17
SON EVRE
Daha sonraları, çeşitli manastırlarda beş altı kez daha
mumyalama işlemi gördüm. Bir gün Chakpori'yi yöneten
Reis tarafından çağrılmıştım. "Dostum" dedi, "Değerli Kişi'
nin emriyle reisliğe kabul edileceksin. Eğer arzu edersen,
Lama Mingyar Dondup gibi sana da sadece Lama diye hitap
ederler. Ben yalnızca En Değerli Kişi'nin haberini iletiyorum
sana."
Böylece, Yeniden Bedenlenmiş bir kişi olarak yaklaşık
altı yüzyıl kadar önce yeryüzünü terk etmiş olduğum zaman
ki statüme bir kez daha sahip oldum. Hayat Çarkı tam bir
devir yapmıştı.
Bir süre sonra odama gelen yaşlıca bir lama, benim ar
tık Küçük Ölüm Töreni'ne katılmam gerektiğini söyledi. "Oğ
lum, Ölüm Geçidi'nden geçip de geri dönmedikçe, ölümün
gerçekten olmadığını tam anlamıyla bilemezsin. Astral seya
hat üzerindeki çalışmalarında epey uzak yerlere gidip dön
dün. Küçük Ölüm ise seni çok daha uzaklara, bugün var olan
ülkelerin de ötesine, Tibet'in geçmişine götürecek."
Bu iş için hazırlayıcı çalışmalar gerçekten zorlu ve uzun
sürdü. Üç ay süreyle sıkı bir denetim altında yaşadım. Ber
bat bir tadı olan otlardan özel biçimde hazırlanmış yemekler,
günlük yavan mönüme eklendi. Düşüncelerimi yalnızca te
miz ve kutsal olanın üzerinde tutmam özellikle isteniyordu.
Sanki insanın bir manastırda başka türlü düşünme şansı
varmış gibi! Tsampa ve çayın dahi çok az miktarlarda alın-
230
ması gerekiyordu. Değişmez bir sadelik, katı bir disiplin ve
uzun ama çok uzun saatler süren meditasyon devreleri yaşa
dım bir süre.
Nihayet üç ay sonra, astrologlar vaktin artık geldiğini
ve belirtilerin uygun olduğunu söylediler. Yirmi dört saat sü
reyle, kendimi içi boş bir tapınak davulu gibi hissedene dek
oruç tuttum. Ardından Potala'nın çok altındaki o gizli merdi
venlerden ve geçitlerden aşağıya indirildim. Lamaların elle
rinde taşıdıkları alev alev yanan meşalelerin ışığında, tâ de
rinlere gidiyorduk. Bu geçitlerden aşağı daha önceleri de in
miştim. Nihayet geçidin sonuna ulaştık. Karşımızda kosko
caman bir kaya kütlesi vardı. Yaklaşmamızla birlikte bu ko
caman kaya yana doğru kayıp açıldı. Biraz ilerleyince bir
başka geçitle daha karşılaştık; ağır bir havası olan karanlık
ve dar bir yoldu burası. Birkaç metre daha ilerledikten sonra
karşımıza birdenbire altın kaplamalı, heybetli bir kapı çıktı.
Ağır ağır açılırken, koskocaman bir boşluğun içinden geliyor-
muşçasına yankılanan gıcırtılar duyuyorduk. Meşaleler sön
dürülüp, yağ kandilleri yakıldı. Biraz daha ilerleyip, çok eski
çağlarda meydana gelmiş volkanik hareketler sonucu, bir
kaya kütlesi içine oyulmuş bir kovukta bulunan gizli tapma
ğa girdik. Bir vakitler eriyen lavlar bu koridor ve geçitlerden
geçerek volkanın ağzına akıyor ve oradan da dışarı püskürü-
yorlarmış. Şimdi ise bu yerlerde, kendilerini birer tanrı
kadar güçlü gören insanlar geziniyorlardı. Fakat şu anda, di
ye düşündüm, tüm dikkatimi yapmam gereken iş üzerinde
toplamalıyım. Burası Gizli Yücelik Tapınağı'ydı.
