Şok durumundaki kadın Melchior'u işitmiyor gibi görünüyor
ve sessiz kalarak sallanıyor, bu sırada onu dikkatle inceleyen bir
hekim yüksek sesle soruyor:
"Dans etmek bir çığlığı susturmak mı?"
Doktorun yanındaki bir keşiş düzeltiyor:
"Bu cadı, bütün ermişleri lanetleyecek bir saraband'ın* başını
çekiyor!"
*
Saraband: Bask davulları ve kastanyetlerin eşlik ettiği, şehvet uyandıran,
canlı bir İspanyol halk dansı. (ç.n.)
17
Koltukaltlarından tuttuğu Enneline'in karşısında duran Mel
chior, keşişe dönüyor:
"Zavallı karımın çağrısına kulaklarını tıkayan bütün zengin
keşişlere lanet olsun! Cennet' in kapısını güm güm vursalar bile
Tanrı onları işitmeyecek!"
Gravürcünün bu sözleri öyle keskin ki papanın fetvasında
koca delikler açabilir. Pek uzakta olmayan fıçıcı, güzelliğinin son
baharındaki Attale' inin karşısında kımıldanmaya devam ediyor.
En az sarışın karısının yanındaki adam kadar perişan bu sıskacık,
içe kapanık esmer kadını, seke seke yürüyen, atlayıp zıplayan fı
çıcı öyle yükseğe fırlahyor ki kadıncağızın bacakları görülüyor,
gerisinden söz etmeyelim . . . Attale, dansçıların batınlarının şişti
ğini söyleyen hekimleri işitiyor. Bakışlarıyla kocasının bacakları
nın arasını kontrol ediyor ve şaşakalıyor:
"Jerôme! Ama sen . . . "
Kocasının atölyeye sokmak için habire çabalamasına rağmen
sokakta kalmakta inat eden çilli kadının tersine, fıçıcı, karısı ta
rafından eve götürülmeye kolayca izin veriyor. İster evde ister
sokakta, yeter ki kalçalarını ahenkli bir şekilde oynatabilsin, ge
risi umrunda değil. Attale Gebviller, fıçı imalatçısı kocasını, göz
kapakları inik duran, ocak başına bırakılmış bir küçük kız kafası
ile yamyamlık kalınhlarının üstünden henüz temizlenmediği bir
meşe fıçı arasından geçiriyor.
İşte tam o sırada Enneline yorgunluktan, üzüntüden ve uyku
dan Melchior'un kolları arasına yığılıp kalıyor. Başı önde karısı
kollarına düşünce, onu sürükleyerek eve götürmeye dayanılmaz
bir ihtiyaç duyan adamın yüzü aydınlanıyor. Melchior sokaktaki
müthiş gürültü pahrhya rağmen derin derin uyuyacak olan karı
sınırt memelerine alnını gömüp uzun uzun ağlayacak. Bu gürül
tüye, meraklı burjuvalar yaklaşıyor.
Strasbourg'un bu kadar yoksul olmayan mahallelerinden gelen
burjuvalar gösteriyi seyre dalıyor. Nispeten hali vakti yerinde bir
hanım, baldırıçıplak dansçılarla alay ediyor ama onlar, görmezden
gelinmeyi ya da görülmeyi pek dert etmiyor, hiç oralı olmuyor
lar. Kadın, büklümlü saçaklı şeritleri içinde, hor gören bir tavırla,
18
kontes gibi kibirli kibirli caka salıyor: Para insanı küstahlaşhnyor.
Üstlerine uygun birer entari giymiş diğerleri, insan zincirleri ve
rondların arasından geçiyor. Dönüyorlar, geri dönüyorlar, kah te
peden hmağa, kah gözlerini havaya dikip yandan yandan süze
rek herkesin kılık kıyafetini yakından inceliyorlar. Bazen önlerine
geçmek için dans edenleri itiştiriyorlar, bazen yollarını hkayarak
kasıla kasıla yürüyorlar. Terbiye derseniz, danalar kadar terbiye
almamışlar, ama hastalık bulaşmasına pek hassaslar.
Strasbourgluların dansı, seyredenler arasında her yere sızan
bir su gibi. Dansçıların dokunduğu kimseler sağduyuyu kaybe
diyor ve kendileri de yapbkları şeye hayret ederek randa kablı
yor hemen. "Günahların mide bulandırıcı dansı!" diye bağırıp ça
ğırmaya devam eden papazların ve şaşkına dönmüş hekimlerin
öfkesine karşı, bu sokağa yaklaşma hatasına düşen başkaları bir
bakıyorlar ki önce bir kolda sonra bir bacakta düzensiz hareketler
ve eğilip bükülmelere tutuluvermişler. Yavaş yavaş rahatsızlık
ları kötüleşiyor ve sonunda hiçbir uzuv hastalığın bulaşbğı bu
kişilerin iradesine boyun eğmiyor, onlar da kendilerini bırakıyor,
korkunç koroyu daha da büyütmek için büyük akınhya kahlıyor.
Az önce herkesi küçümseyen bumubüyük budala karı, deminki
kadar akıllılık taslamıyor arlık, herkese göstere göstere deli gibi
kıçını sallıyor.
Biraz ötede, dans edenlerle matrak geçen anne-babasının ya
nındaki küçük uslu kız, göz açıp kapayıncaya kadar, kedi gibi
çevik bir hamleyle babasının omuzlarına hrmanıp cambazların
en hünerlisi kadar usta ve süratli bir şekilde orada sallanmaya,
sarkmaya koyuluyor, adamın saçlarını karmakarışık ediyor. Tu
haf mı tuhaf şekillere sokuyor surabnı, umudunu kaybedenler
gibi bağirıyor. Babası kızından kurtulmaya çabalarken çocuk
kendiliğinden yere atlayıp utancından inleyerek annesinin ete
ğine gömüyor başını, kaderine en acı gözyaşlarını döküyor, ba
bası ise, "Çabuk, çabuk, gidiyoruz!" komutunu veriyor ailesine.
Onlar gerçekten de alelacele kaçarken elini, kolunu, başını oy
natanların gitgide daha çoğu duvarlara çarpıyor, kanıyor ama
tekrar dansa koyuluyorlar.
19
6.
"Doğal mı bu şey, yoksa doğaüstü mü?" diye soruyor şehrin
yöneticisi.
Bir piskopos, "Doğaüstü!" diye haykırıyor.
Bir hekim, "Doğal!" diye karşı çıkıyor ona.
Bir müneccim, "İkisinin arası," diye tahmin yürütüyor.
Andreas Drachenfels, "İkisinin arası mı?" diye şaşırıyor.
"Evet
Ammeister,"
diye karşılık veriyor Jean Wiedemann de
Melchingen. "Gökcisimlerinin kötü kavuşumundan kaynaklanan
bir olay olsa gerek bu, Strasbourg' a dikey doğrultudaki yıldızla
rın uğursuz hizalamşı felakete yol açmıştır. Medusa Kafası'mn
karşı konumundaki Başak burcunun yirminci derecesine girdik,
Mars ve Oğlak yükselende ki bu da hiç iyi değil . . . "
Adam sanki yıldızlar şehrin kaderini belirliyor ve her şey on
lara boyun eğiyormuş gibi konuşuyordu; Drachenfels bıyıklarım
sağdan sola sarkıtarak kuşkusunu belli ederken piskopos rahat
sız oldu:
"Yıldızlardan ziyade Tanrı' ya inanmak gerek!"
1518
yılının
25
Temmuz Salı günü belediye başkam artık ça
lışma odasında değil belediye sarayının devasa salonunda huzu
runa kabul ediyor çağırttığı meclisi, yani şehrin zanaatkar ve tüc
carlarının bütün temsilcileri belediye başkanının karşısına dizili
sandalyelerde oturmuş, sabırsızlık içindeler.
Aralarından biri söz almak için kolunu kaldırdıktan sonra
"Sokaklarda, meydanlarda, avlularda yeniden düzen kurulsun
istiyoruz,
Ammeister,"
diyor. "Bu dansı zapturapt allına almanız
gerek."
Şişko Drachenfels, gözlerini minicik melon şapkasının kenarı
na doğru kaldırarak, "Dansı zapturapt altına mı alayım . . . " diye
tekrarlıyor.
20
Şehrin armasının renklerinde bir vitrayın karşısındaki kol
tuğa yerleşmiş oturan, tepesinde oyma bir leylek, etrafında da
masumiyet ile adaleti temsil eden iki kadın heykeli bulunan Dra
chenfels homurdanıyor:
"Bu yıl gitgide daha akıl almaz hale gelen uğursuzluklar bakı
mından pek bereketli ... "
Bu yeni sorunun önce büyüklüğünü kavrayıp daha sonra na
sıl göğüsleneceğine karar vermek amacıyla, ahşap doğramalarla
kaplı salonda, herkesin önünde, şehir üniversitesinde yetişmiş
hekimler loncasının üyelerine danışmak istemişti. Strasbourg di
yakozluğunun başına seçilen Guillaume de Honstein'ı da davet
etmişti. Drachenfels, belediyedeki istisnai mevcudiyetinden do
layı Honstein' a teşekkürlerini sunuyor:
"Cumhuriyetçi şehrimizin demokratik kurallarına acil du
rumda da riayet etmeyi arzulayarak, görüşmemizin kilisenin
müteveccih gözetimine tabi olmasını çok istiyordum."
Belediye başkanının sağında piskopos ayakta duruyor, ona
eşlik eden kilise görevlisi de müneccimin yakınında. Solda, Dra
.chenfels' in teşhislerini sorduğu üç doktor yerinde tepinip duruyor.
"Şehirde meydana gelen bu yeni rahatsızlığın ne olduğunu
bilmiyorum," diye alçakgönüllülükle bilmediğini kabul ediyor ilk
hekim Oohann Adelphe Muling), "ama ne olmadığını biliyorum."
"iyi, demek ki ilerleme kaydediyoruz," diye durumu takdir
ediyor Drachenfels.
Piskopos, "Hadi canım!" diye homurdanıyor. "Pazar ayinleri
ni baltalayanlar tarafından, bayram günleri dışında meşru olma
yan bir faaliyete girişmeye hevesli imansızlar tarafından ortaya
konmuş bir soytarılık bu!.."
Ammeister
kafasını kıpırdatmadan gözucuyla Honstein' a ba
kıyor, sonra gözbebeklerini öbür tarafa döndürüp konuşmaya
devam eden bilimadamını dinliyor:
"İlk başta düşündüğümün tersine, kolektif bir sara nöbetiyle
karşı karşıya değiliz. Her zaman sara nöbetinin işareti olan kö-
21
püklü salyanın, düzensiz bir boğulma hırılhsının bulunmayışına
dikkatimizi yöneltmek yeterli."
Piskopos-prens, ağzından tek bir hoş kelime çıkmaksızın, he
men öfkelenmeye, köpek gibi durmadan hırlamaya hazır oldu
ğunu göstererek, "Akkorlaşmış demir pabuçlar giydirelim zorla,
sakinleşirler!" diye heyecanlanıyor.
Belediye başkanı diplomatik bir tavırla, "Guillaume de Hon
stein, bu insanlar ıshrap çekiyor . . . " diye hahrlatmada bulunuyor.
"Tanrı halkın mırıldanışlarını kabul etmez!"
Bu yorum, hekim sözlerine devam ederken bıyık uçları dikey
bir gitgelle salınan Drachenfels'in şöyle böyle hoşuna gidiyor.
"Daha sonra dans edenlerin, ergot içeren ekmek yediğini dü
şündüm, hani şu çavdarda üreyen, halüsinasyonlara, spazmlara,
titremelere yol açan mantarı kastediyorum, ama varsayımımdan
vazgeçtim. Şu sıralarda her yerde tahıl bulunmuyor, dahası, dans
edenlerle birlikte yaşayan ve aynı ekmekten yemiş olabilecek
kimselerin hepsi dans etmeye başlamıyor. Üstelik ergot zehir
lenmesinin yol açhğı kasılmalar hiçbir açıdan dansa benzemez.
Ergot hastalığı uzuvlara kan akışını azaltarak, günlerce durmak
sızın çılgınca halay çekme olanağını mekanik olarak engeller. Do
layısıyla bir Aziz Antonius Ateşi* vakasıyla karşı karşıya değiliz."
"Eğer Antonius onlardaki büyüyü bozamıyorsa," diye araya
giriyor Honstein, "buradan birkaç fersah ileride, Saveme dağın
daki Guy mağarasına gidip uygun azize** dua etsinler. Hac yol
cu
l
u
ğu için beni görevlendirin,
Arnrneister ...
"
*
Aziz Antonius Ateşi: Çavdarmahmuzu zehirlenmesi yani ergotizmn bir
başka adı. ( ç.n.)
**
Saint Guy (Fr.): Aziz Vitus. Romalıların öldürdüğü Hıristiyan din şehidi
Vitus'u (Fransızcası Guy) anmak için geç Ortaçağ'da bu azizin heykelleri
nin
önünde dans edilmesi gelenek haline gelmişti.
22
Dansçıların, saralılann da koruyucu azizi olan Vitus'un adı daha sonra el
ve ayaklarda düzensiz kasılmalarla kendini gösteren kore hastalığına veril
miştir: "Aziz Vitus dansı". (ç.n.)
"Hiç şüphesiz, Piskopos Hazretleri, yanlışlıkla 'Aziz Vitus
dansı' diye adlandırılan şeyle karşı karşıya değiliz," diye itiraz
ediyor doktor. "Üstelik, sözünü ettiğiniz enfeksiyon kaynaklı si
nirsel hastalık, şu bizi meşgul eden son derece değişik vakadaki
gibi sadece görmekle bulaşmaz."
Belediye meclisinde, hbbın sağduyusu çok ağır ve sayılı
adımlarla, bazen de aksaya aksaya ilerler ancak ve hedefine de
kaplumbağa hızıyla yaklaşır. Honstein gibi kem küm etmeden
hücuma geçmez:
"Şu farandol tutkunlarının balmumundan ya da reçineden
kuklalarını yapıp bir meydanda ateşe atalım!"
Honstein, Türkler Strasbourg' a saldırdığında dans edenlerin
onlara esir olarak verilmesini de öneriyor. Belediye başkanı açık
pencerelerden gelen şehrin gürültüsü yüzünden hiçbir şey işit
memiş gibi yapmayı tercih ediyor. Şişko ve terli surahyla -"Hava
bugün gerçekten çok mu sıcak yoksa bana mı öyle geliyor?" - ka
falarına sivri birer külah geçirmiş üç kişiye doğru dönüp öğren
mek istiyor olan biteni:
"Peki bu salgının nedeni ne olabilir acaba?"
İkinci hekim (Laurent Freis) açık yüreklilikle itiraf ediyor:
"Benim kavrayamayacağım kadar tuhaf."
Piskopos buyurgan bir tavırla, akıl hocalığı taslayarak, ken
dine önemli bir adam havası vererek, "Doğaüstü olduğuna göre
mecburen öyle!" diye kestirip atıyor ve iç bayıyor.
Freis, "Anlamak isterdim . . . " diye göğüs geçiriyor.
Tıbba hiç itibar etmeyen Piskopos bol keseden sallıyor:
"Bilginleri gereksiz, tehlikeli araştırmalar yapmaya, sadece
Tanrı'ya ait alanları araştırmak istemeye iten şey marazi bir me
raktır. Her türlü bilginin iyi olduğunu söyleyen Aristoteles' in gö
rüşüne itirazım var. Kavramayı istemek Tanrı'nın alanına küfür
niteliğinde bir saldırıdır!"
Ellerini çaresizlik belirtisi olarak
iki
yana açan doktor, "Onla
rın nasıl tedavi edileceğine gelince, işte o konu ... " diyor.
23
Diyakozluğun başındaki seçilmiş kişi, "Adamakıllı sopadan
geçirin!" diye tembihte bulunurken şehir yönetiminin başındaki
seçilmiş kişi, bulunduğu mevkinin sorumluluklarından yorgun,
küçük bir mendille alnını pıt pıt kurularken soruyor:
"Dünyada böyle bir şey daha önce de yaşandı mı?"
"Hayır, hiç, hiçbir yerde olmadı, en azından hazırlık olsun
diye Eski Ahit'te göz gezdirdiğim sayfalarda yok böyle bir şey,"
diye araya giriyor piskoposun yardımcısı. "Tuhaflık açısından bu
felakete denk, Mısır üzerine getirilen on bela* var bir tek."
Doktorlardan biri kilise mensubunun fikrine kablıyor:
"Bizlerin daha ziyade Hipokrat' a beslediği onca hürmete rağ
men, onun burada bize hiçbir yaran dokunmadığını saptamamız
gerek. Onun da, Yunan ve Romalı başka hekimlerin de yazdıkları,
benzer bir hastalığı bildiklerine ilişkin en ufak bir ipucu vermiyor."
"Lanet olsun! Bu da bana rast geldi!" diye umutsuzluğa kapılı
yor Drachenfels. "Kapabn yahu şu pencereleri! Korkunç. Nereden
geliyor bu patırb?"
Kendini feda eden zanaatkar, belediye başkanının emrini yeri-
ne getirmeye giderken yanıt veriyor:
"Arcades Sokağı' nın başına doğru yürüyen dansçılardan."
"Bugün kaç kişiler?"
"Ben diyeyim üç yüz, siz deyin dört yüz, belki de beş yüz ... Bel
ki iki misli. Nasıl bilebiliriz ki? Dizanteriden daha çabuk yayılıyor."
"İki haftadan kısa bir sürede, on alb bin nüfuslu şehirde bin
kişinin dans ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Sonbahar gel
meden bütün Strasbourg balo salonuna dönecek demek!" diyen
Drachenfels' e karabasan çöküyor. "Düşünüyorum da birkaç yıl
önce Erasmus, Strasbourglular hakkında 'Romalıların disiplini,
Atinalıların bilgeliği, Spartalıların kanaatkarlığı' diye yazmışb.
Lanet olsun, şehre yeniden gelseydi, kıçı başı oynayanlar arasında
surab şekilden şekle girerdi."
*
On
bela: Eski Ahit'te Çıkış kitabında anlatılan, köle İsrailoğullannın serbest
bırakılması için Tanrı tarafından Mısır firavununa dolayısıyla Mısır üzerine
gönderilen, çekirge istilası, dolu, karanlık gibi belalar dizisidir. (ç.n.)
24
Henüz söze girmemiş olan üçüncü hekim, daha doğrusu be
lediyenin cerrahı, "Belki de bir halk, daha önce hiç görülmedik
berbat maddi koşullara ve şu sıralarda Strasbourgluların yaşadı
ğı türden kaygılara göğüs germek zorunda kalınca başına bunlar
geliyordur," diyor.
Bunun üzerine, parıl parıl sarkık yanaklarını hekime çeviren
belediye başka
nının
şiş suratı, huzursuz bir ifadeye bürünüyor.
Koca bıyıklar yukarı kalkıp burun deliklerine dayanarak ezilir
ken, burun deliklerinden çıkan nefes üstdudağında bitmiş ak kıl
ları kıpırdatıyor:
"Devam edin, Hieronymus Brunschweig . . . "
"Beyinlerin çok şiddetli bir basınç altında dans ya da felç gibi
anlamsız davranışlar ürettiği varsayılabilir."
"Felci tercih ederdim . . . "
"Heyecandan kaynaklanan derin bir bunalımın kurbanı bu
dansçılar, tıpkı uyurgezerlikteki gibi, rahatsızlıklarını böyle dışa
vuruyor olsalar gerek."
"Peki sonuçta, Hieronymus?" Drachenfels daha çok şey öğ
renmek isteyerek cerraha ilk adıyla hitap etmeye başlıyor.
"Belki sur içine kapatılan bir grup söz konusu davranışın iler
leyen senkronizasyonuyla apayrı bir bütün oluşturabilir. Dolayı
sıyla bu durum, dans salgını gibi acayip bir şekle bürünen aşırı
sefaletten kaynaklanıyordur; ıstıraba gömülmüş bir şehrin daya
nılmaz gerçekliğinden kaçmanın, hele de yoksul düşmüş halk
için, tek yolu dans."
Brunschweig'ın sözleri Drachenfels'in aksine piskopos ku
maşlarının parlaklığıyla çevrili Honstein'ı ikna etmiyor:
"Yoksul halkmış ... Kasaba gönderilecek beygire nal çakmaya
kalkışmayacağız herhalde. Tanrı ne verdiyse onunla yetinsinler.
Dans günahla birlikte doğmuştur. Hiç kuşku yok ki şeytandan
çıkmadır!"
Üç hekimden ilki olanlara tanıklık ettiğini hatırlatarak, "Fa
randol yapanlarda göbek altında çıkıntı yapan bir şişlik sap-
25
tandı," diyor, şimdi belirtmesinin yararlı olacağını sanarak (ama
hata ederek), söylediği bu ayrınhyı piskopos hemen sahipleni
yor: "Ya, ne diyordum ben?! Şeytan'ın kuyruğunu sokmadığı
dans yoktur!"
Strasbourg' un seçilmişi diyakozluğun seçilmişine soruyor:
"Papazlar şeytandan söz etmese nasıl geçinirlerdi acaba?"
Drachenfels minicik melon şapkasının tepesine kadar sıkınhy-
la dolup taşmaya başlıyor; bilgelerin görüşünü umursamayan şu
piskoposu boğmak için şapka kafasında dursun diye çene alhn
dan düğümlediği bağcıkları seve seve kullanabilir şu
an;
piskopos
sanki gökkuşağının üstüne ev kurmuş da Tanrı'nın dikkatini çekip
onun tarafından seçilmiş sanıyor kendini.
"Honstein, belediyenin ambarlarında kıtlıkla kullanılacak ta
hıl stokları fakir fukaraya çok düşük fiyata sahldığı için tükendi.
Şimdi sıra sizde, siz de aynısını yapın! Bir sürü manashrınız var,
kilerlerini açın da insanlar karnını doyurabilsin diye içindekileri
ucuza elden çıkarın."
Piskopos her şeyi duymaya hazırdı ama bu kadarını değil! Öf
keleniyor ve felaketlerin tanrısal ikramın meyveleri olduğunu söy
leyerek belediye başkanının ısrarlarına rağmen talebini reddediyor:
"Halkın kendi usulünce sizden yiyecek istemesine kulak verin!"
"Çini karonun malzemesi kalkıp da 'Benim vazo olmam gere
kirdi!' demez. Her şeyin başı sonu olan Tanrı insanların her biri
için neyin uygun olduğunu bilir. Eğer uygun görseydi hep koku
lu güller yaratırdı ama araya devedikenlerini karıştırmayı tercih
etti ki adaletinin ağırlığı hissedilsin. Sefalete gelince, Tanrı' nın bir
lütfudur o."
Bu kadarı da fazla. Belediye başkanı öfkeye kapılıyor ve sini
rinden hop oturup hop kalkıyor.
"Öyleyse neden Strasbourg'un rahipleri bu kadar zengin olu
yor? Bunca bolluk içinde olmak çok hayırlı olsaydı İsa yoksul ya
şamayı seçmezdi."
"Tann'run hükümleri gizli yollardan gider."
26
Göğüslüğünde elmas kakmalı haç bulunan şu heriften şüphe
siz iyi bir uzun havacı olurdu.
Belediye başkanı üzüntüyle, "Yerel kilise tepeden hrnağa
hasta . . . " diye ilave ediyor, belirgin bir Alsace şivesiyle konuşan
yüksek rütbeli papazları da kastederek: "Böylesi olacağına hiç ol
masaydı daha iyiydi! Rütbeleri yükseldikçe, tıpkı etraflarındaki
toprağı verimsiz kılan koca köknarlar gibi zararları dokunuyor.
Strasbourg'un yüksek mevki sahibi Katoliklerinin insana hiçbir
faydası dokunmuyor." Belediye başkanı, ağızlarını sulandıran
madrabazlıklar için tahıl, nohut, mercimek, lahana turşusu, do
muz eti, tuzlama istif eden rahip cüppesi giymiş vurguncuların
açıkça aleyhinde konuşmakta tereddüt etmiyor arhk:
"Tekelcilik yapan bütün piskoposluk meclisi üyeleri pataklan
mayı, yakalarından tutulup pirelerinin silkelenmesini, kenelerini
ayıklamak için derilerinin yüzülmesini hak ediyor. Şerefsizlik
ten bir an olsun çekinmeden manashrlarınızda hırsızlama elde
edilmiş tahılları istifliyorsunuz, zavallı aile babası hiçbir şey bu
lamayıp karısıyla çoluk çocuğuyla açlıktan ölse de. İşte bu yüz
den fiyatlar bu kadar yükseliyor. Her şey ateş pahası! Muhasebe
defterlerinize yuvarlanmış rakamlar yazıp sadece ufacık meblağ
lar veriyorsunuz borç olarak. Doluyu, donu, kuraklığı ellerinizi
ovuştura ovuştura neşeyle karşılıyorsunuz. Ruhban sınıfının aşı
rı bolluğu midemi bulandırıyor! Korumaları gereken kuzularla
karınlarını doyurduklarını görmekten tiksiniyorum."
"Yoksullar bize borcunu ödemeyince Tanrı'nın sabrı taşh . . .
Kutsal Kitap' ta deniyor ki . . . "
"Kutsal Kitap'mış . . . Nitelik deseniz, kusur bulacak çok şey
var, pek çırpıştırılmış bir kitap. Baştan savma yazılmış. Siz muh
terem piskopos-prens hazretlerinden kaynaklanan büyük reza
letleri tekrar şöyle bir gözden geçirdiğimde, şehrimizde Katolik
liğin utanç içinde yüzdüğünü görmekten dolayı gözlerimin acı
gözyaşlarıyla dolduğuna kimse şaşırmayacaktır."
27
Daha sonraları OK Corral' da yaşanacağı* gibi, belediyede iş
ler iyice kızışıyor. Honstein anında ateş etmeye başlıyor:
"Öfkelenen Tanrı diyor ki eğer benim kutsal emirlerime itaat
etmezseniz sizi ölüm ve yaralarla, Türk akınları ve açlıkla, vebay
la, aşırı sıcakla, hayat pahalılığıyla kahredeceğim. Sızlanmaları
ruzı dinlemek istemiyorum. Demir gibi sert olacağım. Günaha al
dırış etmeyene öyle düşman kesileceğim ki mahvedeceğim onu,
çünkü Tanrı benim!" Honstein kendini göstermek için göğsünü
yumruklarken Drachenfels bunu hiç tasvip etmiyor:
"Zaten çoktandır Kilise, kazanç sağladığı ve suistimal ettiği bir
şehre hizmet için faydalı olacak harç ve vergileri ödemeyerek im
tiyazlarını fazlasıyla kullanıyor. Sizi cezaya çarptırmalıydım . . . "
"Kilise mensupları laik mahkemelerde yargılanamaz! Burada,
Strasbourg' da Tanrı her şeye benim aracılığımla çeki düzen verir."
"Belediyede de meclise kimin katılabileceğine karar vermek
için benim onayım zorunludur!"
Ammeister
alması lazım gelen karar gereğince piskopos-pren
sin çıkarılmasına hüküm veriyor birdenbire ve önce Latince son
ra da Alsace lehçesinde şöyle diyor:
"Cujus regio, ejus religio
(Yöneticinin dini neyse yönetilenlerin
dini de odur),
Redde m'r nimm devun!
(Konu kapanmıştır!) Pis
kopos hazretleri, sizi dışarı atıyorum, ağlayışlar, diş gıcırtıları ve
dansçıların ayak sesleri arasına! Kulaklarınızı örtün ki sizi uzak
tan görenler değirmenin eşeği sanmasın!"
"Ama ben sizin davetiniz üzerine gelmiş bir prensim!"
"Diyelim ki unuttum ama şimdi hatırlıyorum. Sadece burjuva
ların elinde olan bu belediyede soylulara yer yok. Çıkın dışarı!"
*
28
Burada
OK
Corral düellosuna gönderme yapılıyor.
OK
Corral düellosu,
Arizona'run Tombstone kasabasında 1881'de yaşanan, sadece
30
saniye sü
ren ve üç kişinin ölümüyle sonuçlanan, daha sonra westem filmlerine konu
olan ünlü silahlı çahşmadır. ( ç.n.)
7.
"Gel! Gir de dans et Jerôme, mademki yapacak başka şeyimiz kal
madı!"
Eteklerini kalçalarına kadar kaldırdığı, temizliği su götürür elbi
sesiyle Attale Gebviller ata biner gibi fıçıcı kocasının üstüne çıkıyor.
Adamı dik duran iki sıra fı
çının
üstüne yahnyor, fıçıları örten delik de
şik ot minderden, kalçaların her gidiş gelişinde, yıllardır birikmiş olan,
en azından evlerinde bir
kız
bebeğin dünyaya gelip yendiği zaman
dan çok çok öncelere dayanan buğday tozu bulut gibi havalanıyor.
Ot minderin içini yeseler daha iyi ederlerdi ama arhk çok geç.
Minderin içi gri volkanik patlamalar halinde fışkırıyor ve onları öy
lesine öksürtüyor ki aman aman!..
Aman aman, Attale, hem ev hem atölye olarak kullandıkları (ger
çi o eskidendi) tek göz loş odanın arka duvarına yaslanarak içine alı
yor Jerôme'u, arlık yapacak başka hiçbir şeyleri yok çünkü:
"Hadi, sok bakalım! İyi tut kargını, heyecana gelme."
Çocukları avam tabakanın bir ferdi olarak doğmuştu, ona hazır
lanan hazin geleceğe rağmen doğumu sevinçli bir olay olarak (bir zi
yafet mi yoksa?) karşılanmışh. Bebeğin kafası hala orada, şöminenin
rafında duruyor. Çürüyor, biçim değiştiriyor, kırışıyor, babanın üs
tünde gitgel yapan anneninkine daha çok benziyor. Anne fısıldıyor:
"Küçüğümüzün kokulu hahrasını içine çek tenimden!"
Ruhu yaralı ama su gibi oynak kalçalı Attale devam ediyor:
"Taze bir unutuşa susadım, bağışlayan bir şeye."*
*
Bu cümlede, ünlü Fransız şairi Marceline Desbordes, Valmore'un 1833'te basılan
Les Pleurs
adlı kitabındaki "Le Mal du pays" başlıklı şiirinin bir dizesine
(
"
]
'
ai
soif d'un frais oubli, d'une voix qui pardonne" - Taze bir unutuşa susadım, ba
ğışlayan bir sese) gönderme var. Söz konusu kitabın büyük bölümü, Debordes
Valmore'un ölen yakın dostu Albertine Gantier'ye bir ağıt niteliğindedir. (ç.n.)
29
Kadın konuşuyor da konuşuyor, ama bir yandan da kıçını sal
layıp duran dans partneriyle düzüşüyor. Adam hepten dilsiz ol
muş, kısılıp kalmış, kuyruksokumunu çarptırmakla yetindiği fıçı
larından "güm güm güm" ses çıkıyor.
Arcades Sokağı'na kadar başı çeken kimselerin ayırt edici özel
liği olan o göbek alhndaki çıkıntıyı hpkı hekimler gibi kocasında
saptayınca, Attale, "Bari şu dans çılgınlığı işe yarasa, bütün fela
ketlerde iyi bir taraf olsa," diyor kendi kendine. Biraz keyfi kaçık
(evladını yedikten sonra kimin keyfi kaçmazdı ki?), neşesizce gü
lüp oynuyor, ama kızgınlık dönemine girmiş bir dişi kedi cidden.
Belli bir salınım hareketiyle dans eden kederli bir düşünce bpkı. *
Memeleri sarkık, bu zayıf mı zayıf kadın kıvrılıp bükülüyor, ne
çocuğunun ağlayışlarını duyuyor arlık ne de dışarıda çalan çan
ları. Telafisi mümkün olmayanın bedelini ödemek içinse yalnız ve
ıshrap yüklü aşkı sunuyor.** Gebviller'lerin evinde, eller birleş
miş, belirsiz yarınlara yeniden bir umut belirmiş. Jeu-des-Enfants
Sokağı'na bakan pencerenin küçük renkli camlarından süzülen bir
güneş ışığı karı-kocanın kopkoyu elemini delip geçiyor: "Tanrı sizi
bağışlasın!" Bu sırada Attale tenini dalgalanan bir bayrak gibi şak
lahyor, Tanrı vız geliyor ona, hatta Cehennem bile. Uzayan bir baş
dönmesi,*** sanki bakışları buğuyla kaplı, kasvetli bir sürü şeyle
dolu kalbiyse bitler, kaşınblar, cerahatli çıbanlar arasında çarpıyor.
İffet hepten sineye çekilmiş, Attale teselliyi ahlaksızlıkta arıyor,
yükseklere hoplayıp zıplayarak, kendi etrafında dönüp durarak.
Kocası çılgın gibi çırpınıyor kadının altında, soluksuz kalıncaya
*
Arjantinli tango ve milonga bestecisi Enrique San tos Discepolo'
nun
tango için
söylediği söze gönderme var: "Tango dans eden kederli bir düşüncedir." (ç.n.)
**
Marceline Desbordes-Valmore'un
1839'
da basılan
Pauvres Fleurs
adlı kitabın
daki
/1
Au Christ" başlıklı şiirin son
iki
dizesine gönderme var: "Et pour payer
l'irreparable / J'offrais l'amour seul et martyr (Ve telafisi mümkün olmayanın
bedelini ödemek için/ yalnız ve ıshrap yüklü aşkı sunuyordum". (ç.n.)
***
Baudelaire'in T ürkçeye
/1
Akşamın Ahengi" (çev. Cahit Sıtkı Tarancı) ve
11
Akşam Ezgisi" (çev. Sait Maden) gibi değişik adlarla çevrilen bir şiirindeki
("Harmonie du soir") yineleyen bir dizeye gönderme var: "İç kararbcı bir
vals, baş dönmesi, uzayan." (ç.n.)
30
kadar durmadan kıvranıyor bir solucan gibi. Oynak vücutlarıyla,
uygunsuzlukta ne aşırılık, umutsuz insanlara özgü ne alçalış için
deler .. . Çavdar küfü gibi onlara anlık bir unutuş sağlayan sarsıcı
bir hummaya alıyorlar ruhlarını. Böyle iki kişi dans etmek bir bü
tüne kahlıyor olma izlenimini veriyor. Kişisel utançlarıyla daha az
yalnız hissediyorlar ansızın kendilerini. Sessizlikte, küçük kızının
aralık ağzından sinekler çıkarken, endişenin çatlaklar açhğı zihin
sel yapısıyla Attale bakışlarını kocasına doğru çeviriyor:
"Güneş sensin. Parlak nurunu saç üstüme!"*
Utanma sıkılma diye bir şey kalmamış. Onları kapatmak, şehir
den uzağa bir yere koymak gerekliydi hpkı cüzamlılara yapıldığı
gibi. Bedenlerinin azgın dalgalarına kapılmış ağır duygusal çökün
tüyle, çekilebilecek ıshrabın en beterini çekiyorlar birlikte:
"Ah, bunu atlahp iyileşmemiz gerektiğini söyleme bana sakın!"
Merhamet, şefkat; sarsıcı bir gösteri bu, ama sonra suya düşü
yor! Fıçıcı fıçılarına vurarak naralar atmaya başlıyor ansızın. Attale
dudaklarını ısırıyor, sonra, üstümüze yağan kar nasıl serinlik ge
tirirse, işte öyle kocasının göğsüne kapaklanıyor. Jerôme sanki bir
uçurum onu yutmuşçasına uykuya dalıveriyor. İkisinin de uzan
mış, kıpırhsız bedenleri bir kefen, bir haç, bir nedamet bekler gibi.
Sokağın karşı tarafında ve öbür ucunda, Troffea'ların evinde En
neline hala uyuyor. Üst katta yatağa uzanmış, yanındaki büyük
sandığın üstünde oturan kocası onu seyrediyor. Enneline üç gün
dür uyuyor (e tabii, tam bir hafta, hatta geceleri de, hiç durmadan
dans edilirse böyle olur). Melchior, nehirden çektiği kokuşmuş su
dan birkaç damlayı, bütün varlığıyla sevgi ve hayranlık beslediği
sarışın annenin dudaklarının arasına akıhyor çocuklarının vaftiz
maşrapasıyla. Bu kel kafalı genç baba ufak kabı yere bırakıyor ve
karısını yeniden hüzünlü, uzun bir bakışla sarmalıyor.
Enneline' in gri entarisinin yakasındaki birkaç kopçayı açıyor,
sonra karısına fazla sıcak gelmesin diye, sert kıldan yapılma elbise-
*
Verlaine'in
1896'
da basılan
Chair
adlı kitabındaki "Les
Mefaits
de la lune" başlıklı
şiirin son dizesine ("Toi, c'est le soleil, luis dair sur moi!") gönderme var. (ç.n.)
31
yi kalçalarına kadar edeplice sıyırıyor. Bir zamanlar zarif mi zarif
görünen bu bacaklarda aşırı dans etmenin yarathğı tahribah böy
lece keşfediyor. Onca insanüstü çabadan kaslar kasılıp kalmış, ar
hk çakıllara benzeyen dizler şişmiş. Taştan yapılma gibi duran şiş
baldırlar kocaman ve harap haldeki bileklerle birleşiyor, bilekler
de kan içindeki ayaklarla.
Melchior, genellikle gravür kalıplarındaki mürekkebi temiz
lemekte kullandığı bir süngeri kullanarak, topukların alhnda
yeniden açılan ve adeta kırmızı mürekkep akıtan yara kabukla
rını yıkamaya kalkışıyor yine son derece incelikle. Her koşulda
ve iliklerine kadar sanatkar Melchior, Enneline'in çıplak bacağı
na boylu boyunca Ren kıyısından sakin bir manzara resmetmek
üzere, işaretparmağının ucuyla biraz kan topluyor. Dalları sakin
akan ırmağa değen salkım söğütlerin resmini yapıyor karısının
bacağına. Telaşsız teknelerin tepelerinde süzülen kuşların geri
sindeki güzel bulutlar da görülüyor resimde. Nehrin akıcılığını
taklit etmek arzusuyla, Melchior yavrusunun arhk kullanmadığı
maşrapaya bir parmağını sokup biraz su alıyor, yapıhna uyan so
luk görünümü vermek için hemoglobinle karışhrıyor. Bu man
zara aile arasındaki mutlu bir gün gibi güzel, ama birdenbire
sarsılmaya başlıyor işte. Söğütlerin gövdeleri titriyor ve dallarını
Ren' in yükselen kan dalgalarında sallıyorlar. Önce küçük çapta
hissedilen ama çok geçmeden Richter ölçeğinde on ikiye çıkan
bu depremde her şey yer değiştiriyor, çünkü Enneline ayağa kal
kıyor. Entarisinin eteklerinin kayıp örttüğü kaval kemiğinden
oluk oluk hemoglobin akan, afallamış Enneline, ağzını açıp bir
şey söylemekten sakınıyor. Umudu boğulup gitmiş bu sarışın,
sersemleyen kocasının önünden beceriksizce merdivene ulaşıp
aşağı iniyor. Giriş kahnda, baskı presini geçip kapıyı açıyor. Dışa
rıdan
"Fiyuuu! .. Fiyuut!"
ve
"Çap! Çap!"
sesleri geliyor, hpkı şeh
re sürülerin geldiği ve kasapların çobanlar gibi ıslık çalarak hay
vanları mezbahaya götürdüğü zamanlardaki gibi. Sokağın öbür
başında fıçıcı garip bir şekilde ve uzun uzun uyurken, Enneline,
Melchior'un önünden geçip dansa geri dönüyor.
32
8.
"Çap! Çap!"
Yolun bir ucunda, belediyenin çağırttığı kasaplar loncasının
üyeleri, ellerinde kırbaç, dansçılardan oluşan kalabalığı, kendi
lerine özgü dille aynı şekilde bağırarak ya da "Fiyuuu! Fiyuut!"
diye ıslık çalarak yürütüyor; sekiz-dokuz yaşındaki çocuklar
umutsuz insanlar sürüsünün iki yanından havlayarak koşuyor
lar çünkü şehirde artık hiç köpek yok, hepsi yenildi. "Sağa dön!"
anlamına gelen bir bağırış, solda safları sıklaştırma emrini veren
özel bir ıslık derken, iyi terbiye edilmiş çocuklar belediyeden ala
cakları zavallı bir
batzen *
uğruna, dikkafalıların baldırlarını ısır
maya kadar vardırıyorlar işgüzarlığı. Kesici dişlerini çıkarmış bir
oğlan çocuğu, kocasının dükkan tabelası altında zar zor tuttuğu
Enneline' in güzelce resimlenmiş baldırına saldırmaya koşuyor.
Melchior oğlanın suratına sağlam bir tekme atıp iğrenç bir köpe
ğe seslenir gibi, "Yat! Yat yere!" diye bağırıyor. Oğlan dörtayak
üstünde acı çeken bir hayvanmışçasına sıçrayıp inlerken, gravür
cü,
karısına, "Neden canım? Neden oraya geri dönmek istiyor
sun?" diye soruyor. Kadın kocasının ellerinden sıyrılırken yanıt
vermiyor. Dibekte biber döver gibi dövseydi de Enneline tek ke
lime etmezdi, bunun üzerine adam yalvarıyor:
"Sen olmazsan ben bu dünyada bir hiçim Enneline, eğer hala
bir ses varsa içinde, duyayım n' olur!"
Ama
gelin görün
ki
Enneline rüzgarda sürüklenip fır dönen
yapraklar gibi kaçıp gidiyor. Kollarını iki yana sarkıtan ressamın
karşısında, Enneline' in dili bedeninin dili, kağıdı da sokak. Ken-
*
Batzen:
15.
yüzyıldan
19.
yüzyıl ortalarına dek İsviçre' de basılan, düşük de
ğerli bir gümüş para. ( ç.n.)
33
disini çağıran tahta pabuçların takırhsına kapılıyor, duygu yüklü
bakışlarını çocuğunun babasına çevirerek adamı terk ediyor.
Geniş lacivert önlüklerine bürünmüş kasaplar, bir sağa bir
sola giden açlar sürüsünü güdüyor. Bu et üstatlarının yarı yarıya
toparlamayı başardığı sürü sokağın hemen hemen ortasına var
mışken, kasaplardan biri ötekine işin o kadar da kolay olmadı
ğından yakınıyor.
·
"N' aparsın, arpa verilmeyen at kamçı zoruyla yürür."
Melchior önlerinden geçen kasapların konuşmalarının deva
mını da işitiyor:
"Söylenene bakılırsa bunların hastalığı kanın çok ısınmasın
dan, vücut içindeki sıvıların düzensizliğinden meydana geliyor
muş: Balgamın, sarı ve kara safranın fazla ya da bozulmuş olma
sından. Belediye meclisindeki temsilcimiz bana, piskopos idari
karar mekanizmasından çıkarıldıktan sonra doktorların öyle söy
lediğini anlatb.
Fiyuuu! .. Fiyuut!
Şuna bak, kimbilir nereye gidiyor
dans ede ede. .. hele şu sağdaki.
Çap! Çap!
Safralar kanın içinde
ayrışıp onu ısıtarak bu tuhaf davranışa yol açıyormuş."
Meselenin aslını yeni öğrenen kasap, kamçısının uzun kayışı
nı geride kalanların kafaları üstünde ama iyice yukarıda şaklahr
ken bir yandan merak ediyor:
"
Öy
leyse hekimler bunları tedavi etmek için daha mı çok fa
randol tavsiye etti?"
"Evet, çünkü daha fazla dans etmek terle birlikte vücuttaki
sıvıların dışarı ahlmasını sağlayacak. Sadece adamakıllı terlemek
vücutta pıhhlaşan safraları dışarı çıkaracak.
Ammeister
hastalığı
hastalıkla tedavi etme yolunu seçti. Ayrıca katedralin arkasındaki
bir alanın dansçılara ayrılmasına karar verdi. Biz oraya götürü
yoruz bu insanları."
"At, eşek ve kabrların sabldığı meydana mı? Ha tamam . . . "
Çirkef kuyusuna dönmüş bütün dereleri yüzünden pis pis ko
kan Alsace Venedik'i olan Strasbourg'un bir ucundan öbür ucuna
dek, birbirine kavuşan insan ırmakları dans edenlerden meyda
na gelen geniş bir nehir oluşturuyor. Erkekler ve kadınlar el ele
34
tutuşmuş çeşit çeşit figürler yapıyorlar: Yılan gibi kıvrılıyorlar,
yaylar çiziyorlar.
Ah,
şehrin içinde sanki bir hrtıl! Bu dev nöbete
yol açan Enneline elleri ve kanlı ayaklarıyla yeniden tempo tuttu
ruyor, iki tarafta ise köy papazları ilerliyor yuvarlana yuvarlana.
"Hamdolsun gerçek Tanrı'ya, hamdolsun Kutsal Ruh'a! Defo
lun ey lanetli, ey cehennemlik ruhlar! .. "
Katedralden pek de uzak olmayan bir yerde, kafile,
iki
tara
fında piskoposluk meclisi üyelerinin evlerinin bulunduğu bir
sokağa geldi. Evler öyle harika ki krallar bile oralarda oturma
ya burun kıvırmaz. Bu zengin konutların üst katlarındaki asma
helalardan akanlar, aşağıdaki, bir sağ bir sol ayak üstünde seke
seke ilerleyen, sinirleri iflas etmiş zavallılara sıçrıyor. Hiçbir şey
durdurmuyor bu insanları. Tanrı'run temsilcilerinin, kendileri de
sokağa inmeden önce, kafalarına boşalttığı ev yapımı iksir bile.
Papazların eli kolu, ucuza elden çıkarmaya çalışhkları siyah taş
tan minicik haçlarla dolu:
"Strasbourg yakınlarına düşen göktaşından oyulma küçük
haçlardan isteyen yok mu?"
Sanki gökte indirim zamanıymış gibi bir de endüljans teklif
ediyorlar:
"Öldükten sonra arafta bir yıl daha az kalması üç
kreutzer! *
Sadece üç
kreutzer!
Yüz florine, günahlarınız ne olursa olsun, dos
doğru Cennet' e gidersiniz! Hiçbir şey sahn almayanın Kıyamet
Günü işi bitik demektir!"
Cüppeli paragözler, ağıldan çıkan koyunlar gibi her yerden
çıkıveriyor şimdi. Bir, derken iki, derken üç, daha ne kadar peki?
Bu karışıklık ve akılsızlık döneminde, bahtsız yoksul kalplere,
gözleri çukura kaçık zayıflamış suratlara seslenerek kazıklamaya
çalışırken bir yandan da kendilerini haklı çıkarıyorlar:
"Papa
X.
Leo Roma' daki San Pietro' nun yeniden inşasına
maddi olarak katkıda bulunacaklara Tanrı'
run
bağışlayıcılığını
garanti ediyor!"
*
Kreutzer:
Eskiden Almanya ve Avusturya' da basılan düşük değerli gümüş
ya da bakır para . (ç.n .)
35
Hepsi de baron, kont, dük falan olan bu kilise mensuplarının
(ücreti pek dolgun olan piskoposluk meclisi üyeliğine getirilmek
için on alh göbekten soylu olmak gerek) vaadi böyle. Aylaklıkla
beslenmiş, hiç çalışmadan rahat bir hayat süren şu rahibe kulak
verin, arafta nasıl bir tek gün daha az kalabileceklerini tasavvur
edemeyen dansçıları tehdit ediyor: .
"Endüljans belgeniz olmazsa şehir surlarının dışına,
Hencker
huewel'
e (cellat tepesi), kutsanmamış toprağa gömülürsünüz, do
layısıyla dirilmeniz de imkansız olur!"
Strasbourg'un yüksek rütbeli papazlarının tanrısı acımasız
bir alacaklıdır, günü geldiğinde günahları ve buranın halkının
asla görmeyeceği bir bazilikanın inşasına yönelik vergiyi değer
lendirecektir.
"Cehennem muafiyeti peşin ödemeye tabidir. Cennet sahn
alınır ama pahalıya mal olur!"
Keşişlerin, rahibelerin, manashr hizmeti gören frerlerin, çoban
kılığına girmiş o doymak bilmez kurtların söylediği budur işte.
Namuslarına gelince, hurdaya çıkmışhr, tomurcuklandığına pek
ender rastlanır. Dans eden bedenlerin çektiği eziyetin içinde sanki
hazlar bahçesinde gezermiş gibi sadistçe dolaşıyorlar. Hareketli
kalabalıkta Enneline'in izini yeniden bulan Melchior Troffea duy
duklarından ötürü öfkeye kapılarak rahiplere, "Papaya bir saray
kurmak için bunca parayı atmak ne büyük delilik!" diyor.
Herkesin içinde yeminler ederek Tanrı'ya gıcık olduğunu söy
leme cesareti gösteriyor.
Söylenenden incinen bir rahip, "Din adamlarının size yol gös-
termesine kulak vermek akıllıca olur," diye karşılık veriyor.
"Drachenfels dedi ki . . . "
"Ammeister'ler
bir yıl var, Tanrı daima!"
Dine küfretmekten suçlu bulunmak gibi somut bir tehlikeye
rağmen ve kilise mahkemesinin hükmü kelle uçurulmadan önce
dilin kesilmesini öngördüğü halde (ki eğer belli bir meblağ öder-
36
se dilinden önce kafası kesilir), Jeu-des-Enfants Sokağı'nın oyma
cısı yılmıyor.
"Ruhlarla meşgul olacak öyle çok maymun var ki şu ruhban
sınıfında, insan ineğini bile emanet etmeye çekinir! Şu lüzumsuz
adamlara bakın hele! Şeytan habire papaz peydahlıyor! Hakika
ten ne Yahudilerin, ne putperestlerin, ne Çingenelerin ne de Ta
tarların ibadetinde var bu kadar çok kepazelik!"
Seyredenlerden beti benzi atmış biri, "Türklerde bile yok
mu?" diye soruyor.
"Hangi Türkler?" diye şaşırıyor Melchior.
"Yakında gelecek olan Türkler . . . Anlahldığına göre surları
mızın etrafında okyanusların kıyısındaki kumlar kadar kalabalık
bir ordu kuracaklarmış . . . "
Bir başkası daha yüksekten alıyor:
"Üstümüze gübre şerbeti dolu koca fıçılar yağdıracaklarmış!"
"Ya öyle mi?" Strasbourg' da yayılan yeni söylentiden haber-
siz Melchior kulaklarına inanamıyor. "Peki neden saldıracaklar
mış bize?"
"Türkler öyledir! Türk demek saldırır demek . . . Memleketle
rinin biberinden olsa gerek. Biber kıçlarını yakınca onlar da . . . "
Bir başkası daha lafa giriyor:
"Anlahlanlara göre en sevdikleri yemek dans edenlerin etiy
miş. Türkler şarap yerine kanla sarhoş oluyormuş!"
Diz hizasındaki pantolona tutturulmuş, konçları devrik yu
muşak çizmeleriyle, pilili, uzun, bileklerde kopçalanmış kollarıy
la şehrin hahrı sayılır kişileri, sonra da acayip pantolonlar, dar
gömlek, kısa ceket giymiş kuyumcular, daha ziyade zenginler
sizin anlayacağınız, vücutlarının denetimini yitirmeye başlıyor .
.
işte kıpırdanmaya, dans etmeye koyuluyorlar Türkler yüzünden.
Haber, sağırlarda bile hastalığı hızlandırıyor:
"Neler oluyor? Duymuyorum."
"Türkler bize saldıracak!"
"Ne? .. "
37
Sağıra yanıt veren kişi, adeta işaret diliyle, uçlan kıvrık upu
zun bıyıkları, acımasız bakan çabk kaşlı gözleri, mahşerin atlıla
rını andıran alacalı bulacalı tuhaf giysileri, kullanması maharet
gerektiren şekillerdeki kesici silahları anlahyor şimdi. Sağır hay
retler içinde:
"Türkler mi?! Ay, aman Tanrım! .."
İşte sağır adam da iyice bunalmış kasapların önü sıra dans
etmeye koyuluyor; kasapların işi başından aşkın çünkü insan
sürüsünün iki tarafında habire yeni dansçılar bitiyor ayrıkotu
gibi. Bir şeyler söylemeye çalışıp beceremeyerek göçebe balosuna
dahil olan çok fazla insan var. Topuklarının yankısı havada bu
harlaşıp gitmiyor. Her yerde kafalar karışık. Strasbourg çöküşün
içine biraz daha gömülüyor. Birçokları kendi etraflarında defa
larca dönüyor, kimileri sadece kalçalarını sallıyor ama gözyaşla
rına boğuluyor, halka olmuş dans edenlerin arasına kahlmak için
kollarını uzahyor. Kafile katedralin arkasına geçmek için heykel
lerin alhnda dönüp dururken, pembe kumtaşından yapılma Ba
kire Meryem Enneline'i -çocuğuyla sucuğu birbirine karışhran
anneyi- fark edince Vaftizci Yahya'nın kollarına düşüp bayılıyor.
Delirtici bir durum bu. Arhk hiçbir şeyin anlamı yok! İşte hepsi at
pazarına ulaşıyor, hiç düldüle binmemiş olanlar bile. Normalde
şehrin en karlı yerlerinden biri olan ama şimdi tümüyle boşalhl
mış bu alanda, marangozlar loncasının üyeleri yerden bir metre
yüksekte kocaman bir kerevetin tahtalarını çakma işinde sona
geldiler. Girişi dans etmeyenlere, özellikle de papazlara yasak
olan dev bir dans pisti yapıyorlar.
Bir yüzbaşı (Johannes Gensfleisch, yani Jean Viande d'oie)
"Drachenfels'in emri!" diye bağırıyor. "Dansçılar buhur du
manlarının olmadığı bir havada hareket etmeli. Saçmasapan kör
inançlara ilişkin özel dualar etmek de yasak burada!"
Göktaşından yontulmuş haçlarıyla da endüljanslarla da me
telik kazanamamış olan rahipleri kızdırıyor bu durum. Lanetler
yağdırarak hastaları taşlıyorlar. Melchior da geriye itiliyor.
38
"Siz dans edenlerden değilsiniz. Gidip de kendinize hastalık
bulaşhrtmayın!"
Kırmızılı beyazlı tören giysileri içindeki belediye görevlile
ri pazar meydanına açılan sokaklara farandolcüleri geçirdikten
sonra zincir çekiyorlar. Bir de popo sallayanlara eşlik edip iyileş
melerini teşvik etsin diye viola, fifre gibi şeyler çalanların geçme
sine izin veriyorlar. Askerler teberlerini, uzun mızraklarını, arke
büzlerini tutarken müzisyenlerin varlığına şaşırıyor.
"Her şeyi gözden geçirip her şeyi tarthktan, kötüleri ayıklayıp
athktan sonra
Ammeister
iyi gördüğünü alıkoydu," diye açıklıyor
Jean Viande d'oie. "Meczuplara müzik kaldı, çünkü hekimlere
göre melodi cisimlerin ahengini yerine getiriyor! Bir de onları
tutmak, düşmelerine, yaralanmalarına engel olmak için güçlü
kuvvetli adamlar . . . Aa, işte kayıkçılar loncasının üyeleri de gel
miş! Umarım deniz tutmuyordur çünkü inip inip kalkacaksınız
epeyce! Şurada tencereleriyle gelenler aşçılar değil mi? Hadi işe
koyulalım, belediye talimatları derhal uygulansın!"
Belediyenin görevlendirdiği ve gece gündüz nöbetleşe çala
cak onlarca davulcu, flütçü, komocu kerevetin etrafında yerle
rini alırken, bir başka müzisyen, eşek yağıyla dolu bir kutuyu
boynuna asmış, gaydasını yağlamaya girişiyor. Dans edenlere
gelince, onların bu kavurucu yaz gününde titreyen ve üstünden
terler damlayan kasları, tahta ya da deri pabuçlarının kesintisiz
vuruşları, zeminin uzun tahtaları üstünde çıplak ayak tabanları,
boğazları daha da kurutan tozların havalanmasına yol açıyor . . .
39
9.
"Şunlara içecek bir şeyler verin!.. Tadı güzel diyemesek de ka
nallardan gelen sudan verin, bir de bira, mademki bira yapımcısı
Ammeister
kendi fıçılarını ikram ediyormuş! Şuradaki mataralar
la ya su ya bira akıhverin boğazlarından aşağı! Hadi yürüyün,
bir, kii. . . Hem susuzluklarını giderelim hem karınlarını doyura
lım! Siz aşçılar, fasulye tencerelerinizin kapaklarını açın da hka
basa yedirin şunlara! Belediyeye masrafı ne olursa olsun, yeter ki
açlıktan ölmesinler! Tıbbi talimahmız böyle!"
Zırhlara bürünmüş Viande d' oie' nın * (hava o kadar sıcak ki
vücudu benmariye daldırılan bir konserve kutusundaki gibi pi
şiyordur şüphesiz) emirlerinden sonra terden sırılsıklam kayıkçı
lar, en çok sendeleyenleri, en bitkin düşenleri tutmak üzere gepe
geniş kerevete hrmanıyor.
"Müzik eşliğinde debelenmeye hiç ara vermemeliler! Derdin
dermanı bu!" diye köpürüyor yüzbaşı. "En çok yorulanlar bile!"
Destek olup tutmak gereken o kadar çok insan var ki Stras
bourg' un salgından etkilenmemiş hamalları da çağrılmış. Or
ta çağ danslarına özgü bir şekilde ayaklarını birbirine vurarak
zıplarken kalçalarını sallaya sallaya kendinden geçmiş dans
edenlerin dişleri arasından su ya da bira döken bu hamallar elle
rindeki keçi derisinden mataraları sıkıyorlar. Hem kadınlara hem
erkeklere biberonla besler gibi içiriyorlar, arkalarından gelen gıda
esnafı dans edenlerin ağzına yavan bir bulamaç içindeki kurufa
sulyeleri vermeye çalışıyor kaşık kaşık. Hiç de kolay değil! Çok
biliyorsanız buyrun siz yapın! Gitgide hızlanan flüt ve davullar
eşliğindeki bir güneş rondunda
(d'r Seebacher Kaarwetanz)
topaç
gibi fırıl fırıl dönen birini doyurmaya çalışın da görelim bakalım!
*
Viande d'oie Fransızcada "kaz eti" anlamına gelir. (ç.n.)
40
Kuru fasulyeler her tarafa saçılıyor. Çakılları emecek bir susuz
luğa ve müthiş bir açlığa rağmen, kollarını dört bir tarafa çırpan
dansçılar ağızlarına hiçbir şey götüremiyor. Yabancı bir elin yar
dımı şart ama o ele kolay gele! Kurufasulyeler kulaklara gözlere
isabet etmiyorsa kurşun sıkılmış gibi havayı yarıp geçiyor. Pek
azı menzile varıyor, yüzbaşının şaşkınlığına rağmen:
"Ziyan etmeyin! Belediye kiliseden inanılmaz bir fiyata satın
aldı bu fasulyeleri!"
Dönüp duran bu kalabalığın içinde yol bulmak ve kimseyi
unutmamak, aynı kişileri boş yere defalarca doyurma hatasına
da düşmemek için, bir dansçıya su içirdikten sonra karnım do
yurmayı başaran kişi, başparmağını is dolu bir heybeye daldırıp
karnı tok dansçının alnına yatay bir çizgi çekiyor. Henüz baca
artığıyla işaretlenmemiş, kadidi çıkmış bir surattan öbürüne, bir
sürü karın doyuyor en sonunda, zincirlere ve askerlere yaklaşan
dilencilerin hayret dolu bakışları altında:
"Ne oluyor burada yahu? Dansçılara ziyafet mi veriliyor? Be
lediye mi bunu yapan?"
Dilenciler salgın kendilerine bulaşmış gibi yaparak derhal
dizlerini omuzlarım kırmaya başlıyor:
"Ama neler oluyor bana böyle birdenbire? Dans ediyorum!
Dans ediyorum! İmdat, kendimi durduramıyorum!"
"Ben de aynı durumdayım! Ay aman, ne hastalıkmış bu!"
Dilencilere kanan Johannes Gensfleisch hayıflanıyor:
"Zincirleri daha geriden germelerini emretmeliydim şüphesiz
ama hastalığın bu kadar uzaktan bulaşacağım düşünmemiştim . . .
Muhafızlar, bırakın da şu yeni hastalananlar o tarafa geçsin!"
Belediyenin cömertliğinden yararlanmak için bir sürü mad
rabaz kerevete tırmanıyor. Öbürleri gibi kalçalarını çok sallıyor
lar ama insanları itiştirip gerçek hastaların önüne geçerek bir an
önce içmek için böyle yapıyorlar. O kokuşmuş su dolu matara
dan değil de içinde bira olandan içmek için parmaklarıyla işaret
ediyorlar. Oh, tek damlasını bile ziyan etmiyorlar, kurufasulye
dolu kaşıklar yaklaşınca uysal uysal ağızlarını açıyorlar. Alınları-
41
na isle işaret çekilir çekilmez, ceketlerinin koluyla siyahlığı silip
yeniden beslemecilerin karşısına geçiyorlar. Defalarca bira ve ye
mek ikmalinin ardından biraz daha dans edermiş gibi yapıyorlar
ama çok geçmeden sıkılıp kerevetten iniyorlar, şaşıran yüzbaşı
nın önüne gelip zincirin üstünden atlıyorlar.
"Hemen iyileştiniz mi?"
"Evet evet, bir düzelme oldu! Ama belki yarın tekrar geliriz,
mesela öğlene doğru, yeniden dans çılgınlığımız tutarsa eğer . . .
Kimbilir! Yarın da yine kurufasulye mi var yoksa başka yemek
mi verilecek? .. "
"Onları dinlemeyin yüzbaşım, hile yapıyorlar!" diye dilencile
ri ele veriyor işgüzar bir asker. "Şunun, şunun, buradaki herkesin,
tekrar tekrar yemek alabilmek için alınlarını sildiğini gördüm!"
"Ne, ne?!" diye kaz gibi ötüyor Jean Viande d' oie. "Ayıp değil
mi?! Sizi
Jungfernkuss
yani Bakire Meryem'in öpücüğü ile ceza
landırmalıyım!"
Hem topal hem hırsız bir dilenci, "Ne ile?" diye meraklanıyor.
Bu sırada dansçıların davranışlarını muayeneye gelen hekim
lerden biri bu ağız dalaşına yaklaşıyor, askerlerin komutanı tem
bel namussuzlara açıklama yapıyor:
"Şehrin cephaneliğinde, sizinkisi gibi vatana ihanet suçları
için müthiş bir işkence aletimiz var. Dik duran, içi boş bir sandu
ka, kadın vücudu şeklinde, yüzü de Meryem Ana'nın yüzü gibi.
Bu sandukanın içine hükümlüyü sokuyoruz. Sanduka kapahlın
ca bir mekanizma harekete geçiyor ve bir yığın sivri uç serbest
kalıyor, kurbanı delik deşik ediyor; hükümlünün kanı, tıpkı
na
renciye sıkacağından çıkar gibi, Meryem Ana' nın ayak kısmın
dan çıkıp yerlere yayılıyor."
Tehdit edildikleri muameleyi kafalarında canlandırınca, biraz
harami tarafı da olan dilenciler hemen dişlerini takırdatmaya ve
oldukları yerde son derece tehlikeli ve inanılmaz dans hamlele
riyle sallanmaya başlıyor, birçok asker onları zaptetmekte zorla
nırken hayretler içinde kalan yüzbaşı hekime soruyor:
42
"Hala mı soytarılığa kalkışıyorlar?"
"Yo hayır, bence şimdi sahiden hastalığa tutuldular! Gözleri
böyle geriye devrildi mi . . . Ama siz de biraz fazla ileri gittiniz
yüzbaşım, bunca Strasbourglunun kafaları bu kadar hassaslaş-
k
il
mış en . . .
"Of, vay canına!" diye sızlanıyor Gensfleisch. "Muhafızlar,
yeniden zincirin öbür tarafına geçirin şunları, kerevete doğru!
Amma dertmiş be!"
Hekimlerin aklına gelmeyen bir başka dert de yiyecekler. Ye
dirmek iyi hoş da, yiyeceklerin bir taraftan girdi mi öbür taraftan
çıkması, gerekiyor! Karnı doyurulan bütün dansçılar artık altına
doldurmaya başlıyor ve görüntü cidden iğrenç. Karanlık basma
ya başladığı için at pazarı meyda
nının
etrafında çepeçevre meşa
leler yakılırken boklar hanımların elbiselerinin altından taze sığır
gübresi gibi dökülüyor, erkeklerin pantolonlarının arkası renk
değiştiriyor.
Cıvık kakaların üstünde ayakları kayan kayıkçılar, "Herhal
de bir de kıçlarını silmemiz gerekmez!" diye umuyor. Gaz çıka
ranlar arasında (kurufasulye . . . ) düşüp bir taraflarını kıracak gibi
oluyorlar - "Fırtınadaki gibi sağa sola yalpa vuruyoruz!"
Yukarıda, katedralin arkasında asılı duran canavar şeklindeki
çörtenler, kerevetin üstünde, kopkoyu bir bunaltının pençesinde
içini boşaltan, sıçrayan, tepinen şu halkı izlemek için adeta başla
rını eğmiş. Birçok viola ve fifreden destek alan bu insanları hiçbir
şey durduramaz. Yanmak için çalı çırpıya gerek duyan ateş size
asla, "Tamam! Bu kadar yeter!" demez. Yıldızların altında, sanki
aklın mevsimi geçmişçesine genel bir deliliğin etkisiyle sersem
leyen Strasbourg' da, binanın melez, grotesk ve alegorik varlık
ları karşı duvarda cinli, perili, korkunç canavarların gölgelerine
benzer gölgelerin kaymasını seyrediyor. İster efsane deyin ister
yalan, insan kendini her şeyin, en olmayacak dönüşümlerin mey
dana gelebileceği bir peri masalında zannediyor. Siste, korkunç
birer yaratık heykeli şeklindeki çörtenler taştan gözlerini kaldırıp
Jeu-des-Enfants Sokağı' na doğru çeviriyor . . .
43
"Yı
k
k "
eme ... yeme . ..
10.
Attale Gebviller sallana sallana dışarı, karanlığa, açlık ve has
talıklardan oluşan bir manzaraya çıkıyor. Karşıki gravürcünün
paslı bir demir çubuğa asılı duran tabelası hafif bir esintinin etki
siyle gıcırdıyor. Fıçıcının karısının, kusmuğuna dönen aç köpek
gibi* kadidi çıkmış.
"Yı
k
k "
eme .. . yeme . . .
Karı kocanın evinde karın doyuracak hiçbir şey yok arhk. Kız
larını yiyip bitirdiler. Yamyam kadın, tepesinden çörtenlerin onu
gözetlediği katedralin arkasındaki büyük balonun bitmeyen na
karatlarını duyuyor. Uyumaya devam eden Jerôme dışarıda daha
dans edebilmiş olsaydı, en azından onun kurufasulye yeme hakkı
olacakh, ama dans salgınına tutulmayan Attale her halükarda boş
midesiyle kalacakh ... Çıldırtıcı bir durum.
Armer Teifel,
şimdi iyi
ce donmuş olan zavallı felaketzede, Attale, yarı kagir evlerin du
varlarına tutunarak ökçesi aşınmış eski pabuçlarının tabanlarını
sürüye sürüye giderken bütün şehir davulların ritmiyle çınlıyor.
Eğer şehirde hala fare olsa geceleyin seve seve fare avına çıka
cak olan bir kedi gibi Alsace'lı kadıncağız, binaların dış cephele
rinden dolaşarak, hastaneden hastaneye neredeyse sürüne sürü
ne gidiyor. Önce saralılara ayrılmış hastaneye, sonra frengililere
ayrılmış Blatterhaus' a gidiyor, şimdi sıra kangrenli ergotizme
tutulmuş olanların hastanesinde, ardından Yoksul Yolcular Has
tanesi (şehirde ikamet etmeyen yolcular için), vebalılar binası ve
sur içindeki cüzamlılar bölümüne gidiyor. Hastalara tahsis edil-
*
Burada Kutsal Kitap'taki Süleyman'ın Meselleri bölümünden bir ayete
gönderme var: "Ahmaklığını tekrarlayan akılsız, kusmuğuna dönen köpek
gibidir."
(26:11)
(ç.n.)
44
miş bu resmi binaların dibinde,
/1
Ağzıma koyacak bir lokma . . . "
diye kedi gibi miyavlayarak, pencerelerden ablmış dışkıları top
luyor, ağzına götürüyor. Gidip at pazarı meydanındaki kereveti
yalasa daha iyi ederdi! Fare pirelerinin kara vebayı yayarak zıpla
yıp kaçışbğı, kahverengi bir çürümeyle yenik yenik olmuş dışkı
larla ellerini dolduran Attale, sanki bir hazine, kocasının karnını
doyurmak için bir adak taşırmış gibi, kızının çürümüş kafasına
doğru ağır ağır dönerken bir yandan da mırıldanıyor:
11
Schlof Kinde le, schlof!
. .
Uyu, minik yavru, uyu!
Baban çobanlık ediyor,
Annen ağacı silkeliyor,
Bir rüya düşecek ağaçtan,
Uyu minik yavru uyu!.."
45
11 .
Ağustos ayının ortalarında, at, eşek ve kalır pazarının kuruldu
ğu meydanda, dans salgını hiçbir gerileme belirtisi göstermiyor,
hatta daha kötüye gidiyor.
Rave par
ty
'
ye girişi engelleyen zincirin
ardında bir haftadan uzun bir süre kalmış olan gür saçlı sakallı
delikanlı Melchior Troffea, çift sıra on çelik düğmeli ince kırmızı
yeleğinin içinde cılız beygir edasında, diz çökmüş, ceketinin sağ
koluyla, duvar dibine bırakılmış boş bir tencerenin içini sıyırıyor.
Açlıktan başı dönerek, baygınlık geçirerek, zar zor ayağa kalkı
yor seyirci kalabalığının yanında. Kolunu saran, kurufasulye
zarlarıyla birlikte yemek sularına bulanmış kumaşı uzun uzun
çiğnerken gözlerini de şurada bir kayıkçının tuttuğu, bacakları
bükülünce yeniden kaldırdığı Enneline' den ayırmıyor. Yanda,
bir başka koca da gravürcü gibi davranıyor, ama bu koca, eş de
ğiştirilerek yapılan bir gül valsi
(Rosewalzer)
sırasında, karısının
kalçalarını dalgalandıra dalgalandıra, belli ki kendisinin kafa tu
tamayacağı bir adama yapıştığını görünce, dişlerini kendi bileği
ne geçiriyor kan çıkarıncaya kadar. Kıskançlıktan deliye dönüp
kendini ısıran adam hemoglobinini içerken inliyor:
"Onunla dans ediyorsun demek ha ... Başın onun omzunda ... "
Bunlar ayrıntılar elbette, yoksa katedralin arkasında yaygın
olan şey panik. Şehrin bir araya toplanmış ve hayrete düşmüş he
kimleri, tavsiye ettikleri ve harfiyen uygulanan reçetelerinin yol
açlığı tahribah seyrediyor. Müzisyenler repertuvarlarını tüketip
bir fifreye üfleyemez, bir defe vuramaz, bir korneti çalamaz hale
gelirken, gevşemeye başlayan dansçıları daha hızlı dans etmeye
zorlamak için daha sert çalacak güçleri kalmazken, dans iptilası
nın kurbanlarından onlarcası kerevetin üstünde yığınlar halinde
kaskah kesilerek düşüp ölüyor. Gösteri dehşetli bir şekil alıyor.
46
Karabasanlardaki gibi bir manzara bu. Hali vakti yerinde olanlar
bile, parlak renkli çorapları ve dantelli gömlekleriyle, kalp kri
zinden can veriyorlar. Bu karnaval katliama dönüyor. Dünyanın
sonu geldi duygusu hakim. Birçokları hayaller görüyor, bir kan
denizinde yüzdüklerini haykırıyorlar. Toplu halde öbür dünya
yı boyluyorlar. Onlara Cehennem' i anlatan din adamları gülüp
eğlenirken hekimler ne yapacaklarını bilemez haldeler. Müziğin
sözde sağalhcı gücü gerçekten işe yaramadı. Son baygınlık bu.
Melodiler arasında insanlar dört bir yanda sinek gibi düşüyor.
Can çekişenler döşeme tahtalarına uzanmış da olsa eğilip bü
külmeye devam ediyor. Şehrin müstahkem eski semtinden tran
sit geçmekte olan İsviçreli tüccarlar zincirlerin öbür tarafından
bu sahneye tanık olunca şehirden kaçıyorlar, beraberlerinde de
dansçıların hikayesini götürüyorlar her yerde anlatmak üzere.
Hikayeye hep şöyle başlayacaklar: "Umudunu kaybeden bir
halkın hikayesi bu!" Yüzbaşı Gensfleisch arhk dayanamıyor. Sı
caktan fırın gibi olan zırhının içinde, imtiyazlarına yakışmayacak
şekilde davranıp doktorları azarlıyor, ama doktorlar hiç itiraz et
meden sus pus oluyorlar.
"Siz dediniz ki dinlenmelerine hiç müsaade edilmesin. İşte so
nuç.
Ah,
Türkler boşuna gelmesin buraya. Strasbourg kendi hal
kını gebertmek için kendi başının çaresine gayet güzel bakıyor!"
Dahası, yüzbaşı şu kahrolası müzikten de iyice bıkh, gece
gündüz aynı terane, gitgide daha beter bir zımbırh! Askerlerin
komutanı kulaklarını hkıyor, Odysseus gibi balmumuyla hka
mak isterdi doğrusu. Birdenbire -yönetmeliğin de cam cehenne
me- demir göğüslüğünü, metalik pazubentlerini, omuzluklarını,
kolluklarını çıkarıp atıyor. Bezmiş yüzbaşı kabuk değiştiren yen
geçler gibi vücudunun üst kısmını soyuyor, kabuğunu çıkarıyor.
Bacaklarındaki ve dizlerindeki çelik zırhları, ayaklarındaki ekle
meli ve uçları sivri muhafazaları çıkarmadığı için, üst kısmı çıp
lak olsa da sıcaktan fokurduyor, bir yandan da gitgide büyüyen
bir dehşetle, ise bul
anmı
ş yüzlerdeki delice ifadeleri seyrediyor,
47
el ele tutuşmaya devam ederek kocaman farandol halkaları oluş
turan, kısmen çoktan çürümeye başlamış cesetlerin üstünden
hoplaya zıplaya ölesiye dönüp duran büyü kurbanları bunlar.
Ama bakın, bir şey daha şaşırhyor Jean Gensfleisch'ı. Zincirlerin
önünde düzenli aralıklarla konuşlanmış askerleri, savaşçı ünifor
malarının etekleri alhnda popolarını bir o yana bir bu yana sal
lamaya başladı. Dans edenlerle saatlerdir temasta kala kala, on
lara göz kulak olmakla görevli muhafızlar da kalçalarını sallayıp
meslektaşlarıyla el ele dansa koyuluyorlar, bu arada da dilenciler
aradan sızıyor. Olay tam bir saçmalığa doğru gidiyor. Ah, eğer
yarın Türkler saldırıya geçerse Strasbourg ordusunu surlarda ha
lay çekerken görünce amma da gülerler . . . İş içinden çıkılmaz bir
hal alıyor. Yüzbaşı bağırıyor:
"Susturun! Müziği susturuuuun!.."
48
12.
Marangozlar yeniden sağlanan sessizlikte at meydanındaki ke
revetin kirişlerini sökerken, dans edenler arasında aile üyelerini
aramaya gelmiş onca insan gibi Melchior da orada, iki büklüm
olan Enneline' i omzuna atınış taşıyor.
Karısı büsbütün hafiflemiş olsa da incecik fasulye sırığı Mel
chior Jeu-des-Enfants Sokağı'na doğru ilerlemekte zorlanıyor. So
luklanmak için sık sık duruyor. Gövdesi titreyen dilsiz karısına
çiçekbozuğu surahnı usulca çevirerek ve güven vermeye çalışa
rak şöyle diyor:
"Kaygılarında nasıl da kehanetler sezmiştim . . . ama sevgilim,
gözlerinde gökyüzü kalmış hala."
Kadını daha da endişelendirmek istemiyor ama bakışlarını
dansçısının bacaklarının uçlarına yöneltince, eti berelenmiş, si
nirleri, tendonları yırhlmış, kıkırdakları darmadağın, kemikleri
ortaya çıkmış ayakların halini görünce kendisi telaşa kapılıyor.
Kadının bir daha asla eskisi gibi yürüyemeyeceğini biliyor artık,
soylu bir zarafeti olan Enneline'in geri dönüşsüz biçimde sakat
kalacağını biliyor.
Bu sırada, belediye sarayında,
Ammeister
paniğe yakın bir hu
zursuzluğun pençesinde; birisi gelip de Türklerin surların ka
pılarını hklattığıru haber verseydi bu kadar huzursuzlanmazdı
doğrusu. Göreve geldiğinden beri her haberin daha da dehşete dü
şürdüğü şu adam, koca kafasını iki elinin arasına almış sızlanıyor:
"Ey kaypak talih, sen beni neyle suçluyorsun?"
Dört buçuk ay boyunca üstlenmek zorunda kaldığı çok fazla
sorumluluk yüzünden şaşkına dönen
Ammeister'in
-"Halefime
iyi şanslar!"- koca bıyıklarının uçları birer kanatınışçasına aşağı
49
yukarı inip kalkıyor, adam çalışma odasının açık penceresinden
sanki şimdiden uçup gitmek ister gibi -seni şişko serçe- ama yine
de küçük meclisini olağanüstü ve kapalı bir oturum için topla
mış. Yaramazlık yapmış homurdanan bir çocuk gibi gölgeye
saklanarak duran Andreas Drachenfels büyük meclis salonunda
aldığı karardan pişman. Dört Stettmeister'inden biri ona hekimle
rin müzik tedavisinden artık pek emin olmadığını söyledikten ve
kendisi de bıyık altından güldükten ("Cidden mi?") sonra, şimdi
kendi politikasının haklılığını yeniden gözden geçiriyor:
"Tek bir çözüm yolu görüyorum: Strasbourg' da nerede olursa
olsun herhangi bir çalgı çalmayı yasaklamak."
Stettmeister, "Peki ama ayin sırasında? .. " diye soruyor. "Ale
luya'lar, requiem'ler falan için org?"
"Peki, öyleyse katedral hariç olsun, zaten belediyenin orada
düzenlenen törenler için karar gücü yok!"
İkinci bir yardımcı soruyor: "Peki karol'lere, tresque'lere,
*
gö
çebe rondlarına düşkün olanlar ne olacak Ammeister?"
"Artık sokaklarda dansçı falan olmaz, aman ha! Salgının yayıl
maması için dışarıda canımızı sıkmasınlar artık. Kalça sallayıcılar
ev karantinasına alınsın! Hem zaten istedikleri şehirde gezmek
değil dans etmek, dansın avantajı şu: Hep ilerlemek gerekmiyor,
öyleyse evlerinde, oldukları yerde dans etsinler!"
Şehir kurumlarının başında bulunan şu oturan adamın
önünde, az önce söze karışan iki yardımcı birbirlerine bakıyor,
Drachenfels sık sık fikir değiştiriyor, onunla çalışmak zikzak
çizmekten ibaret diye düşünüyorlar sanki. Ama Strasbourg hü
kümetinin başı tavrında ısrarcı. Zaten, dudak büküyor, uzun
bıyıkları bir
X
çizerek çaprazlanıyor, birbirine dik iki çizgiyle,
unutmanın daha iyi olacağı geçmişe ait bir şeyleri karaladığınız
zaman olduğu gibi.
*
50
Tresque:
Okunuşu "tresk". İtalya kökenli,
xıv.
yüzyıla özgü, sıralanarak oy
nanan bir Ortaçağ dansı . Bu dansa müzik ya da şarkı eşlik edebiliyordu.
Farandol'ün kökeninde tresk olduğu düşünülür. (ç.n.)
Minicik gülünç şapkasının alhnda, cehennem sıcağının kar
ton kralı
Ammeister'in
susuzluğunu giderecek tek damla birası
kalmamış, bir şüphe sarıyor etrafını ve kor�u dolaşıyor dört bir
yanında, yine de, büyük resmi mührü ve
secretarius
unvanını ta
şıyan üçüncü yardımcısına emir veriyor:
"29
Eylül, Aziz Mikail yortusuna kadar dışarıda dans etmeyi
resmen yasaklayan bir karar çıkarın. Şunu da ekleyin: 'Cezası iki
florin'. Piskoposluk taslamak istediğimden değil ama gene de ka
salara biraz para girer bu sayede."
"Ammeister,
Strasbourgluların neredeyse tamamı beş parasız."
"Aa evet, doğru. Öyleyse kuru ekmeğe talim edecekleri hapis
le tehdit edin."
"Kuru ekmek mi? Bunun hayaliyle yaşıyorlar! Hepsini kode
se hkamayız. Yerimiz yetmez."
"Müziğe gelince," diye konu değiştiriyor Drachenfels, "so
kakta ıslık çalmak bile yasaklanacak. Hafif süvari müfrezeleri
müzisyenlere hücum edecek."
"Suriçinde ahınız kalmadı,
Ammeister.
Ocak ayından beri üc
ret alamayan süvarilerimiz atlarını yediler."
"Ya, öyle mi?"
Andreas Drachenfels uzun bir sessizliğe gömülüyor, bıyıkla
rının uçları çenesinin allına sarkıyor. Şişkin ve solgun yanağını
avcuna dayayıp iç çekiyor:
"Bizi ne kurtarabilir merak ediyorum ve hissettiğim çaresizli
ğin alhnda eziliyorum. Her şey kötüye gidiyor, daha da kötüye
gideceğe benziyor."
Dördüncü yardımcısı, "Yeri gelmişken, birçok Strasbourglu
Osmanlı
hücumu başladığında bunu nasıl öğreneceğini bilmek
istiyor," diye lafa karışıyor.
"Çok iyi anlarlar."
"Evet, ama önceden haberdar edilmek istiyorlar."
"Ne için? Zaten mahvolacağız. Türk akını durdurulamaz. De
nizin kapıları açılmış farz edin."
51
Drachenfels dalga sesleri duyar gibi oluyor, şu anda yüzünün
her iki yanında yatay duran bıyıklarının inip kalktığı gibi inip
kalkan dalgaların sesleri. Dile getirilen yeni tasanın şıpırtılarıyla
uykuya dalarken dört yardımcısı hep birlikte adamı sarsıyor:
"Kalkın
Ammeister,
uyanın. Rüyanızdan çıkın, çünkü bıçak
kemiğe dayandı. İnsanlara nasıl haber vereceğiz önceden? Ya
rıldığı ve hatalı ses çıkardığı için hendeklerin dibine terk edilen
Schlaaglock'u,
yani gözetleme kulesinin eski çanını getirelim diye
düşünmüştük. Katedral kulesindeki platforma yerleştiririz, adını
da
Tüerkeglock,
yani 'Türklerin çanı' koyarız. Oradan çok uzaklar
görülüyor, bir gözcü ikaz verir."
Bozguncu belediye başkanı, "Piskoposun razı gelmesi ge
rek ... " diye şüphesini dile getiriyor, ama dördüncü yardımcı ce
vabı yapıştırıyor:
"Hiçbir şey harcamadan daha da zenginleşmek için Stras
bourg' un devlet gelirlerini biraz daha suistimal etmek amacıyla,
piskopos Guillaume de Honstein yeterince talepte bulundu ve
sonunda da katedral binasına ilişkin her şeyin şehir yönetiminin
yükümlülüğünde ve
Ammeister'
e bağlı olmasını sağladı, öyle ki
eğer siz emir verirseniz bu emir piskoposun yetkisinin tümüyle
dışında olacak.
Tüerkeglock'u,
çatlamış bile olsa, yerine koydurun,
halk en azından onunla biraz rahata kavuşsun. Elbette tokmağı
kayıp ama gözcü ağır bir çekiçle çanı çalmayı becerecektir."
"Kulakları patlayacak desenize! Bu iş için bir sağır bulalım
biz, kör olmaz ama, değil mi?! Neyse, bu kadar zevzeklik yeter!"
52
13.
Necaset sokağında bir asker, yasağa rağmen atölyesinden dans
ede ede çıkan bir düğme dikiciye cezalandırılacağına dair göz
dağı veriyor . . . Ama yasağı delen adam askeri belinden kavrayıp
ona sarılarak fır döndürüyor . . .
Çalışma odasının kirişleri kaba saba boyanmış tavanı albnda, ah
şap bölmelerin arasında oturan
Ammeister
bir
Stettmeister'in
ken
disine aktardığı olayı dinliyor.
"Peki asker ne yapmış o zaman?" diye soruyor Drachenfels.
"O zamandan beri akıl almaz taklalar atarak top gibi sıçrıyor
lar, nasıl durduracağız bilemiyoruz. Yüzbaşının cezaları ikisine
de söylendi ama kar etmedi. Sanki dönüp dolaşan bir sinek ikisi
ne de vızıldayarak 'Geliyor musunuz?' demiş. Dalgın tavırlarını
bir görseniz, sadece ara sıra derin derin iç çekiyorlar, başlarını
geriye savurup . . . Çoğunlukla sıkı sıkı birbirlerine sarılmış vazi
yetteler, doğaya aykırı bir şekilde dünyaya gelmiş ikizler gibi bir
birlerine yapışıklar adeta . . . Dans ederken biri öbürünün aynası
gibi görünüyor."
"Hay Allah kahretsin! .. "
53
14.
Suriçindeki mezarlıkların çoğu, haftalardır, aşırı danstan çok sayı
da ve dalgalar halinde ölen Strasbourglularla dolduğu için, şimdi
belediyenin karşısında, Saint-Martin meydanının öbür tarafında,
bir tabutun ardından burnunu çeke çeke ilerleyen bir gözüyaşlı
lar korteji var. Belirsiz renkler ve gölgelerden oluşan bir kuyruk
halinde, dört omuzda taşınan köknar sandığın kurumuş bir ku
yuya doğru ilerleyişini takip ediyorlar. Suları çekilmiş . . . Heyhat,
her şeyin suları çekiliyor bu dünyada; hayat da su da aynı kaderi
paylaşıyor. Aile üyelerinin adımlan ağır ağır, yavaş yavaş ilerli
yor ama tabutu taşıyanlar birbirlerinden farklı boydalar, sandığın
içindeki bedeni sarsıyorlar biraz. Dökme demir bir kapıdan ge
çince, iki yanı mezarlarla dolu bir yol boyunca, mevtanın tabuta
çarpma seslerini duyan birkaç matemli, tabutun kenar tahtalarına
çarpan naaşın temposuna uyarak ayaklarını yere vurmaya başlı
yor. Kimileri bunu davul sesi olarak algılayıp bir çağrı hissediyor
lar. Bir kas cinnetine kapılarak kollarını sallamaya başlıyorlar ve
cenaze töreninin sonu dansa davete varıyor. Hiç kuşkusuz acının
içlerini kaplamasına boyun eğmemek için, bilinçaltına itilmiş ya
saklan alt ederek, kendinden geçişle kaçış yoluna kavuşuyorlar,
düşünceleri matemin kederinden kaçıyor. Yüksek bir bunaltı dü
zeyi gerçeklikle bağlarını kaybetmelerine yol açıyor.
Toprak tepeciğin yarubaşındaki koca bir çukurun iki tarafın
da, kürek tutmaktan avuçları nasır bağlamış iki kazıcı, ayaklan
birbirine vurarak zıplayanların, boyunlarını bedenlerini döndü
re döndüre dans edenlerin yaklaştığını görünce şaşırıyorlar. Bu
tuhaf ve etkileyici sahneyle karşı karşıya kaldıklarına bir türlü
inanamıyorlar. Artık geleceği konusunda derdi tasası kalmayan
54
mevtanın üstüne toprak atmaya başlayan adamlardan biri, bir kü
rek sallayıp, "Ya . . . bulaşıcı hastalık tabuttan da geliyor ha!" diyor.
Öbürü toprak yığınını küreklerken devam ediyor:
"Dans eden kişi, ölse de hastalık bulaşhrıyor! Halbuki vebalı
lar ya da cüzamlılarla uğraşırken, en azından işleri bitti mi biz de
kurtulmuş oluyorduk."
Sağ bıyık yukarı kalkıp soru işareti şeklinde kıvrılmış, sol bıyıksa
ünlem işareti gibi dikilmiş; Andreas Drachenfels çalışma odasın
da öğüt veriyor:
"Tabutların içinde cesetleri kürkle sarmak gerekiyor ki kenar
lara ve kapağa çarpmasınlar."
"Nereden kürk bulacağız
Ammeister?"
"A
"
ma, ama, ama . . .
55
15.
Kapalı çalışma odasında tek başına dolaşıp duran Strasbourg hü
kümetinin başı, şiş göbeğini o duvardan bu duvara gezdiriyor.
Sinir krizinin eşiğine varmış ve üstüne dar gelen kıyafetlerinin
dikişleri gibi patlamaya hazır haldeki şehrinin göründüğü pen
ceresini de kapamış. Drachenfels' in küçücük melon şapkanın içi
ne sıkışhrılmış beyni karışıklık ve kuşku içinde, çünkü onu bir
bölmeden alıp oturmayacağı bir tabureye götüren ağır ve sarsak
adımları gibi ters gidiyor her şey. Kafesinde kafasını sallaya sal
laya dolaşan sinir hastası bir ayı sanki, hiç durmadan dönüyor
paslı menteşeler gibi gıcırdayan romatizmalı şişko dizlerinin üs
tünde. Yumruklarım sıkmış, önce gölgenin içinden geçiyor, sonra
acımasız bir günışığı huzmesinden, alhnda mor halkalar oluşmuş
gözlerinde parlayan yaşlar, midesini bulandıran ve beynini ya
kan kötü haberlerin mahşer borusunu çalıyor. Ağzında köpükler,
kekeliyor. Dans eden görüntüler yakasını bırakmıyor, sadece uy
kusuzluk ve kaygı içinde yaşatıyor onu. Bedeni kadar altüst ol
muş zihniyle bütün bunlara nasıl bir anlam vereceğini bilemiyor.
Müstahkem şehrinin insanları o derece tehlikede ki başkan ne
fes nefese, terden sırılsıklam; bıyıklan asılmış da üstünden sular
damlayan iki paspas gibi. Elinin tersiyle bıyıklarım siliyor ve göz
altı torbalarım tavandaki kirişlere doğru kaldırıyor. Kirişlerde,
lacivert zemin üstüne kıvrım kıvrım dökülen frizler halinde ser
gilenmiş bitki motifleri var. Belediye başkam kafasını geriye at
mış, ona Alsace'ta gökyüzünün yağmurdan sonraki görünüşünü
hahrlatan bu derin maviye bayılıyor. Yeşermiş yapraklar, açılmış
çiçekler, lezzetli meyveler ve semiz hayvanlarla dolu bu kıvrık
dallan seyretmek ne mutluluk! Şurada, bira bardağından taşan
ve sahici gibi duran köpük resmi Andreas Drachenfels'in ağzım
56
sulandırıyor. Fevkalade olmalarına rağmen bu kirişlere hiç özel
bir dikkat yöneltmemişti şimdiye kadar, suyun kirliliğini, kilise
adamlarının ahlakını, hava koşullarını, tedavisi imkansız hasta
lıkları, açlığı ve Strasbourgluların adamı şaşkına çeviren dans
çılgınlığını unutmak için kendini asmayı tasarlarken bakmışlı sa
dece. Yoksa, ince ince işlenmiş süslemedeki işçiliğe bakınız hele,
kuşkusuz biraz fazla sıkış lıkış ama süslemeler iyice seçilebiliyor.
Kirişlerin araları öyle güzel ki sanki pazaryerindeki tezgahlara
açılan birer pencere diye düşünülebilir. Nasıl da bir zenginlik ve
ahenk başyapıtı. Göz kamaşlırıa. Belediye başkanı bir gün şehir
de de bu kadar güzel şeyler görecek miyim acaba diye merak edi
yor. Ensesi geriye katlanmış vaziyette, kiriş aralarındaki resimle
re öylesine şaşakalıyor ki baş dönmesi dengesini bozuyor. Tekrar
dengesine kavuşmak için önce bir topuğunu geri çekiyor, sonra
öbürünü ileri alıyor, kollarını cambaz sırığı gibi iki yana uzatıp
git gel yapmaya başlıyor. Kıçı sağa sola çalkalanıyor. Kalçasının
salınımlarının genişliği bir o ayağının bir bu ayağının üstünde
sallanmasına yol açıyor. Omuzları dalgaların hareketi gibi gidip
geliyor. Dizleri sanki daha iyi. Şimdi olduğu yerde beklenmedik
bir kıvraklıkla hareketleniyor. Resimli kirişlere sabitlenmiş ve ar
lık bulanık görmeye başlamış gözbebekleriyle, gerçekliğin dışına
kaçışı ona neredeyse vals yaptırıyor ve başkan kendini büsbütün
unutarak dans etmeye koyuluyor. Karabasanlarından böyle mi
kaçmayı umuyor acaba? İşte daha da hafifledi şimdi, sanki hava
lanı verecekmiş gibi. Kolları bir iniyor bir kalkıyor. Esinle dolmuş
bir balerin gibi tek ayağının parmakucunda dönüyor. Kendine
özgü bir tempoyla el çırpıyor, sonra iyice zincirlerinden boşanı
yor, tam o anda çalışma odasının kapısı açılıyor ve bir yardımcısı,
"Ammeister,
şu salgın konusunda kendi kendime diyordum ki
acaba . . . " diyerek içeri giriyor.
Secretarius'
un cümlesi havada asılı kalıyor. Drachenfels lafını
adamın ağzına tıkıyor, işaretparmağını kaldırıp emrediyor:
"Gördüklerinizi sakın kimseye anlatmayın!"
57
O sırada, katedralin
scriptorium'unda,
bir zamanlar müstensih
keşişlerin kitapları elleriyle yazdığı ama Strasbourg' a matbaanın
gelişiyle gereksiz hale gelen bu yerde, çamaşır günü var . . . Bir
kilise hizmetlisi, kocaman ahşap bir gerdelin içinde ayinde kulla
nılan örtüleri suya basıyor - ayin sırasında kutsal Kan'ı korumak
için kutsal kadehi örtmekte kullanılan ama şarap lekesi olmuş
örtüler, kudas ayininden sonra ayini yöneten rahibin dudaklarını
sildiği bezler, ayini yapanın parmaklarını sildiği bezler, İsa' nın
son yemeğini ve keferiini simgeleyen sunak örtüleri, rahiplerin
ayinde giydiği beyaz entariler, üstüne şarap kupası konan kutsal
örtüler, rahiplerin ayinde kullandığı boyun atkıları, kutsal ekme
ğin muhafaza edildiği dolaba örtülen Vosges keteninden örtüler.
Bu beyaz kumaşların hepsi, sabun yerine kullanılan ve ünlü bi
nanın derin kuyusundan çekilip getirilen buz gibi suya serpilmiş
küllerin arasında çalkalanıyor. Şehirde bulunan tek temiz su bu,
hem de en serini. İnsanların susuzluğunu gidermek için daha çok
işe yarardı, ama olsun, öyle ham hayale kapılmaca yok . . . Yüce
Tanrı' nın evinin de sınırları var yani. Elli iki yaşındaki piskopos
prens Guillaume de Honstein,
scriptorium'
u baştan uca geçerken
kilise hizmetlisinin önünde durarak, "Birazdan gelip durular,
asarım," diye mırıldandığı koca gerdele dikkat etmiyor. Pisko
posluğunun ana kilisesinin transeptinden iri ve sert adımlar
la geçerken, bu uzun boylu kilise mensubunu biri durduruyor.
Cemaatinden kadınların sütüyle yanakları her gün yıkanan ekşi
suratlı Honstein' dan görüşme talebinde bulunmuş, sofu ve bilge
bir adam, Kutsal Metinler uzmanı birisi. Daha yaşlı ve aksayarak
yürüyen bu adam, sol kolunun alhnda Honstein'ı şaşırtan, kıvrıl
mış bir kağıt tutuyor:
"Nedir bu?"
İç duvarları ahlakçı resimlerle kaplı bir odanın gölgelerle uza
yan kemerleri alhnda, sorunun muhatabı yanıt veriyor:
"Konutunuzun kapısına çivilenmiş olarak bulunmuş bir
kağıt."
58
"Kim cüret etmiş?!"
"Size güçlük çıkarabilecek birisi, piskopos hazretleri . . . "
"Kimden söz ediyorsunuz, Drachenfels' ten mi?"
"Hayır, Saksonya dükalığındaki karanlık bir keşişten söz edi
yorum: Martin Luther. Geçen yılın sonundan beri papazlarda re
form yapmak, hatta belki de yeni bir din kurmak istiyor."
"Hadi bakalım!"
"Bildirisini kitlesel olarak dağıtmak için Gutenberg' in yeni
makinalanndan yararlanıyor; kiliselerin, manashrların, pisko
posluk meclisi üyelerinin evlerinin kapılarına . . . sizin evinizin
kapısına ... meçhul ellere çivilettirdiği bildiri, endüljans sahşını
reddettiği doksan beş tezini içeriyor."
"Bakayım."
Katedralin o kısmında süzülen loş günışığında pahalı ipek
kıyafetleri içindeki piskopos-prens rulo edilmiş kağıdı açıyor ve
baştan aşağı göz gezdirirken numaralandırılmış doksan beş tez
den bazılarını tane tane okuyor:
6.
Papa'nın Tanrı adına günahları ba
ğ
ışlama yetkisi yoktur. *
Honstein tek kaşını havaya kaldırıyor.
1 1 .
Kanonik cezanın Araf cezasına dönüştürülmesi, açıkça piskopos
lar uykudayken deliceotu ekilmesi anlamına gelir. **
Yüce rahibin dudaklarına bir sırıhş yayılıyor.
*
"Papa, Tanrı tarafından bağışlandığını ilan edip buna şehadet etmedikçe
veya kendi yetkisine bırakılan durumlar haricinde (ki bağışlama hakkı ta
nınm
adığında, suç bağışlanmadan kalacaktır), hiçbir suçu bağışlayamaz."
(Martin Luther, Doksan Beş Tez, çev. C. Cengiz Çevik, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınlan,
2.
Basım, Mart
2018,
İstanbul, s.
9)
**
Agy,
s.
10.
59
24.
Bu nedenle insanların çoğu, kaçınılmaz bir şekilde, ayrım gözet
meyen, bu muazzam cezadan kurtulma vaadiyle kandırılıyor. *
Guillaume de . . . tebessümünü bashrıyor.
43.
Hıristiyanlara; fakire yardım edenin veya ihtiyacı olana ödünç
verenin, lütuf satın almaktan daha iyi bir amel işlediği öğretilmeli.
45.
Hıristiyanlara; muhtaç birini görüp de lütuf için ayırdığı parayı
ona vermeyi reddedenin, Papa 'nın endüljansını değil, Tanrı 'nın gazabı
nı satın aldığı öğretilmeli. **
50.
Hıristiyanlara; Papa 'nın, lütuf vaazlarının haraçlarını bilsey
di, Aziz Petrus Bazilikası 'nı kuzularının derisi, etleri ve kemiklerini
kullanarak inşa etmektense onun yanıp kül olmasını tercih edeceği
öğretilmeli. ***
"P"h "
o . . .
66.
Bu yüzden endüljans hazinesi, şimdi insanların servetinin balık
gibi avlanmasında kullanılan bir ağdır. ****
Piskopos tam "Yalan değil," sözü ağzından çıkacakken kendini
tutuyor. Tezlermiş, uğraşacak bir onlar mı kaldı diye çoğunu hiçe
sayıyor zaten. Seksen altıncıya varıyor:
86.
Niçin serveti, zengin Crassus 'un servetinden daha büyük olan
Papa, biricik Aziz Petrus Bazilikası 'nı kendi parasıyla değil de, inançlı
fakirlerin parasıyla inşa ediyor?
Piskopos, "Bu keşiş hepten delirmiş! Tamam, bu kadar yeter,
okuyacağımı okudum," diyerek kağıdı, Kutsal Metinler uzmanı-
* Agy,
s.
12.
** Agy,
s.
16.
*** Agy,
s.
17.
**** Agy,
s.
19.
60
na geri vermek üzere tekrar rulo yapıyor. Uzman yorum yapma
ya kalkışıyor:
"Bir şeyin doğuşuna tanıklık ettiğimizi hissediyorum . . . Ka
tedralin çevresinde kötü bir rüzgar esiyor."
Kutsal emanetlerden yana pek zengin olan şehirde (araların
da Bakire Meryem'in bir damla sütü de var, acaba nasıl alındı da
saklandı diye merak edilebilir . . . ), süt damlasının gerçek olduğu
nu iddia eden piskopos Martin Luther'in muhtemel başarısına
.
ınanmıyor:
"Geleneksel kurum bu dogma reformunun gelişini reddede-
cektir."
"Seçme şansı olacak mı?"
"Peki ama Saksonya'nın Lülü'sü ne istiyormuş tam olarak?"
"Sözleriniz iyi amellerinizin damgasını taşısın ve erdemlerini-
zin tanıklığıyla desteklensin istiyor."
"Vay canına!.."
Renkli vitrayların ışığında, "Dikkat buyurun, piskopos haz
retleri," diye üsteliyor yaşlı ve bilge adam. "Çoğu kişiye uzun
gelen ve pek muteber görmedikleri piskoposluğunuz sırasında,
onun Reform'u Strasbourg şehrine sızıyor, ileri karakollara ses
sizce yerleşti bile. Tıpkı geçen baharda, gün ortasında gökte tek
bulut yokken katedralin tepesine yıldırım düşüp de kuleden ine
rek koro yerine kadar ulaşbğında ve uğursuzluk diye düşünüle
bilecek epey hasara yol açbğında olduğu gibi."
Gerçekten muazzam boyutlardaki kibriyle piskopos-prens bu
uyarıları çürütüp bezgin bir iç çekişle noktayı koyuyor ama mu
hatabı ısrar ediyor:
"Aç kalan cemaati kurnazca söylenmiş yalanlarla ve bol bol
ağız kalabalığı yaparak dolandırdığınız için suçlanmıyorsunuz
sadece, ölülerini sokaklarda bıraktığınız için de suçlanıyorsu
nuz. Dans eden köpeklermiş de rastgele ölüp kalmışlar sanki,
daha da beteri, sizse merhamet edip bir zahmet gömmüyorsu
nuz bile onları."
61
"N' olmuş, bu mezarsız ölüleri örten koca gök var tepelerinde.
Yıldızlarla dolu engin bir gök.kubbeden daha güzel örtüyü nere
den bulacaklardı?" diye karşılık veriyor piskopos ve ayak bilek
lerini tuhaf bir şekilde oynatarak uzaklaşıyor.
Piskoposun gidişini seyreden Kutsal Metinler uzmanı, "Ba
caklarınız mı ağrıyor?" diye soruyor.
"Asla," diyor yüce papaz ve geldiği yere doğru dönüp
scriptorium'u
ters yönde katetmeye hazırlanıyor. Ama arkasından
kapıyı kapahp sürgüleri çeker çekmez Honstein'ın omuzları dört
bir tarafa doğru oynamaya başlıyor, ayak bilekleri adamı zıpla
maya zorluyor, cüppesinin altında sekiz çizen dizleri boyun at
kısını dalgalandırıyor, kalçaları fır dönüyor ve piskopos deli gibi
dans etmeye başlıyor, bir yandan da sövüp sayıyor:
"Oo, eski püskü Kutsal Kitaplar'daki Tanrı'nın canı cehenne
me, Bakire Meryem' in ayı halleri aşkına, bu yeni ilahiyat hem ta
rım vergilerinin, endüljansların, kilise vergilerinin, hem de Stras
bourg ve karları üstündeki egemenliğimin sonu demek!"
Böyle bir geleceği tasavvur etmek piskopos-prensi artık
hakim olamadığı bir vücudun zincirlerinden boşanmış dalgala
rına teslim ediyor. Bu vücudu bir türlü durdurmayı becereme
yince, kendini geriye bırakıyor ve ayin örtüleri ve buz gibi suyla
dolu gerdele giyinik vaziyette giriveriyor. Dı dı dı dı, ayılhyor in
sanı! Honstein' ın kıçı önce leğenin dibine vuruyor, kafası kabar
cıklar çıkararak yüzeyde beliriyor, tepesi yuvarlak hraşlı kafanın
tam ortasına bir ayin örtüsü takılı kalmış, halka şeklinde kesilmiş
saçlar alna, şakaklara, enseye yapışmış. Dizlerinin arkasındaki
çukurluklar meşeden yapılma teknenin kenarına dayalı, hem
baldırlar hem ayak bilekleri sarsılmaya devam ediyor. Honstein
soğuk su banyosunu etkili bir tedavi olarak görmek istiyor. Vü
cudunun üst kısmını sunak örtüleri arasında suya daldırıyor ye
niden, bir an soluk almak için sudan çıkarken örtüler de adamın
omuzlarına takılıp çıkıyor. Çamaşır tozu görevi gören küller, o
62
pek Katolik yerel despot surahndan gri gri, yol yol akıyor. Buz
gibi soğuk suya yerlere taşıra taşıra batıp çıkmaya devam eden
papaz hazretlerinin düşüncelerindeki ateş sonunda biraz sönme
ye yüz tutuyor. Yavaş yavaş paniğini yahşhran piskopos yeniden
suya dalıyor, çevresinde yüzen ayin giysilerinin, papazın ayinde
ellerini kuruladığı havluların, ayin dolabı örtülerinin arasında
uzun süre kalıyor. Keşke piskopos yüzeye hiç çıkmasa, papalığın
pis sularında boğulup gitse!
Şimdi, eylül başı gölgelerinin Jeu-des-Enfants Sokağı'ndaki ev
lerin üstünde uzadığı şu saatlerde, kapalı kapılar ardında aile
ler çoluk çocuk dansa vermiş kendini. Meydanlarda, avlularda,
müstahkem şehrin yollarında devriye gezen askerler belediye
talimatına uyulmasını sağlıyor. Cesaret toplayarak açık pencere
pervazlarında iki gerdan kırıp popo sallamaya gelen itaatsizleri
mızraklarının ucuyla evlerinin içine itiyorlar. Askerler pencere
lerden içeriyi görüyor, evde dans edenlere, oynamak için ma
saların, kanepelerin üstüne sıçrayanlara tanık oluyor. Masalara,
kanepelere sıçrayanların çoğu kafasını tavan kirişlerine çarpınca
müzik yasağına rağmen av borusu gibi kuvvetli bir yaygara ko
parıyor. Kimileri sobanın üstünde dikilmiş ölüyoruz diye deliler
gibi çığlık atıyor; bir ahşap baskı tabelasının dibinde, renkli cam
karoların arkasında, Enneline Troffea'nın narin silueti durmama
casına hareket ediyor.
Gerdek yatağının yakınındaki koca sandığa oturmuş kocası
sarışın karısına doğru kaldırıyor bakışlarını. Melchior, boş beşi
ğin yanında kederini terk etmeden şilteye çıkıp dans eden genç
annenin taşkınlığına üzülüyor. Özenli sanatçı karısının saçlarını
örmüş gözüne girmesin diye. Genç kadının yara bere içindeki ba
caklarının alt kısmını da bezlere sarıp sarmalamış, öyle ki bu cılız
bebek katili sağa sola sakar bir adım atınca ya da kendi ekseni
etrafında dönünce ayakları fil ayaklarıymış gibi görünüyor. En
neline dudaklarını aralamıyor bile, ama aşık kocası mutlu günle
re ait eski gravürlerin çoğunu çiğneyip yiyor kadının karşısında.
63
Şenlik yapan kalabalıklar, düğün sahneleri, geleneksel giysilerle
kutlanan bayramlar matbaa mürekkebinden kararan dişlerinin
arasında balçık gibi olmuş dönüp duruyor. İçi pis su dolu bir ka
lay maşrapayı alıp dudaklarına götürüyor, içiyor, sonra da vaftiz
çanağının yansımasında sevdiği kadının belinin biçimsizleşen,
uzayan, sıkışan kavisini seyrediyor. Elindeki madeni eşyayı ye
rine koyuyor, kağıttan öğününü bitiriyor akşam olurken, hala
karısını seyrediyor hayran hayran, böyle dans etmek için kişinin
içinde yaman bir kargaşa olsa gerek diyor kendi kendine. Zaten o
da . . . bacaklarında aşağıdan yukarı yeni karıncalanmalar, omuz
larında da minik sarsıntılar hissediyor. Bu durumdan endişeleni
yor, salgının hala kıpırdanıp duran
ilk hasta'
sının önünde paniğe
kapılıyor. Melchior'un kalçaları şimdi sağdan sola dalgalanıyor.
Başına geleni kavrayıp çabucak ayağa kalkarak tepki gösteriyor:
"Hayır, hastalanamam ben! Enneline'e yardım etmek için ak
lım başımda olmalı!.."
Koca sandığın kapağını kaldırıyor, ağır matbaa makinesini ilk
yerleştirileceği zaman zemin kattaki gravür atölyesine kadar çek
mekte kullandığı iki uzun zinciri çıkarıyor.
"Dans yasak! .. "
Poposunu yeniden sandığın kapağına koyan kaba ve sarsak
sanatçı kımıldayan ayak bileklerini bitiştirip zincirle sıkıca bağlı
yor, zincir yavaş yavaş, önce titreyen baldırlarını, sonra da, daha
yukarıda, birbirine yapıştırdığı ama dört bir tarafa kaçmaya ça
lışan dizlerini sarıyor. Zar zor da olsa, Melchior zinciri mümkün
olduğunca iyi tutmak için halkalardan birinin içinden geçirmeyi
başarıyor. Zincirin bir ucu sarkıyor. Güçlükle nefes alan Melchior
terliyor, boğuluyor. Bacakları artık kıstırılmış vaziyetteki gravür
cü
ikinci zinciri alıyor, aynı şeyi kollarına da yapmaya çabalıyor,
kaburgalarına yapışık dursunlar istiyor ama bu iş daha zor çün
kü iradesinin dışında kıpırdıyor, yukarı kalkıyor, iki yana açılı
yor, her yöne hareket ediyor kolları, adam da kendini ikna etme
ye çalışıyor bu sırada:
64
"Dans yasak!"
Gravürcünün bir tek boynu durmaksızın kıpırdamaya baş
ladığında, eklemleri mahvolan karısı gerdek yatağının dışına,
küçük bebek döşeğine yığılıyor, kırılıp patlayan minik yataktan
etrafa parçalar saçılıyor. Döşemenin uzun tahtaları üstündeki
ince ve hafif beşikte, pişmanlıkla özlenen bir gölgenin kalınhları
var arhk sadece. Kaderi çok kısa bir yıkınh, bir enkaz bu, Troffea
çiftinin en büyük kederi. Bedensel acılara duyarsız gibi görünen
ve az rastlanır cinsten bir çeviklikle hareket eden Enneline tekrar
kalkıp dansa başlıyor, benliğinin en derinlerine gitmeye koyulu
yor; kocası ise, kollarını gövdesine yapışık vaziyette zincirlemeyi
başarmış, sıkılı avuçları içinde, hareket etmesini engelleyen çift
kat zincirin uçlarını tutuyor. Biri olduğu yerde dönüp duran,
öbürü de kıskıvrak bağlanmış bu iki kişi, çocuklarının ölümün
den sorumlu (bir görmek gerek . . . ) bu iki insanın görünüşü, ki
mileri (ders verenler) onları gülünç bulup odanın ansızın çöken
loşluğunda onlarla alay edecek ve şu zavallı katillere dil çıkara
cak olsa bile, çok üzücü.
65
16.
Katedralin yegane çan kulesinin tepesinde, gece, hpkı ikinci ku
lenin sahanlığındaki gözcü gibi soluklanıyor. Şehrin ta tepesinde,
bir Türk istilasının beklentisi ve kaygıları içinde, inek gözleriyle
etraftaki karanlığı gözetliyor, şehre hücum eden Osmanlı ordu
sunun meşalelerinin ışıkları, adeta ufukta güneşin doğuşu gibi
şu taraftan mı yoksa bu taraftan mı gelecek diye gözlüyor. Kızıl
derili çadırı şeklinde yerleştirilmiş kirişlerden oluşan bir iskele
tin tepesindeki çatlak
Tüerkeglock'un
yanı başında, uyarı işaretini
vermek üzere elinde çekiçle hazır bekleyen gözcü, boşluğa dik
tiği gözlerini ara sıra gökyüzüne kaldırıyor. Gökte kuş yok, esen
meltemde
Ave Maria
yok arhk. Uyku serpiştirilmiş sersem öküz
suratlı gözcü, tükürüğünü yutarken yıldızları içiyor kana kana.
Ölmeden göklere yükselmek demek bu onun için. Arhk sadece
ikaz işaretleriyle yaşayan aşağıdakileri uyarmaya hazır bekleyen
adam, Strasbourglu ruhlara korku salarak şeytani amaçlara sa
pan yıldızların alhnda, göksel karanlıklar ile yerdeki insanların
umutsuzluğu arasında göğü sorguluyor. Gözbebekleri gecenin
hayaletleriyle dolu gözcü gözkapaklarını ne kadar açarsa açsın
Türkleri görmüyor, ama şafakta . . .
Şehrin dinginleşir gibi göründüğü, hayahn pencerelerde ye
niden
b
e
l
irdi
ğ
i
vakitte, göğün bir köşesi kapı gibi açılıyor ansızın
ve gözcünün gözleri de faltaşı gibi açılıp sağa sola dönmeye baş
lıyor birdenbire. Günün renklendiği bu kanlı pazaryerinde, aşa
ğıdaki vadi bir katliamın yansımalarıyla kızıla dönüyor. Zavallı
gözcü cehennemi görüyor, tozu dumana katarak geri gelen bir
ordunun karalhsını fark ediyor.
Öy
lesine şaşkına dönüyor ki ma
alesef anlaşılmaz sesler çıkarıyor. Işık ve teselli getireceği sanılan
o vakitte gözcü Cehennem'i duyurmak için ileri ahlıyor. Çekicini
66
vura vura
Tüerkeglock'u
avaz avaz çınlatmaya çalışıyor. Ama çı
kan ses ne büyük hayal kırıklığı:
"Dank dunk dınk."
Çatlak olduğu için çan çalmıyor. Hiç çınlamıyor. Sahanlıktaki
gözcünün sürati hiç işe yaramıyor, oysa Strasbourg'un askerleri
ni çabucak seferber edeceğini, onların da Türkler her tarafa yayıl
masın diye hemencecik sokakları keseceğini hayal etmişti.
"Dank dunk."
Hüsrana uğrayan gözcü bu sefer ellerini megafon gibi ağzına
götürüp aşağıdakilere seslenmeye karar veriyor ama belki de ne
fesi hkandığı için sesi öyle cılız çıkıyor ki sözlerinin anlaşılabilir
tek hecesi bile şehrin sokaklara ilk çıkan sakinlerinin kulaklarına
ulaşmıyor. Her şeye rağmen, iki herif, gaklamaya benzer bir ses
duyduğunu sanarak bakışlarını gözcüye doğru kaldırıyor; ada
mın beti benzi atmış, korkulukların kenarında, kocaman gülbe
zeğin üst tarafında, iç içe geçmiş yüzlerce aziz, günahkar ve iblis
heykeli arasında çırpınıyor.
"Ne diyor şu adam? Hiçbir şey anlaşılmıyor!"
"Dilsiz olsa gerek, sağır herhalde . . . "
"Kuleye sağır birini koymayı hangi hıyar akıl etti acaba?"
Gözcü umutsuzca sesli harfleri böğürerek "E-i-o-aaa! E-i-o-
aaa!" diye çabalayıp duruyor.
İki tipten biri, "Geliyorlar mı?" diyerek anlamı çözmeyi başa
rıyor. "Kim geliyor peki?! Türkler mi?" diye endişeleniyor, uzun
bıyıklarını burar gibi yapıp ürkütücü tavırlar takınıyor.
Ta tepede, düşsel yarahkların taştan tasvirleri arasında, kendi
de yarı insan yarı dana suratlı gözcü, kafasını peş peşe sallayarak
adamı tasdik ediyor.
Dört bir
yanda bir şey arar gibi görünen ikinci meraklı, "Ne
taraftan geliyorlar?" diye telaşlanıyor.
Gözcü güneye dönerek, "A-a! A-a!" diye işaret ediyor, o yöne
dikkatle baksa da hiçbir şey göremiyor. Türk ordusu gözden kay
bolmuş. Aslında rüzgarın sürüklediği ve çorak tarlaların üstün
de yükselen bir toz bulutundan başka bir şey değildi gördüğü.
67
Ama gözcü bunu dörtnala giden binlerce nalın kaldıracağı toz
bulutuyla karıştırmıştı. Bozum olan gözcü, söylediğini tekzip an
lamında, kollarını ortadan yanlara doğru defalarca indirip indi
rip kaldırıyor. Parmaklarıyla da, güneye doğru, adeta Osmanlı
ordusuna güle güle der gibi öpücükler gönderiyor. Aşağıdaki
adamlardan biri, bir anda içi rahatlayıp gözlerini
Tüerkeglock'tan
ayırıyor ve arkadaşına şaka yapıyor:
.
"Sana Fransızca bir bilmece sorayım: Alsace'taki hangi kilise
nin
üç kulesi ve iki yüz çanı var?* Bilemedin mi? Ebersmunster
Kilisesi, çünkü onun üç kulesi var ve ikisi çansız. E biraz gül is
tersen, mizah demek gülmek demek yahu . . .
"
Katedralin oya gibi işlenmiş, zarif, hafif ve saydam okunun
karşısındaki gözetleme mevkisinden bakan gözcü, sabahla birlik
te doğuda, uzaklarda Kara Orman'ı yeniden görüyor şimdi. Batı
da, peş peşe taşkınlarla kıyıları mahvolmuş vahşi ve kaprisli Ren
Nehri'ne bakarken yüzünü buruşturuyor. Baharda inanılmaz
derecede yükselen sular Kuzey denizine çıkmadan önce nehrin
üstündeki son geçit noktası olan köprüyü yıkıp sürüklemiş ve
oradan geçiş ücreti alan (ayakbastı parası büyük bir gelir kayna
ğıydı) Strasbourg için ekonomik bir felakete yol açmıştı. Gözcü,
ortaçağ kuleleri ve burçlarıyla etrafını saran surlara doğru indiri
yor bakışlarını. Bunca muhafız el ele tutuşup
tresque
yapmasaydı,
bu surlar güvenliği sağlayacaktı. İnsanoğluna özgü kaygıların ta
tepesinde, Hıristiyanlığın bir zamanlar en güzel kenti olan, çev
resinden ve içinden birçok kolların geçtiği bir nehre sahip olma
şansını taşıyan ama şimdi benzersiz felaketlerin pençesinde bu
lunan bu kentin yukarısında, sağır gözcü, katedralin dibindeki
kaldırım taşı döşeli sokakları, sayısız bacayı, hamamları, birkaç
şatafatlı evi, sayılan çok fazla olan kiliseleri ve manastırları in
celiyor. Her şeye en küçük ayrıntısına kadar bakarken, Jeu-des
Enfants Sokağı'nda, fıçılar arasından çıkan iki silueti görüyor.
*
Fransızcada "iki yüz" anlamına gelen "deux cent" deyişinin telaffuzunun
"ikisi çansız" deyişinin bir kısmıyla aynı olmasından faydalanılarak yapı
lan bir kelime oyunu. (y.h.n.)
68
1 7.
Attale ve Jerôme Gebviller evlerinin önünde dans ederken par
maklarından, yanaklarından, burun kanatlarından parçalar düşü
yor. Ellerinden geriye ne kaldıysa onlarla el ele tutuşmuş bu çift
her düşsel ana seke seke yürüyüşleriyle bir işaret koyuyor, çürü
müş etin pis kokusunu yayıyor etrafa. Yüzlerindeki, kollarındaki,
bacaklarındaki kabarcıklar, püstüller ve ülserler Attale'in eve yi
yecek diye getirdiklerinden kaynaklanmış. Frengililerin ve veba
lıların boku organik gıda sayılmaz. Karı kocanın vücutları dehşet
ve tiksinti uyandıran hastalıklarda eriyip gitmiş. Herkes onlardan
uzaklaşıyor. Cüzamlılar bile onlardan sakınıyor, çıngıraklarını gi
dip daha uzakta çalıyorlar. Kafalarını umutsuzluğun yaraları ke
mirmiş bu iki insan, mutsuz bir hikayenin nasıl başından sonuna
doğru gidersek Jeu-des-Enfants Sokağı'nı da baştan sona yürür
ken acınası kaderlerinin kanaviçesini işlemeye devam ediyor.
Yolun ucunda, elinde arbalet, belinde sadak taşıyan bir aske
rin yanında çıplak gövdesiyle duran yüzbaşı Gensfleisch, dansla
rını ve bulaşıcı hastalıklarını etrafa yayan Gebviller'lerin geldiği
ni görüyor. Yüzbaşı yardımcısına emrediyor:
"Dışarıda tepinmek yasak. Durdurun şunları."
Gözleri faltaşı gibi açılmış asker, hareket halindeki çiftin etra
fını
saran sonra da havalanıp yere düşen askerleri görünce, ko
mutanına şöyle karşılık veriyor:
"Yok ya! Siz buyrun yüzbaşım! Gidin de ellerini tutun ama
dikkat edin de elinizde kalmasın. Benim yerime de bir öpücük
verin şunlara!"
"Emre itaatsizlik ha?"
"Bana sorarsanız zaten Türklerle başım hoş değil, ama şu iki
sine ölsem dokunmam!"
69
Yüzbaşı durumu kabullenmek zorunda . . .
"Peki, öyleyse bize iki diren bulun. Şunları buradan şutlamamız
gerek. İstikamet, surların dışında Kızıl Kilise'nin Miskinhane' si."
Attale ve Jerôme pek iyi durumda olmasalar da sağır değiller.
Toplumsal açıdan ölüm fermanlarının verildiğini gayet güzel anla
dılar. Anladılar ama umurlarında değil. Dilsiz bir bakış var ikisin
de de, ruhları kucaklaşıyor, kadın cesaret edip gölgesini kocasına
asıyor. İki askerin, özellikle veba -Kara Ölüm- bulaşmasın diye,
direnlerin metalik uçlarıyla rüzgarda temkinli bir şekilde dürtük
lediği karı koca, birlikte, birer cin gibi hoplaya zıplaya ilerliyor.
Cronenburg kapısından geçince Jean Gensfleisch kovulan çifte
yüksek sesle açıklama yapıyor:
"Etrafında hendek olan, barakaların bulunduğu şu çayırda, si
zin gibi devası olmayan hastalar kızıl tahtalardan bir şapelin kar
şısında kaynaşıyor, görüyor musunuz? Son günlerinizi geçirmek
üzere oraya gideceksiniz. Ailenizin diğer üyeleriyle, o bölgeyi çev
releyen çayırlarda kollarınızı bacaklarınızı adamakıllı sallayarak
temasa geçebilirsiniz. Var mı ailenizden birileri?"
"Vardı."
"Tamam, biz Miskinhane'ye daha fazla yaklaşmıyoruz. Ama
siz sağa sola sapmadan dümdüz devam edin, sakın geriye de dön
meyin yoksa hiç acımadan okla vururuz."
Madam ve Mösyö Gebviller, paçavralar içinde per perişan, be
yinleri çürük armuda dönmüş, dansın coşkusunu taşıyan enkaz
halindeki vücutlarıyla, dertlerine dert kablmış olarak, gözlerinde
nemli sislerle ilerliyor. Attale'in kaba kumaştan elbisesinin etekleri
denizin gitgeli gibi salınıyor, Jerôme ise gözlerini deviriyor, kafası
nı oynabyor, dudaklarından salyaların sündüğü virüslü ağzından,
eşek gibi anırarak gülen karısına şu sözler dökülüyor:
"Zamme! Mir
g
ehn uffs schiff."
(Beraberce! Aynı gemide gidiyoruz.)
Hem beyin hem vücut açısından kargaşa içinde, haritaya ge
rek duymadan tarlaları geçiyorlar, hpkı sızan suyun şehirden çıkıp
gittiği gibi.
70
18.
"Bayram mı bugün?"
Tüten bir lambaya üfledikten sonra, Strasbourg piskoposu
dar bir odadan çıkıyor ve katedralin orta sahınının arka tarafın
da beliriyor; yanında, Luther'in Reform'unun iktidara yükselişi
konusunda onu uyaran, ileri gelen bir din adamı var. İkisi de, ey
lülün sıradan bir pazar günü olmasına rağmen, cemaatten ayine
saatinde gelen bunca insan olduğunu görünce çok şaşırıyor. Şehir
halkı, üç büyük kapının aziz tasvirlerinin arasından geçerek, dört
bir yandan akın ediyor. Sayıları durmadan arhyor. Şimdi tonoz
ların alhnda sayılamayacak kadar kalabalık oldular. Tıpkı domuz
yağı kokusu bumunu gıdıkladığı zaman olduğu gibi, piskopos
kendisine eşlik eden din adamının yanında neşeleniyor:
"Baksanıza ey dini bütün bilge şahsiyet, biri doğmakta diğeri
de ölmekte olan iki dünyanın eşiğindeyiz diyordunuz, kuruldu
kurulalı katedral bu kadar çok müminle dolup taşmamışhr!"
Uzun burnunun ucu melek poposu şeklinde olan piskopos,
kurdunkilere benzer dişlerini gösteriyor:
"Bugün herkes kendine ait söyleyecek bir sözü olsun, serze
nişte bulunsun, bumunu her yere soksun istiyor, ama sonuca ba
kın hele. Muhterem peder, değirmencinin eşeği viyola çalmakta
ne kadar maharetli olursa siz de Kilise'yi yönetmekte o kadar
maharetli olurdunuz!"
Hakarete uğrayan ihtiyar, nezaket yüklü bir tevazuyla hiç
karşılık vermiyor -sabır asabiyeti yumuşahr- ama düşünmüyor
da değil tabii, hpkı gizli gizli tüten, unutulmuş bir buhurdana
benziyor; bu sırada orta sahın, güzel Leiden kumaşlarından giy
silere bürünmüş birtakım insanların yanı sıra, lacivert ya da gri
çadır bezinden geniş gömlekler giymiş zayıf insanlardan bir ka-
71
labalıkla da dolmaya devam ediyor. Dua sıralarının bulunmadığı
yer döşemesinde, upuzun burunlu ayakkabılar serbestçe gezini
yor; Honstein' a (Para Küpü Hazretleri) ödedikleri yabana alıl
mayacak bir ücret karşılığında doğrudan katedrale gömülmüş
zengin Strasbourgluların mezarlarının etrafında dolaşan, sert
tahta tabanlı pabuçlarla ve birçok tahta çarıkla karşılaşıyor. Ser
vet sahibi kıskanç müteveffalar, babalarını pek bilmediklerinden
annelerinin birer küçük tasvirini mermere nakşettirmiş. İğnenin
yaratlığı motif İsa'nın çektiği eziyeti hahrlatlığı için kanaviçe iş
lemeli giysiler giymiş sofu kadınlar, vaftiz kurnasının başında,
şu kavurucu sıcakta serinlemek için yüzlerine su serpmiyorlar
sa defalarca haç çıkarıyorlar. Giysilerinin kırmızıya boyanması,
rengi iyice otursun diye, bir Pater ya da bir Ave Maria boyunca
sürmüştür. Bu mübarek kıçlara yakından bakılsa bazı hileler de
görülebilirdi. Piskopos, kürsüsüne çıkıyor.
Guillaume de Honstein vaazlarını, her pazar, Büyük Perhiz
günlerinde ve istisnai olaylar sırasında, bir sütuna yaslanmış,
dantel gibi işlenmiş şu taştan veriyor. Sesi orta sahında çınlıyor.
Herkes onu dinlemek, konuşmasına hayran kalmak zorunda.
Cemaat inanılmaz kalabalık olduğuna göre -adeta bütün Stras
bourg halkı bu pazar günü saat on birde burada buluşmaya karar
vermişti- piskopos etkisinden emin, herkesin vaazlarını dinle
mek istediği bir star sanıyor kendini, oysa ne doğru dürüst rahip
lik pratiği var ne de ruha şifası, vaaz verirken milleti uyutuyor.
Kürsüye çıkan merdivenin dibinde, ihtiyar din adamı endişeli bir
havayla cemaati gözlemliyor, ama piskopos zerre umursamıyor
arlık dini bütün bu bilge şahsiyeti. Bütün kanaryalar gibi şarkı
sına devam ediyor. Öncelikle parasal inançlarına uygun olarak,
birçok açıdan düşmanca bir tavır sergiliyor - endüljanslan öde
me konusunda gayretsizlik, kendisi için mahvedici Reform giri
şimi vs. Tensel meseleler hakkında alıp tutmaya başlayınca, kala
balıktan biri alçak sesle dalga geçmeye kalkışıyor:
"Eğer herkes bunun gibi yapıp, manaslırdaymışçasına aba gi
yecek olsaydı, çocukları kim dünyaya getirecekti?"
72
Cemaatin günlük yaşamını iyileştirmekten ziyade kendi imti
yazlarını savunmakla meşgul olan piskopos, görevini kalpsiz ve
merhametsiz bir biçimde sürdürüyor, erkeklerle kadınları aynı
kefeye koyuyor, buhur kokuları içinde, hiç kimsenin anlamadı
ğı Latince cümlelerle devam ediyor. Cemaatten birçokları dalgın
dalgın kafalarını havaya kaldırıp kenarlardaki çiçek tasvirleriyle
oyma dallara bakıyor. Solgun bakışlı fildişi bir tanrının karşısın
da, şaşkın sevinçler ve gizemler içinde, iyi kalpli faniler bir şey
olmasını beklerken sabırla sıkılıyor gibiler.
Ama Guillaume de Honstein bir işaret vermek için aniden
yüzüklü parmağını kaldırıyor, o zaman katedralin orgunun üç
klavyesinden birinin tuşlarına basılıyor. Uzun bir tını çıkıp ya
yılıyor . . . Parmakların son boğumları piyano çalar gibi geziniyor
cemaatin kalçaları üstünde. Orgcunun bir ayağı pedala basıyor
vargücüyle. Tiz bir ses cemaatin omuzlarında sarsıntılar başla
tıyor. Bir ezgi yerleşiyor. Ayine gelenlerin kalçaları dalgalanıyor.
Hadi bakalım, bir ilahi. Evet bir
flash mob!
.. * Kocaman vitraylar
döşeme taşlarının üstüne dalga dalga renk boca ederken yobaz
kadının biri ayaklarını birbirine vurup sıçrayarak dansa başlıyor
ve dans bütün vücudunu ele geçiriyor. Kadın büyük bir üzün
tüye gark oluyor çünkü çok geçmeden inancına halel geleceğini
sanıyor, elbisesinde haç çıkardığı noktalardaki işlemeler patlayıp
sökülüyor. Bacakları kalçalarına kadar ortaya çıkıyor, soytarıları
hatırlatan halkalar çiziyor. Notalardan fırtınalar, kasırgalar sarsı
yor katedrali. Gökkuşağı kırılıyor, kar bükülüyor, deniz derleni
yor, herkes dua sıralarının aralarında dansa koyuluyor. Patlatın
bir
Magnificat!
Bu çirkin kabus dur durak bilmiyor, köpürüp ku
duruyor. Bütün hasta müminler aynı galvanik akıma kapılıyor.
Papazlar sütunların arkasında diş gıcırdatıyor. Ve birdenbire bu
*
Flash mob
birbirini tanımayan bir grup insanın İnternet üzerinden, e-posta
veya sosyal ağlar vasıtasıyla daha önceden belirlenen yer ve zamanda, yine
önceden kararlaşhnlan, amacı genelde eğlence olan bir eylemi gerçekleştir
dikten sonra dağılmaları esasına dayanan bir sosyal aktivitedir. (ç.n.)
73
piskoposluk bölgesinin ana kilisesinin içi şimşeklerle, çahrhlarla
ve tantanayla göz kamaşhrıyor. Kırlangıç yuvası gibi ta tepeye
asılı duran büyük org -yeşili, kırmızıyı, maviyi ve alhn yaldızları
birbirine kanşhran rengarenk bir org kasası- iki bin borusundan
borazan, zil, flüt, kornet, obua sesleri üfleyerek ayakların kıpır
danmasına yol açıyor. Birçok mümin, kelebeğin kozasından çıkı
şı misali kabuktan çıkmak için danstan medet umuyor. Bazıları,
hpkı savaştan dönen bitkin askerler gibi aklını oynahyor. Kah bir
demirhane ateşi gibi kasvetli, kah çocukluktaki bir bayram gibi
hafif sesler çıkıyor, iç çekişler ve iniltiler, çığlıklar ve hıçkırıklar
var hep. Trance müzik festivallerindeki gece kulübü ortamını
andıran bu ortamda herkes paniğin dibine vurmuş, boru çalan
melekler sütununun çevresinde bir zincir oluşturmak üzere yü
zücüler gibi debeleniyor. Bakire Meryem heykelleri hayret içinde,
azizlerin tabloları ağızlarını bir karış açmış, havariler kendileri
ne ayrılan bölümde kıçüstü düşmüş. Başını sağa sola sallayan
dindar bilginin birkaç taş basamak yukarısında, Honstein göz
lerine inanamıyor. Bu alev alev gotik sahnede, dans harekete
geçmiş mimariye olduğu kadar, umutsuzluklarını ancak dansla
ifade edebilenlerin dengesizliklerinden oluşan bir zincire benzi
yor. Dans edenlerin arkasında ve havada, orgun on borusunun
içindeki havanın basıncı altında, "çalgıların kralı" en sonunda
ilahinin sonuna geliyor. Son derece yüksek sesle çınlayan boru
larından tiz notalar, nihayetinde müthiş bir zil sesine varana dek
yükseliyor. Piskopos bağıra çağıra öfkesini dile getirmek için ağ
zını açmadan önce bütün cemaat hpkı dans etmeye başladığı gibi
bir anda toz olup gidiyor, piskoposun sözlerinden kaçıyor. Neyse
ki kilisenin üç büyük kapısında sağlam payandalar var, mümin
ler kocaman bir güruh halinde birbirlerini ite kaka, düşe kalka
çıkıp arı gibi şehre dağılıyor. Birdenbire sessizleşen ve bomboş
hale gelen devasa sahında -kilise korosundaki çocuklar ve pisko
posluk meclisi üyeleri bile dalga dalga dans edenler tarafından
dışarı sürüklendi- Kutsal Metinler uzmanı güçbela Guillaume
74
de Honstein'ın yanına geliyor; Honstein kürsünün tepesinde iç
çekiyor." "Kutsal Roma Germen İmparatorluğu bir merkezkaç
harekete kapıldı. Papanın kılıcı paslanıyor. Cemaat dua etmeye,
Reform' un tavsiye ettiği üzere azizlerden birinden şefaat dileme
ye gelmemişler, bu iş sizin başınızı ağrıtacak Piskopos hazretleri.
Nasıl bir tavır takınacaksınız bilmiyorum ama bir azizin gücüne
inanmalarını sağlamalısınız, Alsace'ın azizi olduğuna göre Aziz
Maternus'un ya da kimbilir kimin, yoksa . . . "
Katedralde o günün çamaşır günü olmaması çok yazık, çünkü
piskopos seve seve bir buzlu su banyosu yapardı doğrusu.
75
19.
Beyin fonksiyonları duran şehrin beyaz bir duvarında, bilinme
yen bir el kömürle bir desen çizmişti (ama Melchior Troffea'run
üslubu tanınıyordu sanki bu çizimden). Hiç kuşkusuz askerler
uzakta beliriverince, duvarı kirleten kişi eserini bitirememişti.
Mangal kömürü, çizimi devam eden bir omurgadan kaymış, aşa
ğı doğru inen bir çizgi bırakmışh geride . . .
. . . ama ressam yine de altına şöyle yazacak zamanı bulmuştu:
"Strasbourg' da korkuyla yapıldı."
76
20.
Bir damla bile birası kalmayan Strasbourg, Cehennem hakkında
bir fikir veriyordu insana; hele de bira yapımcıları loncasının res
mi lokalinin taraçasında oturan Andreas Drachenfels gibi, insan
pis suyla dolu bira kupasını ağzına götürmek zorunda kalınca.
Bir Alsace'lı için acı bir durum. . . Dudaklarının kenarlarından
Ammeister'
in kirli bıyıkları intihar etmeyi yeğlermişçesine sarkı
yordu. Bu minicik cumhuriyetin hükümet başkanı onları yeniden
canlandırmanın yolunu bilmiyor:
"Acaba
1.
François ve
1.
Maximilian' ın da benim kadar başları
derde girmiş miydi? ..
"
"Sizin iki meslektaşınızın da ülkelerinin, imparatorluklarının
falan etrafındaki tahkimat çatlayıp yıkılmıyor . . . " diye iç geçiri
yor belediye başkan yardımcısı, unvanı
secretarius,
yassı şapka
sıyla yelpazeleniyor ve sözlerine devam ediyor: " ... Oysa bize
baksanız, sırf kasaplar kapısı ile balıkçılar kapısında bile, bütün
surlar yıkıldı yıkılacak bir halde. Surları berkitmek için bize ola
bildiğince çabuk taş gerek, hem de kesilip yontulmuş taş, ama
nereden bulacağız ve parasını nasıl ödeyeceğiz? ..
"
Drachenfels duymamış gibi yapıyor. Kapının üstünde, bo
yaları pul pul kalkmış, iki ayak üstüne dikilmiş ve elinde fener
tutan bir ayı resmi olduğu için "Fener" adını taşıyan bu lokal
de, duvara dayalı bir sıraya,
secretarius'unun
yanı başına yığılıp
kalan
Ammeister,
sürekli belediye sarayında durmaktansa biraz
buraya gelip oturmayı tercih etmişti çünkü orada aklını kaçıra
cağını sanıyordu. Bu müstahkem şehri belli bir halde tutmak için
habire birtakım çözümler denemekten ama bu çözümlerin hep
isabetsiz olmasından o kadar bıkmışh ki bira yapımcılarına ait
bu mekana gelmek için çok büyük bir ihtiyaç hissetmişti, başka
77
bir sorumluluk taşımaksızın onlardan biri olmaya can atmışh.
Ammeister
koca kafasını koca ayıyı gösteren duvar resmine doğru
çeviriyor, ona hpahp benzeyen bu ayı bir feneri havaya kaldır
mış, oysa kendisi artık açık seçik görmeyi bile beceremiyor. Duy
gusuz, kavurucu bir göğün alhnda, beyni sıcak çamura dönmüş
Ammeister,
eskiden bıyık alhndan güldüğü şeyi, yani gökkubbe
nin gelecekten ne haber verdiğini öğrenmek istiyor şimdi. Sonra
önüne, iki yanına bakıyor, ama evlerin pencerelerinden, dans et
mek için masalarının, sıralarının üstünde sıçrayan insanlar gö
rüyor sadece. Hepsi de gerçeklikle bağlarını büsbütün koparmış
görünüyor, düğünlerden, vaftizlerden sonra çanların çalındığı
şenlik günlerindeki gibi yerlerinde duramıyorlar.
Ammeister,
açık
kapıların pervazlarından, evlerinin içinde farandol yapan aileler
görüyor. Bu aç ve şaşkın insanlar, el ele tutuşup belli bir tempo
da ilerlerken bakışları dalgın, yüzleri tavana dönük, dirsekleri,
dizleri seğirtili ve bitkin hareketlerle çırpınıyor. Elbiseleri, göm
lekleri terden sırılsıklam olmuş, sıskacık bedenlerine yapışmış.
Bu çılgın ve ölümcül dansların karşısında Drachenfels, durumun
tam anlamıyla bir çöküşe dönüşmesine tanık oluyor, Strasbourg
lular sonunda buna
tanzplö
(dans vebası) adını veriyor. Belediye
başkanı, "Bu boktan durumdan çıkış yok," diyor.
Bunun üzerine,
secretarius'un
dizlerinin altında kurdelelerle
bağlanmış siyah kadife kısa pantolonlu kalçalarından birine pat
pat vurarak karar veriyor:
"Evet, kıçıma bir delik daha açılacak ama piskoposla temas
kurmamız gerek. Ben arhk bu işin altından kalkamaz oldum."
78
21 .
Secretarius'
un yaban geyiği derisinden çizmeleri bir süredir ka
tedralde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor; o sırada Guillaume de
Honstein soğuk suyla ıslattığı kafasını havlu yerine alhn işlemeli
bir ayin örtüsüyle ovuştura ovuştura
scriptorium'
dan çıkıyor. Hiç
keyfi yerinde görünmüyor bu Alsace'lı eli sopalı disiplin düşkü
nü adamın; düşünmeden soruyor:
"Beni bu kadar acil çağırmak için meclisten bir elçiyi kim gön
deriyor yahu?"
"Özet olarak, Piskopos Hazretleri, dans edenlerle ilgili olarak,
Ammeister
meseleyi size devrediyor."
"Ya, öyle mi?!"
Mor cübbesinin kollarını kıvırmış din adamı uzun uzun kol
larını kuruluyor, düşünüyor, ölçüp biçiyor, işin artısını eksisini
hesaplıyor, hiç umulmadık bir fırsatla kucağına gelen hediyenin
değerinin farkında görünüyor aslında, ama yine de "Şehre paha
lıya mal olacak," diye belirtmeyi uygun görüyor, çünkü kaybedi
len paranın telafisi mümkün değildir.
"Drachenfels burada olsaydı, size 'Hakikaten gözünüz hiç
doymuyor,' derdi. Asılmış bir köpeğin bağırsaklarına benzetirdi
sizi ve şunu ilave ederdi: 'Ruhum sizi kusuyor.'"*
"Bir dahaki sefere
Ammeister'in
bana diyecek bir sözü olursa,
beni belediyesinden kovduğuna göre kendisi buraya buyursun ... "
*
Paul Verlaine' in "Asılmış bir köpeğin barsaklanna / benzetirsin bazen beni"
diye başlayan
1892
tarihli bir şiirine gönderme yapılıyor. (ç.n.)
79
22.
Sıçrayıp ayaklarım birbirine vuran askerlerin şehir dışında bir
tarlanın kenarına çektiği mancınığın yakınında, yeni bir şafağın
hıçkırıklarla ağladığı bu solgun yerde, yarı çıplak Yüzbaşı Gens
fleisch, yanında arbalet taşıyan askeriyle, parası Strasbourg şehri
tarafından ödenen gıda çuvallarının, ölümcül bulaşıcı hastalık
korkusuyla kimsenin yaklaşmaması gereken uzak Miskinhane' ye
gönderilmesine komuta ediyor.
"Fırlatmayı başlatın."
Uzak mesafeye gülle fırlatmak için kullanılan savaş aletinin
uzun kolu halatlar yardımıyla geriye doğru bükülüyor, sonra an
sızın ters yöne devrilerek kaşığındaki sağlam bir şekilde bağlan
mış erzak balyasını fırlatıyor. Balya havada uzun süre süzülüp
ileride Kızıl Kilise' nin yakınına düşüyor.
"Bir de su yollayalım şimdi, bütün hafta idare eder. Askerler,
farandol yapacağınıza Jeu-des-Enfants Sokağı'ndaki bir atölyede
bulduğumuz şu sahipsiz meşe fıçıyı doldurun. Böylece, düşünce
parçalansa da belediyeye maliyeti olmamış olur . . . Hazır mısınız?
Fırlatın!"
Strasbourg'un pis kokulu kanallarındaki tirşe sıvı, fıÇının için
de uzaktaki barakalara kadar fırlatılıyor; fıçı, sağa sola yayılmış
dal parçalarının arasında su sızdırmadan yuvarlanıyor.
Gensfleisch durumu takdir ediyor:
"Bu fıçıya çember geçirenler mesleğinin erbabıymış! Hadi
dönelim artık! İyi de, Kızıl Kilise'nin tahtalarının orada neler
oluyor? Şu birbirine sarılmış cüzamlı çifte bakın, kendi bölge
lerinden hendeği geçmeye hazırlanıyorlar . . . Daha yeni yiyecek
gönderdik, onlar gitmeye kalkışıyor. Sanki yaşamaktan bıkmış
gibi bu ikisi. Miskinhane' den ayrılmakla nasıl bir tehlikeye atıl-
80
dıklarını biliyorlar. Doyuracak iki boğaz eksilecek. Arbaletli as
ker, nişan al şunların üstüne."
Asker verilen emir üzerine belinin sağındaki sadaktan bir ok
çıkarıp dişlerinin arasına kıstırıyor, sonra eğiliyor, tabanlarını si
lahın yere koyduğu yay kısmına dayıyor, dikey fırlatmak üzere
yayı iki eliyle çekip oku yerleştirdiği sürgünün ilk kertiğine ka
dar geriyor. Tekrar doğruluyor, silahı omzuna alıyor, tek gözünü
kapıyor ve öbür gözüyle, gez işlevi gören bir kemik parçasının
deliğinden bakarak nişan alıyor. Tam doğuya yönelttiği delikten,
ters ışıkta, göz kamaştırıcı güneşin önünde, artık tek vücut hali
ne gelmiş çiftin siluetini görüyor. Dalgalanan, gerinen, büzülen,
sınırı geçtikten sonra günışığının kemirdiği siyah bir lekeden
ibaretler. Okçu, kendisini onurlandıran bir vicdan duygusuy
la duraksıyor, kapalı duran gözünü yüzbaşıya doğru açarak iç
geçiriyor: "Sanki onları böylesine birleştiren bir şey var . . . " Ama
Gensfleisch askere, "Türk olduklarını düşünün," diyor. Okçu ni
şan alıyor ve işaretparmağıyla tetiğe basıyor.
81
23.
Alçak bir duvar üstünde ayakta duran gönlü yüce piskopos,
fırfırlı kostümü içinde müthiş rahatlığıyla, "Şehir yönetiminin
bana yaphğı ödemeye ek olarak ulaşım masrafları için herhan
gi bir meblağ belirtmeyeceğim. İstediğiniz kadar ödersiniz!" di
yor. "Ama bir maiyet vergisi almak da her zaman iyidir .. . " diye
mırıldanarak ellerini çırpıyor ve tekrar sesini yükseltiyor: "Hadi
bakalım bütün dansçılar, Strasbourg endüljanslarının sahşından
kaynaklanan gümüş çuvallarını Roma'ya taşıyan o altmış yük
arabasına binsin! Arabalar iki yönde de Alpler'i aşh. Bir gün
den kısa sürede buradan Saverne dağ geçidinin tepesine, Aziz
Vitus'un makamına götürebilir sizi onlar!"
21
Eylül' de, her y;ıl sonbaharın ilk günü, hava açıksa, yeşil bir
ışın sabahleyin katedrali boydan boya aşıp güney triforyumdan
girer ve kürsüdeki İsa'nın alnına vurur - genellikle pek sevilen
tuhaf bir olaydır bu; ama bu
21
Eylül' de, aslında sonbahar eki
noksunda doğal olan bu olayı seyretmeye gelen hiç kimse yok
sahının altında. Müstahkem şehrin sağlam insanları, Saveme
kapısına, dans hastalığına yakalananların gidişini seyretmeye ve
Guillaume de Honstein' ın panayırdaki madrabazlar gibi malını
övmesini dinlemeye geldiler:
"303'te Napoli yakınlarında doğan Vitus, Tanrı'dan, kendisini
onurlandıracak olanların seğirtili rahatsızlıklarını iyileştirme gücü
istedi. Hastalıklar sırasında başvurulacak on dört azizden biridir
o! .. Dolayısıyla Strasbourg'un dansçıları, normal hallerine geri
dönmek için, hep birlikte, Vitus'un adak.lada kaplı mağarasına
gitmelidir. Bu aynı zamanda Reform' un haksız yere reddettiği Ka
tolik azizlerinin mucizevi kudretini de kanıtlayacaktır sizlere!.."
82
Şüpheci bir seyirci, belki de daha yeni Lutherci olmuş biri, pis
kopos hakkında iç geçiriyor: "Zırvalamakta usta değil bu arhk . . . "
ama gümbür gümbür konuşan Honstein kollarını iki yana açıp,
katedraldeki kürsüde, alnını yeşil ışının deldiği İsa Mesih'miş
gibi sözlerine devam ediyor:
"Ammeister'in gözünde bile din adamlarının itibarı kalma
mış! En baştan beri söyleye söyleye dilimde tüy bitti: Bu dans,
San Pietro bazilikasının inşasına katkıda bulunmak konusunda
cimrilik günahı işledikleri için Strasbourg halkını cezalandırmak
isteyen Vitus'un gazabı. Bir dağın tepesinde, sarp bir yolun ucun
da bulunan şifacı azize ithaf edilmiş mağara şapelinde nedamet
getirmeye gitmeniz gerek."
İşte o sırada, kırlardan dönen bir sürüyle, derilerinin alhnda
sivri sivri kaburgaları görünen sıskacık öküzler ağır arabalara
koşulmak üzere geliyor. Bu koşum hayvanlarını, hemen ağzının
suyu akan halk parçalayıp yemesin diye piskoposun hizmetinde
ki birçok asker korumak zorunda. Aslında bunlar çok ihtiyar ya
da hasta hayvanlar ve normalde kandil yağı olmak üzere kasaba
yollanacaklardı ama şimdi tam bir hazine değerindeler.
"Nerede buldunuz bunları?" diye soruyor birisi, Honstein
yanıt vermiyor, kalabalığın karşısında esip köpürmeyi yeğliyor:
"Hadi, hadi binin bakalım! Vakit kaybetmeyin. Ama bana para
vermeden yerleşenler kendileri bilir arhk. Kaynar kurşunla dolu
bir kazanın içinde işkenceye maruz kalan, dans edip sağ salim
çıkan genç din şehidi sizi asla affetmez!" Piskoposta, hemcinsini
sevmek denen şu modası geçmiş duygu ölmüşe benziyor. Faran
dol yapan akrabalarına refakat eden ve hala biraz bozuk parası
olanlar homurdanarak ödeme yapıyor: "Çılgınca paraya susa
mak aklı mahveder" ama Honstein vaadinden öyle emin görünü
yor ki dans hastalığına tutulanların yakınları, komşuları yakası
açılmadık küfürler savursalar da elde avuçta neleri varsa veri
yor ona. Kıpır kıpır, yerinde duramayan oğlunu tutarken para
vermekte tereddüt eden birine din adamı şu nasihatte bulunu-
83
yor: "Ey kayıp kuzu, düşün biraz! Sen heybende bir damla balını
muhafaza etmek istiyorsun, halbuki oğlun Saveme'den iyileşip
döndüğünde ve yeniden çalışacak hale geldiğinde yağmur gibi
para yağdıracak sana."
Her yük arabasına dans edenlerden otuzar kişi ayakta istifle
niyor. Rahatsız edici bir görüntü bu, sanki delilerden meydana
gelmiş dev bir balya, arabaların zemin tahtaları ayrılmış tabla
larına zorla çıkarılıyor. Olduğu yerde dönüp durarak müthiş
bir öfkeye kapılmış taş yontucular, kayıkçılar var. Tüccarlar,
zanaatkarlar, birkaç burjuva ve birçok serf, halkalar çizip figürler
(çapraz sıçramalar, tek ayağı ileri uzatarak dönüşler) yapa yapa
yan yan ilerliyor; onlara kahlan yoldaşları, çırakları pasturel'ler*
yaparak ilerleyenleri itiştiriyor; iyi beslenememiş, karınları şiş ço
cuklar titremelerden mustarip ama dans etmekten kendilerini bir
türlü alamıyorlar. Bütün bir şehir halkı, umutsuz ama yüzlerinde
vecd ifadesiyle, çılgınca bir coşkuyla arabalara biniyor. Hancılar,
tuhafiyeciler, kunduracılar, kasaplar, kumaşçılar, kuyumcular,
hububatçılar, fırıncılar, zihinleri tam anlamıyla bulanmış vazi
yette, aşırı yorgunluk, şişmiş ya da paramparça olmuş ayakları
karşısında neredeyse duyarsız hale gelmişler.
Guillaume de Honstein sabırsızlanarak askerlerine, "Tamam
mı, hepsi burada mı?" diye soruyor. "Kimseyi unutmadan herke
si topladınız mı?"
"Hayır daha değil," diye karşılık veriyor bir piyade. "En so
nuncular birazdan gelecek. Jeu-des-Enfants Sokağı'na onları al
maya gitti askerler."
Yol boyunca neredeyse bütün şehir halkının arabalara bindi
rildiği sırada, bir piskoposluk meclisi üyesi, iki asker refakatin
de, kapıyı vurmadan Troffea'lann evine giriyor. Meclis üyesi bir
sanatçının atölyesine girmiş olmalarına zerre kadar önem ver
mezken, iki asker hayret içinde. Piskoposun erleri matbaa ma-
*
(Fr.)
Pastourelle:
Kadril dansının dördüncü figürü. (ç.n.)
84
kinesinin etrafında ilgiyle dolaşıyor. Hatta biri, nasıl bir duygu
yaratacağını görmek için, oymacının eğimli tezgahının başına
oturuyor. Kıymıkları süpürüp temizlemekte kullanılan küçük
ve yumuşak bir fırçayı eline alıyor. Madeni bir cetvele bakıyor,
marangoz kalemini bilemekte kullanılan taşı eliyle şöyle bir tarh
yor. Sağ tarafında insanoğlunun trajik durumunun tasvir edildiği
bir yığın kağıt var. Asker, sinirli ve keskin bir yontma kalemiyle
icra edilmiş işlerdeki inceliğe hayran kalıyor. Kağıt yığınının alt
kısmını karıştırırken bir resim seçip aşırıyor, ceplerinden birine
sokuveriyor, resim buruşuyor. Tanrı adına cinayet işlediği elle
rinden biriyle kağıt yığınının en üstünde ilgisini çeken bir başka
resmi alıyor, o sırada alt katta piskoposluk meclisi üyesi seslen
meye devam ediyor:
"Ee, kimse var mı?!"
Üst kattan bir gıcırtı geliyor. Üç ziyaretçi de merdivenleri
çıkıyor. Melchior, yatağın karşısında, bir duvara dayalı büyük
sandığın üstüne oturmuş, yüzünü adamlara doğru çevirmiş. As
kerlerden biri Melchior'un bir yapılım sallayarak, "Siz bu kadar
yeteneklisiniz, peki neden rahiplerin dağıtacağı aziz portrelerin
den ziyade Siyam ikizlerinin resmini yapıyorsunuz?"
Ressam gayriihtiyari yanıt veriyor:
"Strasbourg rahipleri için gravürler yapmak ha . . . Faturayı
takdim ederken florinle değil kılıç darbesiyle alırım karşılığını."
Bu kıpırdamadan duran, hırpani ve yıkık görünen kocanın
karşısında ikinci asker soruyor bu sefer:
"Nasılsın?"
"Sevinçler küçücük ama acılar uçsuz bucaksız."
Odanın kımıldayan perdeleri arasında günışığı parlıyor, rahip
sorguya gırışıyor:
"Söylendiğine göre dans salgım sizin evinizde başlamış. Ka
rınız nerede?"
"Öldü, bilmiyor muydunuz?"
85
"A öyle mi, ne zaman peki?!"
"Ne zaman ve neden mi oldu yani? ..
"
Oda boş, alt kat da öyle. Piskoposluk meclisi üyesi emrindeki
askerlere, "Tamam, hadi gidiyoruz. Vakit geç oldu. Katedralde
yeşil ışın İsa Mesih' in alnından çekilmiştir çoktan," diyor.
Üçü evden ayrılıyor. Melchior hemen ayağa kalkıp koca san
dığın kapağını kadırıyor ve içinden dalgın bakışlı Enneline' i
çıkarıyor. Kadın sonsuzluğa dalıp gitmiş ve suskun, uyurgezer
gibi görünüyor, dans duygusu dışında hiçbir şeye ilgisi yok ama
ayaklarını zar zor sürüyebiliyor. Kocası sandıktan çıkmasına yar
dım etmek için elini uzahrken, "Gel, seni bekliyorum. Neden ar
lık hiç konuşmuyorsun?" diye soruyor.
Bacaklarından birini zorlukla kaldıran Enneline de umut ko
zasından çıkmıyor. Artık rüyalarına takılıp kalan hiçbir şey yok.
Solgun teni, kızarmış gözleri Melchior' dan başkasının bakışları
nı kaçırmasına neden olabilirdi ama Melchior hıçkırıklar içinde
Enneline'i kollarının arasına alıyor. Belki de biraz fazla kuvvetli
sarılıyor. Kadın birazcık inleyince adam kulağına fısıldıyor:
"Bana alçacık sesinle hangi sırrı söyledin?"
İkisinin de parmakları uzanıyor, birbirine karışıyor, hava
da kaybolup gidiyor. İkisinin de avuçlarında, yeni doğmuş bir
çocuğun kısacık hayat çizgisi var, incecik bir dal gibi, fırıl fırıl
dönüyor.
86
24.
Otuz-otuz beşi altmış yük arabasıyla çarpıp hesap edin . . . Yak
laşık iki bin dansçı konvoy halinde yola çıkıyor. Nasıl da bir
Techno-Parade!* Saverne kapısında müşteri bulurum diye dikil
miş bir mahalle karısı boğazını yırtarcasına bağırıyor:
"İyi yolculuklaaar!"
Piskopos, muhafızlarıyla birlikte şehirde kalıyor. Strasbourg'un
piskoposluk meclisi üyeleri, din adamları ve rahipler kortejin ba
şını çekiyor. Aziz Vitus'un tasvirinin bulunduğu sönmüş birer
büyük mum taşıyorlar. Deliliği andıran bir buruklukla ağırlaşmış
yük arabalarının biri önünde ikisi arkasında yürüyor. Hayvanlar
harekete geçiyor ve yük arabalarından oluşan kervan uzaklaşı
yor. Çevrelerinde çiftliklerin kümes hayvanları ölmüş; buğday,
üzüm olduğu yerde kuruyup kalmış. Şehrin daha uzağında, es
kiden atasözlerine konu olacak kadar verimli kırlar, şimdi hava
durumundaki anormallikler ve kısa süre önce Ren vadisini sar
san depremler yüzünden meyve ağaçlarının gördüğü ağır hasa
rın izlerini taşıyor. Bölgeyi terk eden bütün kuşlar nereye göçtü
acaba? Gökyüzündeki afetler göğün en soylu sakinlerine varın
caya dek her şeyi mahvetmiş. Keklikler, sülünler, dağ horozları
-Strasbourg sofralarının ihtişamlı parçaları- o kadar az bulunur
olmuş ki gelecek kuşakların arhk onları hiç yiyemeyeceğinden
korkuluyor . . . İnsanın aklını kaçırtacak, belki de dans ettirecek bir
durum bu!
Müstahkem şehrin girintili çıkınblı surları ve kuleleri şimdi
ufukta görünüyor. Yüzleri gerilmiş dansçılar, Aziz Vitus'a daha
yeni atfedilen salgın yüzünden acıyla haykırıyor. Üzgün, bitkin,
*
Techno-parade: İlki 1998'de düzenlenen Fransızların tekno müzik yürü-
yüşü. (ç .n.)
87
tozlu, pis, iğrenç, yapış yapış, çatlak, bu karışık ortamda kafa
ları ağırlaşmış insanların gözleri kapanıyor. Doğanın kendisi bu
hayatın ağlarının ilmekleri arasına takılıp kalmış. Yine susuz ve
çatlamış topraklar, yanmış başka hasatlar. Mayıs soğuğu her şeyi
mahveden bir dolu fırtınasıyla çiçeklenmiş erik ağaçlarını don
durmuş. Kıyafetlerin açık kısımlarının müstehcenliği, dans eden
kadınların memelerini büsbütün ortaya çıkarmış. Ama bu çıldır
mış toprağı ferahlatmıyor, çakıltaşları çoktan matemde. Yolcular
silahsız devam ediyor yola; kurumuş akarsu yataklarından, toz
duman olmuş sebze tarlalarından geçen öküzler sallıyor onları.
Ama soğuktan yanmış da olsa, işte size yaban mersini, ak gök
nar, kırmızı yüksükotu, sapsız meşe, ak üvez, kuş üvezi; çünkü
burada Saverne yamacı başlıyor. Kilise mensupları şimdi o koca
mumlarını yakıyor, azizin kafasında kızıl saçlar gibi titreşen bir
alevi var mumların.
Dik hrmanış, konvoyun geçişine uzaktan, gölgeler arasından
birkaç aç kurdun bazen gözlerini parlatarak baktığı kuru ve sık
bir orman örtüsü altında zorlaşıyor. Yük arabalarının zeminini
tabanlarından akan kanla sırılsıklam eden dansçılar, bir mah
murluk ve hayret içinde, yüzen bir rüyada gibiler; dans eden ka
dınlar ince elbiselerin içinde ahenkle hareketleniyor, sallanıyor.
Melankolik bir vals ve ilk yarlar hizasında halsiz bir baş dönme
si, Vosges dağlarının kısmen sarp kayalarında nasıl da bir sefalet
kervanı bu . . . Şosede tekerlerin çapı kadar derin teker izleri var
ve arabalara koşulu hayvanlar çok zorlanıyor. Aşırı stres altında
ki, kalbi de ruhu da kuvvetli duygularla dolu ıstıraplı yolcuların
gidiş temposunu yavaşlatıyor ya da hızlandırıyorlar. Yavaş yavaş
güzergahın her anı bir mücadeleye dönüşüyor. Yoruldukça, zayıf
ya da hasta öküzlerin hareketleri, tehlikeli dik bayırlar boyunca
düzensizleşiyor, aksıyor. Bundan böyle, gerçekten dipsiz uçu
rumların tepesinde, yol özellikle tehlikeli bir hale geliyor. Yük
hayvanlarının soluklanması gerek. Gölgeler ve aydınlıklar birbi
rine karışıyor. Dar yol daha da daralıyor, tam anlamıyla kayalık.
88
Düzensiz ve dolambaçlı, son derece inişli çıkışlı patika boyunca
hiçbir zevkli tarafı yok gerçekten bu yolculuğun. Normal bir za
manda olsa, hıncahınç doldurulmuş yük arabalarındaki insanlar,
"Bir hac yolculuğunun daha güvenli hale getirilmemesi tam bir
rezalet!" diye bağrışırlardı. Yaya giden kilise mensupları alınla
rından akan teri kuruluyor. Şimdi daha yukarılarda, kurtlar bu
cici kalabalığı bekliyor.
Daha meşeler ve dişbudaklar arasında kat edecek yüzlerce
metre var. Hadi, çok dik bir hrmanış bir saat sürecek diyelim,
onun ardından, nihayet, etrafı baş döndürücü uçurumlarla çev
rili, ulaşması zor mu zor bir tepenin doruğunda, pembe bir kaya
kovuğunda bulunan karanlık mucize mağarasına varılacak. Ama
önce, hayvanları son bir gayretten önce biraz rahatlatacak nere
deyse düz bir çizgide ilerleyen yarı düzlük bir arazi geliyor. Bura
ya Cadılar Okulu adı verilmiş. Altmış araba burada arka arkaya
diziliyor ve biraz duruyor. Üstleri başları yırhk pırhk, perişan
haldeki lokomotor sistem hastaları daha da vahşice dans eder
ken yüz seksen kilise mensubu (aralarında papaz yardımcıları,
vaizler, küçüklükten itibaren ya da sonradan keşiş olanlar, papaz
çömezleri vs. var) kortej boyunca yerleşiyor. Sırtlarını dağa verip
araba başına üç kişi olacak şekilde -biri ön tekerin, biri arka teke
rin yanında, biri de ortada duruyor- çömelip araba tablalarının
kenarını tutuyorlar. Boyunlarına takhkları ve cüppelerinin önün
de dalgalanan zincirin ucundaki pirinçten yapılma İsa hinoğlu
hin bir havaya bürünüyor.
"Kaldırıp itelim, Tanrı razı olsun diyelim!.."
Bütün rahipler birlikte doğruluyor ve arabaları uçuruma de
viriyor, dans edenler kaldırma etkisiyle eğilen tablaların soluna
kayarak işi kolaylaşhrıyor. Araba kollarının arasına sıkışan öküz
ler de aşağı sürükleniyor. Boşluğa düşen farandolcüler o zamana
kadar hiç yapmadıkları gibi tuhaf sıçramalarla tepetaklak dönü
yorlar. Baş döndürücü düşüş sırasında kurtulmak için hangi azi
ze adak adayacaklarını bilemiyorlar. Her halükarda Aziz Vitus'a
89
değil, çünkü piskoposluk meclisi üyeleri ve diğerleri, yaphkları
götürü anlaşmayı yerine getirmeden önce, azizin tasvirinin di
bine, çakıllar üstüne bırakhkları koca mumları şimdi yanar va
ziyette, ölü ağaçlarla, kuru çalılarla dolu derin vadinin dibine
alıyorlar ve bitkiler hemen tutuşuyor. Kocaman bir yangın yayı
lıyor çevreye. Orman yangını sarp kayalıkların dibine ulaşıyor,
uçurumun korkunç tehlikelerine kurban giden dansçıların belini,
boynunu kırdığı, taşlara çarpıp kafataslarını patlathğı yerlere ya
yılıyor. Vadi, ateşten ağzını açıp, ıshraplardan kurtulanları yutu
yor ve çok geçmeden her şey kıpırhsızlaşıyor . . . Balo sona eriyor!
90
25.
Strasbourg surlarının dışında, Kızıl Kilise'nin yakınlarında,
Miskinhane' yi çevreleyen hendeğin kenarında hala dans ediliyor.
Geceleyin, kıvıl kıvıl oynayan bir et yığınında, beyaz kurtçuklar
birbirlerinin altından üstünden kayıp duruyor. Dans ediyorlar.
Yıldızlar altında görünmez olduklarını sanarak, daha pek çok
ları kimbilir nerelerden çıkıyor ve yüzeyde dalgalanıp parlayan
çılgınlara katılıyor. Hepsi birden sanki bir kaynaktan sızan ha
fifçecik bir su uğultusu, bir gözyaşı gürültüsü çıkarıyor. Bazı
kurtçuklar savaşa giden köylüler gibi bir havalarda ki sormayın!
Gerinip kavisler çiziyor, seyretmesi hem vücudu hem morali
yıpratan genel dalgaların çalkantısına karışıyorlar. Müthiş kıpır
dak bir çılgınlık nöbetine kapılmış bu kurtçukların dansı, dönü
şümlerin tezahürü. Bir yandan birdenbire akıp boşalıveren bir
farandol akıntısı görülebiliyor. Dans eden bu halkı durdurmak
olanaksız. Coşkulu ve çılgın kalabalığın geçit yapışını görmek
çalkantılı ruhlara huzuru pek geri getirmeyecek. Bu kalabalık, el
ele tutuşup halka olmaya şehvetli bir istek duyan, çapkın ve had
dini bilmez, arzu dolu ve saygı tanımaz mahluklardan, özgürce
sürünenlerden oluşuyor.
Ah,
sanki doğal bir olaymışçasına fan
tastik bir dansın hezeyanıyla sürüklenen bu minicik fahişeleri ve
it kopukları düşlemek!
Koca yığını bir arbalet oku delip geçmiş. Aslında yatıp yüz
yüze birbirine sarılmış bir çiftten oluşan bir yığın bu. Tek bir ok
onları bir anda yere çakmış, birinin sırtından girip öbürünün
göğsüne saplanmış. Biraz hayalgücünü çalıştırınca, çok değişmiş
olsalar da Attale ve Jerôme Gebviller'i tanımak mümkün. Şiş
manlamışlar --eee, vakti gelmişti artık!- hatta öylesine şişmişler
ki gerilmiş derileri yer yer yırtılıyor. Dans konvoyu, açılan bir
91
yarıktan, dar bir soka�tan geçer gibi çıkıp sütbeyazı bir yol oluş
turuyor. Dudakların üstünden geçerken öpüşlerin izini ağır ağır
siliyor. Kurtçuklar gece görüntüleriyle dolu göz çukurlarına nü
fuz ·ediyor. Bu yarı harap olmuş tapınaklar onların ağılı olacak.
Güçsüz sıçrayışlarla ilerliyorlar. Evet elbette, bu alçak kepazelik
yığınının ve bu iğrenç balelerin ustalığına karşı dayanılmaz bir
tiksintiden söz edilebilir ama . . . başka türlü bakarsak bunda bir
güzellik de görebiliriz. Çünkü, sırtları kambur, yüzleri birbirinin
omzuna gömülü, dizleri birbirine dolanmış, bacaklarının alt kıs
mı ve ayaklar tek bir noktada birleşmiş vaziyette, yüz yüze yatan
bu fıçıcı çiftin şekli, bir bütün olarak, ok saplanmış bir kalbe ben
ziyor, tam anlamıyla Eros' un oku değil ama olsun . . . Suçunu ka
bullendikleri bir sırrın ve paylaştıkları bir utancın yükünden ruh
ları kurtulan bu iki kurban, aşıkların ağaç gövdelerine kazıdığı
ve iki tarafına da adlarının baş harflerini koyduğu şu tipik çizimi
hatırlatıyor. Belki de Attale ile Jerôme, doğada bir yerde çılgınca
aşklarının hatırası kalsın diye bu pozisyonda ölmüşlerdir.
92
26.
"Snif, snif, neymiş bu yeni felaket? Çok pis kokuyor."
Ammeister
Andreas Drachenfels, isteği üzerine onu piskopos
luk konutunda yemeğe davet etmeyi kabul eden piskopos ile
kendisi arasına bir uşağın getirip koyduğu ilk yemeği koklarken
soruyor.
Guillaume de Honstein, "Sizi memnun etmek için ünlü aşçım
Jacques de Landsperg tarafından hafif ateşte pişirilmiş ak badem
li incir püresi içinde geyik eti," diye gururla yanıt veriyor.
Drachenfels sağ elinin üç parmağı arasında küçük bir parça
yı tutarak dudağının üstünde iyice sıklaşmış ve sanki piskoposu
bunca memnun eden o şeyi yutmasını istemiyorlarmış gibi duran
koca bıyıklarının arasından zar zor ağzına ahyor.
"Bademler kekremsi. . . Boğazımda kalan inatçı bir acılık bıra-
kıyor," diye yorum yapıyor Strasbourg hükümetinin başı.
"Sizi memnun etmek istemiştim."
"Boşa gitti. Ne boktan durum!"
"Belki de
Ammeister
şu iğdiş horoz yahnisini tercih eder."
Yanakları pörsüyen, göbeği inen Drachenfels'in hiç iştahı yok.
Ucundan hrhklıyor yemeği.
"Bu yahninin tamamı fazla yanmış. Ruhban sınıfının başaşçısı
şeytanın kebapçısı. Sanki Saverne geçidindeyiz . . . "
Şehrin dünyevi işler sorumlusu başını kaldırıyor. Minicik
gü
lünç şapkasının yuvarlak kenarının gölgesinde kalan gözleriyle,
yanaklarını bir yangını körüklercesine şişire şişire iki budu üfle
yen piskoposu inceliyor.
"Horozun dans etmeye başlayacağından mı korkuyorsunuz
Piskopos Hazretleri?"
93
Havari Yuhanna'nın hayatından sahneler içeren fresklerle süs
lü bir duvara sırhnı vermiş Honstein, zayıf olsa da, tabakları silip
süpüren bir obur, dudakları yağlamaya, işkembeyi doldurmaya
meraklı biri olduğunu ortaya koyuyor. Pisboğazlığıyla, bir demet
saman çiğniyormuş gibi ağzı hka basa dolu, kıskanç bakışlarla mi
safirinin tabağında damağını şenlendirecek bir şey var mı yok mu
diye kontrol ediyor.
"Müsaade eder misiniz?"
Yanıh beklemeden belediye başkanından bir istiridye aşırıyor.
Sofrada yaphğı bütün münasebetsizlikleri anlatmak için bir Kut
sal Kitap gerekir. Sessizlik hareketsizliğin içinde fokurduyor, ta
ki Drachenfels hala kömür gibi yanık olduğunu düşündüğü etini
seyrederken iç geçirene dek:
"Luther yandaşları, bizim dansçıların bir haftayı aşkın bir sü
redir geri dönmediğine şaşırarak büyük çapta bir başka yahni ola
sılığından dem vuruyorlar . . . Bu da kilise mutfağının pişirdiği bir
başka yemek olabilir mi Piskopos Hazretleri?"
"Yeni 'reformcular' her zaman kendilerini hiç ilgilendirmeyen
1.şlere burunlarını sokuyor. Eğer damak tadınıza daha uygunsa
Ammeister,
sirkeli sebze suyunda pişirilmiş, yanında otlu sosu bu
lunan şu turnabalığından alın tabağınıza."
Kaşık, geçişini engellemeye çalışan inatçı bıyıkların arasından
zar zor ağza girince, hükümetin başı lokmasını yutmayı başarıyor:
"Bu tabakta çok fazla ayrıkotu çıkmış, aynı Strasbourg' daki
gibi."
Piskopos, elinde kristal sürahi, konuğuna içki koyuyor:
"Göreceksiniz, arhk Alsace'ta kalmadığı için Türklerin Yu
nanistan' dan getirdiği şu beyaz şarapla daha rahat yutuluyor."
Belediye başkanı, "Siz Türklerle mi görüşüyorsunuz sık sık,
Piskopos?" diye sorup önceki düşüncesine geri dönerek vurucu
darbeyi indiriyor: "Katolik inana lağıma düşmüş."
Guillaume de Honstein boyun atkısını açıyor, dökümlü kumaş
larla yapılan resimleri andırır bir vaziyette, Hazreti Süleyman'ın
heykeli gibi durarak bu kez o suçluyor:
94
"Strasbourg'un kendi Yahudi halkına karşı davranışını size
hahrlatmamı ister misiniz? Büyük meclisin bütün burjuvaları
Yahudilere o kadar çok borçlanmıştı ki nasıl geri ödeyeceklerini
bilemiyorlardı, sonra akıllarına bir fikir geldi. Bir Aziz Valentinus
günü, şehirdeki bin altı yüz Yahudi, şehir merkezindeki Yahudi
mezarlığına yerleştirilen odun yığınları üstünde yakılarak öldü
rüldü, böylece belediyenin seçilmişleri hiçbir borçlarını ödemek
zorunda kalmadılar. Bana getirilen ve tabağımın altına sokuver
diğim şu küçük buruşuk kağıt parçasına bakın
Ammeister.
O za
man elbette siz daha meclisin başında değildiniz ama hafızanızı
tazelemek için göstereyim gene de . . . "
"O halde anlıyor musunuz, Strasbourg şehrinden alınacak
dersleri . . . " diye sözlerini sürdürüyor Piskopos, "Sorun vardı.
Artık sorun yok. İstediğiniz bu değil miydi?"
"Ne pahasına?"
"Bu müstahkem şehrin halkı son ferdi de ölünceye kadar dans
etsin, onu mu tercih ederdiniz?"
95
"Ama yine de, ateşe verilen iki bin kişi. . . "
"Bin alh yüz ya da iki bin . . . Nefret edince sayısına bakılmaz."
Bir uşak, her birinin üstüne küçük siyah bir haç boyanmış
drajelerden oluşan ve kuşkusuz aşırı sıcaktan ötürü
Ammeister'
in
ellerine yapışıp kirleten resimlik bir pasta getiriyor. Bu pasta kili
se şeklinde yapılmış. Çan kulesine yapışık iki çörtenden, yemek
ortasında sofradakilerin susuzluğunu gidermek için, gümüş kap
lara tarçınlı, şekerli kaynatılmış şarap dökülmeye başlıyor. An
dreas Drachenfels soruyor:
"Erzakla, birayla, buğdayla dolup taşan manashrlannızı bo
şaltıp halkın yaşamını sürdürmesi için verecek misiniz nihayet
Piskopos Hazretleri?"
İki saat olmuş bile. Piskoposun özel aşçısı Hans Nagel bir du
yuru yapıyor: "Muhterem beyefendiler, vakit geç oldu, işittiğiniz
çan akşam duasına çağırıyor. Ne yazık ki yemeği kerevit ikramın
dan önce kesmek zorundayız."
Belediye başkanı, "Ne idüğü belirsiz bir sos ya da utanç ve
rici bir jöle içinde yüzdüklerini düşününce, pek büyük bir şey
kaçırmamış olacağız kesinlikle diyorum kendi kendime . . . " diye
homurdanıyor.
Şimdi de ikinci bir tatlı getiriliyor; çiçekli bir bahçe, ortasın
da bir kaya, kayanın tepesinde de dua eden görkemli bir Bakire
Meryem tasvir edilmiş. Limon sansı badem ezmesinden yapılma
saçları sıcak yüzünden ensesinden aşağı kayıp ayaklarının dibine
düşmüş. İsa'nın annesi, Petite France Mahallesi'nde kafası hraş
edilmiş, mücevher takması da yasak olan şu fahişeler gibi çıplak
kalmış. Muhterem kadın yüksek ısıda eğiliyor, alnı yere doğru
iniyor, poposu çok gerilere kaykılıyor. Drachenfels düşüncelere
dalıp gitmişken gördüğünü tasvir ediyor:
"Kel ve iki büklüm şimdi, belki de vaktini doldurmuştur,
Meryem . . . Saveme' deki mangal partisinin bilgisi Reform' un ek
meğine yağ sürecek."
96
Bunun üzerine hükümetin başı Piskopos' a bir anlaşma öneriyor:
"Siz halihazırda imparatorluğun en büyük kilerini oluşturan
manashrlarıruzı, şapellerinizi açıp yoksullara gıdaruzı verirseniz
ben de her yerde Aziz Vitus' a şükrettiririm ve hikayenin resmi
versiyonu, azizin dansçıların mucizevi şifacısı olduğu şeklinde ta
rihe geçer. Türkleri, farandol yapanların şehre geri dönmeyişinin
suçlusu olarak göstermenin bir yolunu bulurum. Hem zaten hak
sız yere suçlayabiliriz, civarda hiç Türk görülmedi ki. Bir Türk ne
menem bir şeydir, onu bile bilmiyorum. Gerçekten var mı yok mu,
onu da bilmiyorum. Biliyor musunuz,
X.
Leo ya da Luther de um
rumda değil benim. Sadece istiyorum ki sizin sofranız yemeklerle
dolup taşarken şehir halkı insanı dans ettirecek kadar büyük bir
açlıktan ölmesin. İki gün içinde söylediğimi kabullenmeyi redde
derseniz Piskopos Hazretleri, sizi uyarıyorum, reformcuların iddia
ettiği gibi, Saveme mağarasına hac yolculuğunun canice bir enayi
tuzağı olduğunu duyuracağım. İşte o zaman Strasbourglular he
men katedrale baskın yapar, aziz heykellerini tuzla buz eder. Azize
Aurelia'nın mezarını yıkar. Din şehitlerine, Vitus' a ve öbürlerine
hürmet gösterme işi eceliyle ölmüş olur. Dokumacılar, terziler, de
mirciler vs. Luther'in davasını benimser. Kendi vücut bütünlüğü
nüze gelince Piskopos Hazretleri, onun için dua edin bence!"
"Bana hiçbir şey yapamazlar," dedi Piskopos kendinden emin.
"Sadece küçük çaplı hırsızlar darağacına gider. Örümcek ağına ta
tarcıklar yakalanır, ama büvelek asla."
Belediye başkanı, "Kuşkusuz Katoliklerin tanrısı hiçbir şey
görmüyor ya da hafızası kıt," diyor. "Ama Strasbourg' da ayin çok
geçmeden yasaklanır. Luther keşişlerin ve rahip adaylarının evle
nebilmesi için düzenleme yapacak, imtiyazlardan feragat edecek.
Ayinler Almanca yapılacak, bu da işime gelir, çünkü Latincem pek
parlak sayılmaz."
Kendi kazdığı kuyuya düşmüş gibi hisseden ve beti benzi atan
Piskopos'un sofrasında,
Ammeister
adama vurdukça vuruyor:
97
"Piskoposluk meclisi üyelerinin kazançlarına, sizinkilere, kili
selerin zenginliklerine el konacak. Protestanlar sizin piskoposluk
bölgenizdeki katolik ibadet mekanlarını yağmalayacak. Bakire
Meryem'in tasvirleri, azizlerin tabloları ıskartaya çıkacak. Ha
variler galerisindeki her şey çekiçle kırılacak. Clarisse rahibeleri
kilisesinin korosu resen hububatından yoksun kalacak, aynı za
manda taşlarından, din şehidi heykellerinden de. Çünkü bunlar
surları berkitmekte kullanılacak. Cronenbourg kapısını sağlam
laştırmakta inşaat malzemesi olarak kullanmak üzere katedral
deki mezarlar kırılacak ve şehir Reform' a geçmiş olacak!"
Kafasında sis bulutundan başka hiçbir şey kalmamışa benze
yen piskoposun karşısında, Andreas Drachenfels oraya geldiğin
den beri ilk defa gülüp eğleniyor:
"Ah
işte, durumlar böyle Piskopos Hazretleri! Lobutları de
virerek oynamak isteyen, oyunda kalmak istiyorsa, onları tekrar
doğrultmak zorunda. İnsan önce harekete geçip ancak sonra dü
şünüyorsa, yemekten sonra hardal servisi yapmış gibi olur."
Guillaume de Honstein ayağa kalkıyor, yüzüklerle dolu iki
parmağıyla pastadaki Meryem'in kıçını tutup alıyor ve çiğneye
rek yemek salonunu terk ediyor. Bıyıkları zafer işareti olarak V
biçiminde havaya dikilen Andreas Drachenfels de çıkıp gidiyor.
Şatonun avlusunda kendisini bekleyen dört
Stettmeister
soruyor:
"Yorumunuz nedir
Ammeister?"
"Bu yemeğin başaşçısı direğe bağlanıp aleme rezil edilmeye
müstahak. Baksanıza, hava bulutlanıyor galiba?"
98
27.
Ertesi sabah, katedralin kulesinin tepesinde, sağır gözcü şaşakalı
yor.
Tüerkeglock
ağlıyor. Çatlak bronzundan iki-üç damla gözyaşı
akıyor. Gözcü bunu tespit ettikten sonra, aşağıdakilere, göğe ya
kın çanın kederlendiğini göstermek için yumruklarını sıkıp fırıl
fırıl dönerek, inek gözüne benzer gözlerini ovuşturuyor. Zaten
bunca dertli olan çana, halkı uyarmak amacıyla çekiçle vurmaya
da kıyamıyor. Strasbourglular başlarını yukarı kaldırıp bu işaret
dilini anladıklarında onlar da ağlıyorlar, ama sevinçten, çünkü
yağmur yağıyor.
Bu, Mors alfabesi gibi noktalar ve çizgilerden meydana gelen
düşey ve düzgün bir yağmur, tanrıtanımazların çözemeyeceği,
yukarıdan gelen bir edebiyat. Katedralin çörtenlerinden akan ilk
suların alhnda duran insanlar kurumuş dillerini çıkarıp içiyorlar.
Sanki Sainte-Odile dağının pınarındaki suyla ziyafet çekiyor gi
biler. Sesleri hayret nidalarıyla dolu, kahkahalarla arkaya devrili
yorlar. Susuzluklarını giderirken solukları bulutlara buğulu öpü
cükler yolluyor. Önce yüksek kulenin tepesine vuran yağmur, hiç
durmaksızın yağıyor. Adeta bir peri, cehennemi gökte mucizevi
bir şafağı tutuşturdu. Dışarıda, imansız şehir halkı arasında, söz
cükler, tebessümler, her şey bir yeni şiirler bahçesindeki gibi ye
şeriyor. Aylardır bunu yaşamamışlardı. Kasvetli ruhlarında gü
zel bir yansıma doğduğunu hissediyorlar. Tanrı tarafından terk
edilmişlik gibi sefaletin de bitişi mi bu? Umut yağıyor gökten.
Giysilerin açık kısımlarından içeri akıyor. Tenleri pisliklerden te
mizliyor, kirli sular ince ince akıyor vücutlardan.
"En iyinin tadını çıkaralım! Beteri atalım nihayet!"
Çok geçmeden çocuklar gibi eğlenmeye başlıyorlar. Kocamış
bir kadın -Baküs ile Venüs' ün ihtiyar kızı- yağmura hoş geldin
99
diyor hareketleriyle. Bildiğiniz gibi, bir mutluluk asla tek başına
gelmez; birdenbire birisi ortaya çıkıp meydanlarda, köprülerde,
dar sokaklarda bağırmaya başlıyor:
"Ağzına kadar dolu rahibe manashrları, yoksullara yulaf ve
arpa vermek için kapılarını açıyor! Hadi hepiniz gidin! Rahip
manashrlarında vurgunculukla istiflenmiş buğday ucuza elden
çıkarılıyor.
Quartaut'su*
on florinden fazlaya tırmanmıştı, şimdi
birdenbire sadece beş
batzen
oldu. Kilisenin fırıncılara verdiği
buğdayın tavan fiyatı yedi şilin altı fenik. Görülmemiş bir şey!
Şehirdeki rahibe evlerinin muhafaza ettiği kantar kantar sebze
dağıtılacak. Fıçılarca bira komik fiyatlara elden çıkarılıyor ve ku
rutulmuş domuz eti, tütsülenmiş balık üstündeki kilise vergisi
kaldırıldı! Köy papazlarının verimli yıllarda stokladığı erzak di
lencilere veriliyor! Tıka basa yiyin! Ardıç, tuz, kimyon katılmış,
kocaman kumtaşı küplerde muhafaza edilen rendelenmiş lahana
turşuları kepçe kepçe herkese dağıtılıyor! Piskoposluk hasadın
bol olduğu mevsimlerden kalma elli bin
quartaut
erzakı saçıyor
resmen! Herkese afiyet olsun! .. "
Yağmurun altında kulaklarını ovuşturan Strasbourglular,
Noel mi acaba, diye düşünüyor. Pusulayı şaşırmış, her şeyi bir
birine karıştıran bir dul kadın müjdeyi verene tutkuyla sarılıyor:
"Piskoposum, canım dostum, istediğim sensin, hakiki sevgi
limsin!"
Bir çömlekçi, karısı kiliseye boş leğenlerle koşarken, tezgahını
yeniden çevirip çanaklar, testiler, süt kapları yapmak için yerden
kil çamuru topluyor. Dinmeyen yağmurun altında pek çok şey
yeniden doğuyor. Her şey ürperiyor. Sokaklardaki taşların üs
tünde ilk bira fıçıları gürültüyle yuvarlanıyor. Tanrım, bu rondlar
halkı nasıl da büyülüyor! Su nasıl kumda emilip kayboluyorsa
insanlar da Katolik ibadethanelerinin içinde gözden kayboluyor.
*
Quartaut:
Eskiden sıvılar için kullanılan bir ölçü birimi.
Muid'in
dörtte biri
ki bu da yaklaşık
68,5
litreye tekabül eder. Tahıl ölçüsü olarak
muid
yaklaşık
1,85
metreküptür. (ç.n.)
100
Surlarda nöbet bekleyen askerler bile silahlarını -kalanburnalar,
çift kundaklı toplar- bırakmış, koşa koşa gidiyor.
Zihni hala biraz açık olan, ender rastlanacak cinsten birisi
şaşırıyor:
"Ya şimdi Türkler saldırıya geçerse!.."
Üstü çıplak ama bacakları maden zırhlarının içinde sırılsık
lam kalmış Yüzbaşı Johannes Gensfleisch, "Türkler mi, amaaan!
Saverne geçidinden iyileşerek dönüşe geçen bütün dansçıları ka
çırdılar, portakal şerbeti memleketlerine götürüp köle yapacak
lar, memnun mesut geri gidiyorlar!" diye karşılık veriyor.
"Ya? Farandolcüler için hazin olmuş ama Türkler gitti diyor
sunuz ha? Oh, bu da güzelmiş!.."
101
28.
"Karşıdaki fıçıcıların yerine gelen berbere kafamı veresiye tıraş
ettirirken bunu kalemle kazıyan sen misin Enneline? Ucunda
ayaklarıyla dönüp duran bacakları tasvir ediyor, ha? Çok güzel,
hem ortaya da Enneline'in e'sini çizmişsin . . . "
"Aferin hayatım. Dilin açılmadı ama bir resimle kendini ifade
etmeye başladın, hiç de fena sayılmaz. Gelişme var. Yağmur yağ
dığından beri şehirde insanlar bunu iddia ediyor. Sokaktaki na
dir komşularımızdan biri, nadir diyorum çünkü bütün ötekiler
Saveme' e gitti. . . yosun tutmuş duvarında küçük yeşil bir nokta
gösterdi bana. Bitkiler çıkıyor. Sonbahar çiçekleri belki de taç
yapraklarıru açar. Belki bu kış, mevsim havuçları, ıspanak, frenk
salatası, beyaz lahana, pırasa görülecek çarşı tezgahlarında, kim
bilir? Bahçeler yeniden hayat bulacak, tarımda hasar daha az
görülür olacak. Şimdiden Bruche ve Ill'deki sular daha berrak,
kötü kokusu hafifledi. Görünüşe bakılırsa Strasbourg' un liman
faaliyeti yavaş yavaş başlıyor. İskoçya' dan gelen yün yüklü ara
balar bekleniyor."
102
Melchior Troffea karısıyla kalın ve alçak bir sesle konuşuyor.
Karısının bir ninniye ihtiyacı olduğunu düşünerek kulağının di
binde güzel bir suyun kadife gibi akışını fısıldıyor. Ama hiçbir
şey, annelik suçu işleyen genç karısının mahzunluğuna derman
olmuyor. Enneline yazgısından hiç uzaklaşmıyor.
Sanatçı koca, sakalsız kalan yanaklarıyla Frau'sununkileri
okşuyor, sonra tek kolundan tutup dışarı, atölye tabelasının al
tına sürüklüyor ki Enneline şehrin üstünü ve civarını bereketle
sulayan kesintisiz ve dingin yağmuru seyretsin. Alnı öne eğik ve
hala zayıf mı zayıf Enneline -tütsülenmiş domuz yağı serpişti
rilmiş yulaf lapası tayınları henüz kuvvetlendiremedi onu- bir
su birikintisindeki yansımasında, çekiciliğinden eser kalmadığını
görünce dehşetle atölyeye geri dönüyor. Küçücüğün matemi ölü
me dek içinde ulumaya devam ediyor, üstelik son iki ayki dans
kadını yaprak yaprak soldurdu.
"Sitze ihr
güet? " (Rahat oturuyor musun?)
Gravürcü, eğik çalışma masasının başında, bedeninin alt kıs
mı neredeyse felç olmuş karısının tabureye oturmasına yardım
ettikten sonra onun darmadağın sarı saçlarını örmeye koyuluyor.
Çillerle yıldız yıldız olmuş boynuna da bir bağcık doluyor ki as
lında şaşırhcı bir köylü güzelliğini muhafaza eden bu insan en
kazını bir mücevher yanılsamasıyla güzelleştirsin. Her şeyin yeni
baştan başlayacağına söz veriyor:
"Canım, kargaşasız bir demokrasinin, debdebesiz zenginliğin
geri dönüşü bu. Bu yeni dirlik düzenden daha sahici bir mutlu
luk düşünülebilir mi? Dahası. . . Eskiden bir dinimiz vardı, şimdi
göğe tırmanmak için iki tane var . . . Bu da umut verici!"
Kaşlarını çatmış mükemmel eş, sol eliyle eteğini buruşturu
yor, sağ eliyle de parmak şaklatarak tempo tutuyor:
Pıt, pıt, pıt
.
.
.
Melchior o eli engt;lliyor:
"Artık tempo tutmak falan yok Enneline. Nasıl yapacağız bil
mem ama bundan kurtulacağız."
103
29 . .
Elli dört yıl sonra Aziz Bartolomeus Yortusu katliamı yaşanıyor.
104
Document Outline
Dostları ilə paylaş: |