Şems-i tebriZİ'Nİn eseri



Yüklə 1,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/2
tarix09.05.2022
ölçüsü1,71 Mb.
#56899
1   2
Şemsi Tebrizi - Makalat

BİRİNCİ BÖLÜM
 
(M. 2) Rahman ve Rahim olan Allah adıyla başlar ve ondan yardım dilerim.
Bu kitap sevgili erenler sultanı Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin sözlerinden derlenmiştir.
Allah bereketini üzerimizden eksik etmesin.


Ten'den geçer" de can'a erişirsen bir hâdis'e yani sonradan yaratılmış varlığa kavuşmuş
olursun. Hak kadim'dir; başlangıcı olmayan varlıktır. Hadis, kadimi nerede bulur? Onu nasıl
anlayabilir? Toprak nerede, her şeyi yaratan ulu Allah nerede?
Sende bulunan o kudret ki, sen onunla hareket eder onunla kurtuluşa erersin candır ama,
canı koltuğuna aldığın zaman ne yapmış olursun?
Şiir:
Âşıkların sana can armağanı getirseler bile
Başın için hepsi de Kirman'a kimyon getirmiş olurlar.
Kirman'a kimyon getirmişsin ne değeri var? Ne yüz ağartır, kaç para eder? Bu gün orası
öyle yüce bir saraydır ki, niyaz'sızdır; hiç kimseden bir şey beklemez. Ama sen ona niyaz
götür ki, niyazsız olan o dergâh niyazı sever; sen de o niyaz yüzünden şu hadiseler
arasından fırlayıp yakayı kurtarırsın. Kadimden sana bir şey erişir. İşte o aşk'tır". Aşk
tuzağı gelir ve seni sarar; nasıl ki Kuran'da, «Onlar Allahyı severler, Allah da onları sever,»
(Mâide sûresi, 54) Âyetin tamamı şöyledir: «Ey iman edenler! Sizden dininden dönenlerin
yerine Allah öyle bir toplum getirecektir ki, onlar Allahı sevecekler Allah da onları sevecek.
Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlüdürler, Allah yolunda savaşırlar.
Kovucuların dedikodusundan çekinmezler. Bu Allahın bir vergisidir ki dilediğine verir.»
(Mâide, 54) nükteleri, işte bu sevginin etkisine işarettir. O kadimden kadimi görürsün, «O,
gözleri kavrar,» (En'am sûresi, 103) Âyetin tamamı şöyledir: «Onu (Allahyı) gözler
kavrayamaz, belki o gözleri kavrar; o latiftir, her şeyi bilici ve görücüdür.» (En'am, 103).O
âyetindeki nükte de buna işarettir.
Kıyamete kadar sonu gelmeyen ve gelmeyecek olan sözün tamamı budur.
Bana velî diyorlar. Dedim ki haydi öyle olsun, bana bundan ne kıvanç olabilir? Belki ben
bununla öğünürsem çok çirkin düşer, ancak Mevlânâ, Kuran ve hadiste yazılı vasıflardan
anlaşıldığına göre velî'dir. Ben de velinin velisi, dostun dostuyum; bu bakımdan daha
sağlamım.
Aynaya yüz kere secde etsen hiç yerinden oynamaz. Onda eğer sonradan olmuş bir çirkinlik
varsa, kusuru kendinde bil aynayı kötüleme. Onun yüzünde gördüğün bu tek kusuru ondan
gizle, çünkü o benim dostumdur. O hal diliyle der ki, «Bu elbette olmaz.»
Dedi ki: Şimdi ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun! Buna bir bahane
bulamıyorum, sözünü kıramıyorum, ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı sana
vermiyeyim diyorum. Çünkü senin yüzünde bir kusurun var desem, belki ihtimal vermezsin,
eğer aynanın yüzü kusurludur desen daha beter olur. Sevgi bırakmaz ki bir bahane bulayım.
Şimdi diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak aynanın yüzünde bir kusur görürsen onu
aynadan bilme; aynada sonradan olmuş b:l! Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde
bul! Bari benim yanımda aynaya bakma. Şart odur ki aynanın yüzünde kusur bulmayasın.
Eğer kendine de kusur bulamıyorsan, bari o kusuru bende bul ki aynanın sahibiyim. Aynayı
kötüleme!
«Kabul ettim and içtim,» dedi, «aynayı getir artık sabrım kalmadı.» Tekrar gönlü razı
olmadı, «Ey üstat,» dedi «tekrar bir bahane bulayım ola ki bu şarttan vaz geçersin.» Ayna
işi ince bir iştir. Tekrar aradaki sevgi buna müsaade etmedi. «Şimdi o şartı bir daha
tazeleyelim,» dedi. O da şu cevabı verdi: Şart ve sözleşme şudur: Her kusurunu gördükçe
aynayı yere vurmayacaksın, onun cevherini kırmayacaksın! Cevheri kırılmaya elverişli


olmasa bile bunu yapmayacaksın. «Hâşâ,» dedi «asla böyle bir kasıtta bulunmam ve bunu
da düşünmem bile. Ayna hakkında hiçbir kusur düşünmem.»
«Şimdi aynayı bana ver ki bendeki edebi göresin; bendeki vefayı göresin!» Dedi ki: Eğer
kırarsan onun cevheri şu kadar, bedeli bu kadardır. Buna tanıklar, deliller gösterdi.
Şimdi bütün bu sözlerden sonra aynayı eline verince kendisi kaçtı. Öteki kendi kendine,
«Eğer bu ayna iyi ise, o niçin bırakıp kaçtı?» diyordu. (M. 3) Hemen kırmayı düşündü,
yüzüne tuttuğu zaman yüzünde çok çirkin bir hayal gördü; istedi ki yere vursun. Ama bunu
yapamadı. Dedi ki: Onun yüzünden ciğerim kan oldu. Şu suç ve ziyan karşılığı ödeyeceği
paralar, bu iş için tutulan tanıklar sözleşmeler hatırına geldi. «Keski,» dedi «o şartlar, o
tanıklar ve para cezaları olmayaydı. Ben de gönlümü hoş eder ne yapmak gerektiğini ona
gösterirdim.»
O bunu söylerken ayna da hal diliyle ona şöyle çıkışıyordu: Görüyorsun ya! Ben sana ne
yaptım? Sen bana ne yapıyorsun? Şimdi o kendini seviyor, bahaneyi aynada buluyor. Çünkü
kendini seven kimse nefsine saygı gösteriyor. Aynayı seven de her ikisinden vazgeçer.
Bu ayna, Hakkın kendisidir. O sanır ki ayna ondan başkasıdır. Bununla beraber aynaya
dönenlere ayna da karşılık verir. Aynanın eğiliminden dolayı onun da aynaya karşı eğilimi
vardır. O tersine olarak aynayı kırmış olsaydı beni de kırardı. «Ben gönlü kırıkların
yanındayım,» buyurulmadı mı? Sözün kısası, aynanın kendi kendine eğilmesi ve ihtiyat
göstermesi imkansızdır. O bir mehenk taşı ve terazi gibidir; eğilimi daima hakka doğrudur.
Bir defa ona desen ki, «Ey terazi! Bu ağırlık azdır doğru oturmuyorsun! Doğru göster!» O
ancak hak olan şeyi gösterir; iki yüz yıl düzen versen karşısında iki yüz kere secde etsen de
faydasızdır.
Mevlânâ size çok teşekkür ediyordu; onu dinlemek ve dinlemekteki zevk, sizinle yanına
gittiğimizde gösterdiği lütuf ve iltifatlar o kadar hoşumuza gitti ki, oradan ayrılmak istemedik.
Şunu hatırla ki, bu halk ile iki yüzlü konuşursan hoşlarına gider; sen de onların sözlerini
dinlersen hoş karşılarlar. Yoksa başka türlü konuşmaktan sıkılırlar. Bugün onlar bizimle iyi
geçinmeseler bile yine doğru hareket etmek gerekir. Kendine ve dostlarına karşı daima
doğru davranmak yaraşır. Nasıl ki ulu Allah Peygamberine, «Emrolunduğu gibi doğruluk
göster!» (Hûd sûresi, 113; Şûra sûresi, 15) buyuruyor. Sen ki doğrusun, doğru kal!
Doğruluk göster. Eğriye ne kadar doğru desem doğrulmaz. Adamın biri Padişaha nedim
olmuştu. Bu adamın gerçek dostluğu Padişahın hoşuna gitti, onu daima okşardı. Padişahın
işleri bu yeni nedimin günlerinde düzelmiye başladı; en zor işler kolaylaştı. Bu vaktin erleri
ise bu yolda taklide giderler ve işi taklidin son kertesine götürürler. Bu iş ve bu konudaki
düşüncemiz şudur ki, bütün bu sözler büyükler tarafından söylenmiştir. Remizler, işaretlerle
bu sözlerin yorumları her taklittir. Hiç bir yerden başını çıkaramaz.
O ne yüce devletlidir ki kadı olmuştur. Kendimize bir kaç yol seçiyoruz ve onlardan
yürüyoruz. Ama onun evinin kapısının Önünden geçmek istemiyoruz, sakınıyoruz, çok
sağlam bir devlet sahibidir o. Bu kadar kö-tülükleriyle beraber silahtar oğluna kılıç çekti,
kendi kendine dedi ki: Kötülükte böyle yüzlerce üstat vardır. O da dedi ki: Ey hoyrat çocuk
bu sözü bir daha söylersen senin halin neye varır? Sen kendinden daha güzel değilsin, nasıl
diyorsun ki bunu Çelebi bilir? Ben adamcağız kurtuldu dedim, «O söylüyorsa kanını
dökeriz,» dediler. Ben de, o silahtar oğlu için, «O bilir» dedim, «o onu suçlandıramaz; kendi
oğlu terbiyesine de gücü yetmez, soyu bozuktur her tüyü sayısınca kendini vermiştir.»


Her kalender ve zındık bu oklidis ilmini ve bu konuları iyi bilir. H, bugün bütün suçları
işlemiştir, gönlüm ona yabancı kalamıyor. Bu Allahnın işleri hep sebepsizdir, bununla
beraber eğer ona söylersem derisini yüzer, «Senin ne işin var ki bu kadar yapamıyorsun?»
derler. Mademki böylece birinin geldiğini gördün niçin karşılamıyorsun? Haşmet ve saltanat
sahibi olanlara inciltmek yaraşır, onları her zaman işsiz bı rakıyorsun, bir temel üzerinde
yürümek gerektir. «Sözü bugün söylemelidir,» diye şaka yaptığın için incindi. Bir gün
diyorum ki, bu sözü ve bu aynayı'kırayım. Biri İmad'dır ki şöyle söylüyor: «Ben, Mevlânâ'nın
senin kapında bir şey olacağına inanıyordum; halbuki şimdi sen ona inanıyorsun. Öyleyse
sen de Mevlânâ da her ikiniz de bir şey değilsiniz!» tşte zor gelen bu söz ni-faksızdır. Doğru
sözdür. Bu sözü tekrarlamak yine aynı sözdür. Bu tıpkı Cüneyd-i Bağdadî'ye gönderilen
zındık mualimin işine benzer. Uzun yolculuklardan sonra Cüneyd'in makamına vardı, ona
dedi ki: «Ey Cü-neyd, benden ayrıldığın günden beri her konup göçtüğün yerde senin bütün
hallerini biliyorum. Ama burada kalalıdan beri sana söyleyecek bir şey bulamıyorum.» Nasıl
ki şeyhin biri sofiye dedi ki; «Sen, Musa' ya yakın değilsin; seninle nasıl olur da sırlardan
konuşabilirim? Bana bir sır söyle diyorsun; sana nasıl sır söyleyeyim? Açıkça söylesem bile
anlamıyorsun, ya gizli söylesem nasıl anlıyabilirsin?»
Yavaş konuşulur, işitir; ancak bu sözden başka bir söz işitir. Ona yetişmek için uğraşırım ve,
«Başka şeyler işitiyorsun derim,» ama ona sır söylersem nasıl takat getirebilir? Cüneyd'in
şeyhi olan o zat ile yakınlığı yoktu. Şeyhlerin kuvveti başka başka olur. Onlar, küfür ve islâm
bizim katımızda birdir derler, bununla beraber bütün kuvvetler iki kılıkta görünür. Dedi ki:
Seninle hiç konuşulamaz; âlemin parmakla gösterilen adamı, cihanın maskarası olmuşsun.
Bununla beraber bir zaman bu Cüneyd-i Bağdadî çokça üzüm yemişti, midesini gaz yapan
şeylerle doldurmuştu, sıkıntısını gidermek için ayakyoluna gitti o üzümü demiyeyim, ancak
ondan hasıl olan ve öteye beriye dağlan yeller', falan gibi yüz bin uğursuzdan daha iyidir.
Evhad, bu celâl ve ululuk sahibi Allahnın temiz sıfatlarındandır. Onun mutlu sözlerindendir.
Sen kimsin, senin sözün nedir; bu sözler Hakkın sözüdür ve bir hikmet üzerine söylenmiştir.
Bu başka bir deyimde büyüklere işarettir. Evet o da vardır, seninki hangisidir? Ben kendi
halimden bir söz söylüyorum hiç bunlarla ilgilenmiyorum; sen de de söz varsa bana söyle,
anlat onları. (M. 4) Bir aralık ince bir söz açılırsa örnek göstermek için onu açıkla! Bu
sözlere Mevlânâ' nm buyurduğu gibi Kuran ve hadislerden mühür vurmalıdır ki manası
açıklanmış olsun; maksada uygun düşsün. Biri dedi ki: Onun güzel ve korkunç sıfatlan da
vardır. Güzel sıfatları arasında utangaçlık, korkunç sıfatları arasında da öç alma sıfatları
vardır. Ama korkunçluk tarafı güzellik tarafından üstündür; yalnız senin için şu var ki kinci
değilsin. Bu sıfat binlerce sıfatlardan daha iyidir. O bir kaç gün seninle konuşmadığım
zamanlarda niçin korku ve ürküntü içinde kaldın? Demek ki Allah korkusu duydun. İşte bu iyi
bir alâmettir. Bir aralık ben sana, «Konuş,» dediğim zaman maksadım şu idi: Mana, kaplan
huyludur dışarı çıkmaz, söze gücüm yeter; buna ister benim kuvvetim deyiver ister Allahsal
kuvvetin eseri farz et. Kâh bir hile ile onu dışarı fırlatırım, kâh o söz gibi hiç çıkmaz olur. Sen
konuştuğun zaman sanki benim sözlerimi konuşuyorsun, hele o dervişle konuşurken nasıl bir
çok manalar sarf ettin; kapılar açıldı, güzel söz, geniş meydan açıldı.
Benim için diyordun ki: O son derece acizliği yüzünden gönderdiğim dostu sattı, harcadı,
onun hiç bir şeyi, hiç bir işi yok. Belki gençlik etti yahut gençlerle düşüp kalktı diye hatıra
gelir ama böyle düşünmek doğru değildir. Çünkü günahlar suçlar vardır ki, bunlar insanda


gelip geçici şeylerdir. Olabilir ki gerçek bir suç da işleyebilir; mademki bana inanmıştır ve
bugün daha çok bağlıdır. Gerektir ki bu dervişin sözü kabul edilsin, gerektir ki onun hatırına
engel olan bu işi bir zahmet saymayalar. Ben biliyorum ki onda var mıdır yok mudur? Benim
bunlarla bir alış verişim yok tur. Ancak undan, odundan, etten bir şeyler vermek suretiyle
yardım edilsin.
Kışın üşümemesi için eskiden, giyecekten birşeyler gönderilsin. Sultan Alûeddin'in kardeşidir
ama Sultan İzzeddin'in de bir himmeti yoktur. Alâeddin de bir cim ri idi. Onun ancak iki hüneri
vardı ki, divan erleri bil selerdi kaparlardı. Ancak onun himmeti buna engel dir; bunlardan biri
satranç öteki de ok atmaktır; baş ka bir işi yoktur.
Şimdi söylediğin sözden ve aracılık yaptığın hayır dan dolayı biri sana öteki de yapana ait
olmak üzere iki hayır meydana gelir. Hadiste, «Hayra aracılık eden onu işliyen gibidir,»
buyurulmuştur. Bu o demektir ki, aracılık ettiğin hayırdan meydana gelen iki sevabın biri
sana, ikincisi de onu işleyene aittir.
İncinme, ben iki yüzlülük etmemeye söz verdim. Bundan dolayı dostlarımla doğru
konuşacağım; çünkü söylemek istediğim sözü bekleyemediğin için söz elden gitti. Başka söz
de hatırıma gelmiyor. Ne söylesen ve ne söylemek istesen nihayet sonraya bırakıyorsun ki
sözü tamamlıyayım diye. Halbuki derviş sözü naziktir; şimdi elden gitti mi, söyleyeceğim söz
artık o sözden başka söz oluyor. Allah erlerinde bu tecelli de ve rü-yet yani Allahsal belirti ve
görüş, semâ (çalgılı zikir âyini) sırasında daha çok olur; onlar kendi varlık âlemlerinin dışına
çıkmışlardır. Semâ, onları başka âlemlerden dışarı götürür, Hakka kavuşturur. Gerçi bir
sema vardır ki, o haramdır ve yasaktır; ama Allah erlerinin yaptığı böyle bir semâ'a
haramdır demek büyük bir küfürdür. O, ilâhî coşkunlukla harekete geç meyen el elbette
cehennemde yanacaktır. Semâda yükselen eller ise elbette Cennete varacaktır.
(Bir semâ da vardır 'ki mubahtır.) Bu semâ riyazat ve perhizle yaşayan sofilerle zahitlerin
semaidir ki, onlara göz yaşı, yufka yüreklilik getirir. Şüphe yok ki bunlar da cennete
gireceklerdir.


Bir başka semâ da, yapılması farz olan semâdır. Bu da hal ehli erenlerin semaidir. Biri de,
Farz-i ayn (yapılması Allah tarafından emrolunan) semâdır. Beş vakit namaz, Ramazan
orucu nasıl farz ise, açlık ve susuzluk vaktinde yemek ve su ne kadar gerekli ise, bu semâ
da hal ehli erenlere o derece gereklidir. Çünkü onların yaşama zevkini artırır. Semâ ehli
erenler den biri Maşrık'ta semaa başlasa, öteki Mağrip'te harekete geçer. Bunların, biri
birlerinin hallerinden haberleri vardır.
Biri dedi ki: Mevlânâ hep lütuf tur güzellik ve iyilik vasıflarıyle süslenmiştir. Mevlânâ
Şemşeddinde ise hem lütuf hem de kahir sıfatları vardır ama onun zatı güzeldir. Başka biri
de dedi ki: Herkeste böyledir. Benim sözüm ortaya atılınca o zaman gelir, yorumlar ve özür
dileyerek der ki; «Benim maksadım onun sözünü red etmekti; yoksa size kusur bulmak
değil.» Ey ahmak ben ne söyledim sen nasıl yorumluyorsun! Ne özür dileyebilirsin? O, beni
Allah sıfatlarıyla vasıflandırıyor ve «Allah gibi hem lütfü hem de kahrı vardır,» diyor. O,
onun sözü değildi. Ancak benim sözümdür; ne Kuran'dır ne de hadistir. Bu benim sözümdür
ki onun dilinden çıkmıştır. Sen ne anladın ki benimle ilgili olan herkeste de lütuf ve kahır
vardır? Ama bu vasıflar herkeste nasıl olabilir? Şimdi layık mıdır ki onlar bu akıl ve edep ile
bir kaç gün içinde Bâyezid'e, Cüneyd'e, Şiblî'ye yetişsinler de onlarla aynı kâseden nimet
yesinler? Eğer onun yanında o şeyhlerin hareketlerini anlatsalar, onların yaptıklarını
yapmadan yalnız işitmekle akılları başlarından gider. Bununla beraber hepsi de Allahdan
utanç duyarlar.
Dervişin biri onun mezarı başına gitti, dedi ki: Bu adamın Allah ile arasında bir perde
kalmıştı; o perde de, 10 dervişin keremi idi; bunu başka bir dervişten sor. Mevlânâ'nın yüzü
güzeldir. Bizim de hem güzel hem de çirkin tarafımız var. Mevlânâ bizim güzel tarafımızı
görmüş, çirkin tarafımızı görmemişti. Bu se fer iki yüzlülük etmiyorum, çirkinliğimi
gösteriyorum ki, beni olduğum gibi görsün. Hem güzellik yönümü, hem çirkinlik yönümü
anlasın.
Benim meclisime yol bulan kimsede görülecek ilk etki, başkalarının sohbetinden soğuması,
hoşlanmamasıdır. Hatta yalnız soğumakla da kalmaz, belki onlarla konuşamaz; onların
sohbetine katılamaz. Bizim bazı dostlarımız esrarla neşeleniyorlar. Bu şeytan hayalidir;
burada melek hayalinin bize yeri yoktur. Nerede kaldı ki şeytan hayali yer bulsun! Biz, melek
hayaline bile razı değiliz. Şeytan hayali ne oluyor? Bizim dostlarımız niçin bizim o temiz ve
sonsuz âlemimizden zevk duymasınlar? Bu âlem onları hiç farkına varmadan sarar, mest
eder. Bu âlemin mubah olduğu hakkında halkın söz birliği vardır. Halbuki şarap haramdır.
(M. 5) Biri, «Şarabın haram olduğu Kuran'da yazılıdır ama bu esrarın haram olduğu
hakkında Kuran' da bir işaret yoktur,» diye şüpheli bir söz söyledi. Dedim ki: Kuran'da
bulunan her âyetin bir sebebi vardır. O, sebepten dolayı indirilmiştir. Bu esrarı Hazreti
Peygamber çağında içmiyorlardı; eğer sahabe bunu kullansalardı, onların öldürülmesini emir
buyururlardı. Her âyet ihtiyaca göre iner; âyetlerin inmesi bir sebebe dayanır. Nasıl ki
sahabe Allah Resulünün yanında Kuran'ı çok yüksek sesle okudukları için müba rek
hatırlarına perişanlık geliyordu. Bundan dolayı: «Ey iman eden müslümanlar, seslerinizi
Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyiniz.» (Hücürat sûresi 2) mealindeki âyet
indirildi.
Bütün Peygamberler biri birini tanımışlardır. Isa diyor ki: Ey Nasranîler (Hıristiyanlar,)
Musa'yı iyi tanımıyorsunuz; gelin beni görün ki Musa'yı anlıyabi-lesiniz. Hazreti Muhammed


de (S. A.) buyuruyordu: Ey Hıristiyanlar! Ey Yahudiler! Musa
ile İsa'yı iyi ^a-mmıyorsunuz; gelin, beni görün ki onları iyi tanıya-bilesiniz. Peygamberler,
hep biri birini tanıyan, tanıtan, gerçekleyen kimselerdir. Onların sözleri de, bir birini
tamamlayan, açıklayan sözlerdir. Bundan sonra dostlar dediler ki: Ey Allah elçisi, her
Peygamberin kendinden önce geleni tanıttığına ve senin de sonuncu Peygamber olduğuna
göre seni kim tanıtacak? Buyurdular ki: «Nefsini bilen şüphe yok ki Allahsını da bilir.» Şu
hale göre, benim nefsimi bilen benim Rabbimi de bilir. Bu konuda her kim daha erdemli ise
dileğinden o kadar uzaklaşmıştır. Her ne kadar fikri daha ince ve olgun olsa da, o daha
uzaktadır.
Mısra:
Bu   gönül   işidir, kafa işi değil.
Bu mesele tıpkı bir define planı bulan kimsenin hikâyesini andırır. Planda şöyle yazılı idi:
Falan kapıdan dışarı çıkacaksın, bir kubbe vardır, arkanı o kubbeye, yüzünü kıbleye
çevireceksin; bir ok atacaksın, okun düştüğü yerde hazine saklıdır.
Vaiz öğüt verir, aranılan sevgilinin nişanını bildirir, onu aramanın yolunu gösterir. Bu yolda
yürüyenlerin niteliklerinden söz açar. Bunu anlatma ve nişanını gösterme bakımından henüz
olgunlaşmamış olan şeyh ile şair de şiirler söyler; ama bunlar bilgin bir insanın karşısında
kepaze olurlar. Nasıl 'ki, biri balıktan bahsederken başka biri, «Sen sus,» dedi. «Balıktan ne
anlarsın? Bilmediğin bu konuda nasıl konuşabilirsin?» Adam, «Ben mi balığı bilmem?» dedi.
Öteki, «Evet bilmezsin sen; biliyorsan balığın nişanım anlat!» dedi.
«Balığın şöyle iki bacağı vardır, deveye benzer.» Öteki, alaylı bir kahkaha ile, «Ben senin
yalnız balığı bilmediğini sanmıştım. Halbuki şimdi sen öküz ile deveyi de biri birinden
ayıramıyorsun,» dedi.
Şiir:
Lâle eğer şaşkınca gülmeseydi.
İçindeki karanlığı kim görürdü?
O her ne kadar kendi kanına bulanmıştır ama,
Bu da kara kalpli olmasının cezasıdır.
Evet bütün bu sözler oraya dayanır. «Halk ile konuşurken onların anlayışlarına göre
konuşunuz,» buyurulmadı mı? Demek ki onların bu eksik anlayışları onlar için bin belâdır.
Şiir:
Akıl, kişilerin bağıdır, aşk bu bağları çözer
Akıl der ki, taşkınlık etme! Aşk da teklifsiz davran, der!
Çocukluk çağlarında bana garip bir hal gelmişti. Kimse bu halimi anlıyamadı. Babam bile ne
olduğunu bilmiyordu. Bana diyordu ki, «Sen divane değilsn bilmem ki bu gidişin sebebi ne?
Sende bu yola gitmek için gerekli olan ne terbiye var, ne riyazat var ne de başka bir şey.»
Babama dedim ki: Şu sözü benden dinle! Sen ve ben öyle bir haldeyiz ki sanki bir kaz
yumurtasını tavuğun altına koymuşlar; bu yumurtadan kaz yavrusu çıkmış; biraz (M.6)
palazlaşınca bir su kenarına gelir, yavru hemen suya atlar. Ana tavuk etrafında çırpınır;
ama o kümes kuşudur; onun suya girmesine imkân yoktur. İşte seninle ben de böyleyiz. Ey
Babacığım! Ben kendimi yüzdürecek bir deniz görüyorum, benim yurdum o denizdir; halim
de, deniz kuşlarının hali gibidir. Eğer sen benden isen gel! Yahut ben bu der'ya içinde
senden değilsem git, kümes kuşlarına karış. Bu sözlerim sana armağan olsun!


Mısra:
Dosta böyle  yaparsan   düşmana   ne yaparsın?
Evet bir zümre şüphede kaldılar; bir zümre de yakın mertebesinde. Bu bir topluluğun
mertebesidu" diyorsun. Hallaç (Mansur), şüphe içinde gitti, bir zümre de şüphe ve yakin
arasında kaldı.
Şehitlerin ruhları yeşil kuşun, müminlerin ruhları ak kuşun, çocuklarınki serçelerin; kâfirlerin
ruhları da, kara kuşun kursağındadır.
Allahnın has kullan için semâ helâldir çünkü onların kalpleri temizdir. Allah rızası için sever,
Allah gayreti ile kin beslerler; gönülleri sağlamdır. Eğer benim sövüp saymam yüz yaşındaki
kâfirin kulağına değse, imana gelir. Müminin kulağına ilişse velilerden olur; Cennete gider.
Evvelce rüyamda sana demiştim ki: Benim göğsümle onun göğsü birleştiği zaman bu onun
makamı olur; o bundan Önce de bir çok rüyalar görmüştür, nihayet müslüman gider,
selâmet gider. Eğer Hazreti Muhammed'in ümmeti hakkındaki duası yani «Ulu Allahm
ümmetime doğru yolu göster ki, onlar bunu bilmezler,» anlamındaki yalvarışı olmayaydı.
Ebucehil nasıl olur da işkenbeyi o seçkin peygamberin arkasına bırakırdı; nasıl olur da
.onun elleri kuruma-dı, veya şişip çatlamadı? Nihayet o Peygamber ki, on ların yolunda
yürüyen tek bir atlıdır. Şu kadar var ki, ona karşı edepsizlik eden kimseye çarçabuk bir belâ
yetişir. Öyle bir insan ki, onun karşısında bütün insanlar ve melekler merdivenlerini yere
bırakır, onun yüceliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar, ip ve urganlarla hünerler
gösteren, halkı şaşırtmak isti-yen hokkabazlar, onun ipinin kuvvet ve uzunluğu, onun
kahramanlığı ve korkusuz savaşları karşısında şaşırırlar. Mucizelerini gören seyircilerin
yürekleri yerinden oynar. Hele onu siyah bir aslana binmiş; aslanı tembel bir eşeği kamçılar
gibi sürdüğünü görenler onu nasıl unutabilirler!
Bu unutkanlık iki türlüdür. Biri dünya yönünden olur. Nasıl ki dünyaya kapılanlar, ahireti
anmayı unuturlar, tkinci unutkanlık sebebi de ahiret işleridir; insana kendini bile unutturur.
Dünya ona göre kedinin elindeki fare gibidir. Allah kulunun yoldaşlığı ile ona öyle bir hal
olmuştur ki, otuz yıl seccadede oturan şeyh bile bu mertebeye erişemez.
Unutkanlığın üçüncü sebebi Allah sevgisidir. O, sevgiye tutulan dünyayı da, ahireti de
unutur. «Dünya ahiret erlerine, ahiret de dünya erlerine haramdır. Dünya ile ahir'etin her ikisi
de Allah erlerine haramdır,» sözü de bu anlamdadır. Bana göre, sevgide sarhoşluk da
vardır ayıklık da. Yani seven bazan unutur ama Mevlânâ'ya göre sevgide mestlik varsa da,
ayıklık yoktur. Benim için Mestlik halinde unutkanlık olamaz.
Dünyanın ne değeri vardır ki bana perde olsun yahut benden gizlensin? (M. 7) Benden
ötürü, yalnız şu kadar var ki o, dünyadan el çekmiştir. «Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî bu
halleri birleştirmiştir,» dediğiniz için hepiniz suçlusunuz. Bu ne hoş çekiştirme, bu ne güzel
yoksulluk! Eğer bu adam cimrilik etmediyse Allahdan sorarım. O, bu sözü söyledi mi,
söylemedi mi? Bundan sonra ya Allah ona, «Cimrilik ediyorsun,» der yahut da onu tutup,
diyeyim ki, «Sen nasıl olur da kendi dileğinin benim dileğimin içinde olduğunu söyliyebilirsin?»
O, der ki: Benim tarafımdan böyle yüzlerce tartışma uzayıp gitmiştir. Eğer bağışlarsan bir
kere daha tekrarlanmaz. Başka türlü hiç mutluluk yüzü göremezler, kıyamette de beni
bulamazlar, hatta cennette bile.
Demek oluyor ki, eğer o bir kaç kuruş olmasaydı, ben çıplak ve yaya olarak çıkar giderdim.
Ama sizin haliniz neye varırdı? Benim için asla bir daha dönmek ümidi yoktur.


Şeyh dedi ki: Halife, semâyı yasak etti. Bu yasak dervişin içinde bir düğüm oldu. Hastalandı;
onu çok uzman bir hekime götürdüler; nabzını tuttu ondaki hastalığın sebeplerini araştırdı.
Okuduğu ve bildiği hastalıklardan hiç birine benzemiyordu; onda hiç bir şey göremedi. Derviş
öldü, doktor dervişin mezarını açtı, göğsünü yardı, içindeki sert düğümü dışarı çıkardı;
tıpkı akik taşı gibi olmuştu. Hekim, bu akiki, yoksul bir zamanında satmıştı. Elden ele
dolaştıktan sonra Halifeye kadar dayandı. Halife bunu yüzük taşı yaptırdı. Bir gün bir semâ
aleminde aşağı bakarken elbisesinin kan içinde kaldığım gördü. Kendini yokladı, hiç bir
tarafında bir yara izi göremedi. Elini yüzüğüne götürdü, yüzüğün kaşı eriyip akmıştı. Bunu
satanları aradılar, birer birer hekime kadar dayandı. Hekim de geçen hikâyeyi anlattı.
Şiir:
Bir yerde yer yer sızmış kanlar görürsen,
Bil   k! benim gözümden damlamıştır.
Semâ ne yapar? Cisimle ilgili olan semâ yiyip içmektir. Onun azığı nefs ile olur, hep yenecek
şeylerden ibarettir. Nasıl ki, «Kâfirler yerler ve faydalanırlar tıpkı hayvanların yiyip içmeleri
gibi,» (Muhammed sûresi, 12) buyurulmuştur.
Biri dedi ki: Hiç Allahyla konuşur musun? Öteki, «Evet konuşurum,» dedi. «Senin yalanın
şimdi açığa çıktı,» dedim. Yalan şimdi bu saatte meydana çıkacak. Onu sıkıştırdım, dedim
ki: Şimdi o sana cevap versin. «Bu zor iştir,» dedi. Dedim ki: Bu önce de zor idi ama sen
kolay dedin, sana önceden bunu söylemek gerekirdi. Nasıl ki, bir din bilgini Haccac Bin
Yusuf ile tartışmasında âciz kalmıştı. Haccac ona, «Bu âciz halini daha önce niçin
göstermedin?» dedi. Boğulacağını anlayınca, «inandım,» diyen Firavun gibi, ön sırada
yürümek istiyenler daima işin sonunu önceden hesaba katmalıdırlar. Nasıl ki Şeyhin yüzü
başka bir renge girdi çirkin göründü; niyazdan, hakka yalvarışlarından gece yarılarında gizli
gizli inlemeden başka bir şey yapmıyordu. «Ey ulu Allahm şu hali bizden uzaklaştır, şu
perdeyi bizim gözümüzün önünden kaldır,» diye yalvarıyordu. Nihayet o, hali gördü. Sana
erişen o şenlik ve aydınlık da bir perde idi ki, başka bir renkte görülmüştü.
Aklı olan her bilgin şu dönen feleklerin bir döndürücüsü olduğunu bilir. Şimdi mademki bu
perde açılmıştır, niyaz ateşi gerektir ki onu yakabilsin. Ta ki bizden, hiç bir şeyde hiç bir
kimse beleş faydalanmasın. Ne din ne de dünya ile ilgili işlerde hesap kitap sormasın. Onun
sorularına cevap verebilir misin?
(M. 8) Buyuruyorsun ki: Mevlânâ'nın kudreti, nuru ve ululuğu vardır. Nihayet, o ki asılsız
şeylere, batıla inanır, onun arkasından yürür ve ona uyar, böyle bir insanda nasıl kudret ve
nur olabilir?
Yine buyuruyorsun ki: Elli tane Allah velisi Mevlânâ'nın ardından yaya yürüse gerektir.
Nihayet o, bir kör insanın arkasından nasıl yürür? Velilerin nişanları izleri vardır diyorsun.
Sen kimsin ki, evliyanın nişanını bilesin? insan âciz kalınca, o acizlikten ya bir aydınlık ya da
bir karanlık belirir. Çünkü İblis acizliği yüzünden karanlıkta kaldı; melekler ise yine acizlikleri
dolayısiyle aydınlığa çıktılar. Mucize de böyle yapar; Hakkın âyetleri de böyle olur. Âciz
kalınca secdeye kapanırlar.
«Ben insanı ilk görüşte tanırım,» diyen kimse büyük hata içindedir. O ve onun gibileri ne
bulmuşlardır ki, ona güvenmiş, onunla sevinçli ve mest olmuşlardır? Bu ateşle ilgili ve
ateşten bir bakıştır. Sen kendi iç âleminde yürümeye bak, ondan da ileri geçmeye çalış ki,
o zaten havadan ibarettir. Benim şu âlemde bilgisiz halk ile bir işim yok; onlar için gelmedim.


Âlemde Hakka yol gösteren bu insanlar üzerine baş parmağımı basarım.
Kelâm bilgini Şahap Herive, Şam'da bütün mantıkçılar arasında sayılırdı, ama kadın ve
şehvet yolunda çok düşkün olduğu için zayıf düşmüştü ve derdi ki, «Aklın fetvası budur.»
Muhammed Güyani ona demişti ki, «Fetvada akıl hiç hata etmez.» Diyordu ki, «Hayır akıl
fetvada hataya düşmez ancak hataya düşen başka bir şeydir.» Dedim ki: îmanın zevki gelip
gitmesinde değildir. Zeyneddin Sadaka'yı da kaçmış gördüm; başını çöllere çevirmiş, bir at
gibi koşarak kayıplara karışmış. Bu Imad hiç olmazsa ondan daha iyidir. Nahiv'den
(Sentaks), lügattan anlar.
Şahabeddin Sühreverdi'nin torunu bana, «Şüphe sevmektir,» dedi. «Ey kaltak bacılı,»
dedim, «bari seninki öyle değil.» Yahya Peygamberi Kuran'da veli diye okumuş, çok
ağlamıştı. Ben olsaydım onun gözlerini silerdim. Çünkü o, suçsuz idi; ağlamayayı gerektiren
şey ise ancak günahlardır. Bu veli kimdir? Gel söyle! Peygamberler için Kuran'da asla veli
denilmemiştir. Orasını Allah bilir.
Benim halimden haberi olmayanlar, diyorlar ki: Bekle de Şam'dan kervan gelsin yolların
ahvalinden bilgi versin; ondan sonra gidersin. Eğer benim sözlerim şeyh sözleri; hadis ve
Kuran yorumları veya karşılıklı konuşma ve tartışma yolu ile olsaydı, ne o bu sözleri işitebilir
ne de benden faydalanabilirdi. Eğer niyaz yoluyla aydınlatma yoluyla olsaydı ki (bu gelmek
ve dinlemek niyaz sermayesidir) ona faydalı olacaktı. Yoksa bir gün değil on gün değil belki
yüz yıl konuşsa biz elimizi çenemize koyar dinlerdik.
Bir cevheri çirkin bir kap içine koyarak kara bir mendille sarsalar, on kat örtü içinde
gizleseler, üstüne bezler deriler örtseler ki görünmesin. Bunda, şaşıla-Nasıl ki, Efendimize ruhun kokusu ve ruhun güzelliği eriştiği zaman henüz kendi ruhunu
görmemişti.
(M. 9) Ruhun güzelliğine erişmek, ruhu görebilmek uzak bir mertebedir. Ruhu gördükten
sonra da Allah yoluna gitmek gereklidir ki, Allah gözle görülebilsin. «Bu hayatta ve bu
dünyadayken,» görür demiyorum. Dünyadaki cevherlerin birer perdeleri varsa da her
cevherin bir de ışığı vardır ki dışarı vurur. Olgun görüşlü olanlar, dışarıya vuran bu ışığı
görürler. Ama dışarıya vurmayan ışığı görüp bilmemelerine de şaşılamaz. Ancak dışarı
vuran, avuçlarının içinde ve karşılarında bulunan ışığı göremiyenlere şaşılır. Yoksa
Sokrat'ın Bokrat'm (Hipokrates), îhvanı Safa derneğinin, Yunan filozoflarının söz ve fikirleri
Hazreti Muhammed'le (S.A.), onun evlâdı, torunları, can ve gönülden ona uymuş olan
kimselerin sözlerine benze mez. Hatta sudan ve topraktan yaratılmış insanoğlunun sözlerine
de benzemez. Bunlar, «Allah hazırdır,» derler.
Hazreti Ömer, bir gün Tevrat'tan bir parça okuyordu. Hazreti Muhammed (S. A.), Ömerin
elindeki kâğıdı çekti. «Tevrat kendisine indirilmiş olan zat (Musa) sağ olsaydı, benim izimden
yürür idi,» buyurdular.
İbrahim Ethem, Belh Sultanlığından çekilmeden önce, bu hevesle mallar bağışlıyor, bedenini
türlü ibadetlerle yoruyordu. «Ne yapayım?» diyordu, «Ne yapmak gerek ki kendimde bir
gönül açıklığı bulayım.» Bir gece taht üzerinde uyumuştu. Fakat içi uyanık gözleri uykuda
idi. Bekçiler davullara tokmaklar, çubuklar vuruyor, neyler üflüyor, gürültüler koparıyorlardı.
ibrahim Ethem kendi kendine dediki, «Siz hangi düşmanı uzaklaştırmak istiyorsunuz?
Düşman benimle birlikte uyumaktadır. Biz Allahnın merhamet nazarlarına muhtaç zavallılarız;
sizden ne güvenlik gelebilir? Bize onun lütfü sığınağından başka bir yerde kurtuluş yoktur.»


Gönlü bu düşüncelerle ayaklanmış, başım yastıktan kaldırmış, tekrar yatmıştı.
Şiir:
Şaşarım seven insan nasıl uyur?
Âşıka her türlü uyku haramdır.
Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir
kalabalık yürüyüş yapıyordu. Ayak sesleri köşkün her tarafında yankılanıyordu. Şah kendi
kendine, «Bu bekçilere ne oldu? Nerede kaldılar?» dedi. «Görmüyorlar mı ki bu kalabalık
dam üstünde koşuyor?» Sonra bu gürültü ve ayak sesleri onu tekrar şaşırttı, dehşete
düşürdü; sanki kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, silâhlı
nöbetçileri çağırmaya gücü yetmiyordu. Bu arada biri köşkün damından başım aşağı uzattı,
«Ey taht üzerinde oturan zat sen kimsin?» dedi. İbrahim Ethem cevap verdi: «Ben Şahım,
dam üstünde gezen sizler kimsiniz?» «Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün damında
arıyoruz.» ibrahim Ethem, «Divane misin?» dedi. Adam cevap verdi: «Divane sensin İbrahim
Ethem!» «Deve sürülerini köşkün damında mı kaybettin? Burada deve aranır mı?» Adam
şöyle cevap verdi: «Allah, Padişah tahtında mı aranır? Sen Allahyı burada mı arıyorsun?»
İşte o saatten sonra İbrahim Ethem'i kimse göremedi. O gitti; canlar da onun arkasından
gitti. Kendisinden bir haber çıkmadı; genel olarak bu iş çok zor görünür. O kendisini,
tamamiyle bir şeye verse idi, o zorlukta kalmazdı.
Veliliğin manası nedir? Askerleri, tacı tahtı olan kimsede velilik yoktur; belki nefsinde velilik
olan kimse velidir. Sözünde, susmasında kahir (M. 10) yerinde kahır, lütuf yerinde lütuf
göstermesinde isabet olan kimse velidir. Arifler, «Biz âciz kimseleriz, o kudretlidir,»
demezler. Gereklidir ki sen, kudret sahibi olasın; her sıfatta güçlü kuvvetli olasın; susacak
yerde susasın; cevap verecek yerde, cevap veresin; kahır ve şiddet zamanında sertlik
gösteresin; iyilik ve yumuşaklık gereken yerde iyilik edesin. Yoksa öyle bir insanın sıfatları
kendisine belâ olur, azap olur; insan mahkum olmazsa hâkim olur.
Sahte felsefecilerden biri ölümden sonraki kabir azabını yorumluyor, bunu akla uygun bir
yoldan anlatıyordu. Diyordu ki: Can, buraya kendisini olgunlaştırmak için gelir, olgunluk
sermayesini bu alemden toplamaya çalışır. Bu âlemden gittikten sonra da, artık onun bir
hasreti kalmaz. Şimdi gerektir ki, suretten manaya gelelim: Ten, can ile kaynaştıktan sonra
suretle meşgul olur. Can, ten ile kaynaşırsa belâya düşer. Canın, o genişlik ve şenlik tarafı
kalmaz. O tarafta mal görür, saygı görür; beri tarafta cana yakın kadınlar, dostlar elde
eder. Türlü zevkler bulur. Şu halde bu tarafa döner yanında ölümden konuşmak onun için bin
ölüm demektir. O, dileklerini öteki alemden bekleseydi, oraya gitmek için çırpınırdı. Bu gidiş
onun için ölüm değil, belki hayat olurdu. Hazreti Mustafa (S.A.) buyuruyorlar ki: «Müminler
ölmezler, belki bir alemden öteki aleme göçerler.» Şu hale göre, göçme başka, ölüm
başkadır.
İnsan daracık ve karanlık bir evde istediği gibi gezinemez, böyle bir yerde rahatlık ve şenlik
göremez, hatta serbestçe ayağını uzatıp oturamaz. Ama o daracık evden geniş bir eve,
büyük bir saraya göçer; içinde bahçeler1, akar sular vardır. İşte o göçmeye ölüm denmez.
Bu söz ayna gibi parlaktır. Sende de zevk ve iç aydınlığı varsa, ölüme âşık olursun. Allah,
bunu sana mutlu kılsın; bizi de duadan unutma! Eğer sende böyle bir nur ve zevk yoksa, şu
halde hazırlıklı ol, çalış! Kurar» haber veriyor: Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın.
Nasıl ki Allah, Kuran'da haber veriyor. Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın. Nitekim


Allah Kuran'da, İnkarcı Yahudiler için şöyle buyuruyor: «Eğer gerçek müminlerden iseniz,
ölümü dileyiniz.» (Cuma sûresi,6) Şu var ki, gerçek Allah erlerinden, imanlı kişilerden ölümü
arayanlar olduğu gibi gerçek inançlı, sağlam imanlı kadınlardan da ölümü arayanlar eksik
değildir. Bu parlak bir aynadır ki, halinin açık ifadesini onda bulursun. Her halinde ve her
işinde ölümü sorarsan, o iş iyi bir iştir. Şu halde, te reddüt halinde olduğun iki iş arasından
birini seçmek için bu aynaya bakarsın. O iki işten hangisi ölüm tarafına yakın ise onu
seçersin. Gerektir ki, ölüme hazır, saf bir nur gibi onu bekleyesin. Müçtehid (din bilgisiyle
uğraşan kimse) içtihadında yani çalışma konusuna giren şeylerde bu hale erince, sanırsın ki
o kendi işinden lezzet almış, dünyaya hasreti daha azalmıştır. Doğrusuna bakılırsa, onun
dünya hasreti daha çok artmıştır. Çünkü bu âlem ile daha çok kaynaşmıştır. Nasıl ki kabir
azabı bahsini açıklarken Suret ve Misal cihetinden yürütülen mütalaaları söylemiştik. Ben
bunu sana ancak mana yönünden anlattım.
Sultan Mahmud (Gazneli), perdeciye bir mücevher vermişti. Perdeci, vezirin vekilidir.
Padişahtan, veziri hakkında çok övgüler ve hoşnutluk sözleri işit-miştir. Perdeciye sorar, ona
bir mücevher gösterir: «Bu iyi bir mücevher midir?» «İyi demek de söz mü? Bu konuda söz
söylemek bile edep dışı olur. Yüz bin kere iyi bir mücevher! Nasıl ki, şahımız hakkında
sadece iyidir demek onun yüceliğini belirtmeye yetmez. Edep dışı bir söz olur.» Şah
emreder: «Öyle ise kır şu mücevheri!»
«Nasıl kırayım bunu! Vezir diyor ki, Şahın bütün mülkü, bu mücevherin dörtte birini bile
değmez. Bu şimdi hazineye yaraşır.» Sultan, «Peki, hâlâ hazineye yaraşsın öyle olsun,»
dedi ve perdeciye kaftan kaftan üstüne giydirerek okşadı. (M. 11) Bu öyle bir imtihandı ki,
eğer Saray'da böyle düşünen başka bir kimse varsa anlaşılsın diye yapılıyor ve iş Ayaz'a
kadar dayanıyordu. Şah içinden, «Olmaya ki üzerine titrediğim Ayaz da böyle söylesin,»
diyordu. Tekrar diyordu ki: «Şayet o da ötekiler gibi yaparsa ne yapalım gözdemizdir.
Dilediği gibi söyler.» Mücevher beri tarafa geldi, bu taraf Ayaz'ın bulunduğu taraftı; yanına
kimsenin yaklaşmaması için bir perde ile ayrılmıştı. Padişah, mücevheri alması için Ayaz'a
işaret ederken, «Olmaya ki o da ötekiler gibi söyler,» diye korkuyor, titriyordu. Ayaz,
Padişaha bakarak, «Niçin titriyorsunuz,» der gibi, onu süzüyor, «Şahın heybetinden
titremek, Ayaza yaraşır,» demek istiyordu. Onun Sarayında yetişmiş, edep terbiye
öğrenmiş, hakikatte gönlü Sultanın sevgisiyle dolmuştu. Sultan, Ayaz'a dönerek âdeti
dışında, «Ey Sultan şu mücevheri al,» dedi, ama «Ey köle al şunu,» demedi. Halbuki, bu
«köle» sözünde Ayaza göre bin kere «Sultan» demekten daha samimî bir iltifat gizli idi; bu
ona bin kere daha hoş gelirdi. «Sultan» sözünden gücenirdi.
Ayaz, mücevheri aldı. Padişah, «Nasıl, güzel mi?» dedi. Ayaz, hiç bir kelime katmaksızın
«Güzel» cevabını verdi. «Hoş mudur?» deyince de, yine fazla bif söz katmadan, «Hoştur,»
dedi. Sultan, «O halde, kır bunu!» dedi. Ayaz, daha önce rüyasında gördüğü bu olay için iki
taş hazırlamış, kolunun içinde saklamıştı. Vurduğu gibi mücevheri parça parça etti. Her
taraftan ahlar, feryatlar yükseliyordu. «Ahin, feryadın ne yeri?» var dedi. «Böyle değerli bir
mücevheri parçaladın,» dediler Ayaz şu cevabı verdi: «Şahın emri bu cevherden daha
değerlidir.» Bu cevap üzerine mecliste bulunanların hep birden başlan öne eğildi. Bu kere de
içlerinden yüz bin feryad kopardılar. «Eyvah ne yaptık!» diye küstahlıklarını anladılar. Şah
çavuşlarına emretti: «Cellâtları çağırın, şunlarm yakalarından yapışsınlar! Etrafımızı sarmış
olan şu ahmakları temizlesinler!» Ayaz atıldı, «Ey yumuşak huylu Sultan, en uygun hareket


bağışlamaktır,» dedi.
Şiir :
Bir gün hayalin bana geldi vuslatinin şarabiyle mest oldum
Uzun bir gece boyunca sarılarak yattık, sabahın yüzü parlayınca ayrıldık.
Bütün varlığım senin varlığına feda olmuş, benliğim senin benliğinle dolmuştur.
Allahyı aramaya o zaman koyulursun. Öyle bir Allah ki, içinde aklın, hayalin kaybolduğu şu
gönülleri yarattı. Bir yıldızı bile anlamak mümkün olmuyor. Bu konuda, filozoflar, gök
bilginleri, tabiat bilginleri ne demiş olurlarsa olsunlar, iş onların
dediği gibi değildir. O, yıldız şimdi öyle bir âlemden var olmuştur ki, bütün bu varlıklar da o
âlemden gelmiştir. O, nasıl bir âlemdir?
Gübre içinde kımıldayan bir böcek bile ister ki Allahyı görsün ve bilsin. Bu yolda başları
dönmüş, ciğerleri parça parça oluncaya kadar canlarını feda etmiş olanlar, o âlemden aşağı
inmişler. O âlem de, böylece onları seyretmektedir. Bunlar isterler ki, ölüm çağına erişsinler
de Allah kendilerine taze bir hayat versin. Bazılarının da karınlarına kan dolar; Allah onları
bu âlemde öldürünce mülk, mal can ve bütün varlıklarından vazgeçer, Rey Şehri padişahı
İbrahim Ethem gibi başka bir hayata kavuşurlar.
Mevlânâ, Hak yolunu arıyordu. Bir kadına veya bir gence âşık olan kimse, bir gün
dükkânını, tezgâhını terk eder; işini gücünü bırakır. Öyle bir insana, «Seni asacaklar,»
deseler, «Zaten ben de onu arıyorum, asın beni,» der. Âşıkta can korkusu yoktur, malın
mülkün de değeri yoktur. O, bekası olmayan fâni bir sevgili için ölür; her ikisi birlikte
toprağın altına giderler. Şu halde başlangıcı ve sonu olmayan her türlü eksiklerden arı,
tertemiz ulu Allahnın âşıkı olun, onu sevin ki, o ölümsüzdür.
İbrahim Ethem, çok mal feda etti. Bu ebedî sevgiliye kavuşmak için gördüğü dervişlere can
bağışlardı. Elbisesinin altından sert palaslar giyerdi. Gündüzleri gizlice oruç tutar, gizli
halvetlerde ilâhî sohbetler ederdi. Sonra gönlü daralır, hiç bir gönül açıklığı gelmiyor diye
üzülürdü. Dervişe halkın somurtkanlığından bir ziyan gelmez; bütün âlemi sular kaplasa,
denizler tassa kazın ne umurunda? Niçin veliler, «Ey Allahm, beni besle ve beni başarılı kıl!»
derler Nebiler, «İnandık ve gerçekledik,» demekle yetinirler. Burada, ince manalar vardır.
Nebiler, bir dilek dilemediler ancak «İnandık,» dediler. Ama veliler, Haktan bir istekte
bulundular. «Beni besle, işlerimde başarı ver!» diye yalvardılar. İşte bunu söylemek,
nebilerin işi değildir. Allah erlerinin sözü ancak benzetmeyle bilinir. Onların bunlardan haberi
olsaydı sözleri değişik olmazdı. Onlar, ancak nazım ve kafiye yönünden ve başka yollardan
giderler. «Nebilerin haline (M. 12) nasıl erişebiliriz? Belki velilere ulaşabiliriz,» derler. Evet,
«Bu beni besle ve beni başarıya ulaştır!» yolundaki dua insan için ayıptır. Bazan insanda bir
ayıp olur ki bin hünerini örter; halbuki bir hüner gerekir ki bin ayıbı örtsün.
Bir insan da vardır ki, hiç bir eksik tarafı yoktur ama kincidir. Bu hal bütün hünerlerini örter.
Sonunda, «Sana lanet osun!» hitabına hak kazanır. İyi adamın gözü ayıbı görmez. Şeyhin
biri bir leşin yanından geçerken orada toplanan halkın burunlarını tutarak yüzlerini öte tarafa
çevirdiklerini, oradan acele acele geçtiklerini görür. Şeyh ne burnunu tutar ne yüzünü çevirir,
ne de adımlarını sıklaştırır. Kendisine, «Ne bakıyorsun?» diye soranlara da, «Ne beyaz, ne
güzel dişleri var!» diye onu övmeye başar. Leş ona hal diliyle şöyle söyler: «Sizin amel
defteriniz değişiktir. Bu değişiklik de Cebir yönündendir; yani alın yazınız böyledir.»
Değişik, renk renk yazılar yazmamaya bak. Nihayet bu Cebriye'yi bu taife iyi bilir (Cebriye


(Determinizm) görüşüne göre kul, hareketinde, işinde mecburdur. Yaptığı şeyler önceden
tespit edilmiş olan bir plana bağlıdır; alınyazısıdır ve değişmez. (Ç.)). Eğer sen, bu Cebriye
düşüncesiyle görürsen çok şeyler kaybedersin. Zaman zaman bir köye gider, yatarız;
bakalım Allah ne buyurur, diye bekleriz. İyi adam kimseden şikâyetçi olmaz, gözü ayıp ve
kusur aramaz. Şikâyet eden çok kere kötü adamdır. Boğazını sıktığı zaman kusurun
kendisinde olduğunu açığa vurur. O, bir taraftan şikâyet eder; bu, öteki taraftan. Her iki
taraf da kendi hesabına başka düşünür. Kendi tarafına gelince Kaderiye'den (Kaderiye,
görüşüne göre, kul, yaptığı işin yaratıcısıdır. Hareketleri hiç bir zorunlukla kayıtlı değildir,
serbesttir. (Ç.)), dostu tarafına gelince Cebriye'den olur. Cebriye inancının iç yüzünü bu
taife (sofîler taifesi) bilir. Başkaları ne anlar? Cebriyede de, bir gerçek Cebriye, bir de
taklitçi Cebriye vardır. Taklit olana ne bakarsın? Gerçek tarafına niçin bakmazsın? Sen bize
hizmeti artır ki, biz de duayı artıralım. Nasıl ki iyi ameli ağır basanlar kurtuluşa ermişlerdir.
Şiir:
Senden ayrıldığımdan   beri    gözlerim karardı
Gözlerimin bulutlarından yağmurlar gibi  yaşlar aktı.
Aşıkların  sohbetinde  şu  yönden  bir heybet vardır  ki,  insan,  «Acaba  bendeki,  kendi  
kendini  ayıplayan  nefsimin hakikatine kanmış bir hale gelmesi için gösterdiği gelişme arttı
mı; belirmeye başladı mı?» diye düşünür. Gerçek aşk için söylüyorum, yine     gerçek
araştırmadan bahsediyorum. O anma ve araştırma ki, bir dilekten ibarettir. Senden, Hakkı
arama
hususunda yükselmiş bir ses değildir. Yani, «Keski olsaydı, yahut nerededir o?» gibi sadece
bir anmadan ibaret olur. Gerçek bir âşıkm eski pabuçlarının tozunu, bu zamana şeyhlerinin,
âşıklarının başına değişmem. Gece oyuncuları gibi perde arkasında hayaller gösterenler, o
sahtecilerden daha iyidirler. Çünkü onların hep-; . hokkabazlık yaptıklarını söylerler;
oyunlarının bv yalan olduğunu gizlemezler. Ekmeklerini 'kazanmak için, yoksulluktan ötürü bu
işi yaptıklarını açıkça söylerler. Bu yönden, bu oyuncular, ötekilerden üstündürler. Ona bir
yol ile bir söz söyledim ki, bunu başkalarına söylesem incinirler di. O diler ki, heva ve heves
kendisini yukarıdan ve aşağıdan, her tarafından sarsın; işte o zaman ondaki parlaklık ve
sözlerindeki güzellik nevadan gelmiştir. Ondan ayrılan her heva dalgacığı yine kendisine
döner. Bu söz ona erişince hoşlanır. O, heva tekrar alçalınca onu da alçaltır. O, bu sözden
de hoşlanır, işine gider, kendi sözü kendisine senet olur. Gerektir ki, ona Medreseden bir
nasip olsun da sevgisi ve muradı yerine gelsin. O, artık herkesle şakalaşır; üstü başı
yenilenir, bazı ululara ve yabancılara karşı fenalık düşünür, Dervişlere karşı saygı
göstermez, onları gözetmez olur. Benden daha akıllı kim vardır? Ben (M. 13)
Siraceddin'den bilgi öğrendim, bana kim akıl öğretebilir? Allahyı arama yükünü başında
taşıyabilecek benden daha yetkili kim olabilir? diye kuruntulara kapılır. Başta gelen
şeyhlerden bize varıncaya kadar gelip geçenler, bir takım sınıflara ayrılırlar, îşe baştan
başlamak gerek. Heva ve heves bahsinde kalmıştık. Buna, çeşitlidir denilemez. Senâi
başka, Seyyid başka, o başka demek imkânsızdır. Bunu bir divane bile söylemez. Hatta
daha kötü bir divane bile bundan bahsetmez. Nihayet, bir yıl bu huyunu terk et; yalvarmalar
ve niyazlarla sırtına bir hırka geçir, seni genç bir Ermeni kölesi gibi satarlar. O havadan
geçinmeyi bırak. Sen heva ve heves için yaratılmadın. Bu öğütü canında sakla. Olmıya ki,
bunu kırık dökük sözlerle halka söyleyesin, de onları incitesin!


Sevgilisine kavuşan âşık naz eder. Ama sevgiliye kavuşmadan önceki naz hoşa gitmez.
Yukarıda sözü geçen vezir, «Bu mücevheri nasıl kırayım?» dedi. Şah, «Doğru
söylüyorsun,» dedi. «Nasıl kırabilirsin?» Gözüne bir buse kondurdu. Şimdi bu ha-raketiyle,
yani vezirin gözünü öpmekle, aradığı gafil adamı bulduğunu gösteriyordu. Halbuki yaptığı
denemede akıllı bir adam arıyordu. Biri mecliste çok hareketli olan bir adama iltifatlar
göstererek sordu: «Kendi kendinize hep alıp veriyorsunuz. Bu hal icabı mı olsa gerek?»
Dedim ki: Hareket iki türlüdür. Biri işkence edilen bir adamın çırpınması, sopadan
kıvranması gibidir. Öteki de lâle bahçelerinde, reyhanlar, yabanî güller arasında gösterilen
canlı hareketlerdir. Sen de her hareketin arkasından koşma!
Şiir:
Muma koşan   pervane de bu sevdadan gitti,
O nura koştu ama ateşe düştü.
Şimdi mademki o bir ateştir, onun çırpınması da ateşten ileri gelmektedir. Allah erleri
hakkında da böyle düşünmek gerektir.
Şiir:
Nergis  gözlerime   kötü    bakışlarla bakıyordu,
Onu kendi varlığının çemberinden görüyordu.
Bilmiyor ki bu iş tersinedir. Ateşe gider ama nura düşer. Kendini andığın dosta o nazarla
bakma:
Rubai:
Bırakmıyorum ki, gönülde düşünce olasın,
İstemiyorum ki, gözlerde değersiz kalasın;
Seni canımda saklıyorum;   gözümde gönlümde  değil
Tâ ki son nefesime kadar bana yâr olasın!
Kahır, kendi gözüyle lütfa bakarsa hep kahır görür. Bu Allah kulu bir kâfire dedim ki, «Sen
de Alla-hın kulusun ben de. Fakat sen onun kahır sıfatından, ben ise lütuf sıfatından
yaratılmışız. Lütuf sıfatı, kahır sıfatından üstün gelir. Kahırdan vazgeç de lütfa bağlan onun
tadı daha hoştur.»
Yani bu Peygamber, ümmetine olmayan bir şey bıraktı. Belki o vardı da önüne bir perde
çekilmişti. Büyü yaparlar, konuşurlar uğraşırlar ki, bu perdeyi kaldırsınlar. Bütün
Peygamberlerin öğütlerinin özeti .şudur: Kendine bir ayna ara! Şimdi cevap vereceksen
uygun söyle, yani nasıl ki kanatlı bir kapının karşılıklı her iki kanadı iyi takılınca biri birinden
ne eksik ne fazla gelirse sen de öylece soruya uygun karşılık ver.
Padişahın biri, diyor ki; «Bana gelen kimsenin ben konuşmadıkça söze başlamamasını
istiyorum. Ben bir şey sorunca da uygun cevap versin, hiç fazla söz söylemesin.» Bir
ziyaretçiye sordu: «Karın var mı?» «Bir karımla üç çocuğum var,» dedi, Şah hiç iltifat
etmedi, «Buna yol verin,» dedi. Ziyaretçi Şaha bir kâğıt yazdı ve dedi ki: «Allah Musa
Peygamberden, 'Elindeki nedir?' diye sordu, o da, 'Bu sopamdır, üzerine dayanırım, bununla
koyunlarımı sürerim,' diye sözü uzatmadı mı?» Şah, kâğıdın altına şöyle cevap yazdı:
«Musa'nın sözü uzatmasında başka bir hikmet var idi, ama akıllı kişi soruya uygun cevap
verendir.» Birine sordum: (M. 14) Sen nerede oturuyorsun? «Külhanlarda,» dedi. Bu
yalandır, gerçeğe uygun değildir; Oturduğu yer tek bir külhandan başka değildir. Bir yerin
aynı zamanda iki kimse tarafından işgali imkânsızdır.


Bu büyükler ve ergin kişiler ki, şu varlık alemi onlar için var olmuştur. Onlar için de bir perde
vardır. Bundan dolayıdır ki bunlar zaman zaman sırlardan bahsederler. Allah ile birlikte,
şaşkınlık ve iztıra-ba düşmezler. Başka bir vakitte perde yoktur. Sırlardan bahsediyorum,
söz söylemiyorum. Acaba bu büyükler nasıl olur da söze de yer verirler? Bunlar arasında
Bayezid, o gibi kimselerden değildir. Halbuki Peygamberler, kitap getiren Resuller
bunlardandır. Meğer sözden mest oldular, uzaktan bu hallerini sak-layamadılar,
yazamadılar. Yüz bin küp dolusu şarap, Allah sözünün verdiği neşeyi veremez. Kuran'ı
bilenler çok dar bir yerdedirler. Önce sözü anlayan ve bilenler, Kuran'dan bir çare bulur, dar
yerde kalmazlar. Çünkü daha önce Kuran'dan aldıkları neşe ve geniş ilham ile Kuran'ın
manasını açımlayabilirler. Nasıl ki, şair şöyle demiştir:
Şiir:
Geceye  dedim ki   uzan uzanabildiğin   kadar.
Şimdi o dolunay uykudadır.
Yani gece her ikisi ile başkaları arasında perde olduğu için yahut bir utancı varsa kendisi ile
sevgilisi arasını perdelediği için geceye böyle hitap etmiştir.
Biri dedi ki: «Ey Allah Peygamberi ben o karanlık ve soğuk iki yüzlü Araba senin
Peygamberliğine yaraşan sıfatları nasıl söyleyebilirim?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
«Gerektir ki sana bütün Araplar perde olmasın. Bu Arap sana perde mi oldu?»«Ama, ey
Allah resulü o inkarcı ve düşmandır,» dedi. Hazreti Peygamber bu sefer şu cevabı verdi:
«Senin bu kötülemenin ona ne faydası var? Ancak hak sözü ile onun başını kaldırabilir, ona
bir sevgi aşılıyabilir-sin, ola ki gerçek sözün ona bir faydası olsun.» Geceye uzan dedim...
Bizim o çömezlerimiz, o yarım işte, onun perde-sidir, onun gecesidir. Aranızdaki
kıskançlıkların inadına Allahya af dileklerimizi uçuruyoruz. Allahya şükürler olsun; madem ki
uçuruyoruz gider. Gücün yeterse düşmana hoşgörürlükle, sevgi ile bak! Bir kimsenin
kapısına muhabbet yönünden gidersen ona hoş gelir. İsterse düşman olsun. Çünkü o
senden ancak kin ve sertlik umarken sevgi görürse hoşuna gider.
Biri dedi ki: «Ey Allah elçisi! Herkesi bana gönderiyorsun, bu arada sahabenin işlerini niçin
buyur muyorsun?»
«Evet,» buyurdular, «Sen güvenli adamsın, senin inanılır bir kişi olduğun açıkça bellidir. Ben
bu halkı kıyamet gününden uzaklaştırmak istiyorum.»
Sahabe sizi taklit etmeyi göz önünde tutmuş ve sizi bizzat gözüyle görmüştür. Size kıyamet
işlerinden bir şey elbette bildirilmiş, önünüze serilmiştir. Başka insanlar için bu haberleri
işitme ve hikâye yoluyle öğrenmeye imkân yoktur. Çünkü sen o insan değilsin  ki, zamanede
bir eşin daha  bulunsun.  Senin  zamanından  bir şey açıklanırsa, o sırrı  herkese duyurmak
bakımından çok sakınırlar belki de söyledikleri şeylerde yanlışlığa ve şüpheye düşerler diye
çekinirler. Belki o tek ve eşsiz varlık seninle halvet olmayı arzular.
Şiir:
Konuk sahibi herkese ziyafet çekti
Âlemlere rahmet olsun diye cihanı  doyurdu.
Çok tatlı yemekler en ağır konuklar için saklanır. Allahnın, «Ey inanmış ve kazanmış olan
nefis! Rabbi-ne dön!» (Fecir sûresi, 28) hıtabiyle işaret buyurduğu gibi sen, bu ilâhî nimete
yabancı olan kimselerden değilsin.
Şeyh Muhammed dedi ki: «Söz alanı çok uzun ve geniştir, herkes dilediği gibi konuşur.» Ben


de dedim ki; Söz alanı pek dardır ama mânâ alanı geniştir. Sözden daha ileri geç ki, genişlik
güresin! Bu alanı sey-redesin! Bir bak ki, sen nasıl bir uzaksın, yahut uzak olan bir yakınsın!
«Siz iyi biliyorsunuz» dedi. «Bizim söz ile işimiz yok,» dedim. Sen ne isen osun, ancak suret
yönünden daha ileri bak ki «topluluk rahmettir.» Eğer seninle konuşmaya gelmezlerse
bundan ürkme ve kaçınma çünkü suret arkasından konuşurlar; benimle tarikat sırları
hakkında bir şey konuşmazlar. Çünkü hem dışarıda hem içerde yabancılar vardır. Sen
ancak yalnız kaldığımız bir zamanda gel! (M. 15) Güzel huylu isen, sende kincilik, hayinlik,
hırsızlık yoksa. Ama bu insan vücudunda gizli hiyanet ve hırsızlıklar da vardır. Nasıl ki Davut
Peygamber zamanında adalet zinciri göklere kaçmıştı. Bu, hiç kimsenin bilmediği gizli
hırsızlıklardan ileri gelmişti. Ama zincirin kaçtığını görünce herkes bildiki, bunda bir sebep
vardır. Bütün adalet olmasa dünyada gönül aydınlığından, zevkten ve saf adan ne varsa
ortadan kalkar ki, bu da sebepsiz değildir. «Allah bir topluluğa verdiği nimetini, o topluluk
nefislerinde bir bozukluğa bir değişikliğe uğramadıkça ellerinden almaz.» (Enfal sûresi, 54).
Eğer sen kendi temizliğini, iyliğini gözetir, o gizli hayinliklerden içini arıtırsan, sendeki iyilk ve
temizlik daha da ileri gider. Ey hak yolunun gerçek yolcusu gönlünü hoş tut! Çünkü gönüller
okşayan o ulu Tan rı senin işini onarmaya uğraşıyor. «O, her gün başka bir işle
uğraşmaktadır.» (Rahman sûresi, 29). O, ya arayanın, ya aranılanın işiyle meşguldür. Bu
ikisinden başka her kim ne söylerse ahmaklık etmiş olur. Öyle bir kimse her ne kadar kendi
ahmaklığını görmez; ancak ilâhî görüşe sahip ve her şeye Allah miriyle bakan erenlerdendir
ki, hünerin ve ince görüşün ne olduğunu anlar ve bilir. İlâhî görüşlerden uzakta kalan
gözlerde ancak ahmaklık ve perde vardır.
Şimdi ey gerçek dost! Yüce Allah senin işini başarmak ve onarmakla meşguldür; hem
görünürde, hem görünmez âlemde sizinle uğraşmaktadır. Sizi hiç ihmal etmez, şu âyette
buyuruyor ki: «Siz ancak Allah dilerse isteyebilirsiniz,» yani o irade etmedikçe bir şey
isteyemezsiniz; «Allah bilgin ve bilgedir.» (Dehr sûresi, 30). Yani ey Mustafa (S.A.) sen ne
istersen o bizim isteğimizdir! Nefis değildir, heva değildir. Bazı kimseler de derler ki:
Buradaki isteyemezsiniz sözü, sahabeye ve ümmete söylenmiştir. Yani siz isteyemezsiniz,
doğru yolu aramasını da bilmezsiniz; ben ki Allahnın elçisiyim; ben isterim.
Beyit:
Esrar hazinesinin düğümünü çözmek için,
Muhammed'in (S.A.) elinden ve gönlünden   başka bir anahtar yoktur.
Allah’a ant içerim ki, halvete çekilmiş hak erenlerinin, bu sözün suretinden bile başları döner.
Ya bu sözün manası nerede kalır?
Diyelim ki benim bir şiirim yok, bir eserim yok ki, bundan neşeleneyim; kendimden, kendi
sözümden zevk ve heyecan duyayım. Öyle bir şaircik henüz dünyaya' gelmedi. O, halde ben
kim oluyorum? Allah beni yalnız yaratmış, tek
başıma dışarı fırlatmış, yalnızca bir dağ başına bırakmışlar. Anam babam öldüğü için
kurtlar, kuşlar beni besleyip büyütmüşlerdir. Nihayet söz alanı geniş ama o, geniş alanda
mana daralıyor. Bu darlaşan mana alanının ötesinde başka mana olmayınca yazı ve söz
alanının genişliği de kalamaz. Yazının kaleme gelmeyen sesi kısılır, harfler silinir. O zaman
susmak, mana eksikliğinden değildir, belki de mânanın parlaklığındandır. Bu tıpkı Dişayil
adındaki şeyhçiğin, cevher ve yün çuvalı arasındaki tartışmayı beğenmemesine, onu
yermesine benzer. Ben şu sözlerimle yünü cevhere karıştırmak istemiyorum ki kokmuş ve


bulaşık yünlerle onu yola getireyim. Benim sözümü onun sözü tarafına sürüklemek ve onu
kendi sözü ile bağlamak istemem.
İsâ Peygamber, doğar doğmaz konuştu. Hazreti Muhammed (S. A.) de kırk yıl sonra söze
başladı. Bu onun eksik oluşundan değil belki olgunluğundandır. Çünkü Hazreti Muhammed
(S. A.), Allahnın sevgilisiydi. Kula, «Sen kimsin?» diye sorarlarsa, «Ben, Allahın kuluyum,»
der. Ama Sultana, «Sen kimsin?» diye sormazlar. O eksik düşünceli cahil, hep kendi
mektubunu okur. Dostunun mektubunu okuyamaz. Eğer bir satırcığını olsun okuyabilseydi,
bu sözleri hiç söylemezdi. O, yalnız ve hâlâ o mektubu okur; işte o kadar. Halbuki onun eski
mektubundaki eğri büğrü satırlar, karanlık ve bâtıl sözler, hep kendi kuruntuları, kendi
hayalleridir. Nasıl ki o, kendi eliyle yaptığı puta kul olur; onun bekçisi ve kapıcısı olur. Şu
zamanda, bazı kadın tabiatlı kimseler de tıpkı o putlar gibi konuşurlar. Ey kendilerinden
habersiz insanlar! Siz bizde kutluluk arıyorsunuz; halbuki biz de aynı şeyi aramaktayız. Sizin
bize bakmanızı istiyoruz ki, günün (M. 16) günlüğü, saatin saatliği, cansız varlıkların
cansızlıkları kalmasın hep bir olsun.
Âşık olmayan bir saz sanatçısı, dertli olmayan bir ağıtçı dinliyenlere soğukluk verir. Halbuki,
saz ve sözden maksat başkalarını coşturmaktır. Hele derneğin bozulması, dostların
dağılması, hep birbirlerini gözetmemelerinden ileri gelir. Gerektir ki, birbirleriyle öylesine
kaynaşsınlar ki, ayrılmaz bir vücut gibi olsunlar. Allah, «Benim velilerim, dostlarım,
kubbelerim atındadır. Onları benden başkası bilmez.» (Kutsal hadis) buyuruyor. Bu,
«Benden başkası bilmez,» sözünün iki anlamı vardır. Biri dosdoğru anlam, öteki de, bu,
«başka» sözüyle «yabancılar» demek istediği anlamdır.
Mana aleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu
anlamayanlar da hiç bir şey anlayamadılar. Hak yolunun yolcuları söğüt dalı gibi titrerler ki o
elifi anlasınlar. Gerçi bu yolcular için çok sözler söylendi; Hak ile Halk arasında, yedi yüzü
parlak, yedi yüzü de karanlık olan çeşitli perdeler konusunda çok açıklamalar yapıldı. Ama
hiç biri gerçeğe yol gösteremedi. Ancak bir topluluğun yolunu kestiler ve onları, bu
perdelerin ötesine nasıl geçeceğiz diye umutsuzluğa düşürdüler. Bütün perdeler tek bir
perdedir. Bu perdeden başkası da yoktur. O perde ise, bu varlıktır. Kendi kendime
konuşabilirim yahut kendisinde kendi benliğimi gördüğüm herkesle konuşabilirim. Sen niyaz
gösteriyorsun. O niyazsız ve yabancı görünen sen değilsin. O senin düşmanın idi, sen o
olmadığın için onu incittin. Nihayet ben seni nasıl incitebilirim? Ayağına bir öpücük
kondurayım desem korkarım ki kipriklerimin dikeni ayağına batar da rahatsız eder.
Demişler ki: «Mevlânâ (Celâleddin) dünyadan el çekmiştir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî
bunu yapmamıştır.» Mevlânâ da onlara şu cevabı vermiş: «Siz Mevlânâ Şemseddin'i
sevmiyorsunuz; eğer sevseydiniz, size öyle sevimsiz ve çirkin görünmezdi.»
Şiir:
Hoşgörürlük, gözü ayıpları   görmekten körleştlrir
Öfkeli bakışlar her kötülüğü açıkça görür.
Bir şeyi seven, ona karşı kör ve sağır olur, yani sevilenlerin eksik tarafı görülmez ve
işitilmez. Sevgisini kaybeden hemen kusur görmeye başlar. Görmez misin, anne yavrusunu
çok sevdiği için çocuğunun yatağını kirletmesini bile hoş görür; ondan tiksinmez, ona «Afiyet
olsun,» der. Bu söz, onun çocuğuna karşı düşkünlüğünü gösterir.
Mevlânâ Şemseddin buyuruyor ki: Bu cevabı önce Mevlânâ söylemişti. Şimdi de benden


dinle. Biri topal bir eşeği tavlaya çeker, iki gün iki gece yem verir. Eşek durmadan sahibine
pisler, bu başka mesele, öteki de arapatma binmiştir. At onu her türlü tehlike ve belâlardan,
yol kesen haydutların şerrinden kurtarmıştır. İşte bu misal, o sırrın kuvvetini göstermektedir.
Nihayet insanı taşıyan bineğin de hakkı ortadadır.
Bizi hiç bir istek bir yere götüremez. Ancak niyaz ehlinin niyazı, yalvarışı bize yoldaş
olmalıdır. «Şüphe yok ki sadakalar yoksullar içindir,» buyurulmuştur. Bize de ancak yalnızlık
suretinin yalvarışı gerektir. Ancak suret ve mana onun öyle bir niyazıdır ki, somurtkan ve
ekşi suratlı şeyhin yanında olamaz. «Ey ekşi yüzlü efendi! Sen bizimle cenk ediyorsun diye
bize çıkışmışın,» dedim. «Hayır,» dedi, «însan, ekşiliği öyle birine karşı gösterir ki, ondan
incinmiştir. Başka biriyle de hoş geçinir, gülüşür.» Yani evvelkini görür suratını ekşitir, bunu
görür gülümser ve bundan hiç bir sıkıntı görmeyince hep hoşlanır. Eğer bir cefa ve bir ziyan
görürse, bu da nefsine ait bir cenkleşmedir. Yüzünü kendi tarafına çevirir, somurtur. Yüzünü
bu dost tarafına çevirince de (M. 17) gülmeye başlar. Bunu bilmek bir olgunluktur. Bunu
bilmemek de, olgunluğun olgunluğudur.
Bir kimsenin davasını onun manası için, bir kimsenin manasını da, davası için öğrenmek
isterim.
Şaha dediler ki: «Seyis senin atına binmiş,» Şah şu cevabı verdi: «Eğer ben atın üstünde
olsaydım o başımın üstünde oturacaktı, ancak ben şimdi attan inmiş bulunuyorum. Tekrar
binecek olsam, seyis bilir, çarçabuk ahıra koşar. Bu gün ben karıyı bile boşayacak olsam
gine o bilir.» Dedi ki: «Sizin derneğinizde bulunacak değerde olmadığımız için hizmette
kusurumuz var.» Bu kimseler' ki büyüklerin yanına gaflet içinde giderler, bunların onlardan
haberleri yoktur. Çünkü onların yanına hazırlıksız gitmişlerdir. Yolda yürüyen bir adam, bir
ırmağa rastlar. Hep sert akan bu suya girecek olsa derindir, boğulacak. Üstünden atlayıp
geçmek istese geniştir, içine düşecektir. O halde şu zorluğu ortadan kaldırmak lâzımdır.
Kuran'da, «Nefislerinizi öldürünüz,» (Bakara sûresi, 54) buyurul-madı mı?
Hazreti İbrahim, o dört kuşu öldürdü, hemen dördü birden dirildi. Ama burada o dört kuş
hemen diril-mez, ancak başka yönden dirilir. Çünkü velilerin iç yüzü de bu dört kuş gibidir. O
dört kuş ölmüştü, ama başka yönden dirildiler. Nasıl ki, nefsiyle yaşıyanlar başka, kalbiyle
yaşıyanlar başkadır. Kalbiyle yaşıyanlarla, Rabbiyle yaşıyanlar da başka olur. Çare yoktur,
çünkü yol budur.
Kuran'da, Allahya güzel amellerinizle ödünç ve rin,» (Müzemmil sûresi, 20) buyuruluyor.
Allahnın ne ihtiyacı olur ki, ona ödünç veresiniz? Yine Allah Musa'ya buyurdu ki: «Ey Musa
acıktım. Beni doyurmayacak mısın? Kapına gelirsem beni nasıl karşılarsın?» Musa, «Ey
Ulu Allahm, sen böyle şeylerden arısın,» dedi. Allah yine tekrarladı: «Ey Musa ya kapına
gelirsem?» Her ne kadar Musa, Allahnın bu cilveleşmesine karşı, «Nasıl olur,» diye
düşünüyordu, ama Allah da ona karşılık, «Eğer gelirsem ne yaparsın?» diyordu. Nihayet
dedi ki: «Çok acıktım. Tartışmayı bırak, git yemekler hazırla ki, yarın yine gelirim.»
Erkenden yemekler hazırladı; baktı ki, bunların hepsi hazır ama su eksik. O sırada bir
derviş geldi, «Allah rızası için bana ekmek ver,» dedi. Musa, «Hoş geldin,» dedi; eline iki su
testisi verdi, «Su getir,» dedi. Derviş, «Başüstüne,» dedi. Suyu getirdi. Musa da ekmeği
dervişin eline uzattı. Derviş saygı ve teşekkürle ayrıldı. Şimdi Musa'nın Allah yolunda bu
zorluklara düşmesi nasıl olur? Musa kimya bilgisini iyi biliyordu. Çünkü ona, «Tevrat'ı altın
suyu ile yaz!» diye emir verilmişti. Vakit gecikti, Musa beklediği yemekleri komşulanna


dağıttı. Fakat, «Bu ilâhî cilvenin sırrı nedir?» diye düşünüyordu. Meğer bunun sırrı, bu
topluluğa bir genişlik vermek yahut anlattığım şekilde, içten kulluk etmekmiş.
Neşeli bir zamanında Musa sordu: «Ulu Allahm! Söz verdin ama gelmedin!» Allah buyurdu ki:
«Geldim ey Musa! Geldim ama sen bize iki testi su taşıtmadan nasıl oldu da ekmek
vermedin?»
İki bilgin birbirleriyle övünme ve tartışma yoluyla konuşuyorlardı. Marifet sırlarından, ariflerin
meclislerinden ve sohbetlerinden söz açmışlardı. Biri diyordu ki; «Eşeğe binmiş olduğu halde
yanıma gelmekte olan zat Tanındır.» öteki de, «Hayır, bana göre onun eşeği (hâşâ)
Allahdır» (Vücut (Varoluş) birliği taraftarlarına göre, Allahdan ayrı bir varlık yoktur.
Dervişlerin konuşması bu nükteye işarettir. Yani her varlık Allahdan bir görünüş, bir eserdir
ama Allahnın kendisi değildir, ama ondan başkası da değildir. Çünkü o zaman vücut
ikileşmiş olur. (Ç.)) diyordu. Nihayet bunlar, bu sözleriyle, cebriye görüşünün çukuruna
düşmüşlerdi.
Bâyezid ve başkaları gibi büyük ariflerin sözlerinden anlaşılıyor ki, onların sözlerinde başka
bir mana vardır. Bu sözlerle uğraşmak bir perdedir. Bu gidiş başka bir gidiştir. Dediler ki:
«Bu niçin başka bir şey olsun?» Ben de cevabı verdim: Diyelim ki, sen bizim sözümüzü
dinlerken yüreğine soğukluk geldi. (M. 18) îşte o, böyle bir şeye perde olur. Onlar hulul
inancına yakın bir yoldadırlar. Ruh alemine mensup erenlerin sözleri canlara işler; heva ve
hevesle dolu olan sen nasıl anlayabilirsin. Bu şehvet hevasından bahsetmek istemiyorum.
Nihayet bundan önce de heva bahsini yorumlamıştım. Heva şehveti ve arzuları yok eder
demiştim. Aşk ve sevgi öyle bir şeydir ki, kımıldadığı vakit, karşına yüz huri getirseler sana
duvar kerpici gibi cansız görünür. Ne zaman bir hikmet sözü işitir veya bir düşünceye
koyulursan, o aşk ve sev* gi harekete
geçer. Nihayet nur perdelerinin ışığı olan aşk, «Allahnın nurdan yetmiş perdesi vardır,»
anlamındaki hadis ile işaret buyurulan kat kat perdelerin nurudur. Şimdi sen aşka batmış
olduğun halde nurun ışığından nasıl söz açabilirsin? Eğer söz açarsan o bütün heva olur.
O sofî îmad sarhoş olur, başını sallar. O baş salma heva olur. Heva nerede, Allah nurunun
parıltısı nerede? Zaman zaman bize, «Nasılsın?» diye sor. Ben sizin kulunuzum. O Allah
kulları mal bakımından bir hizmette bulunursa bir muhabbet uyanır. Onların işleri o
muhabbetle gelişir. Fakat gerçek dostun vereceği bir pul, yabancının vereceği yüz bin
dinardan değerlidir. Bu dost yardımını her kim kabul ederse, ona bağlanmış olur. Çünkü o
kapalı kapıyı dost vergisi açar. Şeyhin bu güzel suret ve güzel sözleriyle fiil ve hareketlerine
asla rıza göstermeyin! Çünkü onların arkasında bir şey gizlidir. Onu isteyin. Onun iki sözü
vardır. Birini iki yüzlülükle, ötekini de dosdoğru söyler. Ama iki yüzlülükle söylenmiş olan
sözü bütün velilerin canları, ruhları özlemekte ve bunu istemektedir. Mevlânâ Şemseddin-i
Tebrizî'yi bulmak ve onunla sohbet etmek arzusundadırlar. Halbuki, o doğru ve nifaksız sözü
Peygamberlerin ruhları bile arzulamaktadır. «Keski onun zamanında olaydık, onun sohbetine
ereydik, onun sözlerini işiteydik!» derler. Şimdi bari siz bu fırsatı kaçırmayın ve bu gözle
bakmayın. Ona öyle bir gözle bakın ki, Peygamberlerin ruhları da aynı gözle bakmakta, ona
hasret teraneleri yollamaktadır. Nasıl ki bir gün Harunnurreşid, «Şu Leylâ'yı getirin bir kere
göreyim. Mecnun onun aşkı ile bütün belâlara düşmüş; Doğudan Batıya kadar, onun aşk
destanlarını âşıklar kendilerine örnek tutmuşlardır,» dedi. Birçok masraflar ve kurnazlıklarla
Leylâ'yı getirdiler; Halifenin sarayında halvete koydular. Halife erken sabah mumlan yaktırdı,


onu dikkatle gözden geçirdi. Saatlerce başını önüne eğdi, düşündü. Kendi kendine, «Bükere
de onu konuşturayım belki söz söylerken yüzündeki güzellik daha çok belirmeye başlar,»
dedi. Harun yüzünü Leylâ'ya çevirdi sordu: «Leylâ sen misin?» «Evet Leylâ benim. Ama
Mecnun sen değilsin. Mecnu'nun başında olan o gözler senin başında yok.»
Şiir:
Başkalarına   baktığın  gözle, Leylâ'yı   nasıl görebilirsin?
Onu göz yaşlarınla tertemiz yıkamadıkça!
Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. «Allah onları sever,»
buyurulmuştur. Fakat buradaki eksiklik onların Allahya sevgi gözleriyle bakmamış
olmalarındandır. Onlar Allahya bilgi yönünden bakarlar, irfan ve felsefe yönünden bakarlar.
Ama sevgi yönünden bakmak başka bir iştir.
Biri geldi, «Bana bir sır söyle,» dedi. Cevap verdim: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı
öyle birisine söylerim ki, onu kendi benliğinde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Kendi
sırrımı kendime söylemiş olurum. Ama ben sende kendimi göremiyorum. Sende başkalarını
görüyorum. Bir kimsenin yanına gelen başka bir kimse (M. 19) üç ihtimalin dışında değildir.
Ya müriddir ya dostluk için gelmiştir, yahut da kendi ululuğunu göstermek ister. Sen bu üç
türlü ziyaretçiden hangisisin? Nihayet falanın yanına gitmeyecek misin? «Benim nasıl bir
insan olduğum sizce belli midir?» dedi. «Evet belüdir, onu sende görüyorum. O sendedir,
ama ben sende değilim, çünkü sendeki benlik ben değilim,» dedim. Bana dedi ki: «Mert
odur ki, içinde ne varsa dışı da öyle görünsün.» Benim içim dışım hep bir renktedir. Bu cihet
eğer açıklanır ve bende velilik ve hikmetler olduğu bilinirse bütün cihan tek renkli olur. Kılıç
kalmaz, kahır ve zulüm kalmazdı. Ama alemin böyle olması Allahnın kanunu değildir. Uzun
söz burada kısaldı. Bu sözün mânası şudur: Benim dış yüzüm iç yüzümün dışarıya vurmuş
olan rengidir. Şu hale göre bu âlem var olmasaydı yerinde başka bir âlem olurdu.
Bayezıd'ın halvet hikâyesini anlatmaya başladı. «Bu, Muhammed dininde uydurma bir
şeydir. Uydurmacıların sözünü bırak,» dedim. Bana, kadıdan örnek verdi. O sakat
hükümleri, düşünceleri tekrarlardı. Onunla Tokat'ta yaptığımız tartışmalardaki hükümleri ve
araştırmaları anlattı. Artık başka hiç bir karşılık vermedim. «Kalk git! Bir daha böyle şeyler
yapma! Başkalarını dinliyorsun, bir takım sözcülerin sakat ve yanlış haberlerini, Allah
kullarına getiriyorsun,» dedim.
Bazıları daha ileriye sıçrayabilmek için geri geri giderler ki suyun öte tarafına atlasınlar.
Bunların geri gidişleri, daha ileriye atlamak için olursa iyidir. Eğer başka bir niyetle
gemleniyorlarsa sonu düşkünlüktür. Şüphe yok ki, bu ırmağın suyu geçilecektir. Kâfir,
Müslüman, Yahudi bunu geçecektir. Bundan geri kalırsan, haydutlar seni zebun düşürür.
Suyun öte tarafında  haydutlar sana saldıramaz.  Öte tarafında sana  kuvvet gelir; yardım
ve kolaylıklar görürsün.  Bugün suyun öte
tarafına atlamak için daha çok gerilenirsen çok geçmeden yorulursun; ancak öyle bir
sıçrayış sıçra-malısın ki, iki ayağın birden karşı tarafa bassın. Eğer ayağının biri suya
değer ve su da sert akarsa, öteki ayağın da kayar içine düşersin!
Biri diyordu ki: «Sen eğer fıkıh bilgini olaydın, ne ince konular bulurdun!» Öteki Hıristiyan da
dedi ki: «Eğer sen Hıristiyan olaydın, dinin ışığı olurdun; Hıristiyanlığa parlaklık verirdin.»
Yahudi de bundan daha iyisini söyledi: «Eğer bütün müslümanlar böyle olsaydı,
Muhammed'in dini ne mutlu bir din olurdu,» dedi. Nihayet benden şunu diledi ve dedi ki:


«Mademki sen bu kadar iyi bir adamsın, söyleyeceğim hatırayı yazmaz mısın?» Onun
kulağını doldurmak gerek. İlim, içten ve dıştan bir anlayıştır. Eğer iç alemine ait olursa ona
hikmet, felsefe derler. Dedi ki: «Bir kere düşün bu nereye sığar? Ev doludur, iğne atacak
yer yok.»
Diyordu ki; «Sabredersen, cefadan şikâyet etmezsin.» O düşünce nereye sığar? Gönül
evinde nasıl yer bulur ki, bu ev iğne sığmayacak derece dopdoludur. Bir külhan ambarını
getirmiş, «Buraya yerleştir!» diyor. Nereye yerleştireyim? Yer kalmadı. Dünyada Allahyı
aldatmak nasıl olabilir? Bu, bayağı bir şeydir. Evet, Allah kulu nefsinden nasıl umutsuzluğa
düşebilir? Bir sedef içinde bir inci vardı ki, bütün âlemi dolaşırdı; bir çok incisiz sedeflere
rastladı. Ona sedef ve cevher hikâyesini anlattılar; o da onlara, sedef hikâyesini anlattı.
Ötekiler dediler ki: «Bizim onda bulunduğunu işittiğimiz o sedefler, sendeki inci ve sedeflerin
hikâyesi midir?» Dedi ki: «Vallah ben de senin işittiğin kadar işittim.» «Ey dolapçı, yankesici!
O sende, ama bizi yanıltmak istiyorsun,» dediler. Cevap verdi: «Hayır, ant içerim ki o sedef
bende yok. O, öyle bir yüce âleme gitti 'ki, bir gün eşsiz bir inci bulsun.» Ne söyledi ise
söyledi. Kuran'da, «O, Allahnın kuluna bildirdiği şeyi bildirdi,» (Necm sûresi, 10) buyurulmadı
mı?
Ona sedef desen bile buna sedef deme! Bir sedef ki, içinde Allah surlarının öz cevheri
coşup köpürmeye başlamıştır, öteki çömlek parçaları ile nasıl eşit sayabilirsin? Her kim
senin yanında iyilikten bahseder yahut senden bir kimsenin iyiliğini sorarsa, senin iyilik
hakkındaki düşünceni öğrenmek istiyorlar demektir. Böylece bir kimsenin aleyhinde
konuşurlarsa, bil ki Hak seni iyilik ve kötülük yönünden sorguya çekecektir. Sen de bu
hususta (peşin hüküm vermekten) sakın.
(M. 20) Nişabur şehrinde, bir çocuğu doğruluğa alıştırmak, terbiye etmek istediler. Önce
ona sordular: «Falan çocuk hakkında ne dersin? Bize hoş görünüyor. Güzel huylu bir çocuk
mudur?» Eğer, «Evet, güzel huyludur, fena değildir,» derse, kend si de öyledir; eğer, «Bu
vasıflardan uzaktır,» derse, «O halde şimdi sen nasılsın?» diye soracaklardı. Bazıları vardır
ki, öğüt dinlerken içleri müslümandır, fakat vaiz meçlisinden çıkınca ateşten çıkmış kalay
gibi donar kalırlar. Bazıları da vardır ki hem vaızda yumuşak huylu olurlar, hem de başka
şeyle yumuşatılabilirler. Kimisini de çetin araçlarla ve bazen de daha etkili bir şeyle
yumuşatılır. Nasıl ki, görünüşte her şeyi yumuşatmak bir âlet yardımı ile olur. Bizim
yakınımız, semâ vaktinde hırkasını atan ve bir daha dönmeyen adamdır. O hırka, her ne
kadar bin cevher değerinde olsa bile, o semâda ve o halde aldanmış bulunsa bile, bir kere
ben o zevkin o hırkaya değdiğini sandım ve vermiş bulundum. Şimdi tekrar görüyorum ki,
aldanmı-şım. Değmez. Bu söz bir zümreye acı gelir; ancak o acılığa karşı dişlerini
sıkarlarsa bir tatlılık belirir. Şu halde acılık zamanında gülen kimse şu sebepten gülmüştür
ki, gözleri sonunda gelecek tatlılığı görmektedir. Demek ki, sabrın manası bu bakıma göre
işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın manası da işin sonunu göremeyecek kadar kısa görüşlü
olmaktır, îlk saf daima, işlerin sonunu iyi bilenlere kalır.
Katır, deveye sordu: «Niçin ben çok kere katarın başında gidiyorum da sen arkada
yürüyorsun?» Deve dedi ki: «Ben yokuşun başına geldiğim zaman ileriye bakar sonuna
kadar görebilirim. Çünkü yüce başlı yüce himmetliyim, parlak gözlüyüm, bir bakışla yokuşun
sonuna, bir bakışta da ayağımın önünü görürüm.» Burada deveden maksat şeyhtir. Çünkü
o olgun görüşlüdür, ona daha önce yetişen herkes onun huyunu kapar. Şüphe yok ki, kiminle


düşer kalkarsan onun huyunu kaparsın; hangi tarafa baksan sana olgunluk telkin eder.
Yeşilliğe güle baksan sana incelik duygusu gelir; çünkü yoldaşların seni kendi âlemlerine
çekerler. Bu yüzdendir ki, Kuran okumak gönüle sefa verir. Peygamberleri dile getirirsin,
onların ahvalini öğrenirsin; onların suretleri senin ruhunla birleşir; sana yoldaş olur. Ben, o
büyük ölümsüz ve sonsuz cevherle öyle sıkı ve sıcak bir bilgi edindim, onunla öyle
kaynaştım ki, içim onun ateşiyle doldu. O cevher, yumuşaklığa ve güzel huyluluğa başladı.
Dedi ki: «Nasıl istiyorsan öyle yapayım.» Ben de imkân bulunca, «Bana falanca cevhercinin
cevheri gerektir» demeye başladım, «isterim ki dileğimi kabul edesin ve bunu
geciktirmiyesin.» O öfkeye ve sertliğe başladı; ben de yumuşak davrandım aşağıdan aldım.
Çünkü o benim kızgınlığımı yatıştırdı, yumuşattı. Ben de onun öfkesini yumuşak hareketimle
karşıladım. Dedim ki: «Hele tartışmayı bıraktım, hiç bir şey istemiyorum, hüküm senindir.»
Tekrar tutturdu, «Sana ne lâzımdır?» dedi. «Sen bilirsin,» dedim. «Hayır, söyle,» dedi. (M.
21) Dedim ki: «Sebep aynıdır; eğer barış yapmak istiyorsan barıştım.» «Hayır, açık söyle
söz nedir?» dedi. Bu sefer de, «îş, sözden'daha sağlamdır. Ben söyledim sen bırakmadın,»
dedim. Tekrar etti: «Senin sözün bizim için senden daha iyidir, yapacağın işi söyle.»
«Bildiğin gibi değil,» dedim. Onu vurmadıkca bir faydası olmaz sana teslim olmuştur. Sana
dünya ehlinin sohbeti ateştir derler, ibrahim gerektir id ateş onu yakamasın. Nemrut,
dışarıdan bir ateş yaktı İbrahim de bir ateş yaktı. «Göreceksin ateş kimi yakacak,» dedi.
«Ey Nemrut! Sen kahırdan doğmuşsun, ben de rahmetten yaratılmışım, görelim kim kimi
yakar?» Allah, «Rahmetin öfkemi geçti,» diye buyurmadı mı?
İbrahim dedi ki: «Ders meydanda, imtihana ne lüzum var?» Öteki, «Hayır, hayır, ancak iş
gerektir,» dedi. İbrahim, «Bismillah!» dedi. Rahmetin ayağı kahrı tepeler; bu takdirde
rahmet, kahrı ve öfkeyi yok eder. Rahmetin ayağı böyle olur. Evet, dostları sınamak
gerektir. İbrahim dosttur. Nasıl ki, «Dosta böyle yaparsan, düşmana ne yaparsın?» .derler.
O, dostu ateşe fırlattı gitti, hali ne olacak diye sınadı. Onun halini, onu ancak fırlatıp atan
bilir.
Çalgıcıya dediler ki: «Ne nazlanıyorsun, çal! Yoksa ricamızı iki kere mi işitmek istiyorsun?»
Şöyle cevap verdi: «Hatırlıyorum, filan kimse de böyle niyaz ediyordu.» Yani sizde böyle
yapın. Öteki, içinden bunu kabul etmiyordu: «Nasıl olur da bir adam bu ka-darcık hüneriyle
öğünebilir? Filan adam bana böyle saygı gösterdi, rica ve niyazda bulundu,» diyebilir. Ben
öğünmüyorum, ben yol gösteriyorum. Gösterdiğim yol da niyaz, yalvarma yoludur. Şah ise
niyaz ile doludur.


Diyorlar ki: Ariflerden biri Bağdat'ta yüz hıyarın bir pula satıldığını işitir. Feryada,
dövünmeye başlar; kendinden geçer ve hastalanır. O arif bizlerden değildir. Onun sözünü ve
halini bize nasıl örnek gösterebilirsin? Biz de o hal yoktur. Bize göre Hak yolcusu birdir. Yüz
hıyar nereden geldi? öteki dedi ki: «Sen Hak yolcusuna nasıl diyorsun ki hıyarı bir pula
satmak küfür değildir. Bunu niçin söylüyorsun,» diye ona çıkıştı. Hayır, o niçin çıkışsın? O,
onları bu gibi şeylerden kurtarmak istedi. «Bunu bizim sözümüze niçin benzetiyorsun,»
demek istedi. Diyelim ki, denizde bir girdap vardır; korkunç bir girdap. Bütün denizciler
bundan kaçarlar. Herhangi birinin bundan sakınmayarak buradan geçerim demesi ne
demektir?
Şimdi cansız varlıkların konuşmasından ve onların işlerinden söz açacağız. Bilgeler bunu
gerçeklemezler. Şimdi bu gördüğüm şeyleri nasıl söyleyeyim? înliyen direk hikâyesini nasıl
anlatayım.Bu, kişi dilinin kıvrımlarında gizlenmiştir. Hazreti Ali buyurdular ki. «Bir insan
konuşurken kim olduğunu aynı saatte anlarım. Konuşmasa, üç günde anlarım; ancak yeter
ki halinde susma olmasın da, dinleyenlerin anlayışına göre konuşsun.» Yine Hazreti Ali
buyurmuştur ki «Perde açılsaydı yakîn yine artmayacaktı.» Eğer onun hali öyle olsaydı, bu
ikinci söz haline uygun düşmezdi.
Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir, istidat, kabiliyet, dünya
işlerinden feragat gerektir ki, büyükleri ziyaretten bir fayda elde edilsin. Ziyaret edenler
niyazda, armağan sunmakta ağır davransalar bile, yine ziyaretleri boşa gitmez. Ama en iyi
bir durum içinde çalışmak gerektir. Bazılarında iyilik umudu göremiyorum ki, pişmanlıktan
önce uyanmış olsunlar.
Müşteriden bir pul haraç alan bakkal, kavgaya tutuşmuş, öfkelenmişti. Tablaları dökülmüş,
dirhemleri başına atılmış, halk gelip ayınncaya kadar (M. 22) elli dirheme yakın bir ziyana
uğramıştı. Sonunda yaptığı işten çok üzüntü duydu ama o saatte öfkesi ona öyle galip
gelmişti ki. Bu hal şimdi senin başına gelseydi, «Hiç kimseyle tartışmadan korkmam,» demiş
olmana rağmen, «Aman ateş geliyor, beni içine alacak,» derdin. Gerçi bazı kimselerle
tartışırım. Onlarda bir ateş vardır.
O saatte, ona öyle bir ateş gelmişti ki, sana gelseydi o gün hamama girmişe dönerdin. Sana
ne zaman öfke ateşi gelse sadece Hak uğrunda değildir. Bu ateş her kime yakın gelse, bil ki
yüce Allah buyurur ki, benim tarafımdan ancak cefa kapısını kapamaktan başka bir şey baki
kalmadı. Bir hizmet etmek gerekir ki, o cefa unutulsun. Bağışlamayı unutmak gafleti
unutmak demek değildir. Bir iş yaparken o cefaları hatırlıyorsun. Bu öyle bir girdaptır ki, bu
girdaptan herkes kaçar. Ancak yüzücü kaçmaz. O b'le kendisini bu girdaptan geçmeye
sakınır. Çünkü geçeceği yol girdabın içindedir. Ancak başkalarını da yakalar, birlikte
geçerim diye suyun etrafında toplarsa, öteki sanır ki kendisini döndüren girdaptı. Denizde ve
girdabın içinde bir damar ve o arada incecik bir yol da vardır ki, oradan geçilebilir. Çünkü
şüphesiz bu girdabın bir yolu olacaktır. Şimdi seri nasıl söylüyorsun ve bana niçin diyorsun
ki, «Düşmanı altetmek tartışmaya engel olmaz, belki çok hoşuma gider, gam çekmem.»
Mademki gam çekmiyorsun, «Ben dünyaya tapanlara söyledim,» diyorsun; dünyaya
tapanları benim sözüme örnek getirebilirsin. Dindar kişiler bile bu nükteler içine sığmaz.
Mademki gam çekmiyorsun. Bakkalın biri, bir pabuçcunun karşısında otururdu. Bu bakkal,
her gün hurma yerdi; çekirdeklerini de pabuç-cuya atardı. Pabuçcu bu hurma çekirdeklerini
topladı; onu taş gibi inciten o çekirdekleri bir araya koydu. O gün kendi kendine dedi ki:


«Allah, fenalığın cezası misli iledir, buyuruyor. Bu adam bütün bu ce-fasiyle beraber eğer bu
gün bana hurma çekirdeği atmazsa ötekileri af edeceğim.» O gün, bakkal yine
hurma yemeye, çekirdeklerini eskisi gibi pabuçcuya atmaya başladı. Bütün çarşı halkının bu
işten haberi vardı. Diyorlardı ki: «Eğer bu gün de aynı terbiyesizliği yaparsa kendisini
alaşağı edelim. Şaha da haber göndererek bunu astıralım.» Şaha haber gönderdiler;
kunduracı bıçağını aldığı gibi eline indirdi; ikinci bir darbeye lüzum kalmadı. Padişah,
vezirine dedi ki: «Pabuçcuyu ziyarete gidelim.» Veziri dedi ki: «Padişahım, onun için teklif
tekellüf yoktur. Aşağı in, dükkânın köşesine otur, onun hoş beş etmesini bekleme: iltifat
göstermeyişi oraya yol olmamasından, oranın yasak olmasından değildir. Bütün külhan
sakinleri onun huzuruna yol bulmuşlardır. Kerem ve cömertlik alanında, doğan gibi uçar.»
Şah, vezirin anlattığı şekilde pabuçcunun ziyaretine geldi. Vezir, «Başka suretle ziyarete
imkân yoktur,» demişti. İkinci bir küstahlıkta da bulunmuş, elini istemiş ve öpmüştü. Beraber
oturup konuştuktan sonrıa geri döndü. Bu hikâye henüz âleme yayılmamıştı. İster yayılsın,
ister yayılmasın maksat bir öğüttür. Cefaya karşı tedbir almak gerektir. Biz hem tedbir
alıyoruz hem yol gösteriyoruz. O yol da dünyayı feda etmektir. Allah, «Nefsinin
cimriliklerinden korunmuş ve arınmış olanlar; işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.» (Haşr sûresi,
9) buyuruyor. O cefaya karşı tedbir almak için öylesine çalış ki, ilerideki ayrılık gününü
korumak için işe yarasın. «Onu göz önünde tutarsan ortada bir şey kalmaz,» di-yesin. İşte
bu insan sıkıntı günlerinde Haktan yüz çevirir. Nimet günlerinde de, ona saygı gösterir.
Sevgili der ki: «Ben hoş konuşurum, sen de hoş konuşur musun? Ben sıkılırım sen de sıkılır
mısın?» Bu o kadar önemli değil; asıl işin özeti o sıkıntıdadır. (M. 23) Bu sıkıntı tatlılıktır;
bu yolun geri dönüşü işte böyledir. Bu öfke yumuşaklıktır. İşin hoş tarafı benim zındıklıkla
birleşmiş olnnamdadır. Benim İslâmlık tarafımda o kadar hoşluk yoktur. Cefa vaktinde
söylediğim sözü ayrılık günlerinde, o cefanın b'.ttiği zamanlarda da söylerim. Aynaya bakar,
onu karşımda tutarım. Kabul edersen yazarsın; gramere vurursun. Şimdi görüyorsun ki, söz
başkaları içindir*. Çünkü o sözün, o öğüdün sonucu ondan sonra ona aykırı bir halin
meydana gelmemesindedir. Bu mesele elli kere dünyanın her tarafını gezerek denizleri,
karaları dolaşan mücevher tüccarının hikâyesine benzer. Bu adam bir in-ci arıyordu.
Geldiğini haber alan inci dalgıçları birbiri ardından koşardı. Ama aranılan incin'.n nasıl ve
nerede olduğu, tüccar ile dalgıçlar arasında gizli kalmıştı. Tüccar, inciyi rüyasında görmüş;
o rüyaya inanmış ve güvenmişti. Nasıl ki, Yusuf Peygamber (S.A.), rüyaya inandığı ve
kendisine Ay'ın, Güneş'in ve yıldızların secde ettiğini rüyasında görerek bunun yorumunu
bildiği için kuyuya atıldığı, zindana tıkıldığı günlerde bile gecelerini hoş geçiriyordu.
Şimdi dalgıç Mevlânâ'dır; cevahir tüccarı da ben, yani Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî Allah
bereketini sonsuzlaştırsın inci de ikimizin arasındadır. Diyorlar ki: «inciye giden yol sizin
aranızdadır. Biz ona yol bulalım.» «Evet,» dedim, «Fakat yol budur: Ben sana bir şey verin
demiyorum, ben Allah yoluna gelin diyorum.» Niyaz yoluyla ve hal diliyle biri sordu: «Allah
yolu hangisidir? Söyler misin?» Ben, «Allah yolu budur,» diyorum. Elbette Aksaray'a
gidilirken bir köprüden geçilecektir. Hakka giden yolun köprüsü de Kuran'ın, «Onlar, malları
ile, nefisleriyle savaştılar,» (Tevbe sûresi, 21) âyetinde buyrulduğu gibi önce malını
saçmaktır. Ondan sonra yapılacak işler çoktur. Ancak önce Aksaray'a uğranılacaksa, bu
yoldan başka geçit yoktur. Aksaray'dan sonra da (yolda) ıssız ovalara saparsan yine yolunu
şaşırırsın. Kurtlar, gulyabaniler seni görünce yayından fırlamış ok gibi ardından yakalar bir


lokma yaparlar; alaşağı ederler. Şimdi ne yapmak istiyorsun? Ne vereceksin Allah yoluna?
Gönlündeki nedir? Ne düşünüyorsan, söyle. Eğer bir engelin varsa bana anlat ki, o engele
karşı yol öğreteyim de sana kolaylık olsun. Ben yolu senden daha iyi bilirim. Ben inci
hikâyesini anlatıyordum; sen bunu bir pula bile almıyorsun. Şimdi ikiyüzlülük mü yapayım?
Yoksa dosdoğru mu konuşayım? Bu Mevlânâ Ay'dır; benim varlığımın Güneşine gözler
erişemez. Ancak Ay'a erişilebilir. Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı
gözler güneşe baba-maz. O Ay güneşe erişemez, ama Güneş Ay'a yetişebilir. Nasıl ki yüce
Allah Kuran'da, «Onu gözler kavrayamaz, ama o gözleri kavrar, (En'am sûresi, 103)
buyuruyor.
Bu ok kimin okudur? Bu söz kimin okluğundan fırlamıştır? Hakkı, kemâl mertebesiyle bilen
onun kudretini anlayan kimdir? Bu okun sonu yoktur, Kuran'da, «Söyle ki, eğer deniz
Allahmın yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, Allahmın yarattıklarının sayısı
bitmeden önce deniz tükenirdi. Denizi bir kat daha artırsak bile yine yetmezdi.» (Kehf
sûresi,109), anlamındaki âyet, bunu göstermiyor mu? Mutlu odur ki, bu ok kendine isabet
eder; onu vurur. Bu ok Hakkı bilenler içindir. Okluğumda daha nice oklar var ama bunları
atamıyorum. Attığım ve atmakta bulunduğum oklar geri tepiyor. Oklukta kalanların da başka
işleri var. Bari nerede olursan ol bizden yüz çevirme. Bizi bırakıp gitmekten dem vurma!
Bulunduğun hal içinde, her neyin varsa ver. Bir şeyin yoksa kazanmaya bak ve çalış ki, bu
yüzden başka dostları da yanına toplayabilesin! Azıcık bizi de gözet; sana vermiş
olduğumuz ödünce karşı bir iki lekis hazırla (ayrılık masrafı boştur kişi verilen sözden
sorumludur).
(M. 24) Allah ile olan sözleşme nasıl olur? Borcumuza karşı her şeyden bir parça olsun
saklamayı ihmal etme! Eğer bir lekis kadar olursa (ki ben ondan zengin sayılmam ve onsun
da yoksul kalmam) ancak sana bir şeyler açılır. Nihayet bütün bunlardan el çekeceğin
zamana kadar sana görünmeyen âlemden ansızın bir doğuş olacaktır. Böylece bizim tarafı
da bir hamlede unutma! Diyelim ki, akıl bir şey buyurur. Heva ve heves onun aksini ister. Bu
şuna benzer ki, efendi, «Turşu getir,» der; uşak «Hayır,» der; «tatlı getirin. Tatlı daha
iyidir.» Bu uygun bir iş değildir. Gerektir ki uşak önce efendinin istediğini getirmiş olsun.
Çünkü gerçekte, turşu efendinin istediğ dir. Sonra efendi, «Ben falan yere gidiyorum,» der.
Uşak, «Allah yoldaşın olsun git, ben gelmiyorum,» der. «Niçin gelmi-yorsun,» deyince,
«Dönüş zamanında gelirim, şu saatte mazeretim var,» diye cevap verr. Bu doğru değildir.
Bu ters anlama, işin aksini öğrenmedir. Halbuki bu yolda söz birliği, iş birliği gerektir. Aksilik
yaraşmaz. Hayır, sen bana uyuşmazlık öğret, ben sana söz birliği öğreteyim! Yani sen bana
naz öğret, ben sana niyaz öğreteyim. Nasıl ki adamın biri, bin din bilginine şöyle bir teklifte
bulunmuştu. «Sen bana Yasin öğret ben de sana savaş öğreteyim.» Bilgin de savaşçıya
şöyle dedi: «Sen bilimsel tartışmadan anlar mısın? Yoksa bundan yoksun musun? Tartışma
sevdasında değil misin?»
Şeyh Muhammed bunlardan hangisidir? Beni gerçekledi, tartışmadı. Ama tartışmada
bulunsaydı çok faydalanırdı. Çünkü benim onunla tartışmam gerekliydi. Eğer sahabe,
Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılıklı konuşsalardı onlar için çok faydalı olurdu. Şimdi bu
hangi nevi dendir ki bahsetmiyorsun? Bu manevî fayda kendine erişir. Ancak tartışma ile
elde edilen bu fayda nedir? Eğer konuşurlarsa siz çok faydalanırsınız. İşte ben sizin
hakkınızda bunu düşünüyorum. Siz de bana böyle yapıyorsunuz. Kederliysen tazelenmek;


yaşlı isen gençleşmek gerek. Başıyla, kulağiyle, akliyle oynamak gerek ki nasip alasın; hem
mana isitesin, hem yiyesin. Yani hem ince manalar dinleye-sin, hem başka bir iş yapasm.
Şimdi, «Bu saatte başka işim var,» diyorsun. İki iş'bir arada nasıl olur. Gerek ki iki işi bir
arada yapasm. Ulu Allahnın bana öyle bir vergisi var ki birbirine aykırı yedi sekiz işi bir
arada yüklenir, altından çıkabilirim. Allah her şeyden üstündür.
Bazı veliler aceleci oldukları için sana gal'p görünürler, ama o derece galip değildirler. Bazı
veliler de yumuşak görünürler ama çok hareketli ve galip olurlar. Onların diledikleri biraz
gecikir. Davacının davasından vazgeçeceği zamana kadar uzar; onların nişanı, marifetleri
kalmamış olmasıdır. Bir marifetten bahsedemezler. Bizim sözlerimiz arasında söz karıştıran
Şeref Lehaverî, gibi kimseler, bulanık suda boğulmuşlardır. Rüyasında büyük bir bulanık
suyun içine daldığını; iki parmağını oynatarak, «Aman Şem-şeddin-i Tebrizî elimi tutsun,»
diyerek imdat istediğini görmüştü. Bu rüya ona yeter derecede bir öğüt olmadı. Tekrar
benim yanımda nebilerin mucizeleri ile velilerin kerametleri arasındaki farkı anlatmaya
başladı. Nebiler her ne zaman dilerlerse mucize gösterirler diyordu. Velilerin sözleri nerede,
sen nerede? Sonra, bazı rafızîler devamlı bazıları da devamsız olurlar, bazıları da ihtiyarsız
olurlar; bir kısmı da ihtiyar-lanyle rafızîlik ederler diye tutturdu. O, veliyi kendi haliyle
kıyaslayarak tasvir ediyordu. Onun sözlerinden ve işinden (M. 25) yüz çevirince de, «Beni
kıskanıyor, bana hıncı var» diyor. Halbuki benim öyle bir huyum vardır ki Yahudilere bile dua
ederim. «Allah hidayet versin, onları doğru yola yönetsin,» derim. Bana şovenlere de dua
ederim. «Ulu Allahm, ona bu halinden daha iyi bir hal ver ki sövüp sayacağı yerde bir teşbih
okusun, seni ansın ve ilâhî âlemle meşgul olsun!» derim.
Onlar bana nereden çattılar da, «Bu velidir veya veli değildir,» diye tartışmaya başladılar?
Ben veli olayım, olmayayım sana ne? Nasıl ki Çuha'ya «Hele şu tarafa bak dediler, tepsiler
götürüyorlar.» Çuha şu cevabı verdi: «Bize ne?» «Ama sizin eve götürüyorlar,» deyince; «O
halde size ne?» dedi. Ben de şimdi «Size ne?» diyeceğim. İşte bu sebeptendir iki halktan
çekinmekteyim.
İçimden birçok büyükleri severim. Onlara karşı muhabbetim vardır, ama açığa vurmam. Bir
iki kere açıkladım: Bende, geçim hayatımdan bir tecrübe kaldı. Bir muhabbet vardır ki asla
soğumaz, fakat bu dostluğun değerini kimse bilmez ve takdir etmez. Halbuki benim
Mevlânâ'ya açıkladığım sevgi arttı ve eksilmedi, doğrusunu söyleyemiyorum. Ben doğruluğa
başladıktan sonra beni dışan attılar. Eğer tam doğruluk gösterecek olsaydım beni bir
hamlede bütün şehirlerden sürer, kapı dışarı ederlerdi.
Az çoğu gösterir, yani söz az mâna çok olmalı. Diyelim ki oraya bir çuval şeker koymuşlar,
ondan azıcık bir örnek getirmişler; işte bu azıcık örnek o bir çuval şekerin delilidir. Onu
'anlatmaya yeter. Kişinin de biraz doğruluk göstermesi, onun doğru olduğuna delildir. Yine
biraz eğrilik ve ikiyüzlülük de sahibinin eğriliğini gösterir.
Hazreti Peygamberin çağında doğruluğa pek düşkün bir adam vardı. Sahabe, bu adamın
doğruluğundan ve doğru sözlülüğünden, Peygamberin de onu korumasından dolayı
incinirlerdi, ama ona bir şey diyemezlerdi. Ancak çok içerlemişlerdi.
Hatırlarından, Hazreti Peygamber, dünyadan göçtükten sonra ondan öç alalım, diye
geçiyordu. Adam, Hazreti Peygamberin dünyadan göçtüğü günlerden sonra da böylece
doğru sözlülükte devam etti. Artık dayanamadılar, «Ona bir darbe vuralım,» dediler;
«Olmazsa şehirden sürelim,» dediler. Adamcağızı şehirden dışarı atarken, bu gürültülerin


sesi bir kadının kulağına kadar gelmiş; dam üstüne koşarak sahabeye çıkışmaya
başlamıştı. «Bu adam azizlerdendir, Peygamberin yanında sevilmiş bir kişiydi. Onun yüce
ruhundan utanmaz mısınız ki, bunu şehirden sürgün ediyorsunuz,» diye bağırıyor, onlarla
kavga ediyordu. Adam yüzünü yukarı çevirdi, kadına hakarete başladı: «Sen niçin kendi
kendine bunlara çatıyorsun. Allahnın lanetini hem kendine hem de bunların üzerine
çekiyorsun!» Kadın kendi kendine, «Evet» dedi, «Peygamberin dostları yersiz iş yapmazlar,
şehirden sürülmeye lâyık olmayanı da dışarı atmazlar. Hazreti Peygamber, 'Ümmetim
sapkınlık üzerine fikir ve söz birliği etmezler,' buyurmuştur. İyi yapıyorsunuz. Allah
yardımcınız olsun,» dedi. Doğru   sözlü  adam bunun üzerine, «Evet, onlar iyi   ediyorlar,
sen fena etme!» dedi.
Cüneyd'e tavsiye ettikleri Ahmed-i Zındık'ın hikâyesi de şöyledir: Ona denildi ki, falan
şehirde bir Ahmed-i Zındık vardır. Senin karşılaştığın zorlukların düğümü onsuz çözülmez.
Sen yüz çile de çıkarmış olsan yine onsuz yapamazsın! Cüneyd, Bağdat'tan kalktı, o şehre
yollandı, kendi kendine Ahmed-i Zındık'ın evi nerededir diye sorsam her halde edebe
yakışmaz dedi. Adım tevil ederek (değiştirerek) Ahmed-i Sıddık diye sordu, içindeki irfan
buna (M. 26) engel olmuştu. Ona rüyasında tevilsiz dosdoğru bir söz söylemişlerdi. Ama o
bunu teville yani değişik şekilde dinlemişti. Bu yüzden altmış gün o şehirde derbeder ve
başıboş bir halde dolaşıyor; rastgelene Ahmed-i Sıd-dık'ın evi neresidir diye soruyordu.
Kendisine dosdoğru öğret len bu adı değiştirmiş olmanın yarattığı uğursuzluk yüzünden bir
türlü onu bulamıyordu. Nihayet hatırına ansızın bir çare geldi. «Hele şu yıkık mescidin
kapısından geçeyim,» dedi ve oradan geçerek yürümeğe başladı. O sırada kulağına bir
Kuran sesi geldi. Hemen yüreği yerinden hopladı. Yıkık mescitten bir delikanlı çıkıyordu.
Artık «Adamı kendi adıyla sorayım,» dedi ve sordu. Delikanlı: «Şu okunan Kuran' m sesini
işitiyor musun,?» dedi Cüneyd bir nağra atarak kendinden geçti ve yere düştü. Delikanlı
ayağına kapandı. Cüneyd doğru sözlülüğünün mükâfatım görmüş, dileğine kavuşmuştu.
Kendine geldiği vakit yıkık mescide girdi. Uzakta bir yere oturdu. Ne Cüneyd selâm ve
kelâm vermek suretiyle bir teklifsizlik gösterdi, ne de o buna imkân ve meydan verdi. Uzun
müddet bu şekilde kaldıktan sonra Ahmed-i Zındık merhamete geldi ona tekrar bakarak
söze başladı: «Hoş geldin Cüneyd!» dedi. Cüneyd içinden, «Benim Cüneyd olduğumu nasıl
anladın?» diye düşünüyordu. Ahmed gülümsedi, «Nasıl bilmem,» dedi. «Beni aradığın ilk
günden beri o zorluklar içinde kıvranarak bu bilmecenin düğümünü çözmeğe uğraştığını
görüyor ve etrafında dolanıyordum. Bana gelirse kendisiyle ne konuşayım diye
düşünüyordum. Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, şimdi sen konuşacak bir konu varsa
üzerine parmağını bas ki konuşalım. Bir şeyler an. lat ki dinleyelim.»
Cüneyd söze başladı, bir şeyler anlatıyordu. Ahmed-i Zındık bir kaç kere çarh vurdu. Kutsal
canlar, etrafım sararak, «Eğer böyle bir kaç çarh daha vurursan bu çarhın ipini
koparacaksın,» dediler. Ahmed ki-zararak yerine oturdu.
Bu öteden beri bir töredir. Doğru bir söz söylersin, onu yorumlamak istersin, biraz gülerler,
çok kere de içlenir ve zevk duyarlar. Hoşa gider o söz, ama yorumlamadan söylersen ne
kimse duygulanır, ne de hoşlanır. Meğer ki, Allahnın doğruyu söylemek için yarattığı seçkin
insanlar tarafından söylenmiş sözler olsun. Bu makamda onlara soru sormak gerekmez.
Halk onlara nasıl sorabilir ki, bu sözü söyleyen bile şaşkınlık içindedir. «Ben ne söylüyorum
kiminle konuşuyorum,» diye kendi kendine hayret eder. «Bunlar n'çin anlamıyorlar?» diye


düşünceye dalar. Bir adamın evinde biri saz çalıyordu. Başka biri dedi ki: «Bu evde kimse
yoktur, bu çalgıyı kime çalıyorsun?» Adam şu cevabı verdi: «Sus, herkes Allah için tekkeler,
kervansaraylar yaptırıyor. Ben de Allah yolunda saz çalıyorum. Ben bunu Allah için
yapıyorum. Sen niçin soruyorsun? Seninle biz bilir misin neye benzeriz: Adamın biri, ney
çalarmış. O arada, bir taraftan da yellenirmiş. Adam neyi arkasına götürerek eğer sen daha
iyi çalacaksan 'al da çal der. Sana yol yürümek gerek. Sana yol yürürken bir şeyden
bahsetmek gerekmez. Yolunu yürü ey eşek! Sen, ne o köprü geçen eşeklerdensin, ne de
bir günde bir konak gidip geri dönen Mısır eşeklerindensin! Sen binlerce dedikoduların ve
koşuşmaların sonucunda günde yarım konak bile gidemezsin.»
Ulu Allah buyuruyor ki: «Bir toplum kendi nefişlerindeki özelliği değiştirmedikçe Allah onlara
verdiği nimetleri değiştirmez.» (Ra'd sûresi, 12). Şikâyeti, feryadı kendi nefsinden et! Allah
yine Peygamberine, «Şüphe yok ki, sen, sevdiğin kimseyi doğru yola yöneltemezsin, ancak
Allah dilediğini doğru yola yöneltir. Allah hidayete ermişleri en iyi bilir,» (Kasas sûresi, 56)
buyurdu. «Bunu biliyorum,» dedi. «Bu halin gerçekliği de bana çok şiddetli geldi.» «Ne
söylüyorsun,» dedi, «Bana senden fayda gelmeyecek.» «O halde hangi niyetle bu işin
etrafında dolaşıyorsun,» dedim. «Hiç bir niyetim yoktur,» dedi. Ben bu karışık işleri çok
yaptım, doğru sözü evirdim çevirdim şiir söylemeye başladım. (M. 27) Bundan içlendi,
ağlamaya başladı.
«Ah şu benim kötü nefsim,» diyordu. Ben «Yoksun kalmasın,» dedim ve ilâve ettim. «O
şöyle söyledi, ben şöyle söyledim gibi dedikoduların şimdi yorumlamasını dinle: Padişahın
özel konuk yurdunda olan kimse bir lokma bulur yer, elbette aç kalmaz. Şimdi böyle b:r
adam nerede, köpekler için sokağa dökülen ekmek kırıntıları ve kemik parçalarıyle
geçinenler nerede? 'Yer ve göklerim beni kavrayamadı, ama bir mümin kulunun gönlüne
sığdım,' anlamındaki Allah sözünün yorumunu anlat,» dedim. «Bu nükte, 'Biz emaneti
göklere, yerlere, dağlara gösterdik. Onu yüklenmekten kaçındılar, ondan çekindiler. Halbuki
insan bunu yüklendi. Çünkü o çok zalim ve bilgisizdir,' (Ahzab sûresi, 72) anlamında bulunan
âyetle aynı manadadır,» dedi. Yani Allah bilgisidir, bu bilgi de derecelere ayrılmıştır.
Yukarıdaki kutsî hadisin manası da bununla ilgilidir. «Sizce bu hadisin manası hakkında
başkaca söylenecek bir şey var mı?» diye buyurdu. «Buna gerçekten güç yetmez,» dediler
ve susmadılar. «Bu konuşulacak bir konudur,» dediler. Ama bu noktadan kaçıyorlar. Eğer
bu cihet konuşulacak olursa faydası çok olur. Dünya fenadır, ama bu dünyanın ne olduğunu
bilmeyen kimselere göre değil. O, dünyanın ne olduğunu nasıl bilsin? Onun dünyası yok ki;
ama o, «dünya nedir?» diye sorar. Öteki, «Ahiretten başka olan âlemdir,» der. «Peki, ahiret
nedir?» Öteki, «Yarın,» cevabını verir. Peki ama, «Yarın nedir?» Hülâsa söz çok
darlaşmıştır; dil daralmıştır. Bütün bu din savaşçılarının, pek dar olan dil bağından
kurtulamamaları bu sebeptendir. Onlar sıfatlar âlemine giderler. Allahnın kutlu sıfatları için
acaba ne diyorlar. Kelâmcı-lar, «Sıfatlar, Allah zatının aynı mı yoksa ondan gayrı mı?» diye
tartışırlar. Bu nokta üzerinde söz birliği edebilirler mi? Hayır edemezler. Çünkü âlem binbir
renge girmiştir; çeşitlidir. Söz, tek bir ton ile konuşulmaz. Nasıl ki Hakîm Sanaî'yi ziyarete
gidip gelen dervişten biri sordu: «O dönek ne söyledi sana?» Derviş, başını önüne eğerek,
«Âlem halkının sözünü söylüyor,» dedi. Meğer bu dönekliklerden kendini kurtarmış olan
kimse yavaş yavaş evinin yolunu tutar, uzaklara gitmez. Yoksa âlem çok dönektir. Biri
Yahudidir, öteki yıldıza tapar, beriki ateşe tapar.