Üç reisle birlikte içeri girdim, geri kalan refakatçi lama
lar, bir düşün yavaş yavaş akıldan silinen görüntüleri gibi
eriyip gitmişlerdi karanlığın içinde. Yılların adeta kuruttuğu
üç yaşlı reis ise, gönülleri rahat, Gökler Ülkesi'ne geri çağrıl
mayı bekliyorlardı; belki de tüm dünyadaki metafîzikçiler
arasında en değerli üç kişiydi bunlar. Sağ ellerinde birer yağ
kandili, sol ellerinde ise için için yanan, kalın birer tütsü çu
buğu taşıyorlardı. Soğuk müthişti burada, sanki bu dünyaya
ait değilmiş gibi garip bir soğuk vardı. Çok derin bir sessiz-
231
lik içindeydik, en ufak bir gürültü bile sessizliğin daha da
kuvvetle hissedilmesine yol açıyordu. Reislerin safran rengi,
sırmalı kadife giysilerinden hafif bir hışırtı geliyordu. Bir ara
dehşet içinde, tüm bedenimde garip sarsıntılar, sızlamalar
hissettim. Ellerim pırıl pırıl parlıyorlardı. Reislerde de böyle
parıltılar gördüm. Fazlasıyla kuru hava ile giysilerimizin bir
birine sürtünmesi, statik elektrikle yüklemişti bizi. Reisler
den biri elime kısa bir altın çubuk tutuşturdu ve fısıldadı,
"Bunu sol elinde tut ve yürürken duvara sürt, hissettiğin ra
hatsızlığı geçirir." Dediğini yaptım ve bedenimde bİTİkmiş
bulunan elektriğin bir anda dışarı akmasıyla neredeyse bot
larımdan dışarı fırladım. Ama artık rahattım.
Sonra görünmeyen eller tarafından yakılan yağ kandil
leri, titrek alevlerle birer birer canlandılar. Oynaşan sarı ışık
arttıkça, dev şekiller gördüm çevremde; altınla kaplanmış
lar, bazıları da değerli taşların içine yarı yarıya gömülmüş
lerdi. Sonra karanlığın içinden bir Buda heykeli yükseldi, o
kadar büyüktü ki, alevlerin ışığı ancak beline kadar aydınla
tabiliyordu onu. Diğer şekiller oldukça bulanık görünüyordu:
Şeytanlara ait görüntüler, aşk sahneleri, insanın gerçek ben
liğini bulana dek vermek zorunda olduğu sınavların sembol
leri.
Üzerine beş metre yüksekliğinde bir Hayat Çarkı çizil
miş bulunan duvara doğru ilerledik. Titreyen ışığın altında
gerçekten dönüyormuş gibiydi. Kayayla çarpışıp, içinde kay
bolup gideceğimize iyice inanmaya başlayana dek ilerlemeyi
sürdürdük. Sonra bize yol gösteren Reis ortadan kayboldu.
Evet, benim koyu bir gölge diye tahmin ettiğim şey, çok iyi
gizlenmiş bir kapıydı. Bu kapı aşağılara, daha aşağılara gi
den bir başka yolun girişiydi. Yağ kandillerinin zayıf parıltı
sında yine de zifiri karanlık, dar ve dik bir eğimle döne döne
aşağıya inen bir yoldu bu. Sık sık durarak, tökezleyerek ve
bazen de kayarak dikkatle, yavaş yavaş ilerliyorduk. Hava
ağır ve bunaltıcıydı, sanki yukarıdaki toprağın tüm ağırlığı
üzerimize çökmüş, bizi eziyormuş gibi hissediyordum kendi
mi. Dünyanın merkezine iniyorduk. Dolambaçlı geçitte son
232
bir dönemeç daha, ve nihayet karşımıza yer yer altın gibi pa
rıldayan bir kaya içine oyulmuş bir mağara çıktı: Evet, taba
ka tabaka, külçe külçe altın vardı her yanda. Bir tabaka ka
ya, bir tabaka altın, bir tabaka kaya, bir tabaka altın ve böy
le devam ediyordu bu. Girintili çıkıntılı yüzey, kandilden ya
yılan zayıf ışığı yansıtırken, tepemizde, çok yukarılarda, ka
ranlık bir gecede gökyüzündeki yıldızlar gibi parıldıyordu al
tın damarları.
Mağaranın ortasında yeni cilalanmış gibi parlayan si
yah bir ev vardı. Duvarları garip semboller, yeraltı gölüne
giden tünelin duvarlarında görmüş olduklarıma benzeyen
şekillerle süslenmişti. Eve doğru yürüdük ve geniş, yüksek
kapısından içeri girdik. Burada üzerinde garip garip şekiller
bulunan, siyah taştan yapılmış üç tane tabut vardı. Tabutla
rın üstü açıktı. Merakla içlerine baktım ve gördüklerim kar
şısında soluğum kesildi.
"Oğlum" dedi bize rehberlik eden Reis, "Bunlara iyi
bak. Onlar dağların oluşmasından önceki günlerde bizim
topraklarımızda yaşayan tanrılardı. Denizlerin sahillerimize
vurduğu, gökyüzünde değişik yıldızların parıldadığı zaman
larda ülkemizde gezinirlerdi. Bak, çünkü son evrede olanlar
dışında hiç kimse görmemiştir bunları."
Büyülenmişçesine baktım, baktım. Karşımda üç tane
çıplak, altın kaplı mumya yatıyordu. İki erkek ve bir kadın.
Büyüklükleri hayrete düşürmüştü beni. Kadın yatarken bile
en az üç metre boyunda vardı. Erkeklerden daha iri olanı
dört buçuk metreden aşağı değildi. Kafaları geniş ve tepeye
doğru hafif koni biçimindeydi. İnce dudaklı ağızlan küçük,
çeneleri uzun ve dardı. Burunları uzun ve ince, gözleri ise
düz bir çizgi halinde ve içeri çöküktü. Sanki ölmemişler, uyu
yorlardı. Sessizce hareket ediyor, onları uyandırmaktan kor-
kuyormuşçasına fısıltıyla konuşuyorduk. Tabutun yan tara
fında bulunan kapağın üzerinde gökyüzünün kabartma bir
haritası vardı, fakat yıldızların görünüşü ne kadar da garip
ti. Astroloji üzerindeki çalışmalarım sonucu, karanlık gökyü
zündeki şekilleri oldukça yakından tanırdım; fakat bu çok
233
farklıydı.
Kıdemli Reis bana dönüp, "Son evreye geçmek, geçmişi
görüp geleceği öğrenmek üzeresin. Karşılaşacağın gerilim
çok fazla olacak. Bazen bu evrede pek çok kimse başarısızlı
ğa uğrar ve ölür; yani, başaramazsan bu varoluş boyutundan
gidebilirsin" dedi, "Anladın mı?"
"Evet" diye yanıtladım. İki tabutun arasında bulunan
bir kayanın yanına götürdüler beni. Söylediklerine uyarak
sırtım dimdik, avuç içlerim yukarı dönük, lotus duruşunda
oturdum kayanın üzerine.
Dört tane tütsü çubuğu yakıldı, her tabut için bir tane
ve bir de benim için. Reisler ellerinde birer yağ kandili, dışa
rı çıktılar. Ağır siyah kapının kapanmasıyla birlikte, binlerce
yıllık ölülerle birlikte tek başıma kalmıştım. Bir süre sonra
yanımda duran yağ kandili cazırdayarak söndü. Fitili kırmı-
zılaşarak birkaç dakika için için yandı ve sonra o da söndü.
Kayanın üzerinde sırtüstü uzandım ve yıllardır bana
öğretilmiş olan özel soluk alma yöntemini uygulamaya başla
dım. Sessizlik ve karanlık boğucuydu. Gerçekten tam bir
ölüm sessizliğiydi bu.
Birdenbire bedenim kaskatı kesildi, kaslarım dondu
sanki. Kollarım ve bacaklarım uyuşup buz kesti. Güneş ışı
ğından yüz elli metre aşağıda bulunan eski bir mezarda öl
mek üzere olduğum hissine kapıldım. İçimde şiddetli bir ür-
perme ve rahatsızlık vardı. Sonra mezar yavaş yavaş yüksek
bir dağ geçidine vuran ay ışığı gibi gümüş rengi bir ışıkla
dolmaya başladı. Sağa sola sallandığımı,' yükseldiğimi ve
sonra bir yerlere düştüğümü hissettim. Bir an için, bir uçurt
manın içinde sandım kendimi. Sonra fiziksel bedenimin üze
rinde yavaş yavaş yüzdüğümü fark ettim. Sanki uykudan
uyanmışım gibi bir hareket gelmişti üzerime. Bir duman gi
bi, hissedilmeyecek kadar hafif bir rüzgârda sürükleniyor gi
biydim. Başımın üzerinde, altından bir kâseye benzeyen bir
parlaklık gördüm. Nabız gibi atan, gümüş mavisi renginde,
hayat dolu bir kordon uzanıyordu bedenimden.
234
Cesetlerin arasında, şimdi tıpkı onlar gibi sırtüstü yat
mış dinlenen bedenime baktım yukarıdan. Benim küçücük
bedenim ile o dev bedenler arasındaki fark yavaş yavaş gö
rülmeye başlamıştı. Merakla inceliyordum durumu. Çağdaş
insanlığın o önemsiz kibirliliğini düşündüm ve materyalistle
rin bu koskocaman şekillerin varlığını nasıl izah edecekleri
ni merak ettim. Fakat o anda düşüncelerimi bir şeyin rahat
sız ettiğini fark ettim. Artık yalnız değilmişim gibi hissedi
yordum kendimi. Sözcüklerle açığa vurulmamış parça parça
düşüncelerle, kesik kesik konuşmalar geliyordu bir yerler
den. Kafamda oraya buraya dağılmış görüntüler yanıp sön
meye başladı. Çok uzaklarda bir yerde, sanki birisi çok bü
yük, boğuk sesli bir çan çalıyordu. Ses yavaş yavaş yaklaştı
ve az sonra kafamın içinde çalınmaya başladı. Rengarenk
ışık damlacıkları ve aniden parlayıp sönen, bilinmeyen renk
ler görüyordum. Astral bedenim sarsılıyor, bir kış fırtınasına
yakalanmış yaprak gibi sürükleniyordu. Kırmızı, sıcak bir
acı, şiddetle çarpıyordu bilincime. Kendimi yalnız ve terk
edilmiş hissediyordum; yıkılmak üzere olan bir alemde kay
bolmuş bir eşya gibi. Derken üzerime siyah bir sis çöktü ve
bu dünyaya ait olamayacak bir dinginlik kapladı her yeri.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Beni kucak
layan o zifiri karanlık ağır ağır dağıldı. Bilmediğim bir yer
lerden kayalara çarpan, köpüren denizin sesi, dalgaların sü
rüklediği çakılların çıkardığı hışırtılar geliyordu. Tuz yüklü
havanın, deniz yosunlarının kokusunu duyabiliyordum. Son
ra çevremi seçebilmeye başladım. İyi tanıdığım bir manza
raydı bu: Güneşin ısıttığı kırların üzerinde, keyifli keyifli sır
tüstü yere uzanmış, tepemdeki palmiye ağaçlarını seyredi
yordum. Fakat bilincimin daha başka bir bölümü, hayatım
da hiç deniz görmemiş, palmiye ağacı diye bir şey duymamış
olduğumu söylüyordu! Az ötede bulunan bir koruluktan,
kahkahalarla gülen insan sesleriyle birlikte, güneşten bronz-
laşmış neşeli bir grubun yaklaştığını gördüm. Devler! Aşağı
ya baktım ve kendimi de bir "dev" olarak gördüm. Astral
beynimle şunları algılıyordum: Yüzlerce yıl önceydi. Dünya
235
ters yönde ve güneşe daha yakın bir yörüngede dönüyordu.
Günler daha kısa ve daha sıcaktı. İnsanlık o zamanlar daha
gelişmiş olup, şimdikinden daha fazla bilgiye sahipti. Sonra
uzayın derinliklerinden gelen başıboş bir gezegen dünyaya
hafifçe çarpıp geçti. Dünya bu çarpışma sonucu yörüngesin
den çıkıp, güneşten biraz daha uzaklaştı ve ters yönde dön
meye başladı. Rüzgârlar çıktı, farklı çekim güçleri suları et
kisi altına aldı; seller, tüm dünyayı kaplayan seller oluştu.
Her yer sarsılıyordu. Karaların bir kısmı denizlerin altında
kaldı, bir kısmı yükseldi. Tibet'in bulunduğu sıcak ve güzel
ülke bir deniz kıyısı olmaktan çıktı ve denizden dört bin met
re kadar yükseldi. Ülkede öfkeli lavlar püsküren heybetli
dağlar vardı artık. Çok uzaklarda, dağlık bölgelerde derin
yarıklar açıldı. Aslında bu kitapta yazılmayacak kadar çok
şey var ama "astral evreler"e ait bilgilerimizin bir kısmı ya
yınlanmak için fazlasıyla kutsal ve gizli.
Bir süre sonra görüntülerin yavaş yavaş zayıflayıp ka
rarmaya başladıklarını fark ettim. Hem astral, hem de fizik
sel bilincim kaybolmaya başlamıştı. Az sonra son derece hu
zursuz hissediyordum kendimi, üşümüştüm de. Evet, kayala
rın içine oyulmuş bir hücrenin dondurucu karanlığında tek
başıma bir kayanın üzerinde yatıyordum. Sonra kafamda
birtakım telepatik düşünceler belirdi. "Evet, bize geri dön
dün. Geliyoruz." Dakikalar geçti ve silik bir parlaklık yaklaş
tı. Yağ kandilleri. Üç yaşlı reis.
"İyi basardın oğlum. Üç gündür burada yatıyorsun. Ar
tık gördün orayı. Öldün. Ve yaşıyorsun."
Açlık ve yorgunluktan iki yana sallanarak, her tarafım
tutulmuş ayaklarımın üzerine dikildim ve hiçbir zaman ak
lımdan çıkmayacak olan bu odadan dışarı çıktık. Açlıktan
bayılmak üzereydim. Kafam da karmakarışık olmuştu. Tıka
basa doyana kadar yedim, içtim. O gece uyumak için yatağı
ma girdiğimde, önceden kehanet edildiği gibi kısa bir süre
sonra, Tibet'i terk etmek ve garip yabancı ülkelere gitmek zo
runda olduğumu biliyordum. Şimdi bu ülkelerin, benim o za
manlar mümkün olabileceğini düşündüğümden çok daha ga
rip olduklarını söyleyebilirim!
236
18
HOSCAKAL TiBET
Birkaç gün sonra, Rehberim'le birlikte Mutluluk Nehri'
nin kıyısında otururken, yanımızdan atını dörtnala süren bir
adam geçti. Kaygısızca bize bir göz atıp Lama Mingyar Don-
dup'u tanıyınca öyle sert bir duruş yaptı ki, atının ayakları
altındaki toz, girdap gibi döne döne havaya kalktı.
"En Değerli Kişi'den Lama Lobsang Rampa için bir me
saj getirdim." Torbasından bana hiç de yabancı olmayan o
ipekli kutlama eşarbına sarılmış uzun bir paket çıkardı. Üç
kez yere eğilip beni selâmladı, paketi verdi ve sonra geri geri
yürüyüp atına binerek dörtnala uzaklaştı.
Artık daha rahattım; Potala'nın altında geçen olaylar
kendime olan güvenimi artırmıştı. Paketi açtım ve mesajı
rehberime vermeden kendim okudum.
"Sabahleyin Mücevher Parkı'na En Değerli Kişiye git
mem gerekiyor. Sizin de gelmenizi istiyor."
" Normal olarak, Değerli Koruyucu'nun sözleri üzerinde
tahminde bulunulmaz Lobsang, ama senin kısa bir süre son
ra Çin'e gitmek üzere buradan ayrılacağını ve benim de, sa
na söylemiş olduğum gibi, çok yakında Gökler Ülkesi'ne geri
döneceğimi hissediyorum. Bırak da bu günden ve geri kalan
kısıtlı süreden mümkün olduğu kadar yararlanalım."
Sabahleyin Mücevher Parkı'na giden, o çok iyi bildiği
miz yolda yürüyorduk. Hem Lama Mingyar Dondup'un, hem
de benim kafamda, bunun Mücevher Parkı'na birlikte yaptı
ğımız yolculukların sonuncusu olacağı düşüncesi vardı. B'-
237
düşünce yüzüme herhalde güçlü bir biçimde yansımıştı ki,
Dalay Lama ile karşılaştığımda şöyle dedi bana: "Ayrılma
vakti her zaman için zor ve sıkıntı yüklüdür. Ülkemiz işgal
edildiği zaman, bu bahçede saatlerce meditasyon yapıp, git
menin mi kalmanın mı daha iyi olacağını düşündüm dur
dum. Her ikisi de bazıları için acı verici olacaktı. Senin yolun
doğruca ileriye gidiyor, Lobsang. Ailen, arkadaşların, ülken,
hepsi geride kalmalıdır. Sana önceden de bildirilmiş olduğu
gibi, önündeki yolda zorluk, eziyet, yanlış anlama ve inanç
sızlık var. Bunlar hoş olmayan şeyler. Batılılar'ın yolları çok
değişiktir. Sana daha önce de söylemiştim, onların bilim a-
damları da yalnızca kendi yapabildikleri şeylere, yalnızca la-
boratuvarlarında deneyden geçirebildikleri şeylere inanıyor
lar. Ve en üstün bilimi, Gerçek Benlik Bilimi'ni yok sayıyor
lar. Evet, beş gün sonra Çin'e gitmek üzere buradan ayrıl
man için gerekli hazırlıkları yaptırdım."
Beş gün! Ben beş hafta bekliyordum en az. Rehberim'le
birlikte dağa doğru tırmanırken aramızda herhangi bir ko
nuşma geçmedi.
Manastırdan içeri girince Rehberim, "Anne ve babanı
görmen gerekiyor, Lobsang. Ben bir haberci yollarım" dedi.
Anne ve babam ha? Lama Mingyar Dondup bana bir an
ne, babadan çok daha fazla bir şeyler olmuştu. Halbuki kısa
bir süre sonra, ben Tibet'e geri dönemeden o bu hayattan gö
çüp gidecekti ve o zaman onunla ilgili görebileceğim tek şey,
Yeniden Bedenlenmiş Kişiler Salonundaki altın kaplama
mumyası olacaktı.
Beş gün! Dopdolu günler! Üzerime giyip denemem için
Potala Müzesinden bir takım Batılı giysisi getirildi. Aslında
Çin'de bu elbiselerden giyecek değildim, lama giysilerim da
ha uygun olurdu orada, ama diğer lamalar bunların içinde
nasıl olacağımı görmek istiyorlardı. Ne biçim şeylerdi bun
lar! Bacaklarımı sıkı sıkı kavramış kumaştan dar borular;
öyle dardılar ki, eğilmeye dahi korkuyordum. Artık Batılılar
in neden lotus duruşunda oturamadıklarını iyice anlamış
tım: Giysileri çok dardı. Bu sımsıkı borularla hayatın ne ka-
238
dar zor geçeceğini düşünüyordum. Üzerime beyaz bir örtü
örtüp, boynumun çevresine kalın bir kurdela bağladılar ve
de üstelik sanki boğacaklarmış gibi sımsıkı çektiler uçlarını.
Sonra bunun üzerine de, Batılılar'ın içine eşyalarını koyduk
larını söyledikleri yamalı bir başka kumaş parçası geçirdiler.
Fakat en kötü sürpriz daha gelmemişti. Sonunda, ayakları
mın üzerine kalın ve ağır "eldivenler" geçirdiler ve metal uç
ları olan siyah bağlarla sımsıkı bağladılar ayaklarımı. Ling-
hor Yolu'nda elleri ve ayakları üzerinde sürünen dilenciler,
bazen bunlara çok benzeyen eldivenler geçirirlerdi ellerine,
fakat onlar bile ayakları için Tibet'in o güzel keçe botlarını
kullanacak kadar akıllıydılar. Birkaç saat içinde sakat kala
cağımı ve bu yüzden de Çin'e gidemeyeceğimi düşünüyor
dum. Bu arada yuvarlak kenarlı, içi dışına çevrilmiş siyah
bir kâse kondu başımın üzerine ve bana artık tam anlamıyla
^ir Batılı aristokrat gibi giyinmiş olduğumu söylediler. Bana
öyle geliyordu ki, bir insan bu şekilde giyindikten sonra ar
tık >ndan bir iş beklenemeyeceğinden, herhalde çok boş za
manı olurdu.
Üçüncü gün, bir Reis olarak eski evime gittim. Anne ve
babam beni karşılamak üzere evdeydiler. Onurlu bir ziyaret
çiydim artık. O günün akşamı bir kez daha babamın çalışma
odasına gittim ve Aile Kitabına rütbemi yazıp, imzamı at
tım. Sonra, çok uzun bir süreden beri gerçek evim olan ma
nastıra doğru yeniden yola koyuldum.
Geri kalan iki gün çok çabuk geçti. Sonuncu günün ak
mamı Dalay Lama'yı ziyaret ettim, vedalaştım ve hayır dua
larını aldım. Ondan ayrılırken bir ağırlık vardı içimde. Onu
yeniden göreceğim zaman her ikimizin de çok iyi bildiği gibi,
o ölmüş olacaktı.
Sabahleyin günün ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktım.
Ağır ağır, isteksiz. Yine evsiz kalmıştım, yine bilmediğim
yerlere gidiyordum. Öğreneceğim o kadar çok şey vardı ki!
Dağın tepesindeki geçide ulaştığımda, Kutsal Kent Lhasa'ya
son kez uzun uzun baktım. Potala'nın tepesinde yalnız bir
uçurtma uçuyordu...
239
Dostları ilə paylaş: |