Mutezile (Mutezile, Ehli Sünetten ayrılan ve Vasıl Binata'nın yoluna sapanlardır. Bunlar
Hasan.i Basrî'nin kanaat ve içtihadına aykırı hareket ettiklerinden dolayı bu ismi almışlardır.
Lügat mânası «dernekten ayrılmış kimseler* demektir. Bunlar Eşarî ve Maturidî
mezheplerine karşı oldukları için Ehli Sünnet nazarında sapkın bir zümre olarak
tanınmışlardır. (Ç.)) diyorlar ki: «Mademki Allah kelâmının başlangıcı yoktur, o halde bu
âlemin de bir başlangıcı olamaz.» Bu yol, Mutezile yolu değildir. Bu yol gönül kırıklığı,
üzüntü ve çaresizlik yolu, kıskançlığı ve düşmanlığı bırakma yoludur. Sana bir sır açıklandı
ise, gerektir ki onun şükrünü yerine getiresin. Şimdi bu şükrün anlamım ikiyüzlülük yönünden
mi, yoksa doğruluk yönünden mi söyliyeyim? Allahya şükürler olsun. Umutsuz olma! Yüzün
saf aya, temiz ışığa dönmüştür. Doğruya, huzura, rahata kavuştun. Karanlık, bulanık günler
geçmiştir, insanların hayırlısı halka faydalı olanıdır. Kayırın ne olduğunu bilmeyen nasıl
hayır işliyebilir? Yılın ne olduğunu bilmeyenler, ömrün ne olduğunu anlamayanlar birbirlerine
nasıl uzun ömürler dileyebilirler? Bir gönül ehlinin el.ne geçen bir akça, bir nefis düşkününün
eline geçen bin akçadan hayırlıdır. Bunu sana açıklayamam; çünkü senin nefsin diridir,
ayaklanmıştır. Eğer bunu sana söylersem sen de bin söz söylersin; aramızda ayrılık baş
gösterir. Belli ki bu pirlerin düşünceleri halk arasında pek yaygındır. Mimberlerde,
derneklerde onların sözleri dolaşır. Bir de Allahnın gizlenmiş kulları vardır ki, o şöhretli
pirlerden daha olgun, daha sevilmiş kimselerdir.
Bazan da, halk arasında bunlardan daha şöhretli erler vardır. Çünkü onların (M. 28) dilini
halk anlar. Mevlânâ sanıyor ki, o insan benim. Ama benim inancım öyle değil. Ben aranan ve
istenilen bir kimse değilsem bile, arayandanım. Arayanın maksadı da aranılanlar arasından
baş gösterir. Bana göre arayan Allahdır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiç bir kitapta
meşhur olmadı. Tarikatlerin, derneklerin anlattıkları şeyler arasında da bunlar yoktur; bu
sözler, hep yolu anlatmak içindir. Bunu yalnız bir kişiden dinliyoruz, başka hiç kimseden
duymadık. O gün Cüneyd' in, «On hıyar bir pula satılıyor, biz kaça satılacağız?» ded'ğini
anlatmıştım. O, bu haldeydi. Nasıl ki, on hasta bile bu sözden dolayı onun düştüğü anıklık
derecesine yetişemez; bu bize göre küfürdür.
Ona dedim ki: O değirmeni satma, hem de vakıf yapma! O iki bin dirhemi bana ver ki, senin
hesabına döndüreyim. Öyle döndüreyim ve öylelerine vereyim ki, tarife sığmaz. Görüyorsun
ki, bir hasta neler yapar! Yüz riyazat bile bunu arzusu ile yapamaz. Bana dedi ki; «Bununla
alçak gönüllük derecesine erişir» ve ilâve etti: «O alçak gönüllükten bahsetmiyorum.» Belki,
bir yolda kâfirin biri su götürür, onun da suya ihtiyacı vardır. Su ona erişince hiç dönüp
bakmaz, ancak onun içi o sudan rahatlaşır. O kâfir kıyamette yüz bin müslümanın elini tutar.
Allahnın işi sebepsizdir. Bir adam vardır ki, devrişler için iki yüz dirhem sar-feder hiç bir tesiri
olmaz. Başka birinin verdiği beş dirhem daha faydalı olur. Bu manaları, öğrenmekle,
tartışmayla anlamak mümkün olsaydı âlemin toprağını başında taşımak yaraşırdı. Bayezid
ile Cüneyd'in yüz yıl Fahri Razî'ye çömezlik etmeleri gerekirdi.  Bazan tefsirde bazan
Kuran'da ona yetişmeye hasret çekerlerdi. Derler ki:  Fahri Razî, tefsir ve Kuran
bilgisinde bin top kâğıt harcamıştır. Bazıları da beş yüz top kâğıt karalamış olduğunu
söylerler. Halbuki yüz bin Fahri Razî, Bayezid'in yolunun toprağına bile erişemez. Halka,
kapıya asılır ama o kapı da evin içini göremez ve anlayamaz. Halka kapının dışındadır, evin
iç özelliği ise başkadır. Evin içinde sultan gözdeleri ile has halvette yaşamaktadır. O kapının
halkası değil, penceresinin halkası bile dışardadır. Bu çabalama ve tartışma şuna benzer ki,


sen bunu ilim yoluyla öğrenmek istiyorsun. Halbuki bu yolda yürümek ve savaşmak gerektir.
Diyelim ki, yüz yıl Halep ve Şam yolundan söz açmışsın; Halep mallarını asla buraya
getiremezsin. Tâ ki yol zahmetine, tehlikelere katlanacaksın, malını haydutlara kaptırmak
korkusu ile üzüleceksin ki, bu işi yapabilesin. «Bilgin önce tartışma yolunu mu tutmalı ki o
zaman o yolda yürümek kolaylaşsın?» diye sordu. Cevap verdi: «Sana Aksaray yoluna
gitmek hikâyesini anlatayım ve bilgi vereyim. Gitmeden o tarafın ahvalini soruyorsun. Ben de
diyorum ki, oraya kadar git, ben seninle beraberim. Bundan sonra dikkat et ki, hangi taraf
güvenlidir; hırsızdan, kurttan, hayduttan ve başka tehlikelerden hangi taraf daha
korkusuzdur. Ya Malatya yolu, ya Elbistan yolu nasıldır?»
Mal, bir çok kimsenin kıblesidir. Yolcular onu feda ettiler. Dünyaya tapanlara göre bir pul,
tatlı canlarından daha değerlidir. Sanırsın onların canı yoktur. Eğer canları olsaydı
nazarlarında mal canlarından daha değerli olmazdı. (M. 29) Allahya ant içerim ki, dünyaya
tapanların katında bir pul, kıble'dir. ibrahim'in Belâya uğraması hikâyesi, meleklerin gayre-
tindendi. Yoksa kıskançlık ve inkâr yüzünden değil. Eğer öyle olsaydı, İblis olurdu. Belki
şuna hayret ettiler ve dediler ki: «Biz nur cevheriyiz, nasıl olur da cisimden ibaret olan bir
ayak, Allah sevgisinde bizden ileri gidebilir? Dedi ki: «Bunlar sevdadan vazgeçtiler.» Ona
dediler ki: «Veliler için maldan, sürüden birçok arzulara kapılma sebepleri vardır. O ise
bundan vaz geçmiş ve temiz kalmıştır.» «Evet, inandık ve gerçekledik,» dediler. «Fakat bu
hayret edilecek bir şeydir, imtihan edin,» dediler. Bu imtihanda başka bir sır daha açıklanır,
sizden hangi sebepten daha ileri gider? «Ben sizin bilmediğinizi, bilirim» dedi Allah. «Size
ufak bir sır daha açıklanır. Ey Cebrail! Sen bir taşın arkasında gizlen ve Sübbu, Kuddus
diye teşbih oku!» buyurdu, ibrahim Halil Peygamber bunu işitince etrafına bakındı, kimseyi
göremedi. «Bir daha söyle,» dedi. «Bunu bütün koyunlar sana tekrar etsin.» Cebrail, taşın
arkasından çıktı, kendini gösterdi: «Ben Cebrailim,» dedi. «Benim koyunlara ihtiyacım yok.»
Halil de, «Ben öyle bir sofiyim ki, önce nereden kalktımsa yine oraya dönerim,» dedi. Bazı
melekler bu hareketten ibrahim Halil Peygamberin halini anladılar ve dediler ki: «Az çoğa,
delalet eder.» Bazıları da henüz anlayamadılar. Dediler ki: «Mal işi kolaydır, bir kere de
oğulları ile sınayalım.»
Behlûl karıya taş vurdu, «Niçin, vuruyorsun,» dediler. «Çünkü karı yalan söylüyor,» dedi. Bu
sözden, şehre bir fitne düştü. Halife, Behlûl'ü yanına çağırdı. «Ben onun yüzünden
bahsediyorum,» dedi. «Sözünden değil.» Halife sordu: «Bu nasıl sözdür? Onun sözü
yüzünden nasıl başka olur?» Behlûl cevap verdi: «Eğer sen Halife isen emir verirsin ve
yazarsın ki, falan semtin gençleri bu fermanı işitince hazır olsunlar, hiç vakit geçirmeden
gelsinler.» Ulak bu ferm'anı oraya götürür okur ve her gün okurlar ama gelmezler. Okumak
hususunda gerçektirler. «İşittik, itaat ettik» demekte de yine doğruluk gösterirler. «Sayısı
elli bin sene olan bir günde,» buyurulduğu gibi Kuran'm işaretlerini anlamıyorsun. Ne
yapayım eğer bu elli bin senenin zahiri ifadesine uyarsan oraya cennet kokusu götürürsün.
Eğer, nebiler âlemi hangisi, veliler1 âlemi nasıl olduğu konusunu düşünürsen başın döner,
yuvarlanır düşersin. Ancak o yoldan yürüyen ayaklara el vur. «Beni bir adım geçti,» dediğim
zaman, adımdan adıma, karıştan karışa, dizden dize fark vardır, iki adım sonra erişir dersin
ama Hazreti Muhammed'e (S. A.) yaraşan adım sende yok. Sende Firavun baş kaldırdı,
sonra Musa geldi, o gitti. Sonra tekrar Firavun gelince Musa gitti. Bu dönekliğe delalet eden
haller ne zamana kadar sürecek? Musa'yı da böylece farzet. Firavun bir daha gelmezse bu


döneklik işten değildir. Kuran'da, «O kimselerdir ki Rabbimiz Allah tır derler, sonra doğruluk
gösterirler,» buyurulduğu gibi onlar bu âlemde böyle söylediler, öte tarafta gafiller diyecek
olsa ki, «Bizim Allahmız yoktur,» onlar hiç değ siklik göstermeden sözlerinde dururlar.
Onları kıyamet gününde getirdikleri vakit, mezarlarının yanına götürdükleri gibi yüz bin nur
ışığı görürler. Ölüm meleği ne gezer, onlar için hayat meleği vardır. Mezar nerede? Onlara
göre kurtuluş; mezardan ve zindandan kurtulma vardır.
(M. 30) Dünya müminin zindanıdır. Birine deseler ki: «Bu zindandan dışarı çıkarsan Sultanın
dostu olacaksın, onun yanında, onunla birlikte taht üzerinde oturacaksın.» Adam gelir
gırtlağıma s'arılır, «Bu zindandan kurtulacağım,» diye boğazımı sıkar. Eğer gerçek
müminlerden iseniz ölümü dileyiniz. Onları kıyamet meydanına getirseler, kıyamet ne hale
döner. O gün gizli işlerin açıklandığı gündür. Onların gizli sırları haktır, hak ise açıklanır.
Kıyamet nerede kalır? Onları nurdan zincirlerle bağlarlar ki, kıyamet meydanına
gelmesinler. Her ne yaparlarsa bunlarla yaparlar. Cennetlik olanları cennete, cehennemlik
olanları cehenneme götürürler. Onlar zincirler'ni koparırlar ki kıyamet meydanına gelsinler.
Fakat, nurdan başka bir zincirle bağlanırlar, en son vakte kadar bağları çözülmez.
Şimdi söz, iş içindir; iş söz için değil. Bilir misin ki iyi geçinmek dervişler derneğindedir.
Abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur. Olgunlaşmış olan (öz) bazı dış kabuklardan
kurtulur. Bir zümre onları takdir eder, bir zümre de etmez. Başka bir zümre de, «abdest
üzerine abdest, nur üstüne nurdur,» derler. Onlar önderliğe yaraşmazlar, ama bunlar âlemin
ve âlem halkının sığınağı ve güvencidirler. Şüphe yok ki içteki pisliği temizlemek gerektir, îç
âlemimizdeki pisli ğin bir zerresi bile dıştaki pislikten yüz bin kat daha berbat ve fenadır,
içteki o pisliğ. hangi su temizler? Ancak bir kaç damla gözyaşı, ama her gözyaşı da değil.
Belki bir şey görebilen gerçek bir gözün akıttığı saf ve temiz gözyaşı temizler. Bundan
sonra o kimseye güven ve kurtuluş kokuları erişir, artık uykudan uyanır; onda uyku başka
türlü, uyuklama başka türlü olur. Ama niyazsız gözyaşı, n'yazsız namaz, mezar başından
daha ileri gitmez. Mezar başından geri dönenlerle birlikte geri döner. Ama niyaz ve yalvarma
ile kılınan namaz, mezarın içine birlikte girer. Kıyamette de sah biyle beraber olur. Böylece
ta cennete ve Hakkın yüce katına kadar gider. Eğer böyle b r gönül uyanıklığı elde etmişse
uyuyamaz. Eğer gönlü uykuda ise, sel yatağında bile yatsa yine iş kolaydır. Biri yanına
vurunca uyanır. Uzaktan gelen seli gösterince de korkudan ürperir; acılarını unutur, onun
ayağına kapanır, teşekkür eder. Ama bir de çok derin uykuda olanlar vardır ki, düşman
gelip boğazını yarı buçuk kesse bile gözünü açamaz. Gözünü açınca da boğazının geri
kalan sağlam tarafı da kesilmiş olur. Şaka söylüyorum. Mevlânâ, Hak ehlidir. Onun
derneğ'nde güzel söz konuşmak yaraşır. Görmüyor musun ki, şimdiye kadar hep sevgiye ait
sözler konuşuyoruz. Dünya halkının önünde korkutucu sözler de söylemelidir ki biraz
uyansınlar. Şöyle bir hikâye anlatırlar: İki kişi arkadaş olur. Bunlardan birinin yanında altın
Vardır; öteki de onu uyutarak öldürmek ve parasını kapmak sevdası ile fırsat kollamaktadır.
Paralı arkadaşın uykusu hafiftir. Çünkü arkadaşının niyetini sezmiştir; hep uyanık durmak
zorundadır. Yoksa kendini korumak işi güçleşir. Bunlar böylece başka bir yere gittiler. Kötü
niyetli arkadaş artık bu işten umudu kesti. «Adam daima uyanıktır,» dedi. «Eğer şu uyanık
ha linde ona saldırırsam bir çaresini düşünür, bari işi ondan saklayayım da onunla biraz
şakalaşayım.» Şöyle dedi: «Arkadaş, niçin uyumuyorsun?» Öteki cevap verdi: «Niçin
uyuyayım? Niçin uyuyayım? Ne olur ne olmaz!» dedi.


«Uyu ki başına bir taş vurayım, kafanı kırayım da seni öldüreyim, şu altınlarını alayım.»
Altın sahibi, «Arkadaş, doğru söylüyorsun; işte şimdi gönül rahatlığı ile uyayabilirim!» dedi.
Şimdi biri yolda bir tehlike içinde uyumuştur. Allah kullarının biri gelir onu uyandırır. Fakat o
uyuyan adam, ona göre yine uykudadır. Eğer bu uyuyan adamın hallerini sana anlatırsam,
kendinden umut kesersin. Bari söylemeyim 'ki kendi nefsinden umutsuzluğa düşmeyesin.
Umutsuz olma ki, çok umutlar vardır, insan yaşlandı mı çocuklaşır. Ama bu sözüm herkes
için değil. Nebiler ve veliler bundan ayrıktır. Büyük Mevlânâ'mız da bu gibilerden değildi.
Sultanul'l Ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled, seksenden fazla yaşadığı halde her gün
daha ergin, daha bilgin görünürdü. Hiç bayağılaşmadı. Bu sözü yalanlamam, belki 'açmak
isterim. «Şaşarım seven nasıl uyuyabilir?» Bil ki âlem fakirin gözü önünde perdedir, fakir ise
aşk cevheridir (Mevlânâ Celâleddin buyurur ki: Fakr. cevherdir. Fakrdan başka her şey
araz'dır. Fakr, şifa; fakrdan başka şeyler de maraz'dır. Bütün âlem ancak baş ağrısından
ve aldanıştan başka bir şey değildir. Fakr ise âlemden beklenilen sır ve garazdır. Yani
âlemin maksadı ve gayesi fakr mertebesindedir. (Ç.)). Aşk cevheri, ezelden beri vardır.
Âlem daha dünkü varlıktır. Herkes kendi pirinden söz açar. Bize, Hazreti Peygamber (S. A.)
rüyada bir hırka verdi. Fakat bu iki gün sonra eskiyip yırtılacak, külhanlara atılacak veya
bulaşık silinecek hırkalardan değildir. Belki sohbet ve yoldaşlık hırkasıdır. Akıllara sığmayan
bir sohbet değil, belki dünü, bugünü, yarını olmayan bir sohbet. Aşkın zevk ile, bugün ve
yarın ile ne ilgisi var. Biri dese ki, «Cenabı Peygamber uykudan uzaktır veya âşık değildir.»
Bu sözden Yahudiler bir kaçamak yolu bulur, umuda kapılırlar. Bu söz ona yaraşmaz.
Benden «Hazreti Peygamber âşık mıydı?» diye sorarlarsa, «Hayır,» derim. O maşuk ve
sevgili idi. Ama akıl, sevgiliyi anlatmakta ve onu kavramakta ş'aşırır; başı döner. Şu halde
ona âşık dersem bu, maşuk yani sevilen manasmdadır. Nasıl ki, efendinin biri bir adama
sordu: «Sen Yahudi misin?» «Hayır, din bilginiyim,» dedi. «Keski, Yahudi olaydın,» dedi,
öteki, «Niçin böyle söylersin?» dedi. «Bana kibrit lâzım da onun için.» O memlekette
Yahudiler, kendilerine eziyet etmeyi sevap sayan Müslümanların vereceği zahmetten
korkarak vakitli vakitsiz sokağa çıkmazlarmış. Aksine kibrit ve benzeri şeyleri de bunlar
satarmış. Din bilgini sordu: «Bana bunun için mi Yahudi dedin?»
Yani, zamanın yürüyüşüne göre suret ve surete bağlı olan şeyler değişir. Bazıları derler ki,
«Büyükler manaya bakarlar; oradan herkesin kımıldanışı onadır.» Çömlek içinde olanı
sızar. Şimdi o pirin derneğinde sorgu olmaz. Sanki ağacın meyvesini dökmek için onu sallar,
zaman olur ki ağacı sallamaktan vaz geçer ve meclise gelmez. Her zaman için gelmez.
Yapılacak şey ancak sükût ve teslim olmadır. Ama her ağaç bu surette değildir. Burada hiç
başka yol yoktur. Ancak susmak ve teslim olmak vardır. «Kuran okunduğu vakit dinleyiniz ve
susunuz,» (Araf sûresi, 203) buyurulmuştur. Diyelim ki, konuşan biri söze başladı, bir nükte
söylemek istiyor. Buna hiç itiraz edilemez, tâ ki o nüktenin arkası gelsin; sözü başından
sonuna kadar anlayıp toparladıktan sonra ondan bahsedebilirsin. Eğer gönlünde bir şüphe
varsa onu açıklayabilirsin. Ancak yarı bir anlayışla o nükteden bahsetmek âdet değildir;
yanlış bir harekettir. O âdet doğru olmaz. Olgunluk bunu gerektirir. Olgunluk
odur ki, bin defa da söyleseler, fikrin hiç değişmesin. Diyelim ki, o olgunluk görünüşte başka
bir surettedir. Yine olgunluk odur ki, anlayış eksikliğini kendinde bilesin ve «Tam
anlayamadım, bahsi kavrayamadım,» diyesin. Bu hususta soru sormakta da faydalar vardır.
Ama ilk sözün zevkini kaçırmış olursun. Nasıl ki, fakire sorulan, «Meclislerin bereketi niçin


kaçtı?» nüktesinde işaret edilen .ilk sözün bereketi kaçmış olur. (M. 32)
Rubai:
Yüreğim  aşk ateşinden kebap  olmuştur.
Çehremin rengi ciğer kanındandır.
Dostun dudağının suyu şarabımdtr.
Artık beni kınamayın; bana akıl öğretmenin ne yeri var?
Burada fayda, ancak bir lokma yiyebilmektedir. Ne kadar sabırlı olursan o lokmanın
faydasını görür sonra başka bir lokma daha yersin. Hikmet budur. Ama derdi ve ıstırabı
olan bir insan vardır ki, çabuk çabuk yemek ister; o başka meseledir. O bil:r ama bizim
yemeğimizi sınamaz. Eğer Allahsal bilge, bu zahir bilimlerini öğrenmeye başlasaydı, bir ders
okumadan, başka bir derse başlamazdı. Meselâ bu bahsi bir kaç kere okuyunca bu nükteyi
anlamakta Mevlânâ'nın buyurduğu gibi zorluk çekmez ve fazla konuşmazdı. Çünkü bu fikirle
yoğrulmadıkça bütün faydaları ve zorlukları âdet haline getirebilirdi. Gerekirdi ki, yarın asla
başka bir derse başlamasın ve aynı dersi tekrar etsin. Bir kimse bir meseleyi iyice
kurcalarsa iyi bir sonuca varmak onun hakkıdır. Onun arkasından da bin mesele çıkar.
Bazısı gelirken, bazısı da giderken gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki, sendeki bu
gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi beliriyor?
Şiir:
Dikkat et ki, onun vuslatı herkesin eline geçmez
Şeriat  kadehinden   sarhoşlara   süt vermezler.
Orada dünya heveslerinden geçmiş erenler dem çeker
Kendine tapanlara tek bir yudum bile vermezler.
Bir zaman îmad ağlıyordu, çünkü Nasirüddin'in mektubunu okuyordu, istedim ki, bana
bakasın da ne söylüyorum diye anlayıp dinleyesin! Görülüyor ki o, merhamet ve yufka
yürekliliğinden, belki de mevki ve. makam sevgisi tesiriyle ağlıyor. Ben konuşurken söz
arasında şiir söylediğim zaman, bahsi iyice açar ve onun manasındaki sırrı söylerim. Sen de
vazın sonunda sözden kesiliyorsun. Bugün bazıları vardır ki, mana galebesiyle dilleri tutulur.
Mevlânâ'da böyle bir hal yoktur. Onda bu hal nerede olsun? Hele bende hiç yoktur. Mana
galebesi ve bazen de mana kıtlığı! Bende bunlardan hiç biri yoktur. Bu halk, benim
sözlerime ahşamamakta haklıdır. Bütün sözlerim kibriyâ (ululuk) yönünden gelmektedir.
Herkes iddia eder ki Kuran ve Hazreti Muhammed'in (S.A.) sözleri hep niyaz yani dilek yolu
iledir. Şüphe yok ki, her manada görünürler, söz dinlerler, ama, dilek ve istek yolu ile değil.
Bakacak olsan külahını başından düşürecek kadar erişilmez bir yükseklikten dinlerler. Fakat
bu ululanma Allah hakkında utanç verici bir şey değildir. Nasıl ki «Allah Mütekebbirdir,»
derler. Doğru söylerler, bunda şaşılacak ne vardır?
Nihayet sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yolu ile konuşmaktan, ikiyüzlülükten
hoşlanırlar. Doğru sözden sıkılırlar. Birine desem ki: «Sen çağı mızın tek büyük adamı,
biricik şerefli insanısın,» şüphe yok ki hoşuna gider, ellerimi yakalayarak, «Sizi çok
özlemiştim, kusurum çoktur,» gibi iltifatlarda bulunur. Halbuki geçen sene onunla dosdoğru
konuşmuştum, bana düşman oldu. Bu şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ile ikiyüzlülük
yönünden geçinmek ister. Tâ ki, onlarla birlikte hoşlukla vakit geçiresin. Ama böylece
doğruluk yolunu tuttun mu dağlara, kırlara kaçmak gerektir. Eğer o sözü kabul edersen,
sana o gün bir acıma hali gelir; sana bir çok devlet ve saadetler yüz gösterir. Çünkü onu


ulular, niyaz ve
yalvarma yolu ile dinlersen, bu meclis hoşuna gider. Dervişin hayalinde bu dernek hoş
görünür; her vakit onu hatırlar, gönlü ona yönelir ve o meclisten ürkmez, gönül rahatlığına
kavuşur.
Senin soru sormak ve.konuşmaktan maksadın hem gönüllerin onu kabul etmesi hem de
senin gönüllerde şirin görünmen içindi. Ama iş tersine olup da bundan yüreklere bir üzüntü
gelince ve bu üzüntünün ıstırabı da sana ait olunca gönül buna razı olmuyor. Nasıl ki,
Hazreti Muhammed (S.A.), «Okuma olmadan namaz olmaz ve yine kalp huzuru olmadan
namaz olmaz,» buyurdular. (M. 33) Bir zümre sandılar ki, surette gönül hoşluğuna erenlerin
artık namaza ihtiyaçları yoktuf. Onlar dediler ki: «Maksat hasıl olduktan sonra artık ona
ermek için sebep aramak yersizdir.» Onların sandıkları gibi bunu bir an için doğru
farzedelim; onlara hakikat tamamiyle yüz göstermiş ve onlarda velilik, gönül hoşluğu kalp
huzuru baş göstermiş diyelim. Bütün bununla beraber namazın zahirde terkedilmiş olması
onlar için bir eksikliktir. Sana gelen bu kemal ve olgunluk hali önce Allah resulü Hazreti
Muhammed'e de gelmişti. Her kim, «Böyle değildir,» derse onun boynunu vurur, öldürürler.
«Evet bu gönül hoşluğu hali Hazreti Peygamberde de hasıl oldu,» diyene sorarım: «O halde
niçin ulu Peygambere uymuyorsun? O büyük kerem sahibi, müjdeleyici ve korku verici eşsiz
Peygamberin, o parlak hakikat ışığının izinden niçin yürümüyorsun?»
Eğer burada Allah velilerinden biri olsaydı, onun veliliği hiç şüphe götürmez bir şekilde
dürüst olurdu. Bu Filaneddin ki, onun veliliği henüz açıklanmamıştır; o, dış görünüşü, zahiri
korur. Ben o Fılaneddin'in arkasından mı yürüyeyim? Buna selâm bile vermem.
Bundan sonra yüzünü Mevlânâ Selâhaddin Zerkub'a çevirdi. «Nasıl konuşuyorum?» dedi.
Mevlânâ Selâhaddin, «Hüküm senindir, her ne söylersen bizden bir cevap ve itiraz yoktur»
dedi. Bir halet de yoktur. O köşecikte bir kervansarayda idim. öteki sordu; «Tekkeye
gelmiyor musun?» «Ben kendimi tekkeye lâyık görmüyorum,» dedim ve bilmiyorum. Tekkeyi
öyle insanlar için yapmışlardır ki, onların pişmekten ve iş görmekten pervası yoktur. Onların
zamanları değerlidir. Ama ona yetişemezler. Ben onlardan değilim. «Peki, medreseye
gelmez misin?» dediler. Ben tartışmaya gireceklerden de değilim. Söz arasında onları
anlayabilsem de bahse ve tartışmaya girişmek bana yaraşmaz. Çünkü kendi dilimle
konuşursam bana gülerler, «Kâfirdir,» derler, beni küfürle damgalarlar. Ben garibim, garibin
yeri de kervansaraydır.
Kapıyı açmak için anahtar istiyorsun. Anahtarı hırsızlara mı vermelidir? Hırsızlarla dostluk
etmenin hoş olacağına inanıyor musun? Kendine güvenen evi hırsızlara bırakır; mertçe ve
uyanık davranır; ancak evi gözetler. Zındıklarla yoldaşlık hoştur. Çünkü onlar zındık
olduklarını bilirler. Muhammed Güyanî, mümin kişidir. O, kendi imanı ile doludur. Ama
bendeki feragat onda yoktur. Eğer söz ona kalırsa, bütün ömrü bo yunca ve kıyamete
kadar ona yeter. Hattâ kıyamette de, Sırat köprüsünde de, tâ Hakka kavuşuncaya kadar.
Eğer bu onda kalmazsa, onun sözü kendi aslına döner. Bu söz de kendi yerine gider. Nasıl
ki, bir adamı bekçiler yakalamışlar. Adamcağız kendi kendine der ki: «Eğer beni döverlerse
buna dayanamam, bir şeyimi alırlarsa iş daha berbat olur.» Dervişten bir pul almak onu
öldürmek demektir. Adamcağız bekçilere der ki: «Ben sizi, elli kişinin toplandığı bir meclise
götüreyim. isteyeceğinizi onlardan isteyin. «Bekçiler de, «Bu adam doğru söylüyor. Bize bu
dervişten ne fayda gelir?» derler. Sonra, «Gel göster o adamları nerede?» derler. O ana


kadar bekçilerin tutsağı olan derviş, bu sefer onları tutsak eder. Onlarla önce dost olur,
evinin kapısına kadar götürür. «Siz burada oturun, ben gideyim de onları göreyim, ama hiç
bir şey konuşmayın. Eğer ses çıkarırsanız onlar şüphelenirler; acaba ne konuşuyorlar diye
ürkerler» der. Adam içeri girer, bütün pencereleri ve kapıyı kapadıktan sonra, dama çıkar,
oturur. Bakar ki hiç gitmiyorlar, aşağıda bekliyorlar, aşağıya seslenir: «Söylediğim adamları
bulamadım.» Bekçiler, kızgın: «Alçak adam bize yapacağını yaptın, biz de sana
yapacağımızı yaparız,» derler. Adam cevap verir: «Artık başınızı duvara vurun. Ben evime
geldim. İster o tarafa gidin, ister bu tarafa!»
(M. 34) Söz dinlemeye kabiliyetli kimse bulunmazsa, o söz geldiği yere gider, başını
damdan aşağı sarkıtan o dervişin dediği gibi olur. Sözü dinleyen başkalarının sözünü de
dinlemeye kabiliyetli olduğunu söylerse; o, söz söylemekten de, dinlemekten de acizdir.
Acizlerin sözü bizim sözümüze uymaz, öyle istiyoruz ki bize, bilgisizlik yönünden karşılık
vermesin!
Halka, kurtuluş ve müjde sözleri boş geliyor; on lara cehennemliklerin sözü daha tatlı geliyor.
Bir söz ki, onda kurtuluş müjdesi vardır, onların hoşuna gitmiyor. Halbuki kurtuluş
doğruluktadır. Şüphesiz ki, bize cehennemi öyle anlatıyorlar ki, dinleyenlerin korkudan ödleri
patlasın.
Fatıma (Allah ondan hoşnut olsun) bilgin değildi ama zahide idi; kullukta ileri bir hatundu. Sık
sık Peygamberden cehennemi sorar, ondan bilgi edinmek isterdi. Adamın biri her güreştiği
pehlivana yenilirdi. Bir Yahudi bile onu fırlatır, yere atardı. Bir gün Al-lahtan olacak ki, bir
zavallıyı yere vurdu. Bu, biçarenin biriydi. Bir tesadüfle oradan geçiyordu, ömründe hiç
kimseyle dövüşmemişti. Yalancı pehlivan, bu zavallıyı yere vurunca dayanamadı, hemen
yerinden sıçradı, adamcağızın gırtlağına yapıştı. «Ben onu öldüreceğim,» dedi. Sordular,
«Bu adam sana ne yaptı ki?» dediler ve ilâve ettiler: «Sen her nerede güreş tuttunsa bütün
cihan seni yendi. O zavallı çaresiz kaldı diye onu niçin öldürüyorsun?» «Hayır, öldüreceğim
onu,» dedi. «Ama niçin öldürüyorsun?» «Ben, bütün ömrümde ancak bir adamı yere
vurdum. Onu niçin öldürmeyeyim?» Nihayet Padişaha gittiler. Çünkü Padişahın ona
teveccühü vardı. «Allahaşkına, şu miskinin başım şu adamın elinden kurtar,» dediler.
Padişah, «Onu bana getirin!» dedi. Adamı getirdiler. «Kendisinden yüz dinar al da onu
bırak,» dedi. Pehlivan, cevap verdi: «Bu adamın her azası bin dinar değer.» «Bugün kaç
azası var?» dediler. Şu cevabı verdi: «Niyaz yolundan giden adamın değeri belli olmaz.»
Çünkü insanoğlunda iki sıfat vardır. Biri niyazdır ki bu sıfattan umutlan! Bekle ki, muradın
çehresi sana görünsün. İkinci sıfat da niyazsızlıktır. Niyazsızlıktan ne umarsın? Niyazın sonu
nedir? Niyazsızı bulmak. Arayanın sonu nedir? Aranılanı yakalamak. Aranılanın sonu nedir?
Arayanı anlamak. Biri dedi ki: «Ben kâfirim!» Sen müslümansın! Müslümanlık kâfirde de
vardır. Ama âlemde kâfir nerede? Ona secde edeyim. «Ben kâfirim,» de ki, sana buseler
vereyim. Bunlar beni tanımıyorlar. Şu halde bu âlemde kime tapıyorlar? «Bana burhan
göster!» diyorsun. Benden burhan ve delil istiyorlar; burhandan Hakkı arıyorlar, ama Haktan
burhan istemiyorlar. Sen nasılsın? Bu söz hoşuna gitti mi? «Hoşum,» diyorsan daima hoş
kal! Mertlik odur ki, başkalarını hoş etsin. Bir adam da vardır ki, kendi nefsini hoş eder. Evet
Allah kulları hep kendilerini hoş edebilirler. Ama başkalarım hoş etmek Allahnın işidir.
Diyorlar ki: Bize Mevlânâ Şemseddin'den gönül açıklığı gelmiyor. Benden gönül açıklığı
istiyen ancak bir Mecusîdir. O beni bulur ve benden gönül hoşluğu arar. Sen o Mecusî


değilsin. Müslümansın, müminsin. Müslüman insanı incitmez, ayıpları örter. Meselâ bir
keşiş, bir Müslümanı öldürse; senin evine sığınarak, kendisini arayanlardan kaçtığını
söylese ve «Ben ancak sığınacak yer olarak seni buldum. Beni koru!» dese, ona karşı,
«Müslüman, Müslümanı (M. 35) öldürse bile aman verilmez,» demezsin; ancak onu
korursun. Ola ki, o da Müslümanlığa heves eder. Sen gerçi Müslümansın fakat bu
kadarcıkla yetinme, daha da Müslüman ol! Her Müslümanın bir zındığı, her zındığın da bir
Müslümanı olmak gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var? Lezzet küfürdedir. Bazan
Müslümandan hiç bir Müslümanlık nişanı ve yolu bulamazsın. Ama bir zındıktan,
Müslümanlık yolu bulursun. «Aranılanın son merhalesi arayandır,» demişlerdir. Ama ondan
daha yüksek bir söz söylemek gerekir. Ancak onlar bizim konuşma tarzımızı bilmezler.
Başları döner.
Bütün bu söylediklerimizle beraber, mürit, yani hak yolunun yolcusu olgunlaşmadıkça
hevasına uymaktan kurtulamaz. Şeyhin gözünden uzak olmak onun için uygun düşmez.
Çünkü soğuk bir nefes onu o anda soğutur; bir ejderhanın nefesi gibi öldürücü bir zehir olur.
Her neye değerse karartır. Ama mürit, bir kere olgunlaştı mı, onun şeyhinden ayrı düşmesi
zarar vermez.
«Uzun gecelerde Allahyı teşbih et,» buyuruldu. Yani, mürit ile mürşit arasına perde girince o
gece demektir. Mademki karanlık başlamıştır, gerektirki bu zamanlarda onu ciddi olarak
anasın ve o perdenin aradan kalkması için çalışasın. Ne zaman karanlık artar ve mürşit
sana çirkin görünürse, ona yaklaşmaya daha çok çalış. Gam çekme, tasalanma,
umutsuzluğa düşme! Karanlığın uzamasından, uzun gecelerden sonra aydınlık günler başlar.
«Bir adam dinini kuvvetlendirirse belâsı da artar. Dinini incelten, zayıflatan adamın da belâsı
hafifler,» derler. Nasıl ki, Emir Kabus da: «Yücelikler, ancak çekilen zahmetler ölçüsünde
elde edilir,» demiştir. Hicap ve perde olmadığı zamanlarda, o zevk ve nur kendiliğinden
harekete geçer. Her ne bulursa, Ulu Allahnın kutlu kitabında buyurduğu, «Ona ruhumdan
üfledim,» nüktesinin aydınlığı ile bulur. Yani ona perdelenmek ve yabancılık yüzünden öyle
bir hal gelir fei, halden habersiz olur ve nefsini idare etmek yolunu tutar. O sevgiden ve
aydınlık âleminden söz açamaz. Her ne kadar nefsini başka türlü göstermek istese de. Sen
kendini aptal yerine koy, çünkü, «Cennetlik kulların bir çoğu gafillerdendir,» buyurulmuştur.
Cehennemlik insanların çoğu da bu filozoflardan ve bilginlerdendir. Çünkü onların çok uyanık
ve akıllı olmaları, kendilerine perde olmuştur. O bilgi ve düşünce erlerinin her hayalinden, on
hayal doğar. Onlar Ye'cuc nesli gibi, ya yol yoktur derler, yahut da yolun uzak olduğunu
söylerler. Evet yol uzaktır ama bir kere yürümeye koyulunca son derece coşkunluk ve neşe
içinde yolun uzaklığı görünmez olur. Nasıl ki, «Cennet kötülüklerle çevrelenmiştir,»
buyuruldu. Cennet bahçesi çepeçevre dikenliktir. Ama burnumuza gelen cennet 'kokusu
sevgi-linin haberini âşıka ulaştırınca, o dikenlik pek hoş olur. Cenhennemin çepeçevre
dikenliği, hep gül ve reyhan kokar, ama burunlara ateş kokusu gelir.
O lâtif yol uygunsuz görünür. Eğer bu yolun hoşluğunu tefsir edecek olsam parlak düşmez.
Alaeddinoğlu sordu: «Hoşluk nedir?» Dedim ki: «Şimdi sizin yanınızda bir tanıtma
yapacağım.» «înşallah cennetlik olurum,» diye bağırdı. Dedim ki: «Benim karşımda inşallah
demek yoktur. Çoktan beri bana her şey malûm olmuştur. Hattâ malûm olmaktan da ileri
giderek, bana hal olmuştur.» Ama yeni çömez ki henüz yola çıkmıştır; o, sebeplere ve
işaretlere bağlanmıştır; ansızın gamlanır. Hoşa gitmeyen haberler duyarsa gevşer, sonra


ansızın ona bir gönül açıklığı, bir neşe gelir. Onun getirdiği müjde hoştur. Ona ne desen içi
coşar. Bunu o çömez için söylüyorum ki hararetlensin, çünkü o soğumuştu. Eğer bu pir onu
an-lasaydı bu yalancı şahitliği niçin yapardı? Ben görüyorum ki, onda coşkunluk yoktur.
Ateşi de bana erişmemiştir. Ola ki, o şeyh, bilgi eksikliğinden söylemiş olsun. O sanır ki,
çömez bu sözlerle coşar, hararetlenir. «Olabilir ki, o bundan ürkecektir,» diyecekler. Hak
yolcusu, (M. 36) «Bu imamlar, Kuran'ın zahiri manasını doğru söylemiyorlar. Çünkü Kuran'ın
zahiri manası da iman nuru ile bilinir, görünebilir. Yoksa neva ve heves ateşi ile değil.
Onlarda iman nuru olsaydı nasıl olur da binlerce para verir, kadılık ve mansıplar satın
alırlardı?» diyebilir.
Adamın biri bir etek altın vererek yılancıdan bir yılan satın alır. Ama öyle zehirsiz
yılanlardan değil, belki zehir saçan bir dağ yılanı. Kadılıktan ve mansıptan, mevkiden kaçan
kimse Allah için kaçar. Başka sebepten değil, iman nuru dolayısiyle kaçar. Yılanı anlayan
dostu da onu tanır.
Şiir:
Hazret! Kuran'ın gelini, ancak iman ülkesinin savaştan
Korunmuş olduğunu görürse peçesini açar.
Bu nükteyi söyleyen adam, pek ergin bir adam olmalı. Kendinden söylediği o söz, Allah
kelâmıdır. Allah kelâmı da tam ve kâmil olur. Henüz olgunlaşmamış olan üzümü güneş ile
bulut arasında korumak gerektir. Tâ ki, kavrulmasın, ama olgunlaşınca ona güneşten hiç bir
zarar gelmez. İyice tatlılaşıncaya kadar bağ bekçisi onu kıştan korur. Ama iyice
olgunlaşınca kar altında bile beslenir. Bu kemal mertebesine eren kimse de Allah nuruna
batmış, Hakkın lezzetiyle mest olmuştur. Ona kılavuzluk gerekmez. Çünkü sarhoştur;
başkalarını nasıl ayıltab'lir? Fakat bu sarhoşluğun ötesinde bir ayıklık vardır. Nasıl ki önce
de anlatmıştık. Bu ayıklığa erişen kimselerin lütfü kahırdan üstün olur. Ama mest olup da o
ayıklığa eremeyen-lerin lütfü kahrıyle beraberdir. Fakat onun benliği hep iyilikle dolu olunca
bu takdirde lütfü galip olur.
Peygambere, Cebrail ile de vahiy gelirdi, kalp yoluyla da. Velilere ancak bir yoldan gelir.
Nasıl ki Hazreti Peygamber, bu vahiy sırasında, «Aramıza, ne bir kitap sahibi peygamber,
ne de yakın meleklerden biri sokulabilir,» buyurmuştur.
Ben yolda söz söylemem. O Ermeni diyordu ki: «Ne mutlu o kimseye ki hep seninle
beraberdir.» Başka bir gün de başka bir kâfir diyordu ki: «Bu senin söylediğin söze göre,
bütün bu halk ve bizler hep öküz, eşek gibi dört ayaklı hayvanlardan sayılırız.» Allanın
Hazreti Ömerin lisaniyle söylediği gibi, denize düşen kimse yüzmek bilmezse, el ayak
oynatmazsa, aslan bile olsa deniz onun kuvvetini kırar ve öldürür. Deryanın âdeti, dirileri
batırmak ve öldürmektir. Ama boğulup öldükten sonra da onu üstüne çıkarır ve ona
hammallık eder. Şimdi önce onu öldürmesinde ve sonra da su üstüne çıkarmasında şu
nükteye işaret vardır: Yeryüzünde yürüyen bir ölüyü görmek istiyen varsa, Ebubekr-i
Sıddık'a baksın. Kara topraktan filizlenmiş, güzel, cana can katan bir su ile beslenmiştir. O
deniz, Allanın kullarından bir kuldur. Eğer bütün bunlar senin için olağan şeyler değilse,
bazıları sence olağan şeylerdendir. Bugün, bu saatte olmasa bile gelecek bir zamanda
olacaktır. Benim vücudum öyle bir kimyadır ki, bakır üzerine dökmeye hacet yoktur. Bakırın
önünde benimle beraberdir, hep altın olur. Kimyanın kemali de böyle olmalıdır.
Allahın öyle kulları vardır ki, bir kimsenin iyilik tarafına yöneldiğini görünce onun iyi olacağına


hükmederler. Birinin sırtında hırka, başında külah görünce de, onun yoldan çıktığına karar
verirler. Başka bir (M. 37) zümre de vardır ki, onlar Allahm celâl sıfatının nuru ile bakarlar.
Bedir çenginden gitmişler, renk ve kokularını kaybetmişlerdir. O birinin hırkasını soyarsan,
cehenneme yaraşır. Cehennem ondan utanç duymaz. Sonra aba altında gizlenmiş bir adam
vardır ki, abasını çıkaracak olsan, cennete lâyık bir adam görürsün. Eğer bir kimse
mihrapta namaza durmuş, fakat kafası dünya işleri ile meşgul ise, meyhanede zina eden
adamın yaptığı iş onun işinden farksızdır. Zina edenlere dosdoğru sopa atarlar. Bunlar
tövbe ederlerse, «Allah onların kötülüklerini iyi amellerle değiştirir.» (Fürkan sûresi, 70) Ama
iş böyle olunca, gıybet eden kimse riyazatla hafifleşerek havada uçsa bile kurtulamaz. Eğer
bir kimsede, hem iyilik libası hem de manevî olgunluk olursa o zaman nur üstünde nur olur.
Senin gönlünde kendimi evvelce gördüğüm gibi göremiyorum. Allah gönlünde bizi şirin
göstersin, dua edelim. Dostlara da tavsiye edelim ki, dua etsinler. Bundan sonra işimiz bu
olacaktır. Öğüt vermek mümkün olmayınca, elimizi duaya kaldıralım. «Selâm sana,
Allahdan senin için mağfiret dileyeceğim,» (Meryem sûresi), buyurulmadı mı? Hazreti
İbrahim'in babası oğlunu azarladı. «Bana bir daha böyle öğütler vermeye kalkışma. Eğer bu
öğüt verme sevdasından geri durmazsan, seni taşlattırırım,» dedi.
Ariflerin sözünü söyledim. O derviş der ki: «Biz her vakit ariflere âşığız.» O halde, «Maruf
ve maşuk kimdir?» dedim. «Bugün maşuk sensin,» dedi. «O halde, maşuk üzerine hüküm
erişmez,» dedim. «Sen nasıl hükmediyorsun?» Cevap verdi: «Ben hükmü manen falan
üzerine verdim, sana değil.» «Öyle ama, bir gün sen demiyor muydun ki, ben onun üzerinde
bir tüy bile değildim,» dedim. «Evet orası öyledir. Ama bu daima beni sorguya çekiyor,»
dedi. Her kim tyizim dostumuz olduysa, gerektir ki daha önce yaptığından fazla ibadet etsin.
Ama sohbet için söylemiyorum. Sadakanın en makbulü başkaları görmeden verilendir. En az
sadaka da, başkalarının görebileceği şekilde verilmiş olandır. Çünkü veren derhal onu
kıskanır. Şeyhin yaptığı iş, sayılmış ceviz gibi hesaplıdır. Elbet-de fayda verir ve şaşmaz.
Bazıları da bu işleri yapar, lar ama bir faydasını göremezler ve kusuru şeyhe yükletirler.
Kendiliklerinden bir iş yaparlar, sanırlar ki kendilerine havale edilen işi daha çabuk
başarırlar. Halbuki o çabuk başarılacak işi, yüz fersah uzaklaştırmış olurlar. Bir yavaş
davranış ve aldırış etmemek, o işin başlangıcında gösterilecek bir ihmal, yüz fırsatın elden
gitmesine sebep olur. Çocuk, çocukluk ettiğini bilseydi bunu asla yapmazdı.
Şiir:
Mademki nefsini bilmekte herkes gafil,
Ne olurdu bilseydim kimlerdir cahil!
Şiir:
Diyelim ki, şüpheden kurtuldun en sonunda,
Taptığın şüphe putu yerinde durmaktadır!
Kendini başkalarından üstün gören, bundan hoşlanan kimse, tıpkı, «Ölen filan kadın,
teneşirde gülüyordu,» diyen zavallıya benzer. O filan kadının kendisine güldüğüne
hükmeder ama bilmez ki orası gülecek yer değildir. Ben sana «Bir emir verdim niçin
yapmadın?» diye sordum. Bana dedi ki: «Ben mazeretimi söyledim.» Ben o mazereti kabul
etmedim, iki yüzlülük ettim, îçimden gelen bir ses bana diyordu ki, «Benim söylediğim
şeyleri yapmış olsaydın ıstıraptan kurtulurdun.» Gerçi biz seni bu âlemde o elemlerden
kurtarsaydık hoşuna giderdi. Ama öteki âleme yarın zevk ve neşe ile gitmene nasıl yardım


edebilirdik? Herkes orada kendi ıstırabı ile kapıda kalır.
(M. 38) Şeyh, vaiz ederken biri diyordu ki: «Bu ne öğütlerdir? Mimberden bir kaç terane
söyler, bir kaç curcuna çalar, ama kendi nefsine hiç öğüt vermez. Niçin kendi çocuklarına
bunu anlatmıyor? Böyle yapsaydı onlar da böyle olmazlardı. Hâşâ karısına niçin bir şey
söyleyemiyor.» Şeyhlik feragattir. Vaiz da, Hakkın, Hak ehli kişilerin şefaatine işaret etme li.
O zaman Şeyhin vaızda söylediği sözler, taşa bile tesir eder. Hekime deseler ki: «Şu
hastayı tedavi ediyorsun, ama daha önce niçin ölen babanı ve oğlunu tedavi etmedin?»
Hazreti Muhammed'e (Allahnın selât ve selâmı üzerine olsun), dediler ki: «Niçin amcan
Ebulehebi o sapkınlık zindanından aydınlığa çıkaramadın?» Şöyle buyurdular: «Hastalıklar
vardır ki tedavisi mümkün değildir. Hekimin böyle bir hastayla boşuna uğraşması cehalet
olur.» Hastalıklar da vardır ki, derman ve tedavi kabul eder. Onu ihmal etmek de
merhametsizlik olur.
Çiftçinin biri toprağa birşeyler ekiyordu. Ona,. «Niçin evinin bitişiğindeki yerleri ekmiyorsun?»
dediler. «Orası çoraktır, ekin ekilmeye lâyık değildir,» dedi. Benim o sözlerimin de hiç bir
ziyanı yoktur, belki faydası vardır. Ama hangi fayda? Bir âlemde ki,, bir zümre ondan
mahrum değildir. Nil nehrinin suyu bir gün Kıptiye kan görünürse, bundan Nil suyunun
ne suçu var? Davut Peygamberinin tatlı sesi anlamayanın hoşuna gitmez, ona çirkin gelirse,
bundan o sesin değerine bir eksiklik gelir mi?        Şiir:
Güneşin ışığına bir zarar gelir mi hiç! Göremezse ne çıkar kör Yahudinin gözü?
Eğer bugün benim sözlerim hoşuna gitmiyorsa, bu halden sakın, sözlerime saygı göster ki
sen de saygı göres:n! îman ve itikattan kendinde bulunduğunu iddia ettiğin şeyleri
kuvvetlendirmiş olasın. Kendi görüşüne ve babalarının görüşüne tanıklık etmiş olasın. Önce
yapmış olduğun hizmetler, göstermiş olduğun saygılar hep körlüktendi. Başkalarını da
yoldan çıka rıyordun; aksine olarak edepsizlik ediyordun. Beni kötülüyor, düşürüyordun. Bu
suretle kendini de düşürmüş oldun. Çünkü körlüğüne ve tembelliğine tanıklık etmiş
oluyordun ki, düşkünlüğün, alçalmanın netice-.si budur.
Onu niçin bu kadar yükseltiyorlar? Ben şundan korkuyorum ki, bu saatte sen ayrılık
eleminden gafil, şefkat gölgesinde hoşça uyumaktasın. Öyle bir hareket yapıyorsun ki,
şefkat sona ersin. Sonra da bu hali rüyada görüyorsun, ama Şeyhi görmüyorsun. Çünkü
Şeyhi görmek onun isteği olmadan mümkün değildir; ne rüyada, ne de uyanıkken onu
göremezsin. Nihayet çürük bir umut kalır sende. Yani bütün umulacak şeylerden uzak kuru
bir umut. Nasıl ki bir adam Allahnın kendisine bir çocuk vermesini umar, çünkü genç bir
erkektir; genç bir kadını vardır. Ama sen o umudu bu umutla nasıl karşılaştırabilirsin? Bu ilk
zavallının umutsuzluğu, Şeyhin kendisine karşı beslediği şefkatin arkası kesilmesinden ileri
gelmiştir. Yazıklar olsun o hastaya ki, işi Yâsin'e kalmıştır. Yani •o Şeyhten, ancak
kendisiyle nifak üzere olmasından, ikiyüzlü konuşmasından, yumuşak ve tatlı sözler
söylemesinden zevk duyar; bundan hoşlanır. Halbuki, korkunun bu noktada olduğunu bilmez.
Ama padişahın hiddet ve şiddetle kendisine sert sözler söylemesinden korkusu yoktur. Eğer
böyle sözler söylerse, o Padişahlığa yaraşan bir konuşma tarzıdır.
Şiir:
Aslanın dişlerini açık gördüğün zaman
Sakın gülüyor sanma sana, o korkunç aslandır.
(M. 39) Sen şahlardan ancak onların ikramlarını gördüğün zaman kork. Rüyada bir söz


konuşuyorum. :Şeyh, onları birer birer bana anlatıyor. Yine de Şeyhi gerçeklemiyorlar. Ne
sözünde, ne işinde ona inanmak istemiyorlar. Sebep açıktır, şefkatin kesilmesidir. Acaba
hangi maksatla onu gerçeklemiyorlar? O maksadı bir avcunun içine koysun, Şeyhten
umduğu şeyi de öteki avcunun içine. Sonra bir kıyaslama yapsın! Hangisi hangisinden daha
değerlidir? Şeyhin zevk dolu bir âlemi vardır. O daima meşguldür. Müridin son haliyle
meşgul olmaz mı? Böyle bir hayat içinde bu uygunluktan, bu şefkatten daha fazla ne
yapılabilir? Bu, tıpkı içlerinden biri bir Mecusî kızına âşık olan on sofunun hikâyesine benzer.
Âşık, bütün gününü sevgilisinin çevresinde dolanarak geçirir, tapınakta, her yerde onu
kovalardı. Mecusî kızı bir gün sordu: «Sen benim etrafımda niçin dolaşıyorsun?» Âşık halini
anlattı. Sevgilisi dedi ki: «Biz kendi milletimizden başkalarını bir ejderha gibi görürüz,
onlardan daima kaçınırız. Benim sana lâyık olacağıma nasıl umutlanabilirsin?» Âşık çaresiz
kaldı. Çarçabuk arkadaşlarının yanına gitti, onlara veda edecekti. «Hayırdır inşallah, bu ne
hal?» dediler. Derviş hikâyeyi anlattı, «Artık gidiyorum,» dedi. «Bir zünnâr satın alayım,
belime bağlıyayım.» Arkadaşlar, hep birden, «Biz de bunu uygun görüyoruz. On tane zünnâr
alalım, hepimiz birden belimize bağlayalım. Nihayet bizler ayrı ayn vücutlarda tek bir ruh
değil miyiz?» dediler. Mecusî kızı bunları görünce birlikte gelmelerinin sebebini sordu.
Bunlar hikâyeyi anlattılar ve dediler ki: «Bizim aramızda birlik ve beraberlik vardır.» Mecusî
kızının gönlüne bir ateş düştü, kendi zünnârını koparıp attı, onlara dedi ki: «Ben o toplumun
kuluyum. Çünkü aralarında böyle bir vefa ve bağlantı vardır. Ben bu vefayı hiç bir millette
görmedim.» Kızın babası ve yakınları toplandılar, onu kınamaya başladılar. «Sen so filerin
büyüsüne kapılarak nasıl kendi dinini yıkıyorsun?» dediler. Kız cevap verdi: «Benim
gördüğümü siz de görseydiniz! Nice yüzlerce insan bunların âşığı olmaz mı?»
Her kimin aslında mutluluk varsa öğüt ona cila verir, onu aydınlatır. Her kimde mutsuzluk
varsa, öğüt sözleri onu karartır. Aynasındaki pasları artırır. O öyle aynalardandır ki
cilâlandıkça pası artar. Ancak onun zannına göre:
Şiir:
Ey can bana bir görün bitmeden son nefesim,
İşimi çabuk bitir, artık kesilsin sesim!
Bir âşık gerektir ki, bu sırrı onunla birlikte öğrenelim. O diyordu ki: «O gün kuyuya bir taş
attım. Aksaray yolunun başına, o kervansarayın yanına gittik. Hatırlıyor musun?» «Ben çok
iyi hatırlarım. Söylediklerini onlara helâl ettim. Maksat sen idin, benim onlarla ne işim var?»


Misafire iki kere ikram etmek gerek, ikinci defa, gitmek zamanında. Yani bu sonuncu ikram,
önce ettiğin ikramın, bundan sonra da sonuna kadar devam edeceğini gösterir. Tövbe
edersin ama acaba senin her gün tövbe etmek âdetin var mı?
Kardeşi ahlâksız olan adamın hikâyesi gariptir. Bu adamı her gün kötü bir iş üzerinde
yakalarlar, şehrin etrafını dolaştırır, kardeşinin eşeğinin yükünü indirerek onu eşeğe ters
bindirirlermiş. Kardeşi nihayet dayanamamış. Bir gün, «Kardeşim, madem ki sen daima bu
kötülükte sebat edeceksin artık sana bir eşek satın almak gerektir,» demiş. Şimdi, bizimle
büyükler arasındaki fark şudur ki, bizim içimiz ne ise dışımız da odur. Allah bana
yabancılarla geçinebilmek için sabır ve tahammül vermiştir. Ama dost ile düşüp kalkmak (M.
40) daha uygun olur. Bir kimse belirli bir yoldan bir 'kazanç elde ederse o yola sıkı sarılır,
işinde şaşıran kimsenin de bir ip ucu yakalaması iyi olur. Yani hemen tecrübe edilmiş yolu
tutar ve arkadaşlarıyle dürüst geçinir. Yoldaşlarını bilgisiz ve aptal görmez ve öyle bir zanda
bulunmaz.
Rebap üstadı Ebubekr, Cuha'nın şöhretini duymuştu. Bir gün her ikisi de birbirlerini gördüler
ama tanıyamadılar. Her ikisi de bir adamın eşeğini, elbisesini, kesesini çalmışlardı. Malı
çalınan adam, sıkıntısından boynuna bir tabla astı. «Beni soydular!» diye sızlanıyordu. Bu
tablayı da çaldılar. Böylece her ikisi de birbirleriyle yoldaş oldular. Sanatlarını karşılıklı
olarak birbirlerine gösterdiler. Her ne zaman biri bir elçabukluğu gösterse, öteki de aynı
yankesiciliği ve elçabukluğunu gösterir ve arkadaşının hünerine karşı daha üstün gelirdi.
Nihayet bir gün biri ötekine sordu: «Yahu sen kimsin? Bu kadar elçabuk-luğıınu nereden
öğrendin?» «Ben Cuha'ymı,» dedi. Öteki, «Yaa! O halde doğru söylüyorsun!» Böylece
gönül ehli iki derviş yoldaş olurlar. Bunlardan biri ötekine daima saygı gösterir. Çünkü
emellerine bu yoldan erişmiştir, öteki onun ne söylediğini bilir ve ona çok cefa eder. Çünkü
mutluluk yolunun cefaya dayanmak olduğunu bilir. O mutluluk yolunu Güneş yuvarlağından
daha aydın görür ve bilir. Cefadan kaçan insan bir kör gramerciye benzer. Kör gramerci bir
gün bir pislik çukuruna düşer. Biri yanına gelir, «Ver elini,» diye seslenir. Bu hitap gramer
kurallarına uygun olmadığı için gramerci kızar, «Geç!» der, «Sen bizlerden değilsin.» Başka
biri gelir, o da aynı şekilde, «Elini uzat!» der. Gramerci onu da aynı sözlerle savar. Böylece
bir sözcükteki gramer bozukluğunu o kadar dik katle gören adam, düştüğü pislik çukurunu
göremez. Bütün gece sabaha kadar o berbat yerde çöplükler içinde bekler de kimsenin elini
tutmaz. Gündüz olunca biri karşısına çıkar. «Ey Eba Ömer sen pislik içine düşmüşsün!»
der. Gramerci, «öyleyse tut şu elimi, sen bizlerdensin,» der. Ama adamın kuvveti yetmez;
ötekinin eline yapışınca her ikisi birden çukuru boylarlar. Üçüncü bir adam, o sese kulak
verir. «Bu ses filanın sesine benziyor,» der. Hakikatte onun sesini bilmez. Öteki de uyuşma
yolunu tutar ama uyuşmanın ne olduğunu bilmez. Nasıl ki yine bir gramerci, şarkıcıdan bir
nağme dinler elbisesini parçalar, nağralar atar. Halk etrafına toplanır. Orada bulunan
kimselerle beraber kadı bu halden hayret ederler. «Bu adam böyle adamlardan değil,»
derler. Zavallı şarkıcı da zanneder ki sesi adamın hoşuna gidiyor. Şarkısını tekrar eder.
Gramerci yine nağralar atar, halka işaret eder, «Dinleyin ey Müslümanlar!» der. Halk, «Ona
ga-yıp âleminden sesler geliyor, bize onu anlatmak, bizi uyandırmak istiyor,» diye düşünür.
Geç vakitlere kadar bu hali seyrederler. Gramerci üstünü başını parçalamış, öteye beriye
savurmuş, çırılçıplak bir haldedir. (M. 41) Herkes etrafına toplanır, üzerine sular ve gülsuyu
serperler. Biraz sakinleşince, kadı adamın elinden tutar, halvete çeker, ona, «Canım başım


hakkı için doğru söylüyorsun. Sana bu aşk ve neşe hali nereden geldi?» der. Adam cevap
ver?r: ««Nasıl aklım başımdan gitmez ki! Nuh devrinden, ibrahim Peygamber zamanından
Hazreti Muhammed'in kutlu çağına kadar Fi edatı isimleri cer eder, esreyle okunur. Halbuki
bu şarkıcı harfi-cerden sonra gelen kelimeyi üstün okudu.» Şimdi, herkes, bozuk bir maksat
uğruna bu kadar gayret sarfedeceğine, var kuvvetini ebediyet ülkesini kazanmak uğruna,
hakikat yolunda har casa onun zevki ne büyük olur. O kuvvet bir serma> yedir. Nasıl ki bir
kimse muhtaç olmadığı bir şeyi satın alırsa sonunda muhtaç olduğu şeyleri satmak zorunda
kalır. Birinin gözünde biraz sulanma vardı, toz kaçmıştı. Aman şu gözüme bir ilâç koyun
diyordu. Herkes, «Bizim işimiz var, eski pabuçlara pamuk mu tıkayacağız,» diye geçip
gidiyorlardı. Ey hoca! O köhne yırtık pabuçları bir zaman hamamda giyerdim, benim dileğim
budur. Demiyorlar ki, o dilek aşikârdır. Vaizin biri halka öğüt verirken onlan evlenmeye teşvik
ediyor, bu konuda birtakım hadisler de anlatıyordu. Kadınlara da mimberin önüne giderek
koca istemeleri için ayrıca
teşvikte bulunuyor, hatta evli erkekleri arabuluculuğa, çöpçatanlığa davet ediyor, bu babta
hayli hadisler naklediyordu. Kalabalık arasından biri kalktı. «Sofu vaktine bağlı bir insandır,
ben garip bir adamım. Bana bir kadın gerektir ki, evleneyim,» dedi. Vaiz yüzünü kadınlar
tarafına çevirdi. «Ey avratlar, aranızda bu adamı isteyen var mı?» dedi. «Vardır,» dediler.
Kadının biri ayağa kalktı, «Ben varım,» dedi. «O halde ileri yürü buraya gel!» dedi. Kadın
mimberin önüne yürüdü. Vaiz, «Şu halde aç yüzünü! Çünkü evlenmeden önce bir kere
yüzünü görmek Peygamberin sünnetidir,» dedi. Kadın yüzünü açtı. Vaiz erkeğe dönerek,
«Bak yüzüne delikanlı!» dedi. Genç, «Evet gördüm,» dedi. «Nasıl beğendin mi?» diye
sordu. «Beğendim!» Vaiz tekrar kadına dönerek, «Ey hatun kişi! Dünyalıktan neyin var?»
Kadın cevap verdi: «Bir eşekciğim var, su taşır. Değirmene buğday götürür, odun taşır; ben
de ondan aldığım paralarla geçinirim.» Vaiz, «Ama, bu delikanlı kişizade bir gence benziyor.
Onurludur. Eşek sürücülüğü yapamaz,» dedi. Tekrar kadınlara döndü: «Daha başka istekli
var mı?» «Var!» dediler. O da evvelki gibi ileri yürüdü, yüzünü açtı. Delikanlı, «Beğendim!»
dedi. «Pekâlâ senin neyin var?» Kadın, «Bir öküzüm var, kâh su çeker, kâh çift sürer, kâh
dolap çevirir; onun kazancıyle geçinirim.» dedi. Vaiz, «Bu delikanlı onurludur, öküz çobanlığı
yapmak ona yaraşmaz,» dedi ve devam etti: «Daha başka isteklisi yok mu?» «Var,»
dediler. «O halde kendini göstersin.» Üçüncü bir kadın göründü. Vaiz sordu: «Çeyizden
neyin var?» «Bir bağım var,» dedi. Vaiz delikanlıya döndü: «Artık bunlardan birini seçmek
sana düşer,» dedi. «Hangisi daha uygun ise onu kabul et.» Delikanlı kulağının dibini
kaşımaya başladı. Vaiz, «Ama, çabuk kararını ver, hangisini istiyorsun?» dedi. Delikanlı şu
cevabı verdi: «Hocam ben istiyorum ki eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ yolunu
tutayım.» «Evet doğru ama, sen de o kadar nazenin bir şey değilsin ki, her üçünü birden
kafese koyasın!» dedi vaiz.
Hak yolunun yolcusu bir sofî yıllarca çileler doldurur, şeyhine ve başkalarına hizmet eder.
Fakat umut bulutunun yağış vakti henüz gelmemiştir.
Şiir:
Her işin belirli vakti gelip çalmadıkça,
Dostların sana yâr olmasından bir fayda göremezsin!
İhtiyarlık ve umutsuzluk günleri gelip çattıktan sonra, bir gün mezarlıktan (M. 42 )dışarı
çıkmıştı. Eski umutlarını hatırladı ve çok ağladı. Başının altına bir kerpiç koyarak uykuya


daldı. O uykuda sofinin işi tamam olmuş, muradına ermişti. Hemen kalktı kerpici Öptü,
başına koydu, onu her nereye gitse daima beraberinde taşımaya başladı. Misafirlikte,
mescitte, ayakyolunda, hamamda, kırda, semâ âyininde, pazarda, hulâsa her yerde
yanından ayırmadı. O lâtif ve arık derviş bütün gün o kerpici saklardı. Sordular: «Bunu niçin
bir köşeye bırakmıyor, yanında saklıyorsun?» Sofî şu cevabı verdi: «Bu mezarda da
benimle beraber kalacak. Çünkü ben bir şey kaybetmiştim. Yıllar yılı umutsuz kalmış,
beklemiştim. Tekrar umutlarıma kavuşmuş, fakat tekrar umutsuzluğa uğramış ve böylece
yüzlerce binlerce bu kararsızlık içinde çırpınmıştım. Bir gün başımı bu kerpiç üstüne
koydum ve beklediğimi buldum. Nasıl ki Hazreti Peygamber, «Her kimin kendisine uğur
getiren bir şeyi varsa onu yanından ayırmasın» buyurmuştur. Her ne kadar, «Beni ara sıra
ziyaret et ki, sevgi artsın,» anlamında bir hadis daha vardır. Ama biliyoruz ki, bu hadis Eba
hüreyre hakkında ve onun gibiler için buyurulmuştur. Çünkü bunlar Peygamberin sohbetinde
edep dışına çıkmışlar, onların nazarları Hazreti Peygamberi bıktıracak bir hale gelmişti.
Ama bu hadisi bilhassa Hazreti Ebubekr hakkında buyurmadılar. Çünkü onu gazalarda bile
yanından ayırmak istemezler, onun gazayla meşgul olmasını arzu buyurmazlardı. Bir gün bir
harp sırasında, kâfirler tarafından bir cenkçi pehlivan meydana atıldı. Müslümanlar ona
karşı çıkmak istemediler. Hiç kimse buna cesaret edemiyordu. Sordular: «Sebep nedir?
Âyette buyurulduğu gibi, sağlam duvarlara benzeyen îslâm fedaileri, serdengeçtiler, ölümü
dileyenler nerede kaldı? Şairlerin kafiyeyi, hastanın ilâcı, mahpusun hürriyeti ve mektep
çocuklarının tatil gününü aradığı gibi şerefli ölümü arayan o fedailer nerede? Bu korku ve
çekingenliğin sebebi nedir? Bunlar kimden çekiniyorlar?» Cevap verdiler: «Bu can
korkusundan değil, ancak meydana fırlayan o pehlivan, Ebubekr'in gözbebeği oğludur.
Müslüman gaziler onun karşısına çıkmaktan utanç duyuyorlar da ondan.» Bu söz Ebubekr'in
kulağına vardığı sırada o, Hazreti Muhammed'le taht üzerinde birlikte oturuyorlardı.
Uzaktaki gürültünün sebebini sordular. «Senin oğlun hamle etmiştir,» dediler. Ebubekr,
derhal yerinden fırladı meydana doğru yürüdü. Oğlu babasının yüzünü görünce hemen geri
çekildi. Hazreti Ebubekr de geri döndü. Hazreti Peygamber mübarek ellerini Ebubekr'in
omuzuna koydular ve buyurdular ki: «Ya Sıddık! Nefsini bizim için sakla!» Yani, senin
nefsinin sana göre değeri yok ama bizim için büyük bir kıymeti vardır. Onu sen biz'm için
koru. Sen hiç harbe girme, gazada dışarı çıkma, bizim sahbeti-mizden ayrılma. Hazreti
Peygamber nasıl olur da  Ebubekr'e «Beni arasıra ziyaret et,» der? Gaza, öteki  müminler
hakkında farzdır ama Ebubekr
hakkında günahtır. Ebrar için iyilik sayılan ameller, mukarrebin yani Allahya yakın erenler
için günah sayılır. Kale, bir âsinin eline geçince onu harap etmek vacip olur. Yıkanlara da
kaftan giydirmek gerekir. O kaleyi onarmak ( o sırada) hıyanet ve günah olur. Fakat kale,
âsiden alınıp da Padişahın bayrakları gelince, artık kaleyi yıkmak ve harap etmek için
sebep kalmaz. O zaman böyle bir hareket hıyanet olur, hatta kaleyi yeni baştan onarmak
farz olur; bir nevi ibadet ve vatan hizmeti olur,
Şiir:
Zabitliğin düzeni, teşbih ile, din ile, mabetledir.
Zünnâr, küfür ve meyhane de aşkın sağlamlığını gösterir.
İman küfür, küfür de iman olmadıkça,
Hakkın bir kulu, hakkıyle müslüman   olamaz.


(M. 43) Söz ustalarının yanında, söz söylemek edebe uygun değildir. Ancak belirli bir
düşünceyi anlatmak için olursa bir şey denemez. Nasıl ki parayı sarrafa götürürler, «Kalp
akça varsa onlan ayır,» derler. Ama eğer sarraf âşık ise, konuşanın dostu veya müridi ise,
(dostun çirkinlikleri güzel göründüğü için) kalp parası geçer akçe gibi gelir. «Sevenin gözü
kör, kulağı sağır olur,» derler. İşte dost da, konuşanın tatlı sözlerine âşık olur. Buna cevap
olarak deriz ki: Bütün âşıklar böyle olmaz, her âşık çirkini güzel görmez. Âşıklar vardır ki,
her şeyi olduğu gibi görürler. Çünkü onlar hakkın nuru ile görürler. Nasıl ki, «Müminler
Allahın nuru ile bakarlar,» buyurulmuştur. O mutlu âşıklar asla başka âşıkları kınamazlar.
Nasıl ki Hazreti İbrahim, «Ben, batan, kaybolan şeyleri sevmiyorum,» demişti.
Şiir:
Gelip  geçici    güzelliklere  erenlerin gönül   bağlaması imkânsızdır.
Âlemde görünen her bozukluk, hep halkın biribiri-ni taklit etmek suretiyle inanmasından,
yahut taklit ile inkâr etmesinden doğar. Bir azize bir elem erişir. Bilmezler ki, o ancak taklit
yoluyla aziz olmuştur. Onu takdir etmekle bir an için pek hararetli, diğer bir anda da pek
soğuktur.
Mısra:
Taklit ehlini müslüman saymak nasıl olur?
Ona nasıl olur da bir elem ve ıstırap erişir? O kendi nefsinde azizin azizidir. Âlemin viran
olmasına sebep olur. Nasıl ki Kuran'da «Rablerinin Peygamberine isyan ettiklerinden, onları
şiddetli azap ile alıp helak etti,» (Elhâkka sûresi, 10) buyurulmuştur. Bu iyi ama şu da var ki
bir kimse önce inanmış olsa bile taklit onu şüphe perdesine götürür. Nihayet perdeyi
kaldırır, O itikattan vaz geçinceye kadar kalkan perdeler çoğalır ve o itikadı öldürür. Ama
onun niçin öl düğünü açık söylemez ki, halkın kendi hakkındaki zannı değişmesin. Onun
yeterliğine karşı beslediği güven eksilmesin. Dedi ki: «Eğer bunu açıklamazsa bu, halkı
sapkınlığa düşürmek olur.» Yine dedi ki: «Nasıl açıklayabilir; onun kendine güveni
kalmamıştır, îhlas ehli odur ki, itikadımı öldürdüm diye işi açıklasa da bunu yorumlar,
açıklamasa da.»
Dervişin biri şöyle dedi: «Görüyorsun ki, geçen geçti. Mademki mecliste söze başlıyorsun
bu ne gevelemektir? Görüyorsun ki salah, dürüstlük ancak senin dışındadır, içinde değil;
yoksa benim dostum olurdun. Eğer bu makama baş koysaydın. Bu makam Öyle bir Allah
erinin makamıdır ki, onun milleti ve onun yolu bütün milletlerin ve yolların en iyisidir.»
Yahudiye sorsan ki: «Hıristiyan mı iyidir, yoksa Müslüman mı?» Muhakkak, «Müslüman
iyidir,» der. Bu soruyu Hırıstiyana da sorsan o da aynı cevabı verir. Bunları öğrenmek şu
sebeple gerekir ki, senin doğru inançlı millet hakkındaki itikadını artırır. Bu da onun için iyi
bir talihtir. Kuran'da «Herkes su içeceği yeri bildi,» (Bakara sûresi, 60) Duyurulmuştur.
Şiir:
Dosta erişmek için durmadan koşuyorum,
Ömrüm sona yaklaştı ben hâlâ uykudayım. Diyelim ki kavuştum nihayet sevgiliye Ya o
geçen günleri ben nerede bulayım?
Hakka giden yol şu iki ihtimalin dışında değildir: Bu da, ya iç âlemini geliştirmek yoludur ki,
nebilerle velîler bu yoldan yürümüşlerdir. Yahut da ilim tahsili yoludur. Bu yol da mücahade
ve tasfiye yolu yani cehaletle savaş, kötülüklerden içini temizleme yoludur. Bu iki yoldan geri
kalanların yeri cehennemden başka neresi olabilir?


Kuran'da, «Sizin yaratılmanız, tekrar dirilmeniz, bir nefsi yaratmak ve diri kılmak gibidir.
Allah işitir ve görür,» (Lokman sûresi, 28) buyuruluyor. Bu nüktenin benzeri, hadislerde de
var: «Müminler tek bir vücut gibidir,» buyurulmuştur.
Peygamberlerin, ümmetleri hak yoluna çağırmaları, onlara karşı, «Ey yabancı kişi! Surette
sen benden bir parçasın, bundan niçin haberin yok? (M. 44) Ey parça gel, bütünden
habersiz yaşama! Bunu anla ve bana yaklaş, benimle tanış,» demektir. Ama onlar derler ki:
«Hayır, kendimi öldürürüm de yine sana yaklaşmam, seninle kaynaşmam.» Hülâsa o açık
halvetlerde ne kadar ileri gitse hayâl gücü de o kadar artar bir çok hayâller görür, ileride
oturur. Bu uyarlık yolunda ne kadar ileri giderlerse hakikat hakikat üstüne, tecelli tecelli
üstüne gelir. Sordular: «Televvün (değişiklik) bu mudur ki, bir saat ibadetle meşgulüz, bir
saat de yiyip içmekle? O, nefsin riyazatıdır. Bu da nefsin terbiyesi.» «Hayır, bu nebiler ve
velîler içindir,» dedi. Kalktı ve dedi ki: «Nebiler ve velîler yemek yerken de ibadet halinde
ruhlarını terbiye ederler. Nefislerini değil. Nasıl ki, cenkte geri çekilmek ileri atılmak içindir,
derler. Bunda bir uygunsuzluk yoktur. Sen kendini onların kötülükleri hakkında bir zanna
kaptırma! Çünkü onlarda kötülük olsaydı işte ve ibadette, hal ve keşif hususunda bir
fenalıkları görülürdü. İnsaf et ki insaf seni bir mertebeye eriştirsin. Sağlığı korumak, sağlık
aramaktan; günahtan korunmak da tövbe istemekten daha kolaydır.»
Bir hastalığa tutulduğun zaman hele perhizi ter-kettikten sonra sabır yolunu tutarsın. «Niçin
bu kadarcık sabretmedim?» diye kendi kendine söylenirsin. O, zaman bu kadarcık sabrın
neye yarar? «Bizim için sefer etmek gerekmez,» diyebilirsen bu kendi işin ve kendi
maslahatın içindir, îş bu yaptığımız yolculuk meselesine varınca hoş olur. Çünkü ben sana
bu yolculuğu buyurmak niyetinde değildim. Bunu kendi kendime yapayım, sizin işinizi yoluna
koymak için yola çıkayım, dedim. Çünkü ayrılık ayrılık içinde pişer, yani denilebilir ki, o
kadar emirler, nehiyler ne oluyor? Niçin yapmadım, bu ayrılık meşakkati karşısında o kolay
şeyi niçin düşünmedim? Söylediğim sözlerde nifak, ikiyüzlülük yapıyordum. Her iki tarafın da
hatırlarını koruyor, muamma söylüyordum. Halbuki açık konuşmak gerektir. Bu işin ne
değeri var. Ben senin işin için elli sefer yolculuk yapayım. Yapacağım yolculuklar da sırf
senin işini yoluna koymak içindir. Yoksa benim için ne fark var? Rum ülkesinden Şam'a
gideyim, yahut Kabe'de veya istanbul'da olayım, aynı şeydir. Ancak şu vardır ki, ayrılık
insanı pişirir, düzeltir. Bu gün düzelmiş ve pişmiş olarak kavuşmak mı daha iyidir, yoksa hep
ayrılıktan pişmek mi? Kavuşma halinde pişmiş olan kimse, gözünü nereye açar? Her yerde
dışarda kalan kimse, artık perdeye nasıl yol bulabilir? O daima perde içinde oturanlara
benzer mi? Söylediğin şeylerden âşığın tarifini ve şahitliğini dinlemezler. Çünkü, aşkın
özelliği şuradadır id, ona karşı ayıplar hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır
olur, derler. Bu mümkün müdür ki, insan hem âşık olsun hem de onda görüş ve ayırma
kuvveti yerinde kalsın? Dediler ki: «Biz aşktan bunu istemiyoruz ki insan tamamiyle
kendinden geçmiş ve mağlup düşmüş olsun.» Ben de dedim ki: «îmkâna karşı durmak
mümkün değildir. Bu meselede metotcula-rın fikirlerini söyleyeyim ki, bunlar, iki kaziye ve üç
bölümdür. Biri vacip'tir ki, hakkın kendi âlemi ve sıfatlarıdır, ikincisi muhal, yani
imkânsızlıktır, iki zıddın birleşememesi gibi. Üçüncüsü caiz, yani olanak halidir ki her iki
tarafa yönelebilir'. Olabilir de, olamaz da. Bu üçüncü bölüme giren herkes, kurtuluşa erer.
Nasıl ki, Âdem'in dışarı atıldığı cennet, yükseklerde bir ormanın başında ve yerin
üzerindeydi. Ama bu cennet, müminlere vâdolunan ve feleklerin en yüksek noktasından


nişan veren cennet değildir.
Ona dedim ki: «Sen bana hep felsefeden bahsettiğimi söylüyorsun. Bir kere felsefeye
başlayan sensin.» Köylünün biri tarlada çift sürüyordu. Çift demiri bir engele takıldı. Öküzler
yürümeye imkân bulamayınca köylü öküzü dövmeye başladı. Ama yürütmek mümkün
olmadı, öküzler yüzükoyun düştüler, övendi-re yarasından perişan bir hale geldiler. Çiftçi
demirin takıldığı yeri bir daha yokladı, bir kaç taş çıkarınca demiri gördü. Meğer büyük bir
güğümün kulpuna takılmış. Demirin ucunu yakaladı, ama bir türlü yerinden çıkaramadı. Her
ne kadar onu yerinden kaldırmak ve kımıldatmak istediyse de bunu bir türlü başaramadı.
Adama dedim ki: «Madem ki demiri yerinden çıkaramıyorsun bari bir yolunu bul da başını
kopar!» Her ne kadar çabaladı ise de bir şey yapmak mümkün olamadı. «Acaba bu bir
çapul mudur? içinde gümüş para saklı bir define midir?» diye
söyleniyordu. Ama adamın hayali altın tarafına hiç işlemiyordu. Çünkü köylü idi. Nihayet
demiri kopardı: Güğümün içi altın dolu idi. Bir avuç para çıkardı. Sevinçle avucunda tutarak
baktı: «Vallah ki altındır,» dedi.
Köylü o zamana kadar düşüncesiz, gamsız bir adamdı. Çiftini sürüyor, bir iş yapıyordu.
Ama o saatten sonra âlemin hayalleri, sevdalan başına toplandı. Nasıl edeyim de bu işi
başarayım diye düşünmeye başladı. Filân yere mi yoksa doğruca Padişaha mı götüreyim
diye bir takım kuruntularla uğraşırken, o sırada, uzakta pek sıkıntılı bir halde avdan
dönmekte olan Padişahı gördü; paraları teslim etmek için bağırmaya başladı. Bu sesi işiten
iki çavuş koşarak geldikleri sırada köylü, önce verdiği karardan pişman olmuştu. Adamlar,
«Bizi niçin çağırdın?» diye sordular. «Bari bir su ver de içelim!» dediler. Köylü, «Şehrin,
yolunu sormak için çağırdım sizi,» dedi. Çünkü onlar gelinceye kadar evvelki fikrinden vaz
geçmişti. Sıkıntısını onlara açıklayamamıştı. Adamlar gülerek, «Şehrin yolunu bizden mi
soruyorsun? îşte şehrin yolu şu taraftadır,» dediler. Yolu işaret ettikten sonra geçip gittiler.
Çavuşlar uzaklaşınca köylü yine pişman oldu. Bu sefer gerçekten bir daha çağırdı.
Çavuşlar, «Ne istiyorsun?» diye tekrar geldiler. Fakat köylü yine pişman olmuştu.
«Göstermiş olduğunuz şehir yolunu unuttum da tekrar sorayım dedim; bu tarafta mı, yoksa
şu tarafta mı?» dedi.
Çavuşlardan biri köylüyü dövmek istedi, öteki elini tuttu. Tekrar dönerek Padişahın yanına
gittiler, oturdular. Fakat birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Köylünün saçma sözlerinden bir
şey anlayamamışlardı. Halbuki Padişah, çok öfkeliydi. Çavuşların her ikisinin de
öldürülmesini emretti. İçlerinden çok yumuşak huylu biri Padişahtan aman diledi: «Ey cihan
şahı! Bir kere ferman buyur ki bu gülüşmemizin sebebini sorsunlar. Allah aşkına bizi
dinleyin!» dedi. Hikâyeyi olduğu gibi anlattılar. Padişah, «Eğer doğru ise gidin köylüyü
buraya getirin,» dedi. Çavuşlar koştular, köylü bunları görünce korktu. «Yallah bunlar bana
doğru geliyorlar,» dedi. Çavuşlar, «Haydi! Padişah seni istiyor,» dediler. Köylü kendi
kendine, «Yahu, parasız olursun bir dert, paralı olursun bir dert. Ama altına kavuşup da
derdin olmak daha iyi!» dedi. Bence parasız dert daha iyidir, çünkü can korkusu yoktur. Bu
söz bir hikâyeden meydana çıktı. Bu insanlarla şakadan konuşmak, ciddî konuşmaktan daha
uygun olur. Gerçi büyüklüğü belli olan kimsenin kendine göre bir âlemi ve bir veliliği vardır.
Şiir:
Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,
Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.


(M. 46) Böyle bir adam şaka yaparsa bildiklere onun şakasından bir heybet gelir. Ama ciddî
sözden o kadar heybet gelmez. Şüphe yok ki şakada o derece sertlik ve korkutma olmazsa
daha hoş olur.
Bir köylü ile alaya başladılar, adamı çırıl çıplak soydular ki, elbisesini satsınlar. Onu ahmak
yerine koyarak, çamaşırlarını ortaya attılar. Fütüvvet ehli büyüklerden her birinin, Âdem
Peygambere varıncaya kadar fütüvvetleri nasıl oldu? diye sordular. Fütüvvet, Âdeme
gelince nasıl oldu? ibrahim'e gelince nasıl oldu? Müminler ulusu Ali'ye gelince nasıl oldu?
Her biri kendi ölçüsünde bir şey söyledi. Sıra bana gelince ne kadar ısrar ettilerse bir şey
söylemedim. Söylemiyordum. Orada bir derviş vardı, başını önüne eğdi, hiç konuşmuyordu,
içimden onunla konuşmak arzusu geldi bana. Dedim ki: cÂdemoğlu gerektir ki ömründe bir
kere bir günah işlesin ve bütün ömrü boyunca onun pişmanlığını çeksin. Babasının
geleneğine uyarak, Allahdan mağfiret dilesin. Babasına benzeyen zulmetmez,» dedim ve
Âdem'in günahını ve onun özür dileyerek tövbe etmesini anlattım. Bana sordular: «İnnâ
Fetahnâ' sûresinin indirilmesindeki sebep ne idi?» Dedim ki: «'Benimle ve sizinle ne
yapacaklarını bilemem,' anlamındaki âyet indiği vakit onlar bu âyetin zahir mânasından
başka bir mânası daha olduğunu anlayamadılar. Şu suretle söylenmeye baş laddar. Dediler
ki: «Yüzünüzü öyle birine çevirin ki o kendisinin ve kavminin ne işe yaradığını bilmiş olsun.
İşte bunun üzerine Fetih sûresi indirildi.» Tekrar sordular: «Bu onlara nasıl bir cevap oldu?»
«Sözün gelişi böyle olur,» dedim. Sözü geçen âyetteki 'bilmiyorum' sözünde cehalet veya
şaşkınlık yoktur. Belki şu mânaya gelir: Acaba bana Padişah ne kaftan giydirecek veya
hangi mülkü bağışlayacak? Bir daha sordular: «Bu sözde de yine bir şüphemiz var,»
dediler1. «Onun gibi bir zatın kendisine nasıl bir hilat giydirileceğim bilememesi bir noksan
değil mi? Mademki ona bazı kaftanlar, ihsanlar verilmiştir kalanını nasıl olur da bilemez?
Çünkü az çoğu gösterir.» «Bu, bilgisizlik değildir,» dedim. Belki, o ihsanın büyüklüğünü ve
sonsuzluğunu belirtmek içindir. Nasıl ki başka bir yerde de, «Bilir misin? Geçit nedir?»
(Beled sûresi, 12) ve ayrıca, «Bilir misin din günü (Kıyamet günü) nedir?» buyurulmuştur.
Bu sözün hakikati onlara erişmez, ancak mânası erişir ki onların renkleri başkalaş-sm.
İnsanın değişmesinde bir sebep vardır. Her ne zaman onlara anlatmak için sözü tekrarlasan,
hakkında kötü düşünürler. «Sermayesizlikten, sözlerini tekrarlar durur,» dediler. Onlara
dedim ki: «Bu ancak
sizin sermayesizliğinizdendir yoksa benim sözlerim çok iyidir, ama size anlatmak zordur. Yüz
kere de söylesem her defasında başka bir mânâ anlaşılır ve o asıl mânâ böylece el
değmemiş bir mânâ olur.» îşte bu diyordu ki: «Söz meydanı çok geniştir.» Ona cevap
vermek istedim ve dedim ki: «Belki mânâ alanı çok geniştir ama söz alanı çok dardır.»
Onunla ancak nifak yönünden konuşuyorum. Şu sebeple ki, nifakı da bilmediğini anlasın!
Ona, «Bu sözü başka bir kulakla dinle,» dedim. «Şeyhlerin sözlerini işitmiş olan kulakla
dinleme! Bu sözün konuşulduğu yerde Bayezid-i Bistamî'nin ve onun, 'Kendimi takdis ederim,
sânım ne yücedir!' gibi sözlerinin ne yeri var?»
(M. 47) Müslümanın biri bir gâvur kızına gönül verdi; yalvardı yakardı. Gâvur kızı, «Ben
kâfirim, sen müslümansın, bu olmaz; benim dinime gir,» dedi. Adam gâvur oldu bundan
sonra ona kâfir yahut Müslüman kâfir dediler. Bunun tersine olarak bir kâfir de, ay gibi güzel
bir müslüman kızına âşık olmuştu. Kız, «Eğer benimle evlenmek istersen Müslüman ol,»
dedi. Adam Müslüman oldu. Ona her kim, «Müslüman değildir,» derse kâfir olur, yani ona,


«Bu kâfirdir,» diyen kâfir olur. Ondan niçin bahseder?
Bu gün dünya, güzel bir dilberdir. Kâfir, Allahyı görünce âşık oldu, Müslüman oldu, ahiret
oldu. Şeytanını, Müslüman etti. «Hayırlı mal hayırlı insana yaraşır,» sözü gerçeklendi.
Nefis, yavaş yavaş müslüman olayım, der; artık iyi insan olayım, der. Bu, çilenin ve arıklık
yolu aramanın tam kendisidir. O arıklaş-mıştır, başka çaresi yoktur, artık yaltaklanmaya
başlamıştır. Nasıl ki hadisde Nefsi Mutmainne'nin yani ha-kikata kanmış olan nefsin Nefsi
Levvame'den yani kendini kınayan nefisten daha hayırlı ve daha aziz olduğu buyurulmuştur.
Şu halde Allah, niçin Nefsi Lev-vame üzerine yemin ediyor? Ve «Kendini ayıplayan nefisle
yemin ederim,» (Beled sûresi, 2) buyuruyor da daha yüce olan Nefsi Mutmainne ile ant
içmiyor? Onu bahis konusu etmek istemiyor, son derece gizli tutuyor. Nasıl ki, biri şöyle der:
«Ey şah ayağının toprağı hakkı için!» Eğer onun cam aziz ise başka bir cevap söylenir.
Nasıl ki şu, «Allah dilediğini rahmetine idhal eder, zalimlere de elemli azap hazırlamıştır,»
(Dehir sûresi, 31) anlamındaki âyetin tefsirinde, o Şeyh, Tebriz'de diyordu ki: «Bunu
cenazenin önünde ne diye söylerler?
“Ben ölmeyen o diri Allahı kutlarım. Onlar zannederler ki yüce Allah adına söylüyorlar.
Halbuki Allah öyle bir ulu Allahtır ki, onun adını ölümle birlikte anarlar ve ölüye hitap ederler.”
Yani öyle diri yaşayın ve öyle diri ölün ki, bir daha ölmeyesiniz! Gün ışığı parladığı zaman
aramızı birleştirir. Hangi nimet vardır ki, zamane onu bulandırmasın? Şeyh diyordu ki:
«Müslümanlık gerektir Müslümanlık!» Halbuki kendisinin hiç de Müslümanlıktan haberi
yoktu. Müslümanlığın dış yüzünü bile bilmiyordu. Diyorlar ki: Filânın sözü serttir. Bir ay, iki
ay, arka arkaya onun sözlerini dinlerler ama bir koku alamazlar. Hele bir takım başı boş
sözler' de söyler o. Allah bana öyle büyük bir şey vermiştir, yahut Allahtan öyle büyük bir
şey bulmuşum ki, bunu bilmiyorlar. Ne önce gelenler, ne de sonuncular bunu anlayabildiler.
Halbuki biz diyoruz ki, Allah bize pek az bir şey vermiştir. Buna delil de gösteriyoruz. O,
Mevlânâ'ya diyor ki: «Ben, seni seviyorum; başkalarını da senin hatırın için seviyorum.»
Buna, Mecnun'un şu şiirini tanık getiriyor:
Şiir:
Onu sevdiğim için bütün   karaları seviyorum,
Onun sevgisi ile kara köpekleri bile seviyorum.
Bunu, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'den başkaları için mi söylüyorsun? Eğer beni onun için
seviyorsan çok iyi olur, benim de hoşuma gider. Onu benim için seviyorsan, niçin,
«Sevilenlerin yanında sevilmeyenler de hoşa gider,» diyorsun? Bu böyledir. Sevgili razı
olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler'. (M. 48) Dedi ki: Dervişin birisinin bir
hırkası vardı. Bu hırka kendisiyle konuşurdu. O da, hırkasıy-la meşveretlerde bulunur, ona
sorular sorardı. O, Allahnın ilâhî kanunudur, dilerse insandan başkalarını da konuşturur.
Peygamberlerin mucizeleri tevatürle sabit olmuştur. Şimdi, sen ki insan oğlusun, nasıl olur
da sen de konuşmazsın? Dile gelmezsin? Ancak bütün sözlerin, bazı kocakarı hikâyeleri;
Arap şiirleri! Hep bu! Şimdi kendi sözlerin nerede?
«Bu, fakirlik icabıdır,» dedi. Fakirden üstün bir şeyh vardır, şeyhten üstün, kutup, kutuptan
önce de falan şey. Şunları söylemek istedim: «Sen, bu fakirlikten hiç kimseye bir şey
anlattın mı? Bu fakirlik mertebesi için o gafil şeyhlerden bir haber getirdin mi? Dünyanın en
büyüğü, âlemin ve Âdem'in ulusu Cenabı Peygamber, Âdem ve başkaları benim sancağımın
ardından yürürler, ben Arap ve Acemin en düzgün konuşan insanı olmakla iftihar ederim;


fakirlik mertebesinin benim için bir öğünç vesilesi olması ile de öğünürüm;' buyurmuştur. Sen
bu fakirlik mertebesinden ne bekliyorsun ki, onu bir şeyhden daha
geri bir sıraya atıyorsun?» Ama hiç bir şey söylemedim, onun cevabı da sadece susmak
oldu. Sonra dedi ki: «Eğer onlar diken gibi oldularsa içlerini ateşlemek lâzımdır.» «Nuh'a mı
uyacaksın, yoksa Mustafa'ya mı?» dedim. Çünkü Nuh Peygamber, «Yarabbi, yeryüzünde
kâfirlerden tek kişi bırakma!» (Nuh sûresi, 26) diye yalvardı. Hazreti Mustafa (S.A.) ise,
«Allahım ümmetimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» buyurdu. Bu çile dolduranlar
Musa'ya uyanlardır. Çünkü onlar Hazreti Huhammed'e uymaktan bir zevk duymazlar. Hâşâ,
belki de Muhammed'e uymayı şart bilmezler ise Musa'ya uymaktan da pek az zevk duyarlar
ve onun yolunu tutarlar. Diyorsun ki: «Veli tek bir insandır, daima onların nazarı
dünyayadır.» Yani onunla herkes beraber yürür, önünde ardında dolaşırlar. Nasıl ki,
bazıları Padişahın kapısını hor görürler, ona bayağı bir süvari gözüyle bakarlar. Ama ases
başının makamını daha yüce sayarlar.   Çünkü   önünde, arkasında değnekçileri vardır.
Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin (Allah Bereketini Ebedî Kılsın) 642 Senesi Cemaziyel - Ahir
Ayının Yirmi Altıncı Pazar Günü Sabahı Konya'ya Gelişi
Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima
kararlarından döneklik ettiğini göstermez. Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden
dışarı çıkmak ister; ayağına bir başkasının pabucu geçer ve bu pabucun bir tarafı yırtılır.
Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez. Burada, özür dilemek
gerçektir. Çünkü karanlık vardır. Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu
koruması lâzımdır. Nasıl ki, köylüler dürüst insanlardır. Sofuların âdetleri gereğince herkes
kendi yemeğini ayrı yer. Yemek yerken aralarında bir haksızlık olmasın, sıkılganlık
yüzünden kimse aç kalmasın diye, hep teker teker" yerler.
Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti. Herkes kendi azığının başına oturup
yemeye başladı. Bu arada ansızın bir Türk atlısı çıkageldi. Türkler cesur, konusever ve
'kaynaşık insanlardır. Bunlara sordu: «Niçin ayrı ayrı yiyorsunuz? Niçin ekmeklerinizi
beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?» Adamlar, «Bizim köyümüzün eski âdeti böyledir,»
dediler. Atlı kamçısını kaldırdı, «Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin
de! Çarçabuk yemeklerinizi toparlayın, birlikte yiyin,» dedi. Yolcular korkularından onun
dediği gibi yaptılar, yola düştüler. Köyün ihtiyarı onların diliyle, «Eğer ekmeklerinizi birlikte
yedinizse, Allah kendi ekmeğim seçip yiyeni af etsin, ötekileri değil!» diyordu.
Bir zümre vardır M, seci'li, kafiyeli sözlere değer verirler. Hep öyle konuşurlar. Bir zümre,
hep şiir söylerler. Bir başkası da daima nesir söyler. Bunlardan her biri kelâm'ın bir
parçasını, bir dalım seçerler. Allah kelâmı ise küllî'dir, bütündür. Elini bütüne uzat ki, bütün
parçalar senin olsun. Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o zaman bütünün
elden gitmesi tehlikesi vardır.
(M. 49) Birinin evinin kapısında, bir ağaç peydan oldu, serpildi. Gerektir ki, ev sahibi ağacın
tamamını korusun; bütün dalları da onun olsun, gövdesi de. Ama eğer elini tek bir dala
atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar; o dalın kırılmasında tehlike vardır. Dal elden
giderse kök de gider.
Dedi ki: İblis'in mânası hadis yani sonradan meydana gelmiş değildir. Her ne kadar İblis'in
sureti hadis ise de, manası kadîm'dir. O dedi ki: «Bu küfürdür.» Öteki, «Hayır, küfür değil
bilâkis îslâmdır. Çünkü ben, İblis'in mânası kadim'dir sözü üzerine ne söyleyebilirim? Şunu


demek istiyorum ki, İblis'in varlığı ilâhî bilgide mevcuttu.» dedi. O dedi ki: «Hayır, ilâhî ilimde
senin vücudun da mevcut değildi. İlâhî bilgide ancak onun bir gün var olacağı malûm idi. Her
halde İblis'in mânası, onun yaratılmasından daha önce; onun suretinden evvel var idi.» Nasıl
ki, Âdem oğullarının ruhları da onların suretlerinden önce yaratılmıştır. Ruhlar toplanmış
ordulardır. Allah ruhlara hitaben, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (Araf sûresi, 172) diye
buyurdu. Onlar da, «Evet, Rabbimiz-sin,» dediler. Bu macera henüz ruhların birer kalıba
girmelerinden önce idi. Şimdi Hazreti Mustafa (S.A.) ne buyuruyor? «İblis, âdemoğullarının
damlarlarında dolaşır, damar içinde dolanan kan gibidir,» diyor. İblis sureti diye yaptıkları o
çirkin resim, insanın damar larında nasıl dolaşır? İblis'in insanoğlunun damarına girmesi reva
değildir. O, dervişin sözüne göre gelmez. Ama nihayet, konuşan derviş değildir. Bu
mahvolmuş bir derviştir. Söz öte baştan geliyor. Nasıl ki keçi derisini tulum (gayda)
yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan her ses artık senin sesindir; keçi sesi değildir.
Gerçi keçi derisinden çıkar ama, burada keçi aradan çıkmış, fâni olmuştur. Keçiden
çıkardığın sesin mânası da fâni olmuştur. Böylece o deriyi davul da yaparsın. Davul da
çalarsın ondan; yine bir sos çıkar. Halbuki, hayvan sağken bu deriye vursaydın ondan ancak
keçi sesi duyardın.
Beyit:
Bunu ancak akıllı kişi bilir,
Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?
Bu misâl zaruret yönünden söylendi. Çünkü kemâle ermiş olan derviş, Hakkın dilinden
konuşur. Bugün derviş sözüne nasıl itiraz olunur. O dedi ki: «Soruyu işitmemek ve sorudan
üzüntü duymak eksiklik olur.» Ona dedim ki: «Tam bir anlayışa sahip olan kimse bilir ki, bu
kemâle, Allah yönünden eksiklik gelmez. Eksiklik onun sabırsızlığından ileri gelir.» Nihayet,
bu 'lenterâni!' (Beni göremeyeceksin!) teranesi, Musa'nın sabırsızlığından ileri geldi. Biraz
daha ağır ve sabırlı davransaydı, hem sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu.
Cevabı dinlemesen ve gelmezse mânâ kime gelir? Sabır dinleyene kuvvet verir. Senin
bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap
söyleyesin. Bundan sonra yüz cevap söyler; o meclis de hoş olur. Dervişin gözü önünde o
meclisin hayali hoş geçmiştir. Onun o topluluğa karşı ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar;
yemişler verir. Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi, onun öğrenimi öte ta-
raftanmış. Allahnın lütfü ile öte tarafın öğretilmesi bu tarafa düştü. Bu taraf sözü ile ona
hangi çetin nükte ifade edilebilir? Allah, «Onu gözler kavrayamaz,» buyurdu ki, bu
umutsuzluk tarafıdır. Sonra da, «O gözleri kavrar,» buyurdu. Bu da tam umut yönüdür.
Görüşün hakikati Musa'ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu. «Kendini
bana göster,» dedi ve Allah diliyle cevap aldı: (M. 50) «Beni göremeyeceksin!» Yani böyle
(dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla göremezsin! Bu ifade inkârda mübalâğa ve
hayrettir. Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir haldesin. Daha nasıl diyorsun ki,
bana görün de, sana bakayım? Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir? Allahın
sevgilisi, onun konuştuğu Peygamberi ki, Kuran'ın birçok yeri onun zikriyle doludur. Nasıl ki,
bir kimse bir şeyi severse onu çok anar derler. Allah da Musa'ya beni göremeyeceksin
dedikten sonra, «Dağa bak!» dedi. O dağ, Musa'nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz
sebatı dolayısiyle Allah ona, «Dağ» dedi. Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün,
demektir. Bu, «Nefsini bilen Rabbini bilir», nüktesine de yakın bir sözdür. Nasıl ki, Musa da


kendine baktı, Allahsını gördü, onun varlığı belirince kendisi arada hiçleşmiş oldu. Yoksa
nasıl reva görebilirsin ki, Allah Musa gibi kendisiyle konuşan bir Peygamberin duasını
reddetsin de ona cansız bir dağı göstersin? Musa ondan sonra: «Yarabbi! Sana tövbe
ettim,» dedi. Yani seni göreyim derken içinde boğulduğum günahlardan ve seni görmek
istediğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.
Allah erlerinin uykuları, uyku değildir. Belki de uyanıklığın tanı kendisidir. Çünkü öyle şeyler
vardır ki, uyanıklıkta insana gösterilmez, inceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada
gösterilir ki ona takat getirilsin. İnsan Kâmil olunca da, ona artık perdesiz gösterirler. Biri
sordu: «Kuldan Allahsına giden yol ne kadarda?» Dedim ki: «Allahtan kula giden yol kadar.»
Buna otuz bin yıl da dense doğru olmaz çünkü sonu yoktur, ölçüsü yoktur. Ölçüsüz bir şeyi
ölçü ile ifade etmek, sonsuz bir şeyin sonundan bahsetmek imkânsızdır, bâtıl sözdür.
Sonsuz bir şeyin sonu belli olan şeyden daha uzak olduğunu bilmek de yersizdir. Bütün
bunlar sözün suret yönüdür. Sonsuzlukla ilgisi yoktur. Her nerede söz varsa, orada Allah
vardır. Söz, bilinen o belirli güne kadar uzayıp gidecektir. Derviş söze başlayınca itiraz
gerekmez ona. Evet kaide budur ki, medresede söylenilen her sözün, medresede öğrenilen
her düşüncenin bahse de, tartışmaya da faydası çoktur. Ama o söz bu faydadan bu
konudan uzaktır, bu bahisle ilgisi yoktur.
Adamın biri, bir dostuna Hint kılıcı getirmişti. Ona, «Bu Hint kılıcıdır,» dedi. Arkadaşı sordu:
«Hint kılıcı nasıl olur?» Beriki cevap verdi: «Her vurduğu şeyi iki parça eder.» Adamcağız
da ona şu karşılığı verdi: «Sofî vaktini kaçırmaz, onu tecrübe için şu dikili taşa bir vuralım,
sınayalım,» dedi ve hemen kılıcı getirdi, taşa vurdu. Ama tersine kılıç iki parça oldu.
Arkadaşına dönerek şöyle dedi: «Hani sen bu Hint kılıcının özelliği vurduğu her şeyi iki parça
etmektir diyordun?» Arkadaşı, «Evet, kılıç Hint kılıcı olmaya Hint !kılıcı idi ama taş ondan
daha hünerli imiş,» dedi. Musa, Firavundan daha kuvvetli idi. Firavun veli idi ama Musa
veliden daha üstündü. Dedi ki: «O halde onun sureti ne idi?»
Hazreti Muhammed (S. A.), «Ah kardeşlerimi ne kadar özledim!» buyurdu. Sahabe: «Ey
Allah resulü!» dediler. «Biz kardeşlerini mi arzuladın?» «Hayır, sizler benim dostlanmsınız,»
buyurdular. «Ama senin kardeşlerin, (senden önce) gelip geçmiş peygamberlerdir ki onlar
da şimdi dünyadan göçmüşlerdir,» dediler. Hazreti Peygamber, «Hayır, o kardeşlerimi de
istemiyorum, ancak benden sonra gelecek olan nazenin kulları (Allah velilerini) özledim,»
buyurdular.
Henüz erginlik çağına erişmek üzere idim ama tamamiyle erginleşmemişüm. Bu aşk
üzerinden otuz kırk gün geçtiği halde hiç bir şey yemek istemiyordum. Biri, Hemadan
şehrinde vaiz ediyordu: «Herkes Allahı, varlıklardan birine benzetiyor,»      diye eleştirmeye
girişmişti. Şehrin vaizi geldi, kürsüye    çıktı ve teşbih ile ilgili âyetleri sıralamaya başladı.
«Rahman Arş üzerine istila ve galebe ile hakim oldu.» (Tâhâ sûresi, 5); sonra yine «Allahın
sizi yere geçirmeye-ceğinden emin mis'hrz?» (Mülk sûresi, 16); daha sonra «Rabbın gelip
melekler sıra sıra dizildik de,» (Fecr sûresi, 22); ve yine «Üslerindeki Rablerinden
korkarlar.» (Nahil sûresi, 50) gibi âyetleri kürsünün önünde okumaya başladılar. Vaiz da
teşbih inancasına sapmış kimselerdendi. Bu âyetlerin manalarını teşbih yönünden
söylemeye başlamıştı. Hadisler de rivayet ediyordu: (M. 51) «Rabbınızı gece dolunayı
seyreder gibi göreceksiniz,» «Allah Ademi kendi sureti üzerine halk etti,» «Rabbimi kırmızı
bir elbise içinde gördüm» gibi çeşitli manalara gelen hadisleri gayet güzel anlatıyor, teşbih


yönünden manalarını söylüyordu. «Vay o kimselere ki, Allahyı bu sıfatları ile teşbih etmez
ve bu suretlerle bilmezler! Onlar ibadet etseler bile yine cehennemlik olurlar. Onların
ibadetleri kabul olunmaz,» diyordu. Bu bahs ile ilgili âyet ve hadisleri anlatırken, bir kısım
halk, Allahnın mutlak varlığını, onun mekânsızlığım da ileri sürerek sorular sordular. Vaizin
sözlerine itirazda bulundular. «Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir,» «Ona benzer
bir şey yoktur,» mealindeki âyetleri de hep benzetme yolu ile yorumladı ve bütün bunları hep
teşbih noktasında birleştirdi. Tenzih yani Allahyı noksan sıfatlardan arı bilmek hususunda
çekingen davrandı. Cemaat evlerine gittiler. Bunları çoluk çocuklarına anlattılar ve hepsine
şöyle tavsiye ettiler: «Allahı arş üzerinde biliniz, gayet güzel bir surette iki ayağını aşağı
sarkıtmış bir halde kürsüye oturmuş, şehir vaizinin dediği gibi melekler de arşın etrafını
çevrelemiştir. Her kim onda bu suretler yoktur derse onun imanı yoktur. Vay onun ölüsüne,
vay onun mezarına, vay onun son haline!» Bir hafta sonra garip bir Sünnî vaiz geldi. Hafızlar,
tenzih âyetlerini okudular. «Ona benzer bir şey yoktur, doğurmadı, doğrulmadı, semalar
onun eliyle durulmuştur,» mealindeki âyetlerin tefsirine başladı. Teşbihçilerin derisini yüzmek
gerektiğini söyledi. «Her kim teşbihten bahsederse kâfir olur, her kim suretten söz açarsa
cehennemden kurtulamaz. Allaha mekân isnad edenin vay dinine vay mezarına,» dedi.
Teşbihe benziyen âyetleri de hep tevil etti; birer birer yorumladı, o kadar cehennem tehdidi
yaptı ve korkuttu ki, her kim suretten söz açarsa onun ibadeti ibadet değildir, imanı iman
değildir, demeye getirdi. «Allanın, mekâna muhtaç olduğunu söyleyen zavallının vay haline!
Vay onun sözlerini dinliye nlere!» dedi.
Sünnî vaizin bu sözlerini işitenler çok korktular, üzgün bir halde evlerine döndüler. Bunlardan
biri evine geldiği zaman iftar bile etmedi, evin bir köşesine çekilerek başını bacakları arasına
aldı, çocuklar gibi ağlamaya başladı. Çoluk çocuk etrafına toplandı. Fakat bunları yanından
kovdu, bağırarak tersledi. "Çocuklar annelerinin yanına koştular. Kadıncağız adamın
karşısına oturdu. «Efendi hayırdır inşallah, yemek soğuyor, yemiyecek misin? Çocukları
dövüyorsun, beni kovuyorsun, nedir bu hal? Hep ağlıyorlar,» dedi. Adam, «Çekil karşımdan!
Artık bana ilâhî sesler gelmiyor, içime ateş düştü,» dedi. Kadın ona tekrar sordu:
«Kendisine umut bağladığın Allahyı mı bir tarafa bırakıyorsun? Bu ne haldir? Sen sabırlı bir
erkektin, şimdiye kadar başına bir çok çetin işler gelmişti hepsine sabrettin ve kolaylıkla
atlattın. Allahya bel bağladın; Allah da bütün o zorluklardan seni kurtardı, gönlünü hoş etti.
O geçen nimetlerin şükran borcu olarak bu günkü sıkıntılarını da yine Allahya havale et, işe
boş ver ki, üstüne rahmet yağdırsın.» Bu sözler üzerine adamın yüreği yumuşadı. «Ne
yapayım? Bizi âciz hale getirdiler, canımız boğazımıza geldi. Geçen hafta âlimin biri
tutturdu, Allahı arş üzerinde bileceksiniz, onu arş üstünde bilmeyen kâfirdir, ölürse kâfir
olarak ölür,' dedi. Bu hafta da başka bir âlim geldi, kürsüye çıktı, 'Her kim, Allahı arş
üzerinde bilir ve böyle bir şeyi hatırından geçirirse yani onu semada tasavvur ederse o
kimsenin ameli ve ibadeti kabul olunmaz. Çünkü Allah, mekândan münezzehdir,' dedi. Şimdi,
bu birbirini tutmayan sözler karşısında biz hangi tarafı tutalım? Nasıl yaşıyalım? Nasıl
öMim? Âciz 'kaldık!» Kadın dedi ki: «Hiç acizlik gösterme, şaşkınlık etme! Allah ister arş
üzerinde olsun, ister1 arştan uzak olsun, ister bir yerde (M. 52) otursun, ister yersiz olsun,
her nerede olursa olsun, yeter ki, ömrü uzun olsun, devleti sonsuz olsun. Sen kendi
dervişliğini düşün, dervişlik vazifeni yerine getir.»
Arap dilinde ant içmek için kullanılan harfler üçtür: Vav, Be, Te. Her üç harf ile ant içerim ki,


vallahi, billahi, tallahi, şu medreselerde tahsil görenler, hep bir mansıp sahibi olalım, bir
medrese elde edelim, derler, îyi duygularla hareket etmek gerekirse bunlar o derneklerde
bir yer tutmak için çabalarlar. Halbuki bunlara sormalı: Dünya lokması için ne diye ilim tahsil
edersin? Bu ip insanı o kuyudan çıkarmak içindir. Yoksa yapışıp da başka kuyulara inmek
için değil. Sen daima, acaba ben kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim,
nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu anda neredeyim, yüzümü nereye çevireyim?
Mevcut olmayanı anmak gıybet etmek demektir. Hazırda olanı anmak da yabancılıktır.
Şimdi zikreden, Allahı anan kimse, bu halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Eğer
gaip ise onu anan kimse gıybet etmiş olur, hazır ise ona yabancılık karıştırır. Nasıl ki,
Sultanın önünde oturan kimse, Sultan şöyle buyurdu veya Sultan şöyle yaptı, diye bilir. Ama
gıybet .ederse büyük günahlardandır. Yani gıybet, çirkinliği dolayısiyle başka günahlardan
ayrı sayılan dört büyük günahtan biridir. Sözü geçen dört büyük günahın başında gıybet
gelir. İkincisi bühtan (iftira), üçüncüsü kan gütme yani adam öldürme, dördüncüsü de
zulüm'dür. Bunları düşman taraf helâl etmedikçe azaptan kurtulma çaresi yoktur. Padişahın
gizli sırlar söyleştiği kimseye bu iltifat cismin gıdası sayılır. Ruh da, bizim nasibimiz henüz
erişmedi, diye bekler. Bu bizim nasibimiz
değildir, bu bizi bırakmaz, boğazımızdan yakalar. Biz nereye gidelim, nasıl kurtulalım? Bir
ayranın içine düşmüşüz ama öyle bir ayran ki, ucu bucağı yok. Bir kâse içinde değil ki bir
kenarı olsun. Ayrandan kurtulur, ykıe düşer; «O, baldır,» der. Her ne kadar kurtulmak için
kanat çırparsa da o kadar derine gider.
Ebû Necip (Allah onun ruhunu kutlasın), bir çetin iş dolayısiyle çileye girmişti. Bir kaç defa
rüya sında, bu çetin işin, o olmadan başaramayacağım yani, filan şeyhi görmesi gerektiğini
söylediler. «Onu ziyarete gideyim. Ama acaba kendisim nerede göreyim?» dedi. Bir ses
geldi: «Sen onu göremezsin?» «O halde ne yapayım?» Cevap geldi: «Çileden çık, camiye
gel, saflar arasında niyaz ve huzur içinde dolaş! Ola ki, o seni görür, onun gözüne ilişirsin.»
Şimdi Ebû Necibin hali böyle olunca, ben şeyhsiz kalsam bile, kalmamış olurum. Ettiğim o
muhalefet, başka bir itimat ile oldu, başka bir şeyi öğrenmiş oldum.
Adamın biri ölmüştü. Nevvahe (kiralık ağlayıcı) getirdiler. Ölü sahiplerinden sordu:
«Merhumun hünerlerini söyleyiniz. Bilgisi var mıydı?» «Hayır,» dediler. «Zâhid, âbid bir
adam mı idi?» «Hayır.» Nevvahe yüzünü kıbleye çevirerek tekrar sordu: «Fakire, fıkaraya,
yoksullara, bakış görüş eder mi idi?» «Hayır,» dediler. Hülâsa her ne sordu ise «hayır» dan
başka bir cevap alamadı. Sorduğu şeylerden de bir nişan bulamadı. Şöyle bir ezgi ile
ağlamaya başladı: «Ey şaşkın gelip şaşkın giden zavallı!»
Bir gün dervişler, tekkede semaı bir türlü tutturamıyorlardı. Şeyh dedi ki: «Aman dikkat
edin, bizim dervişler arasında bir yabancı var.» Etrafı yokladılar, «Hayır yabancı yok,»
dediler Şeyh tekrar etti: «O halde pabuçları yoklayınız.» «Evet, yabancı bir pabuç var,»
dediler, «öyle ise, o yabancı pabuçları dergâhtan dışarı atınız!» Dışarı attılar. Derhal semâ
âyini düzene girdi. Akıl dergâha kadar yol bulur, ama evin içinde yol çıkaramaz. Orada akıl
perdedir. Gönül perdedir, sır perdedir.
(M. 53) Adamın biri berbere: «Bıyıklarımdaki şu beyaz kılları ayıkla,» diyordu. Berber,
adamın bıyıklarında beyaz kılların siyahtan daha çok olduğunu gördü, önce sakalını
makasla keserek eline verdi ve «Artık bunu sen ayıkla! Çünkü benim işim var,» dedi.
Sen aslı yakala! Elbise, yiyecek, düşmandan korunma için seçtiğin şeyler nedir? Nasıl,


«Beni, hor görüyorlar, yahut filan bana yabancı geliyor,» dersin? Sen dalı budağı bırak da
asıl ve kök için ağla. Aslı düşünerek üzüntü duymaya bak! İnle, feryat et ki, o dal ve
budağın filizlendiğini, ayağına serpildiğini gö-resin. Bütün büyüklenmeler, ululuklar,
başkanlıklar, her fende başta gelen üstatlar, senin önünde başlarını yere koysunlar. Sen
onlara hiç dönüp bakma! O zaman, onları yanından kovsan bile artık gitmezler. Ama sen bu
dallara budaklara yapışırsan, aslı ve kökü elden kaçırırsın. Dallardan da bir şey elde
edemezsin.
İstiyorum ki öğütler vereyim, ama kaç kez öğüt verdimse bazıları bundan hoşlandılar,
bazıları da incindiler. Onların incinmeleri bana da sirayet etti ve beni içlendirdi. Dedim ki: Bir
yerdeki öğüt uygun düşmez, gerektir ki tekbir çekenlere, âcizlere duaya baş-lıyalım. Ta ki,
ses çıkarmadan buna yanaşsınlar. Her dalın arkasından ağlıyorsun. Nasıl ki, ayağıma
kapanan bir Ahî delikanlısı, ben, «Filanın peşinde bütün varlığımı kaybettim, her işten el
çektim,» dedi ve ilâve etti: «Artık umudum senin bir selâmındadır. Bunu söyle de tekrar
evime döneyim. Yahut da böylece bize bir nazar eyle.» Ona dedim ki: «Ben senin söylediğin
şeylerden hiç birini yapamam. Niçin onun gibi bin tanesi senin hizmet kemerini beline
bağlamasın.» «O halde ne yapayım?» dedi. Ben şu cevabı verdim: «Asılla beraber
olmalısın, herkesin aradığı aslı bulmalısın. Bütün asılların aslını, bütün üstatların üstadını
aramalısın! Ama bir gün çürük bir dal gibi elinde kalacak aslı değil. Onu aramakta bütün
gücünle çalışmalısın. Kalbine zahmet veren, seni gayeden uzaklaştıran her şeyi önemle
hesaba katasın. Eğer bunu elde etmeyi kolay sayarsan gaye senin nazarında hor görünür.»
Âyette, «Kör için güçlük yoktur, topala da güçlük yoktur,» (Fetih sûresi, 17) buyuruluyor.
Bunları isterse, öğüt, imanlı kimse içindir. Çünkü ona nisbetle hepsi kör ve topaldır. Çünkü
gören odur ve hoş yürüyüşlü olan da odur ki, Cebrail onun adımına yetişemez. Cebraile,
«Gel!» der. O da, «Hayır gelemem eğer bir parmak daha yaklaşırsam yanarım,» cevabını
verir (Miraç'daki rüyet ve müşahede'ye telmih ediliyor: Kabe' den (Kavseyn) sonra Ev
(Ednâ) mertebesinde, Cebrail. Hazreti Muhammed'i (S.A.) yalnız bırakmış, «Daha llert
gidemem çünkü kanatlarım yanar!» demişti. ). Gerçekten sağlam olan da odur. Dürüst renk
ve dürüst mizaç ordadır. Bundan dolayı kendisi söyler kendisi dinler, hiç kimseyle beraber
değildir.
Bu yorumlama nasıldır? Bizim cehennemimizde hep arifler, bilginler yanar. Bizim
cehennemimiz böyledir. Biri vardır ki, cehennem ondan feryat eder. O cehennem geldi diye
inler; cehennem de onu görünce, «Cehenneme geldi!» diye feryat eder. Cehennem
müminleri arzular ve ona, «Geç ey mümin, nurun ateşimi söndürecek!» der. Hikâye ederler
ki: Büyüklerden biri bir azizin mezarı başına gelir. Onun dünyadan gizlenmiş olduğunu görür.
Kırk gün oturur, o mezarın başını bekler. Tâ ki,
işi tamam olsun. Şimdi gel de söyle: Bu gündoğusu, feleklerin dönüşü senin düşüncene göre
nasıldır? Müneccimlerin anlattıkları şeyler Kuran'ın zahirinden nasıl anlaşılır? Gel de
araştıralım. (Mümin araştırıcı olur.) Bugün yıldızlar bilgisinden akla uygun olanları kabul
etmek gerektir. Diyelim ki, ben şafiî mezhebindenim, Hanefî mezhebinden bir şey buldum ki,
benim işim onunla daha iyi yoluna girer. Bunu kabul etmezsem inatçılık olur. Bu arif benim
halimi hep bilir, işittiği her söze güler ve bunun hangi makamdan söylendiğini de bilir. O
kimseyi ve her birinin makamlarını görür ve şükreder ki, Allah onu o makama
bağlamamıştır. (M. 54) Ondan geçmiştir ve onun bir çok kulları vardır. Her birinden bir


mana ve hikmet istemiştir, öteki arif ise herkesin halini bilir ve onlar da ona malûmdur. Bu
arifi bilen başkaları da onu görür ve onda Allahdan başka birini görmezler.
Dedi ki: Dün anasının karnından çıkmış, «Ben Allahyım!» diyor. O falandan doğmuş olan
Allahdan çok üzgünüm. Allah Allahdır. Diyordu ki: Filan kimse uzun bir yolculukla filan Şeyhin
şöhretine koşar. Ona varınca Şeyh sorar: «Niye geldin?» «Allahyı aramaya,» deyince Şeyh
ona şu cevabı verir: «Allah, erkeklik aletini kaldırmış, bir kancıkla birleşmiştir.» Adamı geri
çevirir. Ben, «Soğuk söz söylemiş, küfür etmiştir,» dedim. O zaman ben de soğuk sözlere
ve sövüp saymaya başladım, kovdum. Ama ne Necmeddin-i Kübra'yı, ne Harizm'i ne de Rey
şehrini kurtarabildim. Ne üzüleyim!
Ulu Allah kendi sırrını bu kulundan esirgemedi. Hangi sırrı esirger ki? Ama dünya sırlarını
kapalı olarak söyler, ondan dolayı bir korku yoktur, işte bu sebepten dolayı Hazreti
Muhammed, «Ben sizin din işlerinizi en iyi bilirim; siz de dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!»
(Lokman sûresi, 34: Önceden bilinmesi mümkün olmayan beş şey şunlardır: 1. Kıyamet
günü, 2. Yağmurun ne zaman yağacağı, 3. Ana karnındaki çocuğun cinsi, 4. insanın yarın
ne kazanacağı, 5. Kişinin nerede öleceği.) buyurmuştur.
Onun da bir sebebi vardır bunun da. «Bir insan yarın kazanacağı şeyi önceden bilemez,»
buyurulmuştur.
O Şeyh diyordu ki: «Filan şeyhin güzel kokusu, Allah kokusundan da üstündür.» Dedim ki:
«Bu koku belki senin karından ve onun oynaşından geliyor.» Bu ne eşektir ki, eşekliği
yönünden söylemiştir. Bir başkası da şöyle söyledi: «Bir gemide idim güneş gibi bir cevher
parladı hemen denize baktım nerede ise gözlerimin ışığını kapacaktı. İki elimle gözlerimi
kapadım.» Daha sonra temaşalardan, denizin garip hallerinden bahsediyordu. Ona şöyle
dedim: «Temaşaya mı gitmek istiyorsun? Temaşa mı arzu ediyorsun? Gel benim içimi
seyret! Sen hep kendi âlemini temaşa ediyor, kendi içini görüyorsun. Gel de benim âlemimi,
benim içimi seyret!» Öteki de sanmıştı ki, bizim halimizde eksiklik başladı. Diyordu ki: «Bize
düşman olan dostlarımızı görüyor musun? Himmetimizi nasıl kırdılar?»
Ey kara yüzlü! Himmetin ne olduğunu sen ne bilirsin? Git abdest al, namaz 'kıl tövbe et! De
ki: «Kâfir idim imana geldim. Küfürden vaz geçtim.» Git otur yerinde. Pamuğunu eğirmeye
bak! Sen kim oluyorsun? Erkekler içinde mert olanlar istiyorlar ki, kapıma iki desti dolusu su
getirsinler. Kuran'dan üstün kitap yoktur; Allah kelâmından üstün söz yoktur. Ama bu Kuran
ki toplum için gelmiştir, emirler ve yasaklarla, halka yol gösteren âyetlerinde başka zevk
vardır. Allah erenlerine açıklanan âyetlerinde daha başka zevk bulunur. En doğrusunu Allah
bilir.
İKİNCİ   BÖLÜM
(M. 55) Pir Muhammed'e sordular: Kamil-i Tebrizî'nin hırkası Önünde ne hale geliyorsun?
Tıpkı doğan pençesine tutulmuş, bir serçeye dönüyor, sonra da diyorsun ki, «Doğanı
öldüreyim de kendimi kurtarayım, çünkü o kendi hesabına yaşıyor.»
«Bu zembil sözünün şerhi nedir?» diye sordu. O da şu cevabı verdi: «istiyorum ki,
büyüklerin sözlerini derleyeyim; söylediğim hürmetli sözler hep onların sözleri olsun.» Nasıl
ki, bazı kimseler, gündüz dilenir, gece köpeklere ziyafet çekerler. Bundan sonra da hal
böyle olunca, bunu dervişlerin önüne koyarlar; kendileri yemezler, îş bu kerteye gelince de
kendileri yerler. Bu, ancak işin dış yüzüdür. Bunun iç yüzü şudur:
Biri, bir şeyhe, bif mürşide gönülden bağlanır. Yahut bir dost, bir gün gider, geçmişlerden


veya yaşıyanlardan, gönül sahibi olduğunu sandığı birisinden bir şey dilenir. Bundan sonra
kendi nefsini de unutmaz. Yüzünü gönül tarafına çevirir, orada bir köşeye çekilir; gece yarısı
kadınlardan, çoluk çocuktan ayrılarak evin bir köşesine sığınır, hıçkıra hıçkıra ağlar. Vakti
gelinceye kadar yani gönül semtinden bir ışık belirinceye kadar bekler. Ansızın evvelce
özlediği gönül safasını anarak, ağlayarak secdeye kapanır. Allah onun dilediği zat ile olan
münasebetini tekrar tatlılaştırır. Buna kabiliyeti olmayan kimseden ise, herkes umudunu
kesmiştir.
Benim insanları ıslah, yani onları yola getirme hususundaki arzum ise, daima mümkün
olmayan bir şeyi mümkün kılmaktır. Nasıl ki, âyette buyurulduğu gibi, tıpkı Hazreti İsa gibi
tedavi umudu kalmamış olan körleri, abraşları sağaltmak isterim. Yüzümü dostluk yönüne
çevireyim. Dostların yüzünü de yoldaşlık tarafına yönelteyim. Sen de işte böyle yürü!
Şimdi velilerin, sevenlerin, sevgililerin hali böyle olunca, «Son nedir?» sualine Cüneyd'in
verdiği cevap şu olmuştur: «Son, başlangıca dönmektir.» Bu sözün zahir manalarından biri
şudur: Sâlik, mürid, nasıl ki, başlangıçta açıkça ibadet, teşbih ve dua ediyor, bunları perde
arkasında yapmıyordu; bundan sonra da kendisine bir hayranlık geldiği için artık o ibadetleri
ihtiyarsız yapamaz.
Allah erlerinin iyi amelleri, ona yakın erenlerin yaramaz işleri derecesindedir. Her kim bizim
dostumuz ise, önce etmiş olduğundan daha çok ibadet etmeli. Ancak dostlara, «Dün
konuştuğumuz sözlerin, Bayezid'in Cüneyd'in, hattâ o rüsvaylık üstadı Hal-lac'ın sözleri ile ne
münasebeti var,» demiyorum. Siz, ibadet hususundaki sözlerimi tutun! Çünkü yukarıda adı
geçen kimseler Hazreti Muhammed'in (S. A.) teninde bir tüy bile olamazlar.
Ebû Sait ve o, on iki yıl ot kökü yiyerek geçinen sofî Hallac'ın tuttuğu yolda bu sözden bir
koku alamadılar. Onunla bu sözü konuşurken, «Ne demek, hay hay!» derler. Mademki
öyledir, bu kadarı yeter.
Âlemde bir gürültü koparıyorsun, sonra tevil için feryadı basıyorsun. Sözlerin tevili büyük bir
iştir. Söyleyenin maksadını anlayabilmek de büyük bir irfan mertebesidir.
Hazreti Yusuf büyük bir Peygamberdi. Sözlerin tevilini bildiği için hem iftihar ediyor, hem de
Allahya şükrediyordu. Peygamberler, onun huzuruna has-retdedirler. Ben şimdi derim ki:
Mevlânâ onu hoş tutar. Ben böyle sanırım onu. Aksi halde ben nefsimde bir üstünlük
görmüyorum. Benden, onun hoşuna giden bir söz çıkarsa acaba neden? Bu benim halim
değil. Ancak bir gün sözden daralırsam, bana nereden geldiğini, kimin söylediğini bilmediğim
bir yönden gelen sözlerden birinin yakasından yakalarım. Nereden söylerim? Allahtan.
Nereye, kime söylerim? Büyük bir insana: Bu da, Mevlânâ'dır. Bu kimdir ki, ben ortada
olduğum halde beni ziyarete gelir? Bana başka bir adamın evinden ziyaretçi gelir. (M. 56)
îmad yahut Erşed,
yahut Zeyneddin Sadaka. Ama bunlar benimle birlik olunca yahut benim ziyaretime geldikçe,
onların gelişinden bir saat bile sıkılmam. Ama korkarım ki, böyle yaptığım için bana bir daha
uğramazlar. Bundan dolayı onları başkalarından daha üstün tutarım.
Söz sırası Hazreti Mustafa'ya (S. A.) gelince, bir şey söyleyemem. Çünkü onun işi pek
yücedir. Şüphe yok ki, Allah onu kerem denizine batınp çıkarırken mübarek bedeninden
serpilen nur damlacıklarının her birinden bir nebi, bir peygamber türemiştir. Geri kalan
damlalardan da Allah velileri (evliya) yaratılmıştır. Öyleyse, onları nasıl birbirine
yaklaştırabilirim? Ancak en son gelen evvelkilerinden daha üstündür derim. Sonra nasıl olur


da başka bir nebiyi, Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılaştırabilirim? Bu, bana bir ilim tahsil
etmeden, akıl ve emek sarfetme-den bildirildi. Bu hal ona uymuş olmamın bereketidir.
Onunla birlikte konuştuğum ilk söz de bu idi. Ama Bayezid-i Bistamî, nasıl oldu da ona
tamamiyle uymayı lüzumlu görmedi? Onun gibi, «Yarabbi sana, senin şanına uygun şekilde
kulluk edemedik!» demedi.
Mevlânâ bu sözün tamamım ve neticesini, kemaliyle bilir. Ama bu söz nereye kadar gider?
Sonu nereye varır? Mevlânâ, içinin, ruhunun temizliğinden sarhoştu. Onun sarhoşluğu,
tertemiz, katkısız bir sarhoşluktur. Ben, bu sözün zevk ve lezzetini bildim. Onun sarhoşluk
yönünden söylediğini anladım. Ama bu sözün yüksek zevkinden gafil ve habersizdim. Bu
söz, benim sadece sözümdür; halim değildir. Eğer halim olsaydı, bundan daha aşağı veya
daha yüce olamazdı. Bu söz de böyle kararlaştı. Ama sözüm, bir zamanda da başka
birinedir.
Hak zamana bağlı değildir; hak ölmez. Zamanın ne yeri var? Evet zamanla Hak ölmez. Ama
sen bir isim taşıyan bir varlıksın. O isim, sana senden mi gelmişt r? Müride gerekli olan
üstadına karşı çok saygılı olmaktır. «Onu, müridinden sor,» demeleri bundandır.


Bir müride sordular: «Senin üstadın mı daha iyidir yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» «Üstadım
daha iyidir,» dedi. «Ya üstadın mı iyidir yoksa (hâşâ) Hazreti Peygamber mi?» «Üstadım.»
«Ya üstadın mı daha iyidir, yoksa Allah mı?» «Üstadım,» dedi. «Çünkü ben birlik ve tevhidin
sırrını ondan başkasında bulamıyorum.» İşte teşbih derecesinde kalanlar için bu tevhid
anlayışı böyledir. Yüksek bir seci ve teşbih sanatını aksettiren şu anlamdaki beyti okuyalım:
Beyit:
Ben, sevgilim; sevgilim de ben olmuşuz
İkimiz bir beden içine girmiş iki ruh olmuşuz.
Bu bir teşbihtir, bir benzetiştir. Ama sözü geçen müridin teşbihinden daha uzaktır. Aralarında
bir bağlantı vardır ki, tevhid âlemine kadar gider.
Bana yaraşan, zahirde bizim hayatımızdaki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise onu
korumaktır. Yoksa şeyhlik müridlik gibi ilişkiler hoşuma gitmez. Hani, üstatlığı da şakirtliği de
yere batsın, derler. Bize bir söz söylemek isteyen kimse de bizim gibi olmalıdır. Böyle açık
söylemelidir. Bizim veliliğimiz bahsinde bundan incinirler. Onlara, eşek, diyen zavallı taklitçi
eşektir. Şimdi bana kendinden bir fazilet, bir üstünlük veriyorsun. Ben onu söylemiyorum.
Benim önümde bu böyledir. Sözü yorumsuz ve açık söylüyorum. Aramızdaki ayrılığın bir
sebebi varsa budur ancak. Ama o zaman sen beni anlamıyorsun! Halbuki ben buraya bir
şeyler öğretmeye geldim.
Şam'a gitmek hoştur, bir nazdır. Sevgili naz eder ona katlanmak gerek. Gizlice en kötü
şartlar içinde benimle olabilir misin? dedim. Şam'a gitmek hoştur, nazlanmaktır ama ben,
muamele ve iş istiyorum. Ben işe bakarım. Diyelim ki, ben yüzümü ekşittim; sen de öyle
ekşi yüzlü olabilir misin? Ben gülersem sen de güler misin? Benim selâm vermediğime sen
de selâm vermez misin? Bana öyle (M. 57) geliyor ki, senin kendine göre, bizim âlemimizden
ayrı bir âlemin var. Bir an oluyor ki, bizim yazılarımızı başkalarının yazılarıyla
karıştırıyorsun! Ben senin mektuplarını yakınlarımın mektuplarıyla karıştırmam. Çünkü sen
onlardan üstün olduğunu iddia edersin. Ama ben o davada değilim. Bi aralık bir şey yaz
desem, ağır davranırsın.
Hazreti Ali'den (Allah ondan razı olsun), rivayet ederler; buyurmuş ki: Baki kabristanında
cenaze na-mazındaydık. Hazreti Peygamber yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: «Hiç bir
erkek ve kadın yoktur ki, gideceği yerin cennet veya cehennem olduğu   Allah   tarafından  
yazılmış   olmasın.»   Oradakilerden   biri   sordu:   «Acaba   bu   alınyazılarımızı  
değiştirebilir   miyiz?»
Buyurdular ki: «Çalışın, iyi ameller işleyin. Herkes hangi iş için yaratılmış ise o işi
kolaylaştırır. Cennet için yaratılmış olanlar, cennet ehli kişilerin işlerini kolaylaştırır;
cehennem için yaratılmış olanlar da cehennem ehli kimselerin işlerini kolaylaştırırlar.»
Hazreti Peygamber, sonra da Leyi sûresinden şu anlamdaki âyetleri okudular: «Ama her
kim, Allah yolunda vergili olur, ondan korkarsa, faziletli işleri gerçeklerse ona kolaylıklar
ihsan ederiz.» Giderken, «O ne güzel kişidir ki, kendisinde bir kusur olduğu halde latifeyi
sever, Allah onu günde yetmiş kere güldürür» buyurdu.
Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun), bir şahide sordu: «Bu zina işinde nasıl tanıklık edersin?»
Adam şöyle anlattı: «Eve girdim, sırt üstü yatmış bir kadın gördüm. Üzerine uzanmış bir
erkekle hareket halinde idiler; nefes nefese. Ayaklarının bir çift eşek kulakları gibi birlikte
hareket ettiğini gördüm. Bundan fazlada bir şey göremedim.»


Sen bir kimseden bir şey öğrendin mi? Meselâ her kim iyi konuşursa ona saygı gösterirsin;
aradığım bulamamaktan, beklediğin şeyi elden kaçırmaktan korkarsın. Allah bunu sana
verdi, bununla hal değişti. Eğer iş böyle peşin olmayaydı ona saygı göstermekten bu mana
çıkmazdı. Ancak başkaları ile olan muamelelere uygun ikinci bir inanışa yol açardı. Ama
çeşitli işlerde ben sizde bir üstünlük gördüğüm za man, sizinle gönül     alçaklığı ederek
beraber kalmak isterim.
Şeyh Ebubekr (Şems'in ilk mürşidi), yanındaki fakir dervişlerle otururken vezirin
adamlarından ve halktan bazı kimseler içeri girdiler. Şeyhin bunlara karşı gösterdiği saygı,
dervişlere karşı gösterdiğinin yüzde biri kadar değildi. Yabancılar girmeden önce
dervişlerden kimi ayakta, kimi oturdukları yerde edeple yerleşmişlerdi. Yabancı misafirden
her biri içeri girdikçe, Şeyh onlarla meşgul olmaktan geri kalır, bu suretle Şeyhlik gayreti
onların araya girmesiyle sönerdi.
Mademki bir sevgiliye varmak istiyorum, gerekir ki, halk şu soruyu benden sorsunlar ve
desinler ki: «Onlarda gerçi bir ilim var ama neden halden hale dönerler?» Bilir misin ki, bu
işlerin iç âlemi ile bir ilgisi yoktur. Çünkü kalbin ölümü bu hali baş kakıncı yapar, «Bırak ben
görüyorum!» der ve hiç kimsenin sözünü dinlemez.
Bu marifet sözü, derviş deyimi herkesin dilinde dolaşır. Ama onlar bunu işitince şunu
anlarlar: «Ey hoca, adını her tarafa duyurmak, şöhret yapmak gerek, yoksa marifet başka
şeyle elde edilemez,» derler, îşte bu düşüncelerin utancından şu anlamdaki şiir hatıra geldi.
Şiir:
Binlerce   kurbanın   kesildiği   bir düğünde
Zavallı davulcuların ne yeri var?
Bu açık saçık şeyleri onarmaya çalışmanın ne lüzumu var? Bir zaman tam bir inanç ve
gerçek bir arzu ile gelmişti. Dört defa ayağıma kapandı ve ağlıyordu. Mevlânâ'dan işitmiş
yahut bizden ayrı düşen-Mevlânâ'nın halini görmüş olmak edebiyattan sayıl maz.
Değersizdir. Gözün karardı senin, orada uyuma ki, karanlıkta kalmayasın! Heva ve
heveslerine kapılmış kimselerle düşüp kalkma ki seni karartmasınlar. Gerektir ki, kendini
yoklayasın; ta ki, sende bir de-.ğişiklik olmasın.
(M. 58) Hırkanın başlangıcından sonuna kadar devamlı bir basiret yoktur. Ben temiz kaldım.
Kendilerinden zevk duymadığım o heva ve heves erbabının da temiz kalmasını isterim.
Kendini daima tazele ki, sonunda Hazreti Peygamberin Ebu Hüreyre'ye buyurduğu, «Beni
zaman zaman ziyaret et ki, muhabbet artsın!» hitabına uğramayasın! Eğer ondan hal diliyle
bu hitabı işitirsen bir halvete çekilir hıçkıra hıçkıra ağlarsın! «Bana ne oldu, arada ne işler
oldu ki, bu hitaba uğradım? Bu hitap gerçek dostlar için değildir. Başka dostlar arasında da
olamaz,» dersin. Şu haline gözyaşları dökersin. Belki bir zevk ve rahata kavuşursun. «Beni
zaman zaman ziyaret et» sözü, dikkat etsen de etmesen de bir kere ağızdan çıkmıştır. Bu
görüşme hakkındaki mübarek hitabın sebebi şudur: Ebu Hüreyre, Hazreti Mustafa'nın (S.
A.) pabuçlarını taşırdı. Başına gözüne sürerdi, sonra başına koyardı. Bu sefer de onun
ayakkabılarını ayak üzeri düzeltti. Demediler ki, «Bunda bir sır vardır.» Bari ben
açıklayayım: Hazreti Muhammed (S. A.) içinden güzel, dedi; önce pabuçları başı, gözü
üzerine koyardı, ben de ulu Allahya feryat ederdim. Yarabbi! derdim, pabuçlarım o kadar mı
değersiz oldu ki onun başı ve gözü üzerine kondu? Şimdi sen karardığın için ben de senin
gözünde kararmış göründüm. Bana kararmış gözlerle bakma!


Bu ziyaret misalinden maksat, bana öyle bir gözle bak ki seni usandırmış olmayayım; beni
daima taze ve yeni olarak gör, çünkü ben asla eskimem; sende eskileşme; eğer nazarında
bir eskilik duygusu varsa acaba bunun sebebi nedir? diye görüşünü düzeltmeye bak,
demektir.
«Acaba heva ve heves erbabı ile oturdumsa ne oldu?» diye kusuru kendinde ara. «Beni
aralıklı ziyaret et!» demek, «Git, çabuk bendeki hakikati gör!» demektir. Bu görüş sana
hayırlı ve faydalıdır.
Sen kendini yenile. Ben yepyeniyim. Sen kendini isbat et. Bak ben sabit ve kararlıyım. Beni
sebatlı göremiyorsan bu senin sebatsızlığındandır. Ben eğer senin beni sebatlı kılman
sayesinde sabit olursam, bu benim için çok kuvvetli sebat olur. Bana diyorsun ki, «Beni sabit
kılarsan, melekler ayağa kalkar.» Allah sana ömürler versin! Allah vardır, demenin; onu is-
bata çalışmanın Allah varlığına ne faydası var? Sen kendini var etmeye bak ki, melekler
bütün gece seni övsünler. (Senin için) Allah varlığını gerçekledi desinler. Hazreti Muhammed
(S.A.), «Beni görene ne mutlu. O ne mutlu kişidir ki beni göreni görmüştür,» buyurdu. Bunu
yüz kere de söylese yerindedir. «Her kim beni, benim kendisini gördüğüm gibi görürse, bu
takdirde o, benim gibi olur.» Bu sözcü söz söyler, anlaşılmasına dikkat eder. Şaşırtmaca
yapmaz. Sözünün başlangıcı ne ise sonu da odur.
Mısra:
Her şarap içen er geç sarhoş olur.
Şarabını küp içinde saklarsa mizacı daha kuvvetli olur. Sözü anlayabildinse, telâşa düşersin,
mahv olursun. Çünkü beni görürsün. Ben de Mevlânâ'yı görürüm. Öyle bir hale gelirsin ki,
Mevlânâ'yı görünce, «Ne mutlu beni görene!» dersin. Ben de belki yüz kere söylemişimdir.
Bende, Mevlânâ'yı görebilecek kuvvet yoktur. Mevlânâ da benim için böyle söyler. Ama
bana göre dostluk, Mevlânâ'yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki onu bir daha
bulamadık, öldü desinler.
Bu gün şu dostlar toplantısını bir ganimet, kutlu bir fırsat sayın. Nasıl ki, o (delikanlı), «Ben
istiyorum ki eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ tarafına gideyim,» demişti.
(M. 59) Bana dedi ki: «Sen o nazenin değilsin, îlim vardır, ilimde çeşitli değişiklikler vardır.
Bu çok zor fakat açık bir meseledir. Açıklıkta da değişiklikler vardır. Her ne kadar burada
da o parlaklık ve açıklık varsa da, bu açıklıktaki değişiklikler de geçer, tekrar meydana
gelir, însan gittikçe Mutmainne yani hakikate inanmış ve kanmış bir hale gelir; bundan sonra
da erginlikten, devamlı bir iman ve vicdan huzurundan sende bir eser kalır. Artık hakikata
erdin demektir.
Ulu Allahnın Fecr sûresinde Mutmainne olan nefse hitap ile, «Ey kanmış ve inanmış olan
nefis! Kullarım arasına gir!» dedikten sonra bu iltifatını daha da kuvvetlendirerek
«Cennetime gir!» buyurmasına belki lüzum yoktu diye düşünenler olabilir. Yani hakikatte ant
içilmesi gereken nefsi Levvâme yani kendi kendini kınayan nefistir. Mutmainne olan nefis
değildir. Ancak Mutmainne, levvâmeden daha aziz ve değerli olduğu için yalnız ona ant
içilmiştir. Nasıl ki, Allah bütün melekleri huzurunda topladı. Onlar için bu emirden baş
çevirmek mümkün değildi. Bizim de her hangi birinin gönlüne koyduğumuz ilhamı Allah
'koymuştur. Onu, o gönülde yaratan ancak Allahdır. Başkaları nasıl o kulun Allahsı olabilir?
Meğerki İblis olsun.
Biri, «Ben zikretmek istiyorum,» dedi. Buyurdu ki: «Başkaları seni o mezkûrdan, zikrettiğin


Allahdan ayırmasın.» O zaman zikir gönül zikri olur. Sadece dil ile zikir noksan sayılır.
Bayezid-i Bistamî gönülle zikrederdi. Niçin onu dil ile de söylemek istemedi. Çünkü o,
manada sarhoştu, «Beni ululayın, sânım ne yücedir!» diyordu. Bu sarhoşluk halinde Hazreti
Mustafaya (S. A.) uyamaz-dı. Bayezid, o cihetden öylesine bir sarhoştu ki, ayıklara uyması
mümkün değildi. «Beni ululayın,» sözü bir haberdir. Herkes, haber hususunda aşağı
düşmüştür.
Kuran öğreten âlimin hikâyesi malûmdur. Yedi türlü okuma tarzı öğretiyordu. Her âyet için
bir dinar istiyordu. Öğrenciyle böyle sözleştiler. Âlimin sözü şu idi: «Suretler değişiktir ama
mana birdir.» Mev-lânâ'dan dinlediğim şu temsili, on altı yıldan beri yadigâr olarak saklarım.
Buyurmuştu ki: «Halk, bir üzüm salkımına benzer. Bu salkımdaki danelerin sayısı suret
yönündendir. Nasıl ki, bu salkımı bir kâse içinde ezer ve sıkarsak artık danelerden ve
sayıdan eser kalmaz.» Bu söz muamele hayatında herkesin işine yarar, îşte nefsi emmâre o
arzular salkımını da gönül alemindeki güzelliği görmesi kadar hiç bir
temaşa öldüremez. O, cemal âlemini görünce hemen organları gevşer;  herkesi âciz
bırakan  bir Padişaha benzer o nefsi emmâre. Ona bir kap içinde azıcık bir zehir verildi mi,
eli ayağı gevşer, bütün öldürücü sertliği o anda mahvolur.
Padişaha, altın, mal, mülk eksikliği bir ziyan vermez. Ancak iki şey zarar verir. Biri, hiç
kimseye bir mangır bile sektirmemek; ikincisi de değerli mücevherlerini kendi hazinecisinden
bile saklamak. Bir aralık pek yakınlarına onlardan bir ışık gelse bile sonra  yine kıskançlıkla
geri döner; onun kendi mangırına bile ışığı düşmez.
Padişaha bir ibrik getiren fellâhın hikâyesi malûmdur. Fellâh ibriği Padişaha verir, Padişah
da onu astırır. Eğer ibriği önce olduğu gibi vermiş olsaydı, Padişah da onu astırmazdı.
Hazreti Muhammed'in (S. A.) ışığı, bir gönüle düşerse hem seni yakar hem de kendisine
inandığın üstadı. Cevher nur saçar; ister aşağısı ister yukarısı, her tarafı birden aydınlatır.
Sen kim oluyorsun ki, o Mekkeli kerem sahibi gibi olasın? Eğer bir kimseye bir ışık
görünmüş de tekrar görünmez olmuşsa onu inkâr etmez, onun imkân tarafını yakalar. «Bu
bir ahengin yadigârıdır, bu bir hatıradır,» der. Hazreti Mustafa'dan (S.A.) hiç kimse üstün
olabilir mi? O, gökteki ayı iki parçaya ayırır.
Ben Kuran'ı, sadece Allah buyurmuş, Peygamberin ağzından ifade edilmiş olduğu için büyük
görmüyorum. Mademki bir kimseyi görmedin, onda nasıl tasarruf edebilirsin? Meğerki biraz
yardımı olsun sana!
(M. 60) Yukarda sözü geçen fellâh, ibriğin yan tarafındaki mühürü sökmüş, içindeki sırrı
anlamak istemişti. Çok ağır, dopdolu! Fellâh, acaba içindeki kurşun mu yoksa kalay mı, diye
düşünmüştü, içi altındır, diye aklından bile geçirmiyordu. Çünkü fellâh idi; onun bütün tahmin
ve düşüncesi aşağılık bir durumda idi.
Bu sözü yedi türlü manasıyla hatırlanın. Bu sır değildir. Sır bundan başkadır. Çünkü sır,
ancak yabancılar içindir. Nasıl ki elif harfi çoktur ama başkaları içindir. Bak ki, söz kaç
harftir? ikinci söz birinciyi çeker ve örter, üçüncü söz de ikinciyi çeker ve örter. Ama tekrar
açıklamaya başlar, döner dolaşır ilk söze gelir. Başka biri de onun eteğinden asılır. Bu
yüzbin türlü değişikliğe uğraması, renkten renge girmesi, demektir. Sana her ne söylerlerse
çabucak cevabını ver. Çünkü, «Nimet bağışlayana şükretmek vaciptir,» buyurulmuştur.
Ruhum bundan önce hiç yükselemediği bir makama erişti. Artık bundan daha yüce bir
makam olamaz, diyordum. O, benim ruhumda tasarruf etti, öyle yükseldi ki, tâ lütuf ve


rahmet kaynağına uçurdu. Gerektir ki, orada başkaları ile konuşurken maksadının ne
olduğunu bilesin. Sana lâyık olan bir şeyde ne düşündüğümü anlayasın.
«Dinde ruhbanlık yoktur!» buyurulmuştur. Bu, hep halk ile birlikte otur demek değildir.
Uzaktan halkı seyret, ancak onlara, hak söz söyle, hoş ve lâtif bir dille konuş. Eğer
zamanede biri gelir de, «Sözün sırrı başkadır,» derse ona, (beşer kelâmı ile) kendisinde
harf ve ses olmayan kelâmın farkını sorarsın. Eğer doğru cevap verirse onun ayağına
kapanırsın. Şayet, «Bu kelâmın sırrı da ne oluyor? O da yabancılar içindir,» der ve deliller
gösterirse, bu hususta seni aydınlatırsa, onda heybet ululuk ve Allah kudreti görünürse, o da
bizim küçük kardeşimiz olur. Ancak o, öyle bir mert olmalı ki, kendisinde bir dert, bir aşk
olsun. Her türlü vehim, hayal ve tereddütleri yaksın, şüphe perdelerini yırtsın.
«Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, aramıza ne bir kitap sahibi Peygamber, ne de Allah
yakınlarından bir melek girebilir.» anlamındaki kutsî hadis de bir davet'tir, hal değildir. Yani
böylece bir şey yapınız ki, bu sizin halin;z olsun, demektir. Bunlar hep dünyadır, dünyayla
beraber yaşamaktadır. Nasıl ki o gün, onun pek gönlü kırık bir halde oturmuş olduğunu
gördüm; çünkü o artık sultanın naibi değildi. Görevinden uzaklaştırılmıştı. Ama bu gün nasıl
oturuyor? Yeni kaftanlar giymiş! Evet (geçenler unutulur). Sen o gâvurcuk değil misin ki, ben
azim ve irade ile, ona Allahlık heybetini göstermek için gittiğimde, onun bütün halinin altüst
olduğunu gördüm. Onun o tecelli karşısında ne coşkunluğu ne de murakabesi kalır. Hali de,
sözü de hep yağmaya gider. O artık şu sözlerden başka bir şey söyliyemez oldu: «Ey
güneş artık nur saçma ki, yarasaların gönlü incinmesin!» Ama güneşin işi gücü bu, elbette
nur saçar. Yarasanın gözü incinir diye ışığını terk eder mi? Yine dedi ki; Gerçi yarasadan,
yahut zayıf gözlülerden güneşe gam yoktur. O hep nur saçar. Ondan ancak güneşe
tapanlar için korku vardır. Ola ki güneş kederlenerek (bir bulut arkasına gizlenerek)
kendilerine bir yaramazlık eder, bu yüzden güneş nurundan uzak kalırlar, diye düşünürler.
Yine dedi ki: Güneşe tapan bir insan için, güneş hakkında beyle inanmak gerekir. Çünkü hiç
kimsenin güneşe karşı saygısızlık göstermeye haddi yoktur. İnanan kimselerin elbette
inançlarının kuvvetli olması gerektir ki, dağdan aşabilsinler. Yedi başlı aslanı görsünler,
kulağına yapışsınlar, înanç kuvveti ve gün ışığı aşkı ile gam çekmesinler.
(M. 61) înanç ve aşk insanları kahraman yapar, bütün korkuları giderir. Yukanda sözü
geçen kutsî hadisteki mana yani Peygamber ile Allah arasındaki ilgi bir dâvet'tir. Yoksa
yukarıda söylediğimiz gibi hal olsaydı, o hal içinde, «benim» sözünün yeri olur mu idi?
Beraberlik nerede? Yakın, melekler, kitapla gönderilmiş peygamberler gibi dört ayrı varlığın
ne yeri olurdu? Bu sözler gerçi söz olarak söylenmiştir, birer davettir ama, hiç umutsuzluk
yoktur. Bu hal eğer iki zaman içinde baki kalsaydı, ilk zaman içindeki umut olurdu; ikinci
zaman için-de bir nağra atar geçersin. Öyle bir nağra atarsın ki, içinde umutlar ve gülüşler
olsun.
Burada bir gülüş, bir sevinç her halde bir gamdan ileri gelmez. Her şeyin üstündeki sevinçler
de böyledir. Herkesin bir sevinci vardır. Zahidin, âbidin, âlimin, velinin, nebinin birer sevinci
vardır. Nihayet bu sözün sırrı öteden beri eski ise, sözdeki sırrın sırrı daha eskidir. Bu
surette söz kılıncına boyun eğerler. Bir söz de vardır ki, güzeldir ama uzanır gider,
umutsuzluk getirir. (Sözün en hayırlısı, kısa fakat manası geniş olan sözdür) Hazreti
Mustafa'nın (S. A.) sözlerindeki güzellik bundan değil mi?
Allah zatını örten ne kadar zulmet ve nur perdeleri vardır ki, bu binlerce engeller umut bağını


koparır. Bir insan bin yıl ikitap okusa bile asla Hazreti Mustafa'nın (S. A.) meşrebinde
olamaz ve o okumanın kendisine hiç bir faydası dokunmaz. Eşeğe yükletilen bir çuval kitabın
hayvana ne faydası olur?
Senin, aynı meşrepte dediğin kimse de seni kan-dıramıyorsa, onda o zevki tadabilecek bir
meşreb yoktur. Halbuki o zevki duyabilecek bir meşreb ister. Sen onun sözlerini kendi şahsî
anlayışına, yahut felsefî bilgilerine göre yorumlarsın, demektir. Bunda hangi gönül rahatlığı
olur? Birlikte yaşamış n;ce kişiler vardır ki, onun halinden hiç haberleri olmamış. Şu halde
onların neden haberleri vardır? Ondan bir nasip alabilmek için hangi yoldan gitseler bir şey
elde edemezler. Ancak gönül alçaklığı ile, ona açıkça uymakla, onun yolundan ayrılmamak
gerektir.
Görüyorsun ki, onun huzurunda yersiz bir harekette bulunan da, bu konuda hiç bir şey
söylemez. Biri muhabbeti kırmış da tekrar muhabbet üzere olmaya çalışıyorsa,   bundan
çok hoşlanırsın.
Hilaf (Tartışma) Bahsi
Tartışma bilgisi öğren! Doğrudan gerçekten usandınsa hilaf ilmi tahsil et.
Hilaf, değişik söz ve fikirlerin karşılaştırılması-dır. Birinin sözü yalan ise bunun tartışılmasına
lüzum yoktur. Bütün sözleri doğru ise yine ortada bir uygunsuzluk ve aykırılık olmadığı için
tartışma konusu olamaz. Daima, «Bu böyledir,» dersin ve asla aksine bir iddiada
bulunmazsın. Eğer bir meselede doğruluk bulunduğu açıkça anlaşılıyorsa, bu hakikat kendi
nefsinden zuhur etmez. Bunu sen nefsinden iddia edersin (ispata çalışırsın), îster gerçek,
ister yalan olsun, tartışma ve inatlaşmanın, yersiz münakaşanın sana bir faydası olmaz.
Eğer iddia doğru ise aksine düşündüğünden dolayı Allah seni sorumlu tutar; hilaf ile uğraşan
kişi isterse velilerden olsun!
Duhâ Sûresi'nin Yedinci Âyetinin Mânâsı
Duhâ sûresinin yedinci âyetinde, «Biz seni yoldan sapmış bulduk doğru yola yönelttik,»
Duyurulmuştur. Bunun manası nedir? Bu şu demektir: Ya Muhammedi Allah seni yolunu
şaşırmış bir halde buldu, sana gerçek yol gösterdi. Bunu herkes böyle yorumladı. Hak, onu
yolunu şaşırmış bir durumda buldu dediler. Nasıl ki, çoban bir buzağıyı kaybeder, o tarafa
bu tarafa koşar ki onu bulsun. Belki Hazreti Muhammed (S. A.) nefsini yitirmişti. Yani o
kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle buldu. Burada nefis anlamına gelen söz müennes (dişil)
yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan zattır.
Ömer'in Mertebesi
Hazreti Muhammed (S. A.), Cebrail'den sordu: «Ömer'in Allah katındaki mertebesi
nasıldır?» Cebrail şu cevabı verdi: «Nuh Peygambere verilen ömrün dört katı ömrüm
olsaydı da sana onun faziletlerinden söz açsaydım, yine biteremezdim.» (M. 62) Hazreti
Peygamber tekrar sordu: «Ya Ebubekr'e ne dersin?» Cebrail şu cevabı verdi: «Ömer,
bütün üstün vasıflan ile birlikte Ebukekr'in güzel huylarından yalnız bir örnektir.»
Dedi ki: Bir kazanç ile uğraşıyorsan o bizim içindir. Çünkü günün birinde bize bir şey lâzım
olursa verirsin. Şimdi gerektir ki çok kazanasın. «Filan kişinin ne hoş hali var?» dedi. «Keski
benim halim de öyle olsaydı!» Ben de ona dedim ki: «Sen mademki benim dostum olduğunu
iddia ediyorsun yüzüme karşı bu sözleri söylemekten utanmıyor musun?»
Dedi ki: Yani o yüce bir makam değil mi? Evet o yüce bir makamdır. Hal de yüksektir. Ama
benim dostum olanlar ona razı olmazlar1. Sen bu sözünle benim karşımda şöyle bir duruma


düştün: Meselâ sen, bana, «En yakın bir vezirden daha yükseksin, güzel konuşur güzel
dinler, sırrımı anlar olmuşsun, ama keski Konya şahnesi olaydım! Çünkü vezir onu çok
sever, ona güvenir ve inanır,» diyorsun.
Sultan naibi olan vezir, yüce himmetiyle ona emir verse ve «Ben ancak kuru bir isim ve
unvandan ibaret bir kişiyim. Her işte hüküm ve karar senindir» dese, o zaman Konya
şahnesi, yine yüz türlü dalkavukluklar, yer öpmeler ve yaltaklanmalarla onun huzuruna
çıkmaya cesaret edemez.
Gerektir ki, zaman zaman nefis aradan çıksın da safa yüz göstersin, onda bir aydınlık
belirsin. Nefis, daha ilerisine gidemiyeceği son bir noktaya varsın. O aydınlık onda geçici
olsaydı, nefisten gelmezdi. Ama sen onun yolunda olursan, o bir gün gelir, sende karar kılar.
Bu sözlerimizi işleri daha fazla geciktirmemek için söyledik. Şairin,
Diyelim ki, sevgilinin vuslatına ereceğim,
Anlamındaki mısra ile işaret ettiği gibi şu beyitte zayıflık görünüyor, ama hale uygunluğu
bakımından çok kuvvetli, çünkü o zayıflıktan vuslat kokusu geliyor.
Ben uykudayım, ama bu uyanıklıktır.
Uyuyanlar, benim uyanık olduğumu ne bilsinler?
Dedi ki: Eğer diken varsa ona bir ateş vermek gerek. Dedim ki; «O, Nuh Peygamber'e
uymaktır, Mustafa'ya (S. A.) değil.» Nuh Peygamber; »Yarab-bi! Kavmimi doğru yola
yönelt, duasiyle sözün dış yönünü açıklamak istemedi. Bu çile çekenler de Musa' ya
uydular. Çünkü onda biraz lezzet buldular. Bugün böyle olmak kolaydır. Böyle olursan benim
işim de kolaylaşır.
Ben, iki yönü olan bir adamım. Bir taştan bir taşa el atarak, şahı kendi yerine kaçırarak mat
olmaktan korurum. Şah kendi yerinden dışarda mat olmadan tekrar yerine gelir. Bu şah ise
hiç mat olmaz, ama mat olan başka şahlarla kıyaslanır. Lâkin öyle evlerde saklanan mat
olmuş şahlardan başkadır. O, bu sözleri söyledi ama sen hiç bir şey demiyorsun. Hakkı
açıklamak için birkaç söz söylemek ve her söze yüzlerce kesin delil getirmek mümkündür.
Dedi ki: Allah kulluk asasını körlerin eline verdi. Çünkü onlar kulluğun gerçek mânasına
eremediler. Ola ki o asanın yardımı ile, dua ve namazdan bir koku alabilsinler. Bu niçin
böyle oluyor?
Hazreti Peygamberi bütün olgunluğu ile göz önüne getir. Eğer bir kimse bütün halkı okutarak
yetiştireceğine inanıyorsa, o her şeyden habersiz bir ga-vurcuktur. Öyle bir insanın hiç bir
yetkisi, hiç bir şeyden bilgisi yoktur. Belki aşk yönünden buna inanıyorsa onda bir irfan var
demektir.
Hazreti Peygamber, ayakları şişinceye kadar namaz kılar, «Allahu Ekber!» derdi. O halde
iken de dünyanın dışına çıkardı. Hem öylesine çıkardı ki, (M. 63) isterse yanındaki buğday
yükleri ve yüz deve yağmaya gitsin! O, gönül darlığı ile ilk tekbiri kaçırmazdı. Hazreti
Mustafa (S. A.) bir gün, bulunduğu makamda Ümmü Mektum'un selâm verdiğini göremedi;
ona yüzünü ekşitti, o da kendisine özür diledi. Peygamberin böyle yüzünü ekşitmesinden,
Allah da ona ekşi yüz gösterdi. Çünkü Allah onu cennetten müjdelenmişler arasına
yükseltmişti. Özür diledikten sonra da «Tövbe ettim,» dedi. O zaman, «Bu Allanın hoşuna
gidecek bir iş değildir. İki yüz deve gönder de buğday getirsinler, onu halka bağışla!»
buyurdu.
Haşr Cesetlerle mi? Yoksa Ruhlarla mı?


Felsefeciye göre ruhlar haşr olunur. O ahmaktır; ancak kendi yazdığını, kendi bildiğini okur.
Yani o, her neyi bilmezse onu olmaz sanır. Ona göre kendi inancı dışında olan şeyler afettir.
Bayezid-i Bistamî onun dizginlerini tutsa bile öyledir.
Bazı vakitlerde gönlüm çok daralıyor. Zaman oluyor ki, cevap verecek yerde susuyorsun.
Bütün bu uygunsuz işler şuradan geliyor. Herkes bir şey söylüyor, sen cevap vermiyorsun,
hep susuyorsun.
Nihayet sen evde benim ne kadar güvenli olduğumu görüyorsun, halimi biliyorsun. Dışarıdan
biri bir söz söylese, «Ben bunu açıkça görüyorum,» demiyorsun. Hattâ güneşten daha
parlak bir şekilde gözlerimle görmekteyim.
Dedi ki: Eğer yanlış bir söz söylersem, yahut hatalı bir iş yaparsam, Şeyhinin suretini
başkalaşmış görürsün. Sana çirkin görünmeye başlar. O zaman halktan gizli olarak gece
yarılarında Haktan iyi ameller dilemekten, ona yalvarıp inlemekten başka çare yoktur.
«Allahım şu hali bizden gideriver, gözümüzün önündeki perdeleri uzaklaştır,» dersin. Nihayet
beklediğim rahatlığı görür ve gönül hoşluğuna kavuşursun. Çünkü o geçen hal, başka renkte
görünen bir perde idi. Şimdi yalvarmak gerektir ki o perde yansın da hiç kimse bizden bir
fayda elde edemesin. Hiç bir şey; ne dinde, ne dünyaya ait işlerde, ne hesapta ne kitapta
bir şey elde edemesin!
Onun sözlerine cevap verebilir ve diyebilirsin ki: «Mademki onda bir kudret, bir nur ve
mahabet vardır, o nasıl olur da batıl şeylere inanır? Bu nasıl bir kudret ve nurdur?»
Buyuruyorsun ki: «Efrad zümresinden elli Allah velisi onun dizginini çekmeye lâyıktır. Ama bir
körün arkasından kim gider?»
Diyorsun ki: «Allah velilerinin nişanları vardır.» «Sen velilerin zatındaki nişanı bilmez misin?»
Veliler âciz kalınca o güçsüzlüklerinden dolayı onlarda ya gönül aydınlığı hasıl olur, yahut
ruhlarına bir bulanıklık gelir. Nasıl ki, îblis güçsüzlüğü yüzünden karanlıkta kaldı, melekler
ise aynı sebepten aydınlığa kavuştular. Mucize böyle olur. Hakkın âyeti de öyle. Âciz
kalınca derhal secdeye kapanırlar.
O, «İnsanı ilk gördüğüm zaman tanırım,» diyordu. Büyük bir hata içindedir. Önce kadı ile bir
şey konuşamaz, vezir ile.de bir şey yapamaz. Sen önce yola gel ve otur. Eğer, «Senden
başkalarını da senin için severim,» derse, sen bundan başkasını söyle. De ki: «Mevlânâ
Şemseddin-i istiyorsan o zaman gönlüm yerine gelir. Beni ondan dolayı seversin derim.» O
her ne söylerse cevap ver söylemezse sen konuşmaya başla. Seninle birlikte korkunç,
sıkıntılı bir yerdeyiz. O, filan yerde otuz haydut öldürdü, otuz kişiyi de tutsak etti. Gördüğün
şu adam, başı yarılmış, kanlar içinde. Ben ise dünyayı gayet güzel sakin, güvenli
gösteriyorum; gönül açıcı şiirler okuyorum. Hiç bir şeyden korkum yok. Bana soruyor: «Sen
hangi şeyden hoşlanırsın? Otuz kişi gelse de ananı boğazlasa, 'Git seni de boğazlasınlar ki,
ruhun parıldasın' der misin? 'Ha-' yır, nasıl gideyim?' dersin.» O halde, gitme de otur. Bu
îmad bana ne sanat öğretti? Nefsimle ilgili işlerde ne yapabilirim? (Onu) aldı ve sakalını
birer birer yoldu. Artık konuşamıyor dük.
(M. 64) Buna emir gelmeden önce, «Beni döver misin?» dedi. Müritler zararlı bir iş
yaptıkları zaman dövün, hattâ her saatte cezaya hazır bulundurun. Çünkü onun yaptığı
işlerde, bana zararlı olduğunu tecrübe ettim. İsterse o benim ruhum
olsun. Çünkü nefsim onu düşünmeden elde etmiştir. Allah beni hangi şey için yarattı?
Söyleyeceğim şu ki, benden sonra damat isteme! Emanet doğru çıktı. O sözleri konuştuğum


zaman yüzüm bu âlemdeydi. Bu takdirde eğer, «O âlem daha hoştur,» derlerse doğru
söylemişlerdir. Şu halde o âlem nerede? Öyle ise sen niçin birlikte dışarı çıkmıyorsun
diyorum.
Bir toplulukla birlikte oturuyorduk. Orada bir de Arap vardı. Ben dışarı çıktım. Allahya
emanet olun dedim. Sordu: «Bana hoş geldin, sefa geldin mi diyorsun?» «Güzel!» dedim.
«Benim de maksadım sizinle birlikte dışarı çıkmak ve konuşmaktı.» Yolda ona, «Gözlerim
yağmur bulutu gibi ıslandı,» anlamına gelen mısraı okudum. «Niçin dışarı çıkmazsın ki,
beraber konuşalım?» diyordum.
Şahap hoş bir kâfircikti. Nişabur dili konuşurdu. Derdi ki: «Bir iş yapıyorsan kendini üzme.
Çünkü sen erkekten de dişiden de el çekmişsin! Ama bizim Mu-hammedimiz Mecusîdir.
Kendi zatı ile varlığı vaciptir. Bir daha kurcalarsan 'Allah' dersin. Ona ne isim vermişler diye
gülersin. Ondan kıl ucu kadar bir nokta kalmadı ki, açıkça görmüş olmayayım.» Onun bu
apaçık inancı, hoş hali zaman zaman nedendir? «Neden böyle geveliyor?» dedim. Hiç bir
şey anlayamadım; hayli araştırdım. Onun bazı kırıntılarını satan bir çömezi ki hiç kimseye
iltifat etmezdi, bana yakınlık gösterdi. «Hayırdır inşallah!» dedim. Çömez bana sordu: «Sen
ne yapıyorsun ki, bunların böyle inanç ve itikatını sağlıyorsun?»
Mevlânâ'ya, «Muhammed, Allanın Resulüdür,» diyorum. Gece yanıma gelince üzülüyorum.
O bana, «Sus,» diyor. Şirin bir kimse var. Diyelim ki Muhammedi arayan bir cahildir o.
Mevlânâ'ya, «Bari ne yaptın?» dedi. Dedim ki: «Benim, âlemde bu cahillerle bir alış verişim
yok. Ben onlar için gelmedim.» O âlemde hakkı ile yol gösterenleri, parmakla gösteririm.
Kadın ve şehvetle meşgul olmak elbetde zayıf yaratılanların işidir. Aklın fetvası budur,
diyorsun. Muhammed ona, «Bu akıl, fetva hususunda hiç hata etmez,» demişti. «Hayır, akıl
hata etmez, hata ancak başka şeylerdir,» dedi.
İmanda tatlılık,  gelip gelip gitmesinde değildir'.
Zeyneddin Sadakayı gördüm boş lâflar ediyordu. Başı boş bir at üzerinde yabanlara koşan,
yolunu şaşırmış bir süvari gibiydi. Bu îmad ise bin kere ondan daha iyidir. Nahiv'den
(Sentaks), lügattan anlar. Gidip gelmek sevgiyi arttırır, derler. Bu senin işin değil. Ey kahpe
bacılı. Sen kimsin ki, Yahya'ya «veli,» dediğin için o çok ağlamıştı. Eğer (senin yerinde) ben
olsaydım onun gözlerini silerdim. Çünkü o günahsızdı. Ağlamayı gerektiren de ancak
günahtır. Bu veli kimdir? Kuran'da nebilere asla velî denilmemiştir. Onların benim halimden
haberleri yoktur. (M. 65) Onlar, «Şam'dan kervan gelsin de yoldan haber getirsin, bekle!»
derler. Sözlerimi böyle dinleyeceklerse yani yalnız tartışma ve karşılıklı konuşma yoluyla
beni dinlerlerse, onlar Şeyhlerin sözlerinden, hadisten, Kuran'dan bir şey anlayamazlar.
Benden de memnun kalmalarına imkân yoktur. Ama eğer benden faydalanmak veya feyiz
almak yolunu seçerlerse, ki bu yol niyaz sermayesidir; kendileri için faydalı olur. Yoksa ne
bir gün ne on gün, belki yüz yıl bile söyleseler biz elimizi çenemizin altına koyar dinleriz,
derler.
Saklanması gerekli olan bir mücevheri, gayet kalın bir kutu içine koyarak siyah bir mendille
sarmakta ve bunu on kat bir bohça içinde gizlemekte, deriler içine sarmakta hayret edilecek
bir şey yoktur. Nasıl ki, Peygamber Efendimize, ruh kokusu ve ruhun güzelliği belirtildiği vakit
kendi ruhunu görmüş değildi. Ruhun güzelliğinden ona bir haber erişmesi ve onun ruhu
görmesi uzak bir mertebedir. Allah yoluna buradan yürümek gerektir ki, onu gözle
görebilmek mümkün olsun. Hem bu hayatta, hem de dünyada Allahı görebilmek


mümkündür, diyorum. Yukarda sözü geçen mücevher, her ne kadar o perdelerle gizlenmiş
olsa bile onda öyle bir ışık vardır ki kendini dışarı vurur. Görüşü mükemmel olan kimseler
onu dışarı vurmadan da görebilirler. Ama o ışık dışarı vurmadan bilmeyenlere,
görmeyenlere hayret edilemez. Asıl hayret edilecek nokta şudur ki, ışığı açığa çıkarır, elinin
içine koyarsın da yine göremez. O, ne Sokrat'ın sözünü, ne thvanı Safa hikâyeleri ile Yunan
felsefesini, Hazreti Muhammed'le (S. A.) onun evlâdını; candan gönülden sevdiği
çocuklarının ahvalini bilir. Öyle bir insan, toprağın ve suyun evlâdı ve Allahnın kulu sayılmaz.
Hazreti Ömer', bir gün Tevrat'tan bir parça okuyordu. Hazreti Muhammed (S.A.), kitabı
Ömer'in elinden çekti, «Bunu at!» dedi. «Eğer bunun sahibi yani Tevrat kendisi için indirilmiş
olan Musa sağ olsaydı, benim de ona yüz çevirmekliğim gerekirdi, bir kahraman gelmiş,
bütün bu işleri altüst etmiş; kendi kurduğu dinin nimet sofrasını açmıştır. Hiç kimse onun
yolunda rızıksız ve nasipsiz kalmamıştır. Nasıl olur ki Muhammed'in (S. A.) devrinde
Musa'dan söz açılsın. Bundan maksat şudur: Allahın yol gösterdiği, kendisine rızık ve nimet
verdiği bir kimse henüz Allahı görmek hususunda bir şüphesi olanlara körlüklerini göstersin;
tâ ki Allahı da bilsinler, kullarını da! Bir Rus bile bu kapıdan girer, bizi görür, iman getirirse,
bize yüzünü
çevirirse,   şüphe yok ki, bu şeyhlerden çok, bizden faydalanır. Çünkü o, kendiliğinden
dolmuştur. O gibilerin sermayesi niyaz, yalvarmadır; zamaneden bir rüzgâr esmiş onları
dağıtmıştır.
Şeyh Muhammed, Seyyid ve arkadaşlarının haline gülüyor ve diyordu ki: «Bütün vücudum
Allahyla dolmuştur» sözü ne sözdür? Ben de gülüyordum. O zannetti ki, kendisini
desteklediğim için gülüyorum. Halbuki ben onun haline gülüyordum. Sen kendi kendini
göremiyorsun. O uykuda idi, rüya görmüştü, diyordun. Nişaburlu Şahap, arkadaşlar
arasındaydı. Bu Şahab'ın Şeyh Şehabattin'den üstün tarafı vardır. Şeyh Necib'in mürididir.
O Hallaç, onun Şeyh Şehabettin'in müridi olduğunu boşuna mı söylemişti?
Şahap, bir gün rüyasında bir dağ başına doğru koşuyor. Bir kadın da arkasından kendini
kovalıyor, dağın başına gelince oradan aşağı doğru koşmaya başlıyor. (M. 66) Kadın
parmaklarını dudaklarına götürerek, «O öldü!» diyor. Medreseye geliyor, erken erken
kapıyı vuruyor. Şeyh Şehabettin ölmüş diye onlar işi büyüttüler. Şeyh Muhammed, gizlendi.
«Bu şeytandı,» dediler. Gündüz olunca geldi gördü ki, kitaplar arasında başını eli üzerine
koymuş olduğu halde gülümseyerek can vermiş. Şeyh Muhammed, onun gözlerini ve
sakalını öperek veda etti ve gitti. Mecliste-kiler, «Hayır, o ya hızır idi yahut da bir melek!
Geçip gitti!» dediler. Zamanenin işaretlerini taşıyordu ise, buna şaşmamalıdır.
Kuran Okuyanlar
«Nice okuyucular vardır ki, Kuran onlara lanet eder,» buyurulmuştur. Burada okuyucular
(tilâvet edenler) kelimesi nice veya birçok manasına gelen Arapça rubbc ile birlikte
söylenmiştir. Ama bu bütün okuyucular için değildir. Şu halde başka okuyanlar, hafızlar da
vardır ki, bunlar Kuran okumanın uzmanıdırlar. Allahın has kulları ki, Kuran'ın yedi türlü
manasına aşinadırlar. Çünkü Kuran'ın yediye kadar sayılan, zahiri, bâtını, hattâ batının
batını manası vardır. Ama bu yedi mana lâzım değildir. Bunlardan her biri, halkın âdet ve
anlayışına göre değişir. Halk bunlardan başkasını ve daha ötesindeki manaları da bilir. Bu
onun işidir. Kuran'ın yedi türlü manasını veya yüz bin türlü manasını bilmek başka bir hak
vergisidir; bir lütuftur. Hakkı arayan onun has kulu olan kimseler, sevgiliye vaktinde nasıl


nazlanır? Bu mertebenin üstünde öyle bir mertebe daha vardır ki, en seçkin kulların
mertebesidir. Kuran'da onların bahsi geçmez ama işaret vardır. O gibilerin, sözü geçen
Kuran okuyucuları ile bir ilgileri yoktur. Onlar ne o bölükten ne de bu bölüktendir. Allahın özel
ve seçkin kullarıdır onlar. Bundan önce de onlardan bahsetmiştim. «Sana göre de bu mana
böyledir, öyle değil mi?» dedim. «Sen zahmet etme, burada bir zorluk yoktur. Bana, suya
gitmek zor geliyor,» dedi. Kırlar karlarla örtülü. Acaba su lâzım olur mu? Buyurdu ki: Her ne
olursa olsun insan oğlu önceden yapacağı şeyi düşünmeli ve sonuna kadar bunu yapmaya
karar vermelidir. O zaman zorluk kalmaz her şey kolaylaşır. Bu eski bir kanundur. Kış, evet,
bahar yerine kış gelseydi, «Eyvah, bu ne haldir?» derdin. Ben böyle düşünmemiştim. Bu
kanun değildir. Babadan dededen kalma âdete göre yaz mevsiminden sonra güz gelir,
güzden sonra da kış.
Kadınlar Hamamına Giren Erkek
Adamın biri kadınlar hamamına gider, soyunur çırçıplak olur. Kendince şöyle düşünür: Olsa
olsa kadınlar saç ve sakalımı yolacaklar, beni dişleriyle ısıracaklar, tas ve taraklarla dövüp
söğdükten sonra da şahneye teslim edip dönecekler. Ama hiç düşünmemişti ki, erkeklik
organlarım kessinler. Şüphesiz o uğursuz saate kadar susmuştu. O saat gelip çatınca,
feryadı bastırdı, şöyle dedi: «Ben öyle düşünmüştüm ki, bana itibar eder hatırımı
sayarsınız. Belki kadın 'milleti bana karşı şefkatli davranırlar, gönlümü alırlar.» Bugün eğer
böyle olacağını düşünmüş olsaydım bu işe hiç yanaşmaz böyle bir harekete karar
vermezdim. (M. 67) Beni dört defa kadının karşısına çıkarsalar bile bana çok zor gelmezdi.
Ben oraya gitmiye bilirdim, beni oraya götürmek için belki de bulamazlardı. Eğer o zaman
başkaca kurnazlık yollarına sapsaydım, mevsim kışa rastlar, bahar olmazdı şehirde gizlenir,
ses çıkarmazdım ancak iki ay sonra benden haber alırdınız. Çünkü kış, birbirinden ayrı
düşmüş dostların bir araya gelmeleri için uygun bir fırsattır. Artık, «Ben su kenarında
dolaşmaya gidiyorum,» diye bahane uyduramazsın. Dışarı çıktığın zaman bakarsın ki bahar
kışa dönmüştür. Ama bir kimse beni iyice tanırsa, kışı bahara döner. Bana karşı her kim
doğru ve dürüst davranırsa benden ona çok rahatlık ve esenlik erişir; benden daha kuvvetli
yaşar. Nihayet benim hatırıma gelmeyen şeyler onun hatırına gelir.
Bu bahiste yüzlerce Ebubekr'e, kemancıya, Çuha' ya çömezlik yapmak gerek. Ama bunların
kuvvetlerinin derecesi ne olduğunu, işi nereye vardıracaklarını anlamadan niçin yapayım bu
işi?
Yüce Allah kendi has kullarından bile gizlediği sırlar hazinesinden saçtığı parlak ışıklarla sizi
aydınlatsın.
Kaç Türlü Sarhoşluk Var?
Sarhoşluk dört türlüdür, derler; sarhoşları bu dört sınıf içinde toplarlar.
Diyelim ki, sen İmad'sın, senin davan Allahyı görmek bahsidir. Sen tomruk koltuğunda zavallı
tutsak. Nasıl lâyık görürsün ki, bir derviş bu babdaki âyeti tefsir etsin de Musa, Allahyı
gördü diyebilsin? Yani Musa o baygınlık halinde belki Allahyı göremedi, ama Kuran'da
«Mutlaka göremedi,» demiyor. Yani Musa o durumda senden daha yetersizdi. Bu hal nasıl
oluyor? Ve ben diyebilirim ki, Musa o baygınlık hali içinde Allahyı gördü. O, niçin sana
gelsin, sen niçin ona gelesin. O, âlimdir, vaizdir, araştırıcıdır. Ben ise Şeyhim, olgun kişiyim.
Onun bilgisi onun için pek yetersiz bir hünerdir. O, doğrudan doğruya Hakkı aramaktadır.
Sen ise tezvirde, sahtecilikte Şeyhsin. Dünyayı isteyen, tekkeyi bekleyen, armağan kabul


eden bir insansın. Halbuki o bütün bunlardan el çekmiştir. Hele şu saatte, sen îmad
sayılırsın. Çünkü ondan sözler aktarıyorsun.
Sen sor ki, ben de cevap vereyim. Hele başkaca ne söylüyorsan gel de söyle. Ben ondan
söz aktarırsam; ben, ben değilim demektir. Şimdi söyle: Başka neler aktarıyorsun? Bugün
onlar ne işe yararlar? Ne dine ne de dünyaya yarayan soğuk ve donuk şeyler. (Bunlara
karşı) bir bahane uydurur, «Biraz dolaşacağım,» dersin.
Halvette sana onlardan uzaklaşmak mı düşer yoksa onlara serden ayrılmak mı yaraşır? Siz
bizdensiniz biz de sizdeniz. Halbuki onlar bizden, biz de onlardan değiliz, Allah için! Onların
saçı sakalı var, benim henüz sakalım yok. îşte burada Mevlânâ ile son görüşmemiz böyle
oldu. Mevlânâ bizden çekiniyordu. Yanlız kaldığımız zaman ona iki üç gün kadar üst üste
halvetde buluşmak gerekli olduğunu söyledim. Bana kesin olarak söz verirsen, bunun nasıl
olacağını anlatayım, dedim.
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Benim ağzımdan çıkan sözler ise pek parlak görünmekle
beraber, siyah perdeler altındadır. Bu güneş, onların arkasında kalmıştır. Yüzleri göklere
dönüktür. Halbuki yerlerin de, göklerin de ışığı ondandır.
(M. 68) Güneşin yüzü Mevlânâ'ya dönüktür. Çünkü Mevlânâ'nın da yüzü güneşe karşıdır.
Kuran'da ulu Allah, «Bizim yolumuzda savaşanlara yollarımızı gösteririz,» (Ankebut sûresi,
69) buyurmuştur, îşte bu âyet, bu nükteye işarettir. Yukarıda sözü geçen âyetin başı ve
sonu o sebepten dolayı biribiriyle ilgilidir. Maklub'dur (devrik'tir).
Önce sorudan maksadın ne olduğunu anla da ona; göre cevaba davran! Değişik ve çok
kolay sorular önce zor gibi gelir ama sonra hatırlatmaya yarar. Senin söylediğin, «Ondan
başka ilâh yoktur,» sözündeki o, kimdir? Kime işarettir? Biri diyor ki: Bu, o camide bir
mimberdir; başka biri bu sözü bu açıklıkla söyleyemiyor. Hazreti Muhammed (S.A.), türlü
işaretli sözler söylemiştir. Ama bu kadar çıplak ve açık konuşmamıştır. Bu asla söylenemez
de. Çünkü sözleri anlayacak olan halktan biri de benim. Halk içine girmiş, onlarla kaynaşmış
töreler sünnet olamaz. Eğer benden sonra benim kardeşim gelir derse, bu, nöbetleşme
mertebesinde en küçüğü gelir demektir. Bir gün nöbet sırası gelince hep sevinç, neşe ve
hoşluk olur. O gün raks, haraket ve gülme günüdür. Eğer bugün, «Nöbet yoktur,» derlerse
vazgeçelim. Dağları taşları delip geçen bizim sözümüzdeki o çalkantıdan efendimiz nasıl
yoksun olsun? O Şeyh Ebubekr (Sellebâf), sizin beş öğüdünüzü dinleseydi bir daha sizi
dinlemeye takat getiremezdi. Bir kere onun cinsinden olmak gerektir. Bugün pek aşağılık
gördüğüm bu kimseler, bir gün gelecektir ki, güzellikte şimşek gibi gözlerinin önünden
geçecek. Sen bu görüntü karşısında, «Bize de bakınız ki, nurunuzdan biz de aydınlanalım!»
diyeceksin. Ama hiç faydası olmayacak, size, «Artık geri dönünüz,» diyecekler.
Dağdaki Zâhid
Bir dağda bir zâhid yaşıyordu, ama o artık insancıl bir zâhid değil, belki dağ adamı olmuştu.
Adamcıl bir kişi olsaydı, fehmi ve vehmi olan Allah bilgisine kabiliyetli insanlar arasında
yaşardı. Dağda ne yapardı bu? O bir toprak idi ki, taşa doğru yöneldi. İnsanoğlunun taş ile
ne işi, ne ilgisi var?
İnsanlar içinde yaşa ama tenhada daima Allah ile halvetde ol; hep tek başına kal. Ama
Hazreti Peygamberin, «İslâmda rahiplik yoktur,» buyurduğunu unutma! Bu, bir bakıma
rahipliği yasaklayan bir tavsiyedir.
Dağdan ayrılıp da insanlar arasına karışanları halk, parmakla gösterilen birer ilim ve marifet


adamı sayar. Sözü geçen hadisin başka bir mânâsı da, evlenmemenin, kadından ayrı bir
hayat yaşamanın Müslümana yasak olduğudur. Hele kadın al, bekâr yaşa, bu nasıl olur?
Yani gönülde olan, hoşa giden her şeyden uzak yaşamak ne demektir?
Her sene bütün şehir halkı ve Padişah, dağdaki zâhidin ziyaretine gider, o da halkın
kendisine karşı böyle sevgi ve bağlılık göstermesinden hoşlanırdı. Öyle bir hale gelirdi ki,
artık başka hiç bir şeye karşı istek ve arzu göstermezdi. Yemekten içmekten büsbütün
kesilmişti. Bir gün garip bir derviş, bir aziz oradan geçiyordu. Ona sordu: «Yahu, bayram
değil, Nevruz değil bu toplantı nedir?» Zâhid cevap verdi: «Divane misin? Mecnun musun?»
Şiir:
Anlamaz Leylâ yazık âvâre Mecnun halini,
Halini Mecnun'un ancak sadece Mecnun bilir.
(M. 69) «Sen divane misin?» deyince, misafir derviş, «Böyle söyleme!» dedi. Zâhid, «O
halde tövbe ettim, hakkını bana helâl et!» diyerek dervişin ayağına kapandı. Misafir derviş,
kendi kendine, «Senin bu sözünden bana bir zevk kokusu geldi,» dedi. Bu, tövbenin, gönül
alçaklığının bereketinden hasıl olan bir zevk idi. Zâhid, «Bu dağda bir Allah adamı var da
onun ziyaretine geliyorlar,» dedi. Mevlânâ'nın buyurduğu gibi, eğer sözü kudretimizin
kemâliyle söylesek bu insana daha hoş gelir. Gönülden, ruhtan, mânâdan ibretle söylenen
sözler daha hoştur. Ama bazan da aldatmacadır. Yoksa susayım daha iyi! Cevap verdi:
«Eğer susarsan konuşman da daha aydınlık olur. Çünkü sükutta, hem sessizliğin ışığı, hem
de konuşmanın faydası gizlidir.»
Yüz bin rahmet senin o hatırana olsun ki, bütün âlem asla o hatırdan geçmez; hiç bir tarafa
da iltifat etmez. Bu saat benim âlemimde onun hatırı böyledir. Benim düşüncemde de,
zahirde işimin doğruluğunu anlarım. Derviş Padişahın huzuruna gitti, selâm verdi. «Benden
bir söz dinle,» dedi. Padişah dervişin tatlı konuşması üzerine atının dizginini çekti, gönlü
kabardı, atından indi, kendi kendine, «Bu derviş her ne isterse vereyim. Mal, mülk, hatta en
güzel kızımı bile istese feda ederim ona ve hatta nikâhlı karımı bile istese boşayarak
kendisine sunayım,» dedi. Sonra, hemen sordu: «Ey derviş benden ne dileğin var? Her ne
istiyorsan söyle hemen vereyim. Pek tatlı bir nefesin var.» «Evet,» dedi derviş, «hoş nefes
dervişlik gereğidir. Sen benimle bir kaç söz konuştun. Benim sözüm senin sözünle öylesine
tatlılaştı ki, seni atından indirdi ve öylece bana boyun eğdin! Eğer beni dinlemek şerefini
esirgemezsen, söz senin varlığınla tamam olur.»
Ey Şah! Halk içinde olduğun halde bir saat olsun halkı kendinden uzaklaştır. Tâ ki, Şah,
dervişin ziyaretine gitti desinler. Hem öyle bir eve gidelim ki, orada Şah hangisi, derviş
hangisi belli olmasın.
Bu bir hikâye değildir. Bu sözdür ama onu asla seninle konuşmak istemem, ancak sen çok
merhametlisin. Hani o gün bana, «Senden bir şey istediğime pişmanım,» demiştin. Seninle
kıl keçe üstünde bile oturmak hoştur. Ama bu bir ödünçtür, borç değil. O geçen günler bir
şey değildir. Biribirini tutmayan şeylerde ya bir taraf yalandır, ya öteki taraf. Eğer o taraf
yalan ise şu halde benim tarafımı tutarsın. (M. 70) Bazan o âlemden, bazan öteki âlemden
acayip sözler anlatırlar. Ariflerden, büyüklerden bir şeyler naklederler. Şu âlimden bir şey
işitir hayret ederler. Yani bu âlem halkının işi, hep bu aşağılık ve bilgisizlik yüzündendir.
Henüz zayıf sözleri öğüt yoluyla mı söylerler? Yoksa sen henüz bu noktada mı kalmışsın,
burada kalma derler. Bu saat tamam oldu, ne söylesin? Her kim olursa olsun mimberin


üzerinden verilen bu emirlerin karşısında cevaptan âciz kalır. Geçmişi hatırlatmak istemem
diyorsun; onlara faydalı olan filân mesele hakkında söylüyorum yoksa mecburî bir iş değil.
Zaman zaman emri terkediyorsun. Zorluk olmazsa o başka! Bugün zorluk olunca, kadı bile
mahkeme kapısından geri dönüyor. Allah, peygamberlere, velilere göstermedik zorlukları
bana gösterdi, diye şikâyetlenme! Sen emri yerine getirmekte
kusurlusun. Sen umuyorsun ki ömür boyunca bu böyle olacaktır. Halbuki emirler, yerine
getirilmesi mümkün ve senin de ona elverişli olduğun için gelmiştir. Ama bugün sen emri
yerine getirecek güce sahip değilsen, nasıl emre uyabilirsin? Hazreti Peygamber bile emrin
ağırlığı karşında, «Hud sûresi ve buna eşit emirler, beni ihtiyarlattı,» buyurmuştur. Eğer, «O
emirlere uymakta Peygamber için çok fayda vardı,» diyorsan; sana da hiç bir zararı yoktur.
Çünkü, «Yazık olsun bana dersin.» Ama o hayıflanma öğünmekten daha aşağı bir çene
kavaflığıdır.
O cömert yeni müslüman için, «Tövbe etmiştir,» demeğe gönlüm razı olmuyor. O derece
düşkünlük ve kırgınlık, kendini aşağı görmek gerekmezdi ona. Onların hepsini duygusuz bir
kesek parçası sanırsın. Benim karşımda da o korkuyu duymazlar, benimle birlikte oldukları
zaman da. Ancak onları yola getirmek maksadı ile yedi başlı aslan masalım nasıl
anlatayım? O sözler kimin kaderini değiştirmeye yarar? Sana vehim ve korku gelir. «Aman,
o ben olmayayım!» dersin. «Hayır sen değilsin,» diyorum. Benden ve senden sonra gerçek
bir istekli gerektir ki, o öğütlerin etkisi görünsün. Bugün her ne kadar bu emirler başkalarına
zor gelse bile, en uygun olan cihet hiç bir emrin sana çetin gelmemesidir. Bayezid, benim
sohbetime dayanamaz. Ne bir gün, ne beş gün. Ama bir kimseye ki gönlüm yönelmiş,
sohbeti hoşuma gitmiştir, onunla öğüt bahsinde konuşurum. Bir şeyde ki kök ve temel vardır,
iyi bakarsan kolayca görebilirsin. Sana hoş gelir o temaşa. Bunun sebebi şudur: Eğer siz
geniş ölçüde bir dünya adamı olsaydınız, size başkalarının yardımı gerekmezdi. Ancak
böyle değilseniz bu yardım gerekli olur. Bu saatte Peygamberin şafaatindeki sırrı
anlayabilirsiniz.
Gece yarısından sonra yüzümü onun tarafına çevirdim. Umduğuna kavuşmuş bir umutsuz
gibi, bende bir umut belirdi. Ama sen, «Senin yanında konuşmak bana haramdır,» demiştin.
Evet bizim yanımızda söz haramdır, ama izinsiz olursa. (M. 71) Eğer benim iznimle olursa o
zaman konuşmak helâldir.
Ayaz, Sultan Mahmud'a bir kere sövmüştü. Ama Sultan onu öldürmedi. Çünkü Sultan daima,
«Nerede o kurban ki, Ayaz'ın ayakları altında keseyim,» derdi. Bunlar gibi bin tanesi bile,
onun yolunda ölmeye lâyık değildir. Sultan Mahmud, Ayaz'ın aylığını kesti. Bu imanın
sırrıdır, ruhun azığıdır. Ancak onun nasibi olan sevgideki sıcaklığın, ondaki zevkin arkası
kesildi. Kezervanî, Hocendî'den daha güzel vaiz ederdi. Daha tatlı ve sıcak konuşurdu.
Meselâ her hangi biri için, «Ben ona inanırım,» derdi; bu olgun bir gençtir, böyle söylemez,
böyle düşünmez; O, Mevlânâ'nın sustuğu gibi susmaz, belki ona uygun cevap verirdi. Allah
hakkı için onun gibi bin tanesi Mevlânâ'nın bir tüyüne bile değmez. Bütün fenlerde, Allahya
yemin ederim ki Hazreti Musa bile onun dengi olamaz. Mevlânâ, yaradılıştan hazırcevaptır.
Karşısındakini susturur, bütün bu olan biten şeyler sana benim tarafımdan ve hep senin
susman yüzünden olmuştur. Ne güzel bir iftira bu! Aydınlatıcı bin doğru sözden daha parlak,
daha hoş, daha kutlu. İmad sözümü dinlemedi, acele etti. Zaten çok defa inanarak dinlese
bile soğuk davranırdı. İşte onda ilk defa görülen bu eğilim, ömründen bir gün dahi kalsa, her


hangi bir şeyi anlayabilmek için onu tevil etmesinden, yorumlamak istemesindedir.
Ona bir gün sordum: Tebriz'den ne zaman çıktın? O zahir ehli kişilerden, yani tahkik ehli
olmayan zahir ulemasından kimseyi görmedin mi? Bunları sormaktan maksadım, o zahir ehli
kişiler, bir gün suyu azalır diye denize acırlar. Onun hangi deniz olduğunu anla! Ona cevap
verirsin. Çünkü sen ona inanırsın. Bu cevapta dolayı onun ululuğu seni sarar. Ama senin
cevabın onları doyurmaz ve etkilemez. Çünkü sen ululama ve yüceltme yolunda beni
anmazsın. Her hangi bir şey hakkında bu sözü kapalı söylemek gerektir. Bu söz, tulumdan
sızan su gibi akar gider, dersin.
Batın bahsi bütün bunların dışındadır. Ben kendi halimde devam edip gitmekteyim. Asla bu
halden daha ileri geçmem. Ben, nasıl olur da senin beni düşündüğün gibi zaman zaman
seninle birlikte geçirdiğimiz o âlemi anmam? Sen de bilirsin ki, her ikimiz de aynı şehirdeniz.
Bana dedi ki: «Sen şüphe yok ki, Haktan sarhoş olarak geldin, ama şaraptan sarhoş olanlar
gibi değil.» «Evet, ben gerçi içtim. Fakat halk içinde iki kadeh içip de sarhoş olanlar da
vardır, binlerce kadeh boşalttığı halde, yüzü kıpkırmızı oluncaya kadar içip de ayık kalan,
kendi çevresini bilen, aklı başında insanlar da vardır,» dedim ve kendi kendime, «En iyisi, bu
bahiste karşındaki 'hayır' demeden sen de itirazı kes, 'evet' deyiver,» diye düşündüm.
«Ey iyisi bu bindiğimiz eşek; bize bağlı kaldıkça ona bir şeyler gerek,» dedim. Onlar için tek
başına kalmaktansa, bir yabancı ile birlikte olmak daha hayırlı görünür. Halkın yabancısı
sanır ki, bu kısaltmalar tamahkârlıktandır. Ant içerim ki kardeşlerimiz beni bilselerdi, çok
güzel ve tatlı olurdu.
Hazreti Ali buyurmuştur ki, erkeklik üç yerde belli olur: 1. Savaşta, 2. Kadın koynunda
yatakta, 3. Aldanmamak için alışverişte. Halbuki Hazreti Ali'nin cömertliği yanında hazinelerin
beş para değeri yoktur. Fakat o bunu öğüt olarak söyler geçer. Ben de sözü özetleyerek
söyler geçerim. Açık konuşurum ve geçmiş büyüklerin ruhlarını hasretle anarım.
Sizinle bir sır konuşurum ki, bunu ne Mevlânâ ne de daha önce gelip geçmiş büyükler
işitmiştir. Çünkü son yetişenler arasında Hazreti Muhammed'den (S.A.) sonra Allaha da
iftira edenler, onların söylemediklerini söyleyenler vardır. Şu halde işitmediğin şeyi konuşma.
Önce söze başlayıp da bu söz açıklandığı ve neticede filân kişinin buna karşı olduğu
meydana çıkacaktır. Eğer önceden böyle vaiz etmeseydi, seni hiç kimse bilmeyecekti. Ama
işin sonunda, «O büyük âlimdir, üstün bir zattır,» diyeceklerdir.
Mevlânâ hararetli konuşmadığı zaman da onu severler. Fakat onda «(o zaman için) fesahat
(düzgün konuşma) neşesi yoktur,» derler. Ama daha sıcak konuşmaya başladı mı, o vakit
onun gerçek değeri anlaşılır; sözlerindeki tatlılığa, gençler de yaşlılar da âşık olur. Onu
severler. Onun benden ve benimle beraber olduğunu bilirler; benim onların inandığına
inanmadığım yoludaki sözümün mânasını da anlarlar.
Mevlânâ bu dereceye inmiştir. Lâkin biliyorum ki, bende de bir hal var. Ben buna
bakmıyorum ve bizi kınayanlara karşı asla aldırış etmem. Bu bencilliktir. Şüphesiz ben bunu
söyleyince sen de aynı şeyi söylüyorsun, ikimiz de bu konuda birleşiyoruz. Ama bana
gelince, daha söylemediğim şeyler kat kat fazladır. Bu noktadaki kuşkularım sonsuzdur.
Bundan dolayı sözü çok özetliyorum, konu dışına da çıkamıyorum. Bazan vaz geçiyorum,
söze yalvarıyorum. Beni şüpheli duruma düşürme diyorum. Allahı arayanlardan hiç bir talip
yoktur ki, aradığı yolda olgunlaşmış olmasın. Talip isteğinde kemale ermiş, aranılan sevgili
sevilmek bahsinde henüz olgunlaşmamış ise, o kararsızdır. Ama sevgili, sevilmek bahsinde


olgun hale gelmişse, her ikisi birbirleriyle anlaşmış ve kaynaşmış demektir. Bu bakıma göre,
ariften daha üstün bir şey yoktur. Ama (diğer bakıma göre) ondan da üstün bir şey vardır.'
Diyelim ki, bir vezir vardır. Sultanın her halinden anlar. Huyunu, mizacını, öfkelendiği ve
hoşlandığı şey leri bilir. Bunu kimseye sormadan kavramıştır. Ama o vezir bütün bu yakınlığı
ile beraber canından güvenli değildir'. Çünkü nice vezirlerin boynu vurulmuştur.
Ayaz (Gazneli Sultan Mahmud'un gözdesi), canından güvenli idi, rahattı, hiç bir şeyden
korkusu yoktu. Bir suç işlediği, her hangi bir şeyi kırıp döktüğü, yahut üstünü başını
ıslattığı, elbisesini yemek dökerek kirlettiği zamanlarda bile suçluluğuna rağmen sultanı
oyalar, onu bütün gün neşelendirir, eğlendirirdi. Sultan da onun bütün zararlı işlerini hoş
görürdü. Çünkü Ayaz, çok sevimli ve sevgili bir çocuktu. Vezir, onun bütün bu zararlı
hareketlerini bildiği halde nasıl olur da ona göz ucu ile bakabilirdi? Çünkü, Sultan binlerce
kelleyi onun uğruna feda ederdi.
Sultan, vezire bir sır emanet ettiği zaman, onu hiç kimseye açıklamamasını tembih etmeye
bile lüzum görmez, vezir de bu sırrı saklamakta çok dikkatli davranır, onu mezara kadar
götürür.
Hazreti Muhammed'le birlikte otururken Musa'yı görmek istersen aldanırsın, isa'yı görmek
de böyledir. O, avların en büyüğünü avladı. Ama Musa'yı görsey-din onu Hazreti
Muhammed'den bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir şeyler söylerler ve onun
gayretinden bahsederlerse, onu Hazreti Muhammed (S.A.) söylemiştir. Eğer Tevrat'ı okur
da onun vasfını o kitaptan dinler ve Hazreti Muhammed'i (S.A.) dilersen, Hazreti Musa'nın
bin kere: «Yarabbi ne olurdu o Peygamberliği bana vermeseydin, yahut bir zaman yerimde
oturup da onun dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!» dediğini görürdün. O
halde gel sen ve ben altı ay efendimizle birlikte oturup ah ve feryad edelim. (M. 73)
Dünyada gönül açıcı Yasin sûresini dinle, Dünyadan konuşanları dinleme. Ben ya sadığım
şehirden ayrıldım. Kendi kendime, «Yürü! Kendi âlemine bak!» dedim.
Bana sordular: «Ne iş yaparsın? Bu âlemden sana haber verdiler mi? Bunu gördün mü?»
«Elbette gider görürüm,» dedim. Bu yola geldiğim zaman, «İşte senin âlemin,» dediler. Bu
âlemden ne anladın? Sana bir bilgi vermediler mi? Yine dedi ki: Siz o âleme lâyık değilsiniz,
o hamam külhanından vazgeçiniz. Ama burada senin bana tarif ettiğin bir ülke olduğunu
gördüm. «Orada ne işin var, anlat bize!» dedi. «Bu âlemi sen bilmiyor musun?» dedim.
«Nasıl bilmem; sen de bilirsin,» dedi. «Ama ben bilmiyorum,» dedim. O halde yürüyelim ki
gözün, gönlün açılsın. Burada ne bekliyoruz? Ergeç her topluluk bu kabir tarafından geçer.
Şüphe yok ki dünya, etrafında ateş yanan bir kabirdir, içindekilerin iyi yanabilmesi için onları
yumuşatır.
Kezervanî dedi ki: «Allanın bir kulu vardır ki, başına bir hal geldiği vakit kabirler üzerine
yüzüstü kapanır ve başı yerden kaldırılıncaya kadar öylece kalır.» Bu kimse bir belâya
uğradığı vakit, «Bu adam zayıftır, güçsüz ve biçaredir,» dersin. Ama nasıl diyebilirsin ki, bu
adam, Hazreti Muhammed'e (S.A.) ümmet olmaktan vazgeçti de Nuh Peygamber'in ümmeti
oldu. Dedi ki: «Gerçi peygamberlere uymak vaciptir.» «Düşün bir kere,» dedim. «Bu caiz
olur mu? Sonra 'Benim cevabım bu değildir,' dersen, sorduğun soruları düşün bir kere;
benim cevabımı düşünme korkunçtur,» dedim. Güldün ve dedin ki: «Cevabını düşündüm,
onun için bende bir korku belirdi.»
Bunu benim hamlığıma verirsin. Çok konuşmak isteği ancak sözü manâlı ve düzgün


söyleyince hoşa gider. Çünkü istek fazla olunca söze perde olur. Ama bu hep böyle oluyor.
Bir kâğıt düşün ki bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir
başkasına çevrilmiştir. Kâğıdın sana dönük olan yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve
sevgili tarafına dönük olan yönünü okumak gerek.
Hep pişirdiğini yeme. Ekşimiştir, soğuktur, mideni de üşütür. Senin için tatlılık ekşilikten
daha iyidir. «Ah, ah, ah!» diye ağlayan hoş ağlar, ama «ha, ha, ha!» diye gülen öyle gülmez.
Daha ne kadar, «ha, ha, ha!» diye güleceksin? Öyle gülmek sana göz ağrısı getirir. Üç
kere, «Haykanko Kokor» (Bu sözlerin hangi dilden olduğunu ve anlamını öğrenemedik (Ç.))
söyle. Sana konuşmak gerekse böyle yaparsın, ama bizim o sağır kediciklerimize bunun ne
faydası olur? Halep'deki halk arasında yazacak bir şeyler, yeni bir haber yok mu? Senin için
düşünecek, üzülecek ne sebep var ki! Orada benim yerimde, benim gibi bin tanesini
bulursun.
Bana şimdi Ebu Said Ebül Hayr'dan şu anlamdaki bir beyti nakletmek gerekiyor:
Beyit:
Çok utanmaz, açık saçık insanlardı, hep böyle idiler.


Adlarını söylerler, rezil olurlar,   büyüklerini de   rezil ederlerdi.
Bu yol çok acayip ve gizli bir yoldur. İşte şahneler oturmuş size, «Yol bu yol değil, asla
buradan geçmeyin,» diyorlar.
(M. 74) Altı yön de Allah nuru ile aydındır. Zavallı felsefeci, yedi feleğin dışında kalmıştır.
Uzayda, boşluk içinde görünen her şeyin elbette bir hakikati, gerçek bir tarafı vardır. Nasıl ki
Kuran'da, «Dağları yeryüzünün kazıkları yapmadık mı?» (Nebe sûresi, 7) buyurulmuştur. Bu
âyetteki sözü geçen kazıklar, ne dağlar, ne de taşlardır. Ancak bunlar birer birer
zikredilmiştir. Görmez misin ki bu dağlar yerlerinde dururken semânın cadın kurulmuştur.
Ama eğer bunlar yerin kazıkları olsaydı o çadır havada nasıl kurulurdu? Ben, «ulu Allah
Mevlânâ'ya uzun ömür versin!» diyeyim; sen de, «Âmin!» deyiver. Allah onu bize, bizi de ona
bağışlasın. Hepimize de uzun ömürler versin! Âmin!
Her kim için, «Allah uzun ömürler!» versin diye dua ederlerse, sen de «Âmin!» deyiver.
Yüce Allahm, âlemin Doğusundan Batısına kadar, o testi su ile dolmuştur. Dediler ki; Duacı
ile bu dualar nereye sığar? Bu kap su ile dopdolu iken, o su göndermiştir. Beni andın mı
hiç? Ant içerim ki sen beni anlayamadın. Eğer anlasaydın, bütün vücudundaki organlar titrer,
kalbin çarpar, sarsılırdın, içinden gelen bir ses sana: «Bu, Velidir! Bu, yeri ve göğü,
aralarındaki varlıkları yaratan yüce Allah dostlarının en güçlüsüdür!» diye haykırırdı ve,
«Bu, işte burada hazır olan velidir!» derdi.
Bu sevgili dost işte şurada oturan kişidir. Şüphe yok ki, sevgili neredeyse, seven de
oradadır. Ama bu gafletde bir sebep vardır. Lâkin bu derecede değil. Ben, senden daha
korkuncum. Bundan önce benimle birlikte olduğun zaman yaptığın hizmetlerden utanırdım.
Şimdi ise hiç çekinmiyorum. Çünkü arifle bulunmak hoş şeydir. O beraberlik benlik
davasından uzaktır.
Hazreti Peygamber, «Yarabbi biz sana senin ululuğuna yaraşan ölçüde 'kulluk edemedik!»
buyurdu. Bayezid-i Bistamî ise, «Kendimi kutlarım şanım ne yücedir!» diye öğündü. Her
çağda tek bir gerçek vardır. Lâkin şeyhin gerçek müridi daima kendisi ile birlik olandır. Üst
tarafı rüzgarla gelen, esinti ile savrulan tozlar gibidir. Ama sen üzülme! O biricik dost sen ol!
Çünkü o günahkârlardan binlerce gerçek dost arasında ancak bir tane bulunur ki, yabancı
sayılmaz, perde arkasına alınabilir. Yolculuk bittiği zaman o, ışıklı aklının nuru ile kanadı
dünyayı yakan bir melek gibidir. Ama nerede o gerçek dost?
Şu şehvetler çamurunda iyiyi kötüyü seçebilen o er nerede? Bıyıklarını yolsan bile dudağını
kıpırdatmaz. Konuşulmaya, şakalaşmaya lâyık bir kişidir o. Halk arasında onun sözleri, «Bu,
filân zatın sözüdür,» diye söylenir. Çok kere kendisinden faydalanırlar, onunla çok kere
doğru yolu bulurlar. Onların sözünde hak âleminden bir koku vardır. Öyle bir zatın nefesi
şüphe yok ki cennet nefesidir. Belki de Hak nefesidir. Dilerseniz, ona, halkın en
azizlerindendir deyiniz. Ey Hakka yakın kardeşler. Bu erenlere saygı gösteriniz!
Meclistekilerden biri, «Evet,» dedi. Öteki atıldı: «Ne demek 'evet,' 'eyvallah' de; 'öyledir*
deyiver.»
Biz Allahın gönderdiği o biricik dost olmak davasında değiliz; sevilen, kat kat faydalı
olanlardan da değiliz.
Mevlânâ dedi ki: «Üç şeye mânâ verilemez. Bunlardan biri gönül hoşluğundaki korku, ikincisi
huzur alemindeki korku, üçüncüsü de gereği gibi menfaat eksikliğidir.»
Gerçek Allah adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet,


ululuk konusuna gelince; bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli,
ağırbaşlı hareket eder; her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz, oradakiler kabiliyetsiz olunca o
yerde konuşmak zulümdü!. Kitaplar bu ko nuda bir şey söylemez, belki H söyler. Lâkin H de
bu konuda konuşmaz ancak benim çağımda ve zamanımda bunu birçokları yalanlar. Biri
benim yanımda esrar içmeye, yalan söylemeye tövbe etti ama şimdi unuttu.
(M. 75) Dün bana komşu cariyeler getirdiler. Yüzümü onlardan saklayarak dedim ki, eğer
H'yi birlikte getirseydiniz biz de Allahya yakın meleklerin kapışmak istedikleri nohut daneleri
saçardık. O danele-ri sana şefaat dilemek için getirdiler. «Bize o varlıktan bir bilgi ver,»
derler. Kendilerine Allah katından bilgi verilmiş olanlar, başka bir deyimle İlmiledün erbabı iki
bölüme ayrılırlar. Biri o ilimde perişan bir sel gibi akar gider. Onlar ilim yolcularıdır. Bu
toplum içinde ancak bir kaç kişi söz söyleyebilir. Sende suret ve mânâ yönünden düzgün bir
hal var derler. Kendilerinde belirli bir hal görmediğim ve evvelki bölümün karşı cihetinde yer
alan bir bölüm daha vardır ki, bütün Allah dostları, veliler, peygamberler bunlarla buluşmak,
yüzlerini görmek arzusundadırlar. Bir kimse ki, bu noktada yüz velinin bile bir peygamberin
ayak tozuna değişilemeyeceği inancında duraklamıştır, umulur ki o, başlangıçta da öyledir.
Bir kimse ki son inancı bu noktaya gelmiştir, onun sonu nereye varır?
Bir kimse ki, Kuran'ın Allah kelâmı, hadisin Peygamber sözü olduğuna gönülden inanmıştır,
ondan ne umulur? Başlangıcı böyle olursa onun son durağı nereye varır? Gerektir ki o
bunları küçük yaştayken öğrenmiş olsun. Ama o, bu daracık yerde mi kalmak? Hak âlemi
çok geniş bir alandır. Bazılarına göre bu konu son derece sade ve basittir. Ama çok zor,
çok çetindir. Bazılarına göre de çok kolay ama o kadar kolaydır 'ki, bu kolaylıktan ötürü
hayrette kalmışlardır. Bu bahiste söz söyleyenler şu noktada duraklamışlardır :
Hadiste, «Kuran'ın yediye kadar zahirî, batini, batının batını manaları vardır,» buyur
ulmuştur. Bu manalardan zahirî manayı âlimler, batini manayı veliler, batını mana içinde gizli
olan manasını da Peygamberler bilirler. Ama o üçüncü derecedeki manayı Allahtan başkası
bilemez. O halde ademoğlu bundan nasıl faydalanabilir? Hadislerdeki sırlar da Kuran'da
olduğu gibi çoktur. Nasıl ki, yüce Allah (Necm sûresinin ll'nci âyetinde), «Onun Miraçta
gördüğü gerçek tecellileri, kalbi yalanlamadı,» buyurmuştur. «Kulaklar duymadı, gözler
görmedi,» nüktesindeki mana da şüpheli kalmıştır. Eğer Kuran'da esrar olsaydı neden o,
her gün Kuran'daki kesin hükümleri okuduğu halde kendinden geçmiyordu? Halbuki o, esrara
dair tek bir kelime işitse kendinden geçerdi ve o fitneler de açığa çıkardı. Bundan dolayıdır
ki, Beyazid (Bistamî), öyle anlaşılıyor ki bir takım kapalı sözleri ile kendi sırlarını söylemek
istemiştir.
Hazreti Peygamber, kapalı söz konuşmadı. Sahabeler adına nakledilen öğütlerde de
açıklamayı gerektirecek üstü kapalı bir söz yoktur. Nasıl ki en olgun kişiler de onların
hallerine dair bir şey söylememiştir. Onlar kendilerini apaçık göstermişler, bu suretle
tanıtmışlardır. Allah dostu gerçek veli ise kapalı ve gizli kalmıştır. Hazreti Muhammed
(S.A.), onları görmek arzusu ile yanıp tutuştu. Ama kendilerini görmeğe fırsat elvermedi.
Ancak onların hasretini terennüm etti. Bayezid'in bundan haberi olaydı, asla «ben» sözünü
ağzına almazdı. Nasıl ki o, son zamanda «zün-nar» istemişti. Hakîm Senâîciğin son
günleri, Seyyid Burhaneddin'den, Seyyid Burhaneddin'in son günleri Mevlânâ'dan daha mı
iyiydi? Senâî'nin hoşça bir hali, Burhaneddin'in geniş bilgisi vardı. Bunları görüyorsun, îmad
ve başkaları gibi geçmiş gitmiş olanların yüzlercesini de göz önüne getir. Nasıl ki buğday


çuvalından alınacak bir avuç örnek, çuval içindeki binlerce buğday tanesinin niteliğini
gösterir. Nihayet onların hepsi de bu cinstendir.
(M. 76) Yüzünde yüz bin safa ve evliyalık nuru parlıyan bir veli, sözü geçen erenlerden birini
bir çöl ortasında görse ve içinden o bildiği velinin bu olduğunu sezmiş olsa, derhal başı
araya gider, helak olur. Bütün hali alt üst olur, damdan düşer ayağı kırılır. Ama o toplu
anlayışın manası ondan uzaklaşır; imanı gider donuk bir hal alır. Meğer ki o, velinin diled ği
kimse olsun! Çünkü o kimse, artık Allahnın da dilediği has kullardan biri demektir.
Soruyorsun: «Şeytan o makama erişir mi?» «Evet erişir.» Çünkü Şeytan, Allah ile konuşmak
mertebesine ermiş olan Musa'nın haline erişti ki, o yüzden, Hızır, Musa'ya, «Sen benimle
birlikte bulunmaya sabredemezsin!» dedi. Çünkü Musa, soru sormakta acele etti. Acele ise
Şeytandandır. Ama başka yönden onun makamına asla erişemez. Çünkü onun gibi
yüzlercesi Musa'nın ayak tozuna erişemedi.
Mevlânâ izin vermez ki ben işimi göreyim. Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki, onu
bütün isteklerinden yoksun bırakayım; onu dinleyeyim ama isteğini yerine getirmeyeyim.
Siz benim dostum değilsiniz. Siz nerede, benim dostluğum nerede? Bu ancak Mevlânâ'nın
bereketiyledir. Benden bir söz işiten herkes, zaman zaman beni dinliyenler de bir şey
konuştuğum vakit dikkatle dinlemelidir.
Sen bir İbrahimsin ki, kitapla geldin. Ama beni bir öğretmen olarak görüyorsun. Çok kerre
görülmüş Bir kimse, tanımadığı yabancı bir kapıda da hizmet eder. «Bu yabancı kapı
hangisi?» diyeceksin. Halk ile konuştuğum vakitlerde dikkatle dinlersen anlarsın ki, onların
sözleri hep kapalı sözlerdir, esrar doludur'. Halk ile konuşmaktan beni vaz geçirmek
istiyenler, bu açık sözden, «Kolaydır,» diyenler benden ve benim sözlerimden hiç bir şey
anlamamış olanlardır. Onlar benden hiç bir nasip alamazlar. Çünkü bir çok sırlar o toplum
içinde konuşulan sözlerde saklanmıştır.
Büyük bir sır vardır ki, gayret yönünden ancak bir lâtife arasına karıştırılarak söylenebilir.
Seni başkaları göndermeden önce kendi arzunla ziyarete gelmek yaraşır. Aşk böyle olur.
Eğer bu sefer gidersem beni bulabilir misin? «Eğer,» diyorum; bunu kesin olarak
söylemiyorum. Bu şarta bağlı «Eğer» den bahsetmek dosta çok zor gelir. Eğer, meğer,
keski, zannedersem gibi sözler hep böyledir.
Fahreddin-i Razî'nin bir çömezi ölürken insaf yönünden şu anlamdaki beyti söylemişti:
Beyit:
Aklın varacağı son durak ayak bağıdır.
Bilginlerin    çok çalışmalarının  sonucu da sapkınlıktır.
Sonra şu anlamdaki mısrada da:
Ruhlarımız, bedenlerimizden (irkmektedir, deniliyor.
Nefisten ve nefsin isteklerinden uzak kaçanlara o anda bir sır açıklanır. Onlar mahrum
kalmazlar. Şu anlamdaki beyte de bakınız:
Beyit:
Nice yüksek dağlar var ki, tepeleri yüce ve sivri şerefelerdir,
O tepeler, zamanla aşınır ama dağ yine dağ olarak kalır.
(M. 77) Bu sözden âlemin başlangıcı olmadığı manası sezilmektedir. Meğer ki bu dağlardan
maksat Allah kulları olsun! Ama onun maksadı bu değildir. O bundan uzaktır. O bu işin
adamı değildir.


Mevlânâ'ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün
fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük
uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan
daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna
sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu
bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. O kendisini
bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım ayıptır
söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk, yahut Müslümanlığa dair hiç bir
şey işitmemiş dönme bir Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.
Bir sabah erkenden o mana âleminden konuşuyordum. Dedi ki: «Bu kulak, kulak olalı bu
nükteyi işitmemiştir.» Çok etkilenmişti.
Bir kerre de Pir, Mevlânâ'nın yanında idi. Ona, Seyyid Burhaneddin'in hüccetini anlattı.
«Ona, Mevlânâ'ya ve bana hüccet delil olamaz,» dedi. Benim maksadım armut istemek
değil. Biri benim huyumu bilseydi ne iyi olurdu. Benim maksadım ona teselli vermektir ki, o
sayede sükûna kavuşsun. Bugün kurt masalı gibi sözlerin; yeşil, 'kırmızı hayallerin modası
geçmiştir. Bugün bunlar ne işe yarar? Bunlar brer aldatmacadır. Bunu nasıl bilmem? Bunlar
ancak nefis ve murakabeyi sükûna kavuşturmak içindir. Bunların başka bir işe yaramadığını
mı sanırsın? Düşünüyorum da öyle değil!
Ev boştur ama kimse gelmiyor. Düşünürsem bana ne hizmetler ettiler. Uykudan uyanırken
gül şerbeti yastığımın üzerine konurdu. Dostum yanımdadır, ama susmuştur. Söz söylerken
de havadan, sudan bahsetmez. Bütün yorumlamalarda büyük adamdır o. Eğer sende aşk
ve sevda galip ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk galip
ise, Allanın da galip olduğunu anlarsın. Dağ gibi büyük bir adam. Senin hakkında ben güzel
bir deyim bilirim.
Hazreti Ebubekr, söz yorumlardı. Sade bu yorumlama değil, söylediği her şey yorumladığı
sözün anlamına uymasa bile Allah onu doğruya çıkarırdı. Hazreti Muhammed (S. A.), hem
söz yorumlardı hem de Hazreti îsa gibi körleri ve abraşlı hastaları tedavi etmek kudretine
sahipti.
(M. 78) Hazreti Muhammed'in (S. A.), yüz binlerce propagandacısı vardır. İsa bütün
çömleklerin tuzunu önceden koymuştur. Ama Hazreti Muhammed (Ş. A.), tuzu sonradan
katmıştır ve Peygamberlerin sonuncusudur. Başka bir deyimle Peygamberlik kapısını
kapayan, onu mühürleyen zattır. Bir tuz saçan (lezzet veren) biri gerektir. Ama Mısır tuzu
gibi olmamalıdır o tuz. Sen beni serbest bırak da kendim söyleyeyim. Ondan sorma, sana
ben söylüyorum. Başka bir saatte daha iyi söylerim, daha tatlı konuşurum. Çünkü bu
sohbet, o günahı işlemeden tatsız düşer. Ama o halin niyeti ile diyorum ki: Yazık ki aşk,
ayrılık gününde de bedenimi sırsıklam etti. Yalnız alçak gönüllü olanlar benimle dostluk
kurabilirler. Gerektir ki o alçak gönüllülük ve o kulluk duygusu, günah işlememek eğilimini
artırsın. Bu güne kadar haram'dan perhiz ediyorsan, bundan sonra helâl'dan da perhiz
yaraşır sana. Ama bu tutum sana yorganı sattıracak dere ceye kadar gelirse, hoş olmaz.
Onlar öyle yaparlar ki H'yi benim gönlümden soğutsunlar, isterler ki bu gidişle benden bir
şey koparsınlar. Yahut, «Ona verdiğin değer akla uygun değildir, başka bir baha biçsey-din
iyi olurdu,» diyerek buna benden başkasının hüküm vermesini isterler. Onlara dedim ki,
«Ondan hoşlanıyorum. O, ne bu cihandan ne o cihandandır.» Bu gönül hoşluğu ve sevinç


ancak senin varlığınladır. Dedi ki: O, bu cihan halkından başkadır. Ancak bunlardan o
cihana utanç gelir. Ama kendisinde hiç utanç duygusu olmayan kimseye göre, o cihan bu
cihana geliyor. Öyle bir insan için altı yön de Allah nurudur. Ama gizli değildir ki, öyle bir
kimsede de gönül hoşluğu yoktur.
Benim, hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende ancak Hazreti Peygamberin
armağan kabul etmesi âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır. Senin içi altın dolu
şu kalede yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları başına saçsan, ben aşağıdan senin
yüzüne bakarım. Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz ışığı göremezsem, o altın ve
gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.
Bende bir tamah varsa sadece Mevlânâ yeter bana. Unutmayın ki, siz hep kendi
mektubunuzu okudunuz hele dostun mektubundan da bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı
olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da sevgilinin nâmesini
okumamanızdan ileri geliyor. O hayal, ilimden, marifetten doğuyor. O hayalden sonra da
başka bir ilim ve marifet vardır. O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır.
Bunlardan daha kısa, ayrı bir yol daha vardır ki, hiç bunlara benzemez. Ama o kestirme
yolun da adını kötüye çıkardılar. Ona başka bir ad bulmak gerekiyor, îyi bir kanun
konulmuştur. (M. 79) Bir gün yanar bir gün yanmaz. Ama en iyi kanun hiç kimseden bir para
istememektir ki, alanın hatnnı
dünya tarafına çekmesin. O tarafa dönüp bakmasın. Ancak şimdi benim pişmanlık
duyduğum bir nokta var: Keski binlerce altınım olsaydı da onun uğruna feda etseydim,
diyorum. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin evler, ambarlar dolusu çömleği olsa da
bunlardan biri eksik olsa, ne lâzım gelir? Sahibinin gönlünde bunları sarfetmekten başka ne
arzu olabilir? Bunun gibi belki yüz defa sayıklayanlar olmuştur. Ah ne yazık şimdi Emir sağ
olsaydı bize ne büyük bağışlarda bulunurdu! O, hep kendisinden dilediğim şeyi vermek
isterdi! diye hasret çekenler vardır.
Dünkü gün, dedi ki: Bediuddin, Allah cemalidir. Ondan bir görünüştür. Bu söz onu kayırma
yönünden doğru görünür.
Mevlânâ dedi ki: Ben Bediuddin'i bu güne kadar seviyordum, ama bu gün gördüm ki O da
niyaza, bir takım isteklere kapılmıştır. Allah hakkı için ona inanırdım. Şimdi sanki kıyamet
kopmuş, gizli âlem açığa çıkmıştı. Evet ant içerim ki gizli âlem açıktır, perde aralanmıştır.
Ama bu, gözleri açık olanlara göredir. Bundan sonra bana kazanç haramdır. «Bunu ancak
onun ayakları altına saçmak için isterim,» diyen o adama dedim ki: «Öyle ise senin onunla
görülecek bir işin vardır. Bana bu hususta hayır demekle sözümü kabul etmiyorsun. Eğer
senin maksadın onu yüceltmek ise, onu ululamak benim sözlerimi kabul etmemekle olmaz.
Gerektir ki emrimi kırmayasm. Senin bu yaptığın, evvelce sana anlattığım Ayaz ve kadeh
hikâyesini andırıyor.» O zaman unuttum buraya kadar benimle birlikte gelmişti. «Elbette ben
çıplağım, bulduğum her cinsten elbiseyi bana giydir,» dedi.
İmad dedi ki: «O söylediği söz, sentaks yönünden doğru değildir. Sentaks bilgini Sibeveyh
de bu konuda pek az bilgiye sahiptir.» Ben o kadar demiyorum. Ancak şunu soyuyorum: Bu
hal, Hazreti Muhammed'e (S. A.) uymak hususunda, «Yarabbi beni Ahmed'in ümmetinden
kıl!» diye dua etmekle, «Yarabbi beni Hazreti Muhammed'in ümmetinden kıl!» demek
arasında mana bakımından eşitlik olamayacağını anlatır. Çünkü burada değişik bir mana
vardır. Bu duayı eden kimse, onun makam ve mertebesini istiyor, onun cemalini özlüyor


demektir. Yani başka bir deyimle, bu sözde hiç cehennem arzusu yoktur. Onun en ufak
işareti budur. Bu değişiklik nisbete göredir. Sen bu aslı kurmaya bak ki, sana hiç bir zorluk
olmasın. O sofa yüksektir denildiği zaman bu yükseklik tavana göre değil, tabana göredir.
Mevlânâ'ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine
anlatamıyorsam bari sen anlat onlara. Benim ulu Allahdan bir fermanım mı var ki, o aşağılık
uydurma şeyleri onlara anlatayım. Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor
geliyor. Halbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe
örterim; kapalı konuşurum. Tâ ki sonunda her söz başka sözün üstünü kapatsın.
(M. 80) Hak bahsinde Mevlânâ hiç kapalı konuşmaz. Çünkü onunla çok derinlere daldım,
ona her şeyi açıktan açığa anlattım. Bu nasıl olur? Mevlânâ konuşmaya başlayınca kabul
ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer giderler.
Şimdi, «Fakr mertebesi tamam olan ancak Allahdır,» gibi binlerce beyhude sözlere gelelim.
Yani «Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,» sözünde küfür yoksa,
bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne fark olabilir? Nihayet Hazreti İsa,
Hallacı Mansur'dan da Bayezid'den de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi. Şu halde
Hıristiyanı «İsa Allahdır veya Allahnın oğludur,» dediği için kınamak neden? Halbuki sen de
aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde, «Fakr tamam olunca Allahyı bulursun,» sözünün manası,
«Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan temizlenerek Allaha kavuşur,»
sözündeki mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allahın zatına kavuşmak değil, belki onun
yoluna girmektir. Kul, Allahın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar.
Aksi halde Allah yolundan sapmış olur. Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah yolunun
nuru ile Allahın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir.
Yüce Allahnın nurdan yedi yüz perdesi, yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır; bunlardan biri
açılsa, hem dünyayı, hem içindekilerin! yakar, denildiği vakit o hangi perdedir" ki, yavaş
yavaş kalkınca zat nuruna varılabilir, zatdan parlayan ruha erişilebilir? sorusu hatıra gelir.
Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur
üstüne nur iner. O, iki defa abdest almış demek değildir. O, benim okumadığım bir
meseleden bahsetti, İzzeddin onu kabul etmedi, yalanladı. Nasıl olur da, «Evet ben onu
okudum,» diyebilir? Mevlânâ'dan bir işaret aldım; sandım ki Mevlânâ da bunu anlatmak
istiyor. (Kendi kendime) «Bugün Mevlânâ da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar
asla bahsetmedim,» dedim. Sana güvenerek söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet
bakanına karşı savunasın. O demiştir ki: «Eğer benden bir şey götürmez ve
gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm. Bu tıpkı şuna benzer: Bir köle var mıdır ki,
Sultana karşı, «Sen ki Padişahsın, meclise gel de seni göreyim,» diyebilsin; bu nasıl olur?
Biz bu nefsi ne Aksaray'dan, ne de Kaymaz Kervansarayından getirdik. Eğer sen bu fikirde
isen, Halep' te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.
Zavallı ihtiyar! Başında bu teslim taşı ve aramızda bu yakınlık olmasaydı. Hele senin, «On
beş seneden beri sende bu ne sabır» deyişin yok mu; bunda azıcık bir samimiyet kokusu
olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar. Bu hal ve sözler bir soru sormak maksadı ile
değildir. (M. 81) Ancak bu da hakikatte bir soru olabilir. Yani iş böyle olunca hemen cevap
vereyim. İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur. Mevlânâ ona lâyıktır. Bana dost
olan bir kul, onun bütün sıfatları ile vasıflanmış olur. Bu takdirde onun kahrı da, sabrı kadar
sonsuz olur. Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştırdığın için ondaki bu sabır,


sana çok görünüyor. Ama onun sabrını bir de Allah’ın sabrı ile karşılaştır. On beş sene çok
kısa kalır. Ne on beş sene ne bin sene!
Allah’ın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır.
Ama hiç misk ve amber kokusuna benzer mi o? Allah tecelli etmek, yani kendini kuluna
göstermek isteyince o koku önceden duyulur. İnsanı mest eder, baygın hale getirir.
Böylece, o sözün de arkası kesilmez. Hazreti Muhammed (S.A.) buyurur ki: «Ey Hıristiyan!
Sen İsa'yı tamyamadın, bari beni tanı. Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!»
Bugün Hazreti Peygamberi, bütün peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar. Derler ki:
Onun «Her kim benim nefsimi bildi ise Rabbimi de bildi,» ve ayrıca «Kendi nefsini bi len
Allahsını da bilir!» buyurması utancından mı ileri geldi? Onun, «Her kim nefsini bildi ise,»
sözünü, herkes nefsinden habersizlikle yorumladı. Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki:
«Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisciğimizi tanıyoruz; ama bundan, Allahyı bilme
marifeti elde edilebilir mi?» Sırra erenler onun ne dediğini anladılar. Kendi kendime dedim ki:
Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var? Ulu Allah beni bu iş için mi yarattı?
Benimle hiç bir aracı olmadan konuşmaz mı? Ben ondan bir şeyler sor amam. O da bu
yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez. Acaba ben körükörüne yiyip içmek için mi geldim
bu âleme? Eğer iş böyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim, şu yiyip
içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi, beni kurtaracak olanın kim
olduğunu; sonumun nereye varacağını anlar ve kaygısız yaşardım. Bu, akıl yönünden nasıl
olur? dedim; yüzümü ona çevirdim. Nasıl ki bir annenin âlemde bir tek çocuğu vardır. Çok
güzel, yakışıklı bir yavru! Elini yanan ateşe sokmuştur. Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar
ve çocuğunu nasıl kaparsa, Hak kokusu da beni öylece ateşten kaptı.
Kadı Şemseddin'in dediği gibi, nasıl olur da Yusufun o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge
düşer, onun gül renkli yanakları solar? Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz.
Sıcaklık soğukluğa, soğukluk sıcaklığa karışır.
Bu sözümüz Mevlânâ'ya değildir. O, bu türlü insanlardan değildir. (M. 82) Kuran'da,
«Semadaki bulut dağlarından dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine
ettirmez,» (Nur sûresi, 43) buyurulmuştur. İşte Kuran'da bulduğumuz bir deyimdir bu.
Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik
olarak yorumlanır.
Allah’ın güzel isimlerinden biri de Mürid'dir nihayet bu müridin bir M ura d'ı olacaktır. Onun
bir adı da Talib olunca bir Matlub'u olmak gerektir. Biri sordu: «Bu herkes için midir? Nihayet
ben de önce talip idim.» Dedim ki: «Herkes talip değildir, o talepten âlem halkı üzerine bir
ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mahvolur gider.» Bu taliplerden biri Musa
Peygamberdir. Dağda, Allahdan bir iz aradı; kendinden geçti, geri döndü. Şu halde rastgele
herkes nasıl matlub yani aranan kişi olabilir? Manası pek lâtif olan şu beyitdeki nükteye asla
itirazın yeri yoktur. Şair:
Bizi şehrimizden   kovarlarsa ne çıkar? Şehir dışındaki kırlar bizimdir, demiştir.
Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya. Çeşitli
yönlerden esen rüzgârlar birbirini kovalasın. Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına
üfleyeyim; sen de oraya kulaklarını tutasın.
Senedi, .dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiç bir şeyden gam yemez.
«Şeyh İbrahim burada olaydı,» dedim, «bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile


yoldaşlık yapardı.» Diyorlardı ki: «Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş
unutmuşsun.»
Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum. Diyordum ki: «Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de
arkadan geleyim.» Onlar bundan başka manalar çıkararak, «Sen bizimle beraber olmaktan
rahatsız mı oluyorsun?» di yorlardı. Ben kendi kendime «Siz her vakit kendinizle
cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri. Yol işidir bu,» dedim. Dediler ki: «Eğer şunu yap bunu
yapma gibi sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor? O kadar
niyazlarımızı da mı boş lâf sanıyorsunuz?» Ancak ben İsrar ediyordum: «Ben sizin
peşinizden gelirsem arada bir konak farkeder. Hem acemi mekkâreci (hayvan sahibi) beni
ne tanır. Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim. Bu işten bir
o anlar, bir de hayvanı. Ben hayvandan iner bir köşede dinlenirim.» «Hiç olacak bir şey mi
bu!» dediler. «Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri kalasın!» O zaman gözümün
rahatsızlığından bahsettim. Şimdi bu benim elimde değil, bu gaip âleminden gelen bir
engeldir. Siz gidin! Bana yalnız Mevlânâ'mn mektubu kâfidir. Bana gönderdiği oğlu (Sultan
Veled) dedi ki: «O zaman Mevlânâ bana ne der? Bana, 'Behey ahmak, behey eşek, behey
apdal akılsız! Ben seni gönderdim ki, o zatı geüresin. Mademki sen de gittin, (M. 83) onu
buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi; o zaman sana yaraşan orada beklemek, ona
hizmet etmek, iyice afiyete kavuşuncaya kadar orada kalmaktı,' demez mi?» Delikanlının bu
sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlânâ öğretmiştir. O sözleri, o alçak
gönüllüğü Mevlânâ öğretmiştir. O sözler, o incelik o lâtif cevaplar hep Mevlânâ'mn
öğretmesi ile olmalıdır ki, bana bu hususda olağanüstü bir ilgi gösterdi. Bundan daha üstün
bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın kafasına girmez. O anladı ki, kendi sözünü henüz
karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz! Ne güzel sıfatlar ki hiç biri ötekiyle
çelişmez; bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir. O sıfat, bu sıfatı artırınca bu da
ötekini artırır. Bir aralık bir sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve
adalet bulunur.
Şimdi sen diyorsun ki: Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi.
Onun kapısında karanlık ne oluyor? O aynı zamanda nefsin pusu kurduğu bir yerdir. Nasıl ki
Attar buyurdu: «Yüz yıl gece gündüz çile doldursan, perhizler yapsan bile, senden, o günde,
ne bu çileyi, ne de bu halveti sorarlar. Sen ilerisini düşün, oraya bak! Bu istiyor ki o
düğümleri kendine engel saymayasın. Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi
nedir?»
Bir gün gelecek ki, «Haber, gözle görmek gibi değildir,» nüktesi açıklanacak. O gözle
görmek, sana göredir. Onlara dedi ki: Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu. Yolculukta sana
yük olur, ölüm korkusu vardır onda. Çünkü bu yolculukta bir çok perdeler kapanır.
Sana deseler ki: Elinde bulunan yüz altım ya bana ver, yahut da birlikte kadıya gidelim.
Sana, o yüz altını bana vermek mi daha hoş gelir, yoksa «Hayır bu bana lâzımdır,» mı
dersin? İşte asıl maksat budur. Eğer hayır bana gerekmez diyorsan o da der ki: «Sen, bizim
aradığımız, bizim matlubumuzsun. Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım
etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır.» îşte bu söz hiç
yorum götürmez.
Biri der ki: «Filan zatın oğlu, Tebriz'li bir yabancının arkasından niçin yürüsün? Horasan
toprağı, Tebriz toprağına mı uyruk ve bağlı olsun?» O sofuluk ve safa ehli olmak


davasındadır. Onda bu kadar akü yoktur ki toprağa itibar olmadığını anlasın.
Bir İstanbullu, «Mekke bu âlemden, madde âlemindendir; iman ise öteki âlemden yani mana
âlemindendir,» dese, burada Mekkeliye düşen vazife İstan bulluya uymaktır. «Vatan sevgisi
imandandır,» hadisinde Hazreti Muhammed'in maksadı nasıl Mekke sevgisi olabilir ki,
Mekke bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Şu halde iman konusundan olan şeyler
bu âlemden değildir; öteki âlemdendir. Nasıl ki, «İslâm garip olarak başladı, garip olarak da
geri dönecektir,» hadisinde de maksat aynıdır. Mademki İslâm gariptir, o başka âlemden
gelmiştir; nasıl Mekke'ye mahsus olabilir? Bunun sadece Mekke'ye ait olacağını söyleyenler
sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.
(M. 84) Bu anlayıştan kurtulmak da çok zordur. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok
koşmak gerek. Bundan sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir. Ruh, henüz görünmemiştir,
ama sarhoşluğu büyüktür. Nasıl ki, Allah erleri son derece sarhoşluklarından ona
bakamazlar. Peygamberler de böyledir. Söze başlarken onun hatırına âyetten, hadisten
başka hiç bir şey gelmez. Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir.
Meğer ki halka bir konuyu anlatmak için olsun. Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve
çetindir. Ancak ulu Allah, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona ruhun iç
yüzünü gösterirse, onu hak yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.
Allah yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede de belirir. Bunda da büyük sarhoşluk vardır,
ama ayıklığa yakındır. Çünkü her neyi, odur sanırsa, Allah onu, o şüphenin dışına çıkarır.
Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan doğruya Allahdan sarhoş
olmaktır. Bu mertebe, kemal mertebesidir. Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi
gelir.
Aşkın yorumuna gelince; önce bilmelidir 'ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi
şeylerden söz etmek istemiyoruz. Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya
çevresinde dolaşmak da gerekmez. Pek çok rahiplerde de bu aşk sarhoşluğu vardır.
Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.
İmad ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi. Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir
'koku vardı; ona yol bulmuşlardı. Evhad (Kirmanî), aşkın son mertebesine daha yakın idi.
Firavunun sihirbazları aşkda tamam olmuşlardı. Şüphe yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı.
Ama Firavun, aşkda tamam değildi. O mantıkçı idi; o yolun adamı idi. Sihirbazlarda bir
hüner vardı ki, bu Firavunda yoktu. Seyyid'de (Burha-neddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu
fazla idi. Mev-lânâ'nın da, onun da bilgileri çoktu. Ama o sarhoşluk hiç bir şey ile ilgili
değildir.
O Şeyh Ebûbekr'in (Sellabâf) sarhoşluğu, Allahdandı. Ama o sarhoşluktan sonra gelen
ayıklık onda yoktu. Bu nokta, bana ilim yönünden bildirildi. Bu kulun kendi saadeti de belli
oldu, ama yakın ve kesin değildi. Has kullarından birini gönderdiler ki, ona saadetini yakın
olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin. O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler
söylerdi; kendini incitir ama Allahyı nasıl incitebilir? Onların ağızlarından böyle sözler nasıl
çıkabilir? Meğerki Allahyı bilmemiş olsun. Nasıl ki Hakîm Senâî şu anlamdaki mısrada: «Ey
taptığı Allahlar, Allahyı inciten zavallı!» diyor.
Hadiste, «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla
gönderilmiş bir peygamber girebilir,» buyurulmuştur. Bu onun tertemiz ruhu, kitapla
gönderilmiş peygamber ise onun tertemiz bedenidir. Mademki melek ile peygamber araya


giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür? Bu Tebriz'li oğlundan başkası bu
konuda konuşamaz.
(M. 85) Bu, Hazreti Muhammed'in (S. A.) makam ve hal mertebesi değildir; bu davettir. Bu
konuda bir çok sözler söylenmiştir. Sözü geçen hadisteki mana, nasıl Hal deyimi ile ifade
edilebilir? Ben de diyorum ki bu, onun Hal mertebesi değildir.
Bir insan ki hakkı aramaktadır, talep davasında-dır. Sevgi ve heves çevresinden dışarı
çıkar, ruh kokusuna erişir. Bu davacılardan bazıları acaba gerçek midir, değil midir;
şüphelenirsek bakarız. I^.ğcr onun eğilimi dünya işlerine daha çok dönük ise yalancıdır;
sadece kuru davacıdır. Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak
istediğim sözün sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır. Bugün burada biz ve siz varız.
Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir. Dervişte, Allah kullarında, öyle bir inanç var ki,
sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.
Bir gün, Eba Yezid, mimber üzerinde şu sözleri «oyuyordu: «Ben, içinde söz konuşulan
(tartışılan) bir meclis istiyorum. Yoksa bu tahta mimberdc konuşmaktan ne çıkar?» O
sırada bir kadın ayağa kalktı yüzünü ona çevirdi. Vaiz hemen, «Otur ey avrat!» dedi. Kadın
atıldı, «Ey şeyh! Ey kuru davacı! Biliyorsun ki, şu senin halin ilk defa Jeğil! Her ne kadar
sözün doğrudur, ama sen kimsin? Bu sözler mademki senin sözlerin değil, bu iş senin işin
değil; kıyametin belirtisi odur ki heybetten ve siyasetten erkekle kadını ayırmak mümkün
olmasın. Her ikisi birbirine karışmış olsun.» dedi. Eba Yezid sustu.
Bu âleme seyir ve temaşa için gelmiştim. Her harf siz, işaretsiz sözü, her sessiz kelâmı
dinliyor; bu taraftan da sözler işitiyordum. Diyordum ki, «Ey harf-siz söz! Sen söz isen söyle,
bunlar nedir?» «Bana kalırsa bu oyuncaktır,» dedi. «O halde, beni oyuncak için mi
gönderdin?» dedim. «Hayır, sen istiyorsun ki, her şey kendi arzuna göre olsun. Suda,
toprakta bir yerin olsun da, ben bilmeyeyim ve görmeyeyim,» dedi.
Şimdi her sözü işitiyor, ibretle her tarafa bakıyor, her sözün derecesini anlıyorum.
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: «Bir din bilgini bir gün bir sokaktan
geçse, o sokaktan kırk gün Şeytan geçemez.» Burada, Peygamberimiz sadece bilgin
demiyor din bilgini diyor.
İsa'ya. Allahnın oğludur diyenler, onun birleşme yolu ile Allahdan kopmuş olduğunu
söylemezler. Belki o, çeşitli doğuş örneklerinden bir örnektir. Diyelim ki, bu s;z filandan
çıkmıştır. Bu, bilinen manada doğmuş demek değildir.
Sultanı görmekte benim için bir zarar yoktur. Ama onun için bu şeyhleri görmekte ve
emirlerle konuşmakta fayda vardır. Onlar eğer Allanın has kulu iseler, bir havuzdan veya
ırmaktan demiyorum, denizden bile geçseler etekleri ıslanmaz. (M. 86) Ama bunlar onlardan
değildir. Bunların etekleri ıslanmak değil, belki baştan ayağa suya batar; boğulur giderler,
işte bu sebeple, sultanlara onları görmekten ancak ziyan gelir. Çünkü onlardaki yetenek ve
iş yapmak ar/usu, o din vurguncuları yüzünden kapalı kalır. Mademki bizde de bir eğilim var,
bu doğuştaki beraberliktendir. Nasıl ki herkesin kendisi ile birlikte doğan bir Perisi veya
Şeytanı vardır, derler, tnsan onu sever ve fazla sevgisinden bir eser bırakır; bir şeyler
koparır. Bir kimse vardır ki, bizden uzak kaçar, ama başka biri de bizimle sohbete, dostluğa
lâyıktır. Bizim hoşnutluğumuzu ister sırasında, ferman senindir, der. Ama onun gösterdiği bu
bağlılıktan bizden razı olmadığı sezilir. Her ne kadar, ferman senindir dese bile yine bizden
hoşlanmadığı anlaşılır; bu yüzden duraklamalar görülür onda. Başka bir yorum: Âleme


gelen herkesin kendisi ile birlikte gelen bir yoldaşı vardır. Bazılarına hevesler, sevgiler
yoldaş olur, bazılarına da aşk. Aşk, denildiği gibi, ezelden beri vardır. Ama ruh hakkında fikir
ayrılığı başgöstermiştir. Bazı filozoflar, ruh ezeldendir, kadîm'dir, diyorlar. Bazıları da
sonradan yaratılmıştır görüşünü ileri sürüyorlar. Yani önce yoktu sonradan var oldu. Hele
ruhlar topluluğu daha sonradır. Hadisde, «Ruhlar toplanmış ordulardır,» buyurulmuştur. Ama
bu topluluk da çeşitlidir. Meyhane düşkünlerinin de bir topluluğu vardır, bozguncuların da. Biz
ancak ruhla ilgili olan o topluluktan bahsedeceğiz. «Allah bilgisi her şeyi kaplamıştır,»
dediğimiz zaman, bu toplulukta Allah vardır. Nasıl ki âyette, «Allah takva ehli kişilerle
beraberdir,» (Nahil sûresi, 128) ve ayrıca, «Allah bizimle beraberdir,» (Tövbe sûresi, 41)
buyurulmuştur.
Şu hale göre Tatarlar, ilk yaratılışta bizimle birlikte (aynı topluluk içinde) tanışmış olsalardı
bu gün ve bu saatte de bizimle birlik olur, barışık yaşarlardı. Böylece îmad ile o H'ye Allah,
«Topraktan ve sudan yarattığım âlemde bir Halife yaratacağım, sizi de o toprak ve su
âleminin Halifesi olan zatın soyundan üreteceğim,» diye hitap etti. Onlar, «Yarabbi! Biz bu
topluluk âleminde seninle birlikte rahat ve mutluyuz. Korkarız ki sonra dağılalırn, bu
mutluluktan uzak kalalım!» dediler. Tann buyurdu: «Ben biliyorum, siz bu sözü itiraz ve
edepsizlik yönünden söylemediniz. Ancak bana sığındığınız için, topluluğunuzun
dağılmasından korkuyorsunuz. Halbuki benim gücüm her şeye yeter, benim kudretimde
eksik bir taraf yoktur. Ben sizi yine toplarım, hep birbirinizle;. hep bir arada, aynı kılıkda
yeniden yaratırım!»
Hiç şüphe yok ki, şu âlemin yaratılışında bir maksat ve sebep vardır. Bir mutlu kimse vardır
ki, bu sarayın içi dışı, onun için döşenmiştir. Geri kalan ne varsa onun uyruğu, onun
kölesidir. Her şey onun içindir. Bu kâinat (M. 87) binası onun için yaratılmış, o bu kâinat için
yaratılmamıştır. Nasıl ki, bir zenginin aziz bir konuğu vardır, onun şerefine güzel bir konak
yaptırmış, döşemiştir. Sonra o başka bir yere göçmüştür. Bu konak boş kalır mı hiç?
Aradığımız Allah yolunun yolcuları vardır. Ama onu akıl aracılığı ile arayanlar, bulmak
istiyenler asla yol bulamazlar. Meğer ki, aradığı zat doğrudan doğruya ona yolunu göstersin.
Bu yolcu isterse bütün âlemi ayağına çeksin, her yana ve her yöne başvursun, bilgiyi
kendisine kılavuz edinsin ve kendinden daha üstün, daha yetkili ve gerçeğe susamış
bilginlerle düşüp kalksın. O aradığı sevgili kendini göstermezse, şüphe yok ki hiç bir şey
elde edemez.
Allah yolunun bilgisi mücahede ile, çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye ermek
için yerde, gökte durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah
bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da onunla birlikte çalışsın. Zaten, o Allah
velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?
Bugün, size, aradığınız o Allah adamı, benim dersem, Mevlânâ bizden uzakta mı kalır?
Onun için ne mutluluktur ki, aradığını bulmuş, ona erişmiştir. Yoksa aksilik aksilik üstüne
olurdu. Bugün size vereceğim öğüt şudur: Önümüzde bir gün var ki, o güne Tegabün yani
Kıyamet günü derler. O gün, «Ah, biz ne yaptık!» demenin hiç bir faydası olmaz. Ama
Kıyamet bu saatte faydalıdır. Hazreti Peygamber buyurmuştur: «Size gelecek olan o zatın
yüzünün rengini hatırmızda tutun. O, gam vaktinde bana sevinç verecektir.» Bulunduğunuz
topluluk derin bir uykuya dalmıştır. O evde, sende hoş ve yüksek bir hal vardı, yüzün
kızarmıştı. Sarhoşluk ediyordun. Ben de sana, «Şimdi sarhoşluk etmenin yeri var mı?»


diyordum. O sırada oraya, beni ziyaret için başka bir cemaat geldi. Ben önlerine çıktım,
gelmesinler diye oyaladım, îmad da onlarla beraberdi.
Sultan o kişidir ki, Sultan olduğunu bilir. H, nefsine düşkün bir sofudur, isterse gelir isterse
gelmez. Geciken vaatler unutulur derler. Âşıkın hali böyle değildir, îşe önceden başlamak
gerektir. Bu günün işi, yarına bırakılmamalıdır, îşe başlarken de Allahdan yardım
dilemelidir. Artık bundan daha açık söz, bundan daha beyaz yoğurt olamaz. Kadı işaret yolu
ile şöyle demiştir: «Diken asla yenilmez, kendin de yiyemezsin.»
Şeyh ibrahim'e dedim ki: «Bu tatsızlık hep senden mi?» Onu kendime muhatap ettim.
Ahvalin ne olduğunu zaten biliyor-dum. O kimdir ki, onun gönlüne perdeler çekilsin. Ona
bizim âlemimizden bir hayal, o hayalden de başka bir hayal doğsun.
(M. 88) Ben bu mânâları öylesine söylüyorum ki, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bile bu
kadar açık söylemez. Gerçi bu onun güçsüzlüğünden değil, belki onun bu sözü "fazla
uzatmak ve incelemek için yeterli vakti olmadığındandır. Çünkü o çok meşguldü. Ama benim
için o mânâyı olduğu gibi, açıkça söylemekte hiç bir engel yoktur. Ben her ne kadar kendimi
sözle oyalamaktaysam da, o mânâ bana şu beyitten geliyor'.
Beyit:
İşlediğim günahtan nereye kaçsam bilmem,
Her günahın ardından karşıma gufran gelir.
Nasıl ki Kuran'da, «Rabbiniz size güzel bir şehir verdi. O çok yarlıgayıcı bir Allahdır,:»
(Sebe sûresi, 15) ve «Ya Muhammedi Biz senin için aşikâr bir fetih ve zaferin yolunu açtık,
bundan önce ve bugüne kadar gelip geçmiş günahlarını yarlıgamak ve sana nimetlerini
tamamlamak için Allah seni en doğru yola yöneltti,» mealindeki âyetler bu gufran'a işarettir.
Peygamber Aleyhisselâm, içki içmezdi, onun günahı ancak şu sözdeydi. O buyurdu ki:
«Gufran senden daha eksik ve güdük değildir. Sen ne zaman dilersen, bu günahı işle ve
söyle.» Bu, Peygamber i^in, görünüşte bir nevi ayrılma ve uzaklaşmadır, diyebilirsin. Ama
onun bu uzaklığından binlerce yakınlık doğar. Hazre-ti Peygamber, bu nükteyi daha tatlı
söyleyebilirdi. Ancak daha fazla açıklayamazdı. Çünkü o açık beyanın halka bir faydası
olmaz, belki yalnız -anlayışı yüksek olanlara faydalı olurdu. Böyle olmasaydı o zaman iş
çığırından çıkar neticesine takat getiremezdi. Ama onun dostları, bu tatsız görünen
korkutucu sözlerinde de, tatlı sözlerinde de, yüz bin lezzet bulur, son derece hoşlanırlardı.
Ebubekr mest olur, Ömer'e bambaşka bir hal gelir, Ali keskin kılıç karşısına göğüs gererdi.
Onun ö tatsız (korkutucu) gibi görünen sözlerinden o kadar kuvvet alır ve o derece
beslenirlerdi.
Bazılarının aradıkları şey arzularına uygun olarak karşılarına çıkar. Bazılarına da, ölüm
sırasında yüz gösterir. Bazıları da, onu arama yolunda can verir giderler. Ama bu yolda
dileğine kavuşma hevesiyle öimek de büyük bir iştir.
Önce senin bir işin yoktu. Ayağımıza el uzattın. Bugün mademki gidiyorsun hiç olmazsa
kendine meşgul olacak bir iş buldun, kârın bu oldu.
Hazreti Ayşe bir rüya görmüştü. Onu Hazreti Peygambere anlatmayı unuttu. Eğer o rüyayı
Peygambere söyleseydi, asla o evden dışarı çıkmazdı. Semadan beş yüz kere vahiy gelse
bile! Bütün peygamberlerin, ve velilerin özledikleri bir sevgili, kavuşmak için çırpındıkları bir
dilekti bu. Bu öyle yüce bir Allah Peygamberi, öyle ulu bir zat olduğu halde, böyle zatları
niçin özlüyordu? «Ah! Kardeşlerime bir kavuşabil-seydim!» diye hep onları sayıklardı.


Bu bir kaç meseleden ancak en kudretli Peygamberlerin haberleri oldu. Bir gün, onları
yakından yahut uzaktan görmek bunlara nasip oldu. Ama geri kalanlardan bir kısmının
onlardan haberleri olmadı, bir kısmı da onları görüp, görüşmek mutluluğuna ereme-diler.
Mevlânâ'ya dedim ki: Bu konuyu destekleyici bir kaç söz söyle. Meclistekilerden biri gitti
ama yine gelir bir şeyler dinlemek ister. (M. 89) Mevlânâ'da gerçi konuşmak arzusu yoktu,
sözünü bitirmişti. Ancak emrimi yerine getirmek için şu bir kaç sözü söylemeye ve şu
öğütleri vermeye başladı:
İblis, sizinle çok savaşlar yapar. Bundan sonra öyle görünüyor ki, size vesvese (kuruntu)
vermekte zorluk çekecektir. Onu görmekten, sözünü dinlemekten çok zahmet çekeceksiniz
ki, size bir ziyan vermesin.
Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: «Ulu Allahya kırk sabah içten ibadet edenlerin
kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, lisanından dökülür.» Bu kırk sabah, müminin gönlünün
anahtarıdır. Yoksa yüz bin sabahın bile ona faydası olamaz.
Şeytan, Yahya'ya, İsa'ya gizlice secde etti. Bu nedir? Korkudan, umutsuzluktan ileri gelen
iman makbul değildir, derler. O halde Allahya gerçek iman hangisidir?
Gerçek iman, bu cihanın renklerine boyanmadan, o cihanın nakışlarını görenlerin ve o ilâhî
âlemin seslerini işitenlerin imanıdır. O halde Firavun için neden öyle olmadı? Onun imanının
da kabul olunması gerekirdi. Madem ki son nefesinde, tek kelime ile imanlı gitmek
mümkündür. Firavun da öyle olmalıydı. Kuran' da bu konuda üç kereden başka müsamaha
yoktur. Nasıl ki şöyle buyurulmuştur: «O kimseler ki, önce iman ederler, sonra kâfir olurlar,
sonra yine iman ederler ve tekrar inkâr ederler, küfürlerini artırırlar. Allah onları yarlıgamaz,
doğru yola da yöneltmez.» (Nisa sûresi, 135). Allah, kâfirin küfründe devam ve ısrar
etmesini istemez. Belki iki defa imandan uzaklaştığı için üçüncü defasında kâfir olmuştur.
Onun geçmişteki küfrü imandan artık bir dereceye varmış, yani küfrü imandan üstün
gelmiştir. Küfrün o kadar fazla gelmesi onun imandan yoksun kalması sonucunu
doğurmuştur. Ama eğer işin öteki tarafını anlatırsam, ortada hiç bir şey yokmuş gibi olur.
«Kuran'daki bu müjdelerden, korkutmalardan, ürkütmelerden hangisini dilersen onu yap;
hangi gidişte ve yolda yürümek istersen yürü; nihayet ömür bakımından, şeriat yönünden
iman sözü dile gelince, mümin olarak gidersin,» demek, halka cesaret vermek ve onu ölüme
götürmektir. Kuran'a aykırı konuşmaktır. Bu yolda konuşmalar, şu cihetten doğru değildir ki,
neticesi halkı uyutmak, onları gaflete sürüklemek, işinden gücünden alıkoymak olur. Zaten
halk, tarife sığmayacak kadar tembeldir. Halk, bu «Her ne istersen yap!» sözünü işitince,
«son nefeste bir kelime ile anadan yeni doğmuş gibi olursun, mümin olarak gidersin,»
sözüne güvenir. Evet, filân zat görünüşte kâfir olarak gitmiştir ama gerçekte o imanla gitmiş
olabilir. Hatta o zat üçüncü defasında dil ile inkâr etse kâfirdir. Ama hakikat yo-nünden o,
gerçek mümin olabilir. Çünkü hakikatte, âyette bildirilen, «Küfürlerini artırırlar,» yolundaki
açık ifadenin dışındadır. Ama, «Bu ne biçim şeriattır "ki, halkın mahvolmasına sebep
oluyor?» denirse, biz de deriz ki: Onları bu gibi korkutucu öğütlerden güvenli bir halde
bırakmak, yüz bin kere daha korkunçtur. Bu, onları kuyuya düşürmektir. Eğer bu yolda
yürür, bu yolda savaşır ve gece gündüz uğraşırsan, gittiğin yol doğrudur, gerçektir. Ama
niçin başka birine bu yolu göstermiyorsun, onu tavşan uykusuna yatırıyorsun? Yoksa bu işte
taklitçi misin? Yoksa doğru yol bu değil midir? Gel söyle bu nasıl olur! Onunla konuşmanın
ne yeri var?


(M. 90) Yetmiş yıllık bir Mecusî'ye bu yol üzerinde, o aranan kutlu varlığın nazarı ilişse; ona,
hoşuna gidecek ufacık bir sevgi gösterse, o Mecusîde Mecusîlikten eser kalmaz. Her işi
Müslümanlık olur.
Meclisten biri, «Ben, Şemseddin onun velisidir, diyorum,» dedi. «Hayır! Bu bana iftiradır,»
dedim. Şemseddin her kime küfür ederse, sövüp sayarsa ve sövülen kimse onu işitmiş
olursa; işte o kimse veli olur. Bu çok bir şey değildir. Çünkü ayrılmak istiyor, ayrılacaktır.
Ancak bu bir gün gezmek için pazara çıktığımız bir zamanda olacaktır.
Sordum: Şeyhe ne lâzımdır? .Ne eksiği vardır onun? Benim sofîliğimde bir noksan var mı?
Gömleğim bile yok! Evet, söyle, söyle! Sofilerin edeplerinden, terbiye örneklerinden hiç bir
şey geri bıraktım mı? Bugün tenimde gömleğim bile yok. Yolda aşırdılar. Ama sofîye,
safaya ne eksiklik verir bu. «Pek güzel! Bu sofî değil, dinin en dürüst konuşan adamıdır
(Fasihuddin),» dedi. «Nasıl istersen öyle say!» dedim. Ben sözü doğru söylerim.
Bir gün bir kapıcı sordu: «Sen kimsin?» «Bu biraz zor soru, hele bir düşüneyim, kıçına
zahmet ver, bir otur da kim olduğumu sana anlatayım,» dedim. «Bundan önce büyük bir zat
gelmiş geçmişti. Adı Âdem idi, işte ben onun oğullarmdanım.» Arkadaşlarım, «Onu biz"
ayırdık, gidince söyleriz,» dediler. Sordular: «Hangi tekkeden geliyorsun?» Ben daha önce
onların ne diyeceklerini düşünmüştüm, hep onu araştırıyordum içimden. Biri, «Gel, bu lokma
helâldir sana,» dedi. «Biri ben isem, bu lokma bana haramdır,» dedim. İkinci günü hırkamı
giyinmiş şeyhin huzuruna çıkmıştım, o saatte iyi bir sofi idim. «Gel sofî budur,» dediler.
Şeyh sordu: «Nereden geliyorsun?» «Pencereden,» dedim. «Nereden geleceğim?»
Sordum: «Siz Sultanı seyretmek için dışarı çıkmadınız mı?»
«Biz hakikat ve şeriat sultanının hizmetindeydik. Gazneli Sultan Mahmud çağındaki Şeyh
Ebül Hasan Harrakanî'nin, o büyük zatın günlerine erişemedik,» dediler ve Şeyhin hikâyesini
şöyle anlattılar: Sultan Mahmud uyanık ve Hak sever bir padişahtı. Bir gün niyaz yolu ile
Şeyhin huzuruna, onu ziyarete geldi. Ama Şeyh ona i'azla iltifat etmedi. Sultan şöyle dedi:
«Kuran'da, Allaha, Peygambere, sizden emir veren ulularınıza itaat edin,' (Nisa sûresi, 60)
yolundaki öğütler, Allah fermanı değil midir?» Şeyh cevap verdi: «Ey islâm padişahı! Bize ilk
önce bu âyette ferman buyu-rulan, Allaha itaat edin!' hitabı o kadar zevk ve hayranlık verdi
ki, henüz Resul âlemi var mıdır yok mudur anlayamadık. Üçüncü mertebeye nereden
geçelim?» Sultan Mahmud bu sözleri işitince ağladı; elleri titreyerek Şeyhin elini tuttu ve
öptü.
Yine anlatırlar: Sultan Mahmud, havada uçan bir Hüma kuşu görmüştü. Hemen emir verdi,
«Bütün ordu yürüsün! Belki o sizin üstünüze konar ve siz'n olur,» dedi. Herkes sağa sola
koşmaya başladı. O sırada, Ayaz gözden kaybolmuştu. Sultan sordu: «Ayaz'ım gitmedi mi?
Belki Hüma'nın gölgesi onun da üzerine düşer.» (M. 91) Etrafına bakınırken Ayaz'ın sırtı
boş duran atını gördü, bir inilti işitti sebebini anlamak için atından indi. Bir de ne görsün:
Ayaz atının altında; hem başı açık hem de feryat ediyor. Sultan sordu: «Sen ne yapıyorsun
orada? Niçin Hüma kuşunun gölgesini aramaya gitmedin?» Ayaz şu karşılığı verdi: «Benim
Hüma kuşum sensin, aradığım gölge de senin gölgen-dir. Ben Hüma gölgesini senin gölgene
erişmek için ararım. Nasıl olur da şimdi seni bırakır da onu ararım?» Sultan Mahmud, onu
şefkatle kucakladı. Her ikisinin gölgesi biribirine karıştı. Öyle ki, nice bin Hüma'nın gölgesi
onun gölgesine erişemedi.
Sultan, Allah gölgesidir, derler. Ama Allahnın âlemi nur içinde nur, lezzet içinde lezzettir,


kudret içinde kudrettir, kerem içinde keremdir. Bu gördüğümüz gölge âlemi ise, hep
dünyadır; hep kötülük, çirkinlik, fânilik ve zevksizlik âlemidir. O nasıl olur da Allah gölgesi
olabilir? Evet, eğer ortada bir Şah var da onda şahlığın mânâsı parlamakta ise, bu çok iyi
bir şeydir. Ağaca karşı duyulan ilgi ve sevgi nihayet onun meyvesi içindir. Meyvesiz ağaç
ancak yakılmaya yarar.
Suret çok iyi olabilir ama mânâ ile birlik olursa. Yoksa suretde söylenen sözlerin mânâ ile bir
ilgisi olmazsa neye yarar? Mevlânâ'nın sözlerini anlayabilmek için çok dikkat gerektir. Çünkü
bunlarda büyük bir şaka ve lâtife kokusu vardır. Bu bir büyü gibidir. Diyerimki, iki kişi yan
yana oturmuştur; ikisinin de gözleri açık ve parlaktır; gözlerinde ne bir kıl, ne de bir çapak
ve toz vardır. Bunlardan biri, bir şeyler görüyor ama öteki hiç bir şey göremiyor. Evet, gönül
ehli erenlerin sözleri hoştur. Bunlar, belki öğretmek için konuşmazlar ama o sözlerden çok
şeyler öğrenmek mümkündür. O ilim ve hikmet üstadı buyurur ki:
Kendi bilgisi ve hüneriyle dolu olan bir insan, içi su ile dolu bir testiye benzer. Ona, «içindeki
o acı suyu dok de, seni bu tatlı ve temiz su ile dolduralım,» derler. O can bağışlayan suyun
bir damlası bile insanın yanaklarını kızartır, sağlık esenlik getirir. Sende safra, kara kan,
balgam gibi anormal ifrazlar varsa, başkaca ne gibi rahatsızlık izleri varsa bunları giderir.
Ama o anormal ifrazların biriktirdiği şeyleri dökmek, onu temizlemek için yedi defa temiz su
ile yıkamak gerektir. Yoksa bozuk su ile yıkarsan temizlenmez. O ancak sözü geçen tatlı su
ile temize çıkar, însan eğer bu testiyi yıkar tatlı su ile tekrar doldurursa, görenler, «Şimdi
onu boşaltırken gördüğüm hali doldururken göremiyorum,» derler. O kerem sahibi de,
«Eğer sen beni kerem sahibi olarak görüyorsan, doğrudur. Ben kerem sahibiyim,
bağışlayıcıyım, sözümde gerçeğim,» der. O halde gerektir ki, bu cihet o kimse tarafından
önceden bilinmiş olsun. Yoksa hiç durmadan içindekini boşaltıncaya kadar gecikirse, bu
mânâları henüz bilmediğinden geç kalmış demektir". Şüp7 he yok ki o kendi benliği ile
doludur. Su ile dolu midenin, tekrar soğuk su içmek için nasıl iştihası olmazsa, ondaki benlik
duygusu da onun yüzüne ve gözüne yüz türlü perde çekmiştir. Beni gören bir kimseye bu
söz nasıl tesir eder?
(M. 92) Mevlânâ şöyle dedi: Senin avcunda, ağaçlar, bağlar, bahçeler görüyorum. Cana can
katan derya gibi geniş, berrak su görüyorum. Öyle ağaçlar var ki kökleri çok derinde
demiyorum, ama dalları Sidretül-Müntehâ'yı geçmiş, gölgeleri, yeşillikleri pek hoş. Bunu
onlar göremiyorlar.
Aşkta, bir sır ve neşe var ki, onu ancak şehvet düşkünü olanlar arar. Öyle âşıklar da vardır
ki sır ile çok uğraşmazlar. Allah buyuruyor ki: «Eğer halk benim böyle olduğumu bilseledi,
her taraftan bana yönelir, beni konuşur, beni dinler ve benden hoşlanırlardı.» Ben bu sözleri,
cimrilik yönünden söylemiyorum. Ancak seni mazur göstermek, senin temizi'ğini anlatmak
için söylüyorum. Bu bana bir bahanedir. O, onlardan değildi. Şimdi pişman oldu, gidiyor.
Onlardan utandığı için tekrar geliyor. Onun tarafı, sana her zaman, benim tarafımdan daha
güçlü idi.
Bu ilimlerin en kolayı, pislikten temizlenme (is-tinca) ilmidir. Fıkıh yani din bilgisinin dalları da
ondan daha zordur. Hele fıkıh metodu daha da zordur. Kelâm metodu ondan da çetindir.
Derler ki: Felsefe ve ilahiyat bilgisi, eğer kılıç korkusu olmasa peygamberlerle
pençeleşmektir. Bunlar kendi yollarının doğruluğunu ispat etmek için saçma fikirler
yürütürler. Eflatun ve onun izinde yürüyenler derler ki: Eğer herkes bizim gibi olsaydı


Peygamberlere lüzum kalmazdı. Bu da saçma sözdür. Eflatun işitti ki, biri ilâç kullanmadan
toprağı altın yapıyor; sen de onun gibi yaparsan onun kardeşi oluyorsun. Bugün, mademki
bunu yapmaya gücün yetmez ve onu kendinden üstün görüyorsun, o halde niçin ona uymayı
gerekli görmüyorsun?
Bugün bütün hikmet ehli kişilerden, bütün filozoflardan daha filozof insanlar var. Bu keramet
sahibi de, onlardan daha filozoftur. Çünkü bu topluluktaki-ler, o konuda boş sözler söylerler,
onu inkâr ederler, onların bunu kavramasına imkân yoktur.
Mucizeler, kerametlerden daha güçlüdür. Çünkü, Peygamber ne zaman isterse mucize
gösterir. Keramet sahipleri ise bunu yapamaz. Her hangi bir kul, eğer bütün peygamberlerin,
«Yarabbi! Beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye imrendikleri o büyük zatın ümmetinden
ise, onların hepsinden daha akıllı ve daha filozof sayılır. Şu halde, siz madem ki böyle bir
kimsen'n sohbetine eriştiniz, aklınızı kullanıp o uyanıklıktan niçin bir nasip almayasınız?
Sonra ileride işlerinizde size hiç bir pişmanlık getirmeyen; «Keski şöyle yapaydık!»
demenize meydan vermeyen o bilgi sizde neden hasıl olmasın? (M. 93) Şu halde, sizden
hanginiz onun sohbetinden nasip almak istersiniz? Bu sözler ki, onun sohbetindeki en aşağı
derecede öğütlerdir. Bunlardan hiç biri sizi etkilemezse, daha yüksek bir sohbeti nasıl
umarsınız? (Sultan önce tahtında yerleşir sonra süslenmeye bakar) Halbuki bütün kuvvetler
sendedir senin kuvvetlerinden başkaları da güç kazanır. Nasıl, «Ben güçsüzüm,»
diyebilirsin? Evet büyüklük odur ki, büyüklüğünün kuvvetinden dolayı kendini güçsüz görür.
Şimdi artık susunuz! Siz beni kendi hakkımda inançsız yapıyorsunuz. Ben eğer sizin
sandığınız gibiysem, bu, her büyüklükten daha iyidir. Böyle değ'lsem hiç olmazsa akıllıyım.
Benim bu uyanık ve akıllı oluşum, ancak sizin Hak yolcusu olduğunuza inanmış bulunduğum
içindir.
Hekimin karşısına gelen bir hasta, «Ey hekim! Bendeki istiska (siroz) hastalığına bir ilâç
ver,» dese gerektir ki, başka bir istekte bulunmasın. Ancak ilâç istemeye baksın. Tatlı su
aramak için gelen susamış bir adamın önüne ekmek, yahut şekerli helvalar getirseler, o da
yese; adam susuzluk davasında yalancıdır. Nasıl ki, açlıktan bahs edeni denemek için
önüne berrak bir tatlı su getirseler, o da bunu içse açlık davasında yalancıdır.
Siz bu kadar tatlı konuşuyorsunuz; Sultanın ve başkalarının hikâyelerini anlatıyorsunuz, ben
de bir noktaya işaret edeceğim. Haccac'ın (Bin Yusuf) hikâyesini anlatacağım size.
Mevlânâ'ya döndüm ve dedim ki: Bir gün Haccac, sıcaktan terlemiş bir insan gibi, kış
gününde dışarı çıkmıştı. Dışardaki soğuk onu öylesine çarpmıştı ki, nerdeyse donacaktı.
Mevlânâ'ya işaret ettim, bir söz söyle dedim. Mevlânâ, bu sırada pek dalgın bir halde idi.
Ama sözümü dinledi ve konuşmaya başladı. Bu sırada Haccac hikâyesi bitti. Birden hali
değişti. Gariptir ki, ansızın gözlerinden yaşlar boşandı. Ona emir ve cevheri kırma hikâyesini
anlattım. Dostlar hakkında duadan başka bir şeyle meşgul olmadım. «Allahm! onları koru ki,
Hazreti Peygamberin sünnetini yerine getirsinler, ona uysunlar!» diye yalvardım. Nasıl ki
Kuran'da, «Yarabbi! Sen kavmimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» diye yalvaran   
ulu   Peygamber de Allahdan yardım dilemişti.
Mevlânâ seni nasıl çilede oturtabilir ki! Ona: «Ey mürit! Rüyanda ne gördün? Müridinin
halinden haberi olmayan Şeyhi gördün mü? Yani Şeytan sana ne kuruntu verdi? Ben de
onun çömeziyim, söyle de bari onun işini tamamlayayım,» deyince ondan öylesine
uzaklaşırsın ki, bir daha Allah yolunda beraber yürüyemezsin.


Bu cennet sonradan yaratılmıştır. Bir yer ki orada ancak yaratılmış varlıkların yüzleri
görünür; o yer yaratılmışlarla beraberdir. Ancak bu nükteyi anlayabilmek için bir başlangıç
gerektir ki onun çevresini kavramak kolaylaşsın. (M. 94) Ona ebedîdir diyorum, ama ezelîdir
demiyorum. Hem ezelî hem ebedî olan biri varsa, o .da ancak Allahdır.
Sana cennet ehli kişilerin niteliklerini anlatayım. Ayrıca cehennem ehli olanların nişanını da
söyleyeyim. Allah, yaydan fırlayan bir ok gibi şu âlemi yarattığı günden; beri, her gün her an
kapılar açıp kapamaktadır'. Bu öyle sınırsız bir çabuklukla olmaktadır ki, insanın aklı durur.
Her kimi, güzel huylu, güzel yüzlü görürsen; açık sözlü, geniş gönüllü ise, herkese hayır dua
ederse öyle bir insanın konuşmasından insana gönül hoşluğu gelir. Bu âlemin sıkıntılarını,
darlıklarım sana unutturur; için öylesine açılır ki, küfür bile etse gülersin. Belki öyle bir
tevhitten bahs edince Siraceddin gibi dışından göz yaşı dökersin ama içinden yüz bin neşe
duyar, kahkahalarla gülersin.
Biri de vardır ki, kan içer; yüzünde, sözünde insana sıkıntı veren bir soğukluk vardır.
Sözlerinde öyle tiksindirici bir ifade vardır ki, onda neşeli bir insanın konuşmasındaki
sıcaklığı bulamazsın. İşte öyle bir insan, Şeytan'dır, cehennemliktir.
Şimdi her kim bu sırra erdi ise ona göre davranır, yüz bin Şeyhe iltifat göstermez. Öyle bir
insan ölümden niçin korksun? Sadece başa nerede değer verirler? Hayvan başı ile, insan
sırrı ve aklı ile diridir. Her kim yalnız başı ile (akılsız kafası ile) yaşarsa, ölüm ona olsun.
Ama sırrı ve aklı ile yaşayanlar Allahın kerem sahibi olarak yarattığı insanlardır. Nihayet, sır
denilen o Allah vergisi, bu-başa ve külaha nasıl sığar? Mademki burada barınamıyor ben ne
yapayım? Ama sırrı mertçe korumak gerektir.
Mevlânâ dedi ki: Biz sizi yalanlamıyoruz, ancak Muhammed Aleyhisselâm dininde taklitçi
olmayalım. Bize henüz bir şey görünmedi. Bir doğuş yok. ikiyüzlülük, 'kancıklık etmediler.
Şimdi açıkça gördüğümüz şeyleri taklitsiz kabul ettik. Mademki bu konuda senin taklitçin
olduk, bilinmelidir ki, onun dışında başkalarının taklitçisi olmayacağız.
Siraceddin, sakallılardan, gençlerden, Zeyneddin-i Tursî'den ve başkalarından birçoklarını
dolaştı. O dolaşmanın bereketidir ki, kendisini bu mevkiye yükselttiler.
Şimdi bizde de ilim var ama o büyük zat bunu kesin olarak bilmez. Halbuki ben şimdi halkın
anlayışına göre konuşabilirim.
Teravih namazı için, «Bu güzel bir bid'attır,» yani sonradan eklenmiş bir ibadettir buyurur.
Onun gönlüne göre bu artık bozulmaz. Halbuki bid'at ancak âşıkların canını dinlendirir. Bu ne
demektir?
Bütün Yahudi milleti onu gizlice çağırdılar, halvette dediler ki, bir daha böyle edepsizlik
etme. (M. 95) O halde, «Vergilerinizi kaldırayım,» dedi. «Olamaz,» dediler. Kendiliğinden
kalkıp gitti. Derler ki: Bundan sonra ustanın üst tarafında dükkân tutma. Allahm! Şu savaş
ve uğraşmalar sona erdikten sonra buyuruyorsun ki, «Bu âlem bu aynanın arkasındadır.»
Evet,'ben o aynadaki Celâl (ululuk) nuru görüyorum. Şimdi, «Artık bende kuvvet ve kudret
kalmadı, meğer ki sen kudret ve kuvvet veresin yarabbi!» diyoruz. Allah da, «Evet ama sen
kendinden bir azıcık kımıldanmaya bak ki, ben de sana güç ve kuvvet vereyim!» buyuruyor.
Evet kımıldanıyoruz, şu çetin yerden kurtulmak için ne zorluklarla el ayak çırpıyoruz. Ey ulu
Allahm!
Hacamatçı, küçük çocuklardan kan almak için onlara nasıl ceviz, kuru üzüm gibi yemişler
vererek önce avutur ve duyacakları acıyı unutturmak için ok-şar, sonra neşterini saplarsa;


ululuğu en yüce olan Allah da kulunu bu türlü işlerle uğraştırarak önce cemâlini gösterir
sonra aynayı kırar. O zaman, gönül ehli erenler Hak ehli olurlar; garip bir şaşkınlık içinde
kalırlar.
Sen, hemen hükmü değiştirilmiş olan Kafirûn süresindeki, «Sizin dininiz sizin, benim dinim
benimdir,» anlamındaki mensuh (hükmü geçersiz kılınmış) âyeti okuyadur. Nihayet sen de
bir din bilginisin; niçin değişmedin? Bir gün benden böyle ayrılmadın mı? Onun yolu ne
olduğunu anlayabilmek için, bir gün şeyhliği de, ululuğu da baştan atmak gerekiyor. O,
Hazreti Muhammed'in (S.A.) candan, gönülden evlâdıdır. O, ulu Allahnın besleyip yetiştirdiği
bir Şeyh olmuştur. «Allahm beni en güzel edeple yetiştirdi,» anlamındaki hadiste işaret
buyrulan edep, onun niteliğidir. Onun seçkin evlâtları da öyledir. Şimdi gel konuşalım! Bana
sor bir kere, benim emrimi kaç kere dinledin? Niçin yerine getirmedin? Söyle ki anlatalım. Bu
tıpkı Kuran'da işaret buyrulan, meleklerin, «Ulu Allah! Biz seni takdis ve teşbih ederiz. Bizim
bir bilgimiz yoktur. Ancak sen bize ne öğretmişsen onu biliriz. Şüphesiz sen hikmet sahibi, en
iyi bilensin!» (Bakara sûresi, 32), demeleri gibidir. Bu ne demektir efendi? Sen bundan, onun
ne söylediğini anladın mı? Biri anladı, dedi ki: «Bu anlayışın iki yönü vardır.» Boşboğazın
biri beni dinlemeye gelir, söz benden ürker ve kaçar sanki. Başka biri de vardır ki,
sözlerimdeki mânâların zevk ve lezzeti içinde mest ve baygın bir hale gelir. Hatta o sözleri
tekrarladıkça aynı zevki duyar. Mevlânâ da kaç kere bu manalara işaret etmedi mi? Bu
konuşmalardan herkesin başka bir mana çıkarmasını önlemek ve işleri geciktirmemek için
bu noktaya değinmişti. Siraceddin'e hal diliyle söylediği bir şiirin şu anlamdaki mısralarında
der ki:
Bir gün belki sevgiliye kavuşacağım,
Amma o geçip giden ömrü nerede bulacağım?
Ama bütün zaman gitmiş değildir. Giden gitmiştir. Bu saat hasret içinde geçmektedir.
Ancak, burada geçen zaman bir iş uğrunda geçiyorsa artık her seferinde boşuna geçiyor
diye pişmanlık gösterilmesi gerekmez. (M. 96) Bu iş hesabı değil, işsizlik hesabıdır.
Mademki bir iş baştan tutulmuştur, pişmanlık öylesine gerektir ki, sonunda pişmanlığa da
tövbe edilsin. Bundan dolayı öyle bir iş ile uğraşmalıdır ki, sonucu yeter derecede lâtif olsun.
Onların sözlerinden sana soğukluk gelir, o söz senin çileni soğutursa nihayet dışarı, buradan
dışarı acele çıkar gidersin. Başlangıçtaki gidişe göre, çileye göre bu düşüncelerden
kurtulursun. Ama, nasıl olur da öyle aydınlık bir gidiş böyle söğüdü, diye meraklanırsın.
Bunu kabul etmezsen sonunda kendini aynı kuruntuya kaptırırsın.
Evet beş vakit namaz farzdır; bunu aşikâr olarak kılarsın. Yolun ayrı da olsa, onun farz
oluşundan dolayı açıkça kılarsın. Geceden sonra kadını uykuda bırakır, oğlunu kuru üzümle
avutur, kızını cevizle oyalar, sabaha kadar namaz kılabilirsin. Bu helâldir. Hazreti
Muhammed'in (S.A.) dini böyledir. Ezan okunan yere de gider, halvette de kalırsın. Manevî
dalgınlıktan dolayı müezzinin sesini duymadınsa, kaçacak delik aramaktansa Allah
gölgesine sığınmak daha uygundur. O zaman bütün soğukluklardan, ölümlerden güvenlik
bulur Hakkın sıfatlariyle süslenmiş olursun. Daima diri, varlıkları ayakta tutan o yüce
Mevlânın varlığını anlarsın, ölüm seni uzaktan görse ölür; çünkü ilâhi bir hayat bulursun. Bu
yolda yürümek sessizce olmalıdır ki, kimse duymasın.
Bu ilim medresede kazanılır mı? Bu, belki altı bin yılda yani altı kere Nuh Peygamber ömrü
boyunca da elde edilemez. O yüz binlerce tahsilin, belki kulun bir gün, bir an için Allah


huzurunda olması kadar değeri yoktur. Allah kullarından bir kul, Eflatun'un bütün bilgilerini
yok ederek onu bomboş bir hale getirmek gücüne sahiptir, bunu yapabilir. Ancak bir gün
onunla yavaş yavaş konuşur anlaşırsa, «Bu adam büyük bir filozoftur!» diyebilir. Çünkü
Eflatun hem filozof, hemde bilgindir. Nihayet peygamberlerle tartışır. Boş söz değildir bu.
Onlar da bu işte bir lezzet bulmuşlardır; isterler ki peygamberlerin vazifelerini kendileri
yapsınlar. Nasıl olmaz diyebilirler, o bizim kardeşimizdir. «Bizi o bilir,» derler ve bir tekmede
onun aklın altüst eder, onu bomboş bir hale getirirler. Bu imkânsız mıdır?
Hazreti Muhammed (S.A.), iblisin suretinin nasıl olduğunu görmek arzusunu duydu; ama
gördü ki hepsinin üstünde Allah var, artık onda nasıl olur da iblisin suretini görmek arzusu
kalır. Bunu böylece söylersem başağrısından kurtulursun. (M. 97) Çünkü îblis, manevî bir
surete bürünmek isterse, seni Allahdan soğutacak bir surette görünür. Gönlünü ona kapalı
tuttuktan sonra da sana bir daha şeytan sevdası gelmez, ama yine de güvenme kendine.
Birinin kapısından dışarı çıkar, onun suretinde karşına gelebilir ve seni soğutur.
Süleyman-ı Tirmizî dedi ki: Bari din adamlarının sözlerini söyleyiniz. Bunlar ki, her zaman
mimberlerde öğüt verir seccade üstünde otururlar, Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileri,
vurguncularıdırlar. Bayezid'in seccadesinde kurulur, Şakik-i Belhî'nin mimberinde konuşurlar.
Kime öğüt verirler? Oradaki cemaata mı; cemaat nerede? Kalkar çarh vurursun.
Mevlânâ, tuğrak yemeğini yemiyor, ama helva yiyebilir. Gel sen de üzül buna, birlikte
konuşalım. Bütün bunlar bir terazi, bir denge meselesidir. Yoksa yemekten önce bugün
meydana atılan mesele üzerinde konuşmak gerekiyorsa, o işten maksat ya yapmak ya da
yapmamaktır, yahut her geçen zamanın nasıl geçtiğini düşünmek konusudur.
Sohbet sana ziyan vermez, ama Allahnın has kullarının sohbetini kaçırmak sana ziyan verir,
iyi olmaz. Bunun bir misalini anlatayım: Diyelim ki, yanımda duran bir külhancı bana bir iğne
batırdı, aynı yere Şah da bir iğne batırdı. Bu, iğne batırılan yerdeki acıların birbiri ile
kıyaslanmasıdır. Yoksa iğneyi batıranların birbiri ile ölçülmesi değil. Biri dedi ki: Bel ki böyle
bir Padişahın ayağına batırdığı iğnelere karşılık olarak zamanenin kemendi vurulur da
boşuna giderse, gerektir ki, bundan hoşlansın. Geri dönmeyen her şey geçip gider. Sen
ancak kendine gerekli olan şeye bak. Böyle bir zamanda sana şu hikâyeyi anlatmalıyım.
Gerçi bunu birçok kere tekrarladım. Hikâye şudur:


Horasanlı Ebû Müslim'in Halifelik makamına oturttuğu Mansur'u kandırdılar, dediler ki: «Seni
bu defa o makama oturtan Ebû Müslim günün birinde dilerse oradan uzaklaştırabilir, bir
başkasını oturtur. Şimdi onu temizlemek gerek. Bunu yapmak için de bir çare var. Ebû
Müslim seni ziyarete geldiği zaman kılıcını eline verir, hareketine dikkat edersin. Kılıcı elinde
oynatıyor mu? O zaman, sorarsın, Halife karşısında kılıç oynatanın cezasının ne olduğunu
kadıdan sorarsın. Kadı buna karşı, 'Onu öldürmek gerektir,' der. Bu sana cevap ve hüccet
olur. 'Yolda onu yakalayın, öldürün!' dersin.» Halifeye dediler ki: «Kadı nın o sözü senin
sorduğun meselenin cevabı değildi ki bunu gerçekleştirmeye imkân olsun.» Halife, «Evet,
öyle ama günün birinde Halifeyi bu makama ben getirdim, ben onun memuru olamadığım
gibi başkaları da onun memuru olamazlar diyebilir ve nihayet ben bir gün ölürsem o yine
ayaklanır,» cevabını verdi. Mansur Halifeye her ne kadar, «Sen bu işten vazgeç!» dedilerse
de, halife işi bitirdi. Sonradan pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.
(M. 98) Burada dostluktan çok hilafet kaygısı hâkim olmuştur. O şey ki gereklidir, ister bana
ait olsun, ister olmasın yapılmalıdır. Çünkü bugün yapılmasa belki yarın da yapılmaz. Senin
geç kalmış olman da maksadı ayağa düşürür. «Bunda zorluk vardır,» dersem, «Biz bunu
teselli ve aldatmaca olsun diye söyledik,» deme. işin gerçek tarafı sözü apaçık söylemektir.
Buna ne engel var? O peygamberlere yaraşan nifak (ikiyüzlülük) gibidir ki, onlar bunu çok
güzel yaparlar. Ama, o sözden doğacak menfaat sade sana aitse, sözü söylemektense hiç
söylememek daha uygun olur.
Bir gün birisi bana dedi ki: «Ben, senden daha çok Mevlânâ'nın öğütlerinden
faydalanıyorum.» Ben de buna karşı dedim ki: «Dostlar topluluğunu bir araya getirelim,
onların anlayacağı bir bahsin yorumlanmasını yapalım.» Bundan maksat, cemaat aldatmak
değil, ilmî bir fayda sağlamaktır. Nasıl ki, Kuran'da Yusuf Peygamber, Allahya. yalvarırken,
«Yarabbi! Bana mülk verdin, söz ve rüya yorumlamayı öğrettin,» (Yusuf sûresi,101)
anlamındaki âyette işaret olunan bu yalvarmayı ona öğreten kimdir? «Semaların ve yerin
yaratıcısı,» buyrulması da ona özel bir yoldan öğretilmiştir.
Genel yoldan da yine âyette, «Onun yorumlanmasını ancak Allah ve ilimde çok ileri olanlar
bilirler,» denildikten sonra, «Beni Müslim olarak öldür!» diyor. Tuhaf değil mi? Bu
açıklamadan sonra Yusuf hangi Müslümanlığı istiyor? Sonra da, «Beni, salihler topluluğuna
kat!» diyor. Hangi Salihler? Her peygamberde salihlik vardır ama her salihde peygamberlik
yoktur. Bu, «Allahm! Beni peygamberlikten nasipsiz kılmadın; velilerden de nasipsiz etme,
ruhumu onlara eriştir!» demektir. Eğer böyle olmasa idi, hem îslâmda, hemde    salihlere   
karışmak   yolunda    sebat   etmek    ister miydi?
Emir terk olunamaz. Şüphe yok ki, bu fakirin emrinde de faydalar vardır. Bu emirle
maneviyat kapıları açılır. Fakir, dünyaya, onun nimetlerine, onun süslerine göz dikmez; o
tavsife sığmayan bir devlettir. Şüphe yok ki, zengin çocuklarından, dünya nimetlerinden
faydalanmış olanların bir şeye ihtiyaçları yoktur. Onlar, onun peşinden koşmazlar, ama
onlarda yumuşaklık ve büyük bir hoş geçinme isteği vardır. Aşırı davranırlarsa o zaman
fesat çıkar; onlardan nefislerinde üzüntü duyarlar ve üstünlüklerine yaraşmayan bir şey
bekleyenler, nefislerini dünyadan ayıramazlar. Onlar asla tövbeye de yanaşmazlar. Dünya
heveslerine kapılırlar. Onların Kuran'da: «Seni sapkınlıkta buldu, doğru yola yöneltti,» (Duha
sûresi) anlamındaki hidayetle de ilgisi yoktur. Hepsi sapkınlık tarafına kaçtılar. Şeytan seni
azdırınca sen kendinden hidayet yoluna girebilir misin? O seni azdırınca senin halin sana


Cebrailin erişmesinden daha hoş görünür. Belki sadece Allah kuluna karşı olan yardım ve
gayreti ile seni bu yoldan çevirir..
(M. 99) Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir ki, Önüme yüz binlerce helva ve kebap
getirseler, gerçekten isteğim bile olsa, başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp
bakmam. Vaktinde ona vereceğim arpa ekmeği, vakitsiz vereceğim kebaptan daha hoştur.
O kapalı kaldı.
Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi
çevreleyen âlemdir. Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem,
insanoğlunda gizlidir. Şu halde sen de bu âlemden, insanlık âleminden bir örneksin. Neden
sen de bana bir armağan vermiyorsun? Mademki sen bir yadigâr alıyorsun, sen de bana bir
yadigâr ver ki, bir vakit seni anayım, öyle dostlar tutalım ki, onların arzusu ile yürüyelim.
Onlar da o saygısızlığı göremiyorum ki, ona göre hüküm verelim. Onlar öyle dostlar olmalı
ki, bu ötekinden daha kuvvetlidir diyebilelim.
Şiir:
Seni, incinirsin diye gönlümde saklayamam, Alçalırsın korkusu ile gözümde de tutamam,
Seni gözümde, gönlümde değil canımda saklayayım ki Son nefesimde bana son yar olasın.
Senin aşkında, benden başka kimse sebat gösteremez. Benden başka hiç kimse çoraklığa
tohum ekmez. Düşmana da, dosta da seni kötülemek istiyorum ki, seni benden başka hiç
kimse sevmesin.
Âşık, bir vakit, o kötülemekten sevgiliye bir zarar gelmemesini ister. Onu incitmemeyi
düşünür. Ama ona bir elem ve ıstırap gelecekse, vay o güne! Ben Allahtan altın
isteyeceğim, o da hemen verecek; bu para ile bir köle satın alacağım, ona bilgi öğretecek,
kendimi oyalayacağım. Evet, Allah altınlar verir. Yahut istemesem de verir. Bana veriyorsun
ve diyorsun ki, «Bu para ile bir değirmen satın alacaksın onu benim için al; senin hesabına
döndüreyim.» Değirmen taştan ve demirdendir. Bu ise etten, deriden, sinirden ve damardan
yapılmıştır. Ayrıca bunun canı ve hayatı vardır. Eğer sen vermezsen ben kendim dönerim.
Bu yüzden her gün bana birçok itirazda bulunurlar; onun üç beş kuruş kazanması bundan
daha faydalı idi, derler. Çocukluğumda benim iştahımı kaçıran işte bu söz olmuştur. Aradan
üç dört gün geçtiği halde hiç bir şey yemiyordum. Sade halk sözünden değil Hak sözünden
bile ürküyordum; sebep yokken yemekten içmekten kesilmiştim. Babam, «Oğlum ye!»
dedikçe ben, «Bir şey yiyemiyorum,» diyordum. Artık zayıflıyordum, kuvvetim o dereceye
varmıştı ki, istesem pencereden kuş gibi dışarı uçarım, dedim. Bunda keramet var ama
sana açıklamak istemiyor, dediler. Mucizeyi inkarcılığa karşı gösterirler. Sen eğer tam
manası ile inkarcı değilsen, sana bu açıklanmaz. İsteyene açıklanır. Bu bir topluluk içinde
olur. Bir köşecikte değil; etrafımızda bir insan topluluğu var. O tek bir kimse olsa idi sözleri
kuru davadır derlerdi. (M. 100) İşin kötü tarafı
Mevlânâ bana dün, «Bahaeddin onlar ile birlikte oturduğu için senin sözünü soğuk
karşıladı,» dedi. Bana gönül vermedi ki, Bahaeddin'e sadece «Bahaeddin» diyeyim.
«Mevlânâ Bahaeddin,» demek böyle dostlar için teveccüh sayılmaz, bunu gönül istemiyor. O
ok atmayı bilmez; bununla beraber ilmini, usulünü iyi bilir. O isterse iş başka olur. Elbette
başka şey istemiştir. O ulu Allahnın vatanını, müminin sevgilisi ve dileği olan o kutsal yeri
(Kabe'yi) istemiştir. Ama denilemez ki, mutlaka onu dilemiştir. Eğer bir şey istemişse bunu
istemiştir derler.


Şimdi Mevlânâ'nın «İncindim,» dediği meseleden söz açayım. «Mevlânâ'nın sözlerinden
Şems çok faydalanıyor,» demişler. Evet bana şu yönden faydası var ki, bu surette bize
yardımcı olur, bana bazı işaretlerde bulunur. Ama o işaretler size değil, yalnız banadır.
Onun hitabı da size değildir. Görüyorsunuz ya, beni bir garip olarak nasıl buldu; nasıl
rahata, huzura kavuşturdu! Şu halde Mevlânâ kimin Mevlânâsıdır? O bir kimseye bir isim
koyarsa (kimi tutarsa) asla ondan vazgeçmez. Gece görmüş olduğu her rüya, sabah
namazından önce gerçekleşir; ikinci namaz vaktine kadar tesiri devam ederdi. Bunun âdet
halini almaması için yürekten gelen bir gayretle uğraştım. Bu nasıl şeydir? Bu başka bir
namaz mı sayılır?
Bahaeddin bir aralık, dalından koparak yere düşen bir sonbahar yaprağı gibi ayağıma
kapandı. Bu hal, bir kere, iki kere değil, hayli zaman sürdü. Rengi toprak gibi olmuştu. Bir
gün şöyle bağırdı: «Mev-lânâ'nın önünde oturan Şemseddin sen misin?» «Evet benim,»
dedim. Yanımda oturdu. Bulunduğumuz küçük kervansarayın ufacık bir odasından ona
sesler geliyor, «Nerdesin, nerdesin?» diyorlardı. Şimdi bu kadar yeter...
Herkes bilir ki, Tekkede, cansız bir varlık bile yedi aydan fazla bana tahammül gösteremez.
Medresede beni dinleyenler divane olurlar, ama akıllı kimseleri niçin deli etmeli? O zaman,
onlarla konuşmaya imkân olmaz. Ancak şu var ki, ben sofî olayım, olmayayım bu dergâh
temiz insanların yeridir. Onlarda satın almak, pişirmek kaygısı yoktur. Cansız varlıkların da
ayrılma ve birleşmeleri vardır. Ancak onların iniltileri duyulmaz. Nasıl ki, Kuran'da da, «Hiç
bir varlık yoktur ki, kendine mahsus dili ile Allah'yı övüp ululamasın,» (îsra sûresi,44)
buyrulmuştur. «Ama biliyorum ki, ben buraya oturmak için gelmedim. Hazırlanın da artık
beraberce gidelim,» dedi Bahaeddin. Ben, «Bugün hazırım,» diyordum, sonra
vazgeçiyordum. «O hücreye her gelişinde hiç eli boş gelmiyorsun,» diyordu. (M. 101) Ben
de ona, «Sen böyle bir şeyleri düşünme,» dedikçe o, «Hoşuma gitmiyor!» diyordu.
Bir gün de, Aksaray'da Hacı Ebûbekr'den ödünç bir şeyler almak istiyordu olmadı. «Eli boş
nasıl gidebilirim?» dedi. Ben, «Vazgeçtim,» dedim. O halde, «Dostlara himmet için yararlı
bir iş yap,» dedi. Evet, üç kere selâvat getirin ve Alla Hümme Salli Âlâ Muhammedi deyin.
Başka ne yersin? Ne pirinç, ne pirinç, ne et, ne et... Zehra diyordu ki: «Burada dervişin neler
yaptığı, senin yaptığın ve başından geçenler Mevlânâ katında bilinmektedir.» Derviş o
mertebeye ne ile geldi? Onun işi, hep hayırdır.                          ;
Biri satranç öğrenmek için altı bin kere oynamıştı. Toprak üstüne oturmuş bugün de
oynuyordu, önce ruhlardan iki tanesini çıkarıyor, sonra da piyadeleri atıyor; böylece her
gece bir Mağripli ile üç parti oynuyorlardı. Atı ve ruh'u çıkarırdı, ben de ayakta seyreder
sonra otururdum.
Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın; arada dostun mektubunu
da okusun. Senaî ne güzel söylemiştir dedi Mevlânâ:
Her türlü aşırı isteklerden, cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin.
«Bu güzel!» dedim. Bu cevabım hem Mevlânâ'ya hem de Senaî'ye idi. Yoksa istese idi,
ayağı yanık Şerife de cevap verirdik. O, Seyrül-ibad kitabının sonlarında Senaî'ye verilen bu
cevabı soğuk bulmuştur. Onun gönülden haberi yoktur. O kalp, o gönül nerede? O aşağılık
adama öğüt vermişler, nefsini pislikten, cimrilikten, kötü huylardan temizle ki, cehennemden
kurtulasın, demişler ama kalp ve gönlün niteliklerinden söz etmemişler.
Yüce Allah, «Yerler ve gökler beni kavrayamadı, ama ben mümin bir kulumun gönlüne


sığdım,» ve ayrıca, «Müminin kalbi, Allahnın iki parmağı arasındadır,» ve yine, «O, sizin
kalbinize bakar,» gibi kudsî hadislerle kalp mertebesine işaret buyurmuşlardır. Şu halde,
«Aşırı isteklerden ve cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin,» diyen Senaî'nin bu sözü
üzerinde çok düşündüm, hatırımı zorladım; bu mananın belgesini bulayım dedim. Mevlânâ,
Senaî'nin şu anlamdaki beytini de okudu.
Beyit:
Ey Senaî gel bu âlemde kalenderler gibi yaşamaya baki
O, temizlikten dem vuran kuru davacının gözlerine toprak saç!
(M. 102) işte kuru davacıların yoksunluğu, onun habersizliği bundandır. Nasıl ki, Bayezid,
ömrünün son gününde zünnar istedi. Şahadet getirdi. «Şahadet ederim ki, Allahtan başka
ilâh yoktur, şahadet ederim ki, Muhammed Allahın elçisidir,» dedi. Şimdi burada iki görüş
vardır. Bazıları onun Müslüman olarak öldüğünü bazıları da, kâfir gittiğini söylerler. Bir
kimse bu saatte iman getirebilir ve, «Ey ulu Allahm,» der, «sen öyle bir kerem sahibisindir ki,
bir kâfir senin hakkında yetmiş yıl uygunsuz sözler söylese de son vaktinde yine sana dönse
ve iman getirse kabul edersin,» diyebilir. Hazreti Muhammed'e ümmet olmak nerede?
Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek nerede? Yani
nerede bir ışık ve aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de
Muhammed'in gözü olur. Sabır ile daha başka niteliklerle süslenmiş olur. Bırak başka
sıfatları, sabır'la ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur.
Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten, mürid yok olmadıkça
mürid olamaz.
Hamamda iki adam, birisine bir emanet bıraktılar. Bunlardan biri yıkanıp çıktı; bıraktığı
çantayı istedi ve alıp hamamdan gitti. Biraz sonra arkadaşı çıktı. Hamamcı, «Para
bendedir, ancak o arkadaşı getir de al paranı!» dedi.
Ben şimdi hak erenlerden, halktan gizli yaşayan o topluluktan söz açmak istemiyorum. Onlar
böyle imkân buldular, böyle yaşadılar, geçip gittiler. Ben de dedim ki: Mevlânâ'dan başka
hiç kimse ile konuşmayayım, yalnızca Mevlânâ ile sohbet edeyim. Şimdi gel de kulağına
söyleyeyim; ben bir iş yapmak istiyorum. Ama Allah engel olursa beni dinlemez. Bizi gören
kimse, ya Müslümanın Müslümanı, ya da zındığın zındığı olur. Çünkü bizim manamıza
erememiş olanlar ancak dış yüzümüzü görürler; ibadetlerimizde dış görünüşü bakımından
eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu ibadete de ihtiyacı kalmamıştır sanırlar.
Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan iba-det'ten uzaklaşırlar. Bir kere benim arzuladığım
şey, senin dediğin gibi değildir. Sen diyorsun ki, «Arzu edilen hep odur, onu inciten bir şey
var ama eli ona erişemez.» Bu Sunnîlerin mezhebi, uygulamada Mutezile mezhebine daha
yakındır. Mutezile mezhebi de, felsefeye yakındır. «Kardeşi için kuyu kazan, içine kendi
düşer,» derler. Bu nasıl bir inançtır? Ben ki dervişlik yönünden geliyorum, bu yol bütün
korku ve tehlikelerle dolu olduğu halde yine de yüce Allahnın koruduğunu görürsün.
(M. 103) Bu saatte sen bir dervişle berabersin. Bu nasıl korku ve kötü düşüncedir ki, bu
toplum Allahya, «Öküz çobanı Ahmet,» derler. Onları terbiye eden nedir? Şüphe yok ki bu
dünyada onlar palaslarım boyunlarına asmış; o faydasız azap içinde, o bilgisizlik ve karanlık
âlemde mezarlarının kıyısına kadar sürüklenip giderler; mezar kıyısından sonra da, acaba
Allah o kulunu cehenneme kadar naz ve nimet içinde mi yaşatır? Diyelim ki, ben bir aralık
kötü elbise giydim; bu benim arzumladır, yoksa benim hakkımda Allahnın dilediği hep lütuf


içinde lütuftur; kerem içinde keremdir. Ancak şu var ki benim -lâyık olduğum şey yerine göre
lütuf da olabilir, kahır da Ama lütuftan üzülüyorum ben. Bana her dört günde biraz gevşeklik,
bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam.
«Sana ne oldu?» derler. «Bana hiç bir şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü
başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de yırtarım.» «Bir şey yemiyor musun,»
derler. «Hayır yemiyorum.» Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de...
Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim.
Babam bile bana yabancı. Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak;
bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak sanıyordum ve kendi
kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı,
gerekirdi ki, bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın.
Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz yumurtasıyım sanki. Gözlerimden yaşlar boşanırdı.
Şeyh, hadis anlatıyor, filan hadis bilginleri ki böyle kimselerin içeride ve dışarıda kırk tane
yetiştirmesi vardır; bunlar ya divane, yahut sevdalıdır, diyordu. Kulak verdim, benim halim o
hal değildi. Diyordum ki: Sen bizim babamızsın. Nasıl oluyor da bizi götürmelerini uygun
buluyorsun? Beni gizlice divane ediyorsun, kafamı bozuyorsun ben ne yapabilirim?
Mevlânâ Celaleddin, sanki beni şu zevk ve istekler âleminden ateşe sürüklüyor. Ancak, beni
bağlamak için zincir getiren o zata niyaz için nasıl gideceğim, diye düşünüyorum.
İki sevgili arasındaki davranış nasıl olursa, ben de, sana öylece gelip boynuna sarılıyorum.
Başka ne .yapabilirim? Bu niyaz ile elde edilirse, demek ki, Hakkın iradesi dileğimize göre
açıkça belirmiştir. Çünkü murat yani istek iradeden pek gizlidir. Murat, iradeyi bilir, ama
irade muradı bilmez. Şu halde, o ne yaparsa Allah iradesi ile yapar. Onun için, işlerine hiç
kimsenin karışamayacağı o sevgilinin yaptığı her şey, iradeye uygundur. O her ne yaparsa
iradeye göre yapar. Her ne işlerse, iradeye uygun düşer. Bir kimseyi gördüğü zaman, onun
doğuştaki halini, son durumunu, yaşantısı boyunca hangi duraklardan geçeceğini de görür;
ama asla o işleri yapmayan, Allah buyruğunu tutmayan kimse, nasıl olur da onun aksini
yapabilir? O bir yerde umut ışığı görürse belki uyanık davranır. Nasıl ki, Şeyhin nazarı ona
erişmiştir dersin. Öyle bir insanın işi o yüzden tamam olur. O, bu halin Şeyhden ve kendisi
tarafından olduğunu sanır. Böyle bir Şeyhin etkisi nasıl olur? Bakarsınız ki, onda hiç bir seyir
ve sülük yoktur. Şeyh de kendisine bir şey söylememiştir. Burada Bayezid'e hıyar tarlası
hikâyesini anlattılar. Dediler ki: «Adam hiç karpuz yemedi.» Dedi ki: «Ben, Peygamberin
karpuzu nasıl yediğini bilmediğim için yiyemem.» İşte Peygambere uygun davranış burada
hem suret, hem mana yönündendir. Peygambere uygun davranışı surette korumak gerektir.
Şu halde bu uygunlukta hem sureti, hem de manayı korumayı nasıl ihmal edebilirsin? Hazreti
Mustafa, (Allahnın Selât ve Selâmı üzerine olsun), şöyle buyurmuştur: «Yüce Allahm! Biz
sana karşı, senin ululuğuna yaraşan şekilde kulluk edemedik.» Bayezid ise, «Kendimi
kutlarım, şanım ne yücedir!» diyor. İş böyle olunca bir kimse, Baye-zid'in bu sözüne bakıp
da, onun hali Hazreti Muhammed'in (S. A.) halinden daha kuvvetli olduğunu sanırsa çok
ahmak ve bilgisiz sayılır. Eğer şeriatın gerçek yönünü araşan, evet şeriat da vardır, tarikat
da! Şeriatın hakikati kandil gibidir. Kandilin maksat ve manası ise, bir yere gideceğin zaman
sana ışık tut-masıdır.
Ona dosdoğru güvenebilirsin. Ona fitil takarsın havadan asarsın, onunla çevreyi görürsün.
Ama bir yola gitmezsen onun sana ne faydası olur? Hep yerinde duran bir ışıkla hakikata


nasıl erebilirsin? Gerektir ki, hakikate eresin! Tarikat yolundan yürüyesin! Diyelim ki, bu testi
çorak bir su ile doludur. Sana, «Bu ırmak suyudur,» diyorum. «Ver bana,» diyorsun.
Veriyorum. Ama, «Bunu o acı sudan tamamıyla boşalt,» diyorsun...
Sıcaklık soğuklukla, soğukluk sıcaklıkla birliktedir. O işler soğumadıkça bu iş kolaylaşmaz.
Bu söz sona ermiş değildir. Ama uykuyu kaçırmıyor. Uykum kaçsın diye başımı sana
dayadım.
Şu su ve toprak âleminin ötesinde gayb alemindeki dağın arkasında Yecuc ve Mecuc'lar (M.
105) gibi birbirimize karışmıştık. Ansızın oradan, bize, «ininiz aşağı!» sesi geldi. Oradan bu
aşağılık âleme indik. Uzaktan, karanlık ve yokluk âleminde bir varlık belirdi. Uzaktan,
kentler, ağaçlar henüz görünmüyordu. Bu âlemi hiç görmemiş çocuklar gibiydik; yavaş
yavaş yaklaşdıkca, dane ve tuzak belâsı, derece derece gözümüzün önünde belirmeye
başladı. Daneye kavuşmanın zevki, tuzağa düşmenin zorluklarına üstün gelmeseydi bu
âlem, bu varlık da meydana gelmezdi. Söylendiğine göre, Âdem, uzaktan bir taş gördü ki,
heybetle kendisine doğru geliyordu. Sevgisi ayaklandı ve ona doğru koştu.
Dedim ki: Onların ululaması, saygısı ancak elli kişiyedir (!) Birisi sizin hakkınızda kadıya
veya başkasına bir nafaka davası açmıştı. Hattâ adınızı bile söylememiştir. Çok kere kadı
hevadan hüküm verir ve der ki: «Sözüm onun kız kardeşi içindik. Ona nafaka ver!» Bu sana
borç sayılır. Benim korkum sizin gönlünüzü kırmaktır. Derler ki, bir şeyi almakta çirkinlik
olduğunu, onun değiştirildiğini görürsen üzülürsün. Şer yoluna gitmek insanın hoşuna gider.
Bu işte sebat etmek de ona ferahlık verir. Ama kadının hevadan hüküm vermesi bilinemez
ki! O çok kere ancak şeriat üzerine hüküm verir. Fakat bazen de hevadan, yani keyfine göre
karar verir. Buna karşı tedbir alırız. Ama o zamana kadar da iş işten geçmiş olur. Bu hep
böyledir.
Sarayda bir Padişah vardır. Padişaha giden yol kapıdan geçer. Yani ona saygı göstermek
için gelenler çok yüksek olan sarayın yan duvarlarından giremezler. Allah korusun! O
duvarlardan atlamak isteyenler düşerler. Her şeyi mubah gören saygısızlar da ancak kapıda
'kalırlar. Bazı kimselerin kullukta nasıl davranacakları hakkındaki kuşkuları büyüktür. Dedim
ki: Bu eksik bir düşüncedir. Başka bir cevap daha var, ama burada söz tehlikelidir. Bu sözü
çok dikkatle dinleyin. Kapı dışından
gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama Padişahın bazı has
kulları da vardır ki, onlar zaten hep içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike
vardır. Hazreti Muhammed (S.A.) zaten has kullardandır. Kulluk vazifesini tamamiyle yerine
getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hazreti Peygamber, kullukda tam kuvvet ve kudret
kazandığı zaman bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu.
Kulluğun yüksek zevkini tadardı. O kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de
kendini yine içerde bulurdu. Ama başkalarında bu cihet zayıf idi; o mana, onlarda eksik
kalıyordu. Nasıl ki, Ebû Said (Ebül Hayr), Ebû Ali (Sina) için bu nasıl adamdır? demişti. Bir
şeyler yaptı ama yapmamış sayılır. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı
olmayarak ibadet vaktini geciktirmekteyiz. Buna razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz.
Hele Cuma günleri Namaza gitmesem gönlüm daralır. (M. 106) Niçin onun manasını bu
mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine
üzülüyorum. Ama bir kul ki, ibadet ederken ansızın ilâhî hidayet onu cezbetmiştir. Hem ilk
önce şu öğüdü hatırlayın ki, benim sözlerimde tekrarlamak, yeniden anlatmak yoktur. Ne


desem ona uymak yaraşır. Her ne oldu ise o hep bizim sözlerimizi tekrar etmekten oldu.
Sözü hiç tekrar etmeyin. Eğer birisi, söyleyin de bari hoşça, cana yakın ve tatlı sözlerden bir
şeyler dinleyelim ne olur? diye İsrar ederse, eski konuştuklarımı tekrar edemem. Eğer sana
gerekli ise, git dinle! Sözün sırası gelince onu ben bilirim. O zaman söyleyeceğim. Ama
uygun görmezsem hiç söylemem.
Hoca Ebubekr (Sellebaf) bizim pirimizdir. Gel ki sana öpücük vereyim. Eğer şu saatte onu
Kadıya götürseler bizim lehimizde söyler. Ona bizden dinlediklerini anlatır. Kendisine, «Niçin
buna tanıklık ediyorsun?» derlerse, şu cevabı verir: «Ben ademoğluyum. Babam bir
yanlışlık yaptı, Şeytan onun yönünü kesti. Sen de benim yoldaşlığımı kabul etmezsen
alçalırsın, lanete uğrarsın. Meğer bizim gözlerimiz körmüş. O sizden uzak olsun,» deyiniz.
Bir hadis vardır. «Ulu Allah, varlıkları, onların niteliklerini yaratmayı, geçimlerini, yaşantı
sürelerini belirtmeyi bitirdi,» anlamındadır. Bu doğrudur ama Kuran'da da, «O her gün yeni
bir haldedir,» anlamına gelen bir âyet vardır ki, bunun, sözü geçen hadise uygun düşmesi
için açıklanması gereklidir. Burada, o her gün kulunun haliyle ilgilenmektedir, yani ezelden
ebede; başlangıcı olmayan zamandan, sonsuzluğa kadar böyledir. Nasıl ki kul da hep onun
halindedir. O da böylece kulunun halinden ayrılmaz.
Dün gece iki üç kere sizi andım. Bana bir yufka yüreklilik, bir ağlama hali geldi. Hoylu
Muhammed bana, «Şemseddin, ben Sadettin'in yanında idim Ku-ran'daki, 'Cinleri ve
insanları yarattım ki, bana kulluk etsinler,' anlamına gelen âyeti yorumluyordu.» dedi. Ondan
sordum: Bu Allahnın hiç bir niyaz dileği yok mudur? Diyorlar ki, hiç dünyaya gelmeseydim bu
yaratılan varlıkların bana göre bir yaban eşeği kadar değeri olmazdı. Şu halde bu nasıl
dileksizlik olur; ona ne demeli? Bu yüzden de, söylediklerin gerçeğe uygun düşmüyor.
Sadettin güldü. Ona dedim ki: «Bu işe gülmek gerektiğini bildiğim için ben de gülüyorum.»
Bana, «Bu gece bizimle birlikte kal,» dedi. «Burada ne yapalım?» dedim. «Beynimi
kurutuyorsun, müridleri de kuru kafalı yetiştiriyorsun, daha ne olsun!» dedim. «Bari gideyim
bir çorba içeyim.» «Git!» dedi. Karar verildi. O istiyordu ki, senin bir zındık olduğuna fetva
versin. Ona ne güveniyorsun?
(M. 107) «Ne diyorsun?» dedim. Bana, sen küfürdesin diyenin önünde ayağa kalkarak el
bağlamak gerektir. O, zahirde göründüğü gibi değildir. Ben de, böyle sanıyor ve
korkuyordum ki, önce beni Şahnenin önüne çıkarır astırırlar. Bu ondan değildir, o bizimledir.
«Eğer bana gelirse koyver gitsin,» dedi. Ama ben korkmayan ancak Allahdır, diyemedim, îş
verir, anlamaz, sorar: Allah nasıldır?
Mevlânâ Celâleddin, «Ona sus dedim hele,» dedi. «Ama benim derimi yüzerler, ben onunla
bir şey konuşamam.» «O halde şimdi konuşma,» dedi. Dedim ki: «Şu kadehi eline al, sana
secde edeyim.» Onu öyle bir durumda gördüm ve dedim ki: «Kadehi ben çekiyorum, sen
sus hiç konuşma.» Hoşuna gitmedi, dedi ki: «Aydınlığı kızıl altında arıyorsan dibi kurşun
çıkar.»
Şemseddin diyordu ki: Bu bilgelerin hiç bir değeri yoktur. Hep, biziz biziz diye bıyık burup
dururlar. Bizim bu Şahap da ahmaktır. O da, ben şöyleyim böyleyim diye bıyık burar. O şey
ki yoktur, sen kim oluyorsun? Şirin bir zındıkcık! Şems'in sözünü başkalarından işitiyorum;
bana hiç gayret gelmiyor. Ben bilmiyorum. Ben onun baş tarafını alıyorum sana geliyorum.
Mevlânâ Celâleddin, bendeki büyük korkuyu altüst eder diye korkuyorum. Dua ediyordu.
Erkekliğin devamlı olsun, bu buğanın kıçı sıkıdır. Ben yüz türlü çareye başvuruyorum.


Allahm diyorum kendi kendime üç dört gün kadar vezirin tekkesine gideyim bari. Ama büyük
ziyan olacak.
Gazneli Sultan Mahmud'un, Hindistan savaşına giderken büyük bir çadırı vardı. Onu kurmak
için çok güçlü seksen kişiye ücret verirdi, ikindi namazına doğru birisi çıkageldi, «Ben bu
çadırı tek başıma kurayım,» dedi. Sabah namazından önce
çadırı kurdu. Ama Padişahın yüzü ekşidi, o güzel huylu Sultan Mahmud, öfkeden yaratılmış
bir insan olmuştu. Vezir korkusundan hiç bir şey söyleyemiyordu. Ağzını açsa, bin kelle bir
pula giderdi. Böylece yapılan iş boş değildir. Âlemde bu kadar büyük iş yoktur. Fakat bütün
bunlar bir nişan veya dilek uğrunda yapılmıştır.
Bunda dilekten hiç bir nişan yoktur.
Alemde, o Mansur (Hallac) kendini bir şüpheye kaptırdı. O Bayezid de, ölümü sırasında
cesaretsiz davrandı.
(M. 108) Derler ki: Büyükler ki ömürlerinin sonunda tam bir inançla ona yüz çevirdiler, o
sevgili nerede? Halis inkarcılar nerede? Yol o cihetten ruh yönüne gider. Bu cihet ise
saliklerin yürüdüğü yoldur. Salikler o yoldan giderler.
Bu iş medreseye gelmez, başka bir yönden de anlatılamaz. Bu dünyayı görüyorsun; bir yılın
durumu bile onlara soğukluk veriyor.
Hazreti îsa da, böylece bu dünyadan, farenin kediden kaçışı gibi kaçtı. Yiğit gerektir ki, yedi
başlı arslanla oynaşsın da gam yemesin. O ticaret kervan-sarayındaki alış verişten elde
ettiği yetmiş çuval ipek ile, köle ve cariyeleri bıraksın da her şeyden el çeksin. Bilmiyor
musun ki, onu kim yarattı? Başkaları da her biri birer kurban keser, onların o kurbanda
rızıkları yoktur. Ama ben onların lokmasını yerim.
Ramazan boyunca, namazdan önce birer kurban keserlerdi. Biri dedi ki: «Bir sorayım, siz
kurbanı kimin için kesiyorsunuz? Ben imamlık ediyorum ama görmedim.» Öteki cevap verdi:
«Yallah, imam efendi, birlikte yiyelim diye sizi çağırmayı düşünmüştüm, ama beni başka
birisi çağırdı, meşgul idim,» dedi. Acaba onları niçin dövmediler?
Humus yolunda, o kılavuz kaçmadı. Herkes malını önüne kattı; hep ilk kervanın önünde
olanı soymuşlardı. Büyük bilginler böyle ölü gibi, uyuklar gibi söz söylemekten uzaktırlar.
Ancak rüyada Peygamberi görenlerin hali başkadır.
Beyit:
Dedim ki dikensiz bir gül koparayım,
Yahut yâr! olmayanın yâri olayım.
Yüzünü ekşitti, sözlerimden incindi. Nasıl ki yukarıda sözü geçen Sultan Mahmud o güzel
huyluluğu ile hep öfke ve hiddet kesilmişti; ne vezirin, ne devlet adamlarından hiç kimsenin
onunla konuşmaya cesareti yoktu. O sırada vezirin gözü Ayaz'a ilişti. Onun gülümsediğini
gördü; hemen yanına koştu ve sordu: «Durumun ne olduğunu biliyor musun?» Ayaz, «Evet,
nasıl bilmem,» «O halde bu ne iş?» Ayaz cevap verdi: «İş, Şahın buyurduğu gibidir.» Vezir
dedi ki: «Bu adam bir iddiada bulundu, iş istediğinden daha iyi oldu. Padişah o adam yokken
de aynı kerem sahi-. bi Padişahtır. Adamın bu hüneri göstermesinden sonra da yine o
Padişahtır. Bu değişme neden?» Ayaz: «Evet, orası Öyle ama Şah öyle buyurmuştur. Şaha
şöyle dedi: 'Ey âlemin Şahı! Şu hali görüyorsun, işin içyüzünü açıkla;' Sultan şu cevabı
verdi: 'Kul efendiye nasıl emir verir?' Bugün onun Padişahı odur.»
(M. 109) Gönlüm hoş oluyor. Biliyorum ki beni bir daha Kadıya götürmeyeceksin. Mademki


iş böyledir bu kadarcık yeter.
Ama çabuk söylemiyorsun. Diyorsun ki: Lokmayı böylece ağzına koy; avcuna da yavaşça
kuru üzüm doldurayım! Sarhoşum; avucun dolduysa dökmeyesin. Elini iyi tut! Bu üç oldu!
Hey! Sana su da getirerek yardım edeyim. Ey Asım! Eğer onlara bir şeyler sorarsan
susturursun, sen de onlara cevap vermezsin. Sadettin-i Hamavî, ona niçin cevap vermedi.
Ama o nerede siz neredensiniz? Onun yazılarında benim sözüm üzerine akla uygun bir
cevap varsa ve bu kendi kafasından ve gönlünden doğmuşsa, yerindedir. Ama eğer bana
zorluk çıkarırsa hem Şeyhlerin sözünden hem de benden bir nasip bulamaz. Eğer hiç
konuşmasa, kendisine yararlı çok büyük faydalar elde eder. Ah işte sen de böyle yap! Ah
güzel nasıl olur? Ben onun kulağına söylerken sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah
çek bari!
Sen, başlangıcı bu nükte olan o işleri bana anlatmıyorsun. Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç
hayır demiyorsunuz. Ama hep su içer gibi bilmem diyorsunuz.
Şeyhden faydalanmak için iki soru sordum: karşılık vermedi. Acaba bizi, o vereceği cevabın
faydasından yoksun mu gördü? Yoksa onu kavrayacak kadar yeterli olmadığımızı mı sandı.
Yahut da onu bilmek bize kısmet değil miydi?
Dedi ki: Onun âdeti değildir; böyle soruların cevabını vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse
söze başlar ve konuşur. Görüyorsun ki, konuştukları, hep şundan bundan aktarma ve
yapmacık şeylerdir. Ya bir hadis, ya bir hikâye yahut bir şairin şiirini anlatır. Kendinden bir
söz konuşmaz. Kendi doğuşlarından bir şeyler anlat, bir cevap söyle, diyorum! Ama, o hal
diliyle konuşuyor. Nasıl ki şu duvar, sana «Benden ne ses bekliyorsun?» der. Kinişe bu
duvardan bir ses çıkacağını umar mı?
«Bu mana .açıktır,» dedi. «Sen niçin hücrede açık şeyleri konuşmuyorsun?» «Ben,
kulaklarımı tutmak istiyorum, işitmek istemiyorum», dedi. Eğer o sağ olsaydı ben ondan bir
şey dinlemezdim. Çünkü onları senden işitti. Burada bilginin, kitabın ne yeri var? «Nefsini
öldürdün mü?» dedim; çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek demektir. Sende o zevk
sürekli olmalı, eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki, «Nefis ölmüştür!»
diyelim. Ama kendisi yavaş yavaş ölür.
(M. 110) Şimdi bu öyle bir kimsenin yardımına bağlıdır ki, Allah onu da bir sebebe
bağlamıştır. Ama, o önceden Allahya dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur. Şu halde o
kimse gelir, seninle onun arasında yerden göğe kadar çekilmiş bir duvar bile olsa, o
yardımcı aradan o duvarı kaldırır, bir tekmede o engeli yıkar. Bundan önceki duvarları nasıl
yıktığını da öğretir sana! Şimdi senin işin onun yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar
sürüp gider. Onun bu ilk yardımlarından sonra da, Allah cezbesi gelir. Allanın kazasına
boyun eğmek sana ne kazandırır? Onun işlerine razı olmak gerektir. O her ne yapar ve
söylerse boyun eğersin; başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin! Bir şey ki
yardımı artırır ona karşı saygı ve sevgi çoğalır. Biz ölçtük, biçtik, içtik; bardaklar testiler
devirdik! Öyle ki, elimizden kepçe de kâse de bıktı! Saki herkesi bıktırdı, ama o saki de
ancak bir kişiden yıldı, elinden âciz kaldı.
Devamlı şarap, şüphe yok ki aklı kaçırır. On kadehle sarhoş olmasan on iki kadehle
olursun. Diyelim ki bir küp dolusu içtin, bitirdin; başka bir küpten içersin. Sonra da batmanla
içer, evde ne varsa tüketirsin. O zaman şarapçı sana der ki: Bu meyhane boşandı ise
şehirde meyhane çoktur; oralara git. Bunlar söz müdürkü söylüyoruz? Yoksa bir küp dolusu


şarabı kim içebilir? Yüz kişi bile içemez. Ama âlemde asla işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir
adam şarabını döktüğü zaman daha ayıktır. Yahut her kim çok sarhoş olur, gırtlağına kadar
içerse daha ayıktır. Bu böyle olunca, kimdir o aklı başında olan ayık ki, aynı zamanda bir
cihanı ve âlemi akıllandırsın? îş-te bu şaşılacak bir haldir. O yiğidi görmez misin ki ilâhî
şaraba kanmış olduğu halde hep elinde şarap tutmaktadır! Varlığı baştan başa şarap
olmuştur, îş-te o yiğit geldi. İşte görmüyor musun, o şarabı baş aşağı getiren Pîr geldi,
içimize düştü! Ama onun düşmesi, bin kere kalkışından daha hayırlıdır.
Allahya ant olsun ki, bizim kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah yine bizden kapacaktır. N;hayet
senin karşına yolda perdeler çekildi. O Şeytan, Allahdan başkasından gelmiş ise ö yok
demektir. Şeytan senin karşına çıkamaz; bunu iyi bil!
Görüyorsun ki seni nasıl kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi; düşmanlarımızdan
demiyorum. Düşmanlarımızdan, deseydim, o, dostlardan olurdu.
(M. 111) Mevlânâ'nm sözü yerindedir. Buyurmuştu ki: O kime söğerse velî olur. O sırada
hatırından geçti ki, sen geldiğin zaman biz de, o geldi, diye konuşuyorduk. Gerekmez ki,
bizim sözümüzü kessin. Ben dedim ki: Burada o kadar kuvvet var ki, onları tek renge
boyayalım. içinde kıyam ve rükû gibi farzlar bulunmasa bile Allah ile birlikte olursan canına
kuvvet gelir. Tenin aradan gider, gözün akan suya döner.
Kabristana gittiğin zaman ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip değildir.
Ancak ölülerin halinden sormak diriler üzerine vacip olur. Kabristandan geçerken, «Selâm
sana ey müminler yurdu!» dersin. Eğer biri dese ki, «Sen ölü müsün? Diriler ölüyle
konuşmaz. Onun sesi bu âlemde değildir. O başka bir âlemden gelen bir sestir. Bundan
dolayı bana ne buyuruyorsun, ne yapayım şu âlemde?» Bunun işle ne ilgisi var? Çok söz
eşek yükü gibidir, derler. Bu bellidir ama sözden de iş anlaşılır. Ama gerektir ki, söz hem
öğretici, hem de açık olsun. Konuşurken tatlı, güzel ve zevkli konuşmalı. Söz, kuru ve tatsız
olmamalı, söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer. Zaman zaman hoşa giden bir
sözün aksini bile söyleseler yine ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz. Söz vardır ki, her tarafa
çekip çevirebilirsin. Nasıl ki, «Minareden atlarken yarı yolda pişman
oldu!» dediğin zaman sözünü kesmiyorum, «Söyle ama olacak şey değildir,» demiyorum.
«Sende bir kuvvet varsa söylediğin sözler bana çok çekici gelir,» dedi. Ona sordum: «Artık
ne cazibe arıyorsun? Her ne söylüyorsan dinliyorum, onu doğruluk yönüne çekiyorum, zevk
alıyorum.»
Hazreti Peygamberin, «Yarabbi! Bize eşyayı olduğu gibi göster,» anlamındaki duasının
içyüzünü anlamayanlar şu taş ve kesek âleminde rahat yaşarlar. Ancak gözü açık olanlar
Allah âleminde seyirci olurlar. Meğer senin de kulağın ve aklın bu yolda değil mi? «Evet
evet!» dedi. Tâ bugüne kadar yüzlerce askıda kalmış konulara değindik. Burada sana kim
engel oldu? Her yolda hevesle senin sohbetine koştum. Senin sohbetinin niteliğini soranlara,
«Ben onun meclisine Kayseride uğradım,» dedim. Şeyhin lütfü ve keremi bana erişti, onun
bir işareti ile bana tımarlar bağlandı. Ancak geldiğim zaman o meclise yaraşan nitelikler
bende henüz eksikti. Sen gittikten sonra beni yalnızca yanına (M. 112) çağırdı, dedi ki:
«Ben ona karşı gösterdiğim gönül alçaklığını senin için gösterdim. Artık bunu yapmama
sebep yok, niçin yapayım?» Derler ki: Müslümanlık gerektir. Evet Müslümanlık gerekse ona
çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar? Boş sözler değil mi? «Evet,» dedim.
Müslümanlık da keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir. Allahın seçkin kulları yok mudur


ki, Müslümanlar arasından yetişmiş olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan onlara bir korku
gelmesin? Hepsi küçük yaşlarından beri Müslümanlıktan başka bir işe çalışmamışlardır,
çalışamazlar da. Her ne kadar Müslümanlıktan ve Müslüman olmaktan kaçınsalar da,
Müslümanlık onların yüzlerinden okunur.
Başlarını sallarlar, «Evet, evet!» derler. Ben de başımı sallarım, derim ki: Böyle aşırı
davranışların ne değeri var? Eğer onu şarap alçalttıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz
söyleyemez; söylerse de belli olur, hiç anlaşılmaz, onun başı da belâya girmez. Ancak o
kimse ki, susmak yüzünden, alçalmıştır, o, şaraba dayanamaz, onun ışığından ve
kokusundan anlamaz. Onun başı kendiliğinden tehlikededir. Hallacı Mansur da bunlardandır.
Ama.işte bu Hallaç o yüzden şaraptan yüz çevirdi. Bunun âlemde bir yankısı yoktur. Ama
âlemde onun sözünü de hiç kimse söylemedi, işte Hallaç garip kişi oldu. Bu âleme geldi,
gördü ve gitti. Ama ötekilerden belki daha yüz bin kişi var.
Önce ona bütün yolları kapadım. Ben şimdi söylenmiş (gevelenmiş) sözleri dinlemek
istemiyorum. Sana kulak veriyorum, senden yeni sözler istiyorum; senin sözlerin nerede?
Evet kulaklarım hoşlandı. Ama kulakları hoşlanan o topluluk da, bu yüzden kavga çıkarırlar.
Eğer burada bir düşman olsaydı hemen şimdi öldürürüz derler. Mademki, aramızda düşman
yok birbirimizle mi vuruşalım? Ama kıyasıya vuruşmayalım ki, bir yerimiz kırılmasın; kimse
ölmesin, birbirimizin yüzünü mosmor etmeyelim dedim.
Ama o, «Hiç inkâr etmedi,» dedi. Ben de, «Etti!» dedim, hem de manevî inkârda bulundu.
Semâm hakkını vermedi, onu tamamiyle anlamadı, işte bu inkârdır. Yoksa sen önceden
bana bu sözü dinlemekten utanç gelmiyor dememiş miydin?
Büyük Mevlânâ'nın (Sultanûl-Ulemâ) sözünü yazıyorum: Buyuruyor ki: «Eğer Hakkı
göremiyorsan nasıl secde ediyorsun? Allahdan daha büyük birisine mi secde ediyorsun?
Nihayet, yazılması küfür sayılan bu sözde bir tutarsızlık var mı? Kuran'da, «De ki, eğer
deniz Allah yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, o yaratıkların sayısı bitmeden
denizin suyu biterdi, isterse denize bir kat daha yardımcı gelsin!» buyurulmuştur. Bazıları bu
konuda korkmadan çok açık konuşmuşlardır. Yusuf ve Zeliha hikâyesinde nasıl gizlilik
olabilir? (M. 113) Ancak o sırrın sahibi eğer onun açıklanmasını dilerse açıklar. Yoksa o sır
var olduğu müddetçe sır olarak kalır. Bilmeyenlere göre sır yoktur, onlar?, göre her şey
açıktır. Nerede o insan ki, içinde bir sırrı olmasın; bir sır ki, Yahudilere ve. Mecusîlere
kadar gelmiş, okuyan çocuklara kadar ulaşmıştır. O nasıl sır olabilir?
Evet, sır olur, ama nasıl olur Kuran'm farz kıldığı şey nasıl sır olarak kalabilir? Evet sır olur
ama Kuran'm açıkça yapılmasını farz kıldığı bir şey sır değildir. O değişik renkli de olamaz.
Sır, nasıl değişik renkte olabilir? Hele sözdeki himmet hep sürekli olursa.
Kuran'daki nâsih ve mensûh bahsine gelince, bunlar nasıl kadîm olabilir? Va'd ile Va'id de
öyle değişik değil mi? Bu, anlayıştaki eksiklikten ileri gelir. Nâsih, mensûh gibidir. Va'd de
Va'id gibidir. O cihet bu sözlerle anlaşılmazsa bunu başka bir deyimle buyurdu ki, bu sözü
kapayalım.
Her gün kendi sözümü tutmuyorum. Nasılki Senâî, o kişinin attığı kerpiçleri kuvvetli şiirleri ile
parçaladı; onun ayağına vurdu. O zaman adam, «Hey, hey! Ne yapıyorsun?» dedi. Senâî şu
cevabı verdi: «Sana şiirlerini çürütmek, harap etmek galiba güç geliyor.»  «Sen  niçin benim
şiirlerimi değersiz buluyorsun?» Adam,  «Yoksa sen Senâî misin?» dedi ve
ayağına kapandı. O hilaf yani tartışma bilgisi okuduğundan dolayı tartışmacı olmuştu. Ama


bu sözümden onda bir muhabbet belirdi. «Artık onun sözlerini kırmadım,» dedi. Sen de
kendi benliğinden kurtulduğun zaman ona dön; o sana dönünce sen de dönüverirsin. Böylece
susarsın. «Ama sonra ne yapayım,» dedi. Dedim ki: «Sen de kalkarsın alnına on öpücük,
yüz öpücük kondurursun, tartışma böyle olur.»
Bu soru yalnızca Reşidüddin'den mi yoksa herkesten midir? Gel ey katıksız ruh! Biz saman
altından yürüyen su muyuz acaba? Nasıl ki, su samanın altından yavaş yavaş yürürken
samanın haberi olmaz. Saman, ansızın havada toz duman olur bir hamlede uçup gider. Ama
su kalır yerinde. Senin olduğun yerde dost meydandadır. Aslanı avlamak için ona karakulak
denilen bir hayvancık gösterirler. Onu görmeden aslan tutulamaz. Sofî de sürünerek
olgunlaşır. Şaha-beddin (Sühreverdi-i Maktul) Allah zatı ve zat ötesi hakkında söz söyledi.
Gönlüm Nasiruddin'i istiyor. Ziya'ya şöyle demişti: «Karım Allah yoluna gitmiyor.» O da,
«Onlar uyumaktadır, uyku çekiyorlar gerektir ki biz uyandıralım, denetleyelim,» dedi. Bir
kere Şeyh Ebubekr'e murakabe sırasında dedim ki: «Ondan yoksun kaldık.» Dedi ki, «Onun
müridini görüyorsun ya!» Bu sözü aynen Şeref de, Ebubekr'den nakletmişti. Bir aralık,
«Eğer bu bulguru yemek sizde gaz yapıyorsa ben gaz yapan şeyler yiyorum. Bunu inkâr
etmiyorsun ya!» dedim. «Hayır,» dedi. «O halde neyi inkâr ediyorsun?» Onu yapmayayım
da ne yapayım? (M. 114) Ev birdir, kışın bin türlü zorlukla yaşıyorum. Zaman zaman kırlara
çıkıyorum ne kadar zorlansam bir ses çıkmıyor ancak burada korkudan damarlarım altüst
oluyor da-ralıyorum ve bende gaz toplanıyor. İstiyorum ki, o saatte bir leğen çalayım da ses
arada kaybolsun. Şimdi de böylece farz et, tâ ki bana o utandırıcı hal gelmesin.
Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed'i (S. A.)
görmek dileyen kolayca gitsin Mevlânâ'yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini
zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlânâ'yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer
inancında kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı
bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da sana soğukluk gelsin. Bu bir iş
hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mev-
lânâ'ya karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?
Bir gün biri sordu: «Âyetteki, 'Allahyı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,' diye
buyurulmasının manası nedir? Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk,
ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de böylece sözü altından anlıyorsun. Şu halde burada
fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması yönünden bir
mertebeye erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»
Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir
velînin müridi onu yetmiş kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye
erememiştir. Dedi ki: «Bütün bilginlerce açıkça bilinmektedir ki, her Peygambere bir özellik
verilmiştir, İbrahim'e dostluk Musa'ya kelâm (konuşma), Hazreti Muhammed'e (S. A.) rüyet
yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu
söyleyen Ayşe midir? Yoksa onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu
Muhammed'in (S.A.) söylediğini sananlar kâfir oldular, İbni Abbas dedi ki: «Ey Ayşe bize
hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve peygamberlik,
kendini görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka
sözlerle ifade ederler. (M. 115) Her ne kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve


buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir gerçektir. Bütün bilginlerin birleştikleri bir
nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin
gördüğü şey, nebiden niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,»
buyurulmuştur. Mevlânâ'nın mektubunda yazdığı bu söz çok düşündürücü ve heyecan
vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete gelir. Hazreti
Peygamber buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbinz-den gelen kokular vardır. Ancak siz
ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki, bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka
anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu güzel kokular Allah yakınlığına
ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o
saadet bununla ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce
ambara konsa hepsi de halis altın olur. O halde, o Allah erinin nefesi nerede? diye
sorarlarsa!        Şiir:
Dün gece rüyamda bir pir bana dedi ki,
Aşk yolunun belâsı, hep ben ve biz sözündendîr.
Ona dedim ki, o halde ben ve biz hangisidir?
Bütün  zorlukların çaresi sizdedir.
Her hangi bir şey ki Hakkın aynı değildir hep ben ve biz sözlerinden ibarettir. Hatanın
kaynağı odur dedi.
Kelâm yani söz, Allah sıfatlarındandır. Çünkü Allah, Kelâm sıfatı ile görünür, kendi zatını
gizler ki, söz halka erişsin de perde arkasında kalmasın. Yoksa perdede olan Zat sözünü
halka nasıl duyurabilir? Bu onun elindedir, dilerse bu perdeyi önüne çeker, dilerse arkasına
atar, onları perdeye sokmaz, derler. Perdelediği şeylerin de örtüsünü kaldırmaz. Bu sözü şu
maksatla söylüyorum: Konuştuğum zamanlarda çok kere pek tatsız hallere düşüyorum.
Allahın zat'ından ayrılmaz sıfatları vardır. Mucize ve keramet ise kulun sıfatlarıdır. Allahın
mucizesi olmaz. Çok makbul kullar vardır ki, onlara Allah sıfatları yol gösterir. Şeyhin
katında olduğun zamanlarda da başka şeyhlerin yanında da, çilede kalmayınca, sana
devamlı bir halvet hali gelir. Öyle bir durumda olursun ki, hep yalnız kalmak istersin. Allahın
öyle kulları vardır ki, yanlarına giden bir kimse onu daima halvette bulur. Bana da mademki
hiç kimsenin mü-rid olması gerekli değil! Ben niçin ona bir şeyler söylemek kaygısına
düşeyim ki, o da bana gücensin ve yolundan sapsın.
(M. 116) Evet hangi gün olduğunu iyice hatırlamıyorum, bir söze başlamıştım. Mevlânâ'ya
gerekirdi ki o sözden dolayı bana öfkelensin. Çünkü benim onunla aramızdaki dostluğa
yaraşan da, o konuda hiç bir söz konuşmamaktı. Mevlânâ da gönül alçaklığı gösterir; hayır
derdi. Mevlânâ, benim üzerime farz veya vacib olanı ben yerine getiririm, diye cevap verirdi,
işte o gönül alçaklığı, şeyhlerden kalma bir töredir. Bu, onların yapacakları bir iş onlara
yaraşan bir erdemdir. Bu, eskiden beri böyledir. Ezelden ebede kadar da Allah ile birlikte
ayakta kalacaktır. Ancak bu kulaklarla duyulmaz! Çünkü kulaklar da toprakla doludur, gözler
de. O güzel ve büyük Allah kelâmı bu kula buyurdu ki, o konuda bir kaç söz söyleyeyim,
onlara sesleneyim de yollarına ışık tutayım. Tâ içimden gelen bu sözler hiç bir zamanda
söylenmiş sözlerden değildir. Ben bir kaç örnekle yetindim. Bunların özetini Kuran'dan
dinleyebilirsin. Sözün değişmesi, mananın da değişmesine delildir.
Derler ki: Hazreti Muhammed (S. A.) Hira dağın-da halvete girmişti. Buyurmuşlardı ki, bu
halvet kendi kurdukları kurallara göre yapılsın. Dedim ki: «Bunu kendileri yapmamışlardır.»


Bana, «Biz senin sözüne inanmak istemiyoruz,» dediler. Hayır asla, ama ben evvelce
nakledilmiş olanlardan başka bir şey sorarsam, tefsirden bir şey söylemediğin gibi, kendi
aydın görüşlerinden de açıklamalar yapmıyorsun, dedim. Benim yanımda sözlerimin
özetlerini dinledikten sonra kendimden bir şey söyleyemem, dedi. Şu halde sakalını, bıyığını
birer birer yolsam, bu benim aydın görüşümün ifadesi ve benim sözüm olur mu? Bu yolda,
bu söylediğin şeylere çok rastlanmaz. Benim emrim olmadan hiç kimseye vahiy gelmez,
benim emrimle gelir, benim emrimle gider, gibi sözler vardır. Ah, istedi ki benden bir söz
işitsin! Ama onu önledim. Başını çevirdi, şaşırdı. Her şey benim emrime boyun eğmiş, benim
hükmüm altındadır; her şey benim buyruğuma ve fermanıma bağlıdır. Ansızın bir «Ah!»
çekti, başına vurarak dışarı fırladı. Ak saçları birer birer meydana çıkmamıştı ki, onları
koparalım. «Niçin gitmiyorsun, toplamıyorsun?» dedi «İstemiyorum,» dedim. «Niçin?» diye
sordu. Bugün benim nefesimi kesiyorsun, bu yemek bana ziyan verdi. Maksadın ne olduğu
belli değildi, «Bana ziyam yok,» dedi; çıkar bir yürüyüş yaparsın birlikte dolaşırız. Bizimle
ilimden konuş. Orada ne dolaşıp duracağız. Eğer bu marifet altı yıl önce olaydı vakit
geçirmiye yarardı. Dostlarla da beraber olurduk.
(M. 117) işitiyoruz ki bu Konya'da bir çok semâ âlemleri, davetler oluyormuş. Biz görmedik.
"Yani onlarda bir hal ve kal'dan bir şey yok. Göreceksin, dedi. Sizin cemalinizi gördüğüm
günden beri, gönülde size karşı bir ilgi ve sevgi yerleşti. Eğer hiç yazı yazmak bilmiyorsan,
sana yazı öğreteyim. Ancak sen bunu biliyorsun. Ben öyle birini istiyorum ki hiç bir şey
bilmez, ama öğrenmeye heveslid r. Bunu söylediğim şu anda sen gönül alçaklığı
gösteriyorsun, bu ilgi sana neden dolayı gösterilmedi diye üzülüyorsun. Sen benim ne
söylediğimi işitmiyorsun. O senin nefsini, nefsinle buldu ki, Peygambere karşı hâşâ, «Yolunu
şaşırmış,» demeyesin. Ne Allahyı kaybedip tekrar bulmakla ilgili sözlerden, ne de çeşitli söz
yorumlarından başın dönmesin! Bu her ne kadar açık manalı sözdür ama buradan Hak
yolcusuna yüz milyon sır meydana çıkar. Bu manadan, Tann isimlerinin çevrelediği engeller
ortadan kalkar; bu arada, başka duvar ve engellerin nasıl aşılacağını öğretir. Nefis kelimesi
iç'n «dişil» dememişler miydi? Ben buradaki gizli nükteyi saklayabilirsem onu saklı tutayım.
Muhammed Gûyanî, «Bu ne oluyor?» diye soruyor ve tekrar diyordu ki: Evet o onlardan
daha bilgindir. Yakışık alır mı ki, o onların kadın gibi olan nefislerni bir Mevlânâ Celâleddin
yapsın? Onlar bilmezlerdi ki, onların nefisleri yaratılışta inci gibiydi.
Tusî, o buzağıyı benden soruyordu: «Ne diyorsun bu konuda?» Biri pek aşağı düştü diyor,
öteki bu zikir yüzünden olmalı diyor. Dedim ki: Hayır bu mezkûr yani Allah yönünden
olmuştur. O mimber üzerinde bir kaç nağra atar. Şu halde bilmiyor musun ki, neden bu? Ne
bağırıp duruyor? Önünde başka iki buzağı daha oturmuş ama onları kendine yakın
görmüyor. Onlar da bizi kendi postuna oturtacak diye çabalıyorlar. O, özürler diliyor, «Ben
onun şehrine geldim, evine konuk oldum. Bana nimetler verdiler, hizmetler ettiler,» dedi. Bir
bahane ile onları dışarı gönderdi. Benden sorular sordu. Dedim ki: îç âlemle meşgul olan bir
insan Kuran'ı ezberinde tutamaz.
Zeynedd'n-i Tusî benim müridim idi. Onun da bir müridi vardı ki, divane olmuştu. Onu daha
beter bir hale getirdim. Dedi ki: «O kim oluyor ki, benim müridim olabilsin? Ben onun g bi
kimseleri hiç müridli-ğe kabul eder miyim?» Çünkü o ancak kendi hayatını gördü. Ama o
kimse ki kendini feda eder, şüphesiz diri kalır. Çünkü kendi hayatını orada görür ve nereye
gideceğini sonunda kestirir. Ama kendi hayatım göremeyen, bu hayatı nasıl hevaya


verebilir? (M. 118) Meğer divane olsun ki, ölümü hayattan üstün tutsun. Bu noktayı açıkça
gören kendi hayatını ve onunla ilgisini düzenine koyar. Kâfirler ve onlara uyanlar, ilişiklerini
kesmişlerdir. Ölüden kimse namaz bekler mi? Biri gelse de ölüye, «Kalk namaz kıl!» dese,
bütün akıllılar, «Bu adam delidir, bunu tımarhaneye götürmeli, zincirlere vurmalı, her gün
sopa atmalı ki, aklı başına gelsin,» derler. Ama yarı deli olan kimse bunu işitirse, «Hayır,»
der. Bu divanedir; bunu ya tımarhaneye götürmeli, yahut öldürmeli.
Sendeki o kutsal kuş, beden kuyusundan bir uçtu mu, artık oruç düşüncesinden, namazın
utancından kurtulmuştur. Çünkü ruh uçtu mu, beden ölüdür. Kim, ölüye, kalk, namaz kıl!
diyebilir? Şu halde buna nasıl öyle bir teklifte bulunmak gerekmezse, aynı sebeple, yaşıyan
ölülere de bir teklif yapılmjaz. Meğerki, taklit yoluyla hatırında bir şeyler kalsın. Ama şüphe
yok ki buna da bu saatte doğrudur demek yaraşmaz.
Merhaba ey biricik dost! Nefsin bendedir; gönlün de benim hükmüm altındadır. Kâh bunun
sözünü dinlerim, kâh onun sözünü kabul ederim. Bana diyor ki, «Gel Yasin oku seni hal
mertebesine yükselteyim!» Ben açım, sende de hal mertebesi var, bende bu yoktur.
O kadın öğretmen çocuklara Arap alfabesini öğretirken, «Elif iki üstün, elif iki esre,» diye bir
ezgi tutturuyor, el çırpıyordu. Bana bir hal geldi, raks etmeye başladım. Dedim ki: Benim
üstümde hiç bir şeyim yok ama, elifin iki üstünü var. Benim kış gününde postum bile yok!
Hep şeyhlerden kalma gelenekleri anıyordum. Diyordum ki: Eğer yolculuk ederse, onunla
birlikte gideyim. Onlarla demiyorum. Bununla beraber bin türlü bahane buluyorum,
gitmiyeyim diye gözlerim ağrıyor, diyordum. Gelemiyeceğim. Biz birisine bir şey söylüyoruz;
onun bu işle ilgisini göremiyorsak uzaklaş diyoruz. Çünkü zorluk olur. Böylece kurtarıyoruz.
Ancak onda kendi benliğinden bir şey kalmadığı zamana kadar bekliyoruz. Nasıl ki, bedenin
yarası sağılınca üzerindeki pamuk düşer. Çelik çomak oyunu zamanında bir kere bana
Cüneyd ile Bayczid'in hali geldi, onlar ne yaptılar, diye düşündüm.
(M. 119) Şimdi Sultanın oğlu Sultan olur, meydanda top oynar, topa çomak vurur. Bu nasıl
oluyor? Herkes bilir ki, çelik çomak oynamak nerede, devlet topunu oynamak nerede? Yani
meydandan ikbal topunu kapmak ve onu dilediğine vermek başka başka şeylerdir. Allah
dilerse görülecek, görülmüş olacaktır.
Mevlânâ alnımdan öptü. Ben benim, ama şimdi ben sen oldum. Tıpkı öyle görmüyor musun?
Bu birliği bir kaynaşma farzet. Kalk gidelim. Benim ne zaman arkadaşım oldun? Benle sen
hangi mescitte namaz kıldık? Şimdi de ağlamak zamanıdır. Ağlamıyorum. Ancak Perir
ağlıyordu. Çeşme başında oturttum sustu. Bir Haç sarık parçası verdim. Kulağını bük de
ağlasın. Sen ve ben hoşuz ya!   Allah beni senin için yaratmış. Bütün âlemi sana sattım!
Gidin, arayın! O Şemsi göremedim. Halep'te mi acaba? O iradesini yitirmiş müritlerin
üzüntüsünden olacak ki, o da onlar gibidir. Bir kaç adım gider, sonra buz gibi soğurlar. Ama
eğer beni göreydi hizmetlerde bulunurdu; bırakmazdı geleyim. Bu gümüşler de yanımda
kalırdı.
Aman bir tuhaf bakıyorsun! Evet ne diyorsun? Yarabbi olmaya ki bir gün bile gönlümde ona
ait saygı ve sevgiler azalsın! Allah izin verirse sakın gitmeyi düşünme. Tâ bir hafta onu
oyaladım. Parlak, aydın ve güzeldi. Mademki insaflı davranıyorsun, ondan yüz bin nişan
bulacaksın. Kâh hayal kuruyor, kâh şaşkın duruyorsun, însan oğlunun azığı gecikse de yine
kendi önüne gelir perde olur dedim.
Kötü hayaller, kötü hayal değildir. Sana da temiz, güzel ve aydın bir hayal böylece perde


oldu. Ama nereye gider? O senindir. Ancak o azık bugün vermiş olsaydı, gelecek hafta
başka bir şey olurdu. O azık, bugün de sana ulaşır, çünkü senindir o! Senin olmasaydı bile
yine sana erişirdi. Çünkü öyle olmasını Allah dilemiştir. Allahnın işi böyledir. Olmayacak
şeyleri olanaklı kılar. Anadan doğma körleri bile gördürür. Göze tam bir beyazlık gelince
filozofların aklı bu gözün artık görebilmesini kabul etmez. Ama bu, Peygamberlerin aklına
sığar. Hakkı elinde tutan felsefeci, «Bu benim işim değildir, bende o kudret yoktur,» der.
(M. 120) Ama böyle söylersen kendiliğinden Müslüman olursun. Kul öyle bir durumda kalır
ki, düşer, yüzüstü kapanır, ama Allah yardımı onun elinden tutarsa yine kalkar. Tann o
kulunu zikir yönünden de sorumlu tutmaz, özürü vardır, der. İnsan sevdiğini çok anar. Hele o
sevgili, Allah olursa! Ama onu gereği gibi anabilmek kimin elinden gelir? Biz hep sizi
anmaktayız; sizin aşkınızla doluyuz, istersen vur onun parmağını kır, ben derim ki o parmak
eskisinden daha sağlam olur. Lâkin sana el uzatan o edepsizlerden seni Allah korusun.
Cebrailin bile bundan sonra onun ilhamlarını elinden almaya gücü yetmez. Bir «Euzu
Besmele» çekerek parmaklarını tut, öylece kaldır.
Hoş bir şaka bir Mısır altını değer. Bir Mısır altını değmezse bir Rey mangırı, bir Rey
mangırı değ-mezse bir Rey akçesi değer. Altın, mücevher değerinde olabilir.
Onlara, benim önümde şarap içmeyin demiştim. Öteki de diyordu ki: «Bizler din
bilginlerindeniz, medresemiz, mescidimiz var, korkumuz yok!» Sen kendini üzecek bir iş
yapıyorsun, arada bir azar işitirsen ne çıkar? Bana söyledikleri bu sözden ürkmedim. Küpün
içine girsem de otursam bile elbisem namazdan geri kalmaz, bana ne zararı var? Zaten
benim küçüklükten beri bir korkum yoktur. Ancak uzaktan bir sarhoş görsem üzerime
düşecek diye iğrenirim. Şimdi paran var mı? Seni hacamat ettireyim de bir şerbet içireyim!
Bugün «La ilahe illallah», yani «İlâh yoktur ancak Allah vardır,» demekle önce Allahyı inkâr
eder sonra Allahı anmaya başlarsın. Halbuki kâfirler, onun birliğini isbata, ancak «La îlâhe
İllallah,» dedikten sonra başlarlar. Ondan sonra da bir takım kara ve san kuruntuları
kafadan atarlar ve daha sonra da o kuruntular geçip gider. En çok aydınlık bu tevhidden
sonra başlar. Zaten işin ve düşüncenin temeli de bu dur. Yoksa hocanın ve bilgin geçinen
kimsenin içtiği şey bu değildir.
Kadı Honci ona çok saygı gösterir, «O benden daha soyludur, yetkili kişidir,» derdi. Onun
hakkında her ne kadar şöyle böyle yapıyor diye söylerlerse de o aldırmaz, bunları yüzüne
vurmazdı.
(M. 121) Bir gün diyordu ki: «Bize, namusumuzla bu işten vaz geçmekten başka çare
yoktur.» Bana da diyordu ki: «Benim hakkımda Kadı şöyle söyledi.» Ben utandım. Güldüler.
Küçük yaştan beri çocuklara öğretmenlik yapıyorduk. İçiyorduk. Bu bizim için eski bir adet
halini almıştı. Bir kaç gün içmezsem, bedenimde bir titreme başlar, felci andıran bir
rahatsızlık belirirdi. «Güzel söylüyorsun,» dedim, «Ama yavaş sesle konuşuyorsun. Gerektir
ki yüksek sesle söyliyesin.»
O gerçekten bize bağlı ise, başlık parasını önceden verir. Şehirde hangi kadın vardır ki,
başlığı peşin almıştır? Nerede o yüzsüz kız ki, yüz görümlüğünü peşin ister? Nerede o eşek
damatçık ki, onu benden üstün görür. Başlığı başka bir yere emanet bırakır da bana
güvenmez. Yahut yerine koyar. Nerede o yüz görümlüğü almamış kadın? Onun ne değeri
olur! Yoksa ben onunla nasıl anlaşırım? Elini uzattı. «Elimi mi istersin, yoksa kitabı mı?»
dedim. Elimi tuttu, dedi ki: «İşte kitap!» Sözünü tut, iki kişi arasında düşmanlık olursa


huzurda barıştırılır. Birleşirlerse ne iyi! İki Allah kulu geçimsizlikte devam ederlerse, buna iki
kişi arasındaki anlaşmazlık derler. Ama bu düşmanlık ve geçimsizlik Allah ile kul arasında
ise düzeltilemez. İki kişi arasındaki anlaşmazlık iki taraflı düşmanlık demektir. O bizimle
birlikte hile ile kurnazlıkla yaşıyor, bize inanarak değil. Ama kurnazlığın tamamını da
bilmiyor. Halbuki, Müslüman bütün hileleri bilir. Ben, eğer hayatta olsalardı ünlü Cuhâ'nın
kurnazlığını da bilirim, Ebubekri Rababî' nin hilesini de. Hattâ Peygamberimize hile eden
Abdullah Bin Ümeyye'nin marifetlerini de bilirim.
Onlar bana bu konuda çok şeyler öğrettiler, onlardan faydalandım. Bu yüzden bütün
kurnazlıkları öğrendim. Hattâ bunlar ellerinde olmayarak benden bir tek şikâyette bile
bulunamadılar. Çünkü bu işte olgunlaşmamışlardı.
Abdullah kaç kere hapis olmadı mı? Eğer kurnazlıkta olgunlaşmış olsa idi düşmanları onu
hapis edemezlerdi. Belki o düşmanlarını hapis ederdi de onların haberi bile olmazdı. Bunu
bilirim, ama böyle bir davranışta bulunmadım. Çünkü ben kurnazlığın sonunu ve derecesini
de bilirim, gerçek davranışların sonucunu ve derecesini; nereden gelip nereye gideceğini de
anlarım. Bu kadın istiyor ki hem kurnazlık yapsın, hem de kimse bilmesin! Eğer yüzüğü ve
yorganı hazırlattırsam, bundan daha hayırlısı gelirdi. Bunlar kendisinin oldu. Ama eğer
gerçekten bana bağlı olsaydı, ona hiç kimseye vermediğim şeyleri bağışlardım. Kaç kere
bana zahmet vermek için Kadıya başvurdu. Ama, «Kız kardeşime yedi dirhem karşılığında
aldığı yorganı getirin,» diyemedi.
(M. 122) Bilir misin sen kimsin, makamın nedir? Ben sana diyorum ki, sen öyle yüce bir
kişisin ki, eğer Hazreti Peygamber hayatta olsaydı seni yoldaş olarak seçerdi. Öteki
peygamberler demiyorum. O sana geldi, seninle birlikte başka dost seçmedi, seni halvetde
ziyaret etti. Bununla beraber, sana düşmek tehlikesi görünüyor. Ama bu, kötü bir düşme
değil. «Ancak maksadı geciktirecek olan bir düşme tehlikesi bu,» dedi. Bunun üzerine kabul
ettim; ama aramızda geçenleri anlatmasını kabul etmedim. Bu, cimri likten değil. Eğer Allah
kullarında cimrilik olsaydı, Allah korusun, sen beni nasıl beğenebilirdin? Çünkü ben seninle
birlikte olursam daha çok beğeniliyorum. Dediler ki: işte sen böylesin; onun seninle birlikte
olması hoşuna gitmiyoc mu? Şimdi yaptığı gibi sana bir zahmet mi veriyor? Öyle ise bu
iyilikten sonra yumuşamak gerekli oldu. Hayır ancak bunda bir ikiyüzlülük, bir nifak var ki, o
başka yönden geliyor. Şüphe yok ki sen bugün güzelsin. Biz Muhammed Güya-nî'den
aydınlandık; sen de temiz kalplisin. Ondan söylemiş olduğun şeyleri dinledim. Ben artık
güçsüzüm, sana döndüm; bu noktada duruyor, seni dinliyorum. Hatırımdan neler geçiyor?
Aramızda geçen tatsız hatıraları unutur, yahut gizlersen ben de bunları olmamış sayarım.
Ancak sen nerede olsan yine eksik sayılırsın. Sonra acaba benimle Mevlânâ Celâ-leddin'in
bu çocuğu arasında ne var diye düşündüm; Allah bilir dedim. «Acaip,» dedi. Senin bundan
sonra bu olay üzerinde durmana şaşıyorum. Şüphe yok ki, biz seninle ilk sene bir
anlaşmazlık halindeydik, ama bunu sana hiç açmadım. Bunu gizlediğim için de an-
laşmamazlık günden güne arttı. Şüphe yok ki bu sözüm yanan bir ateş gibidir. Ben de ilk
sene bu ateşle kavruldum. Bir sürü hikâyeler anlattım. Artık geçen geçmiştir, ben de bu
işten vaz geçtim. Zaten daha ne zamana kadar konuşacaktın bunları? Hep eskiden beri
anlatılan hikâyeler. Zaman olurdu ki, çok ateşlenirdim. Bu alışkanlık hali bende o derecede
kuvvetli olmazdı. Çünkü bende sevgi eksikliği olmakla beraber bir ikiyüzlülük de vardı.
«îslâm beş temel üzerine kurulmuştur,» anlamına gelen hadis dolayısiyle büyük bir mesele


üzerinde durdum. Bizden sordular: «Bana bir câriye verirlerse, bu meşru bir evlenme olur
mu? Ayrılma veya birleşme hallerinde mihr parası vermek gerekir mi? Ona, parası
karşılığında bir şey satabilir miyiz?» «Evet, bak istediğin gibi sana teslim oluyoruz,» dedi.
Bizim sözümüze ve işimize razı oldu. «Onun işlerinden ve kendisinden sakınır mısın?» diye
sorunca da, «Evet,» dedim. Eğer o, «Ben senin muhabbetini satın almak istiyorum, ama
Allahtan korkuyorum,» derse, ben de, «Dilediğin şey mümkündür,» derim. Mademki Allah
adını anarak bir söz söyledin, Allah o işe yardımcı olur. O bana bir câriye verir de ben
mazeret gösterir miyim? Bu armağanında gerçek davranmış ise hiç nazlanır mıyım?
Bana dedi ki: «Cübbeni satmaktan hoşnutsuzluk duymaz mısın?» Bu inkârı gerektiren bir
soru yahut da anlamak için sorulmuştu. Ben inkârla cevap verdim. Dedi ki: «Eğer bu ondan
değildir dersem bu ö manayı azaltmaz.» (M. 123) Bu cevap ancak sana sadaka olarak bir
şey veren kimseye yaraşır. Sadaka alan kimse onu alırken nasıl bir eziklik ve gönül alçaklığı
ile alır, «Ben fakirim, yoksulum, hiç bir şeyim yok,» der. Has kulları besleyen o kimseler için
demiyorum. Bu, Allahnın elinde pek önemsiz bir iştir. Bir kimse başka birini gerçekten
sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O delil ise, mal vermek, bağışta bulunmaktır.
Nasıl ki Mevlânâ da beni sevdiğini iddia etti, geldiğim zaman binlerce ihsanda bulundu, beni
korudu. Bunların hepsini Allanın bir lütfü sayarım.
Musa dedi ki: «Allahım! Bana bir arkadaş verir misin ki, ben söylemeden bana hizmette
bulunsun.» Acaba verdi mi vermedi mi? Dedim ki: «Verdiği bu yoldaş için ona başarı da
verdi mi?» «Hani?» dedi. İkinci defa sordu, Hızır ona öfke ile cevap verdi; ben sana sen
benim yaptıklarıma sabredemezsin demedim mi? Bu öfke, nefisten gelen bir davranış
değildi. Allahnın has kullarında, nefisten gelen öfke nasıl olabilir? Allahya sığınırız. O
Allahsal öfke idi. Ondan sakınmak gerektir.
Musa'nın başkaca dilediği özürler anlatılamaz. «Eğer senden bir şey sorarsam...» dedi.
Hızır el çırptı, sevincinden oynamaya başladı ve nihayet, «Çabuk söyle beni bu işten
kurtar!» dedi. «Kendine gel!» diyordu, Allah nerede? Şimdi ne
veriyorsunuz ki? Büyüklerden biri bana bir şey anlattı. Ben onu kuru sözlerle anlatabildiğim
için üzülüyorum. Eğer Mevlânâ' nın dileği o ise bana ne devlet ki, yüzümü o dilek tarafından
çevirmişken Allah tekrar beni o tarafa yöneltti.


Musa'nın başından geçen o hali o bir daha göremedi. Bu Hazreti Muhammed'in (S. A.)
başından geçmişti. Çalışın gayret edin ki, arada hiç bir perde engel olmasın. Size
gideceğiniz yolu öğrettim. Allaha yalvarın: Ey ulu Allahm! Bize bu devleti sen verdin. Bizim
bunu elde etmemiz için hiç bir yolumuz yoktu. Senin keremin bize ışık tuttu, tekrar kerem et
bize! Bu devleti elimizden alma! Bu konuda sizin yolunuzu kesecek olan Şeytan değildir.
Ancak Allah gayretidir. Çünkü onun size gösterdiği keremi koruyamazsanız onun gayreti
sizden geri kalacaktır. Eğer aranıza bir kaç günlük bir ayrılık girecek olursa ona tekrar
yetişmek için çalışın. Benim bulunduğum yerde konuşulan sözler arasında belki benden
dinlemişsinizdir. Araya ne evlât, ne de başka bir şey engel olabilir. Dileğiniz öylesine
hararetli olur. O dilekteki şiddet ve hararet, her kime çarparsa onu yıkar ve o sizinle dost
olur. En soğuk kimselerde bile artık soğukluk kalmaz. Eğer o olaydan size (M. 124) bir hal
erişirse ne mutlu olaydı o. Bu hale her kim engel olursa işte o Şeytandır. İlk Allah gayretine
engel olmak ister, ama şimdi o bir iş yaparken Şeytan karışırsa, sen de ona uydun
demektir. Hayır efendi! «Allahın adını anarak ona yoldaş olalım,» diyorsun. Şimdi bu sırra
niçin «Değerlidir,» diyorsun? Evet, buna ne verseler değer ama bu da ölçü ile olur. Siz
benimle yoldaşlık yapamayacaksanız o başka. Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne
Mevlânâ'nın ayrılığından bana bir zahmet, ne de ona kavuşmaktan bir sevinç gelir. Benim bir
şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir. Şimdi benimle yaşamak zordur.
Nasıl ki, Musa Peygamberin o üçüncü dileği Allahya karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden,
aşk tutkunluğundan idi. Yoksa Hızır'la buluşmak için değildi. Musa'nın bu husustaki açlığı
senden daha mı azdı? O, öyle bir âşık idi ki, sekiz gün dokuz gün hiç bir şey yiyip içmedi,
bundan dolayı da halinde bir değişiklik olmadı. Hızır'a dedi ki: «Eğer yolculuğun ücretini
istersen, alabilirsin.» «Hayır,» dedi Hızır, «îştc seninle benim ayrılmamız zamanı gelmiştir.
Aramızda uzaklaşma günü gelmiştir.» Musa Peygamber uyandı gördü ki:
Şiir:
Dilber gitmiş, mum  sönmüş. Saki uyuyakalmış,
Can ver ki onun vuslatı bir daha ele geçmez,
Sermest olanlara şeriat  kadehiyle  bade verilmez.
Tecrid ehli erenlerin birlikte içtikleri mecliste,
Kendi nefsine tapan gafillere bir damla bile verilmez.
Baharda yarin yanağından uzak olunca,
Bağdan bana ne? Yeşillikle ne işim var?
Bağdan yeşillik yerine nasıl diken koparırsın?
Buluttan damla yerine nasıl taş yağar?
Benim için sizinle birlikte bulunmak daha hoştur. Gerçi Tebriz'e gidersem orada bana mal,
mülk, mevki ve yüce makamlar verirler. Ama sizinle beraber kalmak bana onlardan daha
hoş geliyor. Bana mal ve makam vaat edenler, sözümü dinlemez ve anlayamaz-larsa
bundan nasıl hoşlanabilirim? însan öyle kimselerden hoşlanır ki, sözünü dinler ve anlarlar.
(M. 125) Şimdi dilekte bulunmak, Allah keremini aramak öylesine olmalıdır ki, Musa
Aleyhisselâmın yaptığı gibi, şiddet ve harareti dolayısiyle hiç bir engel araya girmesin. Nasıl
ki Musa Peygamber sordu: «Cihanda benden âlim kim var?» Arkadaşı Yüş'a cevap verdi.
«Alemde senden daha' âlim bir kişi var,» dedi. Musa, bu cevaba kızmadı, ona darılmadı,
«Bu ne sözdür!» demedi. Ama sadece, «Ha ha, nasıl dedin?» diye bilgi istedi. Çünkü


arıyordu.
Yüş'a da Peygamberdi ama hüküm sahibi değildi. O çağlarda hüküm yetkisi Musa
Peygemberde idi. Bu sözü kendimden söylüyorum. Benim de bir aradığım varsa, böyle
yaparım, yapabilir miyim, diye dikkat ederim ki, araya bir engel
girmesin. Musa, arkadaşına, yıllarca ararım anlamına gelen Ev emzâ hukubâ demişti. Bu
hukub, bir deyişe göre kırk yıl, başka bir yoruma göre kırk bin yıl, daha başka bir deyişe
göre de seksen yıl veya seksen bin yıldır.
Bu Musa hikâyesi, öylesine sıcak bir hikâyedir ki, ateşinden gökler tutuşur. Ama bunu soğuk
soğuk anlatırlar. Musa ile arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geldiler. Burası bir deyişe göre
Halep çevresinde Antakya yakınlarındadır. Yahut da bir tepe üzerinde namaz kılıyordu.
Başka bir anlatışa göre de bir kır ata binmiş olan Hızır, deniz üzerinde yürürken, uzaktan
onu gördüler.
Şimdi, Ulu Allah, Hızır'ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan
rahmet verdik,» buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona
ayrıca, «Kendi katımızda ilim öğrettik,» buyurulması da başka bir iltifattır. O ilim medresede
öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi hiç bir Allah kulundan da
elde edilemez.
Şimdi, Yüş'a, Musa'ya dedi ki: «Ben, Hızır'ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık
yapmaya güç yetiremem. Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan
ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak istiyorsan gidebilirsin.»
Yüş'a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb'rle-riyle konuşmaya başladılar. Hızır,
Musa'ya bir şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni
dinlerim,» diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan, onunla konuşmak şerefine eren yüce
Peygamberdeki niyaz'ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,» yani, «Seni uyandıracağım,»
dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden
uyandırıyordu. Şimdi hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit
anlatacağım.
(M. 126) Mutlu insan o k;sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde
saklayarak onu kendine önder sayar.
Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü
o hal Müslümanlarda görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri
hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir
zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son
derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya
bakıyordum, biraz duman çıkmaya başladı. (Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne
gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun üzerine tekrar geri döndüm ve yine baktım.
Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.
Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı
yerine getirmekle Müslüman olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir
sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu konuda Seyyid Burhaneddinin düşüncesi başka
idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun için gerekliydi. Çünkü çok çeşitli, ağır
hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak
farz olur. Hastalıklardan dimağını korumak, sağlam b'r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi.


Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî ve kâfir olurdu. Onu Yahudiler kabristanına
gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu, namaz
kılmazdı. Mev-lânâ da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana
bundan bahset! Yüce Allahya ant olsun ki, namaz kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi
kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu şöyle bir nükte ile işaret
buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o dervişe hoş gelmez,
ona /sadece bu tavsiyeye uymak uygun görülmez. Ama sadece namaz kılmak da yeterli
değildir. Hatta namaz kılanlara dil uzatırlar; onlara acırlar bile. Nihayet Reşid'in onu dışarı
çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o sebeptendi; bu
yüzden saçlarını yoldum.
(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak
sana hiç engel olmuyor mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile
birleşiyor musun?» «Evet, evet, ama o engel olmuyor,» dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş
üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni yaratan Allah aşkına söyle.
Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona
iman getiriyor-sun, o kız kardeşe ve damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya
götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp getiresin, bana bağışlayasın,» dedim.
«Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp olmasaydı
nerelerde olduğunu, kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o
bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz de öyle ikiyüzlü yaşarız.
«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere «Kulhuvallah»
okurum. On kere okurum yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki:
Bizim haddimiz değildir ki senin hizmetinde zahmete katlanalım. Emir gelirse uymak aynı
edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek de, gitmek olur. Nasıl ki
emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri
göremiyor O.
Ayaz'da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o
kadar aydın gönüllü değildirler. Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse,
bilirim ki, onun ve benim gönlümde konuşmak arzusu uyanmıştır. Ama bir aralık Mevlânâ da
bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz konuşmam. Meğer
kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime.
Senden cüppe istedim. Buna verilecek cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki,
biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma şeftali dikilsin, ama çarçabuk söyleme» demiş.
Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o sırrı,
ölümden sonra o da söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır.
Bu ona hiç yasak değildir. (M. 128) Ancak sizin için haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut
peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok sohbet etmesi gerektir. Ama bu
söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa
bu onun için lanet olur, rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.
Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir
namazını bir tarafa bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen
namaz kıldığını da söylemez; zaman olur ki, devamlı namaz halinde olduğunu da söyler.
Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa Kuraıı'a el basarak yemin


eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu
gibi.
Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak,
sadaka vermek hususunda hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı
bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik yapan kimse, doğru yoldadır. O kimse, eğer onlardan
ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine sadaka veriliyor. Bunda
sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra!
Allah rızası için mevcut olan bir şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen,
konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer düzelttik, niçin gitmez? Bu o çocuk için nü
ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini biliyorum.
Ancak Allah, bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu
olaydı asla beni kadıya götürmezdi. Şimdi mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi
olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o burada başka türlü yaşayamaz. İçiniz
ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.
Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni
yaralamaz. Gönül hoştur; biraz güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi,
yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi, derler. Bana bir tiksinti gelip de zarar vermesin
diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım. Benim yârim
benim gibi olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir
şahlık ve devlet sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam
yemezdim, acı duymazdım.
Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz
konuşurken her biri bizimle dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler
saçarlardı. Bununla beraber hepsi de güzel huylu idiler.
Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir
nükteden söz açmadı ama, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de
onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü. Başıyle işaret buyurarak dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir
sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da göreyim,» dedi.
Dedim ki: «Mevlânâ'yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona
sövdüm sen de söv bakayım.» «O melun köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü
bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek beni çağırdı, «Tanıklık edeceksin,» dedi.
Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler Kilisede
başlarıyla şöyle şöyle yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık
edeceksin, gel!» Ama ben bu tanıklığı yapmaya yetkili değilim. Çünkü derler ki: Şahit o
kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona der ki: «Bırak onu, sen
onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.
«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer
sözünün manası anlaşılamadı,» dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama
erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş, kadına asla gerekmez. İster
soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik yapsalardı, ben Hazreti
Peygambere olan inancımı değiştirirdim. Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.
Eğer Ulu Allah, bir kadına mutluluk kapısını açmak dilerse, onu sükûtî ve kapalı kılar.
Kadına, yalnız kendi işini görmek, kendi ipliğini eğirmek yaraşır. (M. 130) Ben de kendi


şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer yaparsa şehliğe Mevlânâ yaraşır.
Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye direnir, «sakalımızı kestir,»
der. aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlânâ'nın,
«Gelin bana mü-rid olun,» demesi başkadır.
Şeyh Ebubekr'in (Sellebâf) de hırka vermek âdeti yoktu. Onun kendi şeyhini de göremedim
ki, onda var mı yok mu anlayayım. Ancak ben de, bu istekle Tebriz'den çıktım ama
bulamadım. Gerçi âlem boş değil, belki bir şeyh vardır. Hatta derler ki, filân şeyh hırka
verdiği müridinin haberi olmadan ona hırka bağışladı; mal, mülk verdi ve öldü. Ben şeyhimi
görmedim, ancak şu kadar öğrendim ki, kendisinden bir söz nakledene gücenirmiş. En çok
incindiği kimseler, kendisinden söz nakledenlermiş. Böyle bir kimseyi de görmedim ki, o
makamda olsun da kendisinde bu sıfat bulunsun. Sonra şeyhin kendisi için yüz bin yıllık yol
olan bir kimseye de rastlayamadım. Ancak Mevlânâ' yi bu sıfatta buldum. Şimdi Halep'ten
tekrar dönücümde de, o yine bu sıfatta idi.
Bana deselerdi ki: «Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir köyüne bir
adımlık yerde seni görmek için bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık
babanı görmeye gel!» «Hayır, olsun! Ne yapayım,» derdim. Halep'ten bir adım bile dışarı
çıkmazdım. Ben ancak Mevlânâ için geldim.
Kera Hatun dedi ki: «Dün gece rüyada gördüm ki, edep dışı uyumuşum; ayağımı size doğru
uzatmışım.» «O geçti,» dedim. «Şimdi de kulağım ağrıyor, ayağını uzat da üzerine
koyayım,» dedi. «Vazgeç,» dedim. «Bir şeyler getirin de yiyeyim.» «Hayır, ayağım getir,
kulağıma koy ve kulağıma tukur ki, ağrısı dinsin,» dedi. Daha sonra, «Bu hırka Şems'indir>
dedi. Ben de, «Eğer benim olaydı yanımda bulunurdu,» dedim. «Onu bana ver.» «Mevlânâ
gelsin ele versin,» dedi. Şimdi senin bana olan inancın bu mu idi? Bununla beraber onda bir
mertlik var; çanak, ekmek ve gönül var. O nerede, şüphecilik nerede? Ondan yüz bin fersah
uzak. Ancak onun içinde bir duygu var ki, bunların kaynağı hep o.
Görüyorsun ki, Mevlânâ bugüne kadar onunla çok uğraştı. Hele ne gerek vardı ki, bu hırkayı
vermek için Mevlânâ'nın gelmesini beklesin? Perir, Bahaeddin nasıl ki o gün, bir aralık söz
arasında benim sana yaptığım gibi, «On altın verilsin,» demişti. (M. 131) Onda bir zorlama
yoktu. Zaten o kimse ki zorlama ile iş görür, köpekler kurtulur da o kurtulamaz. Eshab-ı
Kehf'in (Mağara arkadaşları) köpeği arşa çıkacaktır bu yüzden. Bundan şüphe edilemez. Bu
sözü iyi dinle de bırak başka sözleri. Nihayet beş altın çıkardı, ağlayarak, «Bunu kabul et!»
diye yalvardı. Kera geldi. Gizledim cehenneme gitmesin diye. Benim için ne gam? Âlemde
hem dünya hem ahiret, hem de Hak adamı vardır. Nasıl ki Şiblî ahiret adamı, Mevlânâ da
Hak adamıdır.
Dün gece yine dostları arıyordum. Her birini ayrı ayrı göz önüne getirdim. Her birinin
inancına, dileğine, anlayışına bir başkalık gelmiş. Bu niçin böyle oluyor, dedim ve hallerine
acıdım. O bizimdir, böyledir; sen de bu gönül hoşluğu ile kal ki, bizim olasın, derim. O
selâmı onun için verdim. Ben selâm verdiklerime hep böyle yaparım. Önce onun işini yoluna
koyar, sonra hal hatır sorarım. Belki bin defa söyledim. Her kimi seversek ona cefa
ediyoruz. Ama azıcık düşkünlüğünü görünce de, yüz bin ödül veriyoruz. Ötekilerini de,
dağlarda tutmuyoruz ya. Her kimin başını sahraya çevirdilerse bu, yabancılıktan ve
bilgisizliktendir. Ona saygı gösterelim. Hizmetinde bulunalım. Çünkü bize yabancı kalmış,
uzaklaşmıştır. Görmüyor musun ki, senin eski pabuçlarını bile taşıyacak değeri olmayan


birine saygı göstermekte, onu yüksek görmekte ne kadar ileri gidiyoruz! Kaç kaç kere onun
kötü hallerine göz yummuşuzdur. Düşünmüyor musun ki, nebilerin, velîlerin başlarına gelen
belâlar da o yüzdendi. Çünkü onlar Allahın has kulları idiler. Dün... gönül alçaklığı gösterdi.
Birinin böyle aşağıdan alması, benim hoşuma gider. Çünkü onun hali bütün dostlar,
düşmanlar, müminler ve kâfirler için rahmetin son derecesidir. Allahdan bunu dilerim ki,
onlara doğru yolu göstersin.
Gönlüm o köpeğin (nefs'in) yüzünden bir aydınlığa eremedi. Hep onu şöyle idare et, böyle
yaşat ki, kimse vurup inciltmesin kaygısı ile oyalandım.
Çok ayrı düştük, biz evde bile dağılmış bir haldeyiz! Biri o tarafa o kâsenin başına gider.
Öteki bu sofranın başına koşar. Gariptir, bu hikâye ve bütün bunlar onun hatırına gelse bile
yalnız bizim kendisini görmek hususundaki arzumuzu hatırlamaz. (M. 132) Ona ne diyelim ki,
kendisine bu kadar saygı beslediğimiz halde hâlâ bizden uzak durmakta, yabancılık
göstermektedir. Bu hikâye uzundur.
Allahya yalvardım: Yarabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onlar ile yoldaş et! dedim.
Rüyamda seni bir velî ile yoldaş edeceğiz dediler. Sordum: O velî nerededir? Ertesi gece bu
velinin, Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir zaman sonra tekrar gördüğüm
rüyada, «Henüz vakti gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır,» dediler.
Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: «Efendi! Konuşacak mısın yoksa
dinleyecek misin?» «Konuşacağım,» derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim.
Meğer ki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer, «Ben dinleyeceğim,» derse, ben de, «O halde
biribirimizle uyuşuruz,» derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.
Sofiye sormuşlar: «Peşin bir tokat mı istersin, yoksa veresiye para mı?» «Vur da geç!»
demiş. Bu bir nimettir. «Geç!» derken acıdan korkuyor, nimetin elden gitmesine acıyor.
Mevlânâ diyor ki: Filân, dün gece raks ediyordu. Gerçi başka zamanlarda bir nevi edep dışı
hareket olması bakımından bu hali hoşuma gitmezdi. Fakat dün gece bunun neden ileri
geldiğini bildiğim için pek hoşlandım rahatlaştım.
Ben de, duaya bel bağladım. Ağır davranırsın, ağır davranırlar. Acele edersin, acele
ederler. Sen bu Meryem'i sevmiyor musun? Bu yavrunun güzelliğini görmüyor musun, ona
âşık olmuyor musun?
Derse başlayan bir çocuk vardır; öteki arkadaşlarını da kendisiyle birlikte ders okumaya,
Kuran öğrenmeye teşvik eder. Bir başka çocuk da bunun ta-mamiyle aksidir. Kitaptan,
dersten kaçar. Ama kendi kendine, «Ben ne bahtsızım, benim yaşımdaki bütün çocuklar
mektebe başlamış!» diye gizlice ağlar. Bu çocukta ümit vardır. Ama üçüncü bir çocuk daha
var ki başka arkadaşlarını da kendisi ile birlikte okuldan kaçırır, îşte onda hiç ümit yoktur.
Bu çocukların ikisi de kararsız, dönek tabiatlıdırlar. Biri kaçar kendini kurtarır. Ama öteki
orada oturur kararsızlığı bir hamlede parçalar. Bir kere bu çocuk ötek'ne erişemez. Nerede
kaldı ki, onu geçebilsin.
(M. 133) Henüz pekmez satıyorsun, sarf etmiyorsun. Başka bir yerde Hakka ödünç vermek
bahsini tefsir etmiştim. Fakat o iyiliksever kişinin gözü bu cihette değildi. Bak bunu nasıl tevil
etti: Kendimden ödünç verdiğim şey daima gönlümden çıkmaz, niçin onu düşüneyim, niçin
hatırlayayım? Böyle adama Allahnın verdiği gıda ile oruç tutmak haramdır. Bu, o demektir
ki, bu ağzı mazeretle açasın, öteki oruçtan tutmuş olasın. Çünkü o oruç, bağlı bir ağızla
tutulmuş olur. Bu orucu açtığın zaman öteki oruç da tutulmuş sayılır.


Semerkant, ne kadar hoş yerdir! Bu âlemde olmayan hoş bir âlem o taraftadır. Dünyanın
hoşluğu o cihettedir. Mevlânâ buyuruyor ki, benim ayrılmaklığım onun hoşuna gitmez, 'ama
bu böyledir. Ben yalnız ca her yeri dolaşırım, her dükkânda çömelirim. O ise vekarlı kişidir.
Bir Şehir Müftüsünü öyle dükkân dükkân, yer yer gezdiremem, her külhanda dolaştıramam
ki, benim seninle beraber olduğumu bilsinler. Seninle şöyle teklifsizce bir şeyhlik sohbeti
etmedim. İstesen de istemesen de ben bu tarafa giderim. Eğer benim olacaksan benimle
birlikte gelirsin, yoksa çetin gördüğün her şey sana gerekmez.
Nasıl öyle eğreti oturmuşsun? Gönlüme ürkeklik geliyor. Şimdi İblisin manasını bu kadar hoş
bir şekilde işittin mi? Bakarsan İbliste de İdriste de belirli birer mana vardır. Bir vakit bu
dersin manası yürür başka bir vakit de o dersin manası. O, bundan daha hoştur. İblise
gazap edilmesindeki bu nükte latif ve manevîdir. O İdristeki mana ise daha manevîdir, ama
surette İdris görünecek olursa ancak İdristen doğan mana, İblisden doğan manaya göre
daha lâtiftir. Çün-kün gazaptan lütfa doğrudur.
Evet, kendi sözünden kendi şiirinden sana bir coşkunluk geliyorsa başkalarının sözleri ve
şiirleri de öyle gelir. Onlara karşı da heyecanın artar. İyiye, güzele karşı ne denilebilir?
Lâkin sen diyorsun ki, vaktin birinde bir hırka söz söylüyordu. Nihayet senin halin hırkanın
halinden daha iyi olmalıdır. Senin kendi sözün yok mu? Hep başkalarının hikâyeleri,
başkalarının şiirleri!
Hırka nasıl konuşabilir? Cansız varlıklar içinde ancak Samiri'nin danası konuşmuştur. Başka
cansızlarda böyle bir âdet görülmemiştir. Fakat o buzağı mademki Allahlıktan dem
vurmuştur, Musa'nın peygamberliğini nasıl kabul eder? İşte Musa'nın hikâye ettikleri o hali
senin halindir.
(M. 134) Müridin biri dedi ki: «Ben her gün Allahyı .yetmiş kere açıkça görürüm.» Şeyhi ona
şunu söyledi: «Senin bir kere Bayezid-i Bistamî'yi görmen, Allahyı yetmiş kere görmenden
daha hayırlıdır.» Mürit meşelikten dışarı çıkıp da Bayezid-i görünce hemen düşüp öldü,
çünkü âşık idi. Sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir artık kalmıştı, o da
temizlendi.
Mürit, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi 'tasavvurunun suretini görür. Allahyı
Bayezid kuvvetiyle göremez. Şimdi yüz bin Bayezid de, Musa'nın pabucunun tozuna
erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun ki, binlerce veli, nebinin ayak tozuna erişemez.
O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün? Allah ile
konuşan Musa'ya da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin «Allahyı görmek
vardır,» anlamındaki Allah kelâmını tevil etmek isterse fetva istemek lâzımdır. Söz,
çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil gerekmez.
«Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden
şüphesiz söyleyenin başı araya gitti.
Bir divane ötekine şöyle diyordu: Bir çuval yün nasıl olur da bir çuval mücevherle beraber
olur? Yüz kere boşaltsan, altınla doldursan bile yine mücevhere eşit olmaz. Bu öyle bir
divaneydi ki akıllının söyleyeceği sözü söylüyordu. Kadı ona yan yan baktı. Ben de Tebriz
şeyhleri ile Zahid'in ve kölelerin hikâyelerini anlatıyordum. Dün gece dedim ki, sizin sözlerinizi
de Mevlânâ ile birlikte sizin ağzınızdan dinleyelim. Sonra gönlüm razı olmadı. Niçin, yemek
yerken konuşulan o sözleri yine birlikte yemek sofrasında konuşmayalım? dedim. Yine
gelseniz ne olur? Dualar edelim! Arzunuz nedir, aradığınız nedir?


Yukarıda sözü geçen, «Gözler onu göremez ama o gözleri görür,» âyetindeki manayı
anlamak konusunu mademki sen açıklayamıyorsun, bari dokuz şeftali ver ki ben söyleyeyim.
Aranılanı bulmak ona kavuşmak için en yüksek arzunuz nedir? Allah daima doğruyu söyler
onun ilâhî varlığına ant içerim ki bu doğrudur. Allahın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun. Ben
artık ense, göbek yapmak düşüncesinden vazgeçtim. Dostlar yen lendi ama ben eski
bedenimi bulamadım, tşin kötü tarafı sen hep kendi mektubunu okuyorsun, dostun
mektubunu okumuyorsun. Nihayet biraz da dostun mektubundan birşeyler oku. Kitapta yazılı
olan şeyler hakkında onlara bir utanç gelmez. (M. 135) Bu gibi şeyleri biri kitapta yazar.
Nasıl ki bir adam soruyordu: «Kadınların kapalı yerine bakmak helâl midir, yoksa haram
mı?» «Helâl geçti,» dedim. «Ona el yetmiyor.» Ancak, bu sözümden de hayrette kaldım.
Yüksek sesle, «Onun etrafında dolaş, okşayıver, nihayet vücuttan dışarı çıkmaz,» dedi.
Tekrar sordu: «O halde söyle, O beni niçin okşamasın?» Bu ikinci sorunun cevabım niçin
vereyim. Niçin ağzımdan bu söz çıksın? Ancak benim sana ilk söylediğim sözü dinle! Çünkü
bu ikinci mesele, sana gevşeklik ve arıklık verir. Bunu niçin anlatayım. Bundan sana ne
fayda var? Eğer bu noktada bir yanlışlık olmuşsa gayret et, mümkün-olduğu kadar
düzeltmeye çalış! Ama sana br fayda sağlamaz. Ben bu konuda bir şeyler bilsem de senin
nefsine bir fenalık gelmesin diye söylemem sana.
Bana bundan sonra Medrese çevresindeki yollardan geçmek yaraşmaz. Şimdi tabiatını
bilmediğimiz bir insanın gönlünü nasıl bilebilirsiniz? Zaten aranılan da gönüldür. Kaldı ki,
sana bu aranılan şeyden söz açmak da belki hoş gelmez.
Şimdi beni en çok korkutan nokta, dışarda gördüğüm bir çok şeyleri sana söyleyememektir.
Şimdi sen söyle; önce bana sevgi ve saygısı vardı, onu sizin sohbetinizi anlatırken
dinlemiştim. Halvette sizi hep hayırla anıyordu. Bu yüzden duacınızın size karşı beslediği
sevgi yüz kat daha artmıştı.
Rüyamda gördüm ki Mevlânâ ile birlikte Kuran' daki şu âyeti okuyorduk: «Her şey yok
olacaktır. Ancak onun vechi kalacaktır,» Yani bu varlıktan geri kalacak bir şey varsa, ancak
dostların yüzüdür.
Beyit:
Nice sevgili, mest, başı dönmüş
Gözleri yaşlı olduğu halde kapıya geldi.
«Lenterâni!» (Beni göremeyeceksin!) hitabı gözünün önünde ama göremiyorsun. Onu böyle
görmek istiyorsan bu «Lenterâni,» o kadar lâtiftir ki gözle görülmez. Yine âyette, «Onu
gözler göremez, ama o gözleri görür,» buyurulmuştur. Buradaki mânâ evvelkini kat kat
geçer. «Onu göremezsin, ancak dağa bak!» buyurulmuş olmasındaki hikmete gelince; o
dağ, senin benliğindir.
Ahırzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aley-hisselâm'dan, «Nefsini bilen Rabbini de
bildi,» nüktesini iyi dinle! Bundan dolayı onun Rabbini görmek dileği, Musa'dan başka oldu.
Bu, «Yarabbi!» böyle bir istekte bulunmaya tövbe ettim, «Ben, müminlerin ilkiyim,» sözünün
delilidir.
Akar su pislikleri beraber sürükler, onları geri çevirmez. Şu halde kendisini özleyen, susamış
bir kimseyi nasıl geri çevirir. Su vardır ki, içindeki pisliklere dayanamaz, kirlenir diye
içindekileri kendir ğinden dışarı atar, ama başka bir su vardır ki, âlemdeki pislikleri içine
atsanız asla değ'şmez ve kirlenmez.


(M.136) Bu halk İblisdeki hakikatten âciz kalmışlardır. Eğer, iblis, «insanoğlunun
damarlarında dolaşan kan gibi onun bedenini dolaşır,» sözündeki surette ise bu ifade uygun
düşmez. Bu takdirde, bu deyim manevîdir. Bunun başka bir anlamı daha olmalıdır ki,
evvelkinin dışında olsun. Diyelim ki, sana ansızın bir öfke gelir, sonra da bir rahatlık
duyarsın. Evvelkisi manevîdir, ama ikincisi daha manevîdir. Bir zamanlar (Melekler) iblisten
ders alırlardı. İyi bil ki, dersin rahmetini yine o götürdü. O felsefe yaptı; gerçi o bu
felsefeden daha tatlıdır. Allahnın yüce zatı hakkı için demişlerdir ki, onun sözü şeyhe
yaraşır sözdür. Ama tekrar söylemek gerekmez. Her ne kadar onu yorumlamak uygun
görülse de yine tekrarlamak yaraşmaz. İşte şu, «Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü de
yorumsuz değildir. O zaman iş şüpheli olur. Çünkü mademki ben diyorsun, Hak kim oluyor?
Hak diyorsan, ben sözü çıplak, alçak ve öldürücü bir kuru lâftan başka nedir?
Zamane müftüleri Hallâc'ın ölümünü istediler. Tahkik ehli müftülerle şeriat müftüleri de
onlara yardım ettiler ki sevabını paylaşsınlar. Bununla beraber, O hem şüphe, hem de yakın
mertebesinde kaldı. Acaba ben var mıyım? diye yakın mertebesine erişemedi.
Hakikat yolcularının yolu yakın mertebesinden geçer. Onlar ancak bu menzilden sonra son
duraklarına erişirler. Asıl aranılan da o mertebedir. Âlemin görünüşü karşısında der ki:
«Nihayet ben sende bir âlem görüyorum!» O da, «Şu toprak âleminde ne yapacaksın?»
deyince: «Senin lütfün benimle beraber değil mi?» diye sorar. O, «İster olsun ister
olmasın,» der. Ama, «Sana daha çok yardım edemiyorum,» deyince de, ona, «Ben de
üzülüyorum. İçimden sana yardım etmek için bir gayret geliyor.» der ve «O halde, benim
için ne gam!» cevabını alır.
Gideyim Mevlânâ'yı göreyim. O, dünyaya ne bir şey istemek için ne de bu işareti
tamamlamak için geldi. Âlemde, nişanı olmayan bir sevgilinin halinden haber veren işaretten
onda bir nişan yoktu.
Görünen her nişan, arayanın nişanıdır, yoksa aranılanın nişanı değildir. Bu sözler hep
arayanın sözleridir. Onlara bir şey görünmez. Hakkı arayan gerçek, yolcu odur ki, aradığı
sevgiliden alnında bir ışık parlar. O ışık sayesinde her kimin yüzüne bakarsa onun said
(mutlu) veya şaki yani (mutsuz) ve fena yara-tılışlı olduğunu görür. Hak yolcusu bir temaşa
âlemine gelmiştir. Bu arada aranılan sevgili ile bir ilgi kuranlar vardır. Bunlar Hak yolcularını
görürler, rahatları kaçar, ıstırap çekerler. Biri der ki: «İşte bu yetim inci benim. Âlem içinde
aranılan sevgiliyi seyretmeye geldim. Artık huzura kavuştuk şimdi yerimizde oturalım.» Öteki
der ki: «Burası oturacak yer midir? gidelim.» Başka biri de, «Hele bir kaç gün daha temaşa
edelim.» der. (M. 137) Şimdi her gün benim ışığımla temaşa ediyoruz âlemi. Yine her gün
benim nurumla cihanı seyredelim. Mademki hem dost hem de Hak yolcusu olduk. Hakkı
arayan, coşkunlukla İsa gibi erken konuşmaya başlar ama aranılan sevgili onu ya kırk gün
sonra söz söylemeye yetkili kılar, ya on altı yıl geçtikten sonra aradığı dostun yüzünü
görebilir. On beş yıl sonra da onu konuşturur, hararetli hararetli söyletir.
Bütün bunlarla beraber diyorum ki, onun pabucunun tozuna şüphe karışmıştır. Yakîn ve
yakînde şüphe, Allah yolunun başıdır. Bunlardan yüz bin tanesinin bile o noktaya erişememiş
olması daha iyidir. Hele şeyhliğe ve kılavuzluğa yakışmaz ki, o saçı ile, sakalı ile kapıda
kalsın. Bu gibiler kendilerini asla şüpheden kurtaramazlar. Ama pek azı taklitçilikten uzak
kalır. Zaten taklitçi, ne onun bunun şiirinden, ne de Allah kelâmından bir şey anlar. Allah
korusun o bir sapkın olur. Yani o ancak yakîn ve hakikat yolu ile Hakkı kabul eder, taklit yolu


ile değil. Kuran'ın içyüzünü, bâtın manasını ki ona, bâtının bâtını perde çekmiştir, taklit yolu
ile değil ancak tahkik yolu ile anlar. Başka birinin şiiri mi daha dokunaklı olur yoksa senin
sözün, senin araştırma
ışığın mı? Sendeki kudret büyük bir çuvaldaki yün gibidir. Ama cevherle iddiaya girişir de,
«Ben mi daha değerliyim yoksa pamuk çuvalı mı?» derse, cevher ona der ki, «Bunu bir kere
divanelerden soralım, akıllılardan değil.» Bunu işiten divaneler de şu cevabı verirler: «Bir
cevher vardır ki çuvallar dolusu berberi altını bile onun kadar değerli değildir.» Cevherin
kıymeti kendindendir. Akıllıya gelince o da şöyle der; Siz onun sözüne bakmayın, o
divanedir; yetim inciye asla değer biçilemez. Hümameddin'in sözleri bütün âlemde senet
sayılır. Bundan sonra da ben konuşacağım, ona ayakbağı olacağım.
Mevlânâ o gün pek duygulanmıştı, diyordu ki: «Sen bir gün bana Hümameddin'i seviyorum
dememiş miydin?» Ama bu (birlikte yaşadığımız) Halk dururken kervansaraya gitmeye
hakkım yoktur. Yabancılarla sohbet mi daha iyi yoksa bunlarla anlaşmak mı? O Yahudinin
bir tek putu vardır, bunun yüz bin. Bir putla uğraşmak daha iyi değil mi? O bana yumruk atar
ama ben ona atamam. Çünkü bu noktada bir rahmet vardır. Böylece benimle birlikte
yoldaşlık edersin. Bütün âlemde bütün sözler talipleri^, arayanlarındır. Ya aranılan nişanı
nedir? Dinliyorum, dinliyorsun.
(M. 138) Aranılan gerçeğin Allah ile karşılaştırılması yolu ile, o âleme varabilmenin zamanını
bilmek gerektir. Nihayet nereye gidiyorsun? Benim nazenin -dostum! Bu tartışmadan sonra
artık ne söyleyeyim. Allah seninle beraber olsun derim. Ama bu ayrılış dileği değil, ancak
Allah lütfunun, inayetinin, Mevlâ dostluğunun ve sırları bilen Hakkın seni koruması için bir
duadır.
«Dur, ey Devem! Sevinç son kertesine geldi, iş bitti, yol kesildi. Yeryüzü güzel bir cennete
döndü. Bayram geri geldi, işler düzeldi.»
Biri dedi ki: «Tekkenin işi nedir? Hangi niyetle iş görür?» O, yedirir, istirahat ettirir, yoksulun
biri ondan bir şey istese bütün kalbi ile der ki: Sen benden özel bir istekte bulunmadın, belki
umum sırasında bir şey istedin. Sen de o umum istekliler arasındasın. Acaba benden geç
kaldığını mı soruyor? Onunla benim yüzümü yırttı, bu bana yeter, dedim. Benim şeriat
yönüne meylimi bilselerdi bana her gün sabahları külbastı ve tuğrak yedirirlerdi. Her türlü
pişmiş et gaz yapar, ama bunda pek az gaz vardır. Sen benim kızarmış et parçalarını
sevdiğimi nasıl bildin? Bunlar meselenin aslım bilirler. Şüphe yok ki, sen benim isteğime
uygun hareket ettin, insanın niyeti uyanmak olduktan sonra, ister uyumuş olsun, ister ölmüş
bulunsun, ona İsa nefesi gerektir. Ama ona Isa Peygamber üfler ve kalbiyle onun dirilmesini
isterse, o uyanır. Lâkin onu yalnızca sarsar da uyandırmak niyetinde olmazsa o zaman ne
olur. O zaman o kimse direnmeye başlar. Nasıl ki, Hazreti Peygambere hitaben Yüce Allah,
«Sen sevdiğin kimseyi doğru yola getiremezsin!» buyurmuştur. Bana dedi ki: «Ben her
zaman Bed-reddin'in evine giderken hep seni çağırırım. Sen niçin abdest almaya giderken
beni çağırmadın?» «Yoldan mı?» dedim. «Yoldan,» dedi. «Ben seni çağırdım. Eğer
aramızda muhabbet ve saygı olmasaydı başka ne ya-pabilirdim?» Bu arada meseleyi
öğrenmek için kendimi zorluyordum. Çünkü anlaşmak ve birleşmek istiyordum. Mevlânâ'nın
sevgisi olmasaydı, Allah hakkı için öz babam bile olsaydı bana onların yaptığını yapar
mıydı? isterse kitapla gönderilmiş Peygamber olsun onun şan ve şerefini kırar işini alt üst
ederdim.» Dedi ki: Görüyorsun ya iş ne kadar ağırdır. Yiğitler gerektir' ki bu dağları


kökünden kazısınlar. Dinde ve işte geri kalmışlardır. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm
kendisine gelen kesin emirden nasıl inledi. Kuran'da, «Emrolunduğun gibi doğru yürü!»
buyuruldu ve buna işaretle, «Hud sûresi ve benzerleri, beni ihtiyarlattı,» diye yakındı.
(M.139) Bu bir feryattır. Ama Ayaz için zor bir iş yoktur. Hep kolaydır. Ben buna karşı
dedim ki: «Nihayet Ayaz'ın himmet ve gayreti işleri kolaylaştırır.» «Evet,» dedi. «O Ayaz ki,
köpeklere karşı bile sevgi ve şefkat besler, kendi gözünün nuruna karşı nasıl sevgi
beslemez?» Şimdi bizim sözümüzü üzülerek tekrar söyler ve ondan faydalanır.
Ömründe hamam yüzü görmemiş, vücudu ter ve kir kokan edepsiz bir adamı, Gazneli
Sultan Mahmud huzuruna kabul etmedi. Hazreti Muhammed (S.A.) ki Mahmud'un mübalâğa
sığası ile ifadesidir, yani ondan pek çok yüce bir mertebededir, öyle adamları nasıl kabul
eder? Nihayet büyük erenlerin ruhları hazırdır; yaşıyanları görür, onlara yardımcı olurlar. Bir
kimse nasıl edepsizlik yapar da, Dergahına lâyık olmadığı halde Hazreti Muhammed (S.A.)
hakkında söz söyleyebilir? Bu, şu sebepten dolayı imkânsız görünüyor. Çünkü sen hep
kendi mektubunu okuyorsun, O Hazre-tin mektubunu okumuyorsun, yani ona kendi halinden
kıyas yapıyorsun (Onu kendi nefsinle karşılaştırıyorsun). Onun kıyasını, kendi haline
uydurmuyorsun. Bu konuda O şöyle buyurur: «Benim dış görünüşüm (zahir), başkalarının
bâtınlarının yaratıldığı yerden yaratılmıştır.» işte bu «başkalarının» sözlerinden anlaşılan,
velilerle nebilerdir.; Yani onlarin kalpleri ve bâtınları ile bildikleri şeyler, benim için zahir bilgisi
sayılır, demektir. Ytine onların bâtında gördüklerini Hazreti Peygamber zahirde görür.
Kendinden söz söyleyen kimse, kendi benliğinden dışarı çıkmıştır. O kendi kendine der ki:
Bunu düşünebilmek için kafamı idare eden zabıta  kuvveti, kendi yuvasından dışarı
çıkmıştır.  «Ey gönülleri ve gözleri dilediği tarafa döndüren  ulu Allah!
Kalbimi dinim üzerinde sabit kıl!» Bu dua başkaları için. bir dilektir. Yani böyle bir olayla
karşı karşıya gelirseniz, Allaha böyle yalvarınız demektir. Eğer iş böyle değilse sen, o
kitapla gönderilmiş olan en büyük Allah Peygamberi hakkında yanlış düşünceye kapılır, onu
öylesine nefsine düşkün, korkak, nefsinin fitnesinden feryat ediyor1 sanırsın. Halbuki onun
gönül evinin etrafında hiç bir ihtisapçı (zabıta kuvveti) dolaşamaz. Zındık bile bilir ki, onun
için korku yoktur. Ama o sözü kendine söyler. Söz başka bir yere gitmez. Nasıl ki şair,
«Kendimle hoşum, bundan sonra da ben kendi kendime yaşayacağım,» demiştir. Bu
noktada başka bir sır daha vardır ki, Hazreti Peygamber onu Hazreti Ömer'den gizledi. Ama
bu, ondan bir şey esirgediği için değildi. Ancak daha vakti gelmemişti. Eğer o zaman bunu
Ömer'e açıklasaydı Halifelikte şaşkın bir hale gelirdi. O sözün manasını kavramak mümkün
olmazdı. Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerektir. Benim sizden istediğim, içinizdeki
coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmamzdır. Sarhoşluk da ayıklık da
meydana çıksın. Benim istediğim hal sende var mı? Nerede? Ben bu işleri senin önünde
kendi kendime yapıyorum ki, göresin de o sırrı açığa vurasın! Seni ibrik gibi kaldırıp
gezdireyim, oraya götü-reyim de, o geniş hırka yeni ile o işleri yapasın ki bâtının da sağlam
kalsın.
(M. 140) önce sana yuvarlak bir tandır ocağında oturmayı öğreteyim, ilk günü biraz geride
oturursun, sonra yavaş yavaş tandırın kenarına gelirsin... Mev-lânâ ile sizin niyazınızdan
bahsediyorduk, ben birkaç kelime söylüyordum. Ben demek de ne oluyor? Niyazınızın
sonucundan ve içinizin temizliğinden gözümden yaşlar boşandı. Evet Peygamberimiz
buyurdu ki: «Bu edep için bir öğretmen, bir mürşid gerektir.» «Bana edebi, Rabbim öğretti!»


buyurmakla büyüklük göstermiştir, O bu sözleri ile dervişi övmüştür. Bana sizinle birlikte bir
şey söylemek gerekmez, çünkü anlayamazlar. Ancak bana içinden çıkılması çok zor olan bir
soru yönelten o tek insanın faydalanması için konuşacağım. Çünkü onun bu sorusundan bir
fayda umulur ve bu yüzden irşad eden şeyh ile irşad olunan müridin hali belli olur. Devamlı
olarak şeyhlik yapacak kimse ile ona devamlı surette bağlanacak mürit seçilmiş ve
anlaşılmış olur. Bu bambaşka bir iştir. Dedi ki: Mevlânâ'ya sordum; şu âlemde neler temaşa
ettiniz? dedim. Bana şu cevabı verdi: «Bir insan ki herkesle bir konu üzerinde konuşur, o ya
temaşa yönünden geri kalmıştır, yahut sadece temaşa davasın- » da kuru davacıdır. Ama
eğer yapacağı o temaşa, herkesle konuşmasına engel olursa iş başkadır. Diyelim ki karnım
toktur, ama bana su lâzımdır. Ben nasıl ekmek yiyebilirim? Yersem durumum daha kötü
olur.»
Pirlerde bir onur vardır, özellikle bilginlerde. Hele onun karanlığı bana engel oluyor gibi
sözlerden daha çok incinirim. Onun karanlığından verecek cevabı da kaçırdım. Ama o kim
oluyor? Onun karanlığı nedir ki, sana perde olabilsin?
O gün şehre gelmeden o şeyhi tanımıyordum. Onun hali bana kapalı idi. Hele karanlığı bana
hiç perde olmadı, îster çırpınsın, ister yılan gibi kıvransın, ben diyeceğimi dedim ve gitti.
Yetmiş yaşlarında bir Mecusî, yolculukta, yedi yaşındaki bir çocuğa muhtaç olur; bana bir
su ver diyebilir. Ama ben bu halin ona kanıt olmasına razı olmam. Mecusîdeki sevda
başkadır. Halbuki sen onun sözünü örnek alıyorsun. Yahut ondan daha aşağılık, daha
bayağı birinin sözünü misal gösteriyorsun. İstiyorum ki Tekkeye gideyim de senin şu sözünü
eleştireyim. Hani ya diyordun ki senin suç bağışlaman günah öğretmek anlamına geliyor ki,
daha fazla olmasın. Ama çok zararlar ediyorsun, çok değişiklikler ve-karışıklıklar oluyor,
başka bir sefer de söylemiştim. Eğer Nârenç bir günah işlerse, kime ziyanı var? (M. 141)
Hiç evini bırakır da başka bir eve gider mi? Onu bir şeye benzetiyorsun ki, sana bir faydası
yok. Dine de faydası yok. Razı değdlim ki iş kuru bir sonuca varsın. Nasıl ki bezirganın
birinin boy abdesti almak pek hoşuna gitmezdi. Kaç kere su dökünse üşenirdi, bir kere de
başı şişmiş, ağrımaya başlamıştı. Onu her gün şeytan aldatıyordu. Yeni erginlik yaşına
girmişti. Onu-Gülistandaki medreseye götürdüm. Medresenin hocası dedi ki: Evet, ilham bir
şeytanın adıdır diyorlar. Onu İblis bu gence musallat etmiştir. Bu gencin namaz ve temizlik
niyetlerini şüpheye düşürür.» Hoca, postunu bir yere götürdü, rengi sarardı. Sonra ikinci
defa anlattı: «Bil ki, bu vesvese yani kuruntu denilen şey de bir köpek, bir melundur. Onun
günahı senin boynuna yazılır. Sakın onu bir daha dinleme!»
Şimdi benim çok yemek hakkındaki sözüm de bu; konuya dayandı. Sana Halep'te ne dualar
ettim. Rahatça oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer
böyle yapmasaydım, ya bir işle uğraşmak yahut da tekrar Tekkeye dönmek zorunda
kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda tekmeler, alt üst ederdin.
Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi.
Görüyorsun, senin terbiye ve yetişme tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım.
Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük günde ne aydınlıklar belirdiğini gördün. Eğer o
neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o olup bitenler hep
iş hesabı değildi. Şam'a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.
Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle baktı ve dedi ki: «O Allahyı böyle bir kimseden arıyor.»
Ben ona çok inanırım. Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allahı ondan aramıyorum,


onu ben Allahtan istiyorum.»
Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir.
Bakarsanız hiç kimse bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir
yudum su gibi geçip gitti:
Kazvin'li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.
Şiir:
Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.
Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar
güzel bir ..şekilde kim ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve
güzel görünür, başını secdeye koyduğun vakit sana öyle bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan
vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol ve bacak sallayacak
gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona
ziyan vermez. Ben kıyamete kadar bu yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her
gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber benden ayrıldığın gün üzüldüm, gece sabaha
kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum. Kabe'nin kapısı kıble
olmasaydı, Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.
Sen Erzurum'dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar
uzaklaşır mı hiç? Kulağına vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer
benden ayrı ve yalnız uyursan ben rahat edemem. Elimi ayağımı bir tarafa atar çırpınırım.
Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri olsa, kâğıdı tutar,
yağlar ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh,
oh!» deyiver ki, ben de senden ne kadar istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin;
ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta olurum. Ancak ben
rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yakarım.
Mevlânâ'dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce
onun per-desM kaldır da öyle oku! Bu Kazvin'linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak
ibriğe işeyip de onunla taharetlenen Kazvinlinin hikâyesi.
Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti
anmak vahşettir,» derler. İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri
yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik yönündendir derler.
Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım.
Benden her hangi biri incinirse onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman
olur. Şimdi onu daha iyi olması için sıkıştırıyorum. O, belki daha çok zahmet çekecektir.
Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler hatırına gelir,
başka biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ'nın şaşırtıcı ve
yorum isteyen sözleri her konuya uygun düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce
Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu söz ilk defa söylenmiş sözlerdendir.»
Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu yazmak
gerek. «Şüphesiz, Hak, Ömer'in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi
sözlerinden hangisinin Allah ilhamı, hangisinin Şeytan vesvesesi olduğunu ayıracak güç
yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu olanları yazmak gerek.
Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler
olmuştu. O şeyh, beni kendisine çok güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O,


ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu. Biz, onu bizim tarafımıza çekiyorduk.
Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed''in (S.A.) yanında
oturtsalar yaraşırdı.
Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm
dinleyene merhem olur. Halk arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale
düşerse sonucuna katlanır. İş adamı, yaptığı işte yetkili olmak gerektir. Öyle kişi ne
acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her an ayağı
kaymasın diye dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere
yanıldı mı arkasından hemen pişman olur. Artık bir daha yamlmamak için tetik ve uyanık
davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü zaman geçtikçe üzülmenin
ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli
yaralanmıştır. İlk defa buna çok
acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için bir cerraha, bir hekime
koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O
pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi olduğunu sanır.
Mevlânâ'da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup
olmadığını düşünmez. Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır.
Birini sözle terbiye edersem kend'i benliğinden kurtulur. (M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh,
Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz benim için birer örnek iş
adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş
adamı olmak gücü bulunan kişi konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş
görür. Ben Tekkeye daha çok onu yakalamak için giderim. E'ğer avlayabilirsem selâm ve
saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu avlamak için yine
yakalarım. Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur
olduğu için, «Hûd sûresi, beni kocalttı,» buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için
Allahnın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı beni ancak gençleştirir. Çünkü hadisteki «y»
harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta birinci nokta ile
yanyana gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne
gerek var diyeceksiniz. Ama Allahm işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç
değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan Allah, seni mübarek kılsın!» diye dua eden
kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı ile
Hazreti Ömer'in dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n'inden döner1? Görüyorsun ki o söz onun
değildir. Mu-hammed'in (S.A.) hesabına Ali konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed'in
(S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi? Sana ne diyeyim ona ne söyleyeyim.
Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir sevgi vardır ki, buna hiç bir şey
engel olamaz.
Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster
inkârlı olsun, ister inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana
yaramazlık etmeye başladı ama yine de beni sevdi.
Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek
sâm mı?
Rubai:
Ey can bugün bütün umudum sensin!


Başka sevgililer de var, ama asıl gönlümü yakan sensin!
Cihan halkı Nevruz bayramı ile sevinç içinde,
Bugün   benim bayramım da, Nevruzum da sensin!
Şiir:
Bahar mevsiminde  yârin gül  yanağından   uzak düştüm,
Bana   hayat neye yarar, yeşilliklerden bana ne?
Bağdan yeşillik yerine diken topladık,
Buluttan damlacıklar yerine taş yağdı.
(M.145) Bir adamın gerçekten susamış olduğunu anlamak istiyorsan, önüne helvalar,
şekerler koy. Eğer onlara dönüp bakarsa, o gerçekten susamış değildir. O yol kesici Kürt
dedi ki: «Ey bilginler, ellerinizde ekmeğiniz var, halbuki çömezler açtır.» Bunun cevabını ben
vereyim. «Git yakında bir köy var olaki orada eline bir ekmek verirler,» dedim. «Orası uzak,
nerede o köy? Şimdi çocuklar açtır,» dedi. Dedim ki: «Biz de ekmek arıyoruz,
bulamıyoruz.» Gidiyoruz, hiç bir yerde durmadan, bir tarafa bakmadan bu cevabı
söylüyoruz. Hemen bıçağı yakaladı, bari onda bıçak tutacak yürek ve güç olsaydı.
Ben dün birazcık çorba içmiştim, başka bir şey de yemedim. Eğer perhiz yapmasaydım her
gün hastalanırdım. Bedenim arıklaşmıştır. Onu ancak perhiz ateşiyle dağlarım. Yazıklar
olsun o güne ki, gönlüm perhiz istemez. Allah perhiz denilen o rahatsızlığı gönlümde
öylesine şirin gösterir ki asla sağalmasını istemem.
Bu konuya tekrar dönmek istemiyoruz. Ama yine bu bahse dönmezsek, din zarar görür.
Yolda ona bir soğukluk ve uyuşukluk gelmişti. O gün para getirmesi Mevlânâ'mn hoşuna
gitmemişti. Mevlânâ'nın bu hoşnutsuzluğundan ona da soğukluk geldi. Ama o konunun
dışında konuşmak da bize hoş geliyor. Nasıl ki, bir kaç kere bu günlere eriştik, bu günlerde
ibadet gerekiyordu. Allah bugünlerde kullarını başka günlerde olduğundan daha çok korur ve
görür. Bu halk böyle derler, ama Allah, Allah olalıdan beri her şeyi görür, işitir. Şu halde
niçin Ramazanda görür diyorsun? Günah işleme! O Şaban ayında da görür. (M. 146) Perhiz
et! Şevval ayı girince artık günah ve fesatla uğraş; hal diliyle, «Artık Ramazan gitti, Allah
gelecek Ramazana kadar tekrar yaptıklarımızı görecek ve bilecek değildir ya? Getir şu
eğlence ve şarap kadehlerini artık içelim!» dersin. Bu söz garip hadisler arasında rivayet
edilmiştir, ama çok yaygın değildir. De-n'iliyor ki: «O kimse ki belirli güne kadar hep
günahlarına tövbe eder, tekrar bozarsa iblisin maskarası olur.» Onun hizmet ettiği şahne,
eğer Sultan kölelerinden brinin huzuruna edepsiz bir durumda çıkacak olsa, köle onu iki
parça eder. Sultan da Sarayının içinde ve dışında bir şahnedir. Yani uzaktır; lanet de uzak
düşmekten ibarettir. Şeyh ibrahim bizim aramızdaki birliği bilir. Ben konuşurken, söz,
Mevlânâ'nın sözüdür, derim. Her ikimiz de şüphesiz aynı şeyi söyleriz. Sonra hiç hatırıma
gelmez ki, Mevlânâ başka bir söz söylesin. Bundan dolayı içimde bir üzüntü yoktur. Dedi ki:
«M ur idlerden bir topluluk gördüm. O kime baş sallıyordu? Sonra, sen de söyleme diye
kime işaret ediyordun?» «Hayır,» dedim. «Ama,» dedi, «O işaretten o mürid yapma
manasını anladı.» Biz de zaten bu yapma işaretinden bunu anlıyoruz. «Söyle, söyle!»
dedim. Yine dedi ki: «Özür diliyorlar ve diyorlar ki, Mevlânâ b'izimle birlikte olduğu zaman
güler, bizi hiç suçlamaz, şu işi çabuk yap veya bir iş gör diye zorlamaz, ses çıkarmaz, hiç bir
şeye kesin karar vermez ve bizi tehdit etmezdi. Eğer Şemseddin de böyle yapsaydı o, bizim
gelmemiz1! engellemezdi.»


Biz bu kadar bol bol fedakârlıklar yaparken o diyor ki: Şöyle bir sofi sözü vardır: Eğer bir
şey bulursam, sen kurtuldun, yoksa elimdesin. Ben bu fikirdeydim ve bu maksatla geldim.
Eğer müritlerde vefa varsa bu olur, yoksa olmaz.
Mevlânâ mademki eldedir, onu Aksaray'a getiren adam acaba daha fazla getirebilir miydi?
Gönlüm bunu istemiyor ama bu sefer ister görünüyor. Nihayet Ben Murad yani istenilen kişi.
Mevlânâ ise Murad'ın Murad'ı olmuştur.
Bana, ne babam, ne anam, onun gösterdiği ilgiyi göstermiştir. O benim sözlerimi en hoş bir
şekilde söyler. O, benim kendisine yapmadığım iyilikleri bana yapmıştır.
Mevlânâ askıdaki işlerden konuşur, yağmurdan, çamurdan söz açar. Ben namazı bitirdiğim
zaman defterini yere vurur kimse okumasın diye bir şey yazmaz.
(M. 147) Haz (sevinç) üç türlüdür. Diyelim ki biri ötekine, «Ne oldu ki, bana bir cariye
bağışladın?» diye sorar. Bu adam bundan fazla cariye sahibi ise hiç ses çıkarmaz, ona bir
şey söylemez. Zamanı gelince onun doğru söylemesi, eline geçen nimetin keyfinden ve
sevincindendir. Yahut da insan bir ilâcı içmekten keyf ve sevinç duyar. Ama bu ilâcın
bulunmadığı zamanda da, yine kendisinde görülen keyf ve neşe bundan daha hoş ve daha
üstün bir zevk değil midir? Vaiz ve daha başka meclislerdeki sevinç ve neşeyi onda nasıl
umarsınız?
Mevlânâ'nın küçük oğlunun maksadı ne idi ki, «Ben ayrı ayrı her birine gittim, niçin
toplanmıyorsunuz diye sordum?» diyor. Seni kim gönderdi bu işe? Toplantı senin sözünle mi
olacak? Onların kaltaban canları isterse paralar saçarlar, yüzlerini yerlere sürerler, yüz
binlerce feryat koparırlar. Abdulaziz'in buz deposundan daha soğuk gözyaşları dökerler.
O, anasının karnından değil burnundan düşmüştür. İnsanoğlunda olmayan her çirkinlik onda
toplanmıştır. Bütün yaramazlıklar, saldırganlıklar, küfür ve zındıklık ondadır. Sen eğer bu
işten vazgeçme davasında tecrübeli isen benim işim sana şefkat göstermektir. Onu
mademki tekrar okşuyorsun, bu takdirde yaptığın hareket vazgeçmek demek değildir. Bir
kere şefkat şartlarım yerine getirmek gerekmez. Bugün gerektir ki, beni tamam göresin de
sana bu ilimde yakîn hasıl olsun. Mademki Hak, işin doğrusu, benim yaptığım gibidir
diyorsun, böyle cevap veriyorsun. Bu sözden ben'i henüz tamam görmemiş olduğun
anlaşılmıyor mu? Onun belirtilerini de göremiyorum. Bir altından yarısı geri kaldıkça, yahut
yarim denk kaldıkça altın tamam sayılamaz. Şüphe yok ki, eve parasız girilmez derler. Yani
kendi varlığını ortadan kaldıracaksın, altının tamamlanması odur işte. Eğer ben kötüysem,
nasıl ki İmad, bu da ona fazla güvendiği için ona düşkündür, diyordu. Ama o, o adam
değildir. Sen benim kötü tarafımı tamam görüyor ve susuyorsun. Kepazelik olur diye bir şey
söylemiyorsun. Sana derler ki,' biz de önce böyle söyledik ama sen bizi dinlemedin.
(M. 148) Biz işte gidiyoruz, bu eğer iyi olursa tamam görürsün. Düşmanların, inkarcıların
geveleyip durmamaları için söz başka türlü söylenir. Müridler-le de bu türlü konuşulur.
Evvelce îmadla bu saatte kapalı bir şeyler söyleşiyordun. Bu bilgiyi eğer kabul ediyorsan
gerektir ki, her ne söylesen bilesin ki o kapıdandır. O zaman işin rengi değişir. Onların
önünde senin, o Hümam'ın evine gitmen, kendini onlardan sayman hatadır. Sana, o Şeref
dedikleri adamı da kendini onlardan gösteresin diye gönderdiler. O sesi Ba-yezid anlarsa
yanlışlık olur. Bir şey olur ki ondan iki katı meydana gelir (Az şeyden çok şey çıkar). Nasıl ki
söylemiştim, eğer ben gidersem sen kendi evinde Kera hatundan başkalarına yüzünü
gösterirsen, beni bir daha göremezsin. Bugün bu şekli istiyorum. Nihayet diyorum ki; O,


imkânsız bir şeyi var etmek istiyor, ondan dolayı da imkânsızlaşmıştır o. Ben onun
olmayacağım kuvvetle ispat ederim. Bu şeyler acayiptir. Onlara yol var. Vaiz ve toplantılar
böyle olmaz. Şimdi önce bizim ayrılmamız bu Alaeddin'in yüzündendir. Nihayet onunla
başlamıştır ve onunla başlamış olmasına da şaşmamalıdır. Keski o bizim için tek âlim bir
düşman olaydı. Efendi! Bizim için hiç bir emir ve nehiy söz konusu değildir. Bize onun ne
dostluğu, ne de düşmanlığı gerek. Biz ondan hırka giymişiz ve ona yüzlerce secde ediyoruz.
Her gün bizim dostluğumuzu, düşmanlığımızı bırakmamızı söyler, istiyorum ki onu
defedeyim de tekrar kendime çekeyim. Ama ne soğuk! Sanki Abdulaziz'in buzluğu. Vallah ki,
bu saatte yola çıkmak güçtür ama ister istemez bu olacaktır. O (Saroz) hatıra geliyor.
Bana o kadar ağrılar musallat oldu ki iki seneden beridir o yol yorgunluğu benden gitmedi.
Yolculuk ettim, tekrar geldim öyle ağrılar çektim ki, bu Konya'yı altınla doldursalardı o
zahmetlere karşılık olmazdı. Ancak senin sevgin üstün geldi. Bir çocuk için bir Allah adamını
terk etmek mümkün olmadı. Bütün bu sözler önceden de söylenmiştir. Ancak şu saatte de
konuşmak istiyorum.
(M. 149) Eğer bu üzüntünün uğursuzluğu olmasaydı, belki bizi uyuştururlardı. Ama biz nasıl
bir araya gelebiliriz? Ancak o gitmek kararındadır. Dedim ki, keski oraya gitmiyeydim, yahut
söylenenleri işitme-seydim. Ama bunun ne faydası olacaktı? Oraya gittikten sonra, dedi.
Yani demek istiyor ki, ha bugün ha yarın, ne farkı olurdu? Diyelim ki, bir kimse başka bir
kimseye bir iyilikte bulunmuştur. Acaba karanlıkta yapılan iyilik kimin içindir? îyi yapılmış, bir
işi bir soğuk nefesli uğursuz, bir üfürükle bozar; altüst eder. Onlar da, kendi aralarında
birbirleriyle açaba ne yapalım diye konuşurlar. Ona, ne tedbir düşünelim, derler. Bu onlara
pek soğuk geldi.
Sen babasın, onların edeplerini takınmaları için tehdit edemiyorsun. Aynüddevle ana
çocuğudur, öylesine aldatıcı ve onun gibi yüzsüz bir kâfirdir. Nizameddin'e hiç benzemez.
Billâh darılma da, sana hoş bir söz söyleyeyim, dinle. Seninle söz konuşulabilir. Ama uzun
zamandan beri dinliyemediğin için sözler araya karışıp gidiyor.
Yolculuk, bana çok zor geliyor. Bu sefer gidersem sakın geçen seferki gibi yapma! Şimdi ne
yolculuğa çıkabilirim ne de Aksaray'a gidebilirim. Ancak gerekirse, burada bana zahmet
vermeyecek br köşeye çekilir otururum. İki yıldan beri yolculuğa tahammülüm yok. Çektiğim
ıstıraplardan yıldım. Ancak üstü örtülü konuşmalar, uygun dostlar toplantısı olmazsa, bu
sefer yola çıkarsam önce yaptığın gibi karşı durma! Yaptığım işlere karşı aksi davranışta
bulunma! O yine, birlikte olalım diye tövbe eder bir arada oturmak ister, yahut anlamaz da
başka şekilde yorumlarsa ve benim söylediğim gibi yaparsa onlardan her biri birer melek
gibi olurlar. Nihayet ben biliyorum, beni bilgin olarak tanıyorsun, ilim adamı biliyorsun. Nasıl
olur da bunu söylemek istemem! Bu saatte bu sözler söylenmiştir. Ancak şimdi daha başka
bir öğüt vermeye de çalışacağım. O da muamele yönündendir. Yavaş yavaş anlatırsam bu
işe engel olmaz. Başka işlere engel olsa bile gerektir ki bu, işe uygun düşsün.
İş adamı, işini sıkı tutmalıdır. «Şarap içmeye yol var mıdır?» diye sordular. «İçme!» dedi.
Allah Mevlânâ'ya uzun ömürler versin; o kadar uzun ömürler versin ki, sonsuz ve ebedi
anlamına gelen uzun ve mutlu bir yaşantı olsun onun hayatı.


(M.150) Zincirde bile olsan dostluk et. öylesine ki, Hazreti Süleyman'ı sağ bil. Onun aşkı
kabarınca, bir an iyi ettin der, sonra kendinden geçer. Ona sevgi veren kimdir? Eğer aşk
yolunda ilerlersen, ruh âleminden koku almaya başlarsın, Hak âlemine erersin. Birer birer
müridlere uğradım, henüz şehirde su içmemiştim, henüz dinlenmemiştim. Yukarıya çıktım,
ama sanma ki, hepsinin hücresine uğradım. Sonra geri döndüm, eski pazara uğradım.
Geldiğim zaman hepsi burada, sabah namazında idi. Bu imkânsızdır. Evi böyle biliyorsun.
Allah ne işler yapar! Allahtan başka ilâh yoktur, dedim. Nihayet hepsi birden nereye gittiler?
Bir adam iyi yumruk vuruyordu, başkaları da vuruyorlardı. Bir Yahudi bile olsaydı böyle
yapardı. Bugün Allah kazası birini yere vurdu. Bu belâ asla onun biçareliğinden dolayı
başına gelmemişti. Belki de o, asla kavga ve savaş görmemişti. Sıçradı kalktı, başka birinin
boğazını sıktı, «Bunu öldürmek istiyorum,» dedi. «Ama niçin?» dediler. «O sana ne yaptı?
Sen bütün cihanı mı öldüreceksin? Seni herkes mi dövdü ki bu adama saldırdın? Bu
biçareyi mi buldun onu niçin öldüreceksin?» dediler. «Hayır,» dedi, «Elbette onu
öldüreceğim, ben niçin bütün ömrümde birini dövmeyeyim, onu öldürmeyeyim?» Padişaha
gittiler, «Onu hazine tarafına götürün,» dedi. Şimdi yüz dinar al da bu adamı bırak dediler.
«Hayır,» dedi, «İnsan azasından her biri bin dinar değer. Onun kaç azası varsa o kadar
isterim.»
Adamın birini pazara götürdüler, kendine birşeyler al, hem de teklifsizcesine, keyfine göre al
dediler. İnsanın iki sıfatı vardır. Biri niyaz yani yalvarma ve isteme, öteki de tok gözlülüktür.
Sen niyazsızlıktan, tok gözlülükten ne beklersin? Talib'in, sevgiliyi ve doğru yolu arayanın
son arzusu nedir? Matlup yani sevgili. O halde sevgilinin son arzusu nedir? Talip, yani âşık.
Şeyh Muhammed bir kâfire, onun için, «Kıble taratma secde et, sözü doğru söyle!» dedi.
Kâfir ona şu cevabı verdi: «Benim kıblem sensin. Ama senin kim olduğunu ben söylersem
beni inkâr edersin. Sonra ben Müslüman olurum, sen kâfir olursun.» Müslüman kâfiri aradı,
ama kâfir nerede? Bulayım da ona secde edeyim, ona yüzlerce öpücük vereyim. Şimdi sen
söyle, ben kâfirim diye açık konuş, öpücükleri sana da sunayım.
Cehennemlik nerede? Acaba sonunda cehennem mi sonsuz kalacak, yoksa cennet mi? O
halde nerede cehennemlik kul? Bütün âlemde tek cehennemlik (M. 151) yoktur. Bunların
cehennemi, cennettir. Beni tanımaz! Şu âlemde öyle ise kime taparlar?
Şimdi söyle. Ben geçen kış yine senin yüzünden ne sıkıntılar çektim. «Bu evde, hoş
değildirler,» diyorum. «Delil göster!» diyorsun bana. Benden delil isti-yenler Haktan
istesinler. Haktan delil isterlerse benim gönlüm hoştur. Asıl erlik, başkalarının gönlünü hoş
etmektir. Yalnız nefsini düşünende ne erlik olabilir? Er odur ki, sayesinde kölesinin gönlü hoş
olur. Başkalarının gamını çekmek Allah işidir.
O dedi bi: Şemseddin'den bize bir gönül hoşluğu yoktur. Halbuki benden bir Mecusî bile
gönül hoşluğu istese, onu bulur. Neşe ve mutluluk görür. Yeter ki beni incitmeden, acı sözler
konuşmadan bunu istesin. Eğer bir keşiş bir Müslümam öldürse de Medreseye sığınsa,
kendi yardımcılarından kaçmış, sana gelmiş ve sana gizlice, «Aman beni kurtar!» demiştir.
Müslüman, Müslümanı öldürünce o cezadan kurtulamaz. Ama eğer sen o keşişin
yalvarışına karşı aman vermezsen için burkulur. Üzülürsün. (Bu satırlardan sonra gelen
yarım sayfalık Farsça metin, pek açık saçık küfürler ve bugünün anlayışına göre edep dışı,
öfkeli sözler ile dolu olduğu için çevirisinden vazgeçilmiştir. Okurlarımızdan özür dileriz (Ç.))
(M.152) Her Müslümana bir zındık, her zındığa da bir Müslüman gerektir. Müslümanlıkta ne


lezzet var? Lezzet küfürde! Çünkü Müslümanda hiç Müslümanlık yolunu bulamazsın. Ama
bakarsan, bir zındıktan Müslümanlık yolunu bulursun. Bu el kâfir elidir dersen, öpersin;
kâfirliği öpmüş olursun. Bu senin elin de Müslüman elidir dersin; onda Müslümanlığı öpmüş
olursun. Doğrusu, Hak kimin elinde ise o eli öpmektir.
Allahm! Birinin üç yüz dirhem parası var, elbisesi var ona vurma, onu biz tutuyoruz. Bu
adamın da eline bir dânecik geçse onu dağıtır, bu da Müslümanlık satmaktır. Bütün
ilimlerde benden daha üstün olan öyle bir önderi getirin ki, ona yüz kere secde edeyim, bir
kere değil. Eğer ben onun hazır olduğu toplulukta mimbere gider de tek bir söz söylersem,
herkes bana güler. Ama ben size gülmem, edeple susarım. Ben çılgın mıyım? Her ne kadar
bunlardan söz açıyorum ama siz nasıl kabul ediyorsunuz? O mutlu yüze yüz bin kere rahmet
olsun! Allah bana onu öpmek fırsatını versin ve beni ona lâyık kılsın.
Şeyh Muhammed Allahyı arıyordu, Allah adamıydı. Benimle görüşmek dileğinde
bulunurmuş, ama görüşemedi. Ben de seninle buluşmak arzusunda idim. Bu, bana nasip
oldu. Şu halde senin merteben nerede kalır?
Evet, dedi ki: Ben, bir gün atımı feda edeyim. ilâç içmek için sen o bir dirhem parayı veriyor
ve onunla birlikte yürüyordun. Halbuki sen âlimsin, para sarfediyordun. «Neden, niçin?»
dedim. Çünkü o öyle bir adamdı ki, «Hayır, sen benim konuşma tarzımı anlamıyorsun.»
Mademki vezir senin uşağındır, Adalet Bakanı kaç paralık adamdır! Bu Sultan sana köle
olmuştur.  Diyordum ki:  Hocendî'nin vaızına gideyim, onun mescidine uğrayayım. Ama
gönlüm dedi ki:  Gitme!  O yerinde
yoktur. Sonra gideyim de Ulu Camide oturayım, dedim. Her kim konuşursa söyle, söyle!
diyeyim. İkinci büyük kapıya vardım, tekrar geri döndüm. Garip bir şey oldu. Hacının vaizi
onun vaızın-dan daha iyidir, o zahir yönünden konuşur, halk onun öğütlerini tutarsa, binlerce
faydasını görür, dedim. Dinledim. (M. 153) Hacının vaızında hayrette kaldım. Bu kimdir ki
konuşuyor? Kimseyi göremiyorum. Ye, iç bir işe sarıl. Yazamıyorsan bari bir kalem kes!
Onu da yapamıyorsan, bir kalem cızırdat. Her üçü de hoşa giden bir yemek gibidir. Biz
hangisiyle uğraşsak. öteki işi bırakmış oluruz. Her üçü ile uğraşmak ancak vaizlerin işidir.
Onların himmeti başkadır. Gayret yönünden yersizdir.
Soylu bir edebiyatçı bir Şehzade ile iki ay meşgul oldu, ona güzellikle söyledi, sert konuştu
ama hiç bir etkisi olmadı. O hep kendi sazını çalıyor, oyuncakları ile eğleniyordu, îki ay
sonra Padişah geldi oğlunu görmek istedi, içeriye girince bir de ne görsün, oğlan başına bir
peçe örtmüş oyuncakları ile meşgul, öğretmen de haylaz öğrencisinin elinde âciz kalmış,
sarığım onun başına örtü yapmış yanına oturmuştu.
Padişah, «Öğretmen nerede?» diye sordu. Peçenin altından gelen bir kadın sesi «Benim»
dedi. Padişah; «Bu ne hal?» deyince öğretmen, «İki aydanberi hep onu kendi rengimle
boyamaya, kendime benzetmeye uğraştım, başaramadım. Şimdi ben onun rengine
boyandım, artık kendimi ona uydurmaya mecbur kaldım,» dedi. Ama öğretmen yine erkekti,
ona ne ziyanı var? Mutluluk başgösterince sırasında vezir, padişaha, «Bu iş bu milletin işi
değildir,» diyebilir. Sen şu ileri yaşta genç kuşaklara nasıl vaizlik yapabilirsin ki onun vaiz
kürsüsünün altında oturuyorsun.
Çulhanın biri vezirin makamına gitti uzakta edeple oturdu. Vezir sordu, «Nasılsın? Boş
şeyler mi düşünüyorsun?» Çulha, «Ne yapayım,» dedi. «Allah rızası için sizin ululuğunuza
güvenerek geldim. Ama bunun Allah rızası için olması işin zor tarafıdır.» Sonra vezir onu çok


uzaktan görünce hemen Padişaha haber saldı, Padişah tahtından indi. Bu da yine Allah
rızası içindi. Nihayet iki yıl sonra, «Yarın gel de babana bir vaiz et,» dedi. Vaiz etti. Hayrette
kaldılar. Dedi ki: «Nihayet üç kere tekrarladım öğrendim.» öğretmen dedi ki: «Ben sana
onun kulağında bin tayla-san var dememiş miydim?» Onun mimberi altında oturmuşlardı.
Yedi yüze yakın Peygamber hadisi anlattı. Sonra İmamlardan soruyordu: Böyle bir hadis
biliyor musunuz? (M. 154) Bundan sonra sizinle benim aramda söz yoktur. Kör gibi hep
benim sözlerimi dinlediniz. Bunlar hep benim sözlerimdi, siz bu bir hadistir sandınız. Siz bunu
nasıl söylüyorsunuz ki sen bize çok iyi bir efendisin ama biz sana karşı kötü kuluz. Güzel
efendilik yönünden bizim kötü kulluğumuza karşı bizi esirge!
Nara atan sarhoşa, az iç! diyorsun. Ey ham sofu! Su aşağı doğru akıyor. Fikir yürütenler bir
dem içindedirler. Amber kokulu sağlam pabucu onun önüne bıraktım. Ansızın parmağım
ayağına .değdi. Ateşte kızmış bir kızıl demir gibi olmuştu.
Beyit:
Çok damlacıklar, çiy danelerl gördüm,
Ben onda Samîrî ile danası gibi kaldım.
«Dünya bir oyuncaktır,» dedi. Bugün eğer onunla geçinemiyorsan bari yapma, açıktan
gösterme bunu, beddua etme. Allahya ısmarlayıp onu inciltme. Çünkü o görünüşte her şeye
katlanır gibi gösterir ama içinden Allaha havale eder. Öyle olur ki bizim nefesimizi keserler,
ağzımızı tıkarlar; yahut bu gece aralarında konuşur belki de öldürürler. O dedi ki, «Ben
sığınacak yerimi gördüm. O geniş yolda kandan başka saldırganlığa karşı cesaretli oldum.
Onun düşmanı gibi ve yeşil toprak oldum.»
Her gezegenin, öteki gezegene kavuşmasından bir Burç doğar. Erkeğin kadınla
birleşmesinden nasıl insan doğarsa, elbise ile insan bedeninde nasıl sıcaklık olursa, iki
birleşmeden de bir şey meydana gelir. Yaydan kirişi çıkarırsanız ne 'iş görür? Ancak onun
kulağını bükerlerse o zaman yaralar. Söz ağızdan çıkar hiç bir iş ve muamele yoktur ki, o
«Ben yoksulların yoksulu, düşkünlerin düşkünüyüm Allah benim nefsimi sizden iyi bilir?»
demesin. Bir kimse sana bu sözü söylerse sen de ona söyle ki, «O sensin kıskançsın,
kıskançlıktan dolayı da böyle coşuyorsun. Sen kendine de haset ediyorsun.» îşte her kim
sana bu türlü söz söylerse, de ki: «O sen değil misin? Sen o yılanın başısın!»
Biri sordu: «İblis kimdir?» «İblis sensin!» dedim. Eğer Cebrail kimdir diye sorsaydı, o sensin
derdim. Her kim sana, falan kişi seni övdü derse, de ki, «Hayır beni sen övüyorsun da onu
bahane ediyorsun.» Ona söyle sen onun sözünden ne
anlaşıldığını nereden bileceksin? Gel de o sözü kendisinden soralım, görelim ne demiştir.
Ben bir söz söylersem başka manada söylerim. Onun manası nedir acaba ne maksatla
söylemiştir?
(M. 155) Kera Hatun bile kıskançtır, Mevlânâ da kıskançtır. Ama insanı cennete götüren o
kıskançlıktır. Bütün gün benim konuşmalarım da bu kıskançlık üzerinedir. Ama ötekinin
kıskançlığı onu cehenneme götürür. Ben bir hizmet görüyorum, ondan dolayı da bana
kıskançlık ediyorsun ki ondan vazgeçeyim, geri durayım.
Efendi ev sizindir. Siz gitmeyin, ben gider ve size Kaf dağı gibi teşekkürlerimi sunarım.
Mevlânâ'nın sohbetinden, onun şerefini omuzlarımda taşıdığım halde ayrılayım, tekrar
teşekkürler sunayım, özgür kalayım. Bendeki ahmaklık öyle bir kerteye geldi ki. Eğer Musa
Aleyhisselâm gelse de, «Benim dilediğim o ümmeti bana göster,» deseydi, ona «îşte


budur!» diye gösterirdim.
Kendi kendime adakta bulundum. Eğer bu durumdan kurtulursam gizli, aşikâr neyim varsa
sadaka vereyim. Şimdi ey düşmanlar bana bir hile yapamıya-caksınız! Bana kuracağınız
tuzakla şu Kaf dağını kaldırıp omuzlarıma yükleseniz, buna bir kat daha ekle-seniz ve
bunları hiç kaldırmasanız bile yine benim için bir can rahatlığı olacaktır.
Ömrümüzü hep kadın sevgisi oyunları ile geçirdik. Allah kitabını arkamıza attık. O ilâhî
kitabın hesabını nasıl vereceğiz. İnsan olan kimse de o kitabın âyetidir. O âyet içinde
âyetler vardır.
Yahudinin biri bazı Kuran âyetlerini ezberlerdi, Bağdat'ta kadılık yapıyordu. Yıllarca yer
altında bir takım adamlar, silâhlı kişiler gizlemişti. Halife bu hali haber aldı ve onu yakalattı.
Kadılık, ilim, fetva ve Kuran hepsi o Yahudideydi. Ama o ancak sahtekâr bir köpekti.
Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır derler. Kadir gecesi «İnnâ Enzelnâ» sûresinde bir kaç
âyette işaret buyurulmuştur. O bin aydan hayırlıdır. Ayın on dördüncü gecesinden daha
aydındır. Ama aylar arasında gizlenmiştir. Çok parlak olduğu için gizlenmiştir o Kadir gecesi.
Gerçi diğer bir âyette, «Vah ne yazık ki Allah tarafına yönelmekte, ona yaklaşmakta tembel
davrandım!» buyurulmuştur. Halbuki, öylesine zaman ve mekândan uzak, öylesine yönsüz ve
tarafsızdır ki! Ama zamanı gelmeyince ne yapar. Ben hoşum, nasıl hoş olmıyayım. Şimdiye
kadar beni hiç kimse inkâr etmedi ki, arkadan Allahya yakın yüz binlerce melek,
gerçeklemesin. Bana asla bir kimse cefa etmedi, kötü söz söylemedi ki, celâl ve ululuğu en
yüce olan Allah, o kötülüklere karşı beni binlerce defa öğmüş olmasın. Sonra benden
ayrılmıyan, bana yabancı kalmıyan bir kimse yoktur ki, ona ulu Allah (M. 156) binlerce
yakınlık göstermiş olmasın. Her kime öğüt yoluyla bir söz söyledimse bana o sözün
karşılığını verdi. Yüz bin gerçek Allah eriyle Hakka yakın erenlerin canları önüme gelip baş
koydular, beni kutladılar.
Bana «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadis biraz garip geliyor. Ben zindan
görmedim. Ancak hep gönül hoşluğu ve saygı gördüm. Hep devlete kondum. Bir kâfir elime
su dökseydi Allah onu yarlı-gar, makbul kişilerden olurdu. Ben niçin kendimi o kadar aşağılık
göreyim? Bir kaç kere kendimi tanıdım. Aman ne izzet, ne ululuk var bende. Ben sanki bir
inciyim, pislik içine düşmüş bir mücevher gibiyim. Şimdi sanıyorum ki o durumdan kurtuldum.
Ama hayır bir Müslüman kardeşinin elini sıkıyorsun kımıldandıkca günahların dökülüyor; o
halde şimdi durmadan kımıldanmak, hareket etmek gerekiyor. «Ey Müslümanlar: Harekete
geçin, kımıldayın ki biz de kımıldanalım...»
Hayır bu yanlış değil, Allah da böyle buyurdu. Her dilden türlü türlü hüner ve marifetleri
benim elime verdi. Parmağını kulağına kadar kaldırdı. «Allah'tan başka Allah yoktur» dedi.
Ben sana ne dedim, ben o gün gider bir nargile içerim, sonra cübbe giyer ve bunu mendile
koyanm. Seni bağda çağırıyorlar niçin acaba! Gel de kulağına söyliyeyim.
Şiir:
Nedir bu kanlı yaşlar, neden? diyorsun bana.
Mademki soruyorsun, gel anlatayım sana!
Şimdi anladın mı? Bunu hep senin için soyuyorum. Olmıya ki kimse işitsin, senin için
söylediğimi anlasın zamane fenadır.
Bir delikanlı vardı, ona Zeynep hikâyesini sonuna kadar anlattım. Onun işine çok önem
vermiştim, îstiyordu ki bir kaç gün orada, o sözü sonuna kadar tekrarlasın dursun. Anladım,


«hayır» dedim. «O halde bütün bunları senin için söylediğime neden inandın da anlamak
istemiyorsun,» dedi. «Evet,» dedim, «Anladım. Tekrar söyle» dedi. «Onu Mevlânâ'ya
söyliyeyim de sana tekrarlasın» dedim.
(M. 157) Ama niçin benim sana anlattığım bir şeyi tekrar Mevlânâ'ya söylüyorsun? Niçin
tekrarlıyorsun ona? Diyelim ki siz bunu benden dinlediniz ama başkalarının bunu sizden nasıl
dinliyeceklerine güvenebilir miyim? «Allahnın mağfiretine uğramış bir kimse ile birlikte yemek
yiyen de yarlıganmış olur,» buyurulmuştur. Ama bundan anlaşılan ekmek ve yemek değildir,
bu onun yediği manevî gıdadan yiyenler demektir. Yoksa binlerce münafık ve Yahudi,
Hazreti Peygamberle birlikte yemek yemedi mi?
«Allah arş üzerinde hüküm sürmektedir,» anlamındaki âyetin yorumunda ne demişlerdir?
Bunun açık anlamından başka çeşitli tefsirciler türlü yorumlar yapmışlardır. «Bir adam Irak'a
hakim oldu,» sözü de buna benzer. Bu sözü de Eş'ariye mezhebinin kurucusu Ebül-Hasan
söylemiştir. Onun sözüne karşı bir araştırma yapmadan böylece inanmak gerekir mi? Bu
sözden ne anlaşılıyor? Bu tâhâ sözü üzerinde de neler söylenmemiştir. Tefsirde
açıklandığına göre tâhâ, Mu-hammed'in (S. A.) ismidir, yahut «Ey insan!» anlamına gelir.
Noktalı, hareketli harfler, hele astronomların rakamları ta harfinde aşikâr imiş, bugün
bilinmektedir ki, bunun yorumunu Levhi-Mahfuz'dan okumak gerekiyor ve o Levh üzerindedir.
Allah rahmet etsin Ahmed-i Gazali ile iki kardeşi temiz bir soydan id'iler. Her biri kendi bilim
dallarında eşsiz kişilerdendi. Muhammed-i Gazâlî özellikle türlü ilimlerde eşsizdi. Yazdığı
eserler güneşten dahr parlaktır. Bunu Mevlânâ'da bilir. Kardeş1! Ahmed-ı Gazâlî Allahsal
bilgilerde, marifet ve irfan konusunda parmakla gösterilenlerin sultanı olmuştu. Kulağı iyi
işitmiyen fakih bile benim sözüme hayret eder. Her insan benim sözümü nasıl anlatabilir,
başkalarına nasıl aktarabilir?
Ulu Allahnın yüce zatına ant içerim ki Mevlânâ eğer benim sözümü başkalarına aktarmak
isterse benden daha iyi aktarır. Bunu daha güzel nükteler ve manalarla süsler. Ama
Mevlânâ yine de benim sözümü nakletmiş olmaz. Üçüncü kardeş Ömer-i Gazâlî'ye gelince,
o da zengin ve büyük bir ticaret adamıydı, hele cömertlikte, bağışta hiç kimse ona
yetişemezdi.
Muhammed-i Gazâlî'ye birisi dedi ki şu senin kardeşin Ahmed hakkında diyorlar ki, o söz
söylüyor ama hiç bir bilgiden haberi yok. Muhammed Gazâlî de Zahire adlı kitabını
kardeşine gönderdi ve götüren adama tembih etti, «Git, edeple yanına gir, her ne harekette
bulunursa dikkat et. Gülümseme, (M. 158) baş ve el hareketleri gibi her ne yaparsa gözden
kaçırma! Gözün onun gözüne baktığı anda çok dikkatli ol, onun bütün tavır ve hareketlerini
izlemiye çalış, ayak parmaklarına varıncaya kadar dikkat et.»
Kitabı getiren adam içeri girince, gördü ki o, tekkesinde neşeli bir halde oturuyor. Ansızın
gözü gözüne ilişince üstad tebessüm etti, sordu: «Bize kitaplar mı getirdin?» Adamın
vücuduna bir titreme geldi. Sonra söze başladı, üstad diyordu ki: «Ben ümmîyim. Ama
ümmî başka a'mî başkadır. O a'mî yani kara cahil, aslında kördür. Ümmî ise yazı
yazmayandır.» Sonra, «Pekâlâ,» dedi. «Şimdi sen oku o kitabı ki, ben dinliyeyim.» Gelen
adamcağız titriye titriye kitabın her yerinden birşeyler okudu, «O halde o kitabın başına
şimdi sana inşad edeceğim şu beyti yaz» dedi.
Beyit:
Zahire neme lâzım, kitabı nideyim ben,


Yârın dudağı varken, şarabı nideyim ben.
İblis bir bahane, Adem nişanedir, iblis, karanlık, Adem ışıktır. İblis alçak, Adem yüksektir.
Şu tarzda konuşuyordum. Dün hem kendi kendime söyleniyor, hem de hendeğin çevresini
dolaşıyordum. Sözün sonu gelmiş, yenilgiye uğramıştım sanki. Sözün altında kalmıştım.
Yenilginin verdiği güçsüzlükle ne yapayım diyordum. Eğer mimberde de söz bana böyle
üstün gelir beni yıkarsa artık mimbere çıkmam. Efendi yalan gerekse yalan söyleyeyim, vaiz
etmiyorum ki.
Söz benim içimdedir. Her kim benden söz dinlemek isterse, benim iç âlemime gelir, ancak
orada bir kapıcı oturmuştur. (Ona baş vurur.)
Korkak bir köylü, bir çok korkusuz ve cesur kimselerle dost oldu. O korkusuzluk ve
teklifsizlik dolayısiyle de dostlarının hiç birisi ona, sen kimsin? diye sormadı. Ben kimim
demesine de fırsat vermiyordu. Nihayet biri ben falan oğlu falanın dostuyum diye geldi,
öylesine bir vuruş vurdu ki, onu iki parça etti.
Ben bilmiyorum. Bunlardan bir şikâyet hikâyesi anlatırlar. Emire derler ki: «O adam şöyle
böyle yaptı.» Emir görmeden bu olaya el koymak istemez. Çünkü kapıcı çok sevdiği bir
kişidir. Olayı önce ona getirirler, onun huzuruna çıkarır ve derler ki: «Bu olay nedir? Bir
bakıver.» Kapıcı der ki: Ben bakıyorum ama okuyamıyorum. (M. 159) O zaten gereksiz bir
iş yapmaz sonra halvete çekilince kapıcıya sorarlar: «Niçin böyle yaptın?» Nihayet, «O bir
dost idi bana bir daha yapmam diye söz verdi, gitti çok edepli ve niyazlı bir halde gitti,» der.
Şimdi bu adam bundan sonra o kapıcıdan vazgeçer mi? Evet başka kapılar, başka kapıcılar
da vardır, yol üzerinde başkaları da vardır. Ama o başkadır.
Uzun süren işler gönül âlemine dayanınca, onu gönül âlemine götürürler, îçinde bir sır
saklayan adamı sarhoş ederler ki, o sırrı açıklasın, sarhoşlukla her şeyi anlatsın diye. Ama
gerektir ki, onu dinleyen kimse, o sarhoş sözleri arasındaki açıklamalardan hangisinin sır
olduğunu anlayabilsin. Hiç söylememiş olduğum ufak tefek şeyler var ki, bu sözlerden
bazdan ağzından kaçmış, tekrar üstü örtülmüştür. Mevlânâ Allah nuruyla yazar, bir şey
bulur yahut bulmaz. Bunu gözden geçirelim ki, anlaşılsın. Görüyorsun ki, ben hep, Allah beni
tasarruf ehli kılsın diye düşündüm. Halimi düzeltsin de, her şeye açık bir gözle bakayım,
dedim. O namaz kılan kişiyi de böylece göre-miyordum. Allanın verdiği o tasarruf (bazen)
kalmıyor, bende bir öfke baş gösteriyor, yokluktan tekrar varlığa dönüyorum. Bu işe şaşıyor
ve kendime gülüyorum. Bu değişik haller içinde düşünmek gerekiyor. Çünkü garip şeyler
görüyorsun, bir an içinde hal böyle iken bir müddet sonra şöyle oluyor. Gözünü yukarı
çevirinceye kadar durum böyle iken, aşaği bakınca-ya kadar, şöyle oluyor.
insanoğlu bütün geçici varlıklardan ve yaratıklardan üstündür. Çünkü onun görüşü, bütün
arşı, kürsüyü, yerleri ve gökleri ve her ikisi arasında bulunan yaratıkları kapsayan bir
genişliktedir. Allahya ait sıfatlara ortak olan bu yaratığın görüşü, bütün görüşlerden daha
yücedir. Ne gariptir ki, ulu Allah, bütün sıfatları ile bu yaratıktan belirir. «Nerde olsanız, o
sizinle beraberdir,» mealindeki âyetin hikmeti anlaşılır. Nasıl ki bu basiret, görüş sayesinde
Allah herkese bir yön, bir alan göstermiştir. Başka tarafı görmesinler ve sapmasınlar diye.
Birine kuyumculukta uzmanlık yolunu göstermiştir. Ötekine mücevhercilik ve kimya ilminin
inceliklerini, sihir, bahane, büyücülük fenle-rini öğretmiştir. Bir başkası mantık, tartışma
yolunda uğraşır; fıkıh, usul bilir. Daha başkaları öteki âlemin rahat ve sefası ile dolu olarak
nuru ve Allahyı görür. Biri de şehvet, güzellik, aşk ile uğraşır, güldürü edebiyatı ile


maskaralıktan hoşlanır. Yine başka biri de melekleri, hurileri, arşı ve kürsüyü bilir; bunlardan
zevk alır. (M. 160) Bunlardan her birine bu köşke bir görüntü penceresi açılmıştır, âlemi
başka bir balkondan seyretmektedir. Bunun halinden ötekinin haberi yoktur, öteki de
berikinin halinden ve isinden anlamaz.
Yüz binlerce, sonsuz sayıda canlı varlıklar, hayvanlar, böcekler, melekler ve başkaları için
balkonlar açılmıştır. Tabip, astronom, bunlardan başka her kim daha yüksekten yürürse,
daha çok balkonların açıldığını görür.
O, ünlü kişilerden değildi, ama Ahmed-i Gazali' nin çetin bir işi vardı ki hep kendisine perde
oluyordu. Hiç kimseye karşı o perde kalkmıyordu. O kendi kendine çok yiğitlik etti.
Bir insan ki, gözünü göklere çevirse de melekler tarafına baksa, âyetteki, «Onu yerle bir
etti,» anlamındaki hikmeti ve, «Gök yarıldığı zaman,» anlamına gelen öteki âyetin ilâhî
kavramını görür ve okurdu. Öylesine gizli çileler çekiyordu ki, halk hiç anlayamı-yordu. Ama
onun bu çile ve riyazatlarından her ne anlatırlarsa hepsi de yalandır. Çünkü o, bu çile ve
halvetlerde hiç oturmamıştır. O bir bidattir, sonradan uydurulmuş bir âdettir. Muhammed (S.
A.) dininde böyle bir şey yoktur. Hazreti Peygamber (S. A.) çilede oturmadı.
Musa kıssasında: «Biz Musa'ya söz verdik,» diye başlayan âyetteki hikmeti oku ve düşün.
Bu kör gözlüler, Musa'nın bu kadar yücelikle, Allah yakınlığı ile beraber, «Yarabbi beni
Muhammed ümmetinden kıl!» diye yalvardığını göremezler, anlayamazlar. Bu «Ulu Allahm
beni cemalini gören kullarından et!» demek-tif. Bu sözün inceliği buradadır. Yoksa Musa'nın
dileği, senin benim dileklerim gibi olsaydı sopası koltuğunda geçer giderdi. Maksat ya bu sır
idi, ya öteki. Bu, hem de Musa'yı (hâşâ) ayıplama ve tartışma yeri oldu ama, Allah cemalini
görecek ümmetler arasında tek ümmet Hazreti Muhammed'in ümmeti olduğunu Musa
Peygamber biliyordu.
Ahmed-i Gazâlî, sözü geçen perdenin kaldırılması için uğraşırken ona bir ses geldi, yahut
gönlünde bir ilham ışığı parladı. «Senin gözündeki perdeyi Zengan-lı şeyh kaldıracaktır,»
denildi. Gazâlî hemen kalktı ve gitti gider gitmez de aynı günde hocanın ziyaretine uğradı.
Onu semâ ederken buldu ve o semâ sırasında artık isteği yerini bulmuştu. Oradan Tebriz'e
geldi. Tebriz'liler hep bir ağızdan, «Bu adam, filan güzel delikanlıyı görmek için gelmiştir,»
dediler. Bir kocakarıya para vererek onun geçeceği yol üzerinde oturmasını, gayet gamlı ve
kederli bir eda ile onu karşılamasını tembih ettiler. Ahmed-i Gazâlî, kadını bu halde görünce
sordu: «Sana ne oldu ki böyle içlendin?» Kadın şu cevabı verdi: «Ben nasıl üzülmeyeyim ki!
Ciğerimin köşesi, gözümün nuru bir oğlum vardı, sizlere ömür öldü de ona ağlıyorum.»
Gazâlî sordu, «Öldü mü?» Kadın, «Evet,» dedi, «Öldü.» Gazâlî yol arkadaşlarına dönerek,
«Ey kervan arkadaşları!» dedi, «Bana burada bir saat kadar müsaade eder misiniz? Aşağı
inin de biraz bekleyin. Şu kadın acaba doğru mu söylüyor? Bunu bir araştırayım!»
Arkadaşları, «Hay hay!» dediler, atlarından indiler bir saat kadar başını önüne eğdi. Ertesi
günü güneş doğuncaya kadar murakabede kaldı. Nihayet, «Bu kadın yalan söylüyor,» dedi,
«Çünkü Adem Peygamber zamanından bu saate kadar kalıbından ayrılmış ve dünyadan
göçmüş olan yaratıkların ruhlarını yokladım. Bu kadının çocuğunun ruhu bunlar arasında
yoktur. Artık yürüyün!» Tebriz'e geldiği zaman yine bütün şehir halkı birbirine geçti.
Söylemesi hoş değil ama, Ahmed'in güzel yüzlere karşı aşırı bir tutkunluğu vardı. Ama
şehvet yönünden değil. Çünkü onun gördüğü şeyleri başkalarının gözü göremiyordu. Onu
parça parça etseler bir şehvet zerresi bile yoktu kendisinde. Davranışlarını bazı kimse ler


hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı. Tebriz'de bulunduğu sıralarda bir kişi
vardı ki, onu yüz kere beğenip gerçekledikten sonra, tekrar yüz kere de inkâr ediyordu.
Nihayet bir gün işi Tebriz Atabey'ine anlattılar. «Bize inanın yoksa buyurun hamam
penceresinden onun halini bir görün,» dediler. Ahmed, hamam penceresinin önünde uyumuş,
ayakları oğlancığın kucağında, mangala ödağacı ve amber kokuları serpmişler her taraf
tütsü içinde. Atabey bir aralık geldi, hamam penceresinden ve külhanın bif kenarından
içeriye gizlice baktı. Hoşnutsuzlukla geri döneceği sırada içeriden bir ses yükseldi: «Ey Türk
yavrusu! içeriyi tamam gör de ondan sonra git!» Atabey hemen geri dönüp bir daha içeriye
baktı, bir de ne görsün, Şeyh, bir ayağını kaldırmış ateş dolu mangalın içinde duruyor. Bu
hali gören Atabey şaşırdı; ilk defa yanlış gördüğünden dolayı özür diledi hayretle ağlayarak
geri döndü.
Onun bir de âlim, erdemli, her fenne âşinâ ve müderrislik yapan bir müridi vardı. Bu adam,
Şeyhin kulu kölesi olmuştu. Bu güzel çocuk konusunda kaç 'kere onu hoş görmüş, sonra
inkâr etmişti. Çok kere şeyhin atının dizginlerini omuzuna alır, önü sıra yaya yürürdü.
Oğlancık ise, Şeyhin terki bağına yapışmış yürürlerken yolda, Şeyh çocukla bir şeyler
konuşur, gizli işaretler yapardı. Müderris, dizginler boynunda eve gelmeden onu on kere
inkâr eder, dizginleri boynundan atıp kaçmak ister. Sonra tekrar, Şeyhin kerametine
inanırdı. Başını açarak onun ayağına kapanmak kafasında düğümlenen vesvese ve
kuruntulardan kurtulmak için çare arardı. Şeyh bu hali de biliyordu. (M. 162) O erdemli
müderris, Şeyhin elinde bir saat ağlayan sonra bir saat gülen oyuncak bir bebek gibiydi.
Bir gün Mevlânâ dervişlere nasihat verdi; onlara, bizim niteliklerimizden söz açtı. Dostlar, bu
sözlerden çok duygulandılar. Mevlânâ buyurdu ki siz: «Allah yüceliğini arttırsın! Hüdavent
Şemseddin-i Tebrizi'ye karşı ufacık bir hoşnutsuzluk ve cefa eseri gösterirseniz benim size
verdiğim öğütlerle, sizin aşırı duyarlığınız sizin için kapalı kalacaktır. Şeytan, kurt sizin bu
içten duygularınıza karşı gözlerinize kar sa-vuracak yani sizi yine şaşırtacaktır.» Dostlar
kendi kendilerine «Hayır!» dediler. «Gidelim ondan af dileyelim, suçumuzu bağışlasın artık
bundan sonra da Mevlânâ Şemseddin'e karşı terbiyesiz bir davranışta bulunmayalım.» Evin
kapısına kadar geldiler, ama içeriye girmeye yol bulamadılar. Bunun üzerine onların bütün
duyguları değişti. Yol vermeyişimizin sebebi şu idi: Ben kendi kendime diyordum ki, burası
domuz ağılı değil ki azıcık pişmanlık duyan, azıcık içi sıkılan herkes dışarı fırlasın da
buraya koşsun. Nihayet, o kadar yüceliği aşikâr olan Ahmed-i Gazâlî'ye karşı kötü
düşünenlerin yersiz düşüncelerini ve ayıplamalarını çürütmek için, kendisine kitap
gönderdiklerini, bir vakit bu kitaptan sözler nakledersen, hakkında yanlış düşünenlerin
ağızlarını bağlamış olursun, dedikleri için kardeşinin bile kendi tekkesine gelmesine yol
vermediği söylenir. Bir anlatışa göre yedi yıl, başka bir anlatışa göre de on beş yıl hep
seferde ve yolculukta dolaştı. İnkarcılara derdi ki, «Burası domuz ağılı mıdır ki başına bir
hal geldiği zaman buraya koşuyorsun?» Nihayet bu dostların hiçbirisinden bir şey
beklemiyorum. Önce sizden ilim öğrenmem. Belki o zaman benim sözlerimi anlar, güzel
güzel kendinizi niyaza hazırlarsınız. Siz kendi bilginizden, kendi hayalinizden dolayı benim
sözlerimi anlayamazsınız. Öyle değil. Nasıl ki bizim falan dostumuzu bizden sorarlar. O fakih
midir yoksa fakir mi? Dedi ki: «O hem fakihtir, hem de fakir.» «Ama nasıl olurki bütün
sözleri fıkıh konusundadır?» Cevap verdi ve dedi ki: «Onun fakirliği o soğuk davranışlı
insanların fakirliğine benzemez. Bunu o taifeye söylemek gerekmez. Ona bu halk ile


konuşmak yazık olur.»
Sözü ilim yolu ile söylerler, sırları da işaret yolu ile anlatırlar. (M. 163) Onun sözleri
söylenmiş olur", dünyalık söz olur. Mevlânâ bilir ki, bu şehirde büyüklerden biri vardır. O hep
bizi görmek arzusundadır*. Hem bugün, geceye kadar ona hükmedersem ondan bana o
kadar faydalı sohbet fırsatı erişir ki, sizden çok güçlü, bu mecliste oturanlardan çok olgun
kişidir. Bugün, mademki sizde ne ilim öğrenmek arzusu ne marifet dinlemek isteği, hattâ
dünyaya ait bir dilek vardır. O halde size her ne yapmanızı emredersem, yalnız sizin
faydalanmanız içindir.
Bir kişi sizinle dervişler sohbetinden söz açarsa, inançla onu dinleyin. Mademki dinlediniz,
türlü yollardan onu inkâra kalkışmayın ve mademki işittiniz, bu af dilemek resmî bir adettir,
hiç bir değeri yoktur. Bin türlü kötü sebeplerle bozulur. Abdesbin bozulduğu gibi karnından
çıkan yel gibi geçer gider. O zaman, «Yarabbi, nefsimize zulmettik, sinemizi temizledik
dersin!»
Bir gün, «Mevlânâ Şemseddin şunu oku!» diye bir Şeyhin risalesini getirdiler. Onu ezgi ile,
musiki makamiyle okurken alay yolu ile durak ve aksanlarını da ihmal etmiyordu ve diyordu
ki: «Ben bunları bilmem. (M.164) O ne yüce Mustafa ki, sefa kaynağında bütün hayallerden
uzaklaşmış, kendini bütün kuruntulardan kurtarmıştır.» Hayal hakkında aynı sözü üç kere
tekrarlıyor ve diyordu ki: «Ey hayal git benden! Eğer gitmezsen ben gideyim.»
O direk üstünde yürüyen ip cambazı, iki gözü bağlanmış ayaklarında takunyası, başında su
testisi, elinde dört parça eşya olduğu halde ip üzerinde ayaklarını gıcırdatarak ileri doğru
yürüyor, tekrar dönüyor, ansızın kendini aşağı atıyor, iki ayağı ve koltuğu ile ipi tutuyor,
sonra tek parmağı ile kendini asıyor, tekrar ip üzerine sıçrıyordu.
Öteki arkadaşı da şişmandı, ansızın aşağı düştü, arkadaşı ip üzerinde hep ona seslenir,
«Seni falan hocanın adına getirdim,» diye bir ağlama tuttururdu. Hemen sopaları, çarşafları
toparlar, bol bahşiş alırlardı. Bunlar cambazlığı deniz kıyısında öğrenirler, ipten düşerlerse
su içine düşerler. Bu suretle uzun çalışmalar sonunda usta birer cambaz olurlar. Ondan
sonra da karaya gelirlerdi. Yavaş yavaş sopalarını daha yükseklere çıkarır, ip üzerinde
durma ve yürüme usullerini öğrenirler. Nasıl ki hilâl dolunay oluncaya kadar, taştaki yağmur
yakut haline gelinceye kadar, denize yağan yağmur taneleri de inci oluncaya kadar sabır
gerekirse, bunlar da sabır ve çalışma ile uzman birer cambaz olurlardı.
Mısra:
Koruktan zamanla helva yaparlar.
Bana ne zaman söverlerse hoşuma gider, övdükleri zaman da üzüntü duyarım. Çünkü övme
öyle olmalıdır ki, arkasından sövme olmasın. Yoksa o övüş münafıklık olur. Nihayet münafık
kâfirden de beterdir. Âyette de işaret buyurulduğu gibi münafıklar cehennemin en derin
yerindedir. Kâfir dedi ki, «Bu sefer gel de beraberce Şam'a gidelim, güz gelir gelmez
gidelim.» Benim hiç ilgjm yok, bu müritler ahmak insanlardır. Her biri bir yıllık kazancını,
şunu al da git, diye bana verselerdi,Hümam da iki üç dirhem buna kalsaydı, on iki bin dirhem
tutardı. Ben gizlice haber gönderir, derdim ki: «Ey Mevlânâ, epeyce para toplandı kalk
gidelim!» Onu kaldırırdım. Onunla bir müddet hoş geçinir ve yine dönerdik. Bunu anlatırken
hatırıma meşhur vaiz hikâyesi geldi:
Vaizin biri, konuşmasının en hararetli bir yerinde mecliste bulunan cimri bir zengini harekete
geçirmek için, «Ey cemaat!» dedi. «Bana Allahsal bir ilham geldi. (M. 165) Bu saatte şurada


oturmuş olan bu efendinin güzel, ince ve şerefli hatırından geçiyor ki, gideyim, vaktin şu vaizi
olan bilginin başına Allah rızası 'için hemen şu makamda yüz dinar saçayım.» Cimri zengin
dedi ki: «Ey vaiz efendi! Size gelen o ilham sizin gönlünüzün sefasından, sizdeki iyi niyet
yönündendir. Ama Allahın yüz bin laneti benim hatırıma olsun ki, asla böyle bir şey
düşünmedim.» Bu böyle geçti... Bakalım herkes bu ırmaktan nasıl geçecek?
Şam Kadısı Hoy'lu Şemseddin'e eğer kendimi ver-scydim, ömrünün sonuna kadar işi
düzelecekti. Ancak ona hile yaptım o da o hileyi yuttu. Vay o güne ki ben hileye
başlamayayım! Zaten işim ne? Hileden başka ne yaparım? Allahnın da işi budur. Hile etmek.
Bugün gidelim diye bir at alırsam ne olur. «Gitmeni istemiyorum,» diyorsun. «Böyle olmaz.
Sana bir at alayım ama, yine burada kal, gitme.» Senin söylediğin bu söz bile bir hile ve
mekirdir. Benim işim yok. Müslümanlık, arzusuna karşı gelmek, nefsine uymaktır. Kâfirlik de
kendi keyfine uymaktır. Diyelim ki, biri imana gelmiştir. Bunun anlamı şudur: «Ben artık
arzularıma,  nefsime uymayacağım,  buna söz verdim.»  Bir başkası da,  «Bu  benim işim
değildir,» dedi,  «Ben  bunu
yapamam, ancak haraç verir, kendi keyfimce yaşarım.» Peygamber de buna razı oldu kabul
etti, kâfire berat verdi ve buyurdu ki, «Her kim bir Zim-mî'yi yani Müslüman olmayan bir
insanı incitirse beni incitmiş gibi olur.» Ama başka biri de diyor ki: «Ben Müslümamm, artık
heva ve hevesten de üzgünüm.» Ama istiyorum ki, o ne haraç versin ne de arzularından vaz
geçsin. «Müminim, Müslümamm,» diyor ama imanı yoktur. «Dürüst adamım,» diyor ama
dürüst değildir.
Sana, «Dostunum, senin uyruğunum,» der ama değildir. «Beyazım,» der ama siyahtır o,
«Doğan kuşuyum,» der. Hayır, kargadır. Mümin üzerine şükretmek gerektir, çünkü kâfir
değildir. Kâfire de münafık olmadığı için şükretmek gerektir.
Garip hadisler arasında anlatırlar. Ama bu pek yaygın değildir. Cehennem halkı cehennemi
boşalttıkları zaman, en alçak ve derin yerleri bomboş kaldığı, kapıları kapandığı sırada
cehennem harap bir boş eve dönerken münafıkların feryatları duyulur. Onlara sorarlar: «Siz
nasıl bir toplumsunuz ki, herkes burayı boşalttığı halde siz hâlâ içerdesiniz!» «Bizler nifak
ehli kişilerdeniz bizim için ne kurtuluş umudu kalmıştır, ne de burada kalmak imkânı.»
(M. 166) Bu hadisi de Kadı Şemseddin-i Hoyi ders sırasında anlatmıştı. Ama yaygın
değildir ancak manaya âşinâ olan, işin iç yüzünü bilen kimse bundan bir pay çıkarır. Bugün
bir açık nifak vardır bir de gizli nifak. O açık nifak bizden ve dostlarımızdan ırak olsun ama
insanoğlunun yaratılışında olan o gizli nifakı da ondan söküp atmaya çalışmak gerektir. Yine
hadiste, «Mümin, Müminin aynasıdır,» buyurulmuştur. Bundan daha önemlisi, «Hak kulun
aynasıdır, kul da hakkın aynasıdır,» anlamına gelen hadislerdir. Olgun söz böyle dolgun
olur.
Şemseddin-i Hoyi'ye biri karşı çıktı ve şöyle bir tartışma açtı. Onun maksadı bir din adamını
kötülemekti. Diyordu ki: «Filan kişi bu kadar şiir ezberlemiş, her fenden, devlet ve divan
işlerinden bir kaç şey öğrenmiştir. Ötekinin ise hiç bir şeyden haberi, resmî işlerden bir
bilgisi yoktur.» Buyuruyorsunuz ki: «Nihayet onun ezberinde bir şey yoktur, kitap da
yazmamıştır. Ama söz eridir, tecrübe sahibidir. Görmüyor musunuz ki, sırası geldiği zaman
nasıl konuşuyor. Ötekinin ne kadar geniş bilgisi olursa olsun, tecrübesi yoksa görüyorsun ki
yeri geldiği zaman hiç bir şey söyleyemiyor.» Şimdi bunların aralarındaki ayrılık ve derece
farkı, zahir bilgisi, duygu ve düşünce yönün-dendir. Bu cihanın aklı ve bu cihanın hissi iledir.


Halbuki öteki cihanın akıl mertebelerinin nasıl olduğunu söylersem bu da bir mekir ve hile
olur. Size demiyor muyum ki, pamukları kulağınızdan çıkarın da kuru sözlerin esiri olmayın.
Açık ikiyüzlülüğe kapıl-mayasınız, Her görünüşe aldanmayasınız, gözünüzü kulağınızı
açasınız ki, işin iç yüzünü kavrayabiles'niz. (Onun iç yüzünü ancak Allah bilir yahut
Peygamberin rızasını kazananlar bilir,) Savaş adamlarına nasıl olur da sır verebilirsiniz?
Ona, «Gel şu savaşı, karşı durmayı bırakıver» dersen ne çıkar? O, savaş sevdasındadır.
Her nerede bir kavga görse, kendi havasına uyar atılır. Banş isteyen bir kimse de ona göre
davranır, ona göre konuşur, çalışır ki, eğer birinin kulağına •giderse o da barışa yanaşsın
ve desin ki: «Ben çok utanıyorum, yaptıklarımdan ettiklerimden ve dediklerimden pişman
oldum. O, şeytanın teşv'ki, şeytanın hilesiydi. Yarabbi, ne fena işler yaptım! O ne iş idi ki
ben yaptım. (M. 167) Meğer o bir kuruntu idi ki, benden bir söz çıktı onun hatırı kırıldı.»
Pişmanlık duysun. Onun gönlünde güzel sözler ve hareketlerle barışsever bir insan olduğu
inancını yaratır.
Şiir:
Üstadın aşktır senin, oraya erişince
O sana hal diliyle anlatır ince, ince.
Hazreti Peygamber (S.A.) «Size helâl olan sihir sanatından haber vereyim ki, onunla özgür
kimseleri parasız pulsuz kendinize köle yapasımz,» buyurdu. Sahabeler, «Ey Allah elçisi bize
bildir,» dediler, «iyi davranış, tatlı dildir,» buyurdu.
O ahmak bir iş yapar, bir söz söyler ki, soğukluğu açıktan belli olur. O, öyle bir hırsıza
benzer ki iş-kence yapmadan, soruşturmadan yaptıklarını açıkça söyler. Ancak o bir hırsız
ki içinde hırsızlık zevk ve muhabbeti vardır. Gönlü çaldıklarına bağlıdır. Onun hırsızlığını
anlayanlar yüz bin kutsal canı böyle bir hırsızın ayağına saçarlar.
Dedi ki: Bugün Allah adı ile bu birinci lokmaya başladım, ikinci lokmaya, Cebrail'in, üçüncü
lokmaya Mikâil'in adı ile dördüncü lokmaya Azrail'in adı ile başladım. Çünkü yoksulluk
lokmasıdır.
Dostluk o mudur ki, dostu uyurken biri gelsin, elbisesinin bir kenarını açsın, eteğini çeksin,
edep yerlerini çıplak etsin ve bunu halkın gözü önünde yapsın. Nuh Peygamberin oğlu gibi
kara yüzüne erkekçe bir tokat vurur, gizlice eteğini çekerler. O da öteki gibi gülmez ve der
ki, «Eğer ben de onun gibi gülmezsem beni çıplak eden zavallı incinir.» Bu hoşgörme,
yönünden değildi, dostluktan da değildir. Umarım ki bir vakit bizi kötüleyenler yahut hayalle
uğraşanlar arasında bizim hakkımızda konuşulurken bazıları tereddüt gösterirler. Hayret
edilecek nokta şudur ki, acaba bu sözleri dostlar mı söylüyorlar yoksa bizi ayıplayanlar mi?
Hangisini ele alalım. Onlar bir şey işitmek için kulaklarını dört açmışlardır. Bir taraf belki
öteki taraftan daha üstündür, derler. Umarım ki sen bunlar arasında en doğru olan sözü
söylüyorsun belki kendinden hiç bir şey söylemiyorsun. Zaten doğru konuşmak lâzımdır. Ben
onlara (M. 168) dedim ki: «Sizden şu sebsple ayrılıyor ve sohbetlerinizi terk ediyorum: Siz
dervişi incitiyorsunuz.» Bu söz onlar için faydalı oldu çünkü onlar anlamıyorlar. Senin
perhizin, onlardan ayrılman bizim dostluğumuz yüzünden olmuştur. Onlar bu hali yorgunluk,
yahut nezaket icabı sanırlar, yahut başka sebeplere yorarlar. Eğer hatıra bir şey gelir de bu
sözü söylersen falana bir zarar gelir düşüncesi ile o sözü saklamak gerekmez. Çarçabuk
dosta anlatmak ve söylemek lâzım gelir.
Gönül ki, göklerden, feleklerden daha büyük, daha geniş, daha hoş ve aydındır; onu


gereksiz sözlerle niçin daraltmalı? Pek hoş olan bir âlemi kendine zindan gibi daraltmak nasıl
uygun düşer? Bostan gibi olan bir cihanı kendine daracık bir zindan etmek, ipek böceği gibi
daracık bir koza içinde kuruntular, vesveselerle, çirkin hayallerle oyalanmak, kendini karanlık
bir âleme atmak, hep gafil uyumak ne demektir? Biz o kimselerdeniz ki, zindanı kendimize
bostan yaparız. Bizim zindanımız bostan olunca ya bostanımız nasıl olur? Bir seyret de gör!
Hazreti Peygamberin (S.A.) mübarek sözlerinden hiç birinden irkilmedim. Ancak şu, «Dünya
müminin zindanıdır,» anlamındaki hadiste şaşaladım. Ben dünyayı hiç de zindan
görmüyorum. «Zindan nerede?» diyorum. Ancak o hazret, «müminlerin zindanı,» demiş,
«kulların zindanı,» dememiştir. Kullar başka bir toplumdur. Burada kendi maksadını o
daracık düşünceye sığdırmak gerekmez. Dost ile her ne gelirse, çabuk çabuk, ahval
şöyledir, der geçersin. Perhiz şu cihetten gereklidir ki, acaba bu bahsi dost ile nasıl
konuşayım? Dost zaten hali görüyor. Eğer dost olan arkadaşına söylemezsen ne kadar
araşan bu konuda sol yönü bulamazsın çünkü onun her iki eli de sağ eldir. Bundan dolayı
âyette, «Allah ve Resulünün iki eli arasında,» buyurulması belki her iki eli de açıktır
anlamına gelir. Nasıl ki o gün demişti ki:. Tebbet âyeti ile ihlâs sûresi arasında hiç bir fark
yoktur. Her ikisi de birdir, Allah kelâmıdır. Ben bir vakit bu türlü söz söylemiştim. «Gel de
şimdi anlat bakayım. Nasıl diyorsun ki Tebbel nedir ki?» Ebû-lehep ziyan etti, helak oldu,
Ebûleheb'in iki eli kurusun! Alevli ateşe götürülecektir. Gün olur ki ateş içinde heybetli bir
dille konuşur. Şimdi bu îhlâs sûresi yani söyle ki «Allah tektir,» âyeti ile Tebbet'ten her ikisi
bir olur mu? Bu îhlâs sûresinin anlamı Allah sıfatlardan başka değildir. Şimdi söylemek
gerekir ki, sen Müslüman olarak öleceksin, kâfir ölmeyeceksin, kurtulacaksın ateşten. Şimdi
öyle hoşum, öylesine hoşum ki şu hoşlukla iki cihana sığamıyorum.
Siyah şalvarlı denen, bir din bilginiydi. Meliki Âdil ona çok inanırdı. Bindiği bir eşeğin sahibi
ile kavgaya tutuşmuş, Farsça diyordu ki: «Bu eşek kötü yürüyor, her saat yüzüstü
kapanıyor. Halbuki geçen gün bana iyi bir eşek gösterdin, sonra iyi eşekleri başkalarına
verdin. Topal eşeği bana getirdin.» Ona dediler ki, «Bu adam Farsçadan anlamaz, onunla
Arapça konuş!» Acem bir saat kadar düşündü, Arapça konuşacağı kelimeleri zihninde
hazırladı. Eşek sahibi biraz uzaklaşmıştı. Şeyh ona seslendi. Kafasında hazırladığı Arapça
sözleri unutmamaya çalışırken, eşekçi: «Ne diyorsun?» dedi. Şeyh, şu anlamdaki Arapça
sözleri kekeledi: «Yarın ben, güzel bir eşek...» Eşekçi sordu: «Bugün de öyle misin? Yâ
Şeyh!»
Onu çekmeyen kıskanç fakihler akşam namazını kıldırması için sözbüiiği ettiler. Biliyorlardı
ki, o Fatiha okumasını bile beceremez. Onu koruyan Meliki Âdil de onun kim olduğunu bu
vesile ile anlasın. Bu sözleşmeden sonra onu söze tuttular ki, namaz vakti geçsin. Ama Hoca
işi sezmişti, yüzünü Meliki Âdil'e çevirdi, «Ey ulu sultan,» dedi. «Sen lük, lük yürümesini bilir
misin?» «Hayır,» dedi sultan. Hoca, oradaki hizmetçiye gözüyle işaret ederek, «Getir şu
pabuçlarımı,» dedi. Pabuçları giydikten sonra yerinden sıçradı. Bir ayağını basıyor ötekini
sürüklüyor, arada duraklıyor; sonra öteki ayağını da aynı veçhile tekrar basıp sürükleyerek
aksaklık örneği gösteriyordu. Şeyhin meclisinde bulunanlardan biri diyordu ki, «Şimdi bende
ne küfür kaldı, ne iman. Kendimde küfürden de, imandan da bir şey bulamadım. Senin
huzuruna geldim. Ne Yahudilikten, ne Mecusîlikten, ne de ana ve babadan kalma inançtan
ne kaldı bende? Gerçi bundan önce de her neye inandım, iman getirdimse yavaş yavaş o ilk
inançlardan vazgeçtim.» Bu yol çok çetindir. Başı sonu belli değildir. Elbette kolay olmaz


onun ilk inançları hatırına gelmediği gibi ona yol da bulamaz. Bu tıpkı şuna benzer: «Adamın
biri ırmak kenarında yıkanmak için elbisesini soyunur ve suya atlar. (M. 170) Su sertçe
akmaktadır. Onu kaptığı gibi aşağı doğru sürükler. O ise elbisesinin bulunduğu yere doğru
atılmaktadır ki, alsın da giysin diye. Ne çar'e ki, keskin akan su onu kapmış ve
götürmüştür.»
Muhammed Aleyhisselâmın ibadeti ve işi istiğrak yani Allahsal düşünceye dalmak idi. Kendi
kendine: «İş gönül işidir, hizmet gönül hizmetidir, kulluk da gönülden kulluktur» buyurdu. Ama
o ilâhi düşünce ve temaşa âlemine ancak Ulu Allah'da kendini yok etmekle varılabilir. O
biliyordu ki herkese, gerçek amel ve ibadet için yol yoktur. Kullardan pek az kimseye istiğrak
mutluluğu verilmiştir. Ümmet için bu beş vakit namaz ile yılda otuz gün orucu ve Hac
törelerini emretti ki, onlar da o temaşadan yoksun kalmasınlar, kurtuluşa ersinler ve başka
ümmetlerden üstün olduklarını anlasınlar. Ola ki onlara da sözü geçen o istiğrak
mutluluğundan bir koku erişir. Eğer böyle olmasaydı, oruçtaki açlık nerede, Allahya kulluk
nerede kalır? Dinin bu açık teklifleri ve ibadet ne işe yarardı?
Bu şeyhlerin bir çoğu Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileridir. Bütün fareler gibi bu dinin
evini yıkmaya çalışırlar. Ama Allahnın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri
temizlemeye çalışırlar. Yüz binlerce fare toplansa bile tek bir kediye bakmak cesaretini
gösteremezler. Çünkü kedinin heybeti onların bir araya toplanmalarına imkân vermez. Kedi
ise kendi nefsinde bir topluluktur. Farelerde eğer toplanma cesareti olsaydı,
birleşebilselerdi, içlerinden bir kaç fedaî fare çıkabilseydi, kedi nihayet bunlardan birini
yakalar, onunla uğraşırken ötekiler kedinin gözünü tırmalar, başına atlar elbette onun işini
bitirebilirlerdi. Hiç olmazsa kaçarlardı. Şu halde demektir ki, onlardaki korku toplanmalarına
engel olmaktadır. Fare dağılmanın; kedi topluluğun remzidir.
Âyette, «Kabe'nin içine giren güvende olur,» buyurulmuştur. Hiç şüphe yoktur bunda. Sonra
diğer bir âyette, «Etrafında bulunanları kapan,» cehennemden söz edilmektedir. Gönülden
dışarıda (halkın yüreğinde vesvese veren) Şeytana işaret buyurulmuştur. Yüz binlerce
vesvese veren Şeytanlar, feryatlar, korkular vardır, ibrahim Peygamberin ateşe atılması,
Hakkın terbiyesindendir. Musa Peygamberin yetişmesi ve onun düşman elinde beslenmesi
hep Allahnın birer cilvesidir. Evet Peygamber Allahın lütuf ve irşadını biliyor muydu ki önce
yoldaş sonra yol buyurdu.
(M. 171) Yüzüne tükürdüğün zaman ses çıkarmayan kimse yoktur. Kerim, demiştir ki, «Biri
gelmiş pazarda oturmuştu. Güya pazarı yakacaktı.» Ona dedim ki, «Ey ahmak. Sen de aynı
yangının içinde yanar gidersin. Yanmak ona derler ki, yanaşın da senden hiç bir eser
kalmasın.» Evet, evliya zümresinden bazı kimseler vardır ki yanan ateşe atılırlar ama asla
yanmazlar. Gizli bir topluluk da vardır ki, onların her şeyi gizlidir. Dedi ki: «Ali'yi düşman
bilenlerden bir Haricî vardı. Ali için o öldü,» dedi. Ama Alâ'nm (Ala-eddin) düşmanı dedi ki:
«Ben öyle söylerim ki Hazreti Muhammed'in (S.A.) düşmanı da Yahudi idi. Lâkin yine Yahudi
olarak öldü.» O erkek - dişi kerim değildir ki! Evet, o arkasını Kalenderîlerden asla
esirgemez. Ben onun için öylesine kavgalar ettim, dostlarla cenkleştim ki! Müminler ulusu
Hazreti Ömer bile hiç bir şey için bu kadar uğraşmamış ve bu kadar söylememiştir.
O bana karşılık olarak bunu yapar. Benim çöme-zimdir, hayli gün önümde diz kırmış
oturmuştur. Ondan çok zahmet çektim. Bakıyordum çok yanlış konuşuyor, yanlış okuyor,
elinden âciz kalıyordum. Yatırıp eline yüz yahut bin sopa vuruyordum. Bir sopa vurunca,


«Tamam artık yüz sopa oldu,» diyordu. Derlerdi ki: Önün önünde ders okurken henüz çocuk
idim. Bana böyle sövüp saymazdı. Meğerse sevdalı olmuştur. Artık aramızdaki muhabbet
kesilmişti. Şimdi tekrar karşıma gelmiyorsun, eteğimi tutmuyorsun. Bu bağa gitmenin
etkisidir. Bundan faydalandın. Ben dışarıdan düşünüyordum ki, onu görür görmez boynuna
sarılayım. Sen ise gidiyorsun. Ev bana çok yabancı geliyor. Artık gideyim dedim. Tekrar o
kadının yanına gitmeyeyim de ne yapayım? Gideyim de çabucak geri döneyim. O halde
niçin gitmiyorsun çabuk git!
Ona ya pire diyeyim yahut çekirge. Çünkü zıp, zıp sıçrıyor. Ben dedim ki: O, bu günahsız
Kimya'dandır. Ama gerektir ki onun madenleri biz olalım ki, kendisim bu derece sertleşmiş
görmesin. «Senin için pirinç mi pişirelim, yoksa turşu mu istiyorsun?» diye sordu. «Ey hoca,»
dedi, «İki horozun yok mu?» «Var,» dediler* Âlâ ile Muhammed Taceddin şikâyettendi.
«Dâye kadın bizi aç bırakıyor,» dedi. Ona dedim ki: «Dâye kadın seni aç bırakıyorsa annen
yerinde duruyor. Benim adımı ona söyle. Nasıl olur ki, ben senin adını biliyorum da sen
benim adımı bilmezsin? Ona söyleyince hemen gelir, oradadır o. (M. 172) Korkma hemen
söyle, evet oradadır.» Senden hapşırmak, sizden de şifalar olsun demek, yaraşır. Tekrar
hapşırdın mı, bir daha şifalar olsun duasını tekrarlarım. Bazı şeyler var ki, söyleyemem.
Ancak o sözlerin üçte biri söylenmiştir. Yallah aslan gibi erkeksin, kudretli bir kişisin. Birçok
has Allah erleri vardır ki, kerametleri gizlidir, sırlarını herkese açıklamazlar. Nasıl ki, onlar
da gizlidirler. Bir kimse bütün lütuf olsa bile yine eksiktir. Allah'ya bile hep lütuf ve rahmet
sıfatı yaraşmaz, onun aksi sıfatı da vardır. Allahnın kahir sıfatı içinde hem lütuf hem de kahr
vardır. Ona lütuf da yaraşır kahr da. Hakikatta bunlardan her biri onda teker teker
belirmektedir. Böyle bir toplum için çok sert bir insan gerektir. Nasıl ki Hazreti Muhammed
Aleyhisselâma göre, Hazreti Ali daha cenkçi idi. Nasıl ki, o gün her biri soruyorlardı: «Acaba
Ebubekr'in elinden kılıç vurmak gelmez  mi?»  Sahabelerin  her  biri  Muhammed'in  (S.A.) 
sıfatlarından  biri   ile vasıflanmış  idi.  Ebubekr Ömer'e  sormuştu:
«Benden sonra halife olursan ne yaparsın?» Ömer (Allah ondan razı olsun), buyurdu ki:
«Ben adalet gösterir, hakkı gözetirim.» «Doğru söylüyorsun,» dedi. «Senden adalet
yağıyor.» Nasıl ki, kendi oğlunu işlediği zinadan dolayı ceza olarak eliyle sopa atarken
öldürdü. «Böylece fesadı, bozgunluğu önledim,» dedi. Ömer de Hazreti Ebubekr'e sordu,
«Sen ne yapacaksın?» «Ben yapabilirsem bir perde örtülürüm,» dedi.
Acayip şeyler anlatırlar: Onun atının dizginlerini omuzladığı halde inanmıyordu, inkâr ediyor
ve diyordu ki: «Filân şeyh, karşısına geldi, selâm verdi almadı. Ama biraz sonra filân genç
selâm verdi, ona çok iltifat gösterdi.» İnanmıyordu, bir çılgın gibiydi. Sordu, «Şeyhten yüz
çevirdikten sonra, şeyh uzakta mıdır?» «Çoktan geldi,» dediler. Şeyhin evinin kapısında
reisin oğlu ile satranç oynadığım gördü. Büsbütün inancı sarsıldı ve geri döndü. O gece
Hazreti Peygamberi rüyasında gördü, onu ziyarete koştu. Ama Hazreti Peygamber
kendisinden yüz çevirdi. Bu sefer feryada başladı. Peygamber buyurdu ki: «Bizi daha ne
kadar inkâr edeceksin, bize inanmayacaksın sen?» «Ey Allahnın elçisi,» dedi, «Seni ne
zaman inkâr ettim?» «Ama bizim dostumuzu inkâr ettin.» buyurdular.
(M. 173) Kişi sevdiği ile beraberdir. Hakikatte o bir dosttur. Müminler tek bir vücut gibidir.
Hakikatte onun eteğinde bir avuç fındık ve kuru üzüm vardı. Koşarak geldi ve gördü ki,
henüz satranç oynamakta. Kuru üzüm eteğinde duruyordu. Tekrar inancı bozuldu, istedi ki
geri dönsün, şeyh arkasından seslendi. «Artık ne zamana kadar bu imansızlık? Bari Seyyid-


den utan!» Hemen geri döndü ve şeyhin ayağına kapandı. «O bir avuç kuru üzümü o tabak
içine dök ki, o buradan gitmeye karar vermiştir.» Bu saatte o mubahci (her şeyi hoş gören
birisi) olmuştur. Onun hali nasıl olacaktır ki, bir hafta hamamda kalmış, bir ayağını o
delikanlının kucağına, öteki ayağım da reis oğlunun kucağına koymuş. Ateş mangalında
kebap pişiriyor. Bunlardan da kâh birinden, kâh ötekinden şeftali topluyor. Başka ne kaldı
artık! Mimberin üstünde ilk vaiz çıktığı vakit okuduğu tevhicl şu anlamdaki rubaî olmuştu.
Rubai:
O put, meclisimizin süsüydü, dilberiydi.
Şimdi mecliste değil, nerelerde salınır?
Yüce bir servidir o, pek levend bir boyu var,
O   mecliste olmazsa   kıyamet bizden kopar.
O sırada delikanlıyı getiren reisin adamı toprak başına olsun, su döktü ve meclisten dışarı
çıktı, sonra içeri geldi, beraberce oturdu. Vaiz başladı. Bundan sonra iyileşinceye kadar
böyle perhiz edeceğim, îyi olmasam bile böylece perhiz ediyordum.
Bu gözağrısı sana sefa verdi dediğin güne kadar, perhiz ettim. İstiyordum ki, başka bir
sefer daha söz. aşırayım da onları susturayım. Ama içim çok hararetli idi. Şimdi bunu
tekrarlamazsam şaşılacak şeydir. Bu zevk sahibi bir adamdır. Aynı zevk ona da erişti.
Konuşmak düşüncesinde değildir. Zaten bende söz kalmadı, çabuk kalk! Ben başka birini
buldum. Bir şeyden anlamaz. Ama daha çok onunla konuşurum. Şaşırmış hayran kalmıştı.
Bugün dost ile sevgili ile de benim sabrım böyledir. Bu biricik sevgiüli ile nasıl
sabredebilirim? (M. 174) Sana önce çok kuvvetli bir ilgim, sevgim vardı. Ancak başlangıçta
görüyordum ki, o zaman işaret yolu ile söylemek mümkün değildi. Eğer söyleseydim beni
mazur görmezdin. Bu saatte de zararlı çıkardık. O zaman bu hal yok idi. Bana diyorlar ki:
Bir topluluk senin hakkında o bidatçıdır, yapmacık şeylerle uğraşıyor diye beni ayıplamaya
başlamış. Ben de, «Doğru söylüyorlar, dedim. «Bidatçıyım. Şimdi sen bana söyle bakayım,
bu namazın hakikati, içyüzü nedir?» Önce felsefecilerden bazıları. «Başını yere koymak,
vücudunu ayakta tutmak ayıptır, eksikliktir,» derler. Yüzüstü düştü ki, benim de maksadım
bu idi, bunu istiyordum zaten. Maksadım ne idi? Felsefecilerden naklederek anlattım ki,
onlar imanlı kişilerden değildirler. Şimdi müsaade et de bir söz daha söyliyeyim. Hazreti
Muhammed (S.A.) bile, «Bırak ne söylüyor dinliyeyim,» buyuruyor. Yersiz bir laf söylerse
onu bilirsin. Asıl söz eri, benim maksadım bu idi diyebilen kişidir. Bugün mademki o kişi
sensin bu da sana yaraşır.
Ben hiç kimse için, «O fasıktır, günahkârdır,» diyemem. Hiç kimseyi ne kötü işlerle ilgili
görürüm, ne de kötülük düşünürüm. Yarlıganmayı da, ancak kötü düşüncelerin içimden
temizlenmesi için Allahdan dilemekteyim.  Ben diyorum ki,
marifet kaynağı bu şeytanın getirdikleridir. Senin istediğin ve aradığın şeye de engel olur.
Sana, içini o marifetten boşaltmak gerekir. Öyleki, o marifetin üzerinde hiç bir şey olmasın.
O zaman zaman bizi gerçekler; gözünde yaş b'rikir, külah ister. Zaman zaman da, «Bize bir
eşek kadar değer vermiyorsun, hiçe sayıyorsun,» der. Biz seni bilgin bir müftü tanıyoruz.
Nasıl ki Şahap Herive, «Benim bir arzum var,» diyor. Bundan sana güzel bir yemek pişireyim
de ye! O zaman bende nasıl bir hüner olduğunu göreceksin. Perhiz yapıyorsun, Kerim'e
diyorsun ki: Ordu kumandanı ölmedi, eteğini boynuna atmış. Benim, onunla aramızda bir
yatak ilgisi vardır. Birkaç kerre gördümki, gözlerimi üzerinden ayırınca zavallılık gösteriyor


ağlamaya başlıyor, söyleniyordu. Gizlice kendini dışarı attı. (M. 175) Hem pabuçları ile
birlikte çıktı, beşma vurarak, «Gerektir ki dışarda kalayım,» dedi. Kerim'in, «Otur!» diye
söylediği yere gitti. Kerim ona demişti ki: «Sana ne söylerse peki razıyım de!» O tam bir
erkektir. Ona, «Senin oğlun yüz tane kız oğlan kızdan daha iyidir, falanın yanında yatar,»
demişlerdi. Dedi ki, «O gün ve O' gece onun yanında olduğunu iyi biliyorum. Allahya ant
içerim ki, bana ondan dolayı hiç bir fesatlık gelmedi. Bugün tekrar tövbe etti.» Ona dedim
ki: «Sana söylemedim mi?» «Evet,» dedi. Ben kötü ettim. Şimdi ne yapalım da o hücreye
biz de yol bulalım. Tadı kalmadı ki bir günah işleyeyim. Bu güne kadar henüz bir suç
işlemedik ki tövbemizi yıksın. Böyle bir adam nasıl başka bir adamı yaratıcı ve yapıcı
bilsin? Bir tasvirci, bir duygulu adam onun karşısına geçer ki ona bir söz söylesin, yahut bir
fikir ve tedbir beyan etsin. Her zaman böyle olur. Zaten onun Allah olması imkânsızdır. Belki
âciz ve zavallı biridir o.
Beni cennetin kapısına götürseler, önce kapıdan bakarım. O orada mıdır? Orada yoksa,
nerede diye sorarım. Hayır onu gözümle görmeliyim. Böylece birlikte olalım. Eğer cennette
bulamazsam cehenneme koşarım. Cehennem benden sorar. Kaç kerre görmüşüz? Açık
konuşalım: Benim seninle işim yok. Onu bana ver. Sen bilirsin, bundan sonra her ne
söyleyecekse o bilir. Benim onunla görülecek başka işim yok. Bunu söyleyince gitti. Onun
tarafından da böyle yapmak gerekirdi. İçi boş ise, tekrar içeriye uğrar, iman getirir. O
kimseler ki içerden değildir, onlara yüz binlece mucize göstersen iman etmezler.
Hazreti Ebubekr, (Allah ondan razı olsun) hiç mucize istemiyordu. Diyordu ki: «Peygamber
ne söyİedi ise inandık ve gerçekledik.»
Bana para verdi. Onbeş gün sonra tekrar gel o zaman gidelim. Bu gün beni bırakmazlar ki,
gideyim. Beni niçin serbest bırakıyorsun? Dostlar elden gider, halk da bizim sözümüzü
anlamazlar, anlamak da istemezler.
O ihtiyara, «Bu adama niçin eğri gözle bakıyor?» diye sor. Halk Yahudilere bile, selâm
verirken bugün bizi sormuyor. Biz onu yüz türlü kurnazlıkla nâz ve niyazlarla elde ediyoruz.
Sen onun teveccühüne layık olduk mu sanıyorsun?
Efendi! Halk, her şeyi kendi kuvvetleri ölçüsünde görür. (M. 176) Kendi kendine kıyas
yürüterek, cemaat dağılmıştır, der. Tâ camiden onlara sesleniyoruz: Bu halkı hangi topluluk
böyle dağıtmıştır? Gerekir ki, yine o kimseler toplansınlar. Bu ne acizliktir?
Güçsüzlüklerinden bir takım kurnazlıklara saparlar, işleri ondan başkadır, gönül açıklığı da
onlardan başkala-rındadır. Ben diyorum ki, bana zehir tiryaktır. Bunu yediğim için sizin
vebaliniz benim boynuma olsun, şahit olunuz. Başkalarının günahlarını bana yüklemeyi-niz.
Eğer ben suçlu isem, şimdi artık hiç günahım yok. Benim cehennemim, benden çekinmekte
ve korkmaktadır. Nihayet hadiste buyurulduğu gibi bana, «Geç ey imanlı kişi! Senin nurun
benim ateşimi söndürecek!» diye seslenir. Diyorum ki, benim sevgilim senin önündedir, onu
bana bağışla, benim seninle işim yok, sen bilirsin. Hazreti Peygamberin buyurduğu gibi, ben
bunu kırayım dedim, böyle söyledim kendi işimin aksine hareket ettim. Eser hemen açıkça
görüldü. Görmedin mi? Görmüyor musun ki, bunu başkaları yapsalardı onları parça parça
ederlerdi. O söz bilmez adam niçin boş yere konuşsun. Yersiz, bilgisiz sözler onun sözleri
değildir. Bunun delili de, söz üretme kurallarını bilmediği için bunu yapamamasıdır. Gramer
okumadığı için söz çekimini de beceremez. Sözü ters söyleyeyim yahut çevireyim, başka
anlamda söyleyeyim, farkında olmaz. Akıl kapısından dışarı çık perde çok uzakta mı


duruyor? Onların bir adım bile yürümeye cesaretleri yoktuı. O dedi ki: «Sentakstan (Nahiv
ilmi) hiç haberi yoktur.» Sentakstan, o kimsenin haberi vardır ki, kendisi sentaks olmuştur.
Yallah ki, insan tamamıyla sentaks olmadıkça bu bilgiden haberi olmaz.
Ben bütün cefayı ancak sevdiklerime karşı yaparım, ama bazı kere yaptığım cefanın
yerinde olmadığı da oluyor. Davette, kolaylık göstermekte kahır da vardır, lütuf da vardır.
Ama halvet âleminde hep lütuf hep hoşluk vardır. Bana, bundan öyle bir kuruntu geldi ki,
onun da maksadı benim geri dönmekliğim değildir. Tekrar bağa dönmek de boşunadır.
Çünkü onu bağda göremiyecek, hatta Çelebiden, orada bu sırrı açıklamış olmasından
korkacaktır. Onu görmek imkânı da yoktuf.
Orada Bedr'e gitti dediler. (M. 177) «Bedr'e niçin gider?» dedi. O halde bana da izin ver,
söyle ki, gideyim. Beni ne tutuyorsun? O gideyim dedikçe, «Hayır, asla, asla!» diyordum.
Bana güldü. O gülüş Allah bana bir nimet verdi, demektir.
Bunun teşekkür borcunu nasıl yerine getireceğim. Sonra bu, şu anlama da geliyordu: Sen ne
söylüyorsun? Ben sensiz nasıl yaşarım? Allah iyiliğini versin!
Bu kadın, «Ben seni istemiyorum,» diyor. Eğer bu sefer geçip giderse benim umurumda
değil. Şahit getireyim, o gelmeden ayağını çözeyim gitsin. Asıl beni üzen, elimi eteğimi
bağlayan nokta, onun gönlü bende, gözü arkada kalmasıdır. Bu, bana ayıp olurdu. Çaresiz
bir kadının halini o ne bilir? Bu kadın ki, benim nikâhıma girmiş, aramızda yakınlık hasıl
olmuştur. Böyle yaparsa, o iyi bir kadındır. Ona kendi gözü ile bakmayın. Benim nazarım,
her kime ilişti ve tenim her kimin tenine değdi ise, o büyüklenmezdi, kendini asla aziz
saymazdı. «Bedr'e ne yapar?» dedim. «Teferrüç yani gezinti,» dedi. «Bu millet ile nasıl
kaynaşabilir, nasıl gezintiye gidebilir? Onlarla nasıl oturabilir? Sanki o senin koçandır. O
kötü huylu koca, benden izin almadan nasıl gidebilir? Bilmiyorum ki o hangi terbiyesiz bir
davranışla seninle bunu yapar? Mevlânâ'ya benim saygılarımı söyle. Bir an için bir kaç söz
konuşmak üzere uğramasını rica et! Zihnim karışık olduğu için, bir ara geleyim,» dedim.
«Dostun zihin karışıklığı dostluğuna da geçer,» dedi. Benden rica etti. «Ona on gün mühlet
ver, bir ev tutsun da gitsin.» «Ona söyle ki, iki ay otursun, iki yıl otursun, ömür boyunca
otursun da bizi incitmesin. Söyle ona rezalet çıkarmasın ve otursun!»
Hiç kimse görmüş müdür ki, sözü tekrarlayan onu söyleyenden daha üstün olsun? Henüz bir
söz söylemedim. Hani nerede araştırın da bakın. Kemal Mu-arrife dedik ki: «Ben bugüne
kadar bu şehirde paça yemedim.» Sana yüzlerce lanet olsun eğer yemezsen, o yedi yüz
makbul orucun makbul olunmasın. İçeriden hayretle arifler sultanının kapısına baktı. Dışarı
çıkmadı. (M. 178) Karnı yırtılıyor, bacım kesiyorlardı sanki. Bu görünürde böyle değildi.
«Şimdi sen ona yapışma, imamlar uygun görmüyorlar.» «Ama imamlar kim oluyor? Benim
imamlarla ne işim var? Biz kendimiz imamlardanız.» «Böyle söyleme,» dedi. Sen
başkalarının imamlarındansın. Başkaları da senin imamın. Sen de Allahya yakın
erenlerdensin! Bir kaç söz söyle bari diyorsun. Bir zümre vardır ki, hastanın başında Ayetü'l
Kursî okurlar bazıları da vardır ki kendileri Kursî âyeti olurlar.
Padişahın biri, bin türlü saltanat ve debdebe ile yoldan geçerken bir külhancı dışarı fırladı,
ona uygunsuz sözler söyledi, yol. üstünde sövdü saydı. Padişahın yanma yaklaştı kimse ile
konuşmadı. Eğer konuşsa idi onu parça parça ederlerdi. Padişah yolunu çevirdi, «Şu tarafa
gidelim,» dedi. «Ama Efendimiz niçin o tarafa gidelim?» diye soranlara, «Gönlüm böyle
istedi,» cevabını verdi. «Padişahların kahrı kimleredir bilir misiniz?» dedi, «Külhancılara


değil. Onun aslı külhancıdır. Külhancı, külhancı ile kavga eder. Padişahlar ancak fermanına
karşı boyun eğmeyenleri tepelerler.» Firavun ve Nemrut için, «Elbette işitmi-şinizdir sizden
önce kendilerine Kitap gönderilenlerle, Allahya ortak koşanlara daha çok azap vardır.» (Âli
İmran sûresi, 184) anlamındaki âyet de buna delildir.
Muhammed Emirci anlatıyordu: «Bir adam gelir, söylenir durur. Kaynanama şöyle dedim,
karıma böyle dedim, cariyeme bunu söyledim, diye bulaştırmadık kimse bırakmaz.» Bu
adam kadın istiyorsa on tane bile alsın. O temiz yürekli bir erkek bana da gelir kendi evinde
de böylece konuşur. Adamın sakalını tuttum, birer birer yoldum, ona öyle bir şey yaptım ki,
başkaları da ibret alsın. Bunlar kadınların ve Müslüman ailelerinin adlarını kötüye
çıkarmasınlar.
Ben bu evin temiz adını ve çocuklarınızı düşünerek üzülüyorum. Siz nasıl razı oldunuz?
Benim haberim olmadı. Eğer konuşuyorsun dersem, tekrar söyle. Ne dedim ki, evet
diyorsun, bunun manası nedir? Manası bu demektir o kadar. «Eğer evet demekte geç
kalıyorsam, niçin evet demiyorsun,» diye soruyorsun. Bu itiraz demektir. Ben zaten itiraz
ediyorum. Eğer varsa söyle; q itirazda bir eğrilik varsa doğrultayım.
Bir adam vardır ki başka bir üstadın işinin kalıbı olur. (M.179) O kimse candır. Bundan
keder yoktur. Allahdan üstün kimse var mıdır ki, hem kalıp olsun, hem can olsun? Bu
imkânsızdır. Ben seninle birlikte azap duyuyorum bunu filan zat ile birlikte konuştuk. Bu işten
dolayı özür dilemektedir. Ben ona dedim ki: Yüzünü görünceye kadar bu sözlerle avunmam
ancak Mevlânâ o görüştüğümüz yerde üzüldü. Ben kılıç ile teklifsizim. Beni bilirler. Bunu
yapmıyorsam erkekli, ğim icabıdır. Yoksa sizin yaptığınız gibi yapmadım. Belki onu
sevdiğim zamanlarda bile yapmadım.
Bir daha hastalığın bana yol bulmasına fırsat verme. «Aman işitiyor,» dedim. «Ne dedim ki
işitsin,» dedi. «Bu açık sözleri işitir,» dedi. «Yani bir şey işitmeyeyim bir söz olmasın. Bir
zamiri, (gizli bir sözü) var,» dedi. Görüyorsun ki, gizli sözü anladı. Eğer bu sözün dış
anlamına arif itiraz ederse bundan doğacak üzüntü benim elimde değildir. O, elimde
olmadan kendi kendine bana musallat oluyor ve yine elimde olmadan geçip gidiyor. «Nasıl
olur?» dedi. Ona, kendi bilgisi perde oldu. îşte
Kuran'da buyurulduğu gibi, «Onu bir Allah bilir, bir de bilgide uzman olanlar.» Günkü «Bilgide
uzman olanlar sözün yorumunu bilirler.» dedi. Bunu, soru yönünden söylemişti, ona
gülmüştünüz. Bu söz her iki anlamın dışında değildir. Söz yapıcı olduğu zaman uyku getirir.
Nasıl ki, uyanık gönüller uykuda da iş görür. Aman tekrar söyle bu mısranın baş tarafı ne
idi?
Sahabe (Peygamberin dostları) hiç itiraz etmezlerdi. Hazreti Mustafa'ya (S.A.) karşı
inançları dola-yısiyle onu dinlerken mest olurlardı. O güzel sözlerden, Hazreti Ebubekr yedi
hadisten başkasını nakletmedi. Eğer sorsalardı, aldıkları cevaptan çok faydalanırlar, birçok
gizli noktalar açıklanırdı. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. Hallac'ın «Ben Hakkım,»
sözü pervasızcadır. Bayezid'in, «Kendimi kutlarım,» sözü daha kapalıcadır, insanlar
arasında hiç kimse yoktur ki kendinde az çok benlik olmasın. Hazreti Musa (Allahnın selâmı
üzerine olsun), «Ben yeryüzünde olan insanlardan daha bilginim,» diye biraz benlik
gösterince Allah onu Hızır Aleyhisselâma havale etti ki, bir kaç gün onunla birlikte dolaşsın;
o benlik davası kendisinden gitsin.
(M. 180) Hazreti Muhammed (S.A) Hazreti Ali'ye buyurdular ki, «Sen niçin vuslat orucu


tutmakta bana uydun da böyle arık ve güçsüz düştün?» «Ben, her hangi biriniz gibi değilim.
Allahmın yanında gecelerim, O beni yedirir içirir,» buyurdu. Bazı gerçekçi araştırmacılar,
Kuran'ın şu âyetinin inmesini araştırmışlar ve demişlerdir ki: «Ey Resulüm, de ki, şüphesiz
ben de sizin gibi bir insanım!..» (Kehf sûresi, 111) anlamındaki Allah hitabının özeti şudur:
«Ey Resulüm! Sen Allahsal tecellî ile dolu olduğun vakit benliği kendinden uzaklaştır, böyle
söyle.» Ama ulu Allah sevgili Peygam-ber'inin kutlu gönlünü kırmamak için de âyetin sonuna
şunu ekledi: «Ancak bana vahiy gelir. Allahnız tek Allah'dır.» Bundan sonra da «Allahsına
ulaşmak dileğinde bulunan güzel ameller işlesin.» Bu da evvelki hitapların benzeridir. «Ben,
her hangi biriniz gibi değilim,» diyen Peygamber'ine şunu da hatırlatıyor; aynı âyetin
sonunda, «Rablerine kulluk vazifesini yaparken hiç bir ortak koşmasın,» buyuruyor ki, bu da
onun aynıdır. Lâkin iyi kullar cihan yurdunu ibadetle, akılla bayındırlaştırırlar. İki cihan bu iki
şeyle yani ibadet ve akılla bağlanmıştır. Bütün zamanlar, her iki âlemde tasarruftan
gaflettedirler. Senin elin ayağın taklit ile uzanır, güçlenir, bunda yoksun kalmak korkusu
yoktur. Ama önce inkâr ettirir, ama. sonra kendine gelince seni çevik ve canlı bir hale getirir.
Herkes, bu zehî (ne güzel) kelimesine aşıktır. Bu, «ne güzel» sözü uğrunda ölürler. Senin
görüşün onun sıfatları iledir. Kendi dileklerinden başkasını isteme! Senin istediğin şey
oradadır. Pisliklere, karanlıklara ve oburluğa, öteki âleme ait perdelere bakmak ve böylece
bulanıklıklar ve zorluklar içinde yaşamak çocuk oyuncakları ile uğraşmaya benzer. Bazıları
görünüşte onu yok ederler, gaflet uykusundan uyanırlar.
Yarın vaiz etmek gerekiyor. Bu zordur, ama bir kapı açılmıştır. Çare yoktur. Bu kapıyı
kapadın mı feryatlar, şikâyetler, ayıplamalar başlar. Keski bunun onlara bir faydası da olsa.
Söylenmesi gerekli bütün sözler söylenmiştir. Açık ve kapalı anlatılmıştır. Ama sanki hiç
öğüt dinlememiş gibi davranırlar. Ne sözün açık anlamını kavrayabilirler, ne de maksat ve
manâsım anlarlar. Madem ki anlayamıyorlar bu konuda nasıl konuşulabilinir. Bilgiye
dayanmayan âmelin sonu sapkınlıktır. Bunlar acaba girdikleri çilelerden ne elde ediyorlar?
Orada ne yaparlar? «Allahdan başka ilâh yoktur, ancak Allah vardır,» yolundaki sözleri, dil
işi değil muamele işidir. Onu uygulamak ister. Bilmiyorum bundan onun elinde kalan kazanç
(M. 181) ister değişik olsun, ister olmasın. Söz ancak onun sözüdür. Nasıl isterse onu o
tarafa çevirir. Nihayet Allahın öyle kulları da vardır ki, o halin, hali olur. Senin söz üstadın
bilmiyorum, ben miyim? Vardır diyorum. Şimdi bizim evimizin kervansarayında bize cefa
veren o adam kimdir ki, herkes ondan inciniyor? Bunlardan biri benim. Bugün sanki bir yıldan
beri binanın tapusunu bana vermişler. Ama şimdi de kötülük yapmak istiyorlar, bunu
artırabilirler de. O zaman o tapunun ne değeri olur? Eğer gelir de bu kervansaray bana
lâzım değil derlerse, bana olan saygıyı artırmış olurlar. Bu bana da yaraşmaz, geri al derim.
Bu sözleşmeyi bozmak olur. Lâkin onun bu işin bozulduğuna tanıklık edecek kimsesi yok. Bu
söz söylenmiş ama nasıl yapar? Ne gibi bir tedbir bulmalı ki, bu icar sözleşmesini bozsunlar.
Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. O sözden de şu beytin kokusu:
Beyit:
Evet güneş bir adamdan uzaklaşınca,
Güneş yerine çıra yakar o zavallı.
Olur bu işler olur. Allah işidir bu.
Benim sözümü hatırında tutamadığını anladığın zaman, başka sözlerle meşgul olursun. Sen
namaz kılmıyorsun, bundan önce kılıyordun. Namaz ve ibadetle meşgul olmak mutluluk


nişanesidir. Senin kuruntuların beni ihtiyarlattı. Eğer ayrılığın herhangi bir şey yüzünden
olsaydı, bu sıkıntı ona bağlı olurdu. Eğer oraya gelirsen benim ayağımı kim tırmalayacak,
beni kim kötülüyecek?
Peygamberlere bile iftira ettiler. Yakupoğullarına yakışmayacak sözler söylediler. «Bir
oğlanı seviyor,» dediler. «O pislik yuvasıdır,» dediler.
Hazreti Muhammed (S.A.)' yüzüğünü çevirince, «Sizi boş yere mi yarattık sanıyorsunuz? Siz
yine bize döneceksiniz,» (Müminun sûresi, 116) anlamındaki âyetin hikmeti aşikâr olur.
Gözleri çocuklarına dönük olan peygamberler zümresine de hile ettiler. Bu, onlara
kendilerinin Hakta nasıl birleşeceklerini gösteren bir ayna oldu. Hazreti Peygamber Ayşe ile
nasıl birleşti ise, bunun için hikâyelerin en güzeli, dediler ve zamane halkı bunu şehvet
âlemine naklettiler- ve öyle adlandırdılar. Ama gördük kü bu vaiz, Davut Aleyhisselâm ile
başka peygamberler hakkında neler söylüyor. Ancak oturan dinleyicileri etkiledi. «İsterse
onlar meclisinizde hazır olmasınlar ve bunun için bu yolu açıyor, artık bizden vaiz
istemiyecek,» dedi. Nerede o vaizlar? Bu vaizin okuyucuları nerede? Yahut nerede o
peygamber ki, hep biricik oğlunu arasın? (M. 182) Nerede o biricik evlât ki, ayıpladıkları
şeyi 'o yaratsın. Onlara dedi ki: «Siz de falanın konuştuğu gibi vaiz edin! Hatta benim
kardeşim ve vaizler neler söylerler; işte vaiz derler sana! Eğer insanoğlu isen başını bu
medreseden yukarı kaldırmazsın, insanoğlu değilsen hayır; belki benim gibi söylersin: Ben
Şam' da, Rum diyarında kadılar kadısıyım, Halifenin ya-kınlarındanım. Kitabım boynumda,
âlimler atımın dizginlerini çekiyorlar. «Bu karanlıklar içinde oldu,» derse o başka.
Ferhat ile Husrev ve Şirin hikâyesini Leylâ ile birlikte söylüyoruz. Eğer bırakırlarsa işler iyi
olur. Lala hikayesini birinci gün yasakladı; ikinci gün bir kaç altın verdi, tatlı sözlerle tekrar
müsaade etti, «Bana bir iş buyur,» dedi. «Şöyle böyle hiç şehvet sözü olmasın öyle bir şey
bulunmasın içinde. Bu Lala işidir,» dedi. O günü baktım ve «Bu hal şehvet halinden ne kadar
uzak!» dedim. O bir köşeden geldi. «Bu böyledir,» dedi. Keski bir şey okusaydı da beni şu
medreseden kur-tarsaydı. Allah korusun ki bir şey okumadım da böyle bir kaç şey
yapabildim. Allahya sığınırım eğer bir şey okudumsa.
Şahap diyordu ki: Bu çocukcağız bana, Şam'a gideyim de tahsil edeyim diyor. Dedi ki:
Allahya sığınırım! Henüz gitmediği halde bizi bazı sorularla âciz bırakıyor. Ben bütün bu
divaneliğimle nice akıllıları şarap küpüne sokmuşum. Bütün dalgınlığımla nice açık gözleri
koltuğumda götürmüşüm. İçimde bir müjde sevinci vardı. Güya havalarda uçuyordum,
yeryüzünde değildim. Tahsil ediyorsun ama bana göre hayır. Her gün bir satır okursan
böyle olur. Babanın seni tahsile göndermekten maksadı şu idi: Zamane kötüdür halk
çocukları azdırır. Allahtan korkmazlar. Bu anda Allahya çok şükürler olsun! Senin elde
ettiğin bilgiler yeter derecededir. Yolda çeşitli fenlerden söz açmıştım; Diyordum ki: Yol, ev
gibi değildir. Ben türlü fenlerde yetkili bir bilgin gibi önemli fen konularından konuşuyordum.
Biz, bir çok yazma eserlerden daha üstün geldik. Ama Mevlânâ bizden daha üstün. Çünkü
her ne varsa bir kere ondadır. Sen kendini ta-mamiyle ona vermezsen o da senin olmaz.
(M. 183) Yüce Allah kutsal hadiste şöyle buyuruyor: «Bana bir karış yaklaşan kuluma ben
bir arşın yaklaşırım.» Uzaklık, büyüklük Mevlânâ'dandır; açık söylüyorum. Bugün bana iyi
bakacak mısın? Hiç mü-rüvette sığar mı ki seni bu kadar bilgi ile, üstün niteliklerle sade akıl
yönünden göreyim? Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: «Kul acıkınca onun kalbinden ve
dilinden hikmet bulutları yağmur yağdırır.»


Şiir:
Bu gün kıblesi mutfak olan kimselerin,
İyi bil ki, yarın yerleri cehennem olacaktır.
Ey senin o, gırtlağın ki, Allahnın, «Yiyin için!» emri ile kesilmiştir! Bir kere sor ve de ki: Ey
gırtlak söyle bir kere sen hançer misin? Yoksa hançere misin?
Az yemek sendeki gücü artırır, çok yemek hikmet ve düşünce kudretini azaltır.
Herkes mademki onunla kendini süsler, bu öğüdü dinle: Burada bulur da yemezsen, öte
tarafta yersin, bu bana bir başlangıçtır dersin. Bunu öğren ki, gönül açıklığı ve sevap
kazanasın! Aradığın sevgili sık sık sana yüz göstersin. Bunun misali, şuna benzer: iki kişi
oruç tutar, biri bir şey bulamadığından aç durur, öteki ise bu orucu her şey bulduğu halde
Allah rızası için, sırf sevap kazanması için tutar. Başka bir örneğini daha anlatayım: Bir
hadım ağası ile başka bir delikanlı zinadan sakınırlar, yahut bir hasta ile güçlü kuvvetli bir
erkek perhiz yaparlarsa, bunlar, hiç biri birbirlerine eşit olurlar mı? Nasıl ki, bütün hayvanlar
da dişilerini bulamayınca göremeyince sabrederler. Ama hapsinin de zayıf bir tarafı vardır.
Şiir:
Ey   Leylâ'nın vefalı soydaşları,
Allah   sizin   sayınızı   artırsın!
Leylâ gibilerdir ki, aşka susayanlara karşı cömertçe canlarını bağışlarlar. Evet Horasan
caddesinde develer gördüm; bilmiyorum ki üç yüz tane mi yoksa bin tane mi? Bu nasıl bir
zor iştir ki, onların hangisi erkek hangisi dişidir, anlıyamadım Ötekilerini de bilmiyorum. Bari
onun sözü, erkek ve dişidir. Eğer öteki erkek ve dişi olmasaydı onun sözü de erkek ve dişi
olmazdı. Hareketi de erkekçe ve dişice olmazdı. Her millette erkek de dişi de vardır. Ancak
bir toplumda yoktur. Bu ayrıcalıktır ama nerede o toplum? Mademki onu göremiyorsun ey
sevgili artık ne söyleniyorsun? B'zi biraz yalnız bırak. (M. 184) Çünkü bize yakınlık
göstermezlerde yalnız kalmanız gerekiyor. Bizim aşinamız, bizi tanıyan o can kimdir? Şimdi
bu sözü açıktan söylüyorum. O kendi uğursuzluğunu nasıl anlayabilir? Bunu, Allah bilir. Eğer
mana yönünden söz açarsak hoş olmaz. Eğer manadan söz açmazsak kutsal hadiste
buyurulduğu gibi, «Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım.» Söz eri olan bir
insanın içinde dalgalanan nice sözler, nükteler vardır. Ancak onu dinleyecek yetenekte
kimse bulamazsa neye yarar? Oraya gitti, oturdu. Deniyor ki, geride başka insanlar da var.
Vaıza başlayınca benim hatırıma şu şiir geldi.
Şiir:
Hârâbat ehli oldum, gamdan kurtuldum,
Bende ne zabitlik kaldı, ne Kuran okuma kaygısı.
O özgür erlere hizmet yolunda,
Belimi, onun sağlam zünnarı ile bağladım.
Meclisin neşesi üç şeyle gelir derler.
Bende hem şarap var, hem güzel var, hem ışık.


Beyit:
Biz sana kulluğumuzu gösterdik, ne çare ki,
Senin çirkin huyun köle satın almasını   bilmedi!
Kuyu kazan kimse sudan nasıl kurtulabilir? Sitemli sözlerle kendilerini ariflerden gösterirler,
hep uğraşırlar ki, örtünsün diye. Bir de saçlarını hep dışarı fırlatır sonra örter, binlerce
cilveler, yaramazlıklar yapar ki, kimse kendisini tanımasın. Akıllı adam onu bilir. O nerede,
bu nerede? Bu birinin yaptığı, öteki gibi doğru olabilir mi? Böylece söze de dikkat etmelidir.
Bir çok kimseler sözü kapalı söylemek isterler. Nihayet kendinden insaf et bir kere. Senin
güzel bir cariyen olsa, hanımının erkek kardeşi de onu görse, ona, «Hoşuna gitmedi mi?»
diye sorarsan, o hoşlanmamak ileride ne etkiler ve ziyanlar meydana getirir. Çocuğun biri,
kendini öğen ve güzel bulan dadısına, «Benim yüzüm güzelse senin hoşuna gitmeyen çirkin
yüz kimin yüzüdür?» demiş. O kimdir ki, beni bildiğini iddia ediyor? Dünyada hiç çirkin
yoktur, ama bir ölçüye göre. (M. 185) Küfür bile çirkin değildir. Ama iman ile
karşılaştırılınca çirkin olur. Yoksa kendi nefsinde güzeldir. O iman karşısına gelince, bozuk
ve çirkin görünür. Demir nefsinde demirdir,   serttir. Ama onda halk için faydalar vardır,
kuvvet yardır. Fakat bakıra
göre derecesi daha aşağıdır. Çünkü bakır her şeye elverişlidir, her kılığa girer; demirden
ziyade, kimya işinde elverişlidir. Bu niteliği dolayısıyla de demirden üstün sayılır. Gümüşe
sıra gelinceye kadar, çok güzeldir ama, altın, mücevher, dürriyetim denilen değerli inci de
sıra ile biri ötekinden üstündür.
Yakuta sor bir kere: «Neden öyle kıpkızıl oldun? Yoksa sana bu hal güneşten mi geldi?
Eğer söz onu küçümserse, değerini azaltır ve kırarsa onu başka bir manada, başka bir
şekilde ayıklar gösterirlerse ne çıkar. Eğer böyle olmasa, onun hiç bir bilgisi yok demektir.
Öyle ise en azından ona, «Pabuçlarını al! Biz bunu kabul etmeyiz; bunu kabul edenlere de
engel oluruz, hayınlık ederiz,» deriz.
Ona sordum: Ne zaman beni bildin? Ne zaman beni gördün? Ne zaman eteğin eteğime,
kolun koluma dokundu? Ne zaman benimle oturdun ve bana yoldaşlık ettin?
Balığın bilinen tarafı, onun suda yaşamasıdır. Eğer her hangi bir hayvanın sudan kaçtığını,
su korkusu ile öldüğünü görürsen, o balık değildir. Ona Al-lahtan bahsedildiği vakit
üzüntüden, korkudan ölür ve bu yüzden sudan çıkmak ister. Ama balığın suda yaşadığını
isbat için, davaya, şahide, isbata hacet yoktur. Çünkü o suda yaşar, sudan çıkmaz, rastgele
çıksa bile asıl olan onun suda yaşamasıdır.
Diyelim ki, Halife bir zümreye beyaz, bir zümreye yeşil, başka bir zümreye de kırmızı elbise
giydirmiştir. Hatta bazılarının başlarına geniş kenarlı külahlar koydurmuştur. O bununla
övünür ve onu bozmaz. Ancak onun vezir ve, yakınları belki bu töreyi değiştirebilirler. Ama
onlar da hep birlikte o halifeye sığınırlar. Çünkü onların halkı korumaktan başka işleri
yoktur. Başka maksatları da olamaz. Halife kendisi için iyi olanları bilir, onu affeder, nefsiyle
bilir. Vezir, eğer ona karşı bir düşmanlığa kalkışan olursa bunu haber verir. Onun bundan
başka işi yoktur. Kutsal hadiste Allah şöyle buyuruyor: «Gizli bir hazine idim, kendimi
tanıtmak hoşuma gittiği için yaratıkları yarattım ki, beni bilsinler!»
Hama ile Hana arasında Hasana'ya gittim. Mev-lânâ ile Mecduddin aralarında şöyle
konuştular: Biz uyuştuk. Evet Şemseddin bizi atlatmaktan hoşlanır, îsrar edersek evet der,
ne iyi olur, yine gider. Eğer bizden ayrılırsa tedbirli davranmamız gereklidir. Vaz geçerse hiç


bir şey olmamış gibi davranırız. O zaman bize meşhur Cuha'nın kolu çolak olduğu vakit
tamburunu çalarak söylediği şu şarkıyı hatırlamak gerekir,
Şiir:
Ben hep senin köyünde kemik topluyorum ki,
Oraya hiç bir köpek ayak basmasın diye.
Onlar nerededirler? Onlar kimlerdir? Nihayet ben diyorum ki, onlar benimkilerdir. Sonunda
anlaşıldı. Dediniz ki, sen hep şu mısraları mırıldanırdın: (M. 186)
Şiir:
Ay yükseldi,   biz alçaklaştık
Beyit:
Sevgilim bundan  sonra bizden her ne işitsen,
Artık el açma bize, çünkü biz gittik elden.
Görüyorum ki, göklerden dalga dalga nur yağıyor.. O yavrunun yüzünden, benim yüzümden
ve gözümden fışkıran nurla tâ ciğerimi görüyorum. Kuran'da, «Ey iman edenler! Niçin
yapmadığınız şeyleri söylersiniz,» anlamındaki âyetin yorumu şudur: Bu âyet bir kere
müminler hakkındadır, onları ilgilendirir. Eğer buradaki özellik onun hakkında ise ne dersin?
«Niçin söylüyorsunuz?» Sözü, kıskançlık kaynağından gelmiş olurdu. Onlar kendi testilerine
başkalarının tortusunu doldurmaya hiç razı olurlar mı? O halde «Yapmadığınız şeyler,»
buyrulmasının yeri olur muydu? Yeter ki bir sebep olsun. Bunlar bir toplumdur
ki, onlara iki akça verip, kaseyi doldurup götürebilirsin. Bu ne demektir? Katırın açlıktan
kemikleri dışarı fırlamış. Sözünden başka hali de değişti; hali ile birlikte konuşması da
düzgünleşti. Artık bir şey söylemez. Bu azarlama onlar içindir. Siz niçin halinize uygun
olmayan bu sözleri söylediniz? Derler ki, hayır ben, bu hal ehlinin kulu kölesiyim. Onların
duyduklarını duyanlardanım. Şu halde iş böyle olunca size mübarek olsun! Bu çok fena bir
haldir, kendine oyun oynuyorsun demektir. Erkeklik odur ki, düşmanın oyununu görebile-sin.
Söze başladı ve dedi ki: Söyledi ve söylüyoruz. Bunun nihayet senin oyunun olduğunu
görüyorsun. O gece kendisini çağırmadıklarından dolayı incinmişti. Beni de evde zayıf birisi
var diye çağırmışlardır. O kimdir diye sorarlarsa, buraya gelmesini istemediğim bir adamdı
dersin. Ona bir peri verdim ki, gerçek görüşlü olduğu için gelmedi, uçtu gitti, beni kurtardı.
Ama nihayet bu kanadı sana ben verdim. Gerekirdi ki, şimdiye kadar yerinde kalmış olsun.
Yaklaştı ve dedi ki: Ben Kerim ile bir tarafa gitmek istiyorum. Eğer yal-nızsa. Yalnızdır,
değildir, kendisi bilir. Ben ona, «Düşmanın oyununa dikkat et,» diyorum. «Oyun bundan
daha açık olur mu ki, falan evde öleceğim,» dedi. Ona çok inanırdık ve o açık konuşmuştur,
diyordum.
(M. 187) Allah bizim aramızdadır. Bu işareti dinle! Görüyorsun ki, şahitler meclistekiler
benden uzakta. O gece, onun gönlünde parlayan, nurun etkisiydi. îstedim ki o zaman ona
sorayım: Kim ne dedi de ona güldün? Sert bir bakışla ona baktım. Ama kendimi tutabildim.
Öfkem geçsin diye, çünkü hastaydı. Geçen gün de kendisine gülerek bir göz attım. Eğer bu
doğru bir bakış olsaydı iş kolaydı. Bununla beraber zordur. Toprak altındaki nazeninlerden
birkaç tayfamız var. Öyle nazeninler ki, karanlıktadırlar. O başka mesele. Benim
sultanlığımda bu türlü şeyler olur. Bu saatte ne var ki, hatibin kılıcı gibiyim! Ne keserim ne
batarım. «O bilip de sükût ettiğin şeyi bu saatte görürsün,» dedi. Sordum ona: «Neler
söylüyorsun? Benim hatırım için ona gerekli olan şeyi bir kere söylemez misin?» Evet ben


çağırdım, ben söyledim, Alâeddin'e, Kerim'e söyledim. Benden çok incindiler. Ondan
sordum. Sen bana şöyle diyorsun: Kiminle çağırdın? Nasıl çağırdın? Seni böylece hoş
karşılayınca, ne yaptım ki, beni takdir ediyorsun? Şimdi gel ki, sana bir öpücük vereyim!
Ahi'ye dememiş miydin ki, Şemseddin sizden bahsediyor. O bizden atılmıştır. O Hâcegî
denilen, kılı kırk yaran, fakr mertebesinde biricik bilginden bir kaç kat daha iyidir. Ben
meclise geldiğim zaman elini ağzına koyar, «Susun, biz ne biliyoruz,» der. Şimdi dedim ki:
Bizim aramızda bir bilirkişi gerektir ki, bu meseleleri kesip atsın, o ayırt etsin. Ama o bilirkişi
dışardan olmalı. O, neye karar verirse inayetle baş eğmek, karara saygı göstermek
gereklidir. Yoksa onun azıcık da bir gücü olamaz. Ama burada karar iş arasında veriliyor, îş
arasında el çırpanlara, gemiye atlayanlara, satranç oynayanlara, hepsine hüküm veren o
bilirkişi olmalı.
Şeyhin biri bir gün eline bir elma almıştı, Zey-neddin Kelusî'den sordu ve dedi ki: «Ben
Allahyı gördüm, ondan bir elma istedim, bana verdi. Sen Allah' dan ne istersin? Bayezid-i
Bistamî, Allah'dan Allah'yı istedi; filan kişi filanı istedi.» Zeyneddin de dedi ki: «Ben de
Allah'dan Allahyı istiyorum.» «öyleyse, sen Bayezid'in mertebesindesin,» dedi.
(M. 188) Ben çocuktum, bana sordu; ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim.
Başım salladı, artık hiç bir şey söyleyemedim. Bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim
sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdolu idi. Öyle acayip bir hale gelmiştim ki, bu hal çocuk
yaşında pek az kimselere nasip olmuştuf. Horasan'dan gelen büyüklerden biri yönünden
üstada bir gönül açıklığı gelmişti, ona bir şeyler doğuyordu. «Bana gel, benim babam ol!»
diyordu, beni buna zorluyordu. Onun çocukları için oldum; ne yapayım, onun hastası
olmuştu. Bu saatte hastaların başına gidersek orada rahat vardır. Çünkü ulu Allah karşına
ne çıkarırsa onu kendine tam bir mutluluk sayarsın.
Bizim nazenin kullarımızdan biri, uygunsuz bir toplum içinde tutsak düşmüştür diye beni
gönderdiler; ona bir ziyan erişirse yazık olur, dediler. Eğer iki dost, birbirinin yanında yahut
karşı karşıya oturmuş konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile, onları uzaktan seyretmenin tadı
bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da arada engel olmuyorsa, onun
zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakında nasıl
olur? Falan yere gidelim derler ona. «Hele bir sor,» der, «Şem-seddin orada mıdır? Eğer
yoksa şimdilik işim var...»
Filan kuyumcu dedi ki: «Senin hakkında uygunsuz sözler söylediklerini işittim.» O övmeye
başladı, ben, onu övünce, «O nasıl olur?» dedi ve ilâve etti: «Sen böyle değildin ancak onun
sohbeti bereketi ile böyle oldun. O seni açtıkça açılıyorsun.» Parmakla dokundum, böylece
eğildi ve dedi ki: «Sen sohbete lâyık bir insansın.» Ben hemen atıldım ve dedim ki, «Eğer
halvet olur da yalnız ikimiz beraber olursak, bana on pabuç vurur1 musun? Her açılışta daha
parlak bir hale geleyim. Sen büyükler
hakkındaki sözlerinle sohbete en lâyık bir zatsın.» Ona inanmıştım, işitmiştim ki, büyük bir
bilgindir, şöyledir böyledir. Ama bununla değil. Şimdi iyi sohbete dikkat et. îster ki siz
mescitte olasınız; oraya gelsin sizi görsün ve beni de övsün.
(M. 189) Bana dedi ki: «O, iyi olur ama falan kuyumcu da şeyh olmuştur, ne dersiniz?»
Herkes kendi makamında büyüktür. Ama onunla ne ilgisi var? Bu hiç kimse hakkında
uygunsuz söylemek değildi, bize göre onun âlemi başkadır. Derviş ham hayaller peşindedir.
Bir yerde ki şeyh bu delikanlıdır, ona olgunlaşması için daha yıllar gerektir. Nasıl olur da


erlere hizmet eder, gece gündüz yanar yakılır? Tavaya konmuş sığır yağı gibi uzaktan
kokusu geçtikten sonra kıpkırmızı olur? Allah erlerinin raksı lâtif ve hafiftir. Su üstünde
yaprak gibi yürürler. İçerde dağ gibi, yüz bin dağ gibi ağır, dışarıda saman çöpü gibidirler.
Hak benim elimdedir, ama benimle birlikte değildir. Hutbede okuduğun bütün Allah sıfatları
«O öyle bir görücüdür ki, hiç bir şey, onun görüşünden gizli değildir.» Evet, bütün bu sıfatlar
görüyorum ki benim de sıfatlarımdır.»
Şiir:
İçi fesat dolu bu köpeklerden size utanç gelmez mi?
Siz, bu yularsız eşeklerden hiç arlanmaz mısınız?
Öbürü dinin süsüdür, ama küfrün de rengi ve kokusu;
Öteki mülkün kıvancı ama ülkenin de yüz karası, utancı...
Şu halde dizgin gerektir ki dikkatle çekesin şimdi başka bir şair de şöyle söyler:
Beyit:
Âlim ile cahil arasındaki ayrıcalık, ancak şu kadardır:
Birinin dizginini çekersin, öteki başıboş ve yularsızdır.
Şimdi nerede o dizgin çekme. Şimdi beni kendi halime bırak! Onu en azından zahir
yönünden yemekten içmekten yasaklıyorum. Çok düşünüyorum ama gerektir ki, bana hiç
ayakbağı olmasın; yemek içmek düşüncesi, elbise ve çamaşır derdi bende olmasın. Yani
sizin önünüzde olmasın, birlikte olalım. Bir vakit hizmet etsin, îşte bu çirkin bir şeydir,
şüphelidir de. Kul için bundan daha iyi bir sığınak var mıdır ki, elini Allah erlerinin ellerine
uzatsın da kurtuluşa ermesin?
«Dervişin her iki cihanda yüzü karadır,» buyurulmuştur. Eğer doğru söylüyorsan, halkı neye
davet ediyorsun? Karayüzlülüğe mi? Eğer yalan söylüyorsan senin tokadın hiç bir şey
değildir. Başka biri, «Tahammül et!» der. Söz Allahnın sözüdür, Allah sevgililerinin sözüdür.
Alâeddin'e satranç tahtası alma! Mevlânâ'nın dostu isen bunu yapma! Çünkü onun öğrenim
çağıdır. Onun vakti dardır. Geceleri uyku uyumuyor. Ancak gecenin üçte ikisini yahut daha
az bir zamanını uyuyabilmekte. Her gün gerektir ki, bir şey okusun, bir satır bile olsa bu
lâzım. (M. 190) Ama işitirse benden incinir. Bana, işimi öğretiyor, der. Bu sebepten Hakkı
düşman bilirler, işlerine gelmeyen doğru sözü dinlemezler. Onlara bir kâr kokusu gider,
ürkerler. Bu çok garip şeydir. Bazılarına vakit geçirmek hoş gelir. «Karanlıkta yürüyen
yolunu şaşırır,» demişlerdir. Bütün vücudu dil kesilmişti. Soruda, cevapta terbiyesizce
davranırdı, Hak âleminden hiç haberi yoktu.
Sizden sonra, ne malını satan satış yapacak, nede mal alan müşteri alacak mal bulacaktır,
insan, semâ vaktinde başkalarının giyinmediği elbiseleri giyinir. Namazda da başka zaman
giyinmediğini giyinir. Su dağıtılan yerde bana bir, üveyk sesi ile bunlar ilham olundu. Onunla
benim aramda eskiden beri bir1 hekim var ki, o başkalarına söz verir, sözünden dönerdi. O,
böyle yerde nasıl olur? Peygamberlerin, velilerin aradıkları vecd (ilâhî sarhoşluk) halini
onlara anlatsaydım, mest olurlar, neşelenirler; Hak onların yüzlerinde, vücutlarında parlar,
onlarda açıkça belirirdi.
Şiraz dervişleri biraz insafsızdırlar. Ancak iş iyi gitmedi derler. Vakti gelince gazelden sonra
raks edeceksin diye kararlaştırıyorsun. Bunda da zorluklar çıkarırlar size. «Ne türlü nefesler
vuruyor, baş sallıyorsunuz,» deyince, söz söylemez, gazel okumaz. «Bu nasıl raks?»
deseniz, «Yandım bu ıstıraba, dayanamadım,» derler. Allah, «Ben seni bu iş için


tutuyorum,» buyuruyor. Derviş de, «Yârabbî yandım artık, bu kulundan ne istiyorsun?»
diyor. Mademki yanıyor-sun, bu, cevheri kırma
hikâyesini andırır. Sevgili âşı-kma sorar, cevheri niçin kırdın? Sevgili cevap verir: «Ben,
cevheri benden sorasın diye kırdım.» Bu: sır içindeki hikmet, şuradadır: Rahmet deryası
daima coşmak, dalgalanmak ister. Bunun sebebi de senin yalvarman, ağlayıp feryat
etmendir. Senin gamının bulutları gelmedikçe, ilâhî bilginin denizi dalgalanmaz,, coşup
köpürmez.
Şiir:
Anne yavrusuna meme verir mi söyle,
Yavru aç kalıp da ağlamayınca?
İçinde ve dışında geçen değişiklikleri göremeyen r görmede, işitmede ve akıldaki hikmeti
anlamayan, âlemin nasıl idare edildiğinde şüphesi olan kimseler, bütün peygamberlerin
mucizeleri, velilerin kerametleri ile vahiy ve ilham getirmelerini anladığı halde, henüz şüphede
olanlar derler ki: «Acaba neden benim kısmetim geç kaldı? Yahut bu iş neden böyle oluyor?
Kendiliğinden mi oluyor? (M. 191) Allahnın dilemesi yeter mi?» Sonra eğer Allahnın
merhametli, bilgin ve güçlü olduğunu bir âciz görürse işi kabul eder.
Bir topluluk Fırat ırmağının kaynağını görmeye gittiler. Tam iki yıl yol yürüdüler. Nihayet
ırmağın, bir dağın tepesinden çıktığını gördüler. Biri hemen, «Ne hoş!» diye çarh vurarak
suya atıldı. Öteki de arkadan atladı. Bazılarını, (onlara ne olduğunu Allah bilir), galiba onları
aşağı çektiler. Başka ne olmalı? Bazıları da geri dönerek haber getirdiler. Dediler ki:
«Oraya kadar gittik, âmâ arkadaşlar daha önce gitmişler. Başka bir şey bilmiyoruz. Denize
dalan kurbağa gibi bir ses çıkardılar.» Adamların anneleri kardeşleri toplandılar; bir türlü bu
işe razı olmuyorlardı. Nasıl ki, kaz yavruları yumurtadan çıkınca anneleri karada gezerken
yavruları da anneleri ile birlikte dolaşırlar, denize girince de beraber girerler. Su kenarına
gelenlerden bunları görenler, «Vay yavrucuklar gitti, boğuldu!» derler. Zaman zaman
dostları anmak ne gariptir. Sen de bu ayıklık makamında mest olup kalma!
Ola ki, onun maksadı odur. Yani istiğrak (Allah' sal hayale dalmak) makamında kalma; daha
üstün bir mertebe ve makam iste! Ama hayır bu onun işi değildir. O, olduğu yerde sayar,
başka bir şey yapamaz. Eğer o yüksek mertebeyi isteseydi, o mertebe şarapla dolu bir
testi gibidir. Onu boşaltırsan kadehe dolar ve der ki: «Yine senin yanında olayım, başka bir
yere gidemem!» Halbuki onun küpü onun gibi yüzlercesiyle dolup boşalmıştır. Ama yalnız
küp, taşın karşısında zavallı kalır. Pek açık bir gerçektir ki, küp, taştan daima sakınır.
Kırıtırsa, aslındaki parçalar yerinde kalır ama içindeki berbat olur; etrafa yayılır ve bulaşır.
Yani sır (gizlilik), küpün fitnesidir onlara açık ve susturucu bir cevap vermek gerekir. Çünkü
susmak suretiyle verilen cevaptan anlamazlar. Yani hoş geldin, güle güle, sefalar getirdin
gibi açık sözlerden anlarlar. Kuran'da, «Görmez misin senin Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?»
anlamındaki âyetin yorumu nedir? (M. 192) Sonra, «Allah semaların ve yeryüzünün
nurudur,» Anlamındaki âyet ne diyor bize?
Mısra:
Gönlüm öyle bir yere düştü ki, hiç sorma!
Eğer benden faydalanmak istiyorsan gizlice alçak gönüllük gösterip de Firavun gibi, yalnız
kaldığın zaman, «Allahm! Sen benim ilâhımsın, ben de senin kulunum!» deyip, sonra
herkese karşı, «Sizin en büyük Allahnız benim!» (Naziât sûresi, 24) deme. Zahirde de


bâtında da, hayır, demek gerektir. Cevapta biraz düşüneyim de o vezir gibi hataya
düşmeyeyim. Acele, şeytan işidir. Acele edenler, bir nakış ve suretten başka bir şey
göremezler. Çünkü onlar, hep görünüşe bakar, nakısı ve sureti görürler. Günahlarından
dolayı da mağfiret dilemezler. Tövbe, Ademin ve evlâdının sıfatıdır. Hatada, günahta
direnmek de iblisin ve onun yavrularının sıfatıdır. Allah ona, «Yemin et!» deyince, o «Başın
için!» diye ant içer. Rumî'yi Anadolu halkını ben yarattım; Türkü, Hintliyi, Arabi da; ama
lanet olsun o alçağa ki, senin gibi birini doğurmuş.
Sarayın sofracıbaşısı, Şahın üstüne yemek, damlatır. Şah, «Asın şunu!» diye emreder.
Adam geri kalan yemeği de Şahın üstüne boşaltır. Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye
başlar. «Bunu niçin yaptın?» diye sorar. Sofracı, «Mademki beni astıracaksın, yaptığım
hata, önemli bir şey değildi. Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der.
Bugün o sofracı yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi. Bu utanç verici
hal ana ve babadandır. Çünkü onlar beni bu kadar naz ve nimet içinde beslediler. Kedi
kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi. Ancak gülerek, «Oyun
mu oynuyor sun güzel?» diyebildi. Ama bu bir kaza idi. Kedi savuşturdu. Eğer senin ve
benim yahut annemin başına bir kaza gelseydi ne olacaktı? Allah, seni ve beni bu yüzden
korudu; bize bir cilve gösterdi.
Şiir:
Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,
İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.
Yaptığın işi yavaş  yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.
Ey  seher yeli!   Bir semtten   haberin var mı? (M. 193)
Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?
Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!
Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Allah eri) odur. Bir gizli gerçeği açıklıyorum. Âlemin
dört bucağından onun toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup
geri dönenler var. Bir Allah eri tam bir yıllık yoldan onu ziyarete gelmişti. Yüzü güneşten
yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi. Başka bir aziz uzaklardan bir çok yol
teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, îzin almasına imkân kalmadı.
Ben bu adamdan ummazdım ki, konuşsun. Ben konuştum. Dedi ki: «Ona ahmaklık
demezler». Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de şu duvar var,»
dedim. Mademki duvarla konuşmuyorsun ben'mle de konuşmuyorsun o halde kiminle
söyleşiyorsun. Lütfen anlat!
Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.» Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye
başladı, başım sallayarak, «Bu adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi. Bir zaman diyordum ki:
«Farzet ki ben burada yokum, îşte herkesin kavgası da bundan çıkıyor. Niçin olmayasm
burada?» Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi. «Evet» dedi, ama
bana nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez. Bana böyle yerler, para ve rahat
lâzım değil. Ben bunlardan kaçtım, usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler.
Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini süpüreyim, sessizce orada
oturayım. Ansızın bir şey işitildi. Başlarını eğdiler. Özür dileyerek, hayır hayır! dedim. Eğer


ben iyi insan isem, benim makamım burası olur. Geceleri tahta çıkar otururum. Kimse bana,
sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle yaptın, demez. «Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin
ama ben oradan almadım. (M. 194) Gittim çok uygunsuz sözler söyledim. İşittiler, «Acaba
bu divane midir?» diyorlardı.
Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti. Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin?
diyordu. Bazılarım atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum. Eğer
sözleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası götürdü. Sana gelinceye kadar çok
namaz kılması gerekiyor.
Ben vaktiyle ikiyüzlülük ederdim. Şimdi yapamıyorum. İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da
Sadreddin Secasî konuşacak. Celâleddin de konuşacak. Bu çok zor bir durum. Eğer söz
onun sözü ise bu ne oluyor? Eğer söz bunun sözü ise, öteki boş lâftır. Bu sözler hiç kimsede
yoktur. Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini, tozunu
bulamazsınız.
Öğretmenlik yapıyordum. Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik
yapıyordu. Padişaha haber verdiler. Eteğinden yakaladı ve sordu. Nuh Peygamber çağında
dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehire gitmek için bir günden daha az yol
yürürlerdi. Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır
derlerdi. Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi;
her gün bir kaç semti dolaşırdı. Bu nasıl olur? diye yorumluyorlardı. Bin seneye yakın bir
müddet yaşamak nasıl olur? Filozoflar derler ki, yüz yirmi yıldan
fazla yaşamak elbette mümkün değildir. Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum,
demiyorum. Bin yıl imana davet etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler,
yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı, gibi bir çok yorumlar yaptılar.
Nuh elbette davetten vaz geçmedi. Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman
olmadı. Çeşitli rivayetler vardır. Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur. Evet, davet
doğrudur. Ama benim için onun kabulünden ne çıkar. Dedi ki: «Nihayet düşünmüyor musun
ki, bu söze ne özür bulacaksın?» Dedi ki: «Onun boynunu, elini, ayağını hocanın sopasına
teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195) Susayım,
katlanayım, ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım. Ancak her kesin bir huyu vardır.
Davet işinde biri vardır ki, ona karşı sert davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet
ve sertlik göstermek ister.
Bu kadının tuhaf bir isteği var. Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu. Bu saatte ona
öylesine vurdular ki, iki parça ettiler sanırsın. Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir. Güya şeyh
Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış. Ama o bir insan olsaydı işi tamam
olurdu. İnsan olmadığı için onun karşısına geldi. Onun için bir engel de yoktu; bütün bunlarla
beraber hiç bir şey değildi. Eğer ona sövüp say-masan böylece susmaz; sesini kesmez.
Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler söyleyerek geçip gitti. Bundan dolayı onun kahrını uzun
zamandan beri çekmekteyim. Bizim gidişimizden öfkelenir. ,
Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir. Burada, deveci
kılığından nasıl kurtulayım? der. Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır.
Buna güç yetiremezler. Ancak Şahın hazinesini kendi hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler.
Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır. Akılları başlarındadır. işte o hal, Hazreti Muhammed
Mustafa'nın (S. A.) halidir. Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı. Belki


bütün işler ona belirli ve açıkça görünürdü. Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o
istiğrak yani ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır. O ilâhi dalgınlık bir çoklarında da vardır.
Hele bunda başka bir letafet vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün
işlerinde uyanık kalırlar. Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre
sıçratsay-dı, elsiz ayaksız kalırlardı. Nasıl ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten
başkasını rivayet etmedi.
Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslümanın kim olduğu açıklanmaz. Müslümanlık
doğru sözdür. Yüz bin lanet o cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine
birisine bir cefada bulunur. Benim yanıma getirirler ki, işkence yapsınlar. Buna hiç benim
gönlüm razı olur mu? Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.
Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)
Ona   mimber değil, darağacı yakışır.
Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten
uzak yalnız Allah yolunda birleşmeleridir. Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap
değildir. Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlânâ'nın yanında rahattayım.
Yolunu şaşıran Bayezid'in hikâyesi: Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini
şaşırmış, yolunu kaybetmiş değildi. Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde
görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.
Burada iş aksinedir. Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti. Yani onlar
asla mescit yüzü görmemişlerdir. Onlar nerede, mescit nerede? Bunun manadan konuşma
ile ne ilgisi var? Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı onun yanına götür. Müslümanların
dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler. Onlara özürler
diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı. Ama dıştan kâfir
görünür, iç âlemlerinde Müslüman yaşarlardı. Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim. Binlerce
teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.
Ey yüce bilgin Mevlânâ, seni övmeye lüzum yok! Sen de övülmeyi bırak! Bunu şundan dolayı
söylüyorum ki, Mevlânâ'yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna
gidecek bir durum olsun da eksik bir şey olmasın. Ona sakın bir şey yapma ki hatırına bir
bulanıklık gelmesin, incinmesin. Beni inciten her şey gerçekten Mevlânâ'nın da gönlünü
kırar. Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi. «Bize misafir gelir misin?» derdi. «Bir
saat kadar gel de görelim seni,» diyebilir miyim? Eğer seni yiyeme-sem, yemeğini nasıl
yiyebilirim. Bana haram olur. Benim içimde haram lokma olmasından Allahya sığınırım.
(M. 197) Mecduddîn ile konuşuyorduk. Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk.
Sakın gönlün incinmesin, Mevlânâ (Allah ona uzun ömürler ver* sin) dışarı çıktı. Senden
incindi. Mevlânâ böyledir; beklemeye takat getiremez. Diyorsun ki, bu iş çetindir. Büyükler
nezaketlidirler. Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama ben
de gittim gönül benimle birlikte gelmedi. Orada boş sözler var. Kulağına şunu söyleyeyim de
onlar işitmesinler. Gel eğer bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın
belki; kulağına boş sözler söyleyeyim. Bugün gerekli olmasa bile anlatayım :


Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye,
yanındakilerine, «Sizler çok cömert insanlarsınız,» der. «Bana bir kaç akça harçlık
verirseniz size tambur çalarım.» O arada adamın pabuçlarını çalmışlardı. «Aman,» der,
«Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari tamburumu verin de
işime gideyim.» «Burası mescittir,» dediler. «Eyvah,» dedi, «Günlerden beridir ki
yıkanmadım çabuk tamburumu verin de buradan gideyim.»
Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı. Yol üzerinde
bir değirmenciye uğradı, dedi ki, «Selâm sana! Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?»
Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin. Bu ağır canlı adam
nereden geliyor?» «Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?» «Getir,» dedi. Değirmenci
giderken pişman oldu, geri döndü. «Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış. Ekmek yok un var
yer misin?» «Evet getir her ne varsa getir!» Adam tekrar geldi kendi kendine: «Yazık» dedi,
«Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.» Bu sefer tekrar döndü ama «Dan
karışık,» dedi. Sonra tekrar geldi, «Öğütülen un yetim malıdır,» dedi. Nihayet tozlu bir
pösteki getirdi ve Şahın yüzüne fırlattı, «Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu
inandırmak istedi. Sonra, «Sanıyorum ki,» dedi, «Gözlerin rahatsız olmuştur.» Bir ırmak
kenarına götürdü, «Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198) Şah oradan
ayrıldı. Yolda bir Türk çocuğuna rastladı: «Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi. Çocuk, «Var
ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin diye sor,» cevabını verdi. Mahmud
kendi kendine, «Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi. Atının dizginlerini yavaşça çekti geri
döndü. Çocuğa «Selâmün aleyküm,» dedi. «Aleyküm selâm. Çabuk aşağı in konuğumuz ol
sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne varsa getireyim,» dedi. Şah bunları yedi. Çocuğa: «Al şu
yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin. Olaki Şahtan senin için bir şey
alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.» Yüzüğe iyi bakınca: «Eyvah!» dedi çocuk,
«Ne yazık ki koyun kesmedim. Ne yaptım ben?» Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise
de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi. Şah askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk
geldi, yüzüğü onlara gösterdi. Hepsi yüzüstü kapandılar. Onu saygı ile karşıladılar. Çocuk
ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş.
Onlarla yüz yüze gelince hepsi birden: «Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında
konuştular. Şahı o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti tekrar etrafına bakınca
anladı ki Şah budur. İçinden bir «Ah!» çekti. Şah konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar,
«Vallah ki bu Şahtır!» dedi..
Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!» Artık üst tarafını, o türlü
yemekleri de sen hesap et!
Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.»
Silâhlı yüz süvari yola çıktı. Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı. Uzaktan
bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler. Biri sordu: «Değirmenci bu mudur?» «Evet
budur,» dediler. Adamcağız, «Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı. Kapıyı çalınca
hiç ses çıkarmadı yani, «Öldüm,» dedi. «Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?»
Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil, nihayet o da bitmek üzere ben
ölmüşüm artık.» «Kalk!» dediler. Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar, «Kalk!»
dediler, «Seni Şah istiyor.» Değirmenci yalvarmaya başladı: «Ey büyük ve saygı değer
adamlar! Ben nerede, Şah nerede? Ben zavallı bir değirmenciğim. Şahın buğdayı varsa


buraya getirir onu öğütürüm!» «Uzatma,» dediler, «Kalk çabuk seni Şah istiyor.» «Ama çok
iyi öğütürüm.» «Çok konuşma kalk!» dediler. Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği,
yoğurt vereyim ki, bugüne kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199) Bugün yüz kişiyi
misafir ediyorum.» «Kalk, ne saçmalar soyuyorsun, kalk» dediler. Yine kalkmadı, boynuna
bir ip bağladılar. Çeke çeke götürdüler. Adamcağız çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı
aradı, ama onu göremedi. Ancak Sultana, «Ah eğer bin tane kellem olsaydı birini bile
kurtaramam,» dedi. Sultan dedi ki: «Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş
olan yüzüğümü bulasın.» «Saygılarımı sunarım,» dedi. Gizlice ötekilerine emir verdi; adamı
kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne demek olduğunu
anlasın, dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı,
üç gün ekmek bulamayınca artık ölümünü bekliyordu. Üç gün geçtikten sonra, «Onu
getirin!» dediler. «Kalk çık dışarı,» diye seslendiler. «Artık benden ne istiyorsunuz, bir
solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi. «Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın
ki, bir kerede ölüp kurtulamayacaksın.» «Eyvah!» diye feryadı bastırdı. Şahın huzuruna
götürdüler. «Adamcağız,» dedi Şah, «Söyle bakalım pirinci tane tane mi yersin?» «Oh onu
da yerim elime geçerse,» dedi. «Ya semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut
şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?» «Ah nerede onlar!» «Sütlü pirinç de yer misin?
Hele şekerle iyice pişirilmiş olursa!» «Ah nasıl yemem.» «El'mize geçse biz de yeriz
bunları.» Böylece bir çok nefis yemek saydılar. Değirmenci, «Ey ulu Sultan! Beni öldür!»
diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı. O merhamet duygusunun
etkisiyle Hayyam'ın şu beytini hatırladı.
Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,
Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!
Şah gülmeye başladı. Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu
sevinçli bir halde yola vurmalarını emretti. Sonra «Onu geri çağırın,» dedi. Arkasından
koştular, «Gel!» diye seslendiler. «Ah beni kandırdı, ama belki daha beter bir belâya
uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı. «Bari şu altınlarımı alın da canımı
bağışlayın.» «Gel, orada cevabını ver!» dediler. Şahın huzuruna çıkardılar. Şah şöyle
buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın! (M. 200) Bundan sonra kendi boğazının
keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne çarpma!
Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci
şartı da ben söyleyeyim: Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve
küçümsemeyeceğim.»
Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim! Hasta oldun öpeyim bari; öp artık
kaçıyorum öp, elimi de bırakıyorum... Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha
söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için. Gece yarısına kadar hiç uykum kaçmadı.
Hep yedim, karnım davula döndü. Nihayet, «Daha ne kadar yiyeceksin, yeter!» dediler.
«Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.
Pirlerden biri dedi ki: «Henüz Mevlânâ'nın mec-lisindesin. Allahya şükürler olsun! Ama
müritler sizden ayrılmak sevdasında. Bu onların körlüğünden ileri geliyor. Derler ki, bir
melek varmış, bir zaman Ademoğulları bu adamın meleği olurmuş,   bir zaman da bu
adamın şeytanı.»


Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim. Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam
gösterdim. Ona çocuk kaçtı, yalvardılar, kabul ettim. Öteki de kendiliğinden kaçıyordu. O
bununla gelmez dedim.
Mısra:
Bu işten vazgeçmek gerek, yahut edebini takınmak.
Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?
Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!
Adamın biri halkın malını yerdi. Kendini deliliğe vurmuştu. Kadının önüne oturttular. «Ham
ham!» diye söze başladı Kadı ona, «Be adam, senden davacı var, ne dersin?» diye sordu.
«Ham ham.» Kadı, «Ham ham, divane sözüdür bunu tımarhaneye götürsünler,» dedi.
Adamı tımarhaneye soktular. Tımarhane onu nasıl serbest bırakır? Biraz sonra Kadıya
ondan daha yaman bir yankesici, daha serseri bir suçlu gelir. Yüz Bağdat çarşafı, yüz top
istanbul atlası, yüz kat başkaca elbise dava
ederler. O da, «Ham!» der. Kadı, «Hayır,» der. «Ama efendimiz herkesi temize çıkarıyor,
beni eziyor, ham, ham.» Kadı der ki, «Bugün ham, ona inkâr etmesini öğretmiştir.» Kadı
tekrar sorar: «Ne diyorsun.» (M. 201) Suçlu, «înkâr ediyorum» der. «Hayır,» der Kadı,
«Suçunu kabul ediyorsun, niçin inkâr edersin. Müslümanların hakkını ver!» Suçlu, «Ben, şu
ya da bu kimsenin emanet bırakmasın-san korkuyorum. Ama nereye bıraktı? Sen diyorsun
ki, o Buharalının kapısındadır. O zaman bütün hırsızlarla gider o eve hücum ederler. Mallar
eşiğin altındaki kuyudadır, evet ver diyorsun, iyi ama ya ben açlıktan ölürsem. Evet ver
diyorsun, hoş söylüyorsun. Fakat kime? Benim gönlüm istiyor ki sen bundan birazını pay
eyleyesin ben de böylece bakayım. Ye afiyet olsun üç lokma, on yedi lokma yahut benim
hatırım için yetmiş lokma ye.»
Mısra:
Ben istiyorum ki yüzüm ay gibi ak olsun.
Ben vaz geçtim, bütün âlemden el çektim. Şimdi sen de diyorsun ki: «Hiç iyi değdim, ya
içimde bir rahatsızlık var yahut bir sıkıntı var bende.» Çünkü sen benim canımın içindesin,
orada yer tuttun. Can içinde etki yapıyorsun. Ey Efendi, Çelebi! Bu isteklerinden,
boynumuza sarılıp öpmelerinden, nazım yolu ile, başka yollardan bir takım cilveler
göstermesinden anlıyorum ki, bende Allah tarafından yarlıgan-mak nişanesi var. O tarafa
düşmem yakındır. Günahları bağışlanmış kullar arasında dalıp gideceğim bunun belirtileri
var.
Ulu Allah Kuran'da, «Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz,» buyuruyor. Bununla ne
diyor bize? Ufuklarda ayın iki parça olması mı? Yaz mevsimi mi? Sonra aynı âyetin altında,
«Ve onların nefislerinde,» buyuruyor. Hastalık veya sağlık mı? Bunlar ne güzel yorumlardır.
Ey tefsirciler, başka bir anlatışa göre de ufuklar-daki âyetler, ayın yarılması ve mucizelerdir!
Nefislerdeki de, gönül açıklığıdır. Şüphe yok ki o Haktır. Yani şüphesiz Allah Haktır;
Muhammed de Haktır. Ne güzel yorum bu! Ama hakikat yolcuları ve Allah erleri içindir bu.
Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kuran'ı onlar bilir. Kuran'ın güzelliği onlarda
yüz gösterir, onlarla cilveleşir. «Şüphesiz o Haktır,» demek ne demektir? Yani Allahın kim
olduğunu herkes bilsin diye, «O haktır şüphes:'z,» demek bir yorumdur. Kudsî var iken
Tusî'yi ne yapalım. Rahman sûresinde, «Allah Kuran'ı ona öğretti,» âyetinden anlaşılıyor ki,


Kuran'ın tefsirini yine Allahtan dinlemek gerektir. Bunu Haktan başkasından dinleyemezsin.
O yorumcuların tefsiri onların kendi halidir. Yoksa Kuran'ın tefsiri değil. (M. 202) Kuran'ın
sözlü tercümesini beş yaşındaki çocuklar bile yapabilirler. Hazreti Mustafa (Allahnın selâmı
ona olsun) Ebû Hü-reyre'ye uğramıştı. Onun pek çekingen davrandığını anladı ve sordu:
«Niçin böyle çekingen davranıyorsun, perhiz ediyorsun?» «Temiz değilim de ondan,» dedi.
Peygamber, «Mümin pis olmaz,» buyurdu. «Zararı yok, öyle kara yüzlü durmanın ne gereği
var?» Diyelim ki, yoldan bir kızcağız geçer, kendinde bir hareket duyarsın. Bunu başkaları
anlarsa seni ayıplar, anlamazsa sana işinle meşgul olmak gerekir. Bir rastlantı sırasında
Mahmud'un annesi oğlunun içkiyi yasakladığım görüyor, «Afiyet olsun sana, mutlu ol oğlum,
beni de mutlu ettin,» diyor. O bunu yapmayaydı, incinirdi; yatakta uykusu gelmezdi. Annesini
«Acaba ne olacak?» diye düşünürdü. Ona candan dua eder ve memnun olur.
Kış geliyor Şemseddin'e bir kürk lâzım. Evet çetin iştir bu. Hırkayı yırtmalı. Evet güzel
söylüyorsun, bana uymak gerek. Bu bana senden dilenmek demektir. Konuk için, onunla
daha çok vakit geçer. Şimdi biraz düşünmek zamanıdır. Her ne kadar yaya yürümek kuvveti
vardır ama korkarım ki, bunu kabul etmezsin! Ben Kaymaz mevkiine gelirsem, Aksaray'a
varırım. Yolda seni bırakır ve ayrılırsam, bu benim elimde değildir. Seni evde çocuklar
arasında bırakayım. Zaten yolda da bunu böyle istedim. O zaman bizim aramızda yüz kat
daha yakınlık olur. Bugün ayrıldık ama bir zaman neler olacağını bilemem. Eğer şimdi
olduğu gibi araya bir karışıklık girerse, «Bu hakkın gayretidir,» deme! «Bu ne
Müslümanlıktır?» dedi. «Bunu da Müslümanlık say,» dedim. O zaman bir şey söylemedin,
bir kaç gün Sarac'ın bağına gittin. O ayakkabı seni rahatsız etti. Bir söz söyledin, bir kaç
gün dolaştın, nihayet tekrar konuştun. Sonra baştan savdık, ona ant içtik dedin. Ben öyle
insanlardan de-ğilim ki, bir kimse ile bir gün selâmlaşmış olayım da, ona karşı öyle bir
davranışta bulunayım. Bunu uygun görmem. (M. 203) Eğer yine bir karışıklık ve bozgunluk
varsa, zannetme ki aramızda ayrılık kararı verilmiştir. Ya bana senden bir gayret ister,
yahut da sana karşı benden.
Dedi ki: «Allah kendi iradesi ile hükmeder. Onda ihtiyar yoktur.» Bu sözü bütün
peygamberler bile söylemiş olsa kabul edemem. «Ben böyle bir Allah'yı istemem,» derim,
isterim ki, Allah kendi arzusu ile iş yapsın. Ben öyle bir Allahyı arıyorum. Cehenneme de
görsem bu düşünceden utanmam. Ona derim ki: Benim aradığım Allah sensin. Diyorsun ki:
«Ben,
Allah için dilediği gibi yapmaz, (yani failimuhtar) değildir, demedim.» Öyle ise sen
failimuhtarsın, dilediğini yapan sensin! Onu ortadan kaldır. Onun en aşağı kullan, ona bir ışık
ile gölge düşürmüşlerdir. Dilediğini yapandır o. Onu âciz kılacak, ona engel olacak bir varlık
yoktur. Her saatte binlerce cihanı mahveder.
Bu çok âciz ve güçsüz olan kimdir? Ne iş yaparda o işte âciz kalır? O işi çevirmeye gücü
yetmez. Nasıl olur da onun ihtiyarı yoktur diyebilir, içinden ona, «İhtiyarsız,» diyebilir misin?
Eğer bütün âlem Şahab' m bu sözlerini kabul etseydi, Firavun incinmezdi o sözden. Ama ben
kabul etmiyorum. Size iyi günler! Vakitler mübarek olsun! Mübarek olan sizlersiniz.
Gelecek günler size mübarek olsun! Kadir gecesi bize kader hazırlamıştır. O dost başka
sözleri de bilir; başka konuşanların sözünü de konuşur. Bin kelime mi söyledi; söyler, sonra
sözü tükenir. Boş mu oturur? Musa Peygamber Allah ile konuşan bir söz bilgini idi. Allah
ona, «Beni göremiyeceksin,» dedi. Musa bir kaç adım geri döner, sonra tekrar ona


yönelerek bir daha gelir. Ona başka zaman gel der, konuşmadan geri çevirir. Günler bizim
aramızdadır. Âyette işaret buyurulduğu gibi denizin suyu tükenir de Rabbimizin sözü bitmez.
Elif harfinin manası tamam olmaz. Ulu dergâhtan bir elif sıçradı, hangi hikmet için dışarı
fırladı o elif harfi? Onun hikmetinin iç yüzünü, yine o bilir. «Akıl .yanılmaz,» dedi. Ama
yanılıyordu, yine de, «Yanılmaz,» diyor. Sonra be harfi geldi, elif harfin'n ayağına düştü. Elif
sordu: «Niye geldin?» «Seni açıklamak için. Bir noktam var, o senin mühürünü canımın
içinde saklıyorum. Hemen Elifin manasıyım. Ayrılığın, ayırmanın iç yüzünü söylüyorum.» Te
geldi, «Başımda iki noktam var,» dedi. Bunları dünya ve ahirete atarım. Üç noktalı se harfi
de kendini araya soktu.
Cim daha uzakta idi. Tevriye sanatı daha çok belirsin diye. Çünkü (M. 204) onda Kuran'ın
manası vardır. Cim, iki yönden eliften üstündür. (M. 204) Ama elif yolunda beline kemer
bağlamıştır, elife bağlıdır. Dal harfine gelince, o da iki eliftir. Bir topluluk, dal harfini düşman
bilirler. Aralarında, birbirlerinin gırtlağına sarılarak kavgaya tutuşurlar. Sen, eğer harabat
(meyhane) ehli isen hı harfinin ne günahı var?
Kâfir küfürden bahseder; o, küfürden başka ne söyleyebilir? Mümin imandan bahseder,
kâfir de küfürden.
Mısra:
Testi, içinde ne varsa onu sızdırır.
Saf olur, saf küfür olur. Onun kâfirliği saf olur. Ona, bu yolda şöyle sorarlar: «Diyelim ki,
yolda seni köpek ısırmıştır. Ona, kuduz köpek demek yaraşır mı?» «Evet, o gün o köpekle
onun kocaman beş tane yardımcısı aşağı indiler. Fitne hiç yatışmadı. Herkes bir tarafa
kaçtı, onun ayağına düştüler. O, yukarı çıktı ve onları ayırdı.» Vaızdan sonra aşağı
iniyordu. Mimberin son basamağında durdu, şahadet getirdi. Kendi işimizden çok fazla söz
söyledik. Şu ilâhi uyarma ile karşılaştık. Kuran'da buyurulduğu gibi: «Ey iman edenler! Niçin
yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?» Yarabbi, «Bizi bağışla!» deyince mimber yürümeğe
başladı. «Ey mimber! Sana söylemiyorum,» dedi. Mimber ağaç olduğu halde, onun gerçek
sözlerinden harekete geçiyor; yani ağaç bile, kendi nefsinde öğüt kabul eder ve yürür,
demek istemiş ve onu yürütmüştür.
Ulu Allahnın, hem sen dilediğini hidayete erdiremezsin, hem de sen hidayet verebilirsin,
sözleri arasında çelişki yoktur. Hak sözde buna imkân yoktur. Sen bir yol gösteriyorsun;
işte, doğru yol budur diyorsun. Ama daha fazlası elinden gelmez. «Onu o yoldan çıkaran
benim,» buyuruyor, yüce Allah. Bize gerekli olan bunların her biri arasındaki inceliği ve
derece farkını görebilmektir.
«Allahya iyilikle ödünç verin,» anlamındaki âyet gelince, Hazreti ibrahim dedi ki:, «Ben Allaha
ve Resulüne dedim, ben hangi yalanı söyledim de Allah onu doğru çıkarmadı?» Hazreti
Peygambere sordular: «Ey Allah elçisi! Mümin zina eder mi?» Hazreti Peygamber şöyle
buyurdu: «Evet, zina.eder, ama o yine mümindir. O imanlıdır.» Ebidderda'nın koca burnuna
rağmen yine mümindir. Ancak mümin yalancı değildir. «Yani, imanla yalan bir arada
yürümez.» Allah gerçek müminin yalanını doğruya çıkarır.
Adamın biri cübbesini yırttı. «Eyvah, benim fere-cim, abam yırtıldı bana bir aba verin!» diye
sızlandı. Adına fereci dediler. Mevlânâ bu kadar söz söyler, hiç bir şey istemez. (M. 205)
Benim huyum budur, der. Bir mezar taşında, ömür, bir
saattir diye yazılı idi. Bir saat, üç saat nihayet ömrün bir sonu vardır. Sofî için, vaktin


çocuğu derler. Yani vaktine bağlı insan demektir. Bizim de ömürden nasibimiz ancak şu bir
saattir. Çünkü Mevlânâ'nın meclisindeyiz. Ona hizmette bulunuyoruz.
Ben onun postuna konmuş bir böcek gibiydim. Hiç düzgün konuşmaktan, fesahatten nasibim
yoktu. Böylece diyordum ki: «Mevlânâ'ya Allah hayırlı mükâfat versin.» Hayırlı bir işe
aracılık etti. Bugün gereken hizmet ve görevi bana işaret ediyorsun. Sana anlatayım.
Cebrail yukarıya bakarsa külahı düşer, sordu: «Nereye gideyim?» Şimdilik annen ile
babanın yanına gideceksin, ne zaman çağırırsam bana bir işaret et yeter. Sofrayı eğri
koymuşlar onu düzgün koyayım dedi, başını çevirdi, yavaşça, işaretle, «Lüzum yok,» dedi.
Sofra yatakta tersine kurulmuş dedim. Hemen, «Ne söylüyorsun? Yatakta sofranın ne işi
var?» dedi. Nihayet işaret etti ki, bizim işlerimiz var, ben bir işe gidiyorum, ibadete
gidiyorum. O işten hiç başımı kaldıramam. Ben hep emirle giderim. Emir bu!
Şiir:
Bir zaman gönül semtine doğru yürüdüm,
Gönül halinden bir nişan arıyordum.
Acaba gönlümün hali nicedir diye anlamak istiyordum.
Onun yüzünden cihanı feryat ve figanla dolu görüyordum.
Eğer bu dağarcık olmasaydı, bu taifenin ayak tozunu Cebrail bile bulamazdı.
Şiir:
Hikmet  ehli. erenlerin sözlerini   araştırdım,
Onlardan her vadide, her şehirde bir  destan  var.
Hepsi   de gönül elinden feryada gelmişler
Bu sözlerden şüpheye düştüm
Kendi aklımdan geçtim, acele gönül tarafına sefer ettim.
Onda da hiç boş yer göremedim.
Bu gönül arif ile maruf arasında çok kere sözcülük yapar.
Gönülün ne olduğunu gönül erleri bilir.
Gönülün kadrini her gönülsüz ve ruhsuz ne bilsin?
Gönül hakkında Allah   Peygamberi dedi ki:
Gönülden daha iyi, gönülden daha üstün bir şey var sanma!
(M. 206) Kendisinde güzellik olmayan, Hazreti Mu-hammed'in yüzünü Öper, söze başlar ve
der ki: Hazreti Muhammed (S. A.) ve onun yoldaşları gibi ol! Sen kendi sözünü söylüyorsun.
Başkalarını anmak, nazar değmemek içindir. Sen küfür dinle o benim için başka bir anlam
taşır. Eğer öyle değilse benimle başkaca hiç bir işin yoktur. Şimdi bir yazı yazmak, onu
tekrar okumak içindir. Ama tekrar okuyamazsan, buna gerek yoktur. Okursan o zaman
düşünürsün.  Bu, te
harfidir yahut te'dir, yahut üç noktalı se'dir veya sonuncu harf olan ye harfidir. Eğer bu
harfleri okumak zevkini kendinde bulamazsan bu Allah erlerinin gelmesi sana ayıp değildir.
Bir hikmet içindir.
Teklif zor değildir ama aceleye gelmez. Neşeli olduğun vakit içinde keder kalmaz. Hoş
hutbeler okursun. Ama o neşeli anlarda olur. O varlıkla dopdolu olunca, vücudu böyle olur.
Ben her ne kadar onu kabul ve sözlerini gerçeklemek istersem, sözlerimden ürker ve bana
dönerek, hiç gözünü başını çevirme! Tevhid âleminden sana ne? der. Onun, Allahsının tek
ve eşsiz olmasından sana ne? Çünkü sen onu yüz bin gibi görüyorsun. Sana göre her


parçasında başka bir yön, her bir parçasında başka bir âlem var. Ama sen bu parçaları o
bir tek varlıkta toplıyamazsın! Anlayamazsın! O kendi eşsizliğini birliğini tek renkte gösterir
mi hiç? Bu sana sır olarak kalsın ve seni sevindirsin.
Yaptığın secde acaba makbul müdür? Bugün mademki yolu biliyorsun, bir konuk geldiği
zaman ona tekrar söyle ki, nasipsiz kalmasın. Hoş geldin, sefa geldin dersin. Bizim için en
iyisi budur.
Birini çalgıcılığa çağırdılar. Ağır davrandı. Ona gel dediler istemiyor musun? Biraz su lâzım
ki tencerenin önüne koyayım der. Arif ateşli işlerde hep suyu yanında bulundurur. Meğerse
unutsun. Su hazır değilse tencere taşar yağı uçar, içinde ne yağ kalır ne de tencere. Pişmiş
et gider. Başka bir tencere lâzım gelir. Meğer ki, unutsun.
(M. 207) Adem Aleyhisselâm unutkandı hep, «Ya rabbi! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizim
günahımızı bağışlamazsan, bize acımazsan ziyanlı çıkarız, zavallılardan oluruz,» diye
yalvardı, daha başka bir şey demedi başka sözle meşgul olmadı.


İblis tutturdu: «Ben yaratılışta ondan hayırlıyım,» dedi. Biliyordu ki, insaflılar için özür
dilemek gerekiyor. Ama özrü kabahatından beterdi. Allahyı inkâr etti. Sen bilmez misin ki,
ben şeytandan daha iyi bilirdim. Şeytan «Senin izzetin hakkı için onların hepsini yoldan
çıkaracağım, azdıracağım,» deyince bu söz Peygamberleri, velileri, ve •Allah erlerini içine
almaktadır. Çünkü o kendi işini geri bırakmaz. Şeytan kendi işinden nasıl vazgeçebilir? Ulu
Allah, inayetini bir tarafa, şeytanı da bir tarafa koydu. Acaba ne yapacak diye. «Onu
benden götürebilirsin ama beni ondan nasıl alabilirsin,» dedi. Terzi demircilik yaparsa sakalı
yanar. O kendi işini yapmalıdır. Yoksa biri demirciye gelip, «Ey demirci bana demircilik
öğret!» diye yalvarır, ondan sanatı öğrenirse o zaman ne sakalı yanar ne de saçı. Sakalı
yanmayınca yüz dirhe.m harcayıp orada Lut ve Dolkes yemeklerine tuz koymazsa hiç işe
yaramaz, yerken ağzından dökülür. Ama bolca tuz koyarsa her ne getirirse hep tuz olur.
Ona tuz deseler bile halinden ve manasından tuz olmadığı anlaşılmadıkça tuz denilemez.
Onun için hiç bir rl-yazat korunma ve perhiz zevki hasıl olmaz belki daha karanlık bir hale
düşer. Cevher gibi olmaz, belki H. A. M. gelmez ki, onlar yokken bir şey yapsın. Ancak
haberi olanlara haber verir ki, nihayet sende de var. Kuran'da, «Müjdeleyici ve korkutucu
olarak gönderdik,» anlamındaki âyet açıktır. Halk o öğütleri kâh tutar, kâh tutmaz. Ey ulu
Allah! Ey efendi! Ey ulu Hünkâr! Ey kâinatın en yüce sultam!
Ey huysuz, sert başlı adam. Sen benim görünen tarafımdan bile haber veremiyorsun. Ya
benim içimi, bâtın tarafımı ne bilirsin? Ondan nasıl haber verebilirsin? Ey efendi. Ey efendi!
Hayır, hayır. Sana hoş ve hararetli görünen her inancı korumaya bak! Sana soğukluk veren
inançtan da uzak ol! Adam odur ki, sıkıntılı zamanında da hoş olur. Gam içinde sevinç
duyar. Çünkü kim bilir ki, senin muradın o muratsızlık içinde birbiri ile sarmaş dolaştır. O
muratsızlıkta murat umudu vardır. Belki o murat içinde de muratsızlık kaygısı gizlenmiştir. O
gün benim sıtma nöbetimin günüydü. Ertesi günü sağlığıma kavuşacağım diye
seviniyordum. Sağlam ve sıhhatte olduğum gün de yarın yine sıtma tutacak diye
üzülüyordum.
Söylediğin (M. 208) şeyi eğer dün yememiş olsaydım, bugün böyle ağrı çekmezdim.
Kendine bu hususta dikkat etmek gerek. Mert odur ki, herkesi kendi başına yeterli bir hale
getirir. Onun olgunluğu bundan anlaşılır. O zaman büyük adam olur.
O uygunsuz adam, eşekliği yönünden, Tebrizlilere eşek demiş. O ne görmüştür ki? Madem
ki bir şey görmemiştir, haberi de yoktur, bu sözü niçin söyler? Orada, Tebriz'de öyle
insanlar var ki, ben onların en zavallısı kalırım. Onlar benim gibilerini dışarı atmışlardır.
Sanki deniz toprağından bir köşeye atılmış gibiyim. Ben öyleyim ya, onlar ne olmuşlardır?
Onlardan biri Herive idi. Horasan'dan gelmişti. Ona orada Şahap derler. O Herive ki, hiç
kimseye değer vermezdi. Benim için, «işte bu Allah eri olgun kişidir. Onunla oturmaktan çok
huzur duyarım. Gönül hoşluğu bulurum onda!» derdi.
Seyfeddin-i Zen-ganî kim oluyor ki, Fahreddin-i Razî'ye dil uzatsın. Onun gibi yüzlercesi ha
var olmuş ha yok olmuş. Ben onun mezarına, ağzına... desin. Benim hemşerimdir, ama ne
hemşeri. Toprak başına olsun öyle insanların.
Şimdi gel şu sözleri dinle: Her, cim be ile, her be cim karşılaşırsa, bundan, «Bismillah» m
Allahın cim'i olduğu anlaşılır... Ne saçma sözler? Mantık bilgisi inkârla, kapalı sözlerle
uğraşır, hali perdeler. Mantık kalmayınca hal meydana çıkar, imkânsızlık kavramı kalmaz.
O mantıki da (cihan farzet, çünkü kalkar.) Bunlar ne tatsız sözler, ne zevksiz, soğuk lâflar!


Sözü o kocakarıdan dinle bakalım ne diyor: Ey sen! Her şey sen! Nihayet aradaki odur.
Kocakarı ne, taze delikanlı ne? Erkek ne? Nerede Cebrail; onların tozu nü bulamaz. Mikailin
ne yeri var. O avare akıl bulamazsa başka aklın ne yeri var? Seni bu iş için getirdiler.
Burada sözün yeri yok. Söz alanı dardır. Genişlikten ölür. «Evet dardır,» dedi. Dar demenin
ne yeri var. Halk zaman kazanmaktadır. O vakit zaman nedir ki? Eğer bilsen, kendi oğlunu
iki parça edersin böylece ciğerini parçalar, dışarı atarsın.
Sofuya başını kaldır da, «Allahm rahmetinin eserlerini seyret,» anlamındaki âyeti düşün
dediler. Sofu dedi ki: O eserlerin eseridir.
(M. 209) «Bir kişinin yiyeceği iki kişiye de yeter.» Ama öteki bir kişi kim? Eğer o Muhammed
Aleyhis-selâm ise onun yemeği, nimeti iki cihana da yetişir. O.şey ki, yüzü hayra ve iyiliğe
dönüktür. O bütün bu şeylere inanırsa hayırdır. Hayır olur ama şüpheci olur ve insanı
şüpheye düşürürse Hazreti Peygamber Aleyhisselâm halkı kendisine uymaya davet etti.
önce buna lüzum görmüyordu. Şimdi de öyle oldu ki o çağrıya kimse gelmedi. Nerede 8 Sofi
ki, kaygısız yemek yesin, balığı balığa versin. Adam odur ki, yüz adam onunla birlikte yokluk
âlemine gitsin. Yüksek sözler söylerim hiç kimse kımıldanmaz. Çulha hikâyesini anlatırım
kendilerinden geçer, nara atarlar. «Acaba eksik miydi ki, cehennemde kaldı,» dedim. Ama
kuvvetli kâfirlik gerektir ki Allahnın kahir sıfatı olan cehennemde sonsuzluğa kadar kalsın.
Şiir:
Gözüm   her gelip geçene bakmakta
Rast gelen her yere sıçrayıp durmaktayım.
Her kim bana bunu söylerse öyle olayım. Bundan başka her ne söylerse bu güfteden bir
bölümdür.
Peygamber, «Ne mutlu beni görene, ne mutlu beni göreni görmüş olana,» buyurmuştur.
Şeyh bana de di ki: Eğer. o defteri tavandan aişağı indirirsen daha sağlam durur. Aşağı
indirdim benden sakladı. Yani tamamladı.
Yukarıda kocakarı yalan söylüyor demişti Ahme-di Gazâlî. Uzaktan bütün Peygamberlerin
ruhlarını gözden geçirdim; geçip gidenleri birer birer çözdüm. Hazreti Muhammed (S. A.)
mübarek ruhu aralarında yoktu. Çünkü o ölmemiştir. Bu yoldan söylüyordu. Keramet odur
ki, bir ağaç parçasına yürü deyince ağaç hemen yürümeye başlar. Mimber de o anda
yürümeye başlar. Ondan bir parça yere düşünce sana söylemiyorum ey mimber yerinde dur
desin.
Dedi ki: Ey Mustafa! (S. A.) Benden niçin yüz çevirdin. Peygamber buyurdu ki: «Sen niçin
benim kardeşimden yüz çevirdin? Eğer ben ona yüz döndürürsem sen de bana tekrar iltifat
buyurur musun?» Evet buyurdu: Eteğine bir avuç kuru üzüm koydu. (M. 210) O henüz
Hazreti Muhammed'in huzurunda iken, tekrar onu inkâra kalkıştı, îçerden şeyh seslendi: Gel.
Nihayet kaç kere çerez geldi. Tabağı ona gösterince, eteğindeki kuru üzüm kaybolmuş,
tabağın içine dolmuştu. O da artık Müslüman olmuştu.
Şeyh Muhammed'in işi üstadının yanında artık bitmişti üç kere o güzel çocuğu çağırması
için onu gönderdi, gelmedi. Çünkü içinden ona engel oluyordu. Fakat dış görünüşte onu
boyuna gönderiyor ve çağırıyordu.
Şimdi ona niçin bağlanıp kalıyoruz? Bir güzel yaratalım. Ama o, sana puta tapma sebebi
olur! Havaya bir çamur parçası attı, güzel suretler belirdi. Oh dedi, onun yaratılışından
Hüseyin'in kokusu geliyor. Hemen suretler meydana çıkınca kavgaya başladılar. Güzel


sanatlardan olduğu için sordu: Onun yaratılışından Hüseyin'in kokusu geliyor ama neden
hemen kavgada şehit oldu. İyi insan odur ki, hiç kendi varlığı ile uğraşmaz. Hoşlandığı şeye
erişemez. «Yarabbi, beni salih kullar arasına karıştır!» diye dua eder. Ama o, bu salihlerle
beraber olmaktan ne istiyordu.
YAZIŞMALAR, MEKTUPLAR
Mevlâna'ya malûm olsun ki, bu zayıf kul, hayır dualarıyle meşguldür. Burada artık bütün
insanlarla ilişkimi kestim. Her birinin hali, sizce de bilinmektedir. Buradaki dostlar da
saygılarını sunuyorlar. Bunlar arasında aziz, diri gönüllü bir derviş var ki, Mevlâna eğer onun
halini bilselerdi, ona tazim ve hürmetten başka bir nazarla bakmazlardı. On yıldan fazla bir
zamandan beri duacınız burada, onun meclisinde aşinalık ve dostluk gördüm. Şam'a
gittiğimiz zaman orada da dostluğunu açıkça gösterdi.
Şimdi bu sene, Arakliye karışıklığında, Celâleddin'in oğlu Kadı Şahabeddin de buraya
gelmişti. Bir köşede kendi âleminde meşguldü. Şam'a gittiği zaman, eski dostluk gereği
olarak veda için uğramıştı. Birkaç gün beraber kaldık. Başkaca bazı hadiseler oldu.
Buluşmamız sırasında gördüğümüz rahat ve huzur ve candan muhabbetin derin izlerine şahit
olduk. Ben onunla öyle anlaştım ve kaynaştım ki, eğer o bir tarafa giderse ben de giderim;
çocukları yerlerinde bırakırdım. Çünkü o yanımda olmadan yaşayamam. Yüz türlü kurnazlık
yalvarma ve hilelerle, hizmet yolu ite onu burada alıkoyduk. (M. 211) Bir münasip kadınla
birleştirmek ve evlendirmek vaadiyle, onun burada yerleşmesini sağladık.
Dün Perir geldi, değişik bir halde idi. Büyük bir medresenin kapısından geçiyordum,
gönlüme bir tiksinti geldi, "Tokat'ta geçen bir hadiseden üzüldüm," dedi. Bir topluluğun, onun
hakkında, hakikatte yalancı ve hasetçi insandır, dediklerini işitmiş. O yüce dergâhtan
ümidimiz bundan fazla bir şey değildir. Bari gönül almak, fıkarayı okşamak gibi elden geldiği
kadar onun hatırını hoş etmeye emir buyursunlar ki, o kırgınlık ve küskünlük tozları
hatırından uçsun. Dervişler ve azizler arasında böyle bir derviş çok az bulunur, çok zor ele
geçer. Duacınız, taklitçi değildir. Bu meclistekiler de bu arık kulun sözlerini işitmişlerdir. Ben
bir çok aziz derviş gördüm, onlarla sohbette bulundum. Yalançı ile gerçek erler arasındakj
farkı hem, sözleri yönünden , hernde davranışları yönünden anlarım. Çok beğendiğim
ve'seçkîn kimselere de rastlarım. Benim gönlüm her gördüğüne baş eğmez, Bu gönül kuşu
her daneve eğilmez. ŞimurgHuma kuşu, bütün kuşları..yüksekten seyreder. Onların
himmetsizliklerini, soysuzluklarını görür. Ama doğan kuşunda ayrı bir himmet görür, onda bir
cevher, bir gönül alçaklığı bulur, ona iltifat gösterir, onu beğenir. Çünkü ötekiler bir saat
uçar, sonra alçaklara konarlar. Doğan 'da her ne kadar Simurgu görecek kuvvet .yoktur,
ama Simurgun nazarının etkisi .ile.. doğan, kendisinde bazı üstün vasıflar.görür.
Avcının biri aslan avlardı, köpeklerde havlardı. Avcının köpeklere bağırtıp ürkütmemeleri ve
ormana kaçırtmamaları için seslenmesi gerekirdi. Siz de, şimdi aslana yakın geldiniz,
uzaktan ne baş ağrısı veriyorlar? Bir silleye bile lâyık değillerdir, namazdan da el çekiyorlar
Rabiai Adeviye dedi ki: Gönlümü dünyaya gönderdim ki dünyayı görsün. Sonra tekrar mâna
âlemine git dedim; bir de mana’yı gör. Bana bir daha geri dönmedi.
Bilmiyorum ki, o sözü onlara nasıl ulaştırayım da sırlardan söz açayım. Ama söz arasında
sen çok duygulanıyordun, sana garip bir hal geliyordu. (M.212) Büyüklerin sözlerine itiraz
ettim, ama Mustafa Aleyhisselamın sözüne asla itirazda bulunmadın. Bu bir dairedir ki
kapısı, ağzıda budur. İçinden dolaşırsan, daireyi dışından dolaşmış gibi olursun. Eğer


kaçacak yerini   bulursan,   geri   dönersin.
Dairenin çevresini kendi kendine dolaşırsın, vazgeçersen yolu daha çok uzatırsın. Eğer o
kurtuluş noktasından geçersen, hep çöllere düşersin. Yokluk ve ölüm yolunu tutarsın.
Bütün bunları söylüyorum ki, bir lokma gibi ağzına koyaşın. Onlar, lokmayı kulaklarının
ardından, yahut boyunlarından ağızlarına koyalım diye etrafta dolanırlar. Ama, damarları
patlayabilir, yahut da bizim bir şeyler söylememizi isterler.
Başın kararlı olsun. Diyorsun ki, Hazret İbrahim 'in annesi o ergin kadın başını havaya
kaldırmış, Allahya yalvarmıştır. O İbrahimin annesi idi. Sende de hayırlı niyet varsa, Allah
senin işlerini düzeltir. Yedi yüz bin kişide ancak bir kişi senin meclisinde feyz almadan ışık
saçabilir. Ancak öteden beri âdet böyledir, ferman böyledir. Allah sözü haktır, değismez
kanundur Bazıları söz söylerken kendilerini kepaze ederler. Onlar, bİzi ne kadar çirkin
görürler. Eğersen güzelsen bizden vazgeç. 0 Söz söylemeye, başlayınca susturmak gerek.
Yoksa söyler de söyler, patlayıncaya kadar söyler. Çünkü başlangıçta onun işi gücü budur.
O Seydî şöyle söyledi diye anlatır. Falan ve senin karının falan arkadaşı, Seydî'den, bütün
Bağdat halkından ta Halifeye kadar, bırak Halifeyi, Bağdat'ta ne kadar zembilli, ne kadar
Halifenin adamı, hattâ suya düşmüş varsa hepsi de seni dinlemeye can atar. Çünkü sen
söyleyince maksattan uzaklaşıyorsun. Kendini gayeden uzaklaştırı yor, çok uzaklara
koşuyorsun. Sevgili .her gün. karşına. sen onu karşılayacak yerde geri kaçıyorsun ki, o da
geri kaçsın
Biz Musa'nın. "Yarabbi kendini bana göster," dileği hakkındaki sözümüzü başka bir mesele
dolayısıyle söyledik. Yoksa ayrılık mümkündür demek için değil Eğer o, aslan avcısı ise ve
insan kokusu almış ise başkalarından gizlenir. Padişah çocukları yalnızken ne yaparlar? Her
ne kadar onlar memleket halkından ayrı yaşarlar, ama halk içine çıktıkları zaman da halktan
kendilerine verilmiş olan o ululuk mertebesinin mânası onlarca daha belirgin anlaşılmış olur.
(M. 213) Bir vakitler, dünya hikâyesi bana pek tatsız gelirdi, bütün gün, müminler emîrinin
huzurunda, düşmanlar kötü şeyler söylerlerdi. Kabul etmezdi. Kendi kendine, "Şunları bir
sınâyalım, bir sınavdan geçirelim; dedi. Birine şöyle sordu: .Kur'an'da buyurulan, "Onlar
sağırdır, dilsizdir, kördür,'' sözlerinin tefsiri kâfirler hakkında mıdır? "Hayır" dedi "O senin
hakkındadır." Halife incindi kendini tutamadı. "Bu adamı götürün, hûcreye atın," diye emir
verdi"' Amâ o simya ilmi bilirdi, oradan sıçradı, kurtuldu. Sonradan dellallâr üst üste
bağırmaya başladı; O adamı kim yakalarsa bin dinar verilecekti. Adam bir dostunu
gönderdi, Ben onun yerini biliyorum diyesin," dedi. Zaten kaçak onun evindeydi. Adam
saraya gitti. "Benim elimden şerbet içer misin?" diye sordular. Adam, "içmem, ama
korkudan ölürüm',' dedi. "O halde halvet olsun," dedi. "Saray halkından hiç kimse bizim
konuşmamızı duymasın; gönül hoşluğu ile onu buraya getirsinler, ben onunla birlikte yemek
yiyeyim." Lokmayı onun ağzına koydu. "Sen benim karım olursun, o bizim adamımızdır,"
dedi. Yavaş yavaş elini onun çenesinin altına götürdü. "Bunun nişanı şöyle olacaktır. Sen
benim karım olacaksın, tam bu saatte birlikte dışarı çıkacağız," dedi. Birbiriyle şakalaşarak
çıkarken elini onun şalvarına uzattı. Halife yerinden sıçradı yumruğunu kaldırdı, o hemen şu
cevabı verdi: "Görüyorsun ki, sağır, dilsiz ve kör olan sensin. Benim maksadım seni
kızdırmaktı, yoksa ben ne yapayım? Birtakım oğlanlar toplanmışlar bana düşmanlık
yapıyorlar. Hangi oğlan? Nerede o oğlan?"
Üzümün bir zamanı vardır içi kıs ona ziyan verir. Ondan sonra korku kalmaz. Üzüm asması


kar altında kapalı kalırsa orada beslenir. Rûm diyarında hiç dilenci yoktur. Sen yanlış gıda
alıyorsun, hep ekmek yiyorsun, şüphesiz ki ağırdır diyorsun, yoksa o çok ucuzdur, önce
balık su tarafına giderdi, bu saatte her nerede bir balık yürürse oradan su da akar. Ömrün
gölgesi üzerine düştükçe şeytan kaçar, onun gölgesinde yaşar."Sizin himmetinizle," dedi.
Onda şan vardır, diye Senâî'yi yermeye başladı ve dedi ki: "(M. 214) O oturmuş tevhid
ediyor. Tevhidi kime ediyor? Tekrar bir vakitte şahadet getirirdi." Onun sözüne göre bu
yollardan bu umutlardan maksat nedir? O nakıştan hangisi çirkin hangisi güzel diyorsun?
Bunu neden kabul ediyorsun? Onun sözlerinden bazısı iyidir diyorsun! Etin, şarabın,
karpuzun değeri, bedenin sağ veya hasta olmasına göre değişir. Beden sağlam ise bunlar
yararlıdır. Hasta ise Bazen zârârlıdır. Bundan dolayıdır ki hastaya etten perhiz etmesini
tavsiye ederler. Doğan kuşuna şundan ötürü bâz demişlerdir: Şahin yanından murdar
tarafına gittiği zaman orada durmaz, tekrar Şahın yanına döner; eğer o geri dönmez ve
rastgeldiği leşin yanında kalırsa, ona bâz, yani doğan demezler. Doğan burada yaşantının
ve temaşanın remzi'dir.
Şan ondadır, dedi. Bizim himmetimiz ya vardır, yahut yoktur. İslamın gözü üzerindedir.
Görüyorum kî, Eminüddin Mikâil sevimlidir. Sevimlidir, çok sevimli. Devlet büyüklerinin onun
makamına gelişi şuna delildir ki, o gayıp âleminin uluları, o velilerin gayıp alemindeki ruhları
birlikte gelmiyor. Bu ilk işin deliliydi, ama olgunlaşınca o hal kalmadı. Hem bu taraftan gelir,
hem o taraftan gelmez. Bir cemaate geç geldi. "Namaz kılındı mı?'' diye sordu.
"Evet,"dediler. Bir "ah” çekti. Oradaki bir Allah eri, “ah!" dedi "bütün ömür boyunca kıldığım
namazları sana vereyim sen o ahı bana ver." Dedi ki; "Bak ki bu ne işarettir. Onu söyleyen'
dosttur. Şüphe yok ki, dünya ile ahiret bir araya gelmeyen iki hemşiredir. Onda hemşirelik
kalmadı, o halini değiştirdi. O babalık dıştan olunca, hemşirelik kalmaz. O hal değişmesi
ölümdür ve o hemşireyi boşamaktır. Yine “Halk uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar,”
buyurulmuştur. Böyle bir ölüm nasıl olur?
Hazreti Muhammed’e (S.A.) uymak ona derler ki, o Miraca gidince sende arkasından
yürüyesin. Çalış ki gönüllerde bir yurt kurasın. Dünyayı istersen ziyanlı çıkarsın, belki
sebeplerini aramış olursun. Dini de ararsan hiç ziyanlı çıkmazsın,Hakkı arar, Allah erlerine
hizmet yolunu tutarsın!
Mısra:
Sana yoldaşlık eden senden üstün olmalı!
Bahaeddin Sultan Veled, rüyasında bulanık bir suya düşmüş, bana, "Aman elimi tut," demiş,
tutmamışım. Orada dalıp gitmiş. Uyanınca kendi kendine demiş ki, "Eğer ben söylemeden
gördüğüm rüyayı bana anlatır ve yorumlarsa bu rüya onun makammdandır. Eğer
söylemezse bana ait bir rüya sayılır." (M. 215) Ta dilimin ucuna geldi, ama söylemedim.
Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı,
sonra gönül kırıklığına ulaştılar.
Enel Hak (Ben Hakkım) diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O Muhammedi idi,
gönlü kırık bir Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayazın
çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden deri de kalmadı. Onun niyazı hep naz
oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nazenin' dir, hem nâz'dır. O bir deri bir
kabuktur, ama nitelikleri vardır.
Alâeddin! Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Böylece remz ve


işaret yoluyla konuşuyorum ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır. Sizin karşınızda bunları
yorumlamak, edep dışıdır. Ama madem ki bunu benim küstahlığıma bağışlıyorsunuz, şimdi
anlatayım: Suyun kaynağı birdir. Ayrı, ayrı yollara, arklara ayrılmıştır. Kâh suyun hepsi bu
yoldan, kâh öteki yoldan akar.
Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; kâh o yoldan gelen
su, bu tarafa akar. işte bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler
ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o dallardan ve onların kökünden,
kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın
gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyfleri
yerindedir. Yerler, içerler, akıldan geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de
kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler mi ki, herkeste de bu
akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhi akıldan haberi
yoktur.
Tekrar ona gittim, evet, dedim, sizin insafınızı, söz üstadı olduğunuzu, alçak gönüllü
davranışlarınızı çok kere övdüm. Onun söz dinlemekteki edepli davranışını, onun güzel
güzel dinleyişini anlatınca sustu.
Hamamda daima şeytan vardır. Şimdi bu hamamda hep melekler toplanmış, Mevlâna
kıbleye döndü, bu kıble asla hali değildir, buyurdu. Onun işi nedir; kıbleye yolculuk
yapmaktan, hac ve Kabe ziyaretinden başka ne yapar? Siz yanlış kıbleye yönelmişsiniz.
Hazreti Peygamberi (Allanın selât ve selâmı üzerine olsun) on ikinci görüşünden sonra
tekrar rüyasında gördü ve dedi ki: "Ey Allah elçisi! (M. 216) Her Cuma gecesinde kendini
bana gösteriyordun, bu müddet içinde beni susuz kalmış balık gibi kurtarıyordun!" Hazreti
Peygamber, "Taziye ile meşguldüm," buyurdular. Sordum: "Ne taziyesi? Yâresulallah!"
"Kendi ümmetimin taziyesi ile," buyurdular. "Bu iki yıl içinde ancak yedi kişi yüzlerini gerçek
kıbleye çevirmişler ve bana gelmişlerdir. Başka hiç kimse yoktu. Geri kalanların hepsi
yüzlerini kıbleden döndürmüşlerdir." Şimdi bu sözde gizli bir mâna vardır, işte bu, "Onun
yorumunu ancak Allah ve bilgide uzman olanlar bilir" (K. 3/7) anlamındaki âyetin açık bir
misalidir.
İşte Bayezid de nefsini arıklaşmış gördü. Ona, "Neden böyle arıklaştm?" diye sordular.
"Tedavisi mümkün olmayan bir hastalık yüzünden," dedi. O yüzdendir ki, "Halk gelip senin
önünde secdeye kapanıyor, sen de kendini o secdeye lâyık görüyorsun," diyen kişiye şu
cevabı verdi: "Amma nihayet sen galipsin, benim seni mağlûp etmeye gücüm yetmez."
Bayezid, ölümü sırasında zünnar (papaz kemeri) istedi, onda ne sır olduğunu anlamak
istedi. Hazreti Yusuf da, dua ederken, "Yarabbi! Beni Müslüman olarak öldür ve salih
kulların arasında bulundur!" (K. 12/101) diye yalvardı. Sen neden korkuyorsan ondan sakın!
Nefis, gönül kırıklığı yoluyla, biliyorsun ki, yemiyorsa da istemiyorum der. Cefa görmüştür.
Ama nasıl bileyim kabul etmem. Ama onu ilim ve anlaşma yoluyla elde etmek gerektir. Yeter
artık açıkladın, açıkça gördün. Şimdi Mevlâna'yı gör. Eğer
yüce Peygamberin, "Alimler, peygamberlerin mirasçısıdır," sözlerindeki mânayı anlamak
istersen ona dair bir şey açıklamayacağım. O ibadet zevkini gördün, sanki kendi değerini
buluyorsun. Gerekirdi ki sen onu görmeden bulmadan ilâhi âleme dalıp gidesin; ondan daha
büyük, daha yüksek birini bulasın.
Allahü Ekber! diyesin. ibadet bundan ibarettir. Senin hayaline gelen düşünceleri, vehimleri


söküp atmaya bak! Bunlar senin düşüncelerindir. Gözünü daha yüksek âlemlere çevir ki, O,
bütün akla, hayale gelen şeylerden daha yücedir. Peygamberlerin, kitapla gönderilmiş
nebilerin de tasavvurlarına sığamayacak kadar büyüktür. Bir aralık dediler ki, her şey
haktır, halk yoktur. Ama eğer halk. olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın
olduğu yerde harf ve ses yoktur. Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam
sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde, senin önün de, arkan da aynıdır, yani
yırtılmıştır, dedim. (M. 217) Halktan bazıları, "Allahtan başka ilâh yoktur," diyerek bunda
tartışmaya başladılar. Bu her ikisi, bu her iki düşünce sahibi görüşsünler diye dergâha
gittiler. Ama oraya yüz yıl da gitseler ancak kapı halkası gibi daima dışarda kalırlar. Aciz ve
zavallı bir halde geri döndüler. Bu Şemseddin, ne çocukça bir adamdır! Kendini çocuk yerine
koyan adam başka, sersem insan daha başkadır. Nihayet kıyamete kadar hiç kimse
sersemlik etmemelidir.
Mevlâna'nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlât, hem de mürit idiler.Eğer başka bir
zaman,dün gece söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin. Ama şimdi
gücenmenin ne yeri var? Bu gün aydınlık içinde aydınlık var. Önce, âşık mıyım diye
soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen, ne güzel yaptın
diyordun.
Diyorum ki, Mevlâna ilimde, fazilette deryadır. Ama asıl gönülalçaklığı ve cömertlik,
zavallıların sözlerine kulak vermektedir. Ben de biliyorum, herkes de bilir ki, o, düzgün
konuşması, üstün bilgisi ile ünlü bir kişidir.
Padişahın biri, kendini beğenmişlerden birini halifenin yanma gönderdi. Ama adam dosdoğru
konuşan, üstün zekâlı bir insan değildi. Onu nasıl gönderir? O ayrı mesele. Halife biran bile
zavallının sözlerini dinlemez. Derviş debir söz söyleyemez. Şimdi neticede huzurda gerekli
olan şeyleri söyledik. Onları aldattım, falan zatın ziyaretine gitmeye karar verdiğimi
söyledim. Bana, Mevlâna geliyor dedi, onun keremi, cömertliği herkese açıktır. Ben geldim,
daha yüz binlercesi gelse yine öyledir. Ama bu duacıya henüz bir şey erişmedi. O da hırka
sahibiydi, ben de. Nasıl olur ki, onunla geceleri gündüze eriştirirsin, ama benimle ancak bir
saat oturursun?
Önce hoş geldin ey olgun şeyh! Yani, bu sersem zahitlerdendir, derdi. Sonra da, o, bilgin ve
yetkili adamdır, diye öğerdi. Ben diyorum ki, ey Melâna, bu sizin iltifatınız ve kereminizdir. O
bu hitabın ve ululamanın benim için olduğunu bilmez. Bu kadar bilgisi ve üstün kişiliğiyle
beraber o kâfir olacaktır. Sen de Müslüman. O söz ona zehirdir. Eğer o söz bir Müslümanın
kulağına düşerse, ona beş bin peygamber hadisi bile fayda vermez. (M. 218) Zikir kabul
etmez. Meğer bir insan başka bir kuvvetle ona işittirsin. Şimdi ulu Allah, bu ay içinde hâzır ve
nazır da öteki aylarda gafil ve gaip midir? Hangi ay hâzır ise onu o zaman analım! Ne iyi! Bir
avuç ahmak böyle düşünür! Ama uymak gerek. Bu da bilinen bir şeydir. İşaret etti, kalk gel,
dedi. Başını kaldırdı. O bir sığıntı idi. Nereye? dedi. Allahın cehennemine! Başıyla tekrar
işaret etti, başını salladı, gel, dedi. Kalktı ve gitti. Diyelim ki, bir uygunsuzluk oldu; o benim
sırrımdır, Sen benim sırrımın kâhyası mısın? Hele şuna şaşıyorum: Sen niçin geldin? Şimdi
kimyayı bana verirler. Kimyayı bana gönderin de, üst tarafını siz bilirsiniz. Ona zikri öğretti,
böyle olur diye anlattı. Ona daha nasıl bakayım. Gönül sahibi olan kimse bu güzel
şakalardan hoşlanır, ama o kimse ki cihan kendisine güler, yani âleme gülünç olmuştur; o,
başkalarına nasıl güler, neye güler?


Hazreti Peygamber, "Ben şeytanımı Müslüman ettim," demedikçe kimse ona iman etmedi.
Şehir ağası, ihtisap ağası, önce kendi evinden dışarı çıkmalıdır ki, başkalarına söz geçirsin.
Sen acemilerin yüzsuyunu götür ki, acemilerin yüzsuyu olasın, dedi. Bu iki temele dayanır.
Dedi ki: Onlar köpeklerdir. O ise, Âdem evlâdıdır, onun bunlarla ne ilgisi var?
Dedi ki: Muhammed'in yüzüsuyu hürmetine Allah beni kurtarır. Biliyordum ki, onun yola
gelmesi ondandır. Onu şaraptan vazgeçirmek istedim, kabul etti. Ona dedim ki: Bari Cuma
gecesi içme. Öyle yaptı. Cuma gecesi filân kişi onu içmeye çağırdı. Hayır, dedi, bana işaret
ettiler. Onun o cevabı, hesap ettik ki, Ramazan ayma rastlamıştı. Ona, işte Ramazan geldi,
dediler. On iki ayda bir geliyor. Mübarek! Sen ise senede on iki ay içiyorsun. Evet, dedi, ben
Ramazan'ın kim olduğunu bilmediğim için sizin aranızdan avrıldım.
Sevgiliyi sevgilisinden (karıyı kocasından) ayıran kimseyi Allah da kendisinden ve kendisini
sevenlerden ayırır.
Muhammed Gazalî, Allah rahmet etsin, Ebu Ali Sina' nm Elİşârât vetTenbihat adlı eserini
Ömer Hayyam'a okuyordu. O, çok üstün yaratılışlı, erdem bir insan olduğu için hep
kötülemek isterler. Oysa, İhyaûlulum'uddin adlı eserinde Gazalî,Ibni Sina'dan faydalanmıştı.
(M. 219) Onu tekrar okuyor, Hayyam'a hâlâ anlamadın mı? diye işaret ediyordu.Üçüncü kez
okudu. Mutriplere, çalgıcılara, davulculara seslendi. Ta ki, Gazalî karşısına gelsin, çalgılar
çalınsın da, ona okuduğu şeyin faydalı olduğu herkesçe bilinsin.
Şiir:
O kimse ki, bütün lâfı Enel Hak, yani ben
Hakkım'dır, Şüphesiz ki o zavallı, bu ip ile asılır.
Onu öyle elimin altına alayım, öyle aciz bir hale getireyim ki, böylece hep benim elimde
olsun. O, fesahatte, söz ustalığında zamanının en uzmanı olmuştur, şaşılacak derecede
yetkili bir konuşmacıdır. Allah erlerinin gönülleri çok geniş ve engindir. Felekler kadar uçsuz
bucaksızdır. Bütün felekler onun gönlünün altında döner.
Bir gün semâ ayini sırasında bir mürit, Şeyh Şahabeddin'den bir beyit söyledi. Şeyh, derhal
azarladı, boynun kopsun, dilin kesilsin, dedi. Orada kimsenin bir beyt söylemeye cesareti
yoktu. Oradaki Hak, kendini göstermiş ve perdeyi atmıştır. Orada herşey göz kesilmiştir.
Dilin ne yeri vardır? Her kimde böyle bir hal belirmeden gelirse, şüphe yok ki rezil olur, pislik
yuvası gibi dolu olur; güzeller arasına karışmış çıplak zenci gibi kepaze olur gider. Hava ve
heveslerle, şehvetle dolu insanlara, orada yer yoktur. Ansızın gördüm ki, şamdanın içinden
fışkıran güneş gibi bir parlaklık göğsüme doldu. Bey şöyle bir başımı çevirdim. Gördüm ki,
sarığım yere düşmüş; o kendi sarığını tuttu; sanki ben kendime bakıyorum ve o aydınlıkta
bütün kan damarlarımı, sinirlerimi,kemiklerimi ve kendimdeki mânaları görüyordum;başka
hiç bir şey göremiyordum.
Kutsal hadiste, "Ben iyi kullarım için öyle bir şey hazırladım ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar
işitmiş, ne de insanın kalbine doğmuştur,"anlamına gelen bir müjde vardır. Hele şu,
"Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (K. 53/11) anlamına gelen âyet bundan daha kuvvetlidir.
Bundan biraz geçtikten sonra orada yalancılıktan bahsettiniz. Bir perdenin delilidir bu. O,
Kur'an'da, bu da kutsal hadiste işaret olunmuştur. Kur'an'da, sırdan pek az bahsedilmiştir.
Cihanda yaygın bir mısradır bu.
Mısra:
Gece dolanır cihanı seyreder, parmakla gösterilir.


Hatırımdan geçti: her pınardan su içmemelidir. Bizim aramızda ayrılık olamaz, nasıl
gidebilir? dedi. Ama, inşallah Allah dilerse, demediği için hoşuma gitmedi. Evet, mademki
söylemedi, sen Şeyh Muhammed'e yakışırsın dememin sebebi bu idi. (M. 220) Dostluk onun
dostluğu idi, ama asıl sebep başka idi. Bana geldiği vakit bir kadeh doldurdum. Ne içebiliyor,
ne de dökebiliyordu. Gönlüm onu bırakmaya, geçip gitmeye razı olmuyordu. Başkalarına
yaptığım gibi yapamadım. Tövbe et, bu huydan vazgeç dedim. Mecaz, hakikat'in köprüsü,
hakikat de mecazın köprüsüdür. Bu gece, eğer gelmeseydim, aramızdan bir şey eksilecek,
yok olacaktı. Bu halde, yabancılık girecekti araya. Biz eğer bu halin dışında, geceleri, ayrı
ayrı yatsaydık, korkusuz yatardık; ama bu durumda da iş böyle olacaktı. Sen, derviş
sözünü aklında tut. Gerçi o sana sebebini söylemez. Allah yolunda kalbini ve malını
bağışlar. Çünkü dünya bir köprüdür. Ancak köprü harap ve ateş içinde yanarken öyle bir
köprü üstünde binalar yapan güven içinde olamaz.
Kadınlar hakkında demişlerdir ki: Onlara danış, ama düşüncelerine aykırı davran. Onlar
gerçekte böyle yaparlar. Şimdi bu dünya da kadın cinsindendir. Onu bayındırlaştırmaya,
süslemeye ne uğraşıyorsun? Gerekli olanı al, o kadar yeter sana!
Sema!a başladığın o saatte, sana, başın çok dönüyor mu? diye soran oldu mu?
Muhammed, dur, dedi; onu bir an durdurdu. Ansızın bir gürültü duyuldu, yere düştü ve başı
yarıldı. Başından fırlayan kan binanın tavanına çarptı. Şeyh dedi ki: Eğer bizim
evlâtlarımızdan olmasaydın pabucunu başıma koyardım. Çocuklar top ve çelik çomak
oynarken namaz kılınan yere de atıyorlardı. Hemen oradan kaçarlardı; kaç kere bunu
tecrübe etmişlerdi, bilirlerdi. Bu Muhammed de çeliğe vurunca, namaz yerine sıçrattı; işte
şimdi beni öldür, diye özür dilemeye başladı. Gülümsüyordu; bunu ne ile ispat edersin,
dendi.
Aşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel bul!
örtü altına gizlenmiş ne güzeller vardır.
Mısra:
Başka   bir alıcı  daha vardır ki,  ona   kul,   köle olursun!
Evet, rahatsın, bağımsızsın, gamsız ve hür yaşıyorsun. Ekmek lâzım, elbise lâzım, ama bu
kulun böyle bir düşüncesi yok. Büyük efendi, benim yiyeceğimi de, giyeceğimi de
sağlamaktadır. (M. 221) Onun için ekmek sevgisi nedir ki? Kur'an'da, "Israrcılar şeytanın
kardeşleridir" buyurulmuştur. Israfçılar, savruklar, sade meyhaneye gidenler, orada nice
paralar sarf edenler değildir. Onun ne değeri var? Asıl israfçılar, değerli ömürlerini, sonsuz
mutluluk sermayesi olan o hazineyi boşuna harcarlar. Bu işte bir ceza korkusu olmasa bile
böyle bir cevheri taş altında parçalayarak yok etmek ne demektir? Buna acımaz mısın?
Bütün delillergüneşin bir gün batacağını sana söylerken, artık bu hava ve hevese kapılıp da
gaflet içinde uyumanın ne yeri var? Seni uyumak için mi buraya getirdiler?
Şimdi anlaşıldı ki, bu cevher herkeste yoktur. Ancak, onu öğütlerle öyle göstermek gerekir
ki, herkes inancından başını sallasın. Sen daveti, çağrıyı herkese karşı yaparsın.
Bazılarının yürüyecek ayakları yoktur, kiminin de ayaktan haberleri yoktur. Ayakları
uyuşmuştur, ama hepsi birden kımıldanınca, ondan bir pay alırlar. Elbette ona uygun
hareket edenler faydalanırlar.
Nasıl ki; Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu nurdan kendilerine erişmiş olanlar,
şüphe yok ki, ondan aydınlanırlar. Ama bu, bütün bir topluma erişmez. Ne mutludur o


kimselere ki, benim yolumda yürürler." Yani biri burada bir hizmet yaptı, başaramadı
diyelim; o başka bir yerde hizmet yapmalıdır. O, hizmette duraklama olur, dedi. Dedi ki:
Vakit onunla birlikte bulunur. Çünkü vakit, bir dönüşün eseridir, istiyorum ki, hamama çokça
gideyim ama faydasını görebilmek için çabuk çıkmak ve çağrılan yere gitmek gerek. Bana,
hamamda çok oturmak gerekiyor ki iş tamam olsun. Çünkü kirler yumuşar. O zaman, eve
nasıl döner, o kirleri nasıl geri götürebilirim? Gerektir ki, bedenin kirini evden hamama
götüreyim; yoksa hamamdan kirli çıkmak neye yarar? Beni serbest bırakırlarsa böyle
yaparım. Benim işim böyledir. Bunlardan konuşmak hoş değilse de, biraz olsun işaret
yoluyle söylüyorum.
Bir Yahudi ile bir Hıristiyan ve bir Müslüman arkadaş olmuşlardı; yolda para buldular, onunla
helva yaptılar. Ama, şimdi erkendir, dediler; yarın yeriz, sonra zaten pek az. Helvayı, tatlı
uykuyu rahat uyuyan yer. Onların maksatları Müslümana yedirmemekti. Ama Müslüman
gece yarısı kalktı. Uyku ne gezer onda; âşık ve yoksun zavallı. Uyku ne zaman olsa
uyunurdedi ve bütün helvayı temizce yedi. Hıristiyan sabah üzeri kalktı, Isa gökten indi beni
göklere çekti dedi. Yahudi, Musa da beni cennetlerde dolaştırdı; oradaki acayip şeyleri
seyrettirdi,dedi.(M, 222) Müslüman dedi ki: Bana da Hazreti Muhammed (S.A.) geldi ve
şöyle dedi: Zavallı Müslüman! Onların birini Isa semanın dördüncü katına çıkardı, öteki
Musa cennetlerde dolaştırdı, sen de zavallı yoksun, bari kalk da helvayı yemeye bak! O
öyle buyurunca, ben de kalktım helvayı temizledim. Yol arkadaşları dediler ki: Vallahi en iyi
rüya senin gördüğün rüya imiş. Bizimkiler hep hayal ve batıl şeylermiş. Şimdi bu hikâyeden
ne koku aldın; bu kıssadan ne hisse kaptın? Nihayet niçin demiyorsun ki, tam vakittir,
madem ki siz bağa gidiyorsunuz, ben de kalkayım bal ve ilâç içeyim.
Kur an'da ne güzel incelikler, sırlar var. Nerede o güzel Muhammed ümmeti? Yalan bile
söylese, Allah onu doğruya çıkarır. Mümin yalan söyler mi? diyenlere, Hazreti Peygamber,
evet yalan söyler, buyurdu. Ama yalanın ne yeri var burada? Hamam suyunu bir adamın
üzerine dökersen helaldir; insanlıktan haberi olmayan birinin üzerine dökersen haram olur.
Buna, ne hamamcı razı olur, ne de hamamcıyı yaratan.
Bir kaç ahmak haram mal topladılar. Biri dedi ki: Onu bana ver ki, helâl olsun! Allah bilir,
ama öteki niçin helâl olmasın, iş Allah bilir, demekle tamam olur.
Ey düğümler çözme uğruna ölüp giden zavallı! O hal buna göre bir zehirdir, yahut zehir
cinsindendir. Bu inceliklerden herhangi birinin düğümünü çözmek isteyenler nihayet
ölmüşlerdir. Bir adam oğlu da bütün cihanla karşı karşıya gelmiştir. Hazreti Peygamber
buyurdu ki: "Eğer Ebubekir'in imanı bütün halkın imanı ile karşılıklı tartılsaydı, onunki yine
ağır basardı." Nihayet o ne idi ki, Hazreti Peygamber kendisi de ona getirdi? O, başka bir
hal, daha üstün bir hal idi. Yine Peygamber,
"Benim ümmetim israil oğullarının (Musevilerin) peygamberleri gibidir," buyurdu. Ama
ümmetimin fukarası demediler. Peygamberlerin sığamadığı bir yerde ki o makamla
öğünürler, o nasıl sığabilir? Dindarlık öyle bir şeydir ki, onu Allahnın bir lütfü bir ihsanı görür
ve iman getirirler. Hele hiç görmeden iman edenler daha başkadır. Nihayet kıble tarafına
namaz kılmasını emretti, çünkü her taraftan Kabe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor.
Bu yönelişin farz olduğuna bütün dünya ufuklarında söz birliği etmişlerdir. Müminler,
Kabe'nin çevresinde halka olup secde ederler. Kabe'yi aradan kaldıracak olursan acaba
bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Halbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar.


(M. 223) Tebliğ etti, beyan etti, bildirdi. Gördüm, hep onu gördüm. Ama hep onu değil. Üstü
kapalı söyleyeyim ki, Hallacı Mansur gibi olmayayım. Hayır! Hallaç gibi olmanın zamanı
geçti. Seyyid Hattat'ın dediği gibi, artık yazı öğrenmeyi senden kopya ettiğim zamanlar
geçti. O çağlar geri kaldı. O eksik idi; şimdi o peygamberlik bunlara yaraşır. Bütün o
noksanlar Ebâyezid'in benzerlerindedir. Tebrizli Zahid'e göre, bu böyledir. Bir gün onunla
müritleri kaplıcaya gitmişlerdi; çok da yiyecek götürmüşlerdi. Ama ilk konakta hepsini
yemişler, hiç bir şey geri bırakmamışlardı, ikinci konakta bineklerinden indikleri zaman
köylüler aç" olan Zahid'e koyun kesmekle uğraşırken Zahid hemen eve girdi. Süzme yoğurt
ile ekmek ve daha başka şeyler getirdiler; karnını doyurdu, koyun kebabını beklemedi.
Gece de kendisine getirilen yiyeceklerin hiç birine dönüp bakmadı. Dağıtın, dışarı götürün
bunları dedi.
Gündüz akşama kadar uyursun ki, gece sevgili ile birlikte uyanık kalasın. Ben bir vakit
istedim ki, sevgili ile geceleri halvet olayım. Vuslat geceleri olsun. Gündüz uyumadım
onunla. Ama faydasız uyku gelince, hayal bozguna uğrar. Gezip dolaşma belli olmasın diye.
Hadiste buyurulmuştur: "On iki türlü hayvan, evvelce insanken işledikleri günahlar yüzünden
kılık değiştirmişlerdir. (Hadiste sözü geçen hayvanlar şunlardır: Maymun, domuz, köpek, fil,
kurt, fare, kertenkele, yengeç, kaplumbağa, tilki, kirpi, ayı! (Ç))" Acaba bu günahlar ne idi?
dediler. Ama halk onlardan daha büyük ve daha çok günah işler. Bu hadisin dış anlamını ele
alırlar. Ne yazık ki, bu mânada anlarlar.
Öğretmenin biri dedi ki: Her ne kadar hep etrafımı gözden geçiriyorum, ama sana anlatacak
bir şey bulamıyorum. Ne söyleyeyim sana! Sen, Cüneydi Bağdadî'yi bu işlerde Allahlık
mertebesine yükseltmişsin. Bari sen bir şeyler söyle! Cüneyd için bir şeyler söyleyince,
hemen çarh vurdu, raksetmeye başladı. Sebebi anlaşılamadı. Ondan sonra dedi ki,sen git
kendi makamına çekil. Eğer oraya erişebilirsen anlayabilirsin. Kendi makamına çekilince elini
eline vurdu. Ah, dedi, anlaşıldı! Ama geçen geçti, geri dönmesi mümkün değil. Titredim; o
sırada aşağı gitti, mümkün olmadı.
Elbise karşılığı için ne derler? (M, 224) Zaman zaman yanlışlıklar yapan, utancından
kıpkırmızı kesilen Serkeş dedikleri biri vardı. Benimle pazara gider, oradaki pis döküntüleri
yerdi. Şimdi de artık mal yiyordu. Hoş geldin sefa geldin,, demeden öylesine kupkuru
davranıyordu. Evet, benim o kervansarayda bir odam var; eğer buraya gelmese, şaka ve
edepsizlikler eder; o zaman da ben oraya giderdim. Aynı sofî şakalarına başlardık. Eğer
başka birisini bulursam sen elimden kurtulursun, yok bulamazsam elimdesin, derdi. Ateş
yandığı zaman zahmet ve duman kokusundan çaresiz kalır, ateş yanmadığı zamanlarda da
kıştan perişan olurduk. Benim hemşehrim oluyorsun. Benden ne ücret istiyorsun, kime
gideceksin? Nereye kaçacaksın? Allah ona rahmet etsin deyiver, bu saatten Çabana kadar
burada kal, iyi olursun! Vallah padişahlıktır bu; çok bile.Eğer daha altı kişi olsa burada
onlara ses çıkarmaz. O teraziyi, o mihenk taşını ve aynayı iyi korursan asla bir tarafa
eğilmez ve dolaşmazlar. Biri terazinin önüne geldi dedi ki: Bu yüz dinarı al bana iki yüz dinar
ver ki, sana elli dinar ikram edeyim. Bana bir bakış baktı ve uzaklaştı; bir ah çekti gitti. Ah
ve feryat etti, inledi. Ben damda idim sağıma soluma baktım; bu kimden bahsediyor dedim.
Senden bahsediyorum, dedi. Senin elinden inliyorum, dedi. Tekrar sordum: Benim için mi
söylüyorsun? Evet, dedi, senin için. Hırkasını sırtına almış, sarığını külahını giymişti.Onu
odasında görmeye geldiğim zaman karşımda başı kesik tavuk gibiydi. Oturdum. Beni


çağırdılar ki evimi göreyim. Gönlümde bir şey burkuldu, hoş bir şey. Öğle sıralarında da
gelmişti. Ona, âşık olacağım, dedim. Bu hadise meydana gelince o küpten aşk şarabını
içmiş gibiydim. Ben zahidim dedim, nasıl olur? Nur üstüne nur olur, dedi. iki yüzlü bir dostluk
oldu bu.
Hüsrev ve Şirin hikâyesi gerçi gayret yönünden bana katı gelir. Ama anlaşma ve muhabbet
yönünden hoşuma gider. O can dostudur. Böyle değilse bir şey anlayamasın ondan.
Öğle sıralarında acele ile gidiyordum. Her taraf bom boş. Sanki melekler halkı o kadar
oyalamış, onlarla öylesine meşgul olmuş ki, iki sevgili birbiriyle gizli şeyler fısıldaşır gibi bir
sessizlik var. Ben o acele yürüyüş sırasında kapıdan girmeye çekindim, yüzümü doğruca
binaya çevirdim. (M. 225) O yüksekten beni gördü, pencereyi açarak benim yolu bilmediğimi
anladı. Öyle bir delikanlı erkek idi ki, elini o duvara atsa duvarı titretirdi. Gönlü her kimi
isterse onun devlet kapısında mutlu
yaşamaya razı idi.Yedi kitap üzerine yemin içti ve dedi ki: Hiç incinmem söyle! Allahya şükür
ki, dedi, odur. Nihayet kanlı bir sarhoş değildir, ikiüç gündür bana mürit olmuştur. Büyük bir
sevinç ve neşe içindedir. Ancak biraz üzüntüsü var. Gerçi o üzüntü bana göre önemsizdir.
Ama başkalarının yanında büyük sayılır. Olmaya ki yolda hatırıma gelsin diyordum. Senin o
iyiliğin edebin ve olgunluğun bizce malûm; geri dönmek de artık mümkün değil. Orada
dileklerimi dinler burada da bana yalvarırdı.
Şamda bir adam vardı, bizi kabul etmedi, kaçtı. Başını kervansarayda duvara vurunca
ağlamaya başlamış ve beni istemiş. Aman bu adamı yakalayın, bana onsuz yaşamak imkânı
kalmadı; benim ondan ayrı kalmam çok çetin, eğer benden incindi ise bir kere olsun bana
getirin, her neyim varsa ona vermek istiyorum, demiş. Yüce Allah, onu benim karşıma
getirdi. Zaten ben bu güne kadar o külahı arıyordum. Buyurdu ki: O külahın kimin başında
olduğunu sana göstereyim. Nihayet o külah benim başıma geçerse başım rahat olur. Bize
daha buna benzer bir çok tatlı diller döktü. Ne olur açık söyleyemiyorum, onu bana
bağışlayasın demeye utanıyorum. Kutup geldi başını önüne eğdi. Sürmari'nin oğluna karısı,
niçin bir şey söylemiyorsun, deyince, adam, çocukluk etme, dedi. Görmüyor musun ki o
oturmuştur, burada söz söylemeye imkân mı var? Başını yere koydu, bir söz söyle bir şey
emret, dedi. Onların halinden anlatmaya başladım. Bir yerde ki, yoksulluk, dervişlik vardır,
orada sözün ne yeri var? Sürmari'nin oğlu beni öğmeye başladı. Maksadı bir söz
söyletmekti. Kutup, ahmaklık etme, dedi; keyfine bak, burada hazır olduğunu bilmiyor
musun? Bu sözden ona şaşkınlık geldi. Orada bulunan birkaç Arap da, vah ey Şemseddin!
Bu ne hal? Bu ne iş? diye mırıldandı.
Musa Paygamber henüz Hakkın içyüzünü anlayamamıştı. Ona, "kendini bana göster" dedi.
"Allahım beni Muhammet ümmetinden kıl!" diye yalvardı. Şu halde halkı neye davet
ediyordu?
(M. 226) Allah nuru ona çakmıştı; beyaz el mucizesi de ondan daha üstün idi. Sultan
buyurdu ki: Sen de köylülerin gibi haraç ver.Ama sen diyordun ki, her kim sürüsünü hoş
tutarsa şehir halkından daha tok gözlü olur. Nihayet o doğan kuşu bin dinar değer. Bu gün
bir kocakarının evine uçtu, ayağı bağlı idi. Siyah bir duman içinde kanadı ve gagası
kapandı; o kadar duman yuttu. Özgürlük çok hoş. Ama kanatlar açık ve boş olursa.
Izzeddin, o bütün mavi boyaları herkese verdi. Bunlardan biri ile de onun alnını ve burnunu
işaretledi. O hiç aldırmadı, taklitçi değildi. Kendini ona verdi, tekrar ona verdi.


Ağlıyordum! Bayezid'in Makamat adlı eseri ile ZâdüsSalik'in kitabını niçin bana
vermiyorsunuz, diyordum. Şeyh gülüyordu; senin makamın nerededir? diyordu. Onun
yaptığını sen de yapıyorsun. Nihayet ben de onun için istiyorum, böyle ağlıyorum. Evet,
dedim, benden bir şeyler geçti; bu yolda senin yoldaşın, dostun var mı? Evet, dedi, var.
Ama onun evet demesinden anlaşılıyordu ki, yoktur. Kılı kırk yarıyordum. Ne gariptir ki, bir
nazenine naz ediyorsun. Bir nazeninin karşısında nasıl naz edersin? diyordum. Sen başka
bir yerde nazeninsin. Allahü Ekber (Allah en yücedir) diyorsun. En küçük olan hangisidir?
Yani bir kimse kendi kendine bir düşünse: Bir varlık ki, göklerin yaratıcısıdır; Arş'ı, Kürsü'yi,
Nurları, Cennetleri yaratmıştır. Sen ondan daha büyüğünü düşünebilir misin? Durma ondan
daha ileri geç ki, ululuk bulasın, Hak ile birlikte rahatça yaşayasın.
Şiir:
Ey bir cihanın tok gözlüleri vuslatına  susamış olan sevgili!
Senden ayrı düşmek korkusu ile cihanın kahramanları titremekte,
Ceylânlar, senm gözüne bakmakla ne kazanırlar?
Ey zülfü aslanlara ayakbağı olan güzel sevgili!
Olaki, bu şiiri terennüm eden kimsenin ya bundan haberi yoktur, yahut da hal ehli değildir.
Belki bir çiftçi, yahut bir köylüdür o. Ne nazım'dan anlar, ne de düz yazı bilir. Ama bunları
hep Hakim Senayı, Nizamî, Hakanî ve Attar mı söyler? (M. 227) Onların da o sözlerde birer
payı vardır. Peyniri Pars denilen canavar da yer, o süt de içer. Yürekler paralar, ciğerler
söker, karnını doyurur. Herkesin bir azığı vardır.
Bu kancık tabiatlı zavallıyı görüyorsun. Bana sövüp sayıyor, açık cefalarda bulunuyor.
Düşmanlar arasında ona ne yaptım ben? Her ne kadar özür dilese de ona iyilikle cevap
vermek gerekmez. Falan gün başını örttü, falan gün de ben böyle
söyledim. Dedi ki, keski burada olaydı eteğine yapışırdım. Bir öküz getirdiler Şehzade
içerde yoktu. Öküzü gördü, ama Şehzadeyi göremedi. Derviş kadınlarına bir şey söylemek,
el kaldırmak yakışmaz. Ben her ne kadar zahirde ona aldırmam, ama gerektir ki o da zahiri
korusun, namaz kılsın, Allanın huzurunda duygulansın. Nihayet secde öyle birine karşı
yapılır ki, övmeye değer. Büyük Hamid, Büyük Izzeddin, Büyük Kemal'in her üçü de
büyüktür. Bunları çağıralım. Ne var ki, ben Kerimiddin'i severim; ama onu dinlemek
istemem. İsterim ki, dnu götüreyim, kulağını yahut başını okşayayım. Ama Muhammed'i,
düşmanı da severim. Bu halde gerçek dost seni kabul ederse o gerçek dost değildir.
Hazretle kaç defa konuştuk. Bir kimseden incinirsem onu yakala. Şimdi bu saatte sana
diyorum ki, haberim var, onu yakala diyorum. Kalbim ağrıyor, sen de benim kalbimin
ağrımasını istemezsin. Ben de onu istiyorum. Derman derdin olduğu yere gider.
Aşk her ne kadar fazla olursa olsun, sevgili de olgunluğunu ye güzelliğini o kadar hoş
gösterir, âşıka daha hoş görünür. Bu sözün mânası nedir? Herkes sözden bir şey anlar,
ama herkes kendi halini anlar. Söz söylerken herkes kendi haline ait sözün yorumunu
yapmış olur. Yoruma dikkat et ki, onun halinin ifadesidir o sözler.
Gördüm ki gebedir, içi doludur. Gittim elimi karnına koydum, bu ne gebeliktir, dedim. Köpek
de yavrular doğurur. Ben biliyorum ki, o zehirdir. Tattım, bana hiç ziyanı dokunmadı. Nasıl
ki, Allah Kur'an'da, "Siz sanır mısınız ki, sizi boş yere yarattım," (K. 23/117) buyurmuştur.
Bu o demektir ki sizin yaratılışınız bir tesadüf eseri yahut boşuna değildir; bir dönüş içindir.
Eğer sen övüyorsan bu kötüleme ile ne işin var? Sen herkesi kötüledikten sonra, diyelim ki


ağzın şeker doludur, peki sirkenin senin ağzında ne işi var. (M. 228) Ağzın sirke ile doluysa,
senin namaz kılmayısın sana utanç olmaz. Namaz kılmak niçin sana utanç versin? Gördün ki
orada arıklar vardır, utancın ne yeri var?
Adamın biri, başka birisi için kötü şeyler düşünüyordu. Öteki de onun hakkında aynı
düşüncede idi. Arada üçüncü bir adam vardı ki, hem onun hem de bunun dostu idi. Dedi ki:
Şimdi bu iki hasım karşılaşacak, bakalım ne olacak? Oradan gitti, onların karşılaşacağı bir
yerde durdu ve bekledi ki dostu oradan geçsin. Ama o dost ile göz göze gelince onun
ayağına kapandı Öteki dost bunları görünce bıçağını yere fırlattı, o da aracı dostun
ayağına kapandı; vah, dedi, sen dostumsun demek. Ben şimdi dostumun dostunu nasıl
öldürebilirim? Ali'nin düşmanı, Ebubekir'in dostu. Beni mi daha çok seviyorsun, yoksa Seyid
Burhaneddin'i mi? Benden asla ay almayacaksan, nasıl beni bırakır da kadınların aybaşı
âdetleri ile meşgul olursun9
Sen yoktun, dedi, bana başka biri geldi. Dedi ki: Hazreti Peygamber, yani kâinatın elçisi, şu
duayı kimin için buyurmuştur? "Allahım, beni yoksul olarak dirilt; yoksul olarak öldür,
yoksullar topluluğu ile birlikte hasret! ' Sen niçin kendini benlikten kurtaramıyorsun? Eğer o
benlik davasından kurtulursan daha ileri gidersin. Bana açıkla diyordu. Bir gün Hazreti
Peygamber yolda yürürken kendinden geçmiş; dervişin biri, Peygamberin arkasından su
sözleri mırıldanıyordu: Allahım sen benim kulumsun, ben de senin kerem sahibi Rabbinim."
Bunu işiten Peygamber yoldaşları hemen adamcağızı öldürmek istediler.
Kuran'da, "Rahman Arşın üstündedir, Arşa hâkimdir," (K. 20/3) buyurulmuştur. O Arş
denilen makam, Hazreti Muhammed'in kalbidir; ondan önce bu makam yoktu da onun
zamanında mı oldu?
Kuran'da Tâhâ sûresi, Hazreti Muhammed'in hikâyesini anlatır. "İncinme; bu Kur'an'ı sana
zahmet vermek için indirmedik" buyurulmuştur. Başka bir âyette, "Yerde ve göklerde ne
varsa, Allahındır," (K. 2/206) buyurulmuştur. Burada göklerden maksat, onun dimağı;
yerden maksat da onun vücududur. Hep onun hikâyesi; Arş üzerine hâkim olmakta onun
halidir.
"Karanlıkta yürüyen yolunu sapıtır," buyurulmuştur. Her kim, o yüce Peygambere suret
yönünden bakar da, mâna yönünden bakmazsa sapkınlıkta kalır.
Beni ululayın, şanım ne yücedir! diyen adam Haktan bahsediyor. (M. 229) Ama Hak, nasıl
olur da hayrette kalır9 Hakka kendi mülkünde hayret ve şaşkınlık isnat etmeknasıl caiz olur?
Bunu söyleyen bir sofi idi. Afcıa Allah ondan bu sarhoşluğu esirgemedi. Kendine geldiği
zaman, ayıklık halinde derhal Allahdan mağfiret dilerdi.
Benim için pek az ihtiyaç var. Ama Mevlâna için öyle değil. Onun hoş bir tabiatı vardır. Eğer
yeni bir şey olursa şöyle der: Bir şey görüyorum nasıldır o? Meseleyi açıkça anlat. Siz,
bana inanç gösteriyor musunuz? Ona başka türlü bakıyorsunuz. O, bu kadar bilmez. Kaç
kere dedi ki: Biz bir köşeye çekilelim de sizi böyle görmeyelim. Nefislerine uymazlardı,
ürkerlerdi. O halde onlat nasıl senin yolunu isteyebilirler? Onlar, nasıl olurda Bayezid'in içtiği
kâseden içmek isterler?
Eğer ona, ey İbrahim, sen Kerim'in ne halde olduğunu ne biliyorsun? diye sorsam kendini
küçük görür, gizlice gönül alçaklığı gösterir.
Ben, Elif harfinin dümdüz olduğunu görünce sırtım iki kat oldu. Lam harfi dedi ki: Ben de Elif
gibi dosdoğruyum. Sakın dedi, lâf atma! Hiç öyle söyleme! Sen Lamsın. Kendini Lam bil! Bu


halkı tanımak, Hakkı tanımaktan daha zordur. Onu delil getirme yolu ile tanıyabilirsin.
Yontulmuş bir ağaç görürsün; bilirsin ki, herhalde onu yontan biri vardır. Kendiliğinden
yontulmamıştır o. Ama bu halkı, görünüşte, sen kendin gibi sanırsın; fakat içyüzü
bambaşkadır. Senin düşündüğünden, tahmin ettiğinden çok uzaktır. Şimdi bu yontulmuş
ağacı tanımakta şaşılacak bir şey yoktur. Ama onu yontan kimdir? Onun ululuğu ne
mertebededir? Onun sonsuzluğu nasıldır? Bunu ancak bu kimseler bilir, ama açıklamazlar.
Mademki sen bu kapıyı kendine açtın, çare yoktur; varsa söyle bu kapıyı nasıl
kapayabilirsin? O kapı kendiliğinden kapanmaz. Bu zorluğu sen çıkardın!
Bir topluluk vardır ki, gönülleri bağlamıştır. Haftadan haftaya bir kere gel de, Allah şöyle
buyurdu, Allahın Resulü böyle dedi, diye hatırına gelenleri onlara anlat. Gece gündüz hayır
duanızla meşgulüm, Çünkü yolda kazalar vardır. Biri gelecek kaza, öteki de hemen gelip
çatan kazadır.. Gelip çatan kaza dua ile geri dönmez. Ama gelecek olanı dua ile geri
çevirebilirsin. Bazıları bizim Allahmız hoştur, bizim Allahmız iyidir, ama başkaları için değildir,
jerler. Böyle bir heves içinde bir Allah bulurlar. Bazıları da kendi hayallerini Allah sanırlar.
Kur'an'da, "Allah kullarına lütfedicidir," (K. 42/17) buyurulmuştur. (M. 230) Ayette (kullarına)
buyuruldu, ama nerede o kullar9 Kumarbazın birini zamanenin adaletli veziri Şemseddini
Tuğrai'nin huzuruna götürdüler. Şemseddin, vakti.. Büzrüçmihri idi. Adam, bana inanır
mısınız? dedi. Şeyh o adamları bana getirin, buyurdu. Şemseddin sordu: Hangi şeyh? Filân
şeyh, dedi. Vezir, eğer başkası olsaydı senin öcünü alırdı. Ama o eğer aranızda ise git
onun ayağına kapan! dedi. Kumarbaz, ulu vezirim, dedi, sen eğer bu işi yapacaksan, sana
bir sıpa satın almak gerek, ben de senin eşeğini sürerim. Vezir dedi ki: Mübarek gördün ki
o bahtsız adam bana ne söyledi. O adam ki sayılı vezirlerin huzurunda konuşuyor, lanet ona
olsun. Ben yüz bin kere bu işi yaptım. Hiç benden işittin mi? Yahut hiç kimseye böyle bir şey
söylediğimi duydun mu? Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet dedi, bilirim. O
halde balığın nişanını anlat. Deve gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, Vezir; sen balığı bilmediğin
gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı.
O kargaya leş verme sonra alışır da her zaman ister. Sana, ölü eti gerekmez, diri eti
yaraşır. Bu sözleri, maslahat gereği şaka olsun diye söylüyordu; yoksa cimriliğinden değil.
Öğrenmekle elde edilen zahir bilgilerinden kaçınma. Yoksa bana bir yolda yürümek ne
kadar zorlaşır di. Bunun en çetin feryat ve şikâyetini Bayezid de yapmıştır. Bunu söylemek
ancak Hazreti Peygambere yaraşır, dedin . Önce mazlum ve yumuşak bir halde geldi;
görüyorsun ki bu yol için neler söyledi. Ben geldim, dedim; sen ne yaptın? Benim için iki
dirhem verdin, o da dağıtırken üç dirhem verdi. Mevlâna buyurdu ki: Başka neyin var? Varsa
bana bir kaftan verir misin?
Şahap, Şam'da diyordu ki: Benim için en akla yakın düşünce şudur: Allah kendi kendini
bağlamıştır. Dilediği gibi hareket etmez. Fahreddin'i Razî ise Sultan Muhammed Harzem
Şahın yağlı lokmaları ile, giydirdiği kaftanların, verdiği altınların hatırı için ona, kendi
iradesiyle dilediği gibi hareket eder, demiştir.
Dedi ki: Hayat benim için öyle bir şeydir ki, ağır bir yük haline geldi mi, ağır bir hammal
semeri gibi insanın boynundan asılır, ayağı çamurda kalır. Eğer yaşlı ve arık bir hal
almışsa, biri gerektir ki, onun ansızın urganını kessin de, o ağır yük boynundan düşsün, o
da böylece kurtulsun.
(M. 231) Şahab'm yanına geldiler, binlerce akla yakın sözler dinlediler. Ondan faydalandılar,


secde ettiler. Dışarı çıkınca dediler ki: bu bir felsefecidir. Her konuda bilgin olan bir
filozoftur. Ben onları kitaptan sildim. O her şeyde bilgin olan ancak Allahdır dedim ve şöyle
yazdım: Filozof çok şeylerde bilgindir. Kıyameti anlatırken, dedi ki: Bir gün feleğin dönüşü
hareketini durdurursa, kıyamet o zaman kopar. Âlem nasıl yerinde durabilir? dedim. Derler
ki peygamberler hikmet ehlidirler, ancak halkın maslahatı icabı böyle söylemişlerdir. Hazreti
Ali'nin buyurduğu gibi, eğer iş senin dediğin gibi ise, hep kurtulduk demektir. O konuda
insanlar acizdir. O bahsi konuşmaktan kaçınmak ve bu konuyu kesip atmak gerekiyor. Bu,
Kur'an'da
buyurulduğu gibi, "Bir gün yeryüzü başka bir yerle değiştirildiği, gökler altüst olduğu
zamanda ancak herşeyi yok eden tek Allah kalacaktır," (K. 14/39) ve buna benzer ayetlerde
ve yine, "O gün, gökleri kitap yaprakları gibi katlarız." (K. 21 /104) anlamındaki âyette de
anlatılmıştır. Şimdi bu görünen yeryüzünü ortadan kaldırır ve gökleri bir araya toplarlarsa, o
zaman ne olacaktır? Nihayet bunlar olacaksa o bilginler neyi hesap edecekler. Bunların
gereği de yok.
Fahreddini Razî, felsefeciydi. Yahut da onlardan sayılırdı. Harzem Şah ile aralarında bir
buluşma oldu. Fahreddin söze başladı: Bütün bilgi dallarını inceledim, gelip geçenlerle
şimdiki yazarların bütün kitaplarını gözden geçirdim. Eflatun çağından bu güne kadar
makbul sayılan her eserin benim nazarımda şüpheli olan taraflarını araştırdım. Her birini de
açıkça ve aydın bir görüşle inceden inceye okuyarak kafama yerleştirdim. Daha önce
geçenlerin defterlerini altüst ettim. Her birinin yeteneğini öğrendim, kendi zamanımın
bilginlerini de çırçıplak meydana çıkardım.
Herbirinin bilgi derecesini anladım, dedikten sonra; falan fende, falanca fende diye sayıp
döktü. Sonra işi öyle bir noktaya getirdim ki, bende hiç bir vehim kalmasın, dedi.
Fahri Razî, sarayın ileri gelen emirlerindendi. Onu kötülemek için diyorlardı ki: Sende o
ilimlerden başka bir bilgi daha var, ama biliyoruz ki sen kâfirlerdensin! Korkarak kaçan bir
kalabalık gördüm. Biraz daha gidince beni korkutmaya başladılar. Onlar korkuyorlardı ki,
sakın bir ejderha ortaya çıkıp da âlemi bir lokma gibi yutmasın. Ama benim ondan yana hiç
korkum yoktu. Biraz daha ilerledim, büyük geniş bir demir kapı gördüm; onun karşısında bir
kapı daha vardı ki, tavsife sığmaz derecede geniş fakat kapalı idi. (M. 232) Üstüne anahtar
konmuş belki beş yüz batman ağırlığında vardı. O yedi başlı ejderha buradaydı. Sakın,
dedi, bu kapıya yaklaşma! Benim gayret ve yiğitlik damarım ayaklandı, kapıya vurdum,
anahtarı kırdım, içeri girdim. Bir böcek gördüm hemen, aşağı çektim ayağımın altında
ezdim. Allah bilir...
Bu gün acaba neden onun bütün sözleri böcek üstünedir. Onun bütün kitapları, eserleri hep
böcektir. Elif, herkesçe bilinir ki, Eliftir; onu başka harflerle tanımlamaya gerek yoktur. Ama
başka bilinmeyen harfleri açıklamak gerektir. B harfi ile beraber bütün Ebced harflerini
yorumlamak ister. Başkaları bunu anlamaz. Kur'an'a da yorum gerektir:
Elif harfi bağımsızdır. Allah kelimesinin başına oturmuştur. B harfi gönlünde onun sevgisini
taşır, onun ayağına baş koymuştur. Şimdi sen insaf et! Böyle bir yaşantıya kimin gücü
yeter? Birine alçakgönüllülük gösterdim mi benden ürküyor; düşmanca dışarı fırlıyor.
Mısra:
Nefsine ziyan verenin kime faydası olur?
Nihayet bunu uzaklaştırmak gerek. Bunun misali şudur: Şahlardan biri güzel bir Arap atına


binmiş yoldan geçerken köpekler her taraftan havlamaya başlar. Bundan şaha ne ziyan var?
Belki faydası vardır. Tebriz'e daha erken varır; işine daha çabuk yetişir. O köpekler,
abteshanede geberir giderler. Şah da onlara karşı duyduğu merhametten dolayı der ki:
Bana sizin havlamanızın faydası oldu, benim işimi çabuklaştırdınız. Ancak ben kendi
menfaatimden vazgeçtim, yemek zamanına daha çabuk yetiştim.
Rahman ve Rahim olan Allanın adiyle başlarım. Allah adiyle. Allah adiyle söyle ki, odur,
odur.
Şimdi bana gereken bu Haşr'in yani kıyamet gününde toplanmanın nasıl olacağını
anlatmaktır. Bu ten, bu ceset, ten olduğu müddetçe ne faydası var? Her kim ölürse onun
kıyameti kopmuş demektir. O öz, Allah ile birlikte ölümsüzdür. Bunlar da doğarlar.
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden
dışarıya nur fışkırıyor. Siyah harflar altında parlıyor.
Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor.
Güneşin yüzü Mevlâna'ya dönüktür, çünkü Mevlâna'nın yüzü de güneşe dönüktür.
(M. 233) "O imanlı kişiler ki, bizi arama yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda
hidayete eriştireceğiz," (K. 29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani
devriktir. Benim için efendi konağı burada kurulmuştur. Uygunsuz misafir gerekmez.
Gazneli Mahmud, Ayaz'a, burada otur, dedi. Ayaz'dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki,
Ayaz herhangi bir durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek
istiyordu. Şah dedi ki: Benim gibi binlerce insan kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar
diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve annesini öldürdü. Zındıklar anlasın ki,
o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine, yahu dedi,
sen kendi sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak
sahibinin malı değildir, bu başka yerdendir. Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol
bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail'den gelen bir gayret yüzündendir.
Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki, tıpkı
bir evlâdın babası önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana
yönelmiş bir evlât sanki. Bu kuvveti hiç görmüyor musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki
şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes tarafından beğenilirim. Nasıl ki,
Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit
daha lâzım; olayda iki kişinin tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye
anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin Abd'ın şahitliğini iki kişinin yerine kabul etti. Amr, bu
hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan sonra Hazreti
Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr,
ey Allanın Resulü! dedi, bizim hiç bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç
ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul ettik, gerçekledik, bunlara şahitlik ettik de, bu
kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir. Çünkü
sözün aslı gönülden kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.
Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı
ki kaçmayasın! Köstek kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine
faydası yok, bırakıyorum. Tene de yol yok. Falcının biri Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi.
Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne? deyince şimdi ona
iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan


gelen az olur. Güzel çocuklar böyle yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.
Mısra:
O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!
Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur;
dışarı püskürürüm. Sen zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde
dayanıklı ve dirençliyim. Düşman onun önünde ne kadar daha kuvvetli olursa ancak beni
incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!
Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan
başka bir etki yapmaz. Ben cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen
nazik ve narinsin, gidemezsin!
Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça
odur, Arapça da budur. Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir
Arapça olsun, doğru konuşulsun, uyku getirici olmasın. Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama
yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun! Öyle olsun senin uykun;
hep uyanıklık ve ayıklık olsun!
Bir bıçağın hatırı için yedi tane bıçağı sattım. Bu bıçak da feryat etti, beni de bırak, dedi,
hepsini sattın, dedi. Senin durumun şuna benzer: Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, eğer hiç
kimseyi İslama davet etmeseydi daha kârlı çıkacaktı. Ondan hiç bir mucize istediler mi?
Eğer biz de Şemseddin'e Müslüman ol, demeseydik bize hiç düşman olmaz, belki de çok
saygı gösterirlerdi. Her meyvenin pişmiş aşı gelince, onun turfanda zamanındaki tadını
vermez. Önce kiraz ve marul çıkar; arkadan zerdali yetişir, daha sonra da karpuz, üzüm
gelir.


Nasıl ki, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm ile kendinden önce gelen nebilerin şeriatı
hükümsüz kaldı. Nice Müslüman, kâfirlerden ilk defa bir şey sınamadıkça yanaşmazlar. O
can bile olsa, ondan sakın; ona can ol! deyiver. Can odur ki, ondan rahatlık doğar. Ondan
nasıl olur da üzüntü ve ıstırap doğar. Bunu söyleyince kalbim ağrıyor. Nasıl ki, biri bana,
sen demiyor
musun ki, gönlüm eziliyor, demişti. Eğer onlardan olsaydın, yüz parçayı yerli yerine getirir
içinde yanardın. (M. 235)O zaman ağrı ağrı üstüne gelirdi; sonra dayanılmaz hale gelen bir
şeyin üstüne daha hangi yükü yükleyebilirsin. O zaman tek bir ağrı yüz kat daha artar.
Dedim ki: O ağrının sona erdiğini görmüyorum ki, ağrı hakkında bir"Varar vereyim. Şimdi ne
oldu? Biz Allanın kaza ve kaderine razı olduk, dedi ve gerçekten razı oldu.
Allah Şuayib Peygamberi gözleri görmez olarak yarattı. Şuayib ona razı oldu. Aziz kulların
yüzlerini göremiyordu, ama mâna âleminde görüyordu. Bu zahirde hoş olur. Bir şey eline
geçmeyince, ona da razı olur. Ama razı olmak ona derler ki, insan ağır başlı   olsun ve
aklını   yokluk üzüntüsü ile uğraştırmasın. Eyüp Peygamber, bedeninde yara açan o
böceklere razı olmuştu; gönlünü hep onlara vermişti. Düşünmüyordu ki, bu daha ne zamana
kadar sürecek? Yahut, Yarabbi bu ıstırabın ne zamana kadar süreceğini bana bildir!
demiyordu. Devasız bir hastalığa tutulan herkesin ilâcı şudur: Ben yiyeyim, sen yeme! Ama
her zaman,   sen yeme, demekliğin erkekliğe yakışmaz. Beni kaç kere sınadın. Son derece
perhiz et diyebilirim, ama son derece ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun
ki, bu artıkça zarar verir. Kendi ıstırabından bahsederken, fazla yediğin o günden beri,
rahatım bozuldu diyorsun! Ne semâda, ne konuşmada rahat kalmadı. Sözde,   sohbette,  
hulâsa her şeyde rahatsızlık   belirdi. Meğerse gayıp âleminden bir çare olsun. Evet, dedi,
gaybe iman ederiz; biz.mümin kullardanız, sonuna kadar inancımızı koruruz. Her şey
gayptan meydana gelir, yoktan varolur. Bütün doğuşlar gayp âleminden gelir. Malik hayli
paralar sarfetti; kendisine fetâ,    yahut anî desinler diye, annesini derviş yapmıştı.Ben
biliyorum ki öne feta (yiğit) dır, ne  de  ahî  (kardeş).    Oldukça   alçakgönüllü  ve   iyi
adamdır, ama onun başında bir sevda var. Annesinin gün görmez yerini düşünüyor. Yani
istiyor ki, ben annesini ziyarete gideyim. Tanıdık, bildik kadınlar; nimet hakkını unutmayan
dostlar el pençe divan dursunlar karşımda; sana ne pişireyim, ne istiyorsun, desinler. Ben
de her ne olursa olsun diyeyim. Diyorlardı ki: Bizim oğlanlar, bizimle kavga ediyorlar. Eğer
ona danışmadan pişmişse bize çıkışıyorlar, şimdi ne arzu ediyorsunuz?
(M. 236) Hemedanlı Aynulkuzat'tan bir kaç söz anlatırlar. Adam, olmuş bir şeyi söyledim,
ağzım kırılsın keski olmayaydı, dediği için dolu yağmış. Ibni Abbas (Allah ondan razı
olsun)'dan da buna benzer sözler iletirler. Halbuki Hazreti Mustafa (Allahnın selât ve selâmı
üzerine olsun) bunlardan apayrı konuşurdu. Onlar, Hazreti Mustafanm sırrına erişemediler
ve erişemezler de. Isa da Musa da o sırrı kavrayamadıklarından dolayı, "Allahım, bizi
Muhammed ümmetinden kıl!" diye yalvarmışlardır. Onların bu can atmaları, hep Hazreti
Muhammed'in (S.A.) makamını istedikleri içindir. Ama bu olmaz. Kur'an'da, "Sizin ne
yaptığınızı bilen ulu yazıcı melekler vardır," (K. 82/11) buyurulmuştur. iyi bir iş işlersen sağ
tarafındaki melek, sol tarafındaki meleğin emri ile yazdırır. Çünkü sol taraftaki melek,
düşünceyi, niyeti, iş alanına getirir, yazar. Yedi yüz kat, hattâ sonsuz sevap bile yazar.
Bunların her biri yine"Kur'an'da Allahya kavuşmak isteyen, iyi amal işlesin, onun kulluğuna hiç
bir kimseyi ortak koşmasın," (K. 18/110) anlamındaki âyette işaret olunan tek Allah odur.


Onun varlığının ötekine faydası yoktur. "Allah, nuru ile dilediğine hidayet yolunu gösterir,"
buyurulması da buna delildir. Kur'an'daki vaidler ve cezalar, başkaları için ayrılmıştır. Mutlak
ayırıcı olan ulu Allah bağışlayıcıdır da.
Dedi ki: O namazı niçin kılmıyorsun? Allah emrettiği için, dedi. Nerede buyurdu bunu?
Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız," (K. 4/46) buyurulmadı mı? Onu sen oku, dedi. Herkes,
herkese verir, iş ayrı ayrıdır. Bir âyet müminlerin hali hakkındadır; onlar için indirilmiştir.
Ondan sonra başka bir âyet de, kâfirler içindir. Ama o aşk âleminde hep lütuf vardır, hiç
kahır ve ceza yoktur. Biz çoktan beri kahırdan dışarı çıktık. Ama o buraya yakındır,
cehennem bu taraftadır. Cehennemden geçersen öte tarafı cennet yoludur. Sonsuz, uçsuz
bucaksız; lütuf ve mutluluk âlemidir.
Bir ayakkabıcı vardı. Hazreti Peygamber için güzel bir pabuç dikti. Hazreti Peygamberin
hoşuna gitti, güzel dikmişsin, buyurdular. Usta susmadı, dedi ki: Bundan daha iyisini de
dikebilirim ey Allah Resulü! Dikmeyi başarabilirim. Buyurdular ki: O halde onu kim için
saklıyorsun? Bu daha iyi pabucu kime dikeceksin? Madem ki benim için dikmedin kimin için
dikmek istiyorsun?
(M. 237) Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kırk yaşına kadar davette bulunmadı. Sonra tam
yirmi üç yıl halkı Islama davet etti. Bu kadar işler oldu. Evet her ne kadar bu müddet az idi.
Allah ile birlikte geçen her an bilirsin ki, ölümsüz ve sonsuzdur. Ben bu zevksiz erişte
pilavından yiyorsam, hep onun elindendir. Yarabbi! Onu parmakla göstereyim de gör!
Parmak budur, o değildir, budur, budur.
Farenin biri devenin yularına yapıştı, onu çekmeye başladı. Deve uysallığı, alçakgönüllüğü
ve ağırbaşlılığı yönünden farenin arkasından yürüdü. Nasıl ki, "Mümin de uysal develer gibi
sabırlıdır," buyurulmuştur. Devenin bu uysallığını onun yumuşak huylu ve alçakgönüllü
olmasına, bazıları da onun bütün hayvanlardan daha uzun boylu olmasına rağmen akıl
derecesinin düşkünlüğüne yorarlar. Bunun sırrı başkadır. Fare, deveyi su kenarına kadar
yürüttü. O çabuk yürüyüşlü, iri cüsseli hayvan aciz kalamazdı. Fareye sordu: Şimdi burada
niçin durakladın? Buradan niçin geçmiyorsun? Sen, benim gibilerin yularına yapışmanın sana
yakışmayacağını bilemedin mi? Şimdi nasıl tuttunsa yuları, yürü bakalım! Fare, su çok
büyük ve derin, dedi. Ayağını suya basan deve, gel gel dedi. Sudan geçmek kolaydır;
nihayet dizkapağında. Fare, ama dizden dize fark var,dedi.
Şimdi sen de tövbe et ki, bir daha böyle yüzsüzlük etmeyesin! Benim semerimin üstüne çık
otur! Benim semerimde senin gibi yüz binlerce farenin ağırlığının ne değeri var? Bir anda
suyu geçeriz. Geldim eteğine yapıştım, kenara çekildik. Diyorsun ki: Nice böyle uzun boylu
alçaklardan bizim için bir uzun boylu, bir yüce yaratılışlı birisi çıkmaz, çıkamaz da neden
bellidir bu? Şüphesiz konuşmak gerek, ama bunlardan konuşmaya lüzum yok, bunun sözünü
etmeye değmez, ancak teslim etmek gerek 'o kadar. Söz sözü açar, derler. Madem ki Hak
razı oldu sultan yüzünü sana çevirdi, artık bağ bekçisini elde ettikten sonra bağ senin oldu
demektir. Hangi ağaçtan meyva istersen al! Mademki bu saatte sen konuşuyorsun, hiç
kimse konuşamaz. Diyemez ki, ben doğru konuşuyorum. Sen akıllı kişileri dinle. Senin
buraya gelmen bizim için çok hayırlı oldu. Ne yazık ki, ömür vefa etmiyor. Cihan altınlarla
dolu olmalıdır ki onu senin vuslatın şerefine ayaklarına saçayım. Bizim canlı Allahmız var,
ölü Allahları ne yapacağız? O eşsiz Allahnın mânası aynı mânadır. (M. 238) Allahnın vaadi
bozulmaz, ancak o yalancı Allahlar bozguna uğrar ve bozulur. Allah daima gayretli davranır.


Biri sordu: iblis kimdir? öteki, sensin dedi. Çünkü ben Allahyım, benim tersim de sensin,
başka kim olacak? Düğünler, evlenmeler bir türlü değildir. Bu da nefsin düğünüdür.
Şiir:
Dostların ayrılığından ah çekmek, yarın vedalaşmasından figan yaraşır.
Bu iki mutsuzluğa uğramaktansa, ölüm bin kat daha hoştur.
Burada işi düzeltmek gerektir, iyi bir iş yaptın, cennette kendine açık bir makam hazırladın,
kendi yerini de gördün, o zaman geçti.
Bir dindarın önündeki bir akçe, başka birinin elindeki yüz bin dinardan daha iyidir. Dinsizi
ateşin üstüne atar cehenneme götürürler. Benim ipim uzun, geniş ve ince değilse bile herkes
onu görebilir. Sen kimsin? diyordum ona. Önünde bir pul değerinde helva var, dedim,
heybetle bir baktım. Üstat ve kâmil bir insan idi, hiç aldırmadı, sen bilirsin, dedi. Beni Allaha
ısmarla, o günahları örtücüdür ve en güzel güven yeridir.
Bu Seyid'in sözüdür: Seyid Burhaneddin, Hakîm Senayî'nin hem müridi,hem de şeyhi
oldu.Seyid derdi ki: Lokmayı başının arkasından götüren kimse ola ki, sinirini koparır. Allah
kuluna inayet ederse bir Hıristiyan çocuğunu bile onun yolunda Müslüman eder. Bu söz bu
güzelliği ile söylenmeye değer. Hem de söylemek gerektir ki, benim nazarım ona.değerse
Müslüman olur.
Kürklü hırka ile çarığı unutma! Onun arkasından gitmenin ne yeri var! Korku nerede kalır?
Rastgele bir şey yeme ki, sonunda eğer onu yemeseydim daha iyi olurdu, yahut keski hiç
yemeseydim, demeyesin. önce kumaşı ölç, sonra kes, işlerimizde daima iyi, güzel tedbirler
alalım. Kur'an'da, "Uykunuzu size rahat sebebi, geceyi size örtü kıldık. Gündüzü de
geçiminizi sağlamak için ayırdık," (K. 78/9, 10) buyurulmuştur. Uykunuzu rahat, gecenizi örtü
kıldım buyurulması ayıklık haline işarettir. Gündüzü geçim zamanı kıldık buyurulması da,
küçük balıkları yiyerek geçinen büyük balığın haline şükretmesi gibidir. Denizde sular
arasında bir aydınlık belirdi, gemiciden sordum, hiç bir ses çıkarmadı. Bir gün yine o
aydınlıkta gidiyorduk, başka bir parıltı daha belirdi. Ondan sonra gemici derhal secdeye
kapandı. (M. 239) Bu şükran secdesidir, dedi. Eğer söyleseydim ödün patlardı. Gözünün
birini bir balığa, ötekini başka bir balığa dikmiş; eğer bir an gemide uyusaydım öteki balığı
göremeyecektim. Balık her zaman denizde şaşkın bir durumdadır. Ama deniz de o balığa
şaşmaktadır. Benim içimde o büyüklük ve genişlik nasıl olur? Bende ne var diye
şaşmaktadır.
Elimde hafif bir ışık tutuyordum. Köpek havladı, onun heybetinden eve kaçtım. O evden
başka bir eve sonra da büyük bir tandır ocağının içine sığındım. Hey anneciğim, hey
anneciğim! Silâhımı getir, dedim. Anne mızrağımı ve kılıcımı getir; dışarı çık, mahallenin
başında havlayan o köpeğe, hav hav, sensin, hav hav senin annen babandır de. Eğer
yiğitsen tandır başına gel! Mızrakla senin beynini patlatırım gel!
Yedi yüz yiğit kişilerdik. Yedi Tacik üstümüze saldırdı, biz çok sopa yedik, onlar da pek çok
eşya götürdüler. Parmağımı öyle bir sıktı ki, Yarabbi onu tut, onu onu! dedim. Mevlâna'yı
değil, falanı değil, bunu değil, bu ayağı da değil. Onu görmüyor mu? Sana şaka mı geliyor
bunlar, yağmur gönderdi ki, yorganımızı başımıza çekelim de altına girelim. Benden bir söz
işitti. Bunu o söyledi, soğuk kaçtı. Başkaca hiç bir şey söyleyemedi. Niçin sıkıldın, dedim.
Sustu, konuşamadı. Sonra tekrar dili açıldı, yürüdü. O söylediğin şeyi anlatır mısın? dedi.
Gördüğüm rüyayı içim boşansın diye tekrarlamamı mı istiyorsun dedim. Ama gönlünü


rüyadan boşaltırsan ne ile boşaltacaksın.
Şarapçının biri şarap satıyordu. Biri sordu: Yahu sen şarabı satıyorsun ama acaba
karşılığında ne alacaksın? Camiden geri kalan kimse lahavle mescidine gider, insan eğer
lahavlenin ne demek olduğunu bilirse, yani kuvvet ve kudretin Allahda olduğunu anlarsa onun
Cuma namazı boşa gitmez. Meyhanede böyle bir lahavle çekmek, Kabe'de lâhavlesiz
kalmaktan daha hayırlıdır. Ama mescitteki lahavleyi ne bileyim.
Kadının biri bu sevdada idi; birkaç yankesici ağlaya sızlaya ona yanaştılar. Efendimiz
dediler, şu hazine işini ancak senin sayende başarabiliriz. Yoksa o değerli hazineden
faydalanmaya bizim gücümüz yetmez. Onlar geç kalmışlardı. (M. 240) Biri dedi ki:
Efendimiz sarığını versin de kendilerine bir haber getireyim, öteki yankesici, o geç kalır,
dedi. Siz şu katırı kulunuza veriniz, ben şimdi onu ve arkadaşları çağırayım. Şu şartla ki,
falanın başına ant içeceksiniz, bu meseleyi hiç kimseye açmayacaksınız.
Sağırın biri değirmenden geliyordu, değirmene doğru giden birine rastladı, kendi kendine, bu
adam benden herhalde nereden geliyorsun, diye soracak dedi. Selâm vermeyi bile unuttu.
Önce bu şekilde yanlış düşününce başından sonuna kadar hep saçmaladı, önce nereden
geliyorsun dediklerini sandığı için değirmenden geliyorum derim, diye düşündü. Ne kadar un
yaptın derlerse bir buçuk kile derim. Halbuki gerçekten adam ona diyordu ki, karının ardı
uğursuz mu? Beline kadar işaret ediyordu. Nihayet adam bu yolcunun sağır olduğunu
görünce ilk sözü anlamadığını sezdi. Ondan sonra hatırına gelen her şeyi söyledi, ama eğer
doğru cevap verseydi ilk önce söylediği söz hoşa gitmezdi. Ama o sağırdı her şeyi
anlayamazdı.
Kuran'da, "Çadırlar içinde öyle huriler var ki, onlara ne insan eli, ne de cin eli değmiştir." (K.
55/56) buyurulmuştur. Bunun anlamı nadir? Hele o cennetler ki Allah âlemidir diye sordum.
Ona göre kıyas et. Dedim ki: insanoğlu ve cin tayfası ona erişememiştir. Yani bu içkiler bu
âlemde de bizim elimize geçmez mi? Herkesin mertebesine göre zencefilden, çağlayandan,
kâfur ve temiz şaraptan payı var mı? "Sözlerini yerine getirenler; şerri ve korkunç manzarası
aşikâr olan o günden korkanlar," anlamındaki âyet nedir? Bu herkes hakkında mıdır?
Bazıları bunun Hazreti Ali hakkında olduğunu söylerler. Âyetin inmesi sebebi kendiliğinden
anlaşılıyor. Olaki bunlar da bir sebep söylesinler. Ama çok soğuk ve yersiz olur. Kendi
düşünceleri ile doğru yola gelsinler. Bu hırkamın kolunu öptü, onun o üç gecelik semâda bir
çok günler sürecek olan işleri tamam oldu. Dükkândan et getiren o Yahudi'nin yedi ceddi
işadamı idi, ama o yine de Yahudi'dir, yine de Yahudi.
İbni Mesut'a (Allah ondan razı olsun) Hazreti Peygamber, Kur'an'ın sırlarından bazı şeyler
açıklardı. Onun anlattığına göre falan âyetin mânasını Peygamber arkadaşlarına açık
söylerdi, ikinci mânasını da benim kulağıma fısıldardı: bunları size anlatsaydım boynumu
vururdunuz, dedi. Sahabeler o zaman o sözleri küfür sayar, söyleyenlerin boynunu
uçurturlardı.
(M. 241) "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanın ancak bana vahi gelir. Şüphe yok ki
ilâhımız tek bir ilâhtır." (K. 18/110) anlamındaki âyetin inmesi sebebi nedir?
Siz de bilirsiniz ki, Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun) Aşura ayının onuncu gününe kadar
Hazreti Peygamberin yaptığı gibi dokuz gün et yemezdi. Hazreti Peygamber, Ali'nin yüzüne
bakınca onu iyice zayıflamış gördü. Sen bana bakma, dedi, ben sizden herhangi biriniz gibi
değilim. Bunun üzerine âyet geldi: "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanım." Ama


aradaki fark şu kadarcık bir şeydir ki, o da bana vahiy gelir. Yani ben açık bir iş yaparım,
ama hiç kimse bilmez. Onların aralarında yaptığım o işten, görüyorsunuz ki, ağızlarından hiç
bir haber çıkmaz. Meğerki ben istemiş olayım. Peygambere, benzerler ve eşler niçin olsun;
bu, onun benzeri olur mu hiç? Niçin bu da senin benzerin olsun. Nihayet gerektir ki herkes bir
işle uğraşsın.
Ben de niyet ettim  bundan daha  iyi  bir iş varsa  din ve dünya  kazancı  için o  işle meşgul
olayım, elime geçeni  burada sarfedeyim.
Hakîm Senayı eceli geldiği sıralarda dilinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdiler
ağzından şu sözler dökülüyordu:
Şiir:
Söylediğim şeylerin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum,
Çünkü sözde mâna, mânada söz kalmadı.
Çünkü sen Hazreti Allanın yolunda bir parmak yürürsen o sana bir karış yaklaşır, zahmetsiz
ve minnetsiz yürürsün. O misal yönündendir. Maksat, Allahnın kutsal sözündeki mânadır,
yoksa parmak karış gibi ölçülerin ne yeri var? Göz kâğıda bakar ve özellikle kendi yazdığı
şeyi beğenmez. Beyaz kâğıt üzerine bakınca şaşıyorum. Yoksa ben seni sevenlerdenim.
Onun ne yeri var. Bana falan şehre git, diye emredersen, istersem giderim, istemezsem
gitmem. O gayıp ve gizli âlemden papazlar da haber verir. Onlar da hep birlikte
söylemişlerdir ki, bütün yollardan ve gidişlerden, Hazreti Muhammed'in yolu en iyisidir. insaflı
olanlar insaf ederler. Çünkü onların görüşlerinde ve gidişlerinde Hazreti Muhammed'in (A.S.)
yolu gibi aydınlık yoktur.
Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da
dervişlik ve sessizliktir.
Şiir:
İncir satanlar için en güzel şey nedir bilir misin?
İncir satmaktır, incir satmak kardeşim!
SAİDİ   MÜSEYYEBİN HİKÂYESİ
(M. 242) Saidi Müseyyeb, Bağdat müderrislerindendi. Güzellikte, şirinlikte eşsiz bir
kızcağızı vardı ki, ünü halifeye kadar ulaşmıştı. Halife, bu güzeli nikahlamak için zulüm ve
cefadan başka ne tertipler, ne tuzaklar kurdu, ama bir türlü elde edemedi. Said'in bir de
çömezi vardı. Talebe arasında en çekingen en alçakgönüllü idi. Medresede sıraların en
gerisinde otururdu. Bu çömezin bir de derviş tabiatlı annesi vardı. Bir gün büyük üstadın
gözü bu çömeze ilişti. Ders meclisi tenhalaşınca onu yavaşça yanına çağırdı. Hal hatır
sorduktan sonra, güzel kızımı sana ereceğim, sonra da seni kendime vekil seçeceğim, dedi.
Çömez hocasının bu teklifini annesine anlattı. Annesi bu haberden çok ürktü, bundan bir
uğursuzluk sezdi. Bayağı divane oldu. Yavrum, dedi, bunu rüyada mı gördün? Acaba ne
oldu sana, şimdi ne yapacağım ben? Param da yok ki seni hekime götüreyim. Oğlan cevap
vecdi: Anneciğim, bu ne düş, ne hayal, ne de sayıklamadır. Gerçekten böyle oldu. Ertesi
gün annesi daha fenalaştı; mahalle kadınları ile dertleşmeye başladı. Bu oğlan başımızı
yiyecek, bari siz ona korku verin de bu hayalden vazgeçsin. Bir daha böyle şeyler
söylemesin. Eğer başkaları işitecek olsa, bu sözleri onun deliliğine yorar, hakkında zır delidir
diye tanıklık ederler.
Ertesi gün tekrar derse gittiği vakit üstat onu yine çağırttı, çok ilgi gösterdi. Bundan sonra


zavallı bilgi âşığı çömez artık gözlerini oğuşturarak kendi kendine söylenmeye başladı:
Acaba bu bir hayal veya rüya mı? Nasıl ki annem ve komşu kadınlar hep birden, sen çok
düşünmeden ve akıl yormadan saçmalamaya başladın, kara sevda sana geldi diyorlar.
Sonra tekrar etrafına bakındı, her şey yerli yerinde; medrese, kendisi ve müderris hiç
değişmemiş. Hayır, dedi, Allahya ant içerim ki bu hayal değil, kara sevda ve delilik hiç değil.
Tekrar evine gitti, olanı biteni annesine hikâye etti. Bu sefer annesi ve komşu kadınlar yine
oğlanın şiddetli kara sevda olması mümkündür, dediler. O kendi başını, hem de bizim
başımızı yiyecek diye kara bir düşünceye daldılar. Neticede delikanlı her ne anlattı ise
bunlar hiç birine inanmadılar. En sonunda gerdek gecesi yaklaşınca, delikanlı güzel elbiseler
giyerek eve geldi. Annesine altınlar, gümüşler getirmişti. (M. 243) Anne hâlâ şüpheli idi,
henüz şüphesi geçmemişti ki, kızı gece evine getirdiler. Komşu kadınlar, anne şaşkın şaşkın
bakışıyorlardı. Kızı yakından tanıyan kadınlardan bir çoğu yanına gittiler. Onda öyle bir
değişiklik gördüler ki, aman Yarabbi! dediler, bu nasıl olur? Kız,
onlara yüksek sesle şu cevabı verdi: Bunda şaşılacak ne var? O bilgi ve fazilet ehlidir, biz
de öyleyiz, ama belki o bizden daha üstündür. Çünkü biz dünya adamıyız, onun ise dünyada
gözü yoktur. Şu halde bizden daha erdemli bizden daha şereflidir. Biz de dünyayı terk
etmeliyiz ki ancak onun gibi olalım, dedi.
Hoca Ahmed'in gözü bir dervişe ilişti, alnında bir işaret görüyordu. Baban senin için doğru bir
iş yapmıyor, dedi. Derviş, hayır, dedi, onun hiç bir şeyi yok. Ben sana bin dinar vereyim, al
götür oğlumu da sana yoldaş edeyim, dedi. Derviş evine gitti, bunu anlattı. Hoca keramet
göstermişti. Çünkü Hoca Ahmed'in oğlu yoktu. Babası dedi ki: Olmaya ki ondan umut
kesesin. Onun altını da var, urbası da var. Ama zamanenin eli onu gizlemiştir. Ben ahvali
biliyorum.
Allahu Ekber (Allah en ulu Allahdır), ne demektir? Yani en küçük Allah kim oluyor ki, onu
himmeti ile kendine çeksin? "Kuvvet galibindir" demeyesin! Bizim hikâyemiz onların
söyledikleridir. Ey sultan kalk! Eğer gelirsen gidelim masrafı bana olsun, yahut beni unutan
zata uğrayalım. Ben neredeyim? Benden haberi yok. Eğer beni görürsen selâm söyle!
Biliyorum, ama yine hoşlanıyorum, bakalım ne olacak? Bunlar dervişlerin hoşlandığı şeyler.
Dervişlerin kulları da benden hoşlanıyor.. Dünya ahiretin köprüsüdür, sözünü biz kendimiz
söylüyoruz. Biri gerektir ki beni güldürsün. Bunu anladım, tekrar hazinenin anahtarını eline
verdim, ama sen önüne perde çekiyorsun. Hem kendin, kendi nefsine perde oluyorsun.
Kendinden karıştırdığın ve kendine perde ettiğin hayaller eksik değil. Bundan dolayı
hayalleri dallandırıyorsun, başka hayallerle karıştırıyorsun. Onların seni sevmemesinden
sakın gam yeme! Onların senden uzaklaşmak istemesi tıpkı Yahudilerin, arzularına göre
hareket etmeyen islâm çocuklarından tiksinmelerine benzer. Senin, mescitten çıkarken
Kur'an koltuğunda (M. 244) "Allahdan başka Allah yoktur" diye mırıldandığını, birtakım
harfler sayıkladığını görüyorum. Bu da ne oluyor derler, içinden sana bir ses geliyor mu?
Mânada için dışından daha iyidir. Böyle bir hazineden kendi fikrinle uzaklaşmak gerekmez.
Kendi bedenlerine zulmedenler Allahnın has kullarıdırlar. Evet onlar azap çekerler, büyük
aşk derdine düşmüşlerdir. Fakat bu başkalarının işi değildir. Böylece onların adları anılır,
acaba işin sonucu ne olur?
Yusuf Peygamberin küçük kardeşi Bünyamin'in adı hırsız diye çıksaydı ne olurdu? Derviş
Bayezidî Bistami'nin türbesi başfnda diyordu ki: Onun bir perdesi kalmıştı, o perde içinde


dünyadan göçtü gitti.
Yanındaki altını her ne kadar inkâr etsen, ben bir şey değilim der, ondan daha yok mu?
getir, der. Evvelce sende ondan var idi getir. Yanında taşıdığın altını inkâr ediyorsun. O ben
bir şey değilim dedi. Ondan, o yoktan getir! Önce ondan sende vardı, ondan getir, dedi.
Evet, dedi, var yokluğu ister mi? Ben de ağlıyorum, dedi, biri de olmalı ki beni güldürsün.
Şimdi sarhoş olacaksın ki ayılasın. Ah ve figan çocukların işidir, onlara yaraşır. Dedi ki: Yol
senin gittiğin yoldur. Benim gittiğim bu yolda her ne kadar bir yol arkadaşım var, ama o da
buradan değil. Şimdi onlar neye yararlar? Dine yaramazlar, dünyaya yaramazlar. Soğuk ve
donuk şeyler, müsaade et de biraz gönlümü avutayım, senin yanında onlar gerektir. Yahut
onlara sen yaraşırsın!
Siz bizimsiniz, biz de sizin. Nereden bu söz? Allahya ant içerim ki, ne onlar bizimdir, ne de
biz onlardanız. Onun da sakalı var, benim de. İşte böyle şimdi ne yapalım; ona biri, Yarabbi!
Sana ne dua edeyim; ey Allahm gönlümün dilediğini ver, diye yalvarır. Benim gönlüm her
şeyi istemez. Bir derviş dedi ki: Ben Ebu Abdullah Mustafa Aleyhisselâmdan şunu öğrendim
ki, Ebubekir onu bilmez, o belki, Hazreti Mustafa Aleyhisselâmdan öğrenmemiş ve haber
vermemiştir. Benden bunu öğren ki, yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin ilk işin
budur. Bu nedir zayıflık mıdır?
(M. 245) "Sultan, Allahnın gölgesidir" sözü Ebul Hasan Harrakanî'nin nazarında doğru
değildir. Denize düşer ve yüzmek bilmesen boğulurölürsün; başına su dökerler. Biri okunu
uzağa atar, kerem sahibi olur. Kur'an'da, "Gördün mü, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (K.
25/47) anlamındaki âyeti hatırla da yüzünü arkana çevir, arkanda ne göreceksin? Hazreti
Ebubekir arkandan seslenecek: Ey şaşırmışların kılavuzu! Bir taraftan cevap gelir: Eğer
Muhammed (S.A.) yaratılmasaydı o kadar gölge kalacaktı ki, onun gölgesini arşa
götüreceklerdi. Yani onunla savaşa girişen kimse divanedir. Nasıl savaşabilir? Yedi başlı
ejderha onun varlığının gölgesidir. Bu iftiradır, bunun başka mânası vardır. O öyle arıktır ki,
göğsünün her tüyünden ter damlaları boşanır. Keşke onun göğsünde tüy olaydım.sözü
öğünme yönünden değildir. Biri bin istek ve yalvarma ile bir parça rahat ister, Yarabbi işimi
kolaylaştır, der. ötekini bırakmazlar ki dışarı çıksın; başına şarap dökerler. Biri ağlar, bir
damla yaş çıkaramaz gözünden. Ötekini bırakmazlar ki ırmaktan dışarı çıksın.
Bilmiyorum ki namazda ne okuyayım. Meğer, "Fatihasız namaz olmaz" emrine uyayım.
Öteki bir hava tutturur, ilâhi söyler, raks eder. Gördüm ki, bir sofra getiriyorlar, der. Eğer
başkalarının evine götürüyorlarsa size ne?
Uyuyorsan ne bulursun? Yücelikler, çekilen emek nispetinde elde edilir. Yüksek makamlara
ermek isteyenlerin geceleri uyanık yatması gerektir. Yani dileği uğrunda uyumazlar. Keşke
surette uyuyaydık. Sıcaklığı toprağa bu mertebede verdi. Ne yüce kudret! Ben nefsim için
ne gibi tasarrufta bulundularsa razıyım. Size tekrar söylüyorum, madem ki biliyorsun, başka
söze ne lüzum var?
Size gerekse teni de terk edeyim. Senin bulduğun dostlara taş bile takat getirmez. Çocuklar,
"Rabbi Musa'ya göründüğü vakit," (K. 7/139) anlamındaki âyeti okurlar. Halbuki, Allah bütün
gün Musa ile beraberdi. Güneş böylece her tarafa bakar, bir zerre kaybolmaz. Ondan bir
feryat kopar, çünkü ateşten kaçmaz, bu takdirde o makam pervanenin seyranıdır. Çulha
çulhalığını unutmaz ancak o sanatı yapar. Sırmalı elbiseden ne anlar?
(M. 246) Üç kız bir arada oturmuş konuşuyorlardı: Herbiri babasının işinden söz etmişti. Biri


diyordu ki: Babam Sultanın katırına çul dokur, çulhadır o. Beni okşamasa ne minnet ayağımı
bile öpse azdır. Bunların gördükleri ve konuştukları ancak bu gibi şeylerdir. Hazreti
Peygamberin, o yüceliği, ululuğu ve kudreti ile beraber bir odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki
yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı. İsa'ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi
bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender'in ateşe
âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz
mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun^ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed'in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler.
Evet, dedi, adamcağız. Hiç bir iş yapamıyorum; ancak Allahyı ve onun Peygamberini
seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana nasıl inanır? Eğer
Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır.
Ötekiler onların sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler
bunların sözlerini anlatırlar, bunlar da onlardan gelen sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar
tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı
hırka saklamıştı. Dostlara yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de
yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi diyordu ki: Biçare! Hacı
rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol
yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi
başının çaresine baksın. Bu yolda baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez.
Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü senin ilk konağın
burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu
sözünden erkeklerin erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne
oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün
değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o delileri,
mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki
canlarını feda ettiler, sonra candan kıymetli ne gördüler? Kuran'da, "Sizi korkudan, açlıktan
veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara
sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele,
bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri
aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle
yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe'nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile
gerekmez. Olmaya ki, düşünce şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir.
Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını kaşımaya bile vaktin yok!
Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk
yolda kalır. Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider.
Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme bir sıtma başından ellerine kadar yayılır.
Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan
söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen
söyle, ama içinden elini ağzına kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail'in
kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha çok ayılırlar, mey içerler
mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri


için bu ne hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta,
şaşkın ve kendinden geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden
koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için yiyecek bir şey getirmelerini
söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın
huzuruna kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek
cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile
ihtiyaçlarını  giderirler.  Tekke,   lokma  derdinden   uzak olmayan  tekke  adamları   için 
değil,  ancak,   böyle  bir topluluk için açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki
yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı, isa'ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi
bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender'in ateşe
âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz
mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed'in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler.
Evet, dedi, adamcağız. Hiç bir iş yapamıyorum; ancak Allahyı ve onun Peygamberini
seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana nasıl inanır? Eğer
Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır.
Ötekiler onların sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler
bunların sözlerini anlatırlar, bunlarda onlardan gelen sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar
tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı
hırka saklamıştı. Dostlara yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de
yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi diyordu ki: Biçare! Hacı
rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol
yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi
başının çaresine baksın. Bu yolda baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez.
Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü senin ilk konağın
burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu
sözünden erkeklerin erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne
oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün
değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o delileri,
mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki
canlarını feda ettiler, sonra candan kıymetli ne gördüler?
Kuran'da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin
eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156)
buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları senin sabrına
çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de
başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe'nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile
gerekmez. Olmaya ki, düşünce şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir.
Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını kaşımaya bile vaktin yok!
Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk


yolda kalır. Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider.
Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme bir sıtma başından ellerine kadar yayılır.
Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan
söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen
söyle, ama içinden elini ağzına kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail'in
kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha çok ayılırlar, mey içerler
mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri
için bu ne hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta,
şaşkın ve kendinden geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden
koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için yiyecek bir şey getirmelerini
söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın
huzuruna kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek
cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma
derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde gidiyorsun, ben ise çok kere
kervanın başındayım. Deve cevap verdi: Birinci sebep şu ki, ben yüce himmetliyim, başım
havadadır. Yüksek bir başım, aydın bir gözüm vardır. Yokuşun başından bakınca sonuna
kadar görebilirim. Anlarım, neresi düzlük, neresi yarı düzlük, neresi bozuk yoldur.
Bir kaç kişi vardır ki, Allah rüyada görünebilir derler. Bir çoğu da onun ne rüyada, ne de
ayık iken görülemeyeceğini söylerler. Bunlar taklitçilerdir. En çok gerçeği arayanlar en çok
taklitçidirler.
Bir zümre vardır ki, gönül taklitçisidir; bir zümre safa taklitçisi, bir tayfa da Mustafa (S.A.)
taklitçisidir. Bir zümre de Allah taklitçisidir. Allahdan söz açarlar. Bir topluluk da hem onu
taklit etmez, hem de ondan söz nakletmezler, ancak kendiliklerinden konuşurlar. Kur'an' da,
"Ey Resulüm söyle ki, eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı ve onun
bir katı da eklenseydi yine Rabbimin sözleri bitmezden önce deniz tükenirdi," (Kehf Sûresi,
110) buyuruyor. Rabbimin sözleri diye söyleyen odur. Derler ki: O, yani Allahya işaret eden
zamir, iki kısımdır. Biri doğrudan doğruya ona, yani Allahya, öteki de onun hakikatine
işarettir. Bir başkası da Allah kendisi için o zamirini kullanıyor ki bu onun için saygı ifadesidir;
böylece söz daha tatlı ve lâtif oluyor, dedi. Gaibi anmak, ondan uzaklaşmak, hazır olanı
anmak da ürkmektir, derler. Zikreden bir kimse, iki halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya
gaiptir. Gaip ise gıybet ediyor (arkadan konuşuyor), hazır ise vahşet, ürkeklik gösteriyor,
denilebilir. Onun yanında çok zikretmek, tıpkı sultanın yanında bulunan has kölesinin, sultan
şöyle yaptı, (M. 249) sultan böyle söyledi deyip durmasına benzer. Bu bir nevi küstahlık
olur, hoşa gitmez. Gıybet ise büyük günahlardandır.' Dört büyük günah, yani gıybet,
bühtan, kan dökme, zulümdür. Karşı taraf hakkını bağışlamadıkça bu günahları işleyen
kimse azaptan kurtulamaz. Meğer ki sultan ona yardım etsin. Allah karpuz gönderdi. Şimdi
bizim nasibimiz armut değildir. Armut boğazda düğümlenir, halbuki karpuzun tadı hoştur.
Şah gitti, dediler. Divane oldum. Pabuçsuz dışarı fırladım. Müjde dediler, şimdi geri geliyor.
Şah mı geliyor? dedim. Evet dediler. Yeniden canlandım, kendime geldim. Ey Adem oğlu!
Şimdi yanına geleyim, bir şey okuyayım ki, yolcuları da umutsuzluğa uğratayım, dedim.
Dışarı çıktım, öyle kendimden geçmiş bir halde idim ki, önüne koştum, neredeydin ki,


gelmedin? dedim. Acaba nasıl edeyim de yanına geleyim? Bir aptal sana erişemez mi? Ben
bu nefsin elinden acizim, sana nasıl yaklaşayım! Ona öyle şeyler söyledim ki, eğer o sırada
yanımda olaydın, boynuma bir yumruk vurur beni harap ederdin. Öyle bir yumruk vur ki, şu
duvara vursan delerdi. Zavallı ben, kimbilir ne hale gelirdim! Eğer kuvvetli, semiz bir delikanlı
da olsaydı, o hal sırasında hiç bir şey yapamaz, ancak terbiye ile ayağıma kapanırdı.
Diyelim ki, benim de tanıdıklarım, kardeşlerim var, gideyim danışayım. Eğer git derlerse,
işin içyüzüne bakarım. Beni kurtarırlar mı, yoksa kurtaramazlar mı? Eğer onların hatırları
benimle beraber ise, ben de bizzat oraya kadar gitmek yüzünden helak olurum, ama nihayet
kendi isteğimle o maksada eriştiğime bakmaz, bu işin sonunun neye varacağını sorarsam,
beni uğursuz bir kapıcının oğlu farzet.
Zavallı kapıcı, acaba ne olacak diye o kapıcıkta oturmuştur. Halbuki şimdi yürümek
zamanıdır. Çünkü o taraftan, bu varlığa doğru her an ayrılık var, diye sesleniyorlar. Her
lâhza,, gel git, diyorlar. O taraf aynı renkte, aynı şekildedir. Hak âlemi hoş bir âlemdir.
Biri dedi ki: Bize söz söyletmezler. O der ki: Allah arş üzerindedir. Bu der ki: o mekândan
münezzehtir. Artık biz de şaşırdık. Her nerede ki, yaşa! Ömrün uzun olsun, vaktin hoş
geçsin! sözleri vardır, böyle konuşmayı ayıp sayarlar.
(M. 250) Bir zaman din bilgini idim; ayrıca, Safilerin fıkhı olan Tenbih adlı kitabı ve daha
başka fıkıh kitaplarını da okumuştum. Ama şimdi onlardan hiç biri hatırıma gelmiyor. Ancak
böylece arkasından gidersem başını kaldırır, karşıma geçer. Eğer bende masal dinleme
arzusu yoksa, ah git der. Bari sen gel. dostlarla bir arada bulunmak gençlik çağlarından
daha tatlıdır.
Yemin, ant içme için Arapça'da üç harf vardır: Vav, B, T harfleri. Bazıları vallahi, billahi,
tallahi derler, işin içyüzü böyledir. Evet. Onun arı ve yüce benliği, o ulu Allahnın temiz zatı
hakkı için o kimseler de, o medresede o ciheti öğrendiler. Marifet öğrenelim, falan
medreseye yerleşelim dediler. O devreleri iyi değerlerdirmek gerektir. Bu toplulukta hep
bundan bahsederler. Falan yeri tutalım, çabuk meşhur olalım derler. Bilgiyi, dünya lokması
uğrunda niçin tahsiLetmeli?
Benim kim olduğumu, cevherimin ne olduğunu, niçin geldiğimi nereye gideceğimi, aslımın
nereden olduğunu öğretmeyen bir tahsil neye yarar? Eğer bu mânalar bir testide su gibi ise
ben testisiz su arıyorum. Arap dilindeki mânalar, Arap kılığına bürünmüştür, istiyorum ki,
bunları iyi anlamak için sıkıntıya katlanayım. Maksat Arapça öğrenmekten başka bir şey
değildir.
Mısra:
Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!
Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri,
istediğim o mânaları vermek bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi
nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım9 Bir ayranın içine düşmüşüz. O nasıl ayrandır
ki, ucu bucağı yok. Onu. çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım.
Yahut bal içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz.
Ebu Necip'e (Sühreverdî) dediler ki: Madem ki sen Allahyı göremiyorsun, bu sana müyesser
olmuyor, bari çileyi boz da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına
uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. Kör Bedreddin'in damadı, Şahabeddin'in yanında sana
başbuğluk erişmez diyordu.


Celâleddin'in vazında geçen bu söz çok doğrudur. Allahnın sözünü, onun dilini, onun kulu
nasıl bilir? Allah kulu ol ki, Allahnın dilini ve sözünü anlayabilesin. Allah olasın demiyorum
sana! Küfür söz söylemiyorum.
Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır,
insanlarda olan hassalar ise bunlarda yoktur.
Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, "Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama
imanlı bir kulumun gönlüne sığdım," (Kutsal hadis) buyurmuştur. Ahmed'den Ahad'e kadar
açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise mânanın perdesidir.
Mısra:
Sen aradan kalkan o mimi cihan farzet!
Adem oğlu ne kutludur! Yedi iklime, bütün varlıklara değer. Hele Adem oğullarından
Muhammed ümmeti olanlara ne mutlu! Muhammed'in gözü Muhammed değil mi?
Muhammed'in gözü aydın ki, sen ona ümmet oldun. Ona ümmet olunca, Hak Peygamber
seninle iftihar eder, elini tutar. Musa'ya, isa'ya göstererek seninle öğünür; bu adam benim
ümmetimdir, der. Hazreti Resul, o geniş yenleri ile, Arş üzerinde ve Arş sakinlerine
göstererek, bakınız, görünüz der. Bir aralık ansızın bir Sütun gözüne erişir, sonra görünmez
olur. Kayıplara karışır. Tertip ehli erenler, gitmeyi düşünürler ve o zamanı korurlar. Onun
etrafında toplanarak birlikte yürümek isterler.
Ben böyle birine selâm vermek isterim ki, kendisini uzaktan selamlayanlara karşı hem selâm
alsın, hem de secde etsin. Nihayet ondan ne çıkar ki ona umut bağlayacaksın, sana ne
yapabilir? O bir kaç kişiye bak ki, senin gibi yirmi tanesini beslemeye yetişir. Gerektir ki o
selâm versin, gönülalçaklığı göstersin, senden hiç yüz çevirmesin. Ancak yakınlık yönünden
olsun. Şimdi hale ve işe bak ki, o, yarım selâm bile vermez.
Henüz çocukluk çağında idim. Erginlik yaşına varmamıştım. Bu aşk yüzünden otuz kırk gün
hiç bir şey yemek istemiyordum. Birisi yanımda yemek sözünü etse ben hemen elimi ve
başımı geri çekerdim. Yemek zamanı geldiği vakit bana lokma verseler kabul ederdim,
alırdım ama yenimin içine saklardım» Bu aşk haliyle semada iken, o coşkun dost beni
yakaladı. Bir kuş yavrusu gibi beni dolaştırdı. Üç gün yemek yememiş bir delikanlı, eline
geçirdiği bir ekmek parçasını nasıl kapar ve çabucak parçalarsa ben de onun elinde öyle
olmuştum. (M. 252) Beni dolaştırıyordu. İki gözüm iki kan çanağı gibi idi. Henüz hamdır diye
bir ses geldi. Onu kendi köşesine salıver ki, kendi kendine yansın dedi.
Bugün, ayıptır söylemesi, meyhaneden bir kötü kadını getirsen, o aşk ile pek çok kıvrak ve
hareketli rakslar etse, yedi gök ve yeryüzü ve bunların sakinleri raksa gelirler. Bunların
gerçek raksa başladığı saatte, doğu tarafı mümin ve Muhammedi olarak raksetmeye
başlarsa, eğer Muhammed batıda olsa, o da sevinçle raksa başlar.
Devenin biri bir karınca ile yoldaş olmuştu. Bir su kenarına geldiler. Karıncacık hemen
ayağını geri çekti. Deve sordu: Ne oldu sana? Karınca cevap verdi: Su var. Deve ayağını
suya soktu; gel gel, dedi, kolayca geçilir. Su diz kapaklarını geçmiyor. Karınca, ama dadi,
dizden dize fark var senin için diz boyu olan su, benim başımdan aşar.
Üstatsız kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna binlerce
rahmet olsun, işte benim üstadım budur. Etrafında toplanırlar. Şüphe ne oluyor! Ben kendim
için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o ölünün vasıflarını say ki, ona göre
ağlayayım.


Bir sema âleminde idi. Çalanlar hoş sesli ve güzel yüzlü, sofiler temiz yürekli idi, ama
gönülde hiç yer tutmuyordu bunlar. Şeyh dedi ki: Pabuçlarınızı iyi yoklayın. Bir yabancının
pabucu araya karışmış olmasın! Akıl, evin yolunu çıkarır, ama evin içinde yol çıkmaz. Ona
da akıl perdedir, gönül perdedir. Bu kadar hoşumuza giden perdeler de kiliselerde ve
puthanelerde bulunur.
Musa Aleyhisselâm, bir dervişin eline iki testi verdi; çabuk su getir, dedi.Sonra eline bir
ekmek parçası verdi. İkinci "gün derviş Musa'ya yalvararak: Ey Musa! dedi Allah, "Benim
katımda söz değiştirilemez," ve sonra (kulunun dilinden), "Yarabbi sen verdiğin sözden
dönmezsin" (Ali Ümran, 194) buyurmuştur. Musa, dervişe, sana konuk geleceğim, dedi.
Derviş şaşırarak, Ey niyaz ehli olmayan ulu peygamber! Bu nasıl olur? dedi ve ilâve etti: Ey
Musa çabuk hayrete düşme. Musa sordu: Cüz ile cüzî ve kül ile külli arasında ne fark
vardır. Derviş, evet, dedi. Musa tekrar sordu: Ne fark vardır, bu fark hangisidir? Güldü ve
hoştur, dedi.
Mısra:
Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!
(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç
ve dış duyguları da bunun için verildi. Çünkü bu duygular, bu yolda gerekli araştırmayı
yapabilmek için lüzumlu birer araçtır, ama başka bir işte de kullanırlar. Hayatı neşeli
olmayınca insan kendisini emniyette bulmaz, önünden sonundan haberi olmaz. İlim ile
uğraşmak dünya işlerinin en iyisidir. Zamane onu da götürür. O uzaklaşmaya yol açar. En iyi
öğütçüler, son günlerinde şunu söylemişlerdir: Dünyada elimizde kalan son nasip cefa ve
günahtır. Bu bütün cihana karşı verilmiş bir öğüttür ki, o zaman zorlanma zamanı değildir.
Yahut sözü biraz açıklayarak derler ki: Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmektedir. Çünkü
dünyamızın kazancı zahmet ve günahtır. Dünya cevap verdi ve dedi ki: Evet, burada
güvenlik kazanılmaz, güvenlik yolu buradan çıkmaz.
Dedi ki: Sözü kendinden uzak söylemek, başkalarına öğüt vermek, kendi nefsini unutmaktır.
Bunun ayrılıktan başka ne faydası var?
Ama niçin gidip özür diliyorsun, nihayet gittiğime pişman oldum diyorsun?"Biz de öyleyiz
senden ayrılıyoruz. Sonra kendimizi terbiye bahsine gelelim. Burada sonunda pişman
olacaksan daha önce olmalısın. Çünkü ben iddia etsem ve desem ki: Bu birleşme
sırasındaki bir avuç toprak yabancılarla bulunduğun zamandaki altından daha hoştur. Sen bu
birleşmenin değerini bilmezsin. Şüphesiz seni terbiye etmek gerektir. Bu birliği, sen kimin
elinde görüyorsun. Bu üreme konusunda seninle bütün hayvanlar ortaktır. Eğer senin
sadece böyle bir çoğalıp üreme gücün varsa onlardan farkın yoktur.
Allah sevgisi gecikmez. İki defa doğmamış olan mahlûk, melekût üzerine çıkamaz. Dedi ki:
Bunu şeyh söylemedi. Bu gerçeklenmemiş, sözdür. Cevap verdim: Biz bize nakledilmiş olan
sözden bahsettik. Gerçeklense de gerçeklenmese de, farkı yoktur.
Melek, Allahsına dedi ki: Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk
edeyim. Beni nefsimin hoşuna gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır,
ağırdır. Allah buyurdu ki: Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için teklifsiz olan milyonlarca
ibadetten daha hayırlrdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin
bin akçeden hayırlıdır. (M. 254) Kuran'da, "Allahı ululuğuna yaraşır bir halde takdir
etmediler'", (Enam Sûresi, 91) Kur'an'daki, "Ferahlandılar," (Enam 44) sözü de dünya


nimetlerine işarettir. Yine âyetteki ferahlanmadılar" sözünde de onları ebedî hayata
yaklaştıran milyonlarca hikmet vardır. Onlar bir dirhem bulurlarsa ferahlanırlar, sevinirler,
şaşırırlar, nimet sayarlar ve yeri öperler. Sıkıntıdan kurtulurlar. Gelin! Bizim işimiz hep
doğrudur, bütün işlerimiz hattâ yiyip içmemiz bile aramızda danışma ile olur. Yemekte bile
aramızda ayrılık yoktur. Talip için dedi ki, nefsime taatten, kulluktan sorular sordum, cevap
vermedi. Bize vaat ettiler, fakat bizi unuttular. Matlup dedi ki: Kırmızı ve beyaz suyu
nefsinden iste, yahut parçaları ve nesilleri ıslâh eden Buhar'ı ara ki, kulluk ondadır. Çünkü o
erkek bir asıldan doğmuştur. Nasıl ki Allah, "Sizin ve Benim düşmanımı dost tutmayın," (K.
60/1) buyurdu.
Yer sarsıntısı, öküzün bacağından olsaydı, bütün yeryüzünü titretirdi. Halbuki bir şehir alt
üst olurken, öteki selâmette kalır. Hakkın sözünü dinle. Kudret Allahnın elindedir. Kur'an'ın
"Oku!" hitabındaki işaret bir ışıktır; kolaylıkla saçasın diye. Yani, ey edepsiz çocuk ibret al
ve ey kocamış kişi, çocukluk etme! Ey Hakkı arayan adam! Arama yolunun şartlarını bil!
Kur'an'da, "Yer sarsıldığı zaman," (Zilzal Sûresi, 1) buyuruldu. Eğer bir parça daha
kımıldatsalar, bilir misin ne olur? Maddenin çirkinliği hilâfına, gözle görünmeyen lâtif bir
kudret olur. Bu güzel cevaptır. Acaba senin kaç evin var? Hiç çare yok ki, önce korku gelir,
sonra da zevk ve gönül hoşluğu başlar. Mademki böyle oluyor, bundan sonra her kim bu
teklifin artmasından zevk alırsa, teklif de fazlalaşır. Senin işini düzeltirler, ama bizimkini geri
bırakırlar; onlar nasiplerini alırlar. Gönül için, Kâbedir, dediğinden bahsediyorsun. Bundan
sonra dedi ki:O ne acayip bir kimsedir ki insanın yüzüne karşı söylüyor. O, ben ondan
batkın bir haldeyim, diyor. Ben de diyorum ki: Madem ki sana böyle haber verdiler, bana
niçin içerde söylemedin? O şeriat önderidir. Gerektir ki, şeriat hükümleri tarafına kulak
versin! Yoksa bilse ki taş gibi bir yüzü var, o nasıl Müslüman olur? O kimsenin ki bir sırrı ve
bir hakikati vardır, Allahyı takdis ederek böyle bir manayı nasıl inkâr eder? Şimdi o bize bu
cefayı yaparken, mühlet vermiyor ki, söz söyleyelim. (M. 255) Istırap, insanları iyiliğe nasıl
istidatlı kılar? Eğer ıstırap olmasa, benlik ona perde olurdu. Şimdi gerektir ki, dertsiz bir
kimse daima böyle ıstırap çeksin, âfetlerden kurtulsun. Hazreti Muhammed, "Genişleten
kimse, genişlik bulur" buyurmuştur. Ona uymayan bir insan, münkir olmaz, kâfir olmaz da ne
olur? Hıristiyan ve Yahudi olur. Burada kuvvet olduğunu ne bilsin! Mevlâna buradadır, gel bir
kenara çekelim, bunu görüşme yönünden çok arzu ediyorduk. Bir öğüt yetişmez, ama öteki
cihet ne oluyor. Bu da ruhun gıdası ve amelin sağlamlığı içindir.
Şimdi sofinin sözünü söylüyorum: ister salı günü işitmiş olalım, ister cuma günü. Her ikisi de
olabilir. Bu Zehra ile o, her ikisi düşmanlığa kalkışmışlar; bilmem ki maksatları nedir? Eğer
söylemiş olsam işi açıkladığım için bütün cihan beni sakalımdan asar. Şüphe yok ki aradan
bin yıl da geçse bu söz ancak benim istediğim kimselere söylenebilir.
Bir kaç kimse Hazreti Peygambere(S. A.)vahi kâtibi yani ilâhi emirler yazıcısı oldular; bir kaç
kişi de vahyin indiği yer, yani onun muhatabı oldular.
Çalış ki her ikisi de sen olasın! Yani vahyin hem muhatabı, hem de kalbe gelen vahyin kâtibi
olasın. Harfleri arasında Elif ile Nün bulunmayan şeyin vasıflarını söyleyemem. Vav, Kaf
veTe bulunmadığı zaman da böylece Eliften bir ışık belirir. Yere düştüğün zaman niçin
yoksun kalasın! Niçin onun tev'ili kendini buraya atmak olmasın? Ayette, "Ibrahimin
makamına giren güven bulur," (K. 3/197) buyurulmuştur. Lehaverli Şeyh Şeref, bunu inkâr
etmişti. Bu bahiste benimle kavga etmişti. Güzellik çağında iken gözünü öpeyim, dedim, bir


şeftali vermedin! Ben, Lut Peygamberin o ahlâksız, cinsî sapık ümmetinden değilim ki! O kıl,
sanki onun gözünden dışarı fırlamıştır, diyeyim. Ben göremiyorum ne yapayım. Göz yerine
gözyaşı ve ıstırap görüyorum. Lut Peygambere o cihetten Lut derler ki, cinsî sapık değildi.
Peygamber idi. Diyelim ki, söylediğimiz evliya sırları yeterli değildi, şimdi nebilerinkine
başlayalım. Biri dedi ki: Bir iğneci isa'nın yolunu kesmiş. Peygamberler için bu ne iftira!
Güya, yüzünü gördükçe iğreniyorum, demiş. Şimdi Allah sebep halketti de seni seviyorum!
O iğrenme düşmanlıktan değildi. Ancak bu, kalender ve malenderin birbirine karışmış
olmasındandır. (M. 256) Tavîl, bana dedi ki: Ben çabuk sıyrıldım. Ona bu gün Allah adamı
böyle konuşur, dedim ve ilâve ettim: Ona bir tokat vursam elini namazdan çeker. Yenine
vursam, yenini namazdan indirir. Artık dışarı çıktın. O kadıncık, o kahpe, ben kendimi kör ve
sağır ettim diyordu. Ne kör ve sağır ediyorsun, ne oluyor? dedim. Sözü çevirince* de bana
sövmeye başladı: Topaldır, tutarsam dışarı atarım dedi. Bir saat oturdum. Bakayım topal
mıyım, beni nasıl tutar da dışarı atar diye bekledim, ama gelmedi. Bu kancık tabiatlı insanın
acaba kadınlarla ne işi var dedim. Dedi ki: Ondan hiç kimse büyük suç işliyor diye şikâyet
etmedi. Buyurdu ki: Bütün kâfirlerde ve Tatarlarda, bir kimse halinden şikâyet ediyor mu',
yoksa etmiyor mu diye sınamak âdeti vardır. Mümin için bunun ötesinde başka bir şey
olamaz. Çünkü bunların arasına düşmüştür. Onlarda o kadar düşünce yoktur ki, benim
evimde bir sofra donatsınlar ve o sofrada her şey, asılmış üzüm hevenkleri, su küpü ve her
tarafta yüzlerce nimetler bulup yesinler. Bu tatlı baldır. Sana bir hikâye anlatayım, demedim
mi? Şimdi elinle sakalını yoluyorsun. Ben Mevlâna'dan vazgeçtim. Çünkü o aşk ile yanıp
tutuşuyor diyorsun. Bir kimseyi, hiç olmasa kırk gün evde tutmak gerektir ki orada bir hayal
görsün. O ister adam oğlu olsun, ister başka biri olsun. Bu işle Muhammed dininin ne ilgisi
var? Marifet davası güden bu insanlar, hangi marifetten bahsediyorlar. Onların zannına göre
marifet saydıkları şeyde ya Hıristiyan, yahut Yahudi olurlar. Kâfir olan Nasranî, İsa
zamanında yaşayan ve ölen kimse değildir. Kâfir olan Yahudiler de, Musa Peygamber
çağında ölenlerden başkalarıdır.
Uyku gelmediği vakitler en güzel bir vakittir. Ben konuşayım,yahut yaz diye önüne bıraktığım
yazıyı uykun gelinceye kadar yazasın! Nihayet ona diyorum ki: Benim dilediğim insan sen
idin, başkalarından bana ne? Her ne söyledimse bundan sonra kaleme vuracağım, ta
Musul'a kadar bir yolculuk yapacağım. (M. 257) Oraları görmedim, Tebriz'e de gideceğim.
Orada
falan minberde vaaz ediyordum, bu cemaati görüyor ve onların halvetinde bulunuyordum.
Ondan sonra Bağdat'a, sonra Şam'a gideceğim. Şimdi sen, para toplamak sevdasında
değilsin. Ben gidersem de razı olmuyorsun. Ben iki yıldan daha az kalmam geri dönerim.
Çok çok iki yıldan eksik değil bu yolculuk. Bir kaç gün veya iki üç gün daha baş ağrılarımızı
çekersin, çünkü şairin dediği gibi:
Mısra:
Ömrümüzün defterinden bir yaprak kalmıştır.
Önce ona şaka yaptım: Niçin tahtayı okumuyorsun? Çocukça özür diledi. Onun elde
edilmesi kolay değildir, bir adam tutayım da onlara bakış görüş etsin, dedim. Ancak
diyorsun ki, bizzat bunlar olmaksızın bizim işimizde çok tamahkârlık gösteriyor; bu olmasa
postumuzu yüzer. Şimdi tamah etmez ondan af dilersen her gün suçunu bağışlar. Cinsî
sapığın kardeşine ait hikâyede sözü geçen sıpayı satmak gerektir.


Öteki kardeşinin bir eşeği vardı. Daima ayağım ağrıyor, bu eşek benim her yükümü çeker
diyordu. Görüyorsun ki, aşikâr olan nifak o güvenden geliyor. Şimdi Emiri Dad'ın (Adliye
emirinin) bu davetten maksadı, ben idim. O, bir sofuyu gönderdi ve ona Şemseddin'i de
çağır demedi. Ben geçen gün o ihtiyarı yolda gördüm. Sakalını öptüm. Duydum ki, seni
sevmişim, ancak bir saygı gösterme vardır ki, sevgimi açıklayamam. Olaki eksik bir şey
yaparım da aramızdaki muhabbet eksilir, diye düşünürüm. Ancak sizin düşünceniz içten ve
dıştan öyle değildir, o dedi ki: Geçen sabah namazında gönlümden geçti ki, Adliye Emirine
bir öpücük vereyim. Öküzlerini al diyeyim, kendi yaslı yuvamıza gidelim. Ben her şeyden el
çekmiş gibiyim, benim huyumu bilenler zahirde ve batında üzüntü duymazlar. Herkes bir
meyvenin başına gidiyor. Ben senin duacınım, bana da ver diyor. Evet, dedi, ayağını
ayağımın üzerine koymuşsun, tam denk geliyorsun. Eşek misin sen? Evet, dedim, bir çok
eşekler geldi geçti. Nihayet denk geliyorsun, ama beni de çamura atıyorsun. Ben eşit, denk
geliyorum, ama seni dükkâna atıyorum bu hep feragat yönündendir. (M. 258) Üzülme,
dedim. Eğer çok yemek yersem rahat edemem, dün gece o kadar yedim ki, teravih
namazını kılarken ayağım ağrıdı, bir kısmını da oturarak kıldım.
Eğer bu satranç oyunu, onu oyalarsa yetişir. Yemekten içmekten başka bir işi olmayan
kimse, ertesi günü daima hamama gider, yıkanır, bir yıllık günahını giderir. Dedi ki: Öyle ise
yarın ben de hamama gideyim. Bu acizi de birlikte götür, dedim.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HU!
(M. 259) Peygamberimiz buyurdu ki: "Kardeşlerimle buluşacağım günü çok özlüyorum."
Sahabe, yani Peygamberimizin yoldaşları, Ey Allah elçisi, o kardeşler bizler miyiz? dediler.
-   Hayır.
-   Yoksa nebiler mi?
-   Hayır, buyurdular. Benden sonra gelecek bir toplumdur onlar.
Bunlar uykulu uykulu birtakım sorular sordular, sonra tekrar uykuya vardılar. O sözler
uyanıklığın yankısı idi. Nasıl olur da o kadar yankı gelsin de ondan ayılmasınlar ve başka
yankılar vermesinler. Bu, yeteneklerinin eksikliğindendi. Bütün cihan halkı bir tarafa geçsin,
ben öbür tarafa geçeyim. Her ne zorlukları varsa benden sorsunlar, hepsine cevap vereyim
ve hiç kaçmayayım. Sözden, konuşmadan yüz çevirmem, daldan dala sıçramam.
Zeyneddini Tusî on, on beş gün için Şeyhi ziyarete gelmişti; ondan halvette bazı şeyler
sordu. Nihayet onu halvetten dışarı çıkardılar yolcu ettiler. Bir gün birisi ile konuşuyorduk;
Zeyneddin benim müridim idi, divane oldu, dedi. Ben çok uğraşıyordum ki bu müritler gibi
başımı aşağı indireyim. Neticede hakikat böyledir. Ben onun gibi bir müridi nerede bulayım
ki Allah benim müridimdir. Çünkü onun kutsal adlarından biri de mürid'dir. Murad ise benim.
Çünkü her müridin bir muradı, dileği vardır.
Bana bu zahir bilgileri ve bu çabuk anlayış kudreti gerektir ki, bunların yardımı ile, yazıktır
şu benim bilgimi onlara söylemek gerekmez,diyeyim.Ancak onların bilgileri onların olsun.
Onları bu değersiz bilgileri ile meşgul etmek gerektir. Tarîrı, hiç kimsenin bedeninin
boşluğunda iki yürek yaratmadı (herkesde bir kalp yarattı). Bizim her neyimiz varsa hep
onundur. Bu her iki söz de bir anlamdadır.
Hak yüce Allah asla "Enel Hak", yani ben Hakkım demez. Allah, her zaman beni kutlayın,
beni kutlayın! da demez. Çünkü bunlar hayret ve taaccub ifade eden sözlerdir. Hak nasıl


olur da hayret ve taaccub beyan eder? Eğer kuluna ait bir ilgi dolayısıyle taaccüp ifade
eden süphan kelimesini kullanırsa doğru olabilir.
(M. 260) Rubi Meskûn yeni yerin dörtte bir parçası halkın üzerinde yerleştiği parçadır. Geri
kalan dörtte üçü güneşin sıcağında yanar, orada halk yurt tutamaz. Bu dörtte bir parçada
yerleşmiş olanlar, bana ne kadar zor meseleler sorarlarsa sorsunlar, karşılığını peşin alırlar.
Onlar için pek zor görünen sorulara karşı cevap içinde cevap, kayıd içinde kayd, şerh içinde
şerh yazmışlardır. Benim sözümde ise bunların herbirine on türlü cevap vardır. O, güzelliği
ve o tatlı edası ile hiç bir kitapta yazılı değildir. Nasılki Mevlâna, bana, "Seninle tanıştıktan
sonra bu kitaplar nazarımda pek tatsız kaldı," buyurdular.
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına
dönerler, korku içinde kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde
kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter içinde bunalmıştır. Yukarıda
sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır.
Ama şöyle bir yalan olmalı: Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun
yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu
da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başımdan gitmiş, hiç kendime sahip
değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir,
hem öteki hasma gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki mislini yapar, ateşi
söndürünceye kadar çabalar ki.kimseyi yakmasın, işte o fitne ateşini söndürmek kutlu bir
iştir, ister yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu
ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan
söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede görülmüştür? Eğer arada Mevlâna olmasaydı bizim
ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda
kalıyorum ve şüphesiz ki görüyorum.
Geçen gün hayalini karşıma getirdim, onunla tartışmaya koyuldum. Niçin bunların karşılığını
açıkça ve olduğu gibi vermiyorsun, dedim. Hayalin bana şu cevabı verdi: Onlardan
utanıyorum; istemiyorum ki incinsinler. Ben de buna karşılık verdim. Derken tartışma uzadı.
Söylemediğim ne kaldı ki! Hayır, söylediklerim ne idi ki! Sanki hiç bir şey konuşmadık. Yani
irfanı eksik insanların sözlerine nispetle herşeyi söyledik, ama kendi söyleyeceğime göre hiç
bir şey söyleyemedik.
(M. 261) Hazreti Peygamber (Allahnın salât ve selâmı üzerine olsun), şöyle buyurdu: Bir
kimse kırk sabah Allahya can ve gönülden kulluk etse onun kalbinden diline doğru hikmet
pınarları akmaya başlar.
Peygamberimiz bu sözü kendi yoldaşları arasında açıklarken, dostlarından biri kırk gün
kendi kendine ibadetle uğraştı. Sonra Hazreti Peygambere (S.A.) şikâyet etti. Ey Allah
Resulü! dedi. Falan dosta öyle bir hal geldi ki, gözü, sözü, rengi değişti. Siz ise, bu hali
beyan ederken yukarıda andığımız hadisi buyurmuştunuz. Ben gittim tam kırk gün elimden
geldiği kadar uğraştım. Nitekim Kur'an'da, "Allah insana gücünün yettiği kadar teklif koyar,"
(K. 2/286) buyurulmuştur. Senin sözünde de hâşa yalan olmaz. Hazreti Peygamber (S.A.)
şöyle buyurdular: Ben, can ve gönülden kulluk ederse, dedim.
Can ve gönülden Kulluk etmenin şartı, bunu ancak Allah için yapmaktır. Yoksa başka
emeller ve hevesler uğruna kulluk etmek değildir.


Sen başka bir dostundan işittiğin garip konuşma tarzının sende de belirmesini istedin, bu
isteğin yerine geldi.
Bize inanan bir topluluğa dedim ki: Allah sizi çok bahtiyar yaratmıştır. Çünkü böyle insanlar
sizin içinize düşmüş, siz de onlarla birlikte bulunmanın değerini anlamışsınız. Bahtiyar
yaratılmış olanların yolları aydın olur; ayışığı kapılarına vurur.
Şiir:
Ben aşk yolunda bir kural koyayım ki,
Habersiz olanlar bu yola ayak basmasınlar.
Duygusuzların yoldaşlığı çok zararlıdır, haramdır. Bilgisizlerin yoldaşlığı büsbütün haramdır.
Yedikleri de haram. Haram yemek ki, bilgisizlikten ileri gelir, o lokma benim boğazımdan
geçmez. Onun yemeğini yesem, sanki bir mancınık taşı gelir, içi ta tavana kadar camlar ve
şişelerle, âletlerle dolu bir sırçacının dükkânına çarpar, her şeyi parçalar.
Bir ilâhi hadiste, ulu Allah, "Her günahın bağışlanır, ancak benden yüz çevirenin günahı af
olunmaz," buyurmuştur.
Önce Elif nedir? Onu söyle, sonra B'ye gelirsem iş uzar. Bugün bizim için uzun kısa hep
birdir. Uzun olmuşuz ne çıkar, kısa olmuşuz ne çıkar? Uzun ve kısa cismin, maddenin
sıfatıdır. Sıfat ile mekân sonradan yaratılmıştır. Evvel, âhir, ön ve son, Allahdan belirdi,
Allahsız ne evvel var idi, ne de son. Ne zahir, ne batın, yani ne açık var idi, ne de gizli.
Mısra:
Ey insanlar bu hâdiseler yurdundan sakınınız!


Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet'tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi
ki: Bir âlem vardır, oraya koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile
meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir
yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana
göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:"Beni Meta oğlu Yunus'tan üstün görmeyiniz." Çünkü o
denizin dibinde, balığın karnında mirac'ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca
çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı bulmayı, mekânın yüksekliğinde
veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur' an'da, "Orada giyimleri
ipektir," (Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin
letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin
yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur'an'da, "Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım," (Maide
Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can, senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
Şiir:
Mertçe ve mert huylu olmaya bak!
Yoksa bin türlü utanca uğrarsın.
Beni tanıyorsan, beni görüyorsan o üzüntüleri niçin anıyorsun? Eğer hoş olmak benim
elimde ise niçin kendini sıkıyorsun! Benimle beraber isen, niçin kendinle meşgulsün! Benim
dostum isen, niçin kendi kendine dost oluyorsun? Yıllar geçer de, ancak birisiyle dost olur ve
huzura kavuşuruz.
Şiir:
Yıllar gerektir ki güneş altında bir taş,
Ya Bedahşan'da yakut, yahut Yemen'de akik olsun;
Aylar gerektir ki, bir pamuk çekirdeği toprak altında
Gelişsin de, ya bir çıplağa örtü, ya bir şehide kefen olsun.
Beni görüyorsan niçin kendine bakıyorsun? Beni anıyorsan kendi nefsini niçin anıyorsun?
öğüt sözleri öğütleri anma işi, kendini anma demektir, varlığını anmadır. Bir yerde ki rahat
vardır, Allah vardır, öğüt nerede, söz nerede kalır?
(M. 263) Birkaç gün birlikte oturmuş, yedi sofî arkadaş vardı. Bunların yemeğe, içmeye
ihtiyaçları vardı, ama aralarındaki sohbetin tadından bir türlü yerlerinden ayrılıp yemeğe
gidemiyorlardı. Vezirin biri bunların halini haber aldı. Uzaktan gelerek yüzünü yere koydu,
şöyle dedi: Canınız ne istiyor, ne arzu ediyorsunuz? içlerinden biri, git dedi, bize yetecek
derecede bolca lokma hazırla, evi boşalt, büyükten, küçükten kimse bulunmasın. Kendin de
evden1 çık. Hiç kimse kapıyı çalmasm. Vezir öyle yaptı. Bunlar yedi kişidir, dedi, ben ihtiyat
olarak yirmi kişilik bir sofra hazırlayayım, ev halkını da akrabaların evlerine göndereyim.
Ayrıca şöyle dedi: Bu gün hiç kimse bu evin etrafında dolaşmasın. Kâseleri doldurdu,
ekmekleri sof raya yerleştirdi, onları eve çağırdı, yerlerine oturttu. Artık müsaadenizi
diliyorum, bu gece sabaha kadar sizden ayrılıyorum, dedi. Kapıyı kapadı ve dışarı çıktı.
Onlara evi terk etmiş gibi görünerek yukarıda bir odaya çekildi, gizlice bir delikten bunların
nasıl yemek yediklerini seyre daldı. Birer birer kâseleri önlerine koyup yemeğe başladılar.
Kâseler boşalınca, ikincisini alıyorlardı. Ansızın içlerinden biri sofradan yuvarlanıp düştü.
Allah rahmetine kavuştu. Her şey aslına döner kaidesine göre, "Rabbine dön!" (Fecr Sûresi,


28) emrini işitti. O zaten doğruluk makamında idi; hem orada, hem de burada o renksiz
perdenin arkasında kalmıştı. O perde sayesinde onu burada gördüler. Geri kalan altı kişi
yemeğe devam ettiler. Bir saat daha geçmişti. Öteki arkadaşı da evvelkinin ardından
yürüdü. Böylece yedinci kişiye kadar hepsi gitti, içlerinde ancak bir kişi sağ kaldı. Ev
sahibinin sabrı tükenmişti. Aşağı indi, hemen kapıyı açtı. Güya dışarıdan geliyormuş gibi bir
durum takındı ve sordu: Nasıl oldu Şeyhim? Yemekler kâfi geldi mi? İstediğiniz gibi yediniz
mi? Şeyh, hayır, dedi.
Vezir sordu ve Şeyh cevap verdi: Eğer yetişecek kadar olsaydı ben de sağ kalmazdım,
istek baki kaldıkça yemek yeter derecede sayılmaz.
Tam karnı doymuş olanın cevabı ancak iç kapının hiç bir tarafından bir soru ve karşılık
gelmemesidir. (M. 264) Soru ve karşılık istekleri devam ettikçe orada başka sorular, başka
cevaplar bulundukça yeterlik olmaz. Bunun delili de içinde bir kuşku olması ve bunun cevaba
muhtaç bulunmasıdır.
Bir gün Şeyh Hamid küfür ve iman bahsini yorumluyordu. Ben ona bakıyordum ve
görüyordum ki, daha yüz sene iman ve küfür konusundan bir koku alamayacaktır. Eğer bunu
anlamış olsaydı. Dervişler huzurunda bahsettiği o hikmet ve edep meselelerinde kendi
düşüncelerini gizler ve derdi ki: Görüyorum ki benim sözlerim bir neticeye ermiyor. Ötekilerin
sözlerine nasıl sıra gelsin? O zaman onun bu sözü ötekinden daha iyi ve tamam olurdu.
Nasıl ki sofî, eğer senden daha iyi başka birisini bulsaydım, sen benden, ben de senden
kurtulmuş olurduk. Yoksa sen eldesin, der ve ekmeğini de hırkasının yeninde gizler. Nasıl ki,
"Yolunu, paranı, gidişini gizli tut" derler. Hazreti Peygamberde, "Herkim sırrını gizlerse işine
sahip olur," buyurmuştur. Evet bir kul vardır ki, bunu niçin gizleyeyim. Mevlâna Şemseddini
Tebrizî de sırrını açıklayan işine sahip olur demişti. Ancak o kul nerede? Ey sevgili!
Görmediğin kimseye ne cefa ediyorsun? diyebilsin!
Bir felsefeci zümresi, melekleri nebilerden daha üstün tutarlar. Hazreti Mustafa'yı ve nebileri
halk ile meşgul olduklarından dolayı (hâşâ) eksik görürler. Melekler peygamberlere yardım
ederek yüzlerini dünyaya çevirirler. Onları halka öğüt vermeye gönderirler ki, bu Haktan
uzaklaşmak veya onu unutmak demek değildir. Ama bize anlattıkları peygamber
mucizelerinden akla uygun olanlarını kabul ediyoruz. Akla uygunsuz olanları da kabul
etmiyoruz. Çünkü akıl Allanın hücceti (Senedi)'dic. Allanın hüccetlerinde ise bozukluk olmaz.
Diyelim ki, mucize sizin aklınızın göremeyeceği bir şeydir. Akıl ise Allahnın insanda bir
hüccetidir. Onu yerinde kullanmasan seni yanıltır. Bundan dolayıdır ki, akıllar yetmiş iki
millete göre değişiktir. Biri birini yanıltmaktadır. Meselâ iki kişiye sorarsınız, ikide iki kaç
defa vardır, diye. Her ikisi de bir kere der, aynı cevabı verir. Aralarında bu cihetten ayrılık
yoktur. Çünkü bu basit aritmetik sorusunu düşünmek kolaydır. (M. 265) Ama yedide yedi
veya on yedide on yedi kaç kere vardır deseniz, o iki akıllının cevapları değişebilir. Çünkü
bu daha zor, yanıltıcı bir sorudur. Eğer biraz ağır davranır, aklı yerinde kullanmazlarsa
doğru cevap veremezler. Nasıl ki, aynayı bir kere eğri tuttun mu, orada yüz binlerce doğru
ayna olsa artık ondaki görüntüyü düzeltemezsin. Kuran'da, "Biz sana kendinden önce gelen
kitaplarla senin yanında olanları gerçeklendiren kitap gönderdik," (Mâide Sûresi, 49)
buyurulmuştur.
NURLAR HEP BİRBİRİNİN DOSTUDUR
Diyelim ki, yüz kişi güneş altında durmuş, uzaktan bir kişi de aydın gözleri ile yalnızca onlara


doğru bakınarak geliyor; bir davul çalıyor ve raks ediyor. Bu yüz kişi arasında hiç bir fikir
ayrılığı olmaz. (Hepsi onu aynı durumda görür). Ama karanlık bir gecede veya sisli ve
bulutlu bir havada bu davul sesi gelse, işitenler arasında yüz türlü fikir ayrılığı belirir. Biri bu
gelen askerdir der, öteki sünnet düğünüdür der; hülâsa herbiri bir fikir yürütür. Neticede,
felsefeciler de peygamberleri halk ile meşgul olduklarından ve peygamberlik makamının
şerefini koruduklarından dolayı meleklerden noksan görürler. Ancak bu hususta nebiler hiç
bir zaman yollarını şaşırmazlar. Lâkin tecrid ve halvet mertebesinde kalırlar.
Peygamberlerin kadın almasını da bir nevi eksiklik ve uygunsuzluk sayarlar. Her ne kadar, o
hal, kuvvettendir desen de öteki der ki, şunu da söylerler ki, konuşan kimse hoş sözlü
olmalıdır. Sinesinde her an yeni yeni hikmet kaynakları fışkırmalıdır. Bir başkası, toplantıda
güzel öğütler've konuşmalar yapmadıkça meclis kızışmaz, der. Başka biri de, hiç bir an boş
kalmaz hep coşkunluklar, yeni yeni ilhamlarla eli hiç bir işe değmez, ancak uyumak ve oturup
su dökmekle vakit geçirir. Derler ki: Su dökerken Allah adını söylemek (Besmele çekmek)
gerekmez. Şimdi padişah bu attan aşağı inmiyor, ne ahırın içinde, ne dışında, ne atı yem
yerken, ne de terslerken, işte ben bu saatte bir şey yedim ki, eğer başkası benim yerimde
olsaydı üstündeki elbiseyi parça parça ederdi. Ben yenimi çözdüm ve bir saat başımı
önüme eğdim. Allanın lâtif kulları vardır. Nihayet erlik kuvvetinden Tur dağı parça parça
oldu. Bugün o şey ki, ondan bütün âlem bir şey elde eder ve o şeyden her şey meydana
gelir. (M. 266) Bugün gördüğün ve bildiğin her lâtif ki bu lâtif ondan var olmuş ve meydana
gelmiştir. Bundan daha lâtif ve bundan daha iyidir. Derler ki: Allahdan bir nişan var ki,
gülelim. Sen inayet ve rahmette kimden daha üstünsün? Allah dedi ki: Her kim benim
Allahlığımı çok anarsa ya dilden anar ya candan.
Bayezidi Bistamî (Allah ruhunu kutlu kılsın) hangi şehre gitse önce o şehrin kabristanlarını
ziyaret eder, orada dolaşmak isterdi. Nasıl ki biri Ibni Abbas'dan sordu: Ey Peygamberin
amcası oğlu! Gönlüm şöyle biraz gezip dolaşmak istediği vakit nerelere gideyim? Ibni Abbas
buyurdu: Gündüzleri mezarlıkları dolaş, geceleri de gökyüzünü seyret.
Bayezid kabristandaydı, dolaşıyordu. Orada çamurlanmış insan başlarına rastladı. Gönlüne
bir ilham geldi. Eline al ve dikkatle bak denildi. Bazı kulaklara baktı, çamurla tıkanmış; bazı
kulak delikleri de öteki kulağa kadar açık idi. Bazı kulaklar da boğaza kadar tıkalı idi.
Yarabbi! dedi, halk bunların hepsini eşit görür, halbuki sen bana değişik halde gösterdin!
Şimdi niçin o topraklar bana ayrı sıfatlarda göründü?
Bayezid'e şöyle ilham olundu: Kulağında hiç delik olmayan başlar, bizim sözümüzü işitmemiş
olanlardır. Bir kulağından öbür kulağına kadar delik olanlar ise sözlerimiz, bir kulağından
girmiş, öbür kulağından çıkmış olanlardır. Ama kulağından boğazına kadar delik olanlar,
sözümüzü kabul etmiş olan başlardır. Olaki bir gönül ehli. bir kişinin ölümünü ister. Ancak
maKsatsız olarak cisminin ölmesini değil, ruhunun ölmesini ister. Biri dedi ki: O dervişi
ziyarete niçin gitmedin? Allahnın, "Hasta oldum beni görmeye gelmedin," hitabını işitmedin
mi? öteki cevap verdi: Yüreğim yufkadır, içimden doğmadı.
Allah Peygamberi (Allahın selât ve selâmı üzerine olsun) bütün nazik ve nazenin kalbi ile
Allah dervişlerinin selâmını kutlu sayarlardı. Onlarla birlikte vere oturur, sözlerini dinlerdi. (M.
267) Dervişin kadrini bilmeyenler bir bahane uydururlar. Eğer ona değer vermemiş olsak bir
fitne olur. Bir günahkâr için, yüzü kara olmasın, derler.
Günahsız, salih bir kişiyi dışarı atarlar. Şüphesiz iyiyim, şüphesiz kusursuzum, yüzüm ak


alnım açıktır, der. Aslını kurtarır ama dalını kuvvetlendirmek için kendini alçaltır. Halbuki, o
asla aziz olmayacaktır. 'Koyun, başını iki yüz bin altın değerinde görür de yattığı ağılın
kapısını görmez. Çünkü onu arkada bırakmıştır. Asıl odur. Sevinçten kurtulur, gama
taparlar. Bu varlık ki, onunla mağrurlanmak bütün gam ve kederdir! Sen bu saatte gamlısın,
ama değilim, diyorsun! Dedi ki: Biz şad olmayanların gamını istiyoruz. Gamın başka bir dalı
daha yoktur. O böyledir. Halbuki sevinç saf ve lâtif bir su gibidir. Her yere dağılır. Açılmak
üzere olan bir çiçeğin açılmasına engel olmaz, insan oğlunun bildiği şey, "Allahtan başka
Allah yoktur," sözüdür. Onun takati buna yeter. Adem oğlu ne bilir ki! Bir zülüf ve ben
görünce bir teşbih yapar, yoksa zülüf nerede, ben nerede. Şair şöyle diyor:
Zülfünü cehennemdekilerin ellerine kaptırırsan,
Cennet güzellerinin benlerinden bana utanç gelir.
Cehennemde zülüf neye yarar? Gerektir ki, Allah yolunda çözülsün. Göz ve kulak açılsın.
Allah Erenleri ile birleşsin, kendine tapmaktan kurtulsun. Çünkü Allahya tapmak kendine
tapmaktan vazgeçmek demektir. Nihayet dinde pirlik mertebeyledir. Ondan dolayı daha
hararetli olmak gerektir.
Bir divane vardır ki, gaipten haber verirdi. Tecrübe için onu eve kapatırlardı. Ama sonra
dışarda bulurlardı. Bir gün babam benden yüz çevirmişti, halk ile konuşuyordu. Divane
hiddetle babamın üzerine yürüdü, yumruklarını kaldırarak, yoksa bu çocuk hakkında mı
konuşuyorsun? dedi ve beni işaret ederek hoşça kal! dedi. Saygı göstererek uzaklaştı. Asla
zar oynamadım, çok zorluğa da katlanmadım. Ancak tabiatım icabı elim bir iş tutmuyordu.
Her nerede bir vaaz ve konuşma varsa oraya gidiyordum. Çünkü o iş için dünyaya
gelmiştim. Tıpkı Isa Peygamber gibi. Isa Peygamber, ilk süt emdiği günlerde bir tek söz
söyledi, ama başkaca konuşmadı. (M. 268) ünce söylediği kendi isteği ile değildi. Atıcısı
olmadan fırlatılan ok gibi. Annesinin memesine sarıldı. Çünkü ilk sütün tadını o tattı. Nasıl
ki, Kur'an'da Hazreti Musa hakkında, "Biz Musa'ya başka süt anneleri haram kıldık ve
Musa'nın annesine onu emzirmesi için vahyettik," (Kasas Sûresi, 7/12) anlamındaki âyetler
malûmdur. Fakat annesi ölmüş olan birini de mahalledeki bir köpekçiğe emzirirler. Çocuk bu
köpeğin sütünü emer, fakat onun huyunu da kapar.
Beyit:
Sütten yavruya geçen bir huy
Can ile birlikte cesetten gelmiştir.
İnsanoğlu, sütü annesinin göğsünden emer, hayvan yavruları da annelerinin bacaklarının
arasından emerler. Arada sütten korkanlar da vardır ki bunlar önce söylediğim gibi annesi
ölmüş olanlardır. Halbuki aksine olarak annesi ölenlerin, anneleri ölmemiş kendileri
ölmüşlerdir. Anne, sütüm kurudu, der. Halbuki gerçekte bunun aksini söyler. Sütü
kurumamıştır; kurumuş olan ancak sütün kalıbıdır, istidattan ve kabiliyetten ileri gelmektedir.
Bir kuş yavrusunu karanlık bir kuyuya bile atsanız vakti gelince öter, çünkü o vaktini bilir.
Bizim kuyudan çıkardığımız, öğretip yetiştirdiğimiz kimseler var ki, yedikleri mutlak helâldir.
Yani el emeği ve alın teridir. Bu ruhun gıdasıdır. Nasıl ki, "Elinin emeği ile ve alın teri ile
geçin," buyurulmuştur. Yani ruh gıdası ye! demektir. Onlar Kur'an ve hadislerin mânalarını
ne bilirler? Kur'an onlara yüz türlü nikab bağlar.  Kur'an'da,  "Ona ancak temiz ve abdestli
olanlar el sürebilirler"  (Vakıa Sûresi, 79)  buyurulmuştur. Ancak bazıları
Kur'an'ın o güzel yüzünün duvağını nasıl açarlar? Mütabaat, yani Peygambere uyma


konusunu yorumluyorum. Bilmiyor, kendi kendine söyleniyor, acaba bu mütabaat nedir ki?
Mütabaat önünde duruyor, tekrar önüne düşmüştür, ama o bunu göremiyor.
Musa Peygamber, (Allahnın selâmı üzerine olsun) nebi idi. Resul (kitapla gönderilmiş
peygamber) ile mertebesi yüce peygamber arasındaki farkı sormuyorum. Zahir bilginlerinin
aldanmış oldukları o farktan başka bir şeyi, mütabaat sözünü söylüyorum. Şaşırıyor, hatırı
nerelere dağılıyor. (M. 269) Mütabaat evinin kapısına geldi, ama bilemedi.
Musa, git su getir, diye bir dervişin eline bir testi vermişti. Musa Mülekat'a gitti, ama
mütabaatı göremedi. Muhammed (S.A.) mütabaatı tanıdı. O dervişi görünce iltifata lâyık
buldu, ona uygun sözler söyledi: Açlık çekiyor musun? Safa buluyor musun? Aynayı
temizleyerek dostların yüzüne tutuyor musun ki kendilerini görsünler. Fakat ayna kirli ve kötü
tozlarla örtülmüş olursa, dostların önüne tutmuşsun, ne çıkar?
Vakit müsait değil. Yoksa Allahya iyi ödünç verme bahsini tefsir eder ve size iyi ödüncün ne
demek olduğunu anlatırdım.
Nasıl ki sen de insaf ederek dersin ki: Bu sözü kürsüden konuşmak yazık olur. Çünkü bu
helâl rızık yiyenlerin sözüdür. Derim ki: Bunda iki mâna vardır. Biri açıktır, öteki mânası,
yani, yemesi kolaydır, yahut yiyenin yolu aydındır, demektir.
Dalgıç dedi ki: Ben çok uğraştım, ama senin kısmetine bu çıktı! Bezirgan, inci tüccarı, eğer
bana hiç bir şey kalmadı ise giyindiğim şu elbiseleri al, dedi. Elbisesini sırtından çıkardı, ona
verdi ve ilâve etti: Bir daha gel! Dalgıç mademki bu benim niyetimin bozukluğundan oldu, ben
de şimdi niyetimi düzelttim. Eğer bu adamların niyetleri bozuk değilse ben de aldığım malları
geri vereyim diye, kendi kendine böyle bir niyette bulundu. Onun bu gerçek kararı doğru
çıktı. Çünkü o denizin dibini biliyordu. Orada inci vardı. Bunu eğer kendin elegeçirebilirsen
keyfine bak, başkaları için bulursan elini onun boynuna uzat! Ama başka birini bulamazsan
elini kendi boynuna götür! Nasıl ki, sofinin biri her gün yeninin içine bir nevale saklardı.
Yüzünü ona çevirerek ey nevale derdi, eğer başka bir şey bulursam sen kurtulursun, yoksa
elimdesin.
Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir
meyve gibi yetiştirsin. Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. iyi
kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün
yeri neresi olduğunu anlayabilsin.
Nihayet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allahya tevekkül et nüktesine uygun
olsun. (M. 270) Yani Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı.
Arif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?
Gerçek bir Allah adamının eline sıkıştıracağın bir akçe, başkalarına vereceğin yüz akçeden
daha makbuldür. Çünkü o bir akçe hayır yoluna gider. "Allahya ödünç verin," buyurulmadı
mı? Hakkın eli vardır diyorlar. "Sadaka yoksunun eline düşmeden önce Allahnın eline
düşer." Yüzlerini Allah erlerinin hizmetine çevirmiş olanların ellerindeki bir akçe böylece
değer kazanır. Çünkü o da bunu böyle bir hayıra sarf edecektir. Hayır Allahnın kuludur.
Hayır Allahdır. Allahya ant içerim ki, hayır söyler: Alem külliyat (tüm) iledir. Cüziyat, yani
parçalar ile değildir. Nasıl ki, parçalar âlem olmadığı gibi, toplu varlıklar da âlem değildir.
Çünkü tümden bütün parçaları çıkarırsanız, tüm yerinde kalmaz.
"önce yoldaş, sonra yol" derler. Bu yol için nasıl yoldaşlar gerektir? Bütün bu âlem perdeler
ve örtülerdir. Adem oğlu, dünyaya ayak basınca Arş.Kürsi, yedi kat gökler, gökyüzü ve


kendi kalıbı onun örtüsü oldu. Hayvanî ruh, hayvanî örtü, kutsal örtü, böyıece önü örtü
içinde, perde perde içinde ta marifet'in bulunduğu yere kadar gizlenmiştir. Arif de sevgilisine
nispetle hem bir perdedir, hem değildir.
O nasıl sevgilidir ki, arif onun önünde düşkündü"?. Falan şeyh çilede idi. Arif kimdir, sevilen
kimdir? diye düşünceye dalmıştı. Kendini geniş bir çölde yürürken gördü. Suyu ve çamuru
olmayan bir çöl. öte taraftan başka bir şeyhin geldiğim gördü. Şeyhe yaklaştığı zaman
sordu: Sevilen kimdir? Seven kim? Şeyh şu cevabı verdi: Seven öte yandan geliyor, sevilen
de bu tarafa gidiyor. Mehtabın aşağı indiğini gördü. Bir mescidin kenarında oturdu. Bir kapı
açıldı, kim gelecek diye bekledi. O şeyh gelerek bir köşede oturdu, kendisinde garip bir hal
belirdi. Onlar bu halin onun çile dışındaki hali olduğunu sandılar. (M.
271) Çilede olunca bu halin neye varacağını düşündüler. Meğerse onda bir vecd hali
belirmiş. Nasıl ki her zaman da bu hal belirmekte idi. Şeyh bu halin ne olduğunu anladı ve
gülümsedi.
Yüzünü yıkadığın vakit şüphe yok ki yıkayan Allahtır. Buyurur ki: Abdest üzerine abdest, nur
üstüne nurdur. Abdest sensin, abdest üstüne abdest yine sensin!
Hasan ve Hüseyin, Sahabelerin arkalarından yürüyorlardı. Yolda Hazreti Peygamber ve
hepsi su yolunda birleştiler. Abdestler su ile tazelendi. Hazreti Peygamber bunlardan
sordular, abdest ne ile tekrarlanır? Ey Allahın Resulü, dediler. Senden işittik ki, abdest
üstüne abdest, nur üstüne nurdur, buyurdun. O zaman sen abdest alıyordun ve vecd halinde
idin! Allah hayatını bahtiyar etsin, bu tavsiyeyi muhafaza et. Bir kimse sana bir söz
naklederse, o sözde cefa ve ürküntü varsa onu söyleyene iade et ve eğer derse ki: Bu bir
maslahat ve bir şerrin giderilmesi için söylenmiştir, isterse bir hiddet zamanında, bir hakkın
yerine getirilmesi için söylenmiş olsun, hattâ bunun bir kaç misli de fazla sözler söylemiş
bulunsun! Sevgili bin bir sevgiden ve muhabbetten sonra tek bir günah ile gelse ona nasıl
yardım edilmez? Şu halde bu tavsiyeyi korumaktan da sana faydalar vardır. Birinci fayda
şudur : Bunu haber veren kişi söz taşımaktan vazgeçer, ikinci fayda şudur: O söz söyleyene
de erişir. Söylenmemiş söz de ortada kalmaz.
Nitekim bir söz söylenmedikçe nasıl duyulur. Söyleyen bunu söylemişse sonradan utanç
duyar; keşke söylemeseydim, der. Eğer söylememişse nebilerin daha çok sevgilisi olur.
Çünkü onlar bunu işitseydi hoşlarına giderdi.
Bu sözleri ve bu öğütleri körler için söylüyorum. Çünkü onlar karanlıkta yarı ölmüş bir halde
yürürler. Ancak ellerinde bir deynek olursa çukura düşmezler, belleri kırılmaz. Yarım
görenlere bu öğütleri vermek gerekmez. Çünkü onlar yine de görürler. Bugün, her kim bir
kimseden seni incitecek bir şey naklederse, sen o nakleden kişiden incin! Çünkü ona karşı
öfke ve incinme gösterirsen burada fadalar vardır. Bil ki, onlardan öğrenmekte büyük bir
perdedir, insan onunla alçalır. Güya bir kuyuya veya bir hendeğe düşmüş gibi olur. O zaman
sonunda, şunun bunun çanağını yalamakla meşgul olduğuna pişman olur. (M. 272) Bakî ve
ebedî gıdadan mahrum kalır. Sözün ve sesin sonu, kâsedir demiştim. Nakledilen bu sözümü
tekrarlamak için dinlemek gerekmez. Dün birisi geldi. Benden ona bazı şeyler anlatmışlar.
Yüzüme atıldı, benim hakkımda niçin böyle söylemişsin, ben bu kadar büyüklere hizmet
ettim, hepsi beni beğenmiş ve aramıştır, hiç biri ayrılmama razı olmamıştır, dedi.
Sorunu daha edepli sor ki, sana gereken cevabı vereyim dedim. Daha edepli konuşabilmek
için bir saat oturmalıyız ki, nefsim sakinleşsin deyince; ben, iki saat bekle ki, nefsin


sakinleşsin, cevabını verdim. Bir saat oturdu ve hemen söze başladı: Herkes yanında
beğenilmiş ve iyi tanınmıştım, herkes beni iyi adlarla anıyordu. Senin yanında niçin böyle
kötü duruma düştüm. Sonra ilâve etti: Şimdi sen bana ne ad takacaksın?
Ona dedim ki: Eğer Müslüman olursan, Müslüman derim sana, yoksa kâfir, dönme ve daha
aşağılık şeyler söylerim.
Bugün eğer nefsine uymadan söz söylüyorsan söyle, yoksa sana başkaca cevap veremem!
Sübhanallah! Her şey insan oğluna fedadır, insanoğlu da kendi nefsine. Allah, "Hiç şüphesiz
semaları, şerefli yarattık," yahut, "Şüphesiz Arş'ı şerefli halkettik," buyurdu mu? Arşa çıksan
hiç bir faydası yoktur. Arşın yücesine çıksan da yerin yedi kat altına girsen de faydası
yoktur. Gönül kapısını açık tutmak gerektir. Bütün nebilerin, velilerin ve erenlerin can
attıkları bunun içindir, bunu arıyorlar. Bütün âlem bir kişinin elindedir. O kendini bildiği için
her şeyi de bilir. Tatarlık sendedir. Tatar huyluluk da sendeki kahir sıfatıdır. "Kavmini
hidayete eriştir. Çünkü onlar bilmezler," yolundaki dilek benim parçalarımı doğru yola yönelt
demektir. Onlar kâfir oldular. Ama yine onun parçası idiler. Eğer parçası olmasaydılar, ayrı
ve bağımsız olurlardı. O zaman kül (tüm) nasıl olurdu? Yukarıda, âlem külliyat iledir, cüziyat
ile değildir diyorduk. Külliyat deyince hangi parça dışarıda kalır?
Çıplak bir derviş yola gidiyordu. Acıktığı zaman ne kadar zorlasalar hiç kimseden bir lokma
yiyecek almıyordu. O hale böylece katlanıyordu. Bir gönül sahibi sebebini sordu. O inkâr
ediyordu. Yüzünü ona çevirdi. Evet, dedi, gel, denedin, mustarip olduğumu anla.
Şiir:(M. 273)
Ayda onun yüzünden bir eser kaldı
O melek huyludan ayda bir iz kaldı
Hayır, hayır nereden nereye, ay kim oluyor?
Can onun kulu oldu ve yalnız o kaldı.
Ay dün gece yastığının üstüne düşmüştü
Kıskançlığımdan    elimi,    ayağımı    yere   vurarak çırpınmaya başladım.
Ay kimdir ki, seninle bir yerde otursun?
Sen   cihanı dolanmış,   parmakla gösterilen bir güzelsin!
Allah adamları bütün ömürlerinde bir defa özür dilerler, bundan dolayı da bir defa pişmanlık
duyarlar. Biri ağlıyordu: Kardeşimi Tatarlar öldürdü, ne bilgin adam idi o! Ona şöyle
söyledim: Eğer sende de bilgiden eser varsa onu Tatarlar kılıç darbesi ile ebediyen
diriltmişlerdir. Vaızlar o hayatı ne bilsinler? Kürsüye otururlar, bağırmaya başlarlar. Dünya
müminin zindanıdır derler. Biri zindan kaçmışsa ona ağlamak gerektir. Yazık niçin buradan
kaçtı diye acınır ona. Zindana Tatarlar delik açtılar. Eğer o başka sebepten kaçtı ise, bir
yerden başka bir yere göçmüştür. Halbuki sen o kazmayı o zindanın duvarına niçin vurdular,
diye ağlıyorsun! O taşa niçin vurdular diyorsun! Onlara acınmaz. O güzel mermer belki onun
ayağına takılmış bir tomruk idi. O da dışarı fırladı. Halbuki sen feryat ediyorsun, başını
yüzünü yumrukluyor, ne yazık ki o tomruğu kestiler! diyorsun. Yahut içine düştüğün kafesi
kırsalar eyvah niçin bu kafesi parçalasınlar ki, bu kuş kendini kurtarsın, diye sızlanıyorsun.
Yahut da, bir çıbanı deşiyorlar, içindeki cerahatlar, pislikler dışarı çıksın diye. Sen hemen
feryadı bastırıyorsun: O çıbanı niçin deşsinler? içinde birikmiş olan cerahat niçin dışarı
aksın?
Hak erenlerin ziyaretini ihmal etmeyin, demek arif ve kâmilin hizmetinde bulunun anlamına da


gelir. Aman köylüye de ikram edin, diye buyurulmuştur. Yani bilgisiz ve aklı eksik olanların
sohbeti kast edilmemiştir. Halk madenler gibidir. Altın madenine benzer.
Derler ki: Hazreti Hamza ile Abdurrahman birlikte uzun bir yolculuğa çıkmışlardı.
Yeryüzündeki acayip şeyleri görmek ve gezmek arzu ediyorlardı. (M. 274) Fakat gittikleri
yerde birtakım karıncalar peyda oldu. Herbiri, Allah korusun, bir kaç fil kadar korkunç idi.
Bunların âdeti de savaş zamanında herkese karşıdan saldırmamaktı, ancak bir kişiye
hücum ederlerdi, önce Hamza fırladı, karıncalara bir ok attı. Sonra başka bir aslan geldi,
ona da attı. Böylece on tanesini vurdu. Sonra gerisin geriye kaçarak gemiye sığındı. Daha
sonra da Abdurrahman'ın hayatını kurtarmaya uğraştı. Okunu yaya yerleştirdi iki karınca
onun tarafına saldırdı, ama oku bir işe yaramadı. Hamza bağırdı, geri kaç dedi. Bu senin
işin değil. Abdurrahman da kaçarak gemiye sığındı. Karada bir acayip şef er oldu, ama bu
yolculuğun önemli tarafı onların deniz yolculuğu idi.
Mısra:
Uzun külahım var, geceleri uzun konuşuyorum.
Dervişin biri bir dükkân sahibinden sadaka istedi. Dükkâncı onu savmak için hazır bir şey
yok dedi. Ben de dükkâncıya bu derviş azizdir, çünkü ona bir şey vermedin, dedim. Allah
kısmet etmemiş cevabını verdi. Tekrar dükkâncıya Allah kısmet etmiş idi, ama sen engel
oldun dedim. Gözümle gördüğüm bir şeyi nasıl gerçekleyeyim. Eğer sen elini bu dağarcığa
sokcaydın dağarcığın başı elini sıkıştırmış ve yaralamış olsaydı, ben de gözümle görünce,
evet derdim; Allah istemedi.
Ey görünmeyen lütuflar sahibi. Görünmeyen lütuf odur ki, günah işlerken verilir, yoksa gizli
ibadette lütuf olmaz.
İki kişi bir gemi yakalıyorlar, yahut savaş ediyorlar; bunlardan hangisi yenilgiye uğrarsa Hak
onun tarafındadır. Galip gelenin tarafında değildir. Çünkü ulu Allah kutsal hadiste, "Ben kalbi
kırıkların yanındayım " buyurmuştur.
Bir zümre vardır ki, onların yanında bütün sövmeler, hakaretler pek kolaydır; kuvvetli
küfürler, hakaretler onlara göre bütün işlerini yarına bırakmış olduğun içindir. Yani bu güne
ne oldu ki, sen bunu günlerden saymadın! Bu günün ne günahı vardı ki, hesap dışı kaldı?
derler.
Şiir:
Nerde o yeminler, nerde o verilen sözler?
Aşkta ağır davrandın, ama çabuk kaçtın!
Aşkınla beni tutsaklar gibi bağlamıştın,
Anladım ki ancak ben sana âşığım, sen sevgiyi bana bırakırsın! (M. 275)
Şimdi yol üstünde oturup mazlum kılığına bürüneceğim,
Senden davacı olcağım, bana zulmettin!
Olaki, bu ayrılıktan kurtulup sana ulaştığım zaman bana acırsın.
Yahut beni nasıl belâya soktuğunu açıkça anlarsın!
Zaman zaman arzuladığın şey bu gün eline geçti. Yemin nerede kaldı? Yani konuştuğumuz
sözlerin sonucu ne oldu? Sözlerimiz böylece geçti gitti. Sen büyük adamsın, Kur'an tefsiri
okuyorsun. Tam âlim olan her insan da büyük adamdır. Ama Allahdan tamamiyle boşanmış
ve kendi benliği ile dolmuştur.
Diyelim ki: Bu saatte bir Rum Müslüman oldu, Allah kokusunu aldı, gönlünü o koku ile


doldurdu. Yüz bin peygamber onun gönlünü boşaltamaz.
Bir çok ağlayışlar vardır ki, Allahya perde olur, kulu Allahdan uzaklaştırır. Şimdi açıkça
söyle, konuştuğumuz mesele hakkında ne yaptın, dedi. Ona dedim ki: Sözlerin nişanı nedir
ki, söylüyorsun? Onlar nasıl cevap veriyorlar? Kulağım ağır işitir, gel kulağıma söyle!
Şiir:
Dost söze başlayınca kulağımı sağır ettim,
Onun sözlerinin tatlılığından, aslanlar ava çıkar,
Benim için bunda bir zorluk yoktur ama,
Onun sözlerini hatırlamak istiyorum.
Şöyle buyurmuşlardır: Melekler Allahya yalvardılar, falan mümin kulun sana bu kadar
yalvarır, ağlayarak yardım diler. Sen yabancıların bile duasını kabul edersin! Onun dileğini
de kabul etsen ne olur? Ulu Allah buyurdu: Beni kulumla başbaşa bırakın! Siz benden daha
merhametli değilsiniz. Ben onu seviyorum ve onun sesinden hoşlanıyorum. Bazı kulların
dileklerinin en geç kabul edilmesi, muhabbet ve sevgi yönündendir. Bir zaman olur ki, övmek
ve beğenmek kula zahmet ve hicap olur. Söz tekrar geri sıçrar. Bir vakit olur ki, eğer
beğenmezse ister ki onu parça parça etsin, sonra yine bir an olur ki, ağlamak ona hoş gelir.
Halbuki başka bir saatte ağlamaktan da incinir, gülmekten de.
Hocentli Şemseddin ailesi için ağlıyordu. Biz de ona ağlıyorduk. Ailesi için ne ağlıyor! Biri
Allahsına kavuştu diye ona ağlıyor, ama o, kendisine ağlamıyor. O kendi halini bilseydi,
kendisi için ağlardı. Belki bütün ailesi fertlerini çağırır, akraba ve hısımlarını toplar için için
ağlardı.
Hakta değişme yoktur, ama değişme sendedir. Nasıl ki ekmeği bazan sever ve ararsın,
bazan da ondan bıkar, yüz çevirirsin, bir dost ile bazan muhabbeti kızıştırırsın, sana
çok^sevimli görünür. Sanırsın ki, biricik sevgilin odur, bir saat sonra duyguların başkadır, o
dosta düşmanlık gösterirsin. (M. 276) Eğer sen evvelki o dürüst hal üzerinde kalsaydın
daima istenilen ve sevilen adam olurdun. O hale erginlik derler. Acaba bu erginlikten ne
anlaşılıyor? işte bu erginlik hakikati açıkça görmek demektir.
Kuran'da,"Bu dünyada kör olan ahirette de kör olur," (Isra sûresi, 72) buyurulmuştur.
Nihayet bu kör insan, Hakkı, dünya gözü ile açıkça görüldüğü gibi göremeyecek bir halde
kalacaktır. Ama nasıl olur da, "Kalbin Rabbimi görünceye kadar", diye öğünebilir?
Erginleşen kimse erdiğini bilmez, Aksaray'a gider ama Aksaray'a vardığını bilmez. Ama
oraya efişinceye kadar da hep korku ve yalvarma içindedir. Acaba varacak mıyım? Yoksa
varamayacak mıyım? diye şüphede kalır. Onlar derler ki: Görmediğimiz şeyin arkasından
koşmayalım. Halbuki o görünmeyen şey de der ki: Onlar arkamdan koşup yorulmadıkça
kendimi göstermeyeyim. Hal böyle olunca onlar önce kendi sözlerini söylemeden o iş olmaz.
Eğer taklit etmek gerekiyorsa bari Kuran'ı taklit etsinler. Nasıl Ki filozofun biri şöyle diyor:
Bir hakîm var idi. Dünyanın dört bucağında eşi yoktu, hele tıp ve tecrübeye bağlı bilgilerde
çok ileri idi. Öyle köleleri vardı ki, her tel saçları yüzlerce insan değerinde idi. Ama kendinin
çok çirkin bir kılığı ve çok iğrenç bir çehresi vardı. O derece ki, pek az şehirde onun eşi
çirkin suratlı insan görülmüştür. Yüzü gözü birbirine karışmış, ağzı burnu, gözleri sanki
belirsiz gibi görünüyordu. Bu hakîm devasız bir hastalığa tutuldu, ancak insan pisliği ile
oynuyor, onu sergilere kilimlere bulaştırıyordu. Birçok hekimler etrafında oturmuşlardı,
birbirlerine bakışıyorlar, konuşmak bile istemiyorlardı. Hastanın anlamaması için onun şu


çirkin hareketlerinden bahsetmek istemiyorlardı. Halbuki hasta hakîm hepsinin üstadı idi.
Sükûtlarının sebebini anladı, onlara evet dedi biliyorum ki falan şeyi yemek lâzım. Onu
yemek gerekli ama bir kere zavallı hasta bunu çok sever.
"Bir saat düşünceye dalmak atmış yıl ibadetten hayırlıdır," buyurmuştur. O düşünceye
dalmaktan maksat, özü doğru bir dervişin yanında bulunmaktır ki o ibadette hiç bir
yapmacık olmasın. Şüphesiz ki o ibadet, huzursuzluk içinde yapılan aşikâr ibadetten daha
üstün sayılır.
Namazın kazası vardır ama huzurun kazası yoktur. Bazı fakir dervişler namazı terkederler.
Kalp huzuru olmadan namaz olmaz. Nasıl ki Fatiha okunmadan namaz kılınmaz
buyrulmuştur. (M. 277) Onlara göre Fatiha o huzurdur. Bir huzur ki, Cebrail bile gelse göz
yaşını içine dökerek, kendisine Rabbinden gel diye çağrılmadıkça, hayır der. Eğer bir
parmak daha yanaşırsam yanarım der.
Benim dostlar hakkımdaki düşüncem dürüsttür. Gözümle görmediğim şeyde bile o
düşünceye aykırı hareket edemem. Kâfirlerin hakkında bile fena düşünülemez. Diyorum ki:
Hakikatte ve en sonunda onların da Müslüman olmayacağını kim iddia edebilir?
Hazreti Ömer (Allah ondan hoşnut olsun), kırk yıl putlara hizmet etti. Dileğini puttan diledi,
puta karşı ey put! diye çağırdı. Fakat Allah ona, söyle Ey Ömer! diye cevap verdi.
Hazreti Muhammed'in (S.A.) meclisine bir yoksun girdi. Zengin bir adamda, mağrurlanarak
eteğini fakirin eteği üzerine açtı. Hazreti Peygamber öfkelenerek ona bir göz aktardı.
Zengin, Ey Allah Peygamberi! dedi, ben malımın yarısını ona vereyim de beni bundan ayır
dedi Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.)'dan bir haber bile veremedim. Kureyşî ile Kuşeyrî
ve daha başkaları da yüz binlerle yıllar geçse yine tatsız, yine zevksizdirler. Onlarda bir
zevk ve bir mâna bulunmaz.
Mısra:
Kendi nefsine tapanlara bir yudum su bile vermezler.
Mecliste bizim sözlerimizi dinleyen bir çocuk vardı, henüz küçüktü. Ama her gün baba ve
annesinden kaçıyordu. Bizim hayranlarımız arasına girmişti. Diyordu ki: Benim size hizmet
edebilmekliğim için daima yanınızda olmam gerektir. Halbuki babası, annesi ağlayıp sızlıyor,
o da ben bu hali öğrenirim de kendisini bırakırım diye korkuyordu. Bu iş böylece devam edip
gidiyordu.  Çocuk bütün gün  başını  dizime bırakıyor,  annesi ve  babası  bu  halinden 
dolayı  ona  itiraz etmeye de cesaret edemiyorlardı. Bir aralık kapıya kulak verdim,
aralıktan şu beyti dinledim:
Beyit :
Senin yanında âşıklar kanatlanır uçarlar,
Gözlerinden ciğer kanı saçarlar.
Ben senin kapında toprak gibi oturmuşum. Yoksa başkaları rüzgâr gibi gelip geçerler.
(M. 278) Ona ne söylüyorsun yavrum, dedim, bir daha söyle. Hayır dedi konuşmadı. On
sekiz yaşında öldü. Onun tabiatındaki parlak istidadı, zekâyı, letafeti ve kudreti nasıl tasvir
edeyim.
İslam'ın sadri terimi, kalpden daha geniş bir mâna taşır. Onun mânası daha engindir. Ama
başka bir mânası ile göğüs, vesvese veren şeytanın durağıdır.Halbuki kalp yani gönül öyle
değildir. Nasıl ki Allah Şeytan için "halkın kalplerinde vesvese veren", diye buyurmadı;
göğüslerinde vesvese veren.dedi. Şimdi islâm'ın o göğsü nerede, gönlü nerede!


Suyun derinliği ağzı ve burnu geçmedikçe insan onun içinde bir derece güvenli olur. Ağız ve
burun su üstünde oldukça insan kendi kendine yürür ve yaşar. Ama su içinde tamamiyle
batarsa ağız ve burun su düzeyinden aşağıda kalır, boğulur. O zaman ona, ölmüş derler.
Bazıları da bilâkis, dirilmiş, der. Her ikisi de doğrudur. Onda bu iğreti dirilik gitti ama edebî
hayat başladı.
Büyük Allah erlerinin bazı sebeplerle bir takım sözler söylemesi ayıptır. Ben Hakkım diyerek
Hazreti Peygambere uymaktan geri kalmaları, bu sözlerin halkın ağzına düşmesi gerekmez.
Bu sözleri söyleyenleri köpekler bile olsa ya öldürürler, ya tövbe ettirirler.
Hazreti Peygamber, Mirac'dan gelmişti. Herkes içinden geçen bir düşünceyi ondan
soruyordu. Biri Allahyı görmekten, öteki Cennetin vasıflarından söz açmasını istiyordu.
Hazreti Fatıma (Allah ondan razı olsun), ben onu bilmem, ben korkuyorum, şu cehennemi bir
anlat dedi. Yani Fatıma anamızdan maksadı kendisini kusurlu göstermekti. Hazreti
Süleyman'dan (Allah'nın selat ve selâmı ona olsun) edep öğrenmişti. "Hüdhüdü
göremiyorum ne oldu?" (Nemil sûresi 21) dedi. Hayvan üzerine kusur bulmadı kusuru kendi
nefsinde buldu. Nasıl ki, "Sana erişen bir fenalık, kendi nefsindendir," (Nisa sûresi79)
anlamındaki âyette buyrulduğu gibi Fatıma'nm inancı da böyle idi, "De ki, her şey Allah'nın
katmdandır," (K. 4/80) hikmeti gereğince bir şeyi ayıplarken yukarda söylediğimiz o senin
nefsindendir nüktesine dikkat etmek gerektir. Dostlar bilselerdi biz onlar hakkında neler
düşünüyoruz, ne devletler istiyoruz onlara! Önümüze can atarlardı. Temiz bir vicdan ne
düşünür? Şeytandan, vesveseden arınmış olan bir kalbe, asla şeytan giremez. O kalpte
daima melek yerleşir. (M. 279) Nasıl ki Allah, "Ben kalbi, rahmetime mekân kıldım,"
buyurmuştur. Siz kerem edin de dışarı çıkın. Nihayet kalpler üçe ayrılır. Biri şeytan yuvası
olan kalplerdir ki, içine melek de girebilir. Bazan melek dışarı çıkar, şeytan girer, bazan da
melek girer, şeytanı kaçırır, ikinci bir kalp de, yalnız melekler yuvasıdır, oraya şeytan
giremez. Bu Levhi Mahfuz'da yazılmış olan yazıların etkisidir. Levhi Mâhfuz'un
mütalaasından bıkıldı mı buna ba karlar. Bir zümre de hiç Levhi Mahfuzdan gözlerini
ayırmaz lar; o daima gözlerinin önündedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir sofra döşenir; ipek
ibrişimlerden örtü, altın tabaklar, altın ve mücevher işlemeli tepsiler vardır.Ama ortada ye
mekten eser yok. Keşke o tabaklar ve takımlar tahtadan olaydı da, içindeyemek bulunaydı.
"Görmezsiniz ki, Rabbin alaca karanlığı nasıl açıp yaydı," (Fürkan sûresi, 45) anlamındaki
ayetin mânası nedir?
Akıllı insan gerektir ki, bir defa pişman olsun ömründe bir kere tövbe etsin; bu bir defalık
tövbe ve pişmanlık da ona çok utanç versin. Her şeyi kendinde görürsün.Musa, İsa, İbrahim,
Nuh, Havva, Asiya, Hıdır, llyas, Firavun, Nemrut ve başkaları hep sendedir. Sen sonsuz bir
âlemsin yerlerin göklerin ne yeri var? Allah buyurmadı mı: "Göklerim ve yerlerim beni
kapsayamaz,ben belki mümin bir kulumun kalbine sığarım." Yani beni semalarda bulamazsın
Arş üzerinde bulamazsın! Nerede Allahyı halka benzeten o sapkın ki, vah Pir Baba! Vah
Allah! diye feryada gelsin. Nasıl ki, bir vaiz, Allahyı altı yönde sanmayın,
o ne Arş üstünde ne de Kürsi üstündedir. Allahya benzer bir şey yoktur, deyince bir
teşbihci, yerinden sıçradı. Üstünü başını yırtarak feryada başladı. Yarabbi! dedi, cihandan
kayıp mı oluyorsun? Pirimizi cihandan dışarı attığın gibi gizleniyor musun?
Bütün kuşlar Simurg'u (Huma kuşunu) görmeye gittiler. Yolları üstünde yedi deniz vardij
bazıları yolda kıştan öldüler, bazıları denizin kokusundan döküldüler. Bütün bu kuşlar


sürüsünden iki kuş kalmıştı. Bunlar mağrurlanarak dediler ki: Bütün yoldaşlarımız döküldü,
ancak biz Simurg'a erişebildik. Ama Simurg'u görünce de gagalarından iki damla kan
süzüldü ve can verdiler.
Bu Simurg, Kaf dağının ötesinde yerleşmiştir. Ama onun o taraftan nereye uçacağını Allah
bilir. Bütün bu kuşlar Kaf dağına erişebilmek için can verirler. (M. 280) Ömrü boyunca ve
ancak bir gün hal mertebesini bulan kişi, hal ehli olduğunu sanır, canı başkalaşır. Derler ki:
Deccal koyun, keçi ne bulursa öldürür, kuşları parçalar, tüyünü kanadını yolar, kolunu
büker. Hakkın dürüst kulları ve Muhammed'in izinde yürüyenler, mucizeyi andıran
hallerinden dolayı mağrur olmazlar. Bunlar gerçi taklitçidirler. Ama bu taklitçi müminlerin
koruyucusu, Allah inayetidir. Zaman zaman o inayetin eseri, örtülü ve gizli kalarak onun
canına erişir. O taklid öyle bir kuvvet bulur ki, o haberi, bu Deccalın bin kat kuvvetli görüşü
bile veremez. Bugün daima hal üzere olanlar hiç bir zaman ondan kurtulamazlar. Ne yiyip
içerken, ne uyurken.ne de pınardan su taşırken o hal ondan ayrılmaz. Kendisi ile birlikte
devam eder. Onun hali nasıl olur?
Biri dedi ki: Bu Sema ile ilim adamlarının adını kötüledin! Cevap verdim: Bilmiyor musun ki,
iyi ile kötü, kâfirle Müslüman arasındaki fark, ancak onlara yani sema edenlere aşikâr olur.
Diyordu ki: SenAllahya oynayarak mı erişebilirsin? Dedim ki: Sen de oyna da Allahya eriş,
iki adım sonra yetişirsin!
Bir gün nükte söylüyordum, Kuran'da "Bu şeydan işidir" (Kasas sûresi, 15) anlamındaki
ayetin yorumunu anlatırken dedim ki: Allah Resulü buyuruyor ki, "Şeytan Adem oğullarının
sinirlerinde, kan damarlarında dolaşır.'1 Ama bu şeytan külâhlı Türkmen suretinde değildir ki
tanımak mümkün olsun. Kıptiye tokat vururken, Musa Aleyhisselâma gelen hiddet şeytan idi.
Celali Verkam'yi sıkıştırdım, bu şeydan nedir? dedim. Benim söylediğimden başka, Kıptiyi
öldürmekteki sebep ne idi? Söylediğin doğrudur sen de benim söylediğim şu şeytan suretini
kabul ve itiraf et. Ben ona akla uygun diyorum. Senin söylediğin şeyleri herkes herkese
söylemiştir. Herkes nihayet herkestir. Sen diyorsun ki; Dinin sağlamlığı ile ilgili bütün ilimler,
Hazreti Muhammed'in (S.A) bildiği şeylerdir. Muhammed'e de mi herkes diyorsun? O daima
bunun iyi olduğunu söylerdi. Ancak her şeyi yerine göre herkese vermişlerdir.
Musa Peygamber diyordu ki: (M.281) Ey Allahm! Firavun yapacağım davete uymazsa ne
faydası olur? Allah, sen vazifeni geri bırakma buyurdu.
Allahnın öyle kullan vardır ki, onların konuşmalarını kendi aralarında yine kendileri dinler ve
anlarlar. Bahsettiğim o dostları sizin de görmeniz gereklidir. Bizden biri Abdal kılığındadır.
Diyor ki: Bana, kancık diye dil uzatıyorlar. Halbuki" ben kancık değilim, ancak şu oyuncu
kadınla düşüp kalkmak gerçi bana yaraşmaz ama benim için onunla birlikte bulunmak
hoştur, o da benden hoşnuttur. Hele bana öyle külah eder ki, sorma! Gerçi benimle yatıp
kalkması yoktur ama bana yağlı yemekler sunar; ben de yiyemem. Bana niçin yemiyorsun?
der. Utanırım derim. Maksadım, dervişler üstüne konuşmak ve şunu anlatmaktır: Eğer
isteğim yoktur desem, bu dervişlere ulaşmaz, burada yemekten utanırım desem ettiğin
aptallıktan utanmıyorsun da yemek yemeden mi utanıyorsun? derler. O kadın da der ki;
Onun yoldaşları vardır, onlarla yemek istiyor. Bugün onun kim olduğunu söylemedim. Yüz
aptala hizmet etmelisin ki, o bir aptala erişebilesin. Onun başının sadakası olsun. Ona karşı
can ve gönülden bağlılıkta, onu korumada gösterdiğin derin ilgi ile o candan bağlılığın,
verdiğin sadakanın zevkinden bile haberi olmadı. Yani son derece meşgul bulunman


yüzünden keşke bundan daha iyi olsaydı, bundan daha çok olsaydı diye acınmaya başladın.
Bayezidi Bistami hacaa çok defe yaya olarak giderdi. Yetmiş defa hac etmişti. Bir gün hac
yolcularının, çölde su sıkıntısından çok perişan olduğunu gördü. Nerede ise susuzluktan
ölüyorlardı. Hacıların toplanmış oldukları bir kuyu başında bir köpek gördü. Hayvan bitkin bir
halde kendine bakıyordu. Bayezid'e ilham geldi. Bu köpeğe su yetiştir diyor ve bağırıyordu:
Makbul bir hac sevabına bir bardak suyu kim satar. (M.282) Hiç kimse bu çağrıya aldırış
etmedi. Sonra artırdılar: Yaya olarak yapılmış beş hac sevabı, altı, yedi derken yetmiş haç
sevabına kadar artırdılar. O ben vereyim diye seslendi. Bayezid'in hatırından şöyle geçti.
Ne mutlu bana ki, bir köpek için aldığım bir bardak su ile yetmiş piyade hac sevabı satın
aldım. suyu
hemen bir çanağa döktü, köpeğin önüne koydu. Köpek yüzünü çevirdi. Bayezid yüz üstü
kapanarak tövbe etti. Kendisine ilahi bir ses geldi: Allah için yaptığın bir iş dolayısiyle, daha
ne kadar zaman, şunu yaptım, bunu yaptım diyeceksin? Görüyorsun ki bir köpek bile bunu
kabul etmiyor. Bunun üzerine Bayezid, Yarabbi! dedi; tövbe ettim. Bundan böyle bir daha
yanlış düşünceye kapılmam. Bunun üzerine derhal köpek başını çanağa batırdı, suyu
içmeye başladı.
Şiir:
Sen    öyle    bir sevgilisin    ki,
yüz   türlü    şefaat dileklerim,
yüz türlü yalvarışlarımla,
Ayağına     bir     öpücük     kondurayım     diyorum bırakmıyorsun.
Evhadüddin Kirmani'yi andıran bir hayalatcı önce yolu nü ilimden sapkınlık yönüne
çevirir.Ondan sonrası ilimdir, ilimden sonra da, doğru ve çok iyi hayalat gelir. Daha sonra da
gözünü açmak, uyanık davranmak ister. Gerçek taklitçi, büyüklük arzusu ile bir gidişi ve bir
yolu ortadan kaldırmak isteyen kimseden daha iyidir. Ben bir kör gördüm ki, elini gözü açık
birinin sırtına koyar ta Aksaray'a kadar yürürdü. Başka bir kör de gördüm ki, o da bir gözü
açığın arkasına katılmıştır. Ama kendisinde görecek göz yoktur. Kılavuzsuz yola düşmüş
ölüm yolunu tutmuştur. O hem yokluk içinde ömür sürer, hem yokluk içinde can verir. Yahut
açlıktan, susuzluktan eline geçen bir avı yer.
Şu Avam denilen topluluk beş vakit namız kılarlar ki, azaptan kurtulsunlar. Yazıklar olsun
onlara ki, Hazreti Muhammed'e uymaktan kendilerini uzaklaştırmalardır!
Bir Çöl Arabi Peygamberden sordu: Ey Allah elçisi Allahın emri nedir?
Beş vakit namazdır.
Ya oruç?
Otuz gündür, zekât da öyledir.
Arap tekrar sordu. Bana bunlardan başka bir teklif var mı?
Hayır, buyurdular.
Öyle ise ben bundan fazla bir yapmayayım dedi ve dışarı çıktı.
Arap dışarı çıktıktan sonra Hazreti Peygamber buyurdular ki: O bunları yapmakla kendini
kurtarır. Bunlar da derler ki: Ne âlâ! Öyle ise biz de bu kadarla yetinelim Mütabaat'tan yani
peygamberin izinde yürümekten vazgeçerler.
Göz açıklığı demek, ilk doğuşta, gözü Güneşin kaynağına açılmış ve onun ışığına alışmış
olmak demektir.


(M. 283) Derler ki: Sen Aydan söz aç, Ütaritten bahset. Nasıl söyleyebilirim? Güneşin
alemde bir ay olup olmadığından haberi yoktur. Ay da böyle bir zavallılık içindedir.
Gezegenler de. Bu Ayı herkes görür, ona bakarlar ama Güneş ile Ay arasında ışık
cihetinden hiçbir nisbet yoktur. Çünkü hiç kimse Güneş yuvarlığına bakmaz, göz buna güç
yetiremez.
Semender garip bir yaratıktır. Ateşteyanmaz ama suda boğulur. Kurbağa, denizde
boğulmaz ve sudan ona bir ziyan gelmez. Ama ateşte yanar. Ne ateşin yakabileceği, ne de
suyun boğabileceği bir hayvan, bulunmaz bir yaratıktır.
Kuran'da "Bil ki, şüphesiz o Allah, kendisinden başka Allah olmayan Allahtır. " (Muhammed
sûresi, 19) buyurulmuştur. Bu ayete "Bil!" hitabı ile gelmiş bir emirdir. Yani ilim tavsiye eder.
Yine aynı ayette, "Günahına tövbe et,"
hitabı da bu geçici varlıktan kurtulmak için ayrı bir emirdir. Sonradan var olan bu vücud nasıl
olur da başlangıcı olmayan âlemi görebilir? Senin cismin daha dünküdür. Ruhunu da bir kaç
gün daha önce yaratılmış farzet. Bunu yüz bin yıl saysan yine azdır.
Ömer (Allah ondan razı olsun), öyle bir kahraman idi ki, bir vuruşu ile aslanı geri kaçırır,
onun korkusundan şarap sirke olurdu. Birisine sorduıelindeki nedir? Sirkedir dedi. Güneş
onun omuzu üzerine düşmüştü göz ucu ile ona bakınca Güneş karardı. Ben buna inanırım,
felsefeci inanmazsa ben ne yapayım!
Bu Ömer, bir gün Hazreti Muhammed'in (S.A.) Mescidine geldi. Peygamber biriyle ağ ir ağ ir
konuşuyordu. Ömer bu durumda Peygamberin yanına varmaya cesaret edemedi. Kendi
kendine dedi ki: Ben mademki o konuşmaya mahrem değilim, yaklaşmayayım. Hazreti
Peygamber onun düşüncesini anladı. "Bana bilgin ve her şeyden haberi olan ulu Allah
bildirdi." (K. 66/3) gereğince, Ya Ömer! buyurdu, o arkadaşla konuştuğumuz sözleri işittim
mi? Anladın mı? Ömer, hayır dedi. Ey Allahın Resulü! ancak mübarek dudaklarınızın
kımıldadığını gördüm. Hazreti Peygamber, o halde fazla bile gördün, harflerin ağızdan çıkış
durumuna göre konuştuğumuzu kıyas edebilirsin, dedi. Ömer yüzüstü kapandı. Ben her kimi
sevdimse çok cefasını çektim dedi. (M. 284) Ömer, Hazret! Peygamberin o uyarısını kabul
etti.Ben de böylece onun çomağında bir top olayım. Vefa öyle bir şeydir ki, onu beş
yaşındaki çocuğa karşı gösterseniz inanır ve sizi sever; ama size cefa da eder. Kendi
cinsimden birini istiyorum; onu kıble edineyim, yüzümü ona çevireyim. Kendimden geçmiş
olayım, Söylediğim bu sözden sen ne anlıyorsun? Kendimden geçmiş olayım dedim. Şimdi
kendime kıble edindiğim o adam söylediklerimi anlayan ve kavrayan" kim isedir.
Gelelim o çok çetin ve anlaşılması zor olan Peygamber sözüne. Onun mânasını ve ne
demek istediğini elayası gibi açık gösterelim. Örnek olarak onun bir sözünü ele alalım.
Anlamını, gramerini, okunuşunu araştıralım. Meselâ olmaz, yok anlamına gelen La sözü için
yorum olmaz, çünkü mutlak olumsuzluk ekidir. Fakat Mâ harfi,hem olumsuzluk edatıdır, hem
haber edatı, hem de başka mânalarda kullanılabilir. Ancak ben bu incelikleri düşünürsem
onların kaçtığını görürüm. Görüyorsun ki, Allah elçisi olan Hazreti Muhammed ile sohbet
etmek istediğim zaman bütün bu söz inceliklerine dikkat eder, onunla hesaplı konuşurum.
Ama senin dostluk alanına ayak bastıktan sonra çok saygısız ve cesur oldum. Hiç bunları
düşünmedim. Bu sözden ne mâna çıkar diye ihtiyatlı konuşayım, demedim. Yahut bu işte bu
noktayı hatırıma getirmedim. La (olmaz) demek ihtiyata ve dostluğa yaraşmaz, çünkü azap
verir. Ya tamamiyle alim olmalı, yahut da ilgisiz bir köylü gibi olmalı. Yoksa senin ateşinden


duman tüter. Söndür, istemiyorum! Ya tamam yanar ya tamam söner. Derler ki: Bu söz
yepyeni bir sözdür. Evet yepyenidir. Ama size göre'. Yoksa iğneciye göre değil.
Henüz ilk gençlik çağındaydım. Abdalın biri zındık olduğunu işitmiş, acele anasının başını
kesmiş. Analık hakkı nerede kaldı? diye soranlara şu cevabı vermiş: Mülhidler, zındıklar
bilsinler ki, kendilerinden korkum yoktur. Bunu işiten bir mülhid, o benden daha mülhid imiş,
demiş. Ben asla bunu yapmadım. Ayrılık demi geldi dediğim zaman bunu söz olarak
söyledim, yoksa hakikatte değil. Bunu istesem de yapamam. Gidemem hayır bununla
mağrur olmamalı.
Şiir:
Hafızamın bozukluğundan Veki'a yakındım
Bana günahları terk etmek vahyolundu, dedi. (Yani varlığı terk etmek)(M. 285)
İlim Allahdan bir vergidir.
Allah vergisi ise âsilere verilmez.
Nasıl ki hıfz yani saklama, saklamayı terketmektedir, dedi. Allah vergisinden isteyin!
buyurulmuştur. Bu vergide artış vardır. Yani bilgi yönünden bütün artışlara razı olma.
Sofiden hangi fazlalığı istiyorum. Ariflikte fazlalık, her önüne gelen şeyde fazlalık, hemen
fazlalık.
Derler ki: Alemde ne varsa Adem'de de vardır. Bu yedi felek insanda hangisidir? Bu
yıldızlar, güneş, ay insanın neresinde?
Ben Kadı Şemseddin'den şu sebepten ayrıldım: bana istediğimi öğretmedi. Ben Allahya
karşı mahcup düşemem o seni nasıl yarattı ise öyle korur. Kul vardır ki şeytana uymaz, ona
bu işten dolayı bir utanç gelmez. O zaman şeytan da bu adam kiminle uğraşıyor diye
gülmez. Falan kimse iblis ile şöyle yaptı; ne adamdır o, ne adamdır ki şeytan ile daima
savaştadır diyerek, bu adamla öğünürler. Işteıbunefsin inanç ve güven mertebesinde
bulunması yani mutmainne bağıdır: C bağı, emmâre, yani emredici (istekli) nefis, H bağı da
emmâre (kınayıcı) bağıdır.
Sen böyle diyorsun ama o ne diyor? Yahut o böyle söylüyor, sen ne söylüyorsun? Alemin
eskiliğinden, başlangıcı olmamasından sana ne? Sen kendi kıdemini bil ki kadim misin,yoksa
hadis mi? Sana verilen bu kadarömrü kendi halini araştırmaya sarf et. Alemin eskiliği yeniliği
bahsinde ne ömür harcıyorsun?
Allahyı tanıma bahsi derindir. Ey ahmak derin sensin! Derin olan bir şey varsa, o sensin!
Sen nasıl bir dostsun ki, damarlarının içine kadar girmiş olan sevgilinin sırrını el ayası gibi
açık bilemiyorsun! Sen nasıl Allah kulusun ki, onun sırlarını ve iç yüzünü bilmiyorsun! Seninle
konuştuğum bu sözleri senin şeyhinle konuşmadım. Onu kahr içinde bıraktım gittim. Ama o
ben, şeyhim, diyor. (M.286) Mevlâna da başka bir şey söylüyor. Eyvallah, şeyhimizsin,
gözümüzsün! diyerek ondan ayrılıyor ki, bir daha onları çağırdığımız zaman gelmesinler.
Gerçek yürekli Yusuf sağ olsaydı, senin dizginlerini taşırdı. Hadislerin yorumunu nasıl
bilmiyorsun? Biliyorsun ama bilmemezlikten geliyorsun. Yolda uğrular var, o tarafta ışık yok,
senin için korkuyorum dedi. Şu halde beni nasıl tanıyorsun? Öyle bir ormana daldım ki,
oraya aslanlar bile giremez. Rüzgâr ağaçlara vuruyor, bir ses çınlıyordu. Bir delikanlı gitti,
sonra geldi ve bana yazık olur sana, dedi. Ona hiç aldırmadım ve bakmadım bile. Beni
korkutsun diye bir kaç kere seslendi, yine aldırmadım. Elinde öyle bir baltası vardı ki, taşa
vursa parçalardı. Bundan sonra bir kere daha, yazık sana, dedi. Önce tekrar ona doğru


yürüdüm. Elimde henüz hiç bir silâhım yoktu. Arka üstü yere düştü. Eliyle işaret ediyordu.
Git diyordu. Benim seninle işim yok.
O olgun sofî müridine diyordu ki: Zikrederken ta göbekten getir. Hayır dedim zikri göbekten
değil canın içinden getirmeli. Bu sözüm onu şaşırttı. Her kime yüzümü dönersem, yüzü nü
butu n cihandan çevirir.Ona y uzumuzu gösterelim ama delil yüzü göstermeyelim. Nasıl ki
gerçek mü'minin nişanı nedir? diye soranlara Hazreti Peygamber, şu aldatıcı dünyadan
hoşlanmamasıdır, buyurmuştur. Bizde cevher var. Her kimin yüzünü o tarafa çevirirsek
bütün dostlarına ve sevgililerine yabancı olur. Başka bir incelik daha var ki, bu ne nebilik, ne
de resullük ve marifet makamına benzer. Ben ne diyeyim! Allahnın gizli velileri derler ki: Biz
niçin kendimizi açıklayalım, ne söyleyelim. Biz kimiz ki? Dedi ki: Başını Hazreti Muhammed'in
(S.A.) yakasından çıkar ki, sana uyalım, emrine boyun eğelim! Yoksa şimdi uymanın ne yeri
var? Mevlâna oturmuştu. Hocanın biri namaz vaktidir, diye seslendi. Mevlâna kendi âlemine
dalmıştı. Biz hep kalktık, akşam namazına durduk. Bir kaç kere baktım gördüm ki, imam ve
bütün cemaat arkamızı kıbleye çevirmişiz. Namazı bitirmeye uğraşıyorduk, kıbleden yüz
çevirmiş olarak sazcıların arasına geldim. Bana şöyle bir fikir geldi: Bunlar ne garip insanlar
ki ezelden ebedden doğmuş bir güneşten habersizdirler. Ezel ve ebed nedir ki! Bunların her
ikisi de senin sıfatındır. Bunlar daha dün meydana çıktı. Zamanın başına ezel dediler,
kuyruğuna da ebed adını koydular. Ezel nedir, ebed ne?
(M.287)   Bir Güneş  doğdu,    bütün  âlemi    nur  kapladı.  Ayın,  Güneşin  sözü   mü 
olur?  Bu   halkın  O Ay,   Güneş karanlığında bundan hiç haberi yok.
Hazreti Muhammed'e (haşa) sihirbaz dediler. Halbuki Allah adının anıldığı her yerde sihir
bozulur. Bir yerde ki, içerisi baştanbaşa nur doludur. Sihir orada nasıl barınabilir? Yağmur
yağmaya başladığı vakit sihir kaçar. Bu kadar hayat yağmuru ve canlılık iksiri, bengi sular
ondan yağar, ondan fışkırırken sihir onda nasıl yer bulur? Onun için buyurmuştu khŞeyhin
gerçek olmadığının nişanı şudur ki, onunla sahradan, oyundan dönersin de, hiç bu
maceradan ve bu oyundan bir şey anlatmaz ve habersizdir. Dedi ki: Ben, karşımda
oynanmasını istemediğim o oyun için bir şey söylemiyorum. Bana gelince, ben yüzüne güler,
ona Allah hayatınızı size mübarek kılsın! der geçerim. O daima onların macerasından bir
başkasını anlatayım diye düşünür. Bana böyle şeyler gerekmez. Kendime macera
söyleyeyim de, sana ne yapayım. O ki, yüz yıl sonra da sana gelecektir, Allah sana ömürler
versin.
Herkese söylerim, Muhammed ümmetinden olanlar söyle olmalıdır; Muhammed şöyledir.
Nihayet taşa tapanlara, bunlar fenadır diyorsun. Çünkü yüzlerini bir taşa veya bir duvardaki
resme çevirirler. Sen de yüzünü duvara çeviriyorsun. Şu halde Hazreti Muhammed'in
söylediği şu nükteyi sen anlamıyorsun: "Kabe, âlemin içindedir. Bütür âlem halkı yüzlerini
ona
çevirirler. Ama eğer bu kâbeyi aradan kaldırırsan, herkes ancak birbirinin gönlüne secde
eder. Yani, onun secdesi bunun gönlüne,bunun secdesi onun gönlüne olur.
Bilmiyor musun ki, bahis konusu ettiğim her sözü inceler, düzeltirim. Konuşan kuvvetlidir,
cılızlık ona yaraşmaz. Ben asla yazmayı âdet edinmedim. Çünkü yazmadığım şeyler bende
kalır ve her an bana başka türlü yüz gösterir. (M.288) Söz bahanedir. Hak, duvağı çözmüş,
cemalini göstermiştir. Hak sözleri deryasının coşkunluğundan bir Elif nakş olundu. Ferman
geldi: Ey Ruhanî Cebrail! Allahsal levhadan şu kutsal sözü oku. Henüz sözümü


tamamlamamıştım ki, Şahap kaçtı. Artık senin yüzüne bakmaya takat getiremedim, dedi ve
gitti. Ne oldu da, dedim, kaçıyor ve kaçarken acayip şey diyordu.Şahap her ne kadar küfür
söylüyordu ama, runanî ve safi idi. öz ruh olmuş, gıda ondan uzaklaşmıştı. Bir gün de bir
nükte anlatıyordum. Bazı açıklamalarda bulunuyordum. Mananın ona gizli kalmasını
istemiyordum.
O, cüzî âlemi parçaları bilmez, küllî âlemi yani tümü bilir diyorsun. Bu küllî âlemden neyi
kastediyorsun? dedi. Ben külden, tümden bahsettim, hiç bir parça bilmiyorum ki o küllün
dışında olsun. Evet cüz, yani parça denildiği vakit kül yani tüm yahut bütün bunun içinde
yoktur. Asla ağaçları içinde olmayan bir yere bağ denilmez. O zaman orası bağ olmaz dağ
olur.
Şahap dedi ki: Öyleyse, o, cüzî şeyleri bilmez dediğimiz zaman noksan söz söylemiş olmaz
mıyız? Meselâ benim karnımda uyuyan bir üzüm tanesi var. Ben o üzümü bilmezsem onu
bilmek veya bilmemek bana ne noksan verir. Şimdi ben Hintçeyi bilmiyorum. Bu acizliğimden
değil, ama Arapçaya ne olmuştur ki! Eğer Hintli onu işitse, bu çok hoş bir dildir, der.
Farsçaya ne olmuştur ki, bu kadar güzelliği ve hoşluğu ile beraber bu lisandaki sözler,
Arapçada yoktur. Bizim önümüzde bir kimse bir defada Müslüman olamaz. Müslüman olur,
sonra kâfir olur, tekrar Müslüman olur. Her defasında, her şeyden dışarı çıkar;
olgunlaşıncaya kadar böyle devam eder.
Dedim ki: Bu gece, kendisine söz vermiş olduğum Hıristiyanı ziyarete gideceğim. Biz
Müslümanız, o kâfirdir dediler, bize gel! Dedim ki: C gizliden Müslümandır. Çünkü teslim
makamındadır. Halbuki sizde teslim yoktur. Müslümanlık ise teslimdir. Dediler ki: Sen gel
teslim, sohbet ile olur. Benim yönümden hiç bir perde ve hicap yoktur. Bismillah, tecrübe
ediniz!
(M.289) Öteki, "Biz Adem'i mükerrem yarattık, onu denizde, karada taşıdık," anlamındaki
âyetlerden konuşmak istedi. Sus dedim, bu âyetten nasip yoktur, sözü ağzımdan kaçtı.
Kara nerede, sen neredesin? Sormak istedim, benden sen ne soracaksın? Ne itiraz
edeceksin? Ben mürid tutmam, dedim. Bana çok ısrar ettiler, sana mürid olalım, bize hırka
ver dediler. Kaçtım, arkamdan bir konak mesafeye kadar geldiler. Getirdiklerini oraya
döktüler. Faydası olmadı, oradan uzaklaştım. Ben kendime bir şeyh edineyim ki, onunla
tartışayım. Yoksa her şeyhi kâmil sanan müritleri istemiyorum.
O günü bir toplantıda o şeyh ile cenkleştim, ona soğup saydım, ses çıkarmadı. Başını
kırdım, yine sustu. Başka biri, yuvarlanıyor, yüzünü yere sürerek bana doğru geliyordu. Ona
yanlış, yanlış, dediler. Nihayet mazlum falandır ki, bu kadar sabretti, katlandı. Beni bırakın,
dedi, ben yanlış hareket etmiyorum. Gerçekte mazlum budur. Onun bu hararetli konuşması
üzerine bir feryat kopardılar. O kafasını kırdığım şeyh ileri yürüdü, gülümsüyor,
yuvarlanıyor ve nara atıyordu. Şimdi bu halin amel ile ne ilgisi var, riyazat ile, perhiz ile ne
ilgisi var? Her kim, şu hali riyazattan bilirse, maksattan daha çok uzaklaşır. Bu yolda
atılacak adımın hangi adım olduğunu bilemez.
Nefsini bilen mutlakaRabbini de bilir,buyurmuştur. Adı emmare, yani emredici olan o nefis
ben de, mutmainne (kanmış) durumuna geldikten sonra, ne gam! Bütün âlemden korkusu
yoktur onun.
Şiir:
Diyorsun    ki,    göz   yaşların    niçin    gül    rengine boyandı?


Mademki      sordun   neden  olduğunu   dosdoğru anlatayım sana.
Sevdanın kanlı yaşı gönlüme dökülüyor, sonra,
Başımda coşkunlaşarak gözlerimden taşıyor.
Mısra:
Ey bedenine hizmet eden gafil!
Onun hizmetinde daha ne kadar uğraşacaksın?
Derler ki bu mısra Ebülalai Maarri'nindir. O kadar da değil; onun sözü kuvvetli şahsiyetlerin
söyledikleri sözler den değildir. Nasıl ki Hakîm Senayî buyurmuştur.
Beyit: (M. 290)
İrfanım öyle bir mertebeye yükseldi ki
Bilgisiz olduğumu şimdi anladım.
Onun bu sözünden bir şey kokusu geliyor, çünkü ona bir şey gösterdiler. O da benim baştan
sonuna kadar söylediğim bir şey olmadığını bildi. Hakkın çehresi, onu arayanlar için insanlık
ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler.
Kendilerine bakarlar, bir kul'dan bakarlar.
Musa Aleyhisselâm, o ışık içinde bayıldı düştü. Biri, biz seni bilemedik, dedi. Yani nefsimi
bilemedim demektir. Sana kulluk edemedim, yani nefsime kulluk edemedim anlamınadır.
Birinin eline bir definenin planı geçmişti. Falan kabristandan dışarı çıkınca arkanı falan
büyük kubbeye çevireceksin, yüzünü doğuya döneceksin, oku yaya koyarak atacaksın,
okun düştüğü yerde bir hazine saklıdır, deniliyordu Adam gitti, oku attı, her ne kadar aradı
ise de bulamadı. Bu haberi padişaha ulaştırdılar. Ne kadar uzağa ok atabilen okçular varsa
toplandılar. Oklarını sınadılar. Fakat yine bir şey çıkmadı. Padişaha döndükleri zaman ona
şöyle ilham olundu. Biz, yayı çek diye emir vermedik, dedi. Kendisi gelerek oku yaya koydu,
ok hemen önüne düştü. İnayet erişince iki adım sonra maksada erişebilirsin.
Dilencinin o sevinci, bu sene açlıktan öleceği hakkında bir şikâyeti olmadığındandır. Şaka
değil, bu sene yüz dinar bulur, sevinir ama o nazlı Şehzade ki devlet ve varlık içinde
doğmuştur, ihtişam içinde büyümüştür, fakirin bu sevincine o güler. Dünya halkının hali ve
yücelik peşinde koşanların akıbeti şuna benzer. Rüstem beyaz dev'e demişti ki: Tenimi dağ
başına göm, kemiklerim yücelerde kalsın ki, ünümü işitenler hakaret gözü ile bakmasınlar.
Biri hafızlar halkasında otururken ansızın vecd'e tutuldu, halbuki bu adam şer ve kötü işlerle
tanınmış, kovucu bir insandı. Ailesi olsun yabancılar olsun elinden kan ağlıyorlardı. Zincirini
kımıldattılar, candan ve (M.291) cihandan geçti, feryada başladı. Ey aile efradı! dedi, benim
artık insanlarla alışverişim kalmadı. Elinizi eteğinizi benden çekin. Ailesi dedi ki: Biz senin bu
kadar zahmetlerini çektik, bir gün böyle bir saate kavuşmak umudu ile bekledik. Asıl kötülük
zamanlarında sana yakın idik, şimdi senden nasıl ayrılalım? Adamcağız, artık, dedi, bana
hac seferi görünüyor. Bu sevdanın baskısı altında hiç sabrım kalmadı, hemen yola
çıkmalıyım. Önce gerçi dileği yerine gelmedi. Çöl yolunu tutmuş, bir kervana katılmıştı.
Adam yolda bir kanlı ishale tutuldu. Sık sık deveden iniyor, temizleniyordu. Nihayet biraralık
kervan geçip gitti. Hasta kendine gelince, kervanı gitmiş buldu. Hemen yerinden fırlayarak
can korkusu ile yola koyuldu. Koşarken yolda bir ağaç dikeni ayağına saplandı, yerinde
kalakaldı. Ağlamaya, yalvarmaya başladı. Ey dost, diyordu, elime yapış. Artık benim için
hac ümidinden bahsetmeye bile takat kalmadı. Bunu sana anlatmaya ne lüzum var! Adam
korku ve ıstırap içinde bir saat kendinden geçiyor, bir saat da yalvarmakla vakit geçiriyordu.


Gece yaklaşınca umutsuzluktan, yalvarmadan da takati kesilmişti. Umutsuzluk gittikçe
artıyordu, karanlık, karanlık üstüne çökmüştü. Bu arada karşıdan ç'ölün koyu perdesi
arasından bir insan belirdi. Hah! dedi, bu ya Hızır olacak ya llyas Peygamber. Kendisine
yaklaşınca bir anda ona doğru koştu. Kendi kendine diyordu ki, bu yürüyüş insan
yürüyüşüne benzemiyor. Belki de Allahya yakın meleklerden biri olmalı. Ey Ulu Allahm! dedi.
Bu ergin kul hürmetine şu umutsuzluk saatlerinde elimden tutuyorsun! Uzatmayalım, gelen
adam eliyle zavallının ayağını oğuşturdu, sağalttı, onu sapasağlam kervana yetiştirdi. Adam
o anda iki elini o kurtarıcının eteğine vurdu. Diyordu ki: Allah hakkı için yemin ederim ki, seni
seçkin insanlardan kılmış, bu ululuğu ve kudreti sana vermiştir. Sen kimsin? O eteğini çekti
ve beni bırak, dedi. Nihayet şu cevabı verdi. (M.292) Ben, vaizlerin kürsüde, imamların
mihrapta, çocuklann kitapta okudukları ve Allahnın, "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine
olsun" dediği kimseyim, Şeytan, işte böyle bir kimseye, gerçek inanç bekleyenlere de böyle
garip cilveler, acayip haller görünebilir; halka da böylece yayılır. inanan bir kimse herhangi
bir şahıs
hakkında, ta atadan dededen ve hayatının ilk çağlarından beri, Allah sevgisi nuru ile
yetişmiştir diye zan beslerse, "Adem henüz su ile toprak arasında iken, ben Peygamber
idim" buyuran Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında beslesin.
Bayezid, hacca gittiği zamanlarda daima yalnız gitmek isterdi; uygunsuz bir kimse ile yol
arkadaşlığı yapmak istemezdi. Bir gün kendinden daha önce yola çıkmış olan bir yolcuya
rastladı. Ona bakınca yürüyüşü hoşuna gitti. Kendi kendine acaba bu adamla yoldaşlık
yapayım mı? diye düşündü; hiç olmazsa şu yalnız yürümek âdetini terk ederim". Çünkü çok
hoş bir arkadaşa benziyor. Şu iyi arkadaşla Hak rızası için dost olayım. Sonra görüyorum ki
öyle bir arkadaşın yoldaşlığı, yalnız başına yolculuk yapmaktan daha zevkli olacaktır, işte
böylece hangi tarafı seçeyim diye kendi kendine hayal kurarken, baktı ki o adam yüzünü
geri çevirdi. Önce, bak gör ki, ben seni arkadaşlığa kabul ediyor muyum? dedi ve başını
önüne eğdi. Gönlünden geçen gizli düşünceleri anlatan o şahıs acele ile oradan uzaklaştı.
Harzemşah'a dediler ki: Halk ekmek pahalılığından, kıtlıktan    feryat ediyor.
Niçin? dedi.
Bir okka arpa ekmeği iki akçeye satılıyor. Bu kadar para kimde var, dediler.
İki akçe nedir ki dedi.
İki akçe şu kadar para eder, dediler.
Şah cevap verdi: Vah vah bu ne cimriliktir, utanmıyorlar mı bunlar
Ona göre ucuzdu, ona göre bir açın karnını doyurmak için senin bütün mülkünü veririz
demek çok ağır gelecekti. O bundan korkuyordu, bir kere bütün karınları doyurursam bu
kadar mülkü nereden bulayım, uzun ömür gerek ki bunu bir daha elde edeyim, diyordu.
Şimdi din bahsinde de böyle olur. Bir sıfat, bir makam halka korku verir. Ama ona göre
kolaydır her şey. Onun yayını semalar bile çekemez. Nasıl ki Kuran'da "Biz emaneti yerlere
ve göklere gösterdik, onu yüklenmekten kaçındılar, insan yüklendi," (72/33) buyurulmuştur.
Bu ilâhî işarete göre, yerler ve gökler bile, bu emaneti taşımak bizim işimiz değildir, dediler.
Çünkü onların (M.293) gözleri başarı kazanmakta değildir. Bunlar deselerdi ki: Eğer yay
sert ise onu biz nasıl elimize alabiliriz. Bizim ardımızda biri vardır ki, bunu ancak o çekebilir,
işte o görüş ve Hakka dayanma kuvveti, ancak Hazreti Muhammed'e ve ona uyanlarda
olabilir.


Şimdi bu insan Muhammed'in veya İsa'nınsıfatını anlatıyor. Yahut büyüklerden birinin
vasıflarından bahsediyor, onların halinden, sırlarından söz açıyordu. Birine coşkunluk geldi,
keşke dedi onu göreydik. Öteki, ey ahmak! dedi. Onların vasıflarından bahseden bu zatı
niçin görmüyorsun? Belki de bu odur, ama yüzünü kapamıştır.
İbrahim Peygamber yüzünü öyle bir şeye çevirmişti ki, Hak yolu değildi. Ama bizim ilk
görüşümüz onu nasıl geçebilir? Her kimin sıfatı ilk defa gözümüze ilişse o bir şey
söylemese bile biz cefa yönünden kendi kendimize o neye yarar, deriz. Yüzünü rıza yönüne
çevirse, henüz rıza mertebesine erişmemiştir. Yüzünü Allaha çevirse henüz Allahın
halkasına ulaşamamıştır. Ama yüzü o tarafa çevirmekle, ulaşmak aynı şeydir. Halka karşı
yavaş yavaş yabancı ol! Çünkü Hakkın halk ile hiç bir yoldaşlığı ve ilgisi yoktur. Bilmem ki
onlardan ne elde edebilir? Bir kimseyi neden kurtarır veya neye yaklaştırabilirler? Nihayet
sen peygamberlerin yolunu tutmuşsun, onların ardından yürüyorsun. Peygamberler halk ile
pek az düşüp kalktılar, onlar Hak ile ilgilendiler. Gerçi görünüşte halk onların çevresinde
toplanmıştı.
Peygamber sözlerinin yorumlamaları, açıklamaları vardır. Olur ki, git derler ama, o git
işareti, gerçekte gitme manasındadır. Eğer biri bir din adamına alicik dese bu küfürdür, o
halde dervişcik diyenler hakkında ne söylersin! Bunlar, "Yoksulluğum benim kıvancımdır,"
sözündeki hikmetten bir koku almamış olanlardır. Yoksa nasıl olur da, fakircik. dervişcik
diye onları küçümserler. Ne küfürdür bu! Sonra cehennemin, "Geç ey mümin! şüphesiz
senin nurun benim ateşimi söndürecek," demesi ne kadar ibret vericidir.
Ebû Ali Sina yarım filozoftur. Tam filozof Eflatun'dur aşk davası eder insaf et ki makbul
olasın! Bu naklolunmuş sözlerdendir. Gerektir ki başbuğluğundan vaz gecesin!
(M.2 4) Çocukluğumda bir kitapta bir hikâye okumuştum. Şeyhin biri can çekişirken çok
ıstırap çekiyordu. Müridleri, ona inananlar çevresini kuşatmışlardı, istiyorlardı ki, şehadet
getirsin; Allahtan başka Allah yoktur desin. Şeyh yüzünü onlardan öte tarafa çeviriyor, onlar
o tarafa gittikleri zaman da bu tarafa dönüyor; çevresindekiler ısrar ettikçe, yalvardıkça
hayır diyordu, söylemiyorum. Müridler arasında feryat ve figanlar yükseliyor, ah diyorlardı,
asıl bu saatte şehadet getirmek lâzım, bu ne iştir başımıza gelen? Bu ne karanlık iş, halimiz
ne olacak? Allahya yalvararak ağlaştılar. Şeyh kendine geldi ve sordu: Ne oldu size, bu ne
hal? Müridler meseleyi anlattılar. Şeyh, benim bundan haberim yok, dedi. Ama yanıma
şeytan gelmişti. Elinde bir bardak buzlu su olduğu halde etrafımda dolaşıyordu ve
soruyordu: Susuz musun? Evet, dedim. O haldeAllahya ortak koş ki şu suyu sana vereyim,
dedi. Ben de ondan yüz çevirdim. O bu tarafa geldi yine aynı şeyi söylüyordu, yüzümü yine
ondan çevirdim.
Şiir:
Gündüzleri senin yüzünden gözlerimden inciler saçılır.
Geceleri sabaha kadar gözlerim semalarda dolaşır.
Kanımı dökersin diye beklemiyorum belki,
Döner misin diye o umutla bekliyorum.
Bu da doğrudur, ama Allah kullarının, has kulların vakitleri geldiği zaman şeytan onların
etrafında dolaşmaya nasıl cesaret edebilir? Melek bile onların çevresinde hesap ile dolaşır.
Nasıl ki, Hazreti Ömer, (Allah ondan razı olsun) şeytanın bir gözüne vurarak kör etti derler.
Bu açıktan görünmez ama buradaki mana başkadır. Onların bildikleri bir sır vardır. Gerçi


şeytan cismi olan bir varlık değildir. Nasıl ki hadiste, "Şeytan, Ademoğullarının kan
damarları içinde dolaşır," buyurulmuştur.
Bir gün şeytan, Hazreti Ömer'e geldi. Ya Ömer! dedi, gel de sana garip bir şey göstereyim.
Onu mescide götürdü. Ya Ömer! Şu kapının yarığından bak dedi. Ömer baktı, ne gördün?
dedi; bir kişi namaz kılıyor, öteki mesci din köşesinde uyuyor. Ayağını çekti ve dedi ki: Ya
Ömer, seni Hazreti Muhammed'e uymakla (M.29) aziz kılan ve seni benden kurtaran Ulu
Allah hakkı için, eğer ondan korkmasam, onu düşünmesemşu namaz kılan adama öyle bir is
yaparım ki, onu aç köpek un dağarcığına yapmaz!
Bu şeytanı hiç bir şey yakmaz, ancak Allah erlerinin ark ateşi yakar. Niceleri birçok
riyazatlar yaparlar, onu bağlayamazlar: belki daha kuvvetli olur. Çünkü o şehvet ateşinden
yaratılmıştır. Ateşe nur yaraşmaz. Nasıl ki cehennem, Nurun ateşimi söndürdü," diye feryat
eder. Der ki: Ben bir sivrisineğin bile benim yüzümden ezilmesini ve incinmesini istemem.
Halbuki o hem Allahyı, hem de onun kullarını incitir.
Henüz bizim konuşmaya gücümüz yetmiyor, keşke dinlemeyi bilseydik. Tam olarak
söylemek, tam dinlemek gerektir. Gönüllerde sevgi var, dillerde sevgi var, kulaklarda sevgi
var. Az bir ışık varsa şükredince artar. Şükretmek hal dili ile olursa, "Allahm bize eşyayı
olduğu gibi göster" der. Ve cevap gelir: "Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım, nankörlük
ederseniz azabım şiddetlidir." (K. 3/7)
Ben gelmiştim, sana karşı beslediğim son derece sevgim dolayısıyle başka bir vakit gizlice
şeyhin yanına varalım diyecektim. Sen de şu şiiri söylüyordun:
Başkaları ile içki derneğine, bağ sefasına gitsem bile
Hiç kimsenin sevgisini gönlümde saklayamam.
Evet güneşten ayrı düşen insan, Güneş yerine karşısında mum yakar.
Kendi kendime dedim ki: O gecedir, Güneş battı diyor. Ben görüyorum ki, Güneş batmadı,
Güneş yerinde duruyor. Biri ötekine sordu: Falan kişi olgun bir adam mıdır? Babası çok
faziletli, olgun bir adamdı, dedi. Ama ben babasını sormuyorum, kendisini soruyorum. Adam
tekrar şu cevabı verdi: Babası çok olgun adamdı, işitmiyor musun, ne söylüyorum? deyince,
sen işitmiyorsun. Ben senin sözünü işittim, işitmeseydim ne sorduğunu bilmezdim, dedi.


Rubai: (M. 296)
Gel! Tekrar gel ki, olduğundan daha ileri gidesin!
Bu güne kadar olmadınsa şimdi olasın!
Savaş zamanında bir can ve cihan değerdin.
Barış zamanında bak ki nasıl oluyorsun?
Vaizin önünde öğüt vermek hanendenin karşısında şarkı söylemek olmaz. Meğerki büyük
üstat olmalı. Ona, bu perde gariptir, ama sana açılmamıştır, dense, dinler. Yüzünü bize
çevirirsen gönül açıklığı seni bekliyor! Açılan her perdeden, beliren ışıklar sizin tarafınızdan
gelir. Her ne zorluk görürsen kendi noksanından bilmeli, bu zorluk bendendir demelisin!
Allah, kulu ile, onun değeri nispetinde ilgilenir. Kul ne yaparsa Allah da öyle yapar; bununla
beraber bütün güzel şeyler ve bütün hoşa gidecek şeyler hazırdır.
Biri, dünya sevgisinden bahsediyordu; halbuki kendisi de aynı sevgide idi. Nihayet dünya
sevgisi, dünyanın içindedir. Eğer bu çocuğu bana verirlerse onu öyle yetiştiririm ki, ne onu
istesin, ne de bunu. Görenler, bu melektir, bu insan oğlu değildir desinler. O benden badem
istese, yüzüne bir tokat vururum: Aç isen işte ekmek, yoksa saçmalama derim. Kedi bir
yere pisleyince nasıl pisliği ona gösterir sonra yüzüne sürerlerse ben de öyle yaparım.
İnsanın gıdası ekmektir. Zaman zaman çorba ile et de olur. Üst tarafı oyuncaktır. Küçük
yaşta iken seni düşkünlüğünden kurtarayım ki, büyüdüğün zaman oyunun ne olduğunu
anlayasın. Onu böylece kısa bir zaman içinde yetiştirirsem, çok acayip bir insan olur.
Ölünceye kadar hasta olmaz. Emirsiz ağzına bir lokma komaz, parmakla ağzından
çıkarırlar. Çünkü böyle olmazsa büyüdüğü zaman kendi bildiğine göre hareket eder, öğüt
kâr etmez. Meğer ki onu öldüresin veya ölünceye kadar dayak atasın. İşte şu sert
tavsiyeden maksadım ancak nefsin terbiyesidir. O başını nereden kaldırırsa kaldırsın, artık
öfke yönünden bir şey yapamaz.
(M. 297) Adamın biri toprağı kazıyordu, başka biri geldi, bu sağlam toprağı niçin harap
ediyorsun diye çıkıştı. O yapmakla yıkmak ne demek olduğunu bilmiyordu. Toprağı harap
etmesen, yüzünü gözünü yırtmazsan o zaman harap olur. O yırtıp kazmak toprak için
bayındırlıktır. Yoksa ekin bitmez. Yolcu, derisinin açık mesamelerinden ter çıkıncaya kadar
üzüm yer. Başka bir şey yerse onu zorlukla yakar. Onun terle dışarı çıkması zor olur. Tıp
budur. Hikmet ve bilgi sahibi Yüce Allahnın katından imdat olmasaydı velilerin işi nasıl
olurdu? işleri belki kırk bin yılda düzelmezdi. Yirmi misli daha ömür sürseler bile yine
yetmezdi.
Başka peygamberlerin bin senede elde edemediklerini Hazreti Muhammed (S.A.) en kısa bir
süre içinde elde etti. Hikmet ve bilgi sahibi Allah katından ona kudret verildi.
Dışarı çıkalım, şu bıyıkları kestirelim. Savaşa gitmeyeceğiz ki, kâfirler bıyıklarımızdan
korksunlar. Ama içimizdeki kâfirlerin her birinde bu kıllar sayısınca birer mızrak çeksen yine
korkmazlar, fakat benimki öyle değil. Benim nefsimin işi çoktan beri sona ermiştir.
Biri benden sordu. "Halkın en kötüsü, tek başına yiyendir," sözündeki sırrın mânası nedir?
Bu mânayı halka anlatmak çok güçtür dedim. Kur'an'da sözü geçen secde edenler acaba
hangileridir? Önce gelmiş geçmiş peygamberler değildir. Bunlar, Yüce Peygamberimizin
yoldaşları ve onlara uyanlar da değil. Hattâ dört yüz kırk veli de değil.
İçimde bir müjde var, pek acayibime geliyorîBu kimseler ki o müjdeyi almadan sevinç
içindedirler, her birinin başına altın taç giydirseler bile gerektir ki razı olmasınlar. Biz bunu ne


yapacağız? desinler. Bize o iç aydınlığı, gönül sefası gerektir. Keşke her neyimiz varsa
hepsini alsalardı da ancak hakikatte bizim olanı bize verselerdi, desinler.
Çocukluğumda bana, hep tasalısın? diyorlardı. Sana elbise mi lâzım, yoksa paran mı yok?
Keşke dedim üstümdeki elbisemi de alsalar. (M. 298) Sofunun biri şöyle demişti: Karnımı üç
bölmeye böldüm. Üçte ikisini ekmek, üçte birini nefes için ayırdım. Başka bir sofu da ben
midemi ikiye böldüm, yarısı ekmek, yarısı da su için, nefes lâtif ve hafif şeydir, demiş. Bir
üçüncüsü de şöyle demiş: Ben karnımı ekmekle doldurayım da, su lâtiftir üstünde kalır.
Nefes de ister bunun üstünde kalsın ister kalmasın.
Şimdi bunlar birer sır söylüyorlar. Biz ise içimizi sevgi ile dolduralım da başka bir şeyimiz
olmasın, diyoruz. Vahy, latif bir şeydir. O kendi yerini kendi yapar eğer ona can lazımsa
gelir, dilerse gider. Acaba bunlar bu Allah sevgisi yolunda neler neler biliyorlar? Allah ki,
semaları yarattı, yeri yarattı, bu âlemi meydana çıkardı. Onun sevgisini, onunla konuşuyor
ve onu dinliyormuş gibi, kolay zannediyorlar. Bu tutmaç suyu mudur ki getiresin de içesin ve
bitiresin.
Eyyub Peygamber (Allah'nın selât ve selâmı ona olsun) bedenini kemiren kurtlara o cihetten
sabrediyordu ki, o sayede devlete erişti. Derler ki, iki yüz bin kurt ve böcek onu ısırıyordu.
Ben saymadığım için bunların sayılarını bilmem. Sanki saymışlar da ona göre söylüyorlar!
Kurtlardan biri yere düştü mü onu alır, tekrar yarasının üzerine koyarmış. Güneş ışığında
vücudunun bir tarafından bakılınca öteki tarafı görünürmüş.
Calinos hekim bu âlemi bilir ve tanırdı ama öteki âlemden haberi olmadığı için söz açmazdı.
Eğer ölmezsem, derdi, beni bir katırın karnına koysunlar ki onun arkasından şu cihanı
seyredeyim. Ama ölmek bana daha hoş gelir. Nasıl ki, haydudun biri oğlunu pek üzüntülü
buldu; oğlana üzüntüsünün sebebini sordu, şu cevabı aldı: Bir delikanlıyı öldürdüm; belinde
bir kemer gördüm içi altın doludur sandım. Meğerse bir tanecik pul varmış. Babası yerinden
sıçrar, kuvvetli üç tokat vurur. Onu öldürmek ister. Ey kancık evlât! der. O kendisi ölmek
isteseydi onu biraltına bile öldürmezdim!
Gemiciler de, geminin yükü ağır olunca, bakarlar ki, kaba saba bir adam var, omuz vurarak
denize atarlar. Bu ne? diye aşağıdan bir ses gelince hiç derler suya bir parça şarap düştü.
Bildiğiniz bütün bu şeyleri söylemeyin. İsa' nın sıfatını söyleyin. Hazreti Muhammed'in (S.A.)
sıfatını söyleyin. Siz hep bildiklerinizi söylüyorsunuz. (M. 299) Kul gerektir ki Allah'yı görsün,
görsün ki nasıl olur, ne türlü aşk oyunları oynar. Sanki göklerin ve yerin Allahsı ile sevişir,
onu görür. Şu halde biz ne iş yapalım? İhlas (bağlık) perdesi arkasından bir ışık sıçradı,
duvarda yansılandı.
Gönüle vuran ışık başkadır, duvara vuran ışık daha başka. Hakkın nefesi beliriyor; elbette
secdeye kapanır. Bıçak öylesine keskinlik gösterir ki, Hint kılıncı bile ona yetişemez,
Hümameddin daima insanlar nazarında hoş görünür. Yüzünden saçılan o niyaz ve ihlâs ışığı
beni doyurmuyordu. Ona bakarken birçok engel araya giriyordu. Anladım ki, o ötekilerin
tarafındandır, onun tarafından değil. Nihayet o engeller aradan kalktı. Aradan epeyce bir
zaman geçti. İşte insan böyle bir zamanda ondan ayrılıp gitmenin neler kaybına sebep
olacağını bilemez. "Allah onlara azap vermedi, sen de onlarla birliktesin" hikmeti gereğince
bu kadar azap ve ayrılık içinde olunca Allah nasıl seninle birlikte olur?
Meğerse surette seninle nifak halinde olsun. Yoksa bu gönül karanlığı azapların en beteridir.
İsfahan'da ekmeği demir çivilerle satarlar. Akıllı olan satıcılar, ekmeği ye, çiviyi pabucuna


vur, derler. Zır deliler de, çiviyi alnına çakmalı, ekmeği de tabutla beraber satmalı, derler.
Tabutu ne yapayım? diyenlere de bir gün ölecek değil misin, lâzım olur, derler. Aşırı
konuşurlar, çünkü orada ekmek pahalıdır.
Ulu Allah, "Bizim yolumuzda savaşanlara elbette yollarımızı gösteririz" (K. 29/69)
buyurmuştur. Bu âyeti ister başından sonuna kadar oku, istersen sonundan başına doğru.
Nasıl okursan oku. Yani yollarımızı kendilerine göstermiş olduğumuz müminler, bizim
yolumuzda savaşanlardır, şeklinde de okuyabilirsin; netice aynıdır. Maksat Allah yolunda
savaştır. Yoksa bu yolda savaşanlar, gerektir ki bizim kılavuzluğumuz olmadan yürüsünler.
O zaman bizim onlara yol göstermemiz nasıl olur? Derler ki; Peygamberin dilinden
söylenmemiş doğruca Allah yönünden söylenmiş olan, "Bizim yolumuzda savaşanlar,"
denilmesinden maksat bedenimizin görünürdeki savaşı ve hizmetidir. Onlara yollarımızı
gösteririz buyurulmasmdan kasıt da ruhlarımızın veya gerçek inancımızın yollarıdır. Biri
sırasız oruç tutar; Pazar, Perşembe ve karışık günlerde aç durur. Nefsin
sırtına bin ki, oruç tutuyorum diyebilesin. Nefsine şiddetli davran ki, onu günün birinde
Müslüman edesin! Peygamber, "Halk ile onların akılları (M. 300) derecesine göre
konuşunuz,"buyurmuştur. Sizin aklınız derecesine göre dememiştir.
Biri sordu: Peygamberlik nedir? Peygamberliğin iç yüzü nedir? Peygamberlik kapısı nasıl
kapandı? Yoksa insan oğulları mı kalmadı? Bir başkası ibahat yani her şeyi serbest ve
mubah saymak ne oluyor? dedi. işte "Halk ile akılları derecesinde konuşun" diye
buyurulmasının yeri burasıdır. Şeyh Muhammed'in sohbeti sırasında, falan hata etti, falan
yanıldı gibi sözler çok geçerdi. Bir aralık onun da hata ettiğini gördüm. Zaman zaman bunu
kendisine anlatırdım. Başını önüne eğer ve derdi ki: Oğlum sen kuvvetle dağı
kamçılıyorsun, dağı. Benim bunda hiç bir maksatım, dileğim yok. Ama her defasında bunlar
gibi yüz bin söz tekrarlanır dururdu. Bazan öyle bir hal içinde bulunurdu ki, onu hikâye ettiği
vakit ben o makamda nasıl durabildiğini kendisine anlatırdım. Meselâ bir gün şu bahse
dalmıştık, diyorduk ki: Peygamber sözü olan hadisin, Kuran'da bir benzeri olursa işte o
hadis gerçek hadis sayılır. O bir hadis anlatıyor ve soruyordu: Bunun benzeri Kuran'ın
neresindedir? O sırada ben kendisine garip bir hal geldiğini görüyordum. Onu, içinde
bulunduğu o ayrılık âleminden cem âlemine yani birlik makamına getirmek istiyordum.
Sorularını uygun sözlerle oyalıyordum. Buyurmuş olduğunuz bu hadis, gerçek hadis midir,
değil midir, bunda ihtilâf vardır diyordum. Bilginler tek bir insan gibidir", anlamına gelen
hadise benzeyen âyetlerin Kuran'ın neresinde olduğunu sorduğum zaman derhal cevap verir,
"Şüphesiz müminler kardeştirler," (K. 30/10) ve ayrıca "Sizi ancak tek bir nefisten yarattık"
(Lokman sûresi, 27) anlamındaki ayetlerden örnekler söyler, sonra yine kendi âlemine
dalardı. Bilirdi ki, benim maksadım soru sormak değildi. Benim maksadım neydi? Bana, ey
oğul! derdi, kamçıyı kuvvetli vuruyorsun. Daima oğul! diye hitap ederdi ve gülerdi. Yani
burada oğul hitabının ne yeri var demek isterdi.
Hazreti Peygambere daima, iman nedir diye sorarlardı. O da soranın haline göre cevaplar
verirdi ki ona lâyık bir cevap olsun. (M. 301) Bir defasında "Müslüman, elinden ve dilinden,
Müslümanların güvende olduğu kimsedir" buyururlar. Diğer bir defasında, "Namazını kılan,
zekâtını veren kimsedir", cevabını verirlerdi. Bizde bir çare bulalım çaresiz değiliz.
Alemin çaresini biz bulalım. Bir Elifin ne olduğunu bilsen bütün Kuran'ı biliyorsun demektir.
"Gökleri elimizle kurduk," âyetini ele alalım. Bu Kâdim'dir, başlangıcı yoktur denilmez. Her


şey onun katında mahvolur, tekrar yaratılır; ta ki Allahlığına açık şahit olsun. "Güneşi
gördüğün zaman onu şahit kıl" ve yine Kuran'da "Biz seni görücü müjdeci ve korkutucu
olarak gönderdik." (K. 33/44) buyrulmuştur.
Bütün bu inancımla, bağlılığımla beraber, Kadı Şemseddin'e dedim ki, "Gideyim bir iş
tutayım. Mademki bana ders vermiyorsun, başka yere varayım. Ben bir şey düşündüm,
dedi. Sordum, nedir? Bir iş yapmayayım mı? iş yapmak bilir misin? dedi ve ilâve etti: Bu
kadar dalgınlık ve bu derece incelikle, benim işim, mollalarım nazarında hayretle karşılanır.
Hele şu adama bakın, şu makam ve saltanat içinde nasıl çalışıyor? derler. Kendi kendime,
ah! dedim bana iş hususunda cömertlik gösteriyorsun. Ama ziyana sokuyorsun! Sabah ona
yakın gelmişti geri döndü; ama bütün külhancıların bahsettiği sabah değil. Bütün sırlardan
ancak bir Eliften başka bir şey açıklanmadı. Başkaca her ne söyledilerse o Elifin
açıklanması konusunda söylediler. O Elif de hâlâ anlaşılamadı.
Şiir:
Ey düğümler çözme sevdasında olan ölü!
Kavuşma sırasında doğmamış, ayrılıkta ölmüş zavallı
Ey deniz kıyısında susuz uyuyan gafil;
Ey hazinenin başında dilencilikten ölen miskin!
Biliyorum ki fenadır, ama engel olmaya gücüm yetmiyor. Bu nasıl sözdür? Biliyorum ki, bu
deniz boğucudur kendimi içine mi atayım? Yahut bu ateş yakıcıdır, yahut bu yüz arşın
derinliğinde bir kuyudur, yahut bu bir yılan yuvasıdır, bu öldürücü zehirdir, ya da bu tehlikeli
çöldür! Bildiğim halde nasıl giderim? Biliyorsan gitme; bilmiyorsan bu nasıl bilgi olur? Buna
nasıl akıl veya bilgi denilebilir? Bu kadar öğütleri, sözleri.hep sana söyledim.
Bunları eğer şehirde bir topluluğa söyleseydim bana yüz binlerce saygı gösterir, (M. 302)
büyük bir halk kümesi bana mürid olurlardı. Bir zümre de birbirinin saçlarını yolarak kavga
çıkarırlardı; tatlı canlarını, sevgili mallarını bağışlarlardı. Halbuki
sende hiç bir iz bırakmadı, sanki taş veya ondan daha katı dedikleri gibi, kalbin
yumuşamadı.  Bir yumuşak huyluluktan bahsederler ki, o gerçekte yumuşaklık değildir.
Ancak o bir eşeklik sayılır. Yoksa öğüt, insanda iz bırakır.
Hazreti Muhammed'le (S.A.) ilgilenmekte, senin huyundan başka bir huy ile yaşamıyorum,
kardeşlik ve yoldaşlık yönünde hareket ediyorum. Çünkü onun üstünde biri daha var; sonu
olmayan yüce Allah.
Zaman olur ki, onun yüceliklerini anarım. Bu saygı ve ululama yönündendir, yoksa bir dilek
için değildir. "O, Haktır" sözü Hallacın "Ben Hakkım" sözünden çok daha yüksek bir
deyimdir. Eğer dostluğumuzun ayağı havada olduğu o günden beri bu bilinmiyordu ise,
bunun delili senin gevelenmiş sözler söylemendir. Eğer fena söyledinse ben razıyım. Bana
fena söylediğini isbat etmiş olman, benim için hayrın tam kendisidir. Allah'ın sırlarından bir
sır olan kullar, Allah için ne söyleyebilirler? Her ne söyleseler çirkin düşer. Allah konuşmaz
fakat kendi kudreti ile bütün varlıkları konuşturur. Camsız varlıkları bile söyletir. Eğer
sırasında konuşursa, sözsüz ve sessiz konuşur, diyen olursa, ben de derim ki; Başka bir
Allah gerektir ki onu dile getirsin. Halbuki ulu Allah, her şeyi dile getiren ve kendisi hiç
konuşmayan o yüce kudret sahibidir.
"Allah ahlâkı ile ahlâklanın," yani ilâhi ahlâk ile vasıflanın buyurmuştur. Allah ahlâkı ise hem
lütuf, hem de kahir'dir. Tek bir çeşnisi yoktur. Nasıl ki müminler vasfında, "Kâfirlere karşı


şiddetli, kendi aralarında merhametli," (Fetih sûresi, 29) buyurulmuştur.
Şeyhin biri Bağdat'ta çileye çekilmişti. Bayram gecesi geldi, çileden bir ses işitti. Başka bir
âlemden gelen bu ses, sana İsa nefesi verdik, dışarı çık, kendini halka göster, diyordu.
Şeyh bir zaman düşünceye daldı. Bu sesten maksat ne idi? Bir imtihan mı? Ne istediğimi
sınamak için mi? ikinci defa daha heybetli bir ses çınladı: Vesveseden vazgeç! dedi, dışarı
çık, halk arasına karış ki sana İsa nefesi verdik! Şeyh, biraz murakabeye varmak istedi,
maksadın ne olduğunu anlamak için düşünceye daldı. Fakat üçüncü defa daha sert ve
keskin bir ses: Çabuk dışarı çık, durmadan yerinden fırla! diye gürledi. Şeyh dışarı fırladı.
Bayram günü idi. Bağdad'ın kalabalığına karışarak yürümeye başladı. (M. 303) Kuş
şeklinde şeker helvası satan bir tatlıcıya rastladı. Kuş şekeri diye bağırıyordu. Şu helvacıyı
bir sınayayım dedi. Ona seslendi. Bunu seyreden halk acaba Şeyh ne yapacak diye
hayretle bakmıyordu. Çünkü Şeyh helvadan uzakta idi. Kuş şeklinde yapılmış olan helvayı
tabaktan aldı elinin içine koydu, ona üfledi. Kuran'da buyurulduğu gibi, "Size çamurdan kuş
şeklinde bir mahlûk yaratayım,"(K. 3/43) âyeti gereğince kuşta bir kımıldanma oldu, derhal
eti, derisi ve kanadı belirdi ve uçtu. Halk hep birden toplanmış o kuşlardan birkaç tanesinin
uçtuğunu seyretmişlerdi. Şeyh halkın bu kalabalığından, karşısında secde edenlerin,
hayranların gösterdiği saygı ve sevgiden sıkılmıştı. Kırlara doğru yollandı. Fakat halk
peşine takılmıştı, her ne kadar gelmeyin bizim işimiz halvet yaşamaktır dediyse de, yine
arkasından ayrılmadılar. Kırda uzun müddet yürüdü. Yarabbî, diyordu bu ne keramet idi ki,
beni hapsetti, aciz bıraktı? O sırada bir ilham geldi, onlara karşı bir hareket göster ki, geri
dönsünler, diye düşündü. Şeyh karnından bir yel çıkardı, halk birbirine bakıştılar. Hep
birden onu inkâr anlamında, başlarını sallayarak uzaklaştılar. Tek bir kişi kalmıştı, o
gitmiyordu. Şeyh ona niçin öteki arkadaşları ile birlikte dönmediğini sormak istedi. Onun
niyazındaki parlaklık ve inancındaki aydınlıktan Şeyhe utanç geldi. Belki Şeyhi bir heybet
kapladı. Bütün bu hale rağmen sebebini sordu. Adam şu cevabı verdi: Ben önce o yel ile
gelmedim ki, yine aynı yel ile gideyim. O yel, bu yelden daha iyidir bana göre. Çünkü bu yel
ile mübarek zatınız rahata kavuştu. Halbuki o yelden zahmet ve ıstırap duydunuz.
Ne dostlar vardır ki, bir söz ile dostlarını ıstıraptan kurtarırlar. Dostun mazeretini kötü
hayale kapılanlara anlatarak hem dostlarını rahata kavuştururlar, hem de kendileri rahat
ederler, Bir başkası da bir iki lâkırdıyı esirger, dostu sözü ile boğmak ister. Nihayet bu
sözün geçmiyor mu? Bak ki bu söz mü, daha olgun bir sözdür, yoksa öteki mi? Bu mu daha
tamam sözdür? Yoksa öteki mi? Eğer bu söz daha olgun ve daha tamam ise, öbürü bir şey
değildir. Bu sözün karşısında yapılacak iş ancak onu dışarı atmak ve bununla kendini
doldurmaktır. (M. 304) Devlet de bundadır. Kendi sözünü hep ileri sürme ki, daha olgun olan
sözleri uzaklaştırmasın! O eksik sözü anmak bu olgun sözün anılmasına engel olur. Bundan
yani iyi sözden dem vur; ondan, kötü sözden dem vurma! Sizin nişanınızı söyleyen ve size
ulaştırılan sözlerden bahsetmemen. Ey hoca! Şunu da söylemiştim ki, O bütün ululuğu ile
bizim nüktemizi dinlemekte ve işitmektedir. Size yaraşan şimdi susmaktır, dedim. Olaki
tekrar bir yol bulabilirsiniz. O yol tozlarla doludur, dedi. Başka biri de, o tozdan geçer ama
henüz eğri konuşmaktan vaz geçmemiş; o konuda henüz dem vurmaktan geri kalmamıştır.
Dedim ki; şimdi bizim mazeretimiz var. Vaaz etme sırası geldiği vakit bize haber verin, içimizi
temiz tutalım.
Tekrar söze başladı: Alaeddin Honcî falan şeyhden şöyle nakletti ve dedi ki: Bizim Hak


yolunu aradığımız sıralarda idi, bir dervişin hizmetini görüyordum. O söyledikçe ben de
dudağımı kımıldatıyordum. Dedim ki, öyle bir vakit olur ki o derviş
yükselir, bilgide, görenekte olgunlaşır. Ama ona sormalıdır ki, ben konuştuğum zaman o
konuşmaz mı? O zaman ben mahrum olurum. Diyelim ki olgunlaşmamış olsun niye
susturayım? işitmiştim ki, konuşmak can yıkmak, dinlemek can beslemektir, dedi ve söze
tekrar başladı: Kendi kendime dedim ki, yüz gün içinde iyi hale getirdiğimiz, düzelttiğimiz
şeyleri o bir lâhzada alt üst ediyor, ilâve ettim: Bizim öyle bir yularımız vardır ki, onu
çekmeye hiç kimsenin kudret ve cesareti yoktur. Ancak Allah Resulü olan Hazret!
Muhammed çeker. O da hesap ve ölçü ile hareket eder. Dervişlik gururu başıma vurup da
sertleştiğim zaman ipimi asla çekmez. Nasıl ki sofi elbisesini yırttı denildiği vakit, meclisten
biri sormuş: Allah kitabında elbise yırtmak var mıdır? Sofî şu cevabı vermiş: Allah kitabında
ayaklara ve boyuna mesh etmek var mıdır? Büyükler hep cebir tarafına giderler, ama bu
ariflerin yolu başka yoldur. Cebir inancası dışında bir hoş nükte vardır. Allah sana
kaderiyeci demiştir, sen kendine niçin cebriyeci diyorsun?
Allah, sana kudret sahibi diyor; sana kaderiyeci diyor. Çünkü emir ve nehy'in gereği, vaadin
ve korkutmanın icabı, Peygamber göndermek, bütün bunlar kaderiyecilik inan casını
destekleyen şeylerdir.
(M. 305) Cebir hakkında birkaç âyet vardır ama azdır. O kul yönünden gelir, kul da pek
çabuk hak tarafına gitmektedir.
Şu âyetteki mâna nedir? Allah arş üstüne yükseldi" (Tâhâ süresi 5).
Bir padişahın üç oğlu vardı, çocuklar önemli bir iş için sefere çıkacaklardı. Babaları onlara
birkaç gün, belki de üst üste on kere vasiyette bulundu: Yol üzerinde falan kale vardır.
Şöyle bir kaledir. Oraya varınca Allah Allah diyerek geçin, asla o kaleye girmeyin! Padişah
bu öğüdü vermeseydi, oğullarında, belki de o kale tarafına bakmak için hiç bir merak ve
heyecan uyanmayacak, geçip gideceklerdi. Fakat bu ısrarlı tavsiyelerden onlarda gizli bir
merak ve heyecan uyandı. Acaba bu kalede ne var da babamız bizi bu kadar ısrarla oraya
girmekten menediyor. "Kişi yasak edilen şeye düşkündür" derler.
Kaleye geldikleri vakit hikâye malûmdur: Bir duvar gördüler üzerinde padişahın kızının resmi
vardı. Görür görmez âşık oldular. Gidip babasından kızı istediler. Padişah emir verdi:
Bunları götürün, içi kesik başlarla dolu olan hendeği gösterin. Büyük şehzade, ben gideyim
oradan nişan getireyim diye iddia etti ama aciz kaldı, onu da öldürdüler. Ortanca da böylece
kurban gitti. Sıra küçük kardeşe gelmişti. O da aynı sevdada idi. kızın babası, eğer
başkalarından ibret almadınsa, kendi kardeşlerinin akıbetinden de mi ibret almadın? dedi.
Oğlan şu cevabı verdi:
Şiir:
Aşkta sabır yeterli değil,
Sabır feryada yetişmiyor.
Sabırlı olmak hoş bir erginliktir ama
Gönül hiç kimsenin fermanı altına girmiyor.
Şart koştu, kızı istemekte ısrar etti kızın dadısı, oğlanın bu içten sevgisini anlayınca gönlü
yumuşadı ona kılavuzluk ederek altından bir öküz heykeli yaptırmasını, içine girerek
saklanmasını söyledi. Bu öküz, hile ile kızın bulunduğu köşke götürüldü. Geceleri halk
uykuya vardıktan sonra yeni sevgililerin aşk ışıkları ile dağılan gece uykuları yerine aşk


lezzeti faslı başlıyordu. Şehzade gece öküz heykelinden dışarı çıkıyor, mumlar yanıyor,
şaraplar dolanıyor; kızın kıvırcık saçları (M. 306) sevgi şarabı ile ıslanıyordu. Gündüz
olunca bazı nişanlar görüyorlardı, ama ortada hiç kimse yoktu.
Oğlan bu vuslatın bir nişanı olarak, kızın bir bileziğini aldı. Babasına kızından nişan getirdim
diye gösterecekti. Halk onda hiç bir nişan ve alâmet görmeden de gerçek ve samimî
sevgisine vurulmuş, ona içten bağlanmıştı. Aralarında eğer padişah ona kastedecek olursa,
engel olalım, biz de padişaha kastedelim dediler. Çünkü çok sevimli bir gençti. İşi haber
alan şehzade buna lüzum yok, dedi. Ben doğrudan doğruya nişanı gösterirsem, zaten
Padişah ölür, siz de ayağından tutar dışarı atarsınız.
Padişahın yanına girince, nerede nişan? dedi. Şehzade cevap verdi: Getirdim, getirdim
ama, sen, vezir ve ben, her üçümüz halvete çekilelim; sana öyle bir nişan göstereyim ki,
aklın başından gitsin. Bunda hiç bir şüphe, zan ve yanlış bir düşünce kalmasın, sana
tamamiyle yakın hasıl olsun.
Halvete çekildiler. Şehzade kızdan aldığı baş örtüsü, yüzük ve başka armağanları ortaya
attı ve onlara gösterdi. (Bu hikâye Mesnevi'nin altıncı cildinde sonu gelmemiş olan Kale ve
Üç Şehzade hikâyesinin aslıdır. Mevlâna'nın son günlerinde mizacına arız olan hastalıklar
yüzünden kendi deyimince "Söz devesi bir daha kalkmamak üzere çökmüş, artık hikâye de
bu yüzden eksik kalmıştır. Şems'in kısa bir özetini verdiği hikâye bu suretle tamamlanmıştır.
(Ç))
Şiir:
Gam, senin lütfün ile sevinç içinde kalır,
Ömür, senin iltifatınla sonsuzluğu kazanır.
Aşk, her ne kadar zamanın belâsı ise de hoştur.
Bu şarap baş ağnlarıyle doludur, ama yine de hoştur.
Aşk ile uğraşmak çok çetin bir iştir ama,
Senin gibi bir sevgili   ile gönül alışverişi   pek tatlıdır.
Bir şeyh gördüm etrafına şaşkın ve dalgın bakmıyordu. Beni ve başkalarını hayretle
süzüyordu. Başını önüne eğdi, biraz sonra arka arkaya secde ediyor daha sonra yerlerde
yuvarlanıyor, pabucunu başına vuruyordu. Ona dedim ki; Temaşa ancak Ayı tamam
görenlere yaraşır. Ondan bir parçayı görmek gerçi sana hayret verdi ama tamamını
görmenin zevki derecesinde olamaz. Sağ kaldığın müddetçe ecel münadisi gelmeden önce
çalış, işitiyor musun bu münadi ne söylüyor? Minarenin başından şöyle sesleniyor: Birini
şehirden dışarı atıyorlar, çabuk dışarı atın, (M. 307) eğer atmazsanız şehir halkı bütün
evlerini bırakıp kaçacaklar.
Musa Peygamber, (Allahnın selâmı üzerine olsun) o yüce mertebesi ile Hızır
Peygamberden, onun yoldaşlığından kendi peygamberlik sıfatını olgunlaştırmak için yardım
diliyordu. Tâki bununla başka bir güzellik daha elde etsin. Tövbeler ediyordu. Gerektir ki,
derviş bütün ömrü boyunca bir kerre tövbe etsin ve ettiğine pişman olsun da niçin şu hatalı
iş benim yioluma rastladı diye üzülsün. Gerektirir ki, içimizdeki hesap soran kuvvet dışarı
çıksın. Bana perde olacak bir şeyin karşıma çıkmaması için kendimi nasıl koruyayım? Haydi
o kuruntuyu içimden atayım, ama daha fazlası gelir, beni uğraştırır. Kendimi savunmaya,
kendi işimle uğraşmaya imkân bulamam.
Kedi benden eti kaptıktan sonra hep onu yakalamakla uğraşır, o saatte et yemekten vaz


geçerim. Ne mutlu Farsça Kuran ve kutlu konuşan, temiz ilâhi ilham! Bir aralık bir
mahalleden geçiyordum bir çalgı sesi işittim. Biri derviş diyordu, öteki sema diye İsrar
ediyordu, iş pek nazik bir duruma girmişti. Saz başlamıştı. Ansızın ağzımdan şu sözler
fırladı: Ne gör ne işit. O anda öyle yaptım, onlardan bir tarafa çekildim. Bu tuhaf bir iştir,
başkalarının yanında keramet ve mucizedir.
Önce fakihlerle düşüp kalkmaz, hep dervişlerle otururdum. Din bilgini geçinenler dervişliğe
yabancıdırlar derdim. Ama dervişliğin ne olduğunu anladıktan sonra onların nerelerde
oturduğunu gördükten sonra şimdi dervişliğe meylim kalmadı. Fakihleri bu dervişlerden daha
üstün tutuyordum. Çünkü fakihler bir kerre zahmet ve meşakkat çekmişlerdir. Bunlar ise ben
dervişim diye yan çizerler. Nihayet dervişlik nerede?
Bütün ulu Peygamberler, dervişlik aşkı ile yanıp yakılmışlardır. Mtisâ Peygamberde,
"Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl," diye feryat etmiştir.
Muhammed ümmeti olanlara göre, her kıssanın, fıkra veya hikâyenin bir özü ve nüktesi
vardır. Hikâye ve fıkra da bu nükte için anlatılır; yoksa büyükler can sıkıntılarını gidermek
için hikâye yolu ile konuşmuş değildir ki maksatlarını o hikâyede belirtsinler. Bununla
beraber, "Susan selamete erdi" derler. Büyükler yanında da susmak yaraşır.
Beyit: (M. 308)
Genç delikanlının aynada gördüğü şeyleri,
Tecrübeli Pir, pişmiş tuğlada görür.
Birisiyle konuşmanın manası şöyle olmalı: Senin gözünün önünde ve gönlünde sanki bir
perde var, ben de onu kaldırayım düşüncesi ile konuşmalı ve mecliste niyazsın olmalıdır.
Koca karıların âdetlerini benimseyin! Çünkü onlara göre, hepsinden evvel Fahri Razî ve
onun gibi yüzlercesi gerektir ki, kendilerinden bir dilekte bulunan kadınların baş örtülerini
düzeltsinler, onlardan öğünerek söz açsınlar. Ama o baş örtüsüne de yazık olur.
Şeyh Ebu Mansur'un çok yakışıklı bir çocuğu vardı. Bir delikanlının gönlü ona kaymıştı.
Şeyhin bu söylentilerden haberi yoktu. Halbuki Şeyhlerin gönlü yalnız dış duygular yolu ile
haber almaz, belki vahiy ve ilham yolu ile de haber alır. Nasıl ki, "Onun kulağı ve gözü
olurum ", 'Allah nuru ile görür””Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (Necim sûresi, 12)
anlamındaki âyetlerde de böyle işaret buyurulmuştur.
Şiir:
Feleğin bütün hallerini bilirler,
Onlar ki gerçeği arayan ve yol gösteren erenlerdir
Fakat güzel huyları dolayısıyla kimsenin perdesini yırtmazlar.
Sanki, zamanenin gidişini onlar yürütüyor.
Allah huyları ile bezenin: "Sevgili Peygamberim! Şüphe yok ki sen en yüce huylarla
bezenmişsin!" (Kalem sûresi, 4)
Beyit :
Geçinme sırasında halk ile ol, onlarla hoş geçin!
Allahnın yumuşak huyluluğuna özen çirkin şeyleri at!
Seven delikanlı, aşk ateşi içinde Şeyhin yanına geldi. Ben mürid olacağım dedi. Şeyh de
kabul etti. Onu kendi yakınları ve güvendiği insanlar arasında bıraktı. Gizlice diyordu ki: Bu
delikanlıda hem büyük bir cevher var, hem de büyük bir utangaçlık. Ben iki halini de
bilmekteyim. Bunu size de göstereceğim. Çocuğu içeriye, halvete çağırmalarını emretti;


delikanlıyı gizli bir yerden gözetlediler. Bir gece çocuğa saldırdı ve nihayet çocukcağızı
öldürdü. Hemen dışarı çıkmak istedi, kaçacaktı. Şeyh dervişleri uyandırdı, onlara şöyle
dedi: Falan mürit şöyle bir harakette bulunmuştur, kaçmak istiyor biz onun yolunu kesmişiz
kapıyı bulamaz. (M. 309) O şimdi her tarafı duvar görüyor. Korkulur ki ödü patlasın. Gidiniz,
ona deyiniz ki, Şeyh seni istiyor, yaptıklarını da biliyor. Nasıl ki: "Bana her şeyi bilen ve her
şeyden haberi olan Ulu Allah bildirdi", (K.66/3) buyrulmuştur.
Dervişler geldiler, kapıyı açtılar, odayı kan içinde gördüler ama bir türlü feryat etmeye
cesaret edemediler. Çünkü Şeyhin işaretinden korkmuşlardı. Delikanlıyı Şeyhin yanına
getirdiler. Şeyh gülerek neşeli neşeli ileri doğru yürüdü, kolundan tuttu kendi hırkasını
sırtından çıkararak ona giydirdi, getirip kendi makamına oturttu. Ona, senin için zaten şu bir
tek perde kalmıştı ki, bu makama erişesin, dedi.
Her insanoğlunda bir benlik vardır, insan sonunun neye varacağını önceden görse idi, hiç
benlik davası eder miydi? Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte
Peygamberlerin sultanı ve sonuncusu olan Hazreti Muhammed'in (S.A.) üstünlüğü
buradadır. Aşık, benliğini sevmek sevdasından kendini kurtarırsa sevilen ve istenilen sevgili
de benlik sevdasından vazgeçer.
Şiir:
Her ne derlerse onun içyüzü budur.
ululuk artık ölmüştür. Dirilik de budur.
Arapça şiir:
Fakat kalbim ağladı, ağlamaktan öyle coştu ki,
O da ağladı, ona dedim ki, üstünlük ilk davranandadır.
Eğer şimdi ağlayacağıma, çocukluk ve gençlik çağlarımda ağlasaydım.
Sadi'nin başı için şu pişmanlıktan önce nefsimi şifaya kavuştururdum.
Üstünlük ilk davranandadır, sözündeki ilk davranan ile geç kalanın anlamı şudur: Sevgili için
ilk azığı hazırlayıp saklayan ilk davranan demektir. Geç kalsa bile yine önceden davranmış
sayılır. Parmağında yüzüğünü çevirirken Peygambere şöyle hitap olundu. "Bizim sizi boş
yere yarattığımızı mı sanıyorsunuz?" (K. 23/117) Bana, bir yabancı yüz kere de vursa, hiç
bir şey demem, ama o biricik sevgiliden bir kıl ucu yakalayayım o rahmet ve şefkattir. Nasıl
ki Hallacı Mansur vak'asında başkaları gökten buz yağdığından bahsetmişlerdir. Hal ehli
olan bir kişiden nakledilen bu hikâye ise daha hoştur. Derler ki: Hallacı astıkları zaman şeriat
ulularının fermanı şöyle idi: Hallaç darağacına çekilince Bağdat halkından her biri ona bir taş
atacaktır. Herkes bir kaç mancınık taşı atmakla beraber (M. 310) dostlarını da bu işe
zorladı. Çaresiz herkes buna katıldı. Arada taş yerine bir gül demeti de atılmıştı. Hallaç
derin bir inilti çıkardı feryada geldi. Bu hali seyredenlerden birihayretle ondan sordu: Niçin o
taş yağmurundan hiç bir ses çıkarmadın da bir gül demeti atılınca inledin? Bilmiyor musunuz
ki, dedi,sevgilinin cefası çok çetindir.
Adamın biri yıllardan beri kendine bir mürşid arıyordu. Her kimi işitse koşardı ama hiç bir
kapı açılmıyordu. Bir gün başını bir tuğla üstüne koyarak uyudu. Aradığını düşünde
görmüştü. Uyanınca hemen tuğlayı öpmeğe başladı; koltuğuna kıstırarak her nereye gitse
asla yanından ayırmaz,o olmadan namaz kılmaz, misafirliğe onsuz gitmez, baş sağlığına,
düğüne hattâ uyumaya hep tuğla ile beraber giderdi. Hastalıkta bile dışarı çıkarken tuğlasız
durmazdı. Biri gelse de kendisini övmek istese derdi ki: Bunu önce benim şu tuğlama, şu


cevherime söyle! Yanına bir ziyaretçi gelse de el sıkmak istese, önce elini şu tuğlaya
sür,derdi. Bu nedir? diyenlere, bulunmaz bir şeydir, ancak iyi kişilerde bulunur, fena kişilerde
bulunmaz; otuz sene idi ki bir şeyi kaybetmiştim, dün gece başımı bu tuğlanın üzerine
koyunca onu tekrar elde ettim, derdi.
Şiir:
Ey sevgili! Ey can! Gönlüm buna nasıl inanır ki,
Sana kavuşmayı asla ummazdım!
Gamdan uzaktım, felek bu halimi beğenmedi, halbuki,
Bana seninle geçmeyen zaman daha hoştu.
Ne kadar uzak, ne kadar uzak! Sana sonsuz ömür mü versinler? Ben görüyorum ki ölüm
yabancılıkla dolu birâj lemdir.Bütündostlarıma sonsuz ömürler diliyorum: Ondan başka dua
etmiyorum. Hele sana ki, bizim hem dışımızı hem içimizi besledin, yetiştirdin; senden bize
binlerce faydalar ulaştı. Ama benim bu haberimden hayret ettinse ben hakkın sıfatıyım,
benim sıfatım da onun sıfatı demektir. (M, 311) Benim bilgim onun bilgisi ve onun sıfatıdır.
Derler ki; Allahnın yumuşak huyluluğu ve sabrı vardır. Her sabrı yüz yıl, bin yıl sürer.
R ü b a î:
Ey ay parçası, doğdun ve parladın,
Kendi feleğinin çevresinde salınarak gezdin!
Bilirsin ki, can ile beraberdin,
Ansızın battın ve görünmez oldun.
Arapça beyit:
Veki'a beni korumamasından şikâyet ettim,
O da günahları terk edeyim diye beni uyardı.
Herkesin kendine göre bir günahı vardır. Birinin günahı sarhoşluk, yaramazlıktır, onun haline
uygun düşer. Ötekinin günahı da Allahdan uzak kalmaktır. Bir öfke vardır ki, zaman zaman
ayaklanır, bazan da gizlenir. Onun işi gizli kalmaktır. Ama canlı olan bir mahlûk suç
işlemekten nasıl kendini korur? Çünkü burası onun yeri olduğunu bilmektedir.
Mısra:
Nihayet     kedi delik başlarından ayrılmaz.
Bir ge'nç Kuran öğrenmek istiyordu. Çok zahmet çekmiş, Kuran'ı ezberlemişti. Ama hâlâ
arzusu vardı. En iyi Kuran okuyan öğretmen kimdir? Diye soruyor ve Allahya yalvararak
Kuranuzmanı veAllah adamı has kullardan bir öğretmenle tanıştırmasını diliyordu. Ansızın
Bağdat'ta bir öğretmen haber aldı ve derhal yanına gitti. Ezberindeki her âyeti ona tekrar
ediyor o da şöyle oku böyle oku diye düzeltiyordu. Kuran öğrencisi baktı ki ömrünü boşuna
harcamış, işe yeniden başlamak gerekli. Ne olursa olsun dedi, öğrenci, öğretmene karşı şu
şartı ileri sürdü: benim babamın adeti her sahife için bir altın vermektir. Öğretmen, peki,
dedi. Genç öğrenciye Kuran'ın sırlarını öğretiyor, o da, altınları gönül hoşluğu ile veriyordu.
Ama bir gün geldi ki verecek altını kalmadı. Baba üzülüyordu. O sırada bir ihtiyara rasladı,
üzüntüsünün sebebini sordu, ahvali anlatınca ihtiyar güldü. Onu evine götürdü, misafir etti.
Baba (M. 312) canının sıkıntısından yemek yemiyordu. ihtiyar sizin o öğretmeniniz benim
oğlumdur.dedi, senin verdiğin altınlar da şu halının altındadır. Oğlumun altına ihtiyacı yoktur.
Hazret! Peygamber, "Kuran'ı güzel ses ve ahenk ile okumayan bizden değildir,"
buyurmuştur. Bizim altınımız Kuran'dır, mülkümüz, kuvvetimiz ve varlığımız Kuran'dır. Biz


Kuran'ı böyle öğrenmedik ki ondan başka bir şeye muhtaç olalım. Bu ancak seni sınamak
içindir, işte bak bütün paraların buradadır al dedi ve oradan ayrıldı. Eğer o hatırayı
kendinden uzaklaştırmamış olsaydın öğüde muhtaç olmazdın ve zahirde senden köprü
geçmez bir merkep sıpası istememize bile lüzum kalmazdı. Onu sürersin, gölgeden kaçar,
köprü üzerinde ayakları titrer, dünyayı canına bağlar, gerektir ki biraz yük taşısın. Onu
burada sınayın. Eğer köprü geçerse ne iyi, yoksa hemen geri göndermeli. Çünkü o bir
aralık seni yol ortasına kadar götürür, ama arkadaşları köprüyü geçtikleri halde o geçmez.
Geri dönmeye imkân yok, ileri gitmeye imkân yok. işte onu burada tecrübe et kf, anlayasın.
Nasıl ki Kuran'da "Her şeyi bilici olan Allah onların imanlarını sınar," (K.60/10) buyrulmuştur.
Şeyh ayva yer; vah şeyhim, vah müridim! dersin ama o senin müridin değil sen onun müridi
oldun. O sana Yasin okuyor. Sen ona ne yapayım diyorsun! O teslim damarı kayboldu ama
altın damarı yerinde duruyor. Sen kayboluyorsun, altın damarına kayıp diyorsun. Toprak
vardır ki, içinden altın çıkarırlar ama o yetim incinin ocağı, madeni belli değildir. Kuvvetli
ihtimale göre su içindedir.
Bezirganın biri bütün malını harcadı elli defa memleketinden dışarıya sefer yaptı. Öteki
bezirganlar da onun parası ile etrafı dolaşır, ticaret ederlerdi. Ancak başkalarının parası ile
ticaret edenlere falanın sofrası seferdedir, derler. Bunlar paralarını dalgıçlara yedirirler, bir
yetim inci çıkarmak umudu ile durmadan para harcarlar, dalgıçlar da batıp çıkmaktan aciz
kalırlar, sedefleri dışarı çıkarırlar, ancak içinden bir şey çıkaramazlar.
Beyit: (M. 313)
Bana senin akik gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var?
Bana senin cemalin lâzım, kamerin ne yeri var?
Dalgıç nihayet işin sonuna bakar, hiç olmazsa ayağımda bir pabuç kaldı, der. Hele bir kere
daha dal, olaki o yüzbinlerce para değerinde olan sedefi yakalayabilirsin.
Hazineden anlayamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir
armağandır. Hatıra gelen bir şeyi yapmamak veya geciktirmek nedir? Gecikme, ancak
eşeğin köprüden geçmediği zaman olur. O zaman onu kovarsın!
Derler ki: Ayakyolunda Allah adını söylemek gerekmez: yavaş da olsa Kuran okumak
yaraşmaz. Ama bugün kendimden ayıramadığım içimdeki pislikleri ne yapayım? Şah bu
attan aşağı inmek istemiyor, askerini toplamış, şeytan onu önüne katmış, yardımcı gibi
kullanıyor. Şah ise, o muhakkak Allahdır diyor. Çünkü şeytan, Allah kılığında da görünür ki,
kendisini kabul etsinler.
O adama dedim ki, şeytan nasıl Allah kılığına girebilir. Onun kitabından yüz Bayezid'in
künyesi okunur. Yenini aşağı sarkıtsa yüz Ebusaid (Ebülhayır) dökülür. Onda hem ruhani,
hem de cismanî kudretler vardır. Şehvet nereden geliyor? Ancak bir kimsenin yüzünü
kapıyan şu zümrenin zihnini bulandırır ve der ki: Kendini göster de hatırından şu düşünceler
çıksın. Şimdi bunların hizmetini ancak anasından ve babasından görmüş olanlar yerine
getirebilirler.
Beyit:
Ana ve baba, evlâtlarını incitmezler ama
Akıl ve ruh velilerdedir.
Şiir:
Ey sabah   rüzgârı,   elinden gelirse bir gececik onun yurdundan geç!


Gönlün isterse, benden onun tarafına bir selâm götür.
Gönlümü   orada görürsen,   de ki,  vuslat  sana haram olsun!
Ben böylece senden uzakta, sen ise hep onunla diz dizesin.
Eğer oraya yetişebilirsen aheste git, yavaş yürü!
Tâ ki, zülüflerinin kıvrımları dağılıp da birbirine karışmasın!
Rubai: (M. 314)
Yel esti, gül yapraklan mey tiryakilerinin başlarına saçıldı.
Yâr geldi meyler dostların kadehlerine boşandı.
O sümbül (saçlarla) gül (yanaklar) atlarların neşesini kaçırdı.
O    mest    nergis    (mavi    gözler)    ayıkların    kanını döktü.
Rubai:
Aşk, bizim ölçümüze göre başımızda değil
işin garibi bizim yükümüz bineğimizin yükünden
daha ağır Dilberlerimizin cemali, güzelliği söz konusu
olunca, Biz ona lâyık değiliz, o da bizim dengimiz değil.
R ü baî:
Gönül ararsam, senin semtinde görürüm,
Can istersem, saçlarının kıvrımlarında bulurum.
Çok susuz kalırda su içersem,
Kâsede yüzünün hayalini görürüm.
R ü b a î :
Bundan daha perişan gönül hali olur mu?
Yahut bundan daha başsız, sonsuz bir olay var mı?
Alemde hangi mihnete uğramış zavallı var ki,
Bundan daha başı dönmüş, bundan daha şaşkın olsun.
Beyit:
Ey cihanın canı, ölmek ne hoştur,
Hele kılıç senden, gerdan da benden olursa!
Alemin güzelliklerine değer biçmişler her biri için şu kadar değer vermişler.
Ey sevgili can, acaba bu hoşa gitmeyen çirkinin değeri nedir?
Şiir:
Diyorsun ki, benim mahmurluğumdan yüzlerce küp parçalanır,
Acaba bir koku almadın mı ki, bu derece sarhoş oldun?
Rubai: (M. 315)
Ey gönül git sonunu düşünenlerden ol!
Yabancılık âleminde yakinlerden ol!
Sabah rüzgârına binip dolaşmak istersen,
Dervişlerin bineklerine ayak toprağı ol!
"Göklerim ve yer yüzü beni kapsayamadı. Ama ben bir imanlı kulumun Gönlüne sığdım",
anlamındaki kutsal hadis malumdur.
Bir aralık falan kimse açıkça küfür söylüyor, halkı yoldan çıkarıyor, dediler. Bir kaç kerre bu
isnadı tekrarladılar. Halife işe ehemmiyet vermedi. Bu sefer de adam bir alay ayaktakımı ile
dost olmuş, bunları doğru yoldan saptırmış dediler. Bu senin hakkında uğursuzluk getirir,


senin çağında açıkça küfür söylensin. Muhammed dini harap olsun, bu olur mu? diye
Halifeye tekrar ısrarda bulundular. Halife, adamı sarayına çağırdı, yüz yüze gelince, bunu
Dicle'ye atın dedi. Ayağına bir desti bağladılar. Götürürlerken Halifeye sordu: Benim
hakkımda bu cezayı neden reva gördün? Halife halkın maslahatı icabı (Müslümanların
selâmeti için) seni suya attıracağım, dedi. Adam o, halde benim maslahatım için benim
selâmetim namına
halkı suya at, dedi. Senin yanında benim o kadar itibarım yok mu? Bu sözden halifenin içine
bir korku düştü, adama acıdı. Dedi ki: Bundan sonra, benim yanımda o ne derse öyle
yapacağım. "Allah arş üzerine hakim olmuştur" anlamındaki âyeti şerh eden gerektir ki,
"Nefsini bilen, Rabbini de bilir," nüktesini de anlatsın. Bu sözde gizli bir hazine vardır.
Açıklansın da hiç anlaşılmayan bir tarafı kalmasın. Çünkü nefsi ile alışverişi olan kimse ne
kendini ne de başkalarını düzeltebilir "EY RESULÜM! Sözü istersen açık konuş o gizli ve
kapalı her şeyi bilir" buyurulmuş. (Tâhâ süresi, 6) Nefsin yeri ancak ayak altıdır.
Muhammed'de (S.A.) Ahad'i (tek Allahyı) bulabilirsin ama Ahad'de Muhammed'i bulamazsın!
Sofi evden dışarı çıkar, hırkasınınyenine bir dilim ekmek yerleştirir. Yüzünü o ekmeğe
çevirerek: Ey ekmek der eğer başka bir şey bulabilirsem elimden kurtulursun, yoksa zaten
elimdesin!
Onlar hep Ahad'e uyanlardır, biz de Muhammed'e (S. A) uymuşuz. İsterse Kabe'nin damına
götürsünler, hayır deriz. Muhammed'e uymak daha doğrudur. Bu, Kâbenin damında namaz
kılmaktan daha üstündür.
Gizli benlik duyguları onları bağlamıştır. Bir şeyhe dedim ki: Allah seni (M. 316) cehenneme
atsın! Keşke, dedi: o zaman, bendeki nurun Cehennem ateşi ile ne hale geldiğini,
Cehennemin de benim nurumla nasıl karardığını görmüş olurdum.
Bahsi geçen Şehzadeler hikâyesinde de böyle oldu. Öküz heykelini gördüler, ama içindeki
Şehzadeyi göremediler. Yoksa kimbilir onu nasıl öldürürlerdi.
(Mahkemede) hasım tarafın suçunu açıkça söylemesi seksen tanık dinlemekten daha iyidir.
"De ki, hangi şey en büyük şahadettir; de ki Allah görücüdür," (K. 6/19) sözlerindeki hikmete
bakalım:
Kuran tefsiri yapıyoruz. Derler ki: Hiç bir Müslüman, (tanımadığı kimseye) bu zındıktır der
mi? Kendi mektuplarını okumazlar da falan kâfir oldu derler. Evet kâfir idi, mümin oldu.
Zeyneddin Sadaka dedi ki: Başlarımızı eğelim, huzura murakabeye varalım. Bir parmak
mesafe için yoldan kadın. Bundan ötesi ıssız çöllerdir. Bir parmaklık yoldan, Aksaray'dan
Konya'ya geliyorsun. O bir parmaklık yoldan geri kaldın!-Üst tarafı yokluk çölüdür. Ancak
yolu ara, sor yol bu mudur? diye araştır. Dikkat et ki, o şaşırtıcı uğrular birer hırsız
olmasınlar. Sen nazar ehli ol, doğruyu eğriden ayır! Çünkü yol arada bir takım dallara
ayrılır. Biri bu yoldan gelir öteki o yoldan gider, sen doğru yol tarafını koru. Konya'ya
eriştikten sonra başkaca düşünceye lüzum yoktur. Orada adil bir Sultan vardır, kimse
kimseye zulmetmez. Kutsal hadiste "Lâilahe illallah inancı benim kalemdir. Her kim benim
kaleme sığınırsa selâmette olur," buyurulmadı mı? Her kim bu tevhid kalesine bu Lâilaha
illallah hisarına girerse, bir şey söylemez. Ama her kim ancak bu kalenin adını söyler de
geçerse, o bir şeyler anlatmak ister. Kalenin adını söylemek çok kolaydır. Benim dilimle ben
kaleye girdim veya Şam'a gittim dersen, bir anda semaları ve yerleri dolaşırsın; Arşa,
Kürsiye yükselirsin.


Hazreti Muhammed (S.A.) "Tam içten ve gönülden Lâilaha illallah diyen mümin Cennete
girer," buyuruyor. Şimdi sen otur da söyle:
O, birdir diyorsun. Sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen bir ol! Yoksa onun
birliğinden sana ne? Sen yüz bin zerresin ki, her zerrende bir heves, her zerrende) bir hayâl
taşıyorsun. Niyetiyle gönülden, aklı ile tam içten bağlılık gösteren cennete girer. Bunu
yapabildi ise Cennete girer, yolundaki vaade hacet yoktur. Bunu yapabildi ise Cennetin tam
kendisidir. O.
Bunu kimin yanında söyledi? derlerse gerektir ki biraz kerem etsinler. Halk (M. 317) daha
isdidatlı olsun. Bununla beraber vaizin öğütlerini o kadar çok tekrarlama ki halka soğukluk
gelmesin, işleri ya açık sözlerle konuşursun, yahut yedi renkli hırka ile! Tahkik ehli kişilere
feryad yaraşır, bunu bilmek lâzımdır. Yedi renge boyanmış, secdeye kapanmış insanlar
görüyorsun. Ey şeyh sana renkten sıyrıl, vaz geç dediler! önce tekkede de anlayışlı
olmuyorlar.
Şimdi dışarı çıkayım, bırakmazlar. Bir kerre dergâhın, tekken var ama o doğanın şahı, ya
kafestedir yahut kafesten kaçmıştır. Kafes demirden olmalı ki kuş uçtuğu 'zaman huy huy
etmeyesin. Burada huy huyun ne yeri var? yani kuş uçtuktan sonra gel gel demek neye
yarar?
Bir zümre vardır ki, buyurun herkes başını dizleri arasına koysun, bir zaman murakabeye
varsın, derler. Bundan bir müddet sonra biri başını kaldırır, Arşın, Kürsi'nin yüceliklerini-
seyrettim, der. Başka biri benim nazarım Arşı de Kürsiyi de
geçti, fezadan sonsuz boşluklara daldım, der. Başka biri de ben yer öküzünün sırtını,
denizde balığı seyrediyorum. Hatta bu öküzü, balığı koruyan melekleri görüyorum der. Ben
her görüşümde kendi arıklığımdan, zavallılığımdan başka bir şey göremiyorum. Ben, iki
ayağından asılmış bir kuş gibiyim. Evet asılmışım, asılmışım ama sevgilinin tuzağında
asılıyım. Artık kime hoşgeldin diyeyim? Ben zaten bunu istiyordum. Ben iğ istemiyorum, iki
türlü maden istiyorum! Altın ve gümüş madeni, belki de madenden de mekândan da
kurtulma yolunu arıyorum ki, ondan başkası benim işime yaramaz. Nasıl ki başkalarına
yoksulluk yaraşmaz, onlara varlık yaraşır. Ancak insanı hakka götüren de yoksulluktur.
Haktan başkasından kaçıran yine yoksulluktur. Yani bir yoksulluk da vardır ki, insanı Haktan
kaçırır, halka götürür.
B ey i t :
Gülden değil dikenden hoşlananlara
Mimber yaraşmaz darağacı yaraşır.
Şiir:
Ey sevgili bak bir kere candan pek az bir şey kaldı
Bugün biraz daha derdimi çek!
Ancak bir şafak vakti kaldı
Güzel yanağının renginden gül fidanı gibi boyundan,sanki (M. 318)
Gül ter içinde kaldı, ay da sıkıntı içinde...
Artık altınım gümüşüm kalmadı, bizden ne götürebilirsin?
Aşkımdan hatıra ancak kapında bir altın tabak kaldı.
Gönlümü dava ettin ama, yolunda canımı da feda ettim.
Bundan daha büyük söz olur mu?


Üzerimizde bir hakkın kaldı.
Şu bir kaç gün de bari bizim zahmetimizi çek!
Çünkü ömrümüzün defterinden tek  bir yaprak kaldı!
Şehrimizde hatırı sayılır bir zahid vardı. Bir gün kırlara doğru yollandı. Ansızın bir köye
geldi. Zahid ve müridleri çok yorulmuş ve acıkmışlardı. Köylüler, çabucak evlerine koştular,
kuzular çevirdiler, kebaplar hazırladılar, bir çok ağırlamalar oldu? Köyün hocası koştu.
Zahidin önüne ekmek ve yoğurt getirdi. Çok aç oldukları için iştiha ile tatlı tatlı yediler. Geçe
yarısından sonra gelen köylüler de kebapları yaptılar, sofraları döşediler. Fakat Zahid ne
yapayım dedi artık iştaham kalmadı. Köpeklere verin, yiyebildiğinizi yiyin, yiyemediklerinizi
de köpeklere dökün. Bırakalım yesinler bunu, yarına bırakmak olmaz deyince köylüler
Şeyhin meclisinden ayak çektiler. Bu adam bizi daha ne zamana kadar aldatacak diyerek,
kâh nazlanarak, kah inkâr yoluna saparak ondan baş çevirdiler. Şeyh onlarda bir bozukluk
görürse bunu kendi tarafına çeker. Çünkü şeyhin rahmet ve şefkati, sonsuz rahmete
bitişiktir. Eğer şeyhin onlara karşı meyli kalmazsa bu sefer onlar Şeyhe itibar etmeye
başlarlar; o da iş böyledir, der gider. O, kaba tabi atlı değildir ki, herhangi bir sebeple öne
geçsin. Belki ancak Hakkın işareti ile ileri atılır. Mutluluk o kimsededir ki, bir sebeple ve
maksatla bir Şeyhe bağlanmıştır. Çünkü birzaman olurki, ansızın o bağlantı artık bir karşılık
beklemeden olur. (M. 319) O zaman kendilerinden de sebepten de vaz geçer ve şöyle
söyler.
Rubai:
Biz hiç bir hesaba sığmayız.
İşimiz çok, ama ney gibi içimiz boştur
İyi bakar ve kendimize gelirsek,
O zaman anlaşılır ki biz, hem bizden eksik, hem de biziz.
Ahmağın biri daima karları toplar, getirir su içinde saklardı. Eğer kalırsa, ondan şu ciheti
soracaktı: sen niçin bize benzemiyorsun? Her ikimiz de aynı asıldanız yani sen cisimsin, ben
ruhum, yahut ben cisim sen de ruhsun demedin! Başka biri bunu ben söyliyeyim, dedi. Allah,
Peygamberine niçin "De ki, ben tek ve eşsiz Allahyım" demedi de, şu hitabta bulundu: "Ey
resulüm söyle ki, O yani görünmeyen Allah, eşsiz ve tek olan Allahtır." (ihlâs suresi, 1)
Çünkü dedi ama, bu çünkü kelimesi peltek idi; Samed, içi boş karınsız demektir. Karnı boş
olan, olmayana delâlet eder ki, o da, Samed ulu Allahdır. Bu onun eşidir, o da bunun eşidir.
Nasıl ki, kendisi sayıdan olmayan Ahad'de bu sayıların delilidir. Yani sayısızlık da sayının
delilidir.. Şimdi tekrar, "Nefsini bilen rabbini de bilir," sözüne gelelim. Nefiste şüphe vardır,
buna batmıştır
Kocakarıların âdetini koruyun! Yani ey sen, her şey sen! der. Madem ki her şey diyor
kocakarı da bu herşey kavramına girer. Şu halde bu sözü söylemek "Ben Hakkım"
demekten daha iyidir. Hakka ermiş olsan da, Hakkın hakikatina, iç yüzüne eremezsin, eğer
hakkın hakikatinden haberin olsaydı "Ben Hakkım" demezdin. Yani mürşidimiz ve elimizden
tutan kılavuzumuz diyor ki: Kocakarıların âdetini koruyun sözünü bir kocakarıdan öğren.
Başka bir delil de Allanın varlığı hakkında onların sadece "Allah vardır," demeleridir, iyi bir
öğütçülük ediyorsun ama ötekinin elinde de uzun bir ney var, iş o tarafta. Menekşe
filizlenmedikçe kokusu dışarı çıkmaz, ama yine menekşenin işini görürler. Menekşeler
öldükten sonra ırmak kenarında şarap içmenin ne tadı olur!


Beyit: (M. 320)
Senin güzelliğin belâ tuzağında bizi avlayan bir danedir.
O öyle bir mumdur ki, hep bizim pervanemizi yakar.
Ey sevgili senin zülfünün zencirini şundan dolayı seviyorum ki
O bizim   divane gönlümüzün ayağına yaraşır.
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Şeyhin biri dedi ki: Yüz tane has müridim var ki açlıktan ölsem hiç biri bana bir ekmek
vermez. Halbuki bizimkiler böyle değil tamamıyla aksinedir. Şeyhe dedim ki: Yüz müridim
var diyorsun,keşke bir tek müridin olaydı ve ilâve ettim: Onunla da kaynaş, beraber ol!
Kadı Bahaeddin'e geldiler, dediler ki: Falan derviş senin arkandan hakaret etti, o miskindir
dedi. Kadı öfkelendi. Naiblerinden biri, hele bir gideyim,' göreyim o dervişi, dedi. Doğruca
yanıma geldi ve sordu: Kadı Efendimizi niçin yermişsin? Bunu nasıl düşündün? Ne
söylemişim ki? dedim. O miskindir, demişsin!.. Nihayet o miskinlerin işi ile uğraşır. Hazreti
Mustafa (S.A.) bütün yüceliği ile Allahya şöyle yalvarırdı: Ey Allahm beni miskin olarak
yaşat, miskin olarak öldür ve beni miskinler topluluğunda hasret, dedim.
Bir gün bazı Sahabe (Peygamberimizin dostları) Hazreti Muhammed'in (S.A.) yanına
geldiler. Burada bir kişi var ki, dediler, ne kâfirlerle uyuşur, ne Müslümanlarla kaynaşır.
Namaz kıldığını görüyoruz. Oyunla ve gereksiz işlerle uğraştığını da görmüyoruz . Onda
divânelerin sıfatını da göremiyoruz, Akıllıların kısmetlerini arama yolundaki çabaları da!..
Başka bir toplulukta yine onu anlatmaya başladı. Efendimizin içine bir acıma duygusu geldi.
Buyurdu ki: Şimdi onu görün, selâmımı söyleyin ve deyin ki: Efendimiz senin yüzünü görmeyi
çok arzulamaktadır. Onu buraya çağırmayın, fazlaca incitmemeye çalışın! Adamın yanına
geldiler, önce selâm vermeye cesaret edemediler. Bir saat sonra onlara cesaret geldi.
Kendisine iltifat göstererek Hazreti Peygamber'in (S.A.) selâmını söylediler. Onun sevgisini,
kendisini görmek hususundaki derin arzusunu açıkladılar. O hep susuyordu. Hazreti
Peygamberin (S.A) kendisine zahmet vermemeleri hususundaki emirlerine uyarak fazla bir
şey konuşmadılar. Bir saat sonra da adamın Hazreti Peygamberi (S.A.) ziyarete geldiğini
gördüler. Bir aralık mecliste sessizce oturdu. O susuyor, Hazreti Peygamber (S.A.) de
susuyordu. Hazreti Peygamber (S.A.) yerinden kalktı. (M. 321) Adama hem gelişinde hem
de gidişinde gönül alçaklığı gösterdi. Ona "Senin üzerine bir ışık saçıldı, bu sana, büyük bir
saçıdır," buyurdu.
Bizim medresemiz budur. Bu etten yapılmış dört duvarın müderrisi büyüktür. Kim olduğunu
söyleyemem. Onun mabedi de gönüldür. Nasıl ki bazı Allah erleri "Kalbim bana Rabbimden
haber verdi" demişlerdir.
Bayezid-i Bistami (Allahnın rahmeti üzerine olsun) daima hacca gidiyordu. Vardığı bu
şehirde önce oradaki şeyhleri ziyaret etmeyi sonra da başka işlerle uğraşmayı âdet
edinmişti. Basra'da bir dervişin yanına uğradı. Derviş ona sordu: Ya Ebayezid? nereye
gidiyorsun? Bayezid cevap verdi: Mekke'ye, Allah evini ziyarete gidiyorum. Yanında ne
kadar yol harçlığı var? İki yüz dirhem. Öyle ise kalk yedi defa benim çevremde dolan. O
paraları bana ver! Bayezid yerinden fırladı para çıkısını kuşağından çözdü öperek Şeyhin
önüne bıraktı, Şeyh tekrar söze başladı. Yine sordu: Ey Bayezid! Nereye gidiyorsun?
Gideceğin yer Allahnın evidir ama şu benim gönlüm de Allah evidir. Ulu Allah hem o evin hem
de bu evin sahibidir. O evi yaptırdıktan sonra orada hiç oturmamıştır. Ama bu ev yapıldıktan


sonra hiç bir zaman buradan ayrılmamıştır.


Tövbe eden ve hacca gitmeye karar veren bir adam, ailesine de dua etti. Halbuki onun
tövbesi daima incittiği karısının Allah'ya yalvarışının hayırlı bir sonucu olmuştu. Çünkü
kadıncağız erken bir seher vaktinde öyle birah çekti ki. nerede ise evin tavanını
tutuşturacaktı. O gece kocası bir düş görüyordu, hemen yerinden fırladı, ağlamaya başladı,
günahlarına tövbe etti. Karısına, artık ben aile hayatından vaz geçtim, yüzümü hac yoluna
çevireyim, hacca gideyim diye düşünüyorum ama seni böyle ayaı bağlı bırakmak da
elimden gelmiyor, dedi. Kadın şu cevabı verdi: Yabancılık günlerimizde birlikte yaşıyorduk.
Şimdi tam birbirimizi tanıyıp anlaştıktan sonra ayrılığın ne yeri var? Ben de hacca giderim.
(M. 322) Çölde erkeğin ayağına bir Muğaylan dikeni saplandı, yaralandı kafile gitmişti. O
umutsuzluk içinde uzaktan bir yolcunun geldiğini gördü. Şu gelen Hızir'ın hürmetine Yarabbi
beni kurtar! diye yalvardı. Karşıdan gelen yolcu ayağına yapışarak onu kervan kafilesine
ulaştırdı. Adam bu kurtarıcıya sordu: Eşsiz Allah hakkı için söyle sen kimsin ki,bütün bu işler
senin erdemli davranışının eseridir. O ses çıkarmadı ve kızardı, sonra şöyle dedi: Bunu
neden merak ediyorsun? Nihayet belâdan kurtuldun dileğine kavuştun! Hac yolcusu: Allah
hakkı için dedi, kim olduğunu söylemezsen yakanı bırakmam! Kurtarıcı cevap verdi: Bana
İblis derler. Çocukların kitaplarında.sana lanet olsun,diye beddua ettikleri iblis.
İste İblise inanç besleyen, ona güvenle bakan kimse muradına erdi. Allah elçisine
imansızlıkla bakanlar da bu halin aksine olarak Ebucehil gibi düşkünlük ve perişanlık içinde
yollarını sapıttılar.
Allahnın sekiz yönlü gözü vardır ki, hiç kimse, "Ondan gizlenmeye" güç yetiremez.
Çocuklar birbirlerine Çüneyd-i Bağdadî'yi göstererek, işte bütün gece Allah yolunda uyanık
duran adam, diyorlardı. Çüneyd bunu işitince, olmaya ki onların zannını yanlış çıkaralım,
dedi. Daha önce her gün gece yarısına kadar uyumazken, o geceden sonra sabaha kadar
uyanık kalmayı adet edindi. Bugün olaki, imanlı kişilerin inançları, bereketi, o kimsede
tesirini gösterir.Allah erleri kendilerini gizlemek yolunu araştırırlar, Allah ise bin türlü yoldan
kendini açıklamak ister.
Uyanıklık önce Çüneyd'in canı gibi idi. Sonradan dediler ki, sen çok zayıfsın, geceleri
rahatça uyumaya bak!
Önce daima çalışmak gerektir. Bir mürid geldi, Şeyhe dedi ki: Rindler gibi geldik. Şeyh şu
cevabı verdi: Allah dilerse sizi ve bizi rindlik makamına eriştirir. Ey Hoca! onların içinde bir
şey olmadığı için böyle rahatça konuşurlar. Bahtiyar odur ki, gözünü, gönlünü birlikte
bağışlar. Yazıklar olsun onlara ki, gözlerini verir, gönüllerini vermezler. Sıkıntı ve kalabalık
çoğalınca gönül penceresi açılır. Kasıtsız olarak biri kapıyı çalar, .kapı açılır. Şimdi (M.
323) bak ki, ilerisi yokuş olmasın! İstesen de, istemesen de pencere açılınca her geçeni
görürsün. Ama kapalı olunca geçenlerin seslerini işitirsin bir zevk duyarsın. Ama nereye
Nereye gidiyorlar? Şairin dediği gibi:
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Bu tozlar kaç defa çekildi, yatıştı. Gördük ki altımızdaki Arap atıdır.
Bu dünya evi, insan bedeninin bir örneğidir. İnsan bedeni de başka birâlemin örneğidir.
Kel, kele demiş ki: Bana derman bul! Öteki kel de şu cevabı vermiş: Eğer bende derman
olsaydı kendi başıma sürerdim.
Ey Allahm, şöyle yap yahut şöyle yapma derler. Halbuki şöyle demek gerektir: Ey Ulu
Padişah! O testiyi al, şuraya koy. Padişahlar için "Hayır, olmaz" demek kutlu düşer. Çünkü


o şunu yap, bunu yapma diye emreder.
Hazreti Peygamber (S.A.) benim elimde ne var? ben ancak Allah'elçisiyim buyurdu. Allah da
ona: "Sen sevdiklerini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete kavuşturur."
(K. 28/56) dedi. Yanıltma mı yapıyor? Herkese "Göreceksin," deniliyor. Bunu herkese
söylemek nasıl doğru düşer? Anadan doğma köre "Göreceksin," demek doğru olmaz.
Ancak yeter ki kendisinde varlığından biraz bir şey kalmış olsun. Üst tarafı hep ruh
olmuştur. Yani kalk, bu gün şu varlık tozundan silkin! Sen kancık huyluları tam olarak
bilmiyorsun, erkekleri de tanımıyorsun! Firavunun sihirbazları gibi sana erkeklik kudreti
bağışlanmıştır. Kancıklık senden uzaklaşmıştır. Madem ki erkeği tanıyorsun, (Bilki) böyle
hatalı gören herkes erkekliğe lâyık değildir. Arıyı görmez misin, dilediği yere konar, oturur.
Kasap kaç kere onu ete konmaktan vaz geçirmek istedi ise de aldırmadı. Üçüncü defasında
kafasına bir nacak darbesi indirdi, başını bedeninden ayırdı, arı yere yuvarlandı çırpınmaya
başladı. Kasap, ben sana demedim mi, her yere konma, diye homurdandı. O bal arısı
insanla beraber Allahnın "Her türlü meyveden yeyin!" (Nahil sûresi, 71) hitabını işitmiştir.
Şüphe yok ki her ne yerse yüce Allahnın, "Onda insanlar için şifalar vardır." (Aynı âyet)
buyurduğu bal meydana gelir...nasıl ki yine Ulu Allah, kutsal hadisinde "Göklerim ve yerlerim
beni kapsayamadı ama ben bir mümin kulumun gönlüne sığdım," buyurmuştur. Burada
Allahnın kalp, gönül dediği nihayet bir et parçasıdır, diyen gafil kişi, kâfirden daha sapkın,
Isa Peygambere Allahnın oğlu diyen Nasranî'den Hıristiyan'dan daha beterdir. (M. 324)
Yemekten korktuğun, yapmaktan çekindiğin şeyleri yeme ve yapma! Ademoğlunun kara
yüzlülüğü yüzünden, sözden ibaret olan ben de harflerle birleştiğim için kara yüzlü oldum.
Bugün beni daha ne zamana kadar yüzü kara bırakacaksın? Mayası olan herkesin mayasını
Allah elçisi geliştirir, yola getirir; ama maya olmayınca neyi yola getirsin?
Gördüm ki, ev ve bütün şehir halkı onun çevresinde dolanıyorlar, çarh vuruyorlar.
Kerametleri arasında bir nur gördüm ki hiç bir dille tasvir ve tavsif edilemez. Yukarı baktım,
evin tavanını göremedim-, bana o sırada babam ah ey oğul! dedi ve gözlerinden iki ırmak
gibi kanlı yaşlar boşandı. O hal içinde başka bir şey de söylemek istedi, ama ağzı kilitlendi.
Dudakları uçukladı, oradan gitti. Onun aş evinde çuvallarla tuz sarfolunurdu.Artık üst tarafını
hesap' ,et. Ama bu saltanata rağmen zenbil satar, toprak üstünde otururdu. Bir kaç yoksulu
yanına alarak onlarla birlikte yerdi. Yarabbi! derdi, ben yoksulum yoksullarla düşer kalkarım,
iş o iştir ama herkes bu cinsten olsaydı! Ben şöyleyim.ben böyleyim diye benlik davasına
kalkışanlar beyinsiz kişilerdir. Bu yermelerden, sert sözlerden maksadım şudur ki: O sertlik
ve kabalık onların içlerinden dışlarına çıksın da onlara bir ziyanı dokunmasm...daima incinen
ve hiç incitmeyen biri varsa o da ancak eşektir, derler. Onda katlanma ve hoş görme son
kertesindedir. Benim için de incinmenin hiç yeri yoktur. Çünkü varlığım kalmamıştır, incinme
varlıktan olur. Benim bedenim ise hoş duygularla doludur. Niçin dış sıkıntılarını kendime mal
edeyim. Karşılık verme, sövüp sayma, kınama gibi duyguları atar, içimden kovarım; nasıl ki
Hazreti Peygamber (S.A.) savaş dönüşünde "Artık küçük savaştan döndük, büyük savaşa
başladık," buyurmuşlardır. Büyük savaş nedir? Oruç değildir, namaz değildir. Bu topluluğun
büyük savaşı, toplu geçinmektir. Köpeklere birer kemik atarsın uğraşsın dursunlar. Yani
senin konuşman boştur, sen yemeğini ye.
(M. 325) Biri geldi, ah! dedi: Tatar akıncıları yetişti, ne fena olay! Utanmıyor musun? dedim.
Bu kadar zamandır kurbağalık davası güdüyorsun. Tufan'dan niçin bu kadar titriyorsun?


Ördek olababildinse keyfine bak!
Üç oğlu olan o Padişah, onlara, aman sakının,olmaya ki, falan kaleden gecesiniz! diye öğüt
vermişti. Eğer o öğüdü vermeseydi onların da oraya uğramak hatırlarından bile
geçmeyecekti. Şehzadeler gittiler. Orada anlatılması imkânsız olan bir dilber sureti
gördüler. Altında falan Padişahın kızı diye adı yazılı. Biri geldi, ondan kızı istedi. Padişah
benim kızım yoktur dedi. Hem kim onu ister de ondan bir nişan getirmezse kafasını
uçururum, iki şahzâde bu yolda başlarını verdiler. Kızı isteyenlerin başları bir hendeğe
atılmış, bu hendek tamamiyle dolmuştu, iki şehzadenin başı da aynı hendeğe atıldı,
ötekilerine karıştı.
Bütün bu hikâyelerle huzurunuzu bozmayayım. Yoksa bu nükte ilejlgili âyetler de vardır.
Bunların açıklanmasında ve Peygamber sözlerinin anlatılmasında, hele, altın öküz heykeli,
dadı ile kız ve nihayet nişan göstermek gibi fıkralarda, şu anlamdaki âyette buyurulan, "Sen
sevdiğini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir." (Kasas sûresi,
56) anlamındaki hitapta da bir işaret vardır. O bir bahane buluyor ve istemiyor? "Fakat bir
çokları bilmezler." (K. 63/7) anlamındaki âyete göre de o Müslümandır. Nihayet en düşkün
biri varsa o da benim. Bana demişlerdi ki: Yetmiş yaşındaki bir kâfir eline bir desti su verir,
kendini kurtarır.
Hazreti Muhammed'i (S.A.)'ı Ebu talib besledi, yüce sıfatlarını o terbiye etti, o imanı, bizzat
onda buldu.
Biri o mümin değildir dedi: Münafıkların başkanı o idi. Gönlünde öyle bir şey vardı ki
açıklayamadı, onun aksini meydana koydu ve ilâve etti, "Araştırmak dindir." Ben, hayır,
dedim, bu bir yanıltma (Safsatadır) dedim. Bu konuda ne dersin diye sorarlarsa, "Araştırma
Müslümanlık değildir, Müslümanlığı örtmektir," derim.
Allahya ant içerim ki, o bengi suyu içen, Allahyı bilen kimsedir. Yoksa üstünde lütuf
deryasını nasıl dalgalandı-rırdı? Rastladığı herkesi Allah kulları ile birlikte düşünen, "Allahm
kavmini doğru yola yönelt!" diyen Peygamberin yalvarması ancak Allahya uymaktır.
Bana Allah elçisi hazreti Muhammed'in (S.A.) kitabı fayda vermez, bana önce Allahnın (M.
326) kendi kitabı (kalb) gerektir. Yoksa bin kitap da okusam yine karanlıkta kalırım.Allah
velilerinin sırlarını bilenler, onların kitaplarını okurlar. Herkes bir hayal karıştırarak o sözlerin
sahibini suçlar. Ama hiç kimse kendini suçlamaz. Demezler ki, bu küfür söz ve yanlış
anlayış, o sözde yoktur. O belki bizim bilgisizliğimizden ve hayal kurmamızdandır. Ben Levhi
Mahfuz'a (Gizli levhaya) kadar levhasına baktım gördüm ki, bir kalabalık toplandı. Orada
gördüm ki, falan münkir olmuş, birbirlerine Pehlevî dilinden manzum sözler yazıyorlar. Nasıl
hoşa gider mi bu manzara? Bilsek ki hoşluk denilen şey dostlar derneğindedir. Birbirlerinin
yanlarında salınıp gezerler, yüzlerini gösterirler, o zaman birer birer aralarında bir sevgi
belirmeye başlar. Aşk gelince onların parlaklığı kalmaz. Bir şeyi bal içinde saklarsan taze ve
hoş kalır. Hava bal ile bu cisim arasına girmek için yol bulamaz ki onu bozabilsin.
Şam'da Heratlı Şahabeddin riyazetten o kadar yanıp tutuşmuştu ki, sanki bütün
Peygamberlere göz kırpardı. Derler ki: Melekler kıskançlıklarından onun yüzünü halka
çevirir, halk ile oyalamak isterlerdi. Bu Şahabeddin ile hiç kimse halvete girmenin yolunu
bulamazdı. Cebrail bile, bana zahmettir, derdi, Bir gün de, benim varlığım bile hana
zahmettir demişti.
Bütün bu yaslı hali ile bana, sen gel dedi, çünkü sen gönlümün huzurusun! Ben de, madem


ki beni böyle vasıflandırıyor ona bir soru sorayım dedim ve şunu söyledim: Bu söz bana ikilik
getiriyor. Bir saat başını önüne eğdi, o zaman içeriden iki yüz yerden yüz bin söz kapısının
açıldığını tekrar kapandığını anlatmaya başladı. Bu sözün açıklanmasında sonuna kadar
konuştu ve dedi ki: Böylece kendilerine ikilik gelen bir zümre vardır ki kuvvetli olurlar
Ama bunlar pek az kimselerdir. Ben de kendi kendime dedim ki: Sana o sayıları pek az
olanlardan sorayım da buradan başla. Bana cihanı dolaştırsan o tarafı hiç istemem,
sormam. (M. 327) Nihayet benim soruma geldik, bu yönden de söyleyecek sözü yoktu.
Bana Kur'an-ı tefsir et, dediler. Bizim tefsirimiz bildiğiniz gibidir dedim. Ne Muhammed'den,
ne de Allahdan söz açarız. Burada ben de kendimi inkâr ediyorum. Ona diyorum ki:
Münkirlerdensin! Git kendini kurtar, bize niçin baş ağrısı veriyorsun? Hayır diyor, gitmem.
Böylece kalacağım. Bunu inkâr eden benim nefsimdir, nasıl olur da sözümü anlamaz?
Bir yazı üstadı, üç türlü yazı yazardı. Birini yalnız kendisi okur başkası okuyamaz, ötekini
hem kendisi okur, hem de başkaları. Üçüncü çeşit yazıyı da ne kendisi okur, ne de
başkaları. Söz söyleyen benim, ama bunu ne ben bilirim, ne de başkaları bilir!
Bazı âyetleri tefsir etmiyorlar. Yani gerekli görmüyorlar. Asıl gerekli olan şey, senin kendini
kurtarmandır. Niçin kurtarıyorsun? Yani bu kolaydır, ama asıl işin çetin tarafı da odur.
Katır deveye dedi ki: Sen pek az başa geçiyorsun, yani önde yürüyorsun, bu nasıl oluyor?
Deve cevap verdi: Evvelâ benim üzerimde fazla bir yük var.bu ağırlık bırakmaz ki önde
gideyim, sonra bedenimin iriliği, boyumun yüceliği, gözümün keskinliği sayesinde yokuşun
başından bakar inişin sonuna kadar alçak, yüksek her tarafı görebilirim, nihayet ben helâl
süt emmişim. Sen haramzadesin, yani, piçsin! Katır piçliğini benimsedi, haramzâdeliği
kalmadı. Onun piçliği, inkârında idi. Çünkü haramzâdelik, ayrılmaz bir sıfat değildir.
Birisi başka birini dava etmişti. Kendisinden tanık istediler. Davacı on sofiyi birden getirdi.
Kadı, bir tanık daha getir, dedi. Davacı: Efendimiz, dedi, âyette, "Sizden iki erkeği tanık
getirin," (Bakara Sûresi, 282) Duyurulmuştur. Ben on tanık birden getirdim. Kadı şu cevabı
verdi: Bu on kişi bir tanık demektir. Bunlardan yüz bin tane getirsen yine bir sayılır.
Derler ki: iki arkadaş yıllarca birlikte yaşadılar, bir gün bir şeyhin yanına vardılar. Şeyh
sordu: Kaç yıldan beri birbirinizle dostsunuz? Birkaç yıldan beri, dediler. Şeyh tekrar sordu:
Bu zaman içinde aranızda hiç bir çekişme olmadı mı? Hayır, dediler, hep hoş geçindik. Şeyh
şöyle dedi: Biliniz ki siz nifak içinde yaşıyorsunuz. Herhalde aranızda bir olay geçmiştir ki,
içinizden biriniz gönülden hoş görmemiş veya beğenmemiştir. Evet, dediler. Şeyh dedi ki:
(M. 328) işte o beğenmemezliği korkudan dile getirmediniz. Dostlar yine, evet, dediler.
Şeyhi gerçeklediler.
Şu hikâyeyi anlatmaktan maksadımız da yine hikâye işidir. Ancak üzüntülerini gidermek için
hikâyenin dış anlamına bakmamalı, belki hikâyenin suretinde bilgisizliği gidermelidir. Ben
öyle herkesi iğneleyerek incitenlerden değilim. Eğer Öfkelenir de kaçarsa, çok kere ben de
kaçarım. Allah, bana on defa selâm söyler, cevap vermem. Onuncu defadan sonra, selâm
sana! derim. Kendimi sağır yerine koyarım. Şimdi bize, haydi demek lâzım. Öfkelenmek
gerekirse öfkeleniriz. Halk için, çok hoşa giden şeyler, arzular dünya güzellikleri, bana göre
çirkin ve iğrenç şeylerdir. Ancak bir kimsenin dileği veya mutluluğu için olursa, başımı eğer,
her şeye katlanırım. Çünkü o mal, sevgili ve herkesin kıblesidir. Böyle değerlenir. Ben böyle
bir yoldaşla nasıl yarış yapabilirim? Bu gün dileklerimizden biri şudur ki: Eğer sizi bir yere
çağırırlarsa, deyiniz ki: Yanımda üstadım, kılavuzum olmadan gidemem, önce onu elde edin


o zaman biz hazırız. Eğer üstat o taraftadır derlerse, kabul etmem, deyin! Bu bir tuzaktır. O
bir yere gitmez. Eğer derlerse ki: O buradan geçiyordu, geçerken kendisini orada bir bağa
götürdük, o zaman bağın kapısına kadar gidersiniz, içeriye girmezsiniz, içerde uyumuştur,
derlerse, dersiniz ki: işitmedik ki, görelim de gelelim. Yoksa boşuna girmiş oluruz.
Vezir birine dedi ki: Bin altın al, şu işittiğin şeyi kimseye söyleme! Adam bin altını alır ve
şöyle bağırır: Biliniz ki vezirin çıkardığı bu yeli ben çıkardım. Hey hey, benim bir bakışım
bütün varlıkları kavramıştır. Sanırsın ki bütün varlıklar onundur. Nasıl dersin ki, asıl olan
mânadır. Asıl surettir. Tersine de olur. Bazı vakitlerde maksat mâna da olur, o hatıraya
ziyan verir, cevaptan men edersek Allahnın sözü değişiktir:
Beyit:
Ey sevgileri, sevgiler koparan güzel!
Ey Allahları, Allah inciten sevgili!
(M. 329) Bu da öylece yüzü örtülüdür. Nasıl ki "Örtmek imandandır" buyuruldu. Evet hiç bir
kimse yoktur ki, onunla yüzünü kapamaksızın bir nefes alabilsin.
Mahmud'un iç âlemi hep Ayaz'la doludur. Ayaz'ın içi de hep Mahmud'dur; her ikisi tek bir
isimdir ki, iki görünmüştür. Söz, ancak onların iç âlemini görebilmektir. Dedi ki: Görmek, söz
yerine geçer. Evet dedim, mürid yani dileyen odur. Murad (istenilen) da budur. Murad, öz ve
halistir. Dedi ki: Seninle birlikte olmanın faydası yok, beni rüsva ettin. Ama ne içten
kurtardın, ne de dıştan. Başkaca mümkün olan şeyden sormak yok. Allah Peygamberine
şöyle öğüt veriyor: "De ki, Allahm bilgimi artır" diyor. Benim gönlüm için bu bilgiyi öğrenme!
Akıl buraya nasıl sığar? Burada akıllı kâfirdir, ak'ıl kâfirdir. Felsefeciler, akıl
hükmündedirler. Akıl nasıl küfür olur?
O köpekler Şahabeddin'e açıkça kâfir diyorlardı. Şahap nasıl kâfir olabilir? Eğer bu bir nur
ise, Güneşin önünde (Şems'in huzurunda) Şahap kâfir olur, örtünür, kendini göstermez. Ama
Şems'in yanma gelince de dolunay gibi olur.
Söylediklerimi anla! Eksik tarafını düşünüyorum da .öfkeleniyorum. Benim öfkeli
zamanımda, niçin bulunmuyorsun? öfkeli vaktimde, niçin gelmiyorsun? Ben niyaz ehli, gerçek
dostlara karşı çok alçagönüllüyüm. Ama başkalarına karşı da çok
onurlu ve kibirli davranırım H, beni on defa kucaklar da ben ancak ya bir kere veya hiç
kucaklamam. On kere Mevlâna Celâleddin beni arar, ben ona ya bir defa iltifat ederim,
yahut hiç. Nihayet insan oğulları niçin ayrı ayrıdırlar? Ayrılık ikiliğe düşmektendir. O, ancak
meyhanelerde olur, o pek aşağılık kertede olan eşeklerde olur. insan oğullarının eşeklerle
ne ilgisi var? Nihayet arada bir fark olmamalıdır ki, o razı olsun, gönlü hoş olsun. Bu iş ise
asla kadere uygun olmaz. Onların bütün sözleri Cüneyd'den veya Bayezid'dendir. Biz de
Cüneyd'den ve Bayezid'den konuşuyoruz. Ama onların sözleri, konuşmaları kalpte soğukluk
yapıyor. Bizim sözlerimize karşı soğuk düşüyor. Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız şeker olan
nöbet şekerini yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez.Keşke üzüm pekmezi
de tatlı olaydı. Hele Balebek pekmezi daha tatlı olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir
okkasını yerinden kaldırabilirsin.
(M. 330) Şimdi bütün ömrü boyunca, o medrese hocası bu noktada kalmıştır. O havuz,
dörtte dört murdar oldu, der. Seninle benim aramda bir şey kayboldu. Gizli sadaka ona
verilir. Öyle bir öfke gerektir ki, öteki öfkeyi bastırsın. Bir gün kendi başıma yola çıkmıştım,
erken sabahtan ilk namaz vaktine kadar yolu şaşırmış gitmiştim. Böylece üç gün geçmişti.


Bir dağın tepesinden büyük bir pınar, gür bir su kaynağı akıyordu. Öte yanda ilerde bir
cadde ve bir köy görünüyordu. Fakat bulunduğum mesafeye göre köy uzaktan bir yüzük
halkası gibi dağ tepecikleri de birer çocuk gibi görünüyordu. Artık ölümü göze alarak
yukardan aşağı sekmeye başladım. Köylülerden bir kalabalık acaba bu gelen, hayvan mı,
kaplan mı yoksa başka bir şey mi, diye bakmıyorlardı. Gayet rahat bir inişten aşağı
yuvarlanmıştım. Köye geldiğim zaman bütün köylüler gelip ayağıma kapandılar.Bana karşı
hayranlık göstererek.acaba bu Peri mi, yoksa Hızır mı idi ? Nasıl mahlûk idi ki, öyle bir
yerden selâmetle kurtuldu? dediler.
Kur'an'da, "De ki o Allah tek ve eşsizdir," (İhlâs Sûresi, 1) kime işarettir? "De ki ben tek
Allahyım," deseydi o derece soğuk düşerdi.
Şu hale göre, "Kendimi kutlarım şanım ne yücedir," sözü nasıl soğuk olur? Bu sözde hiç
ikiyüzlülük yoktur. Gönlünü henüz yıkamadınsa, zaman zaman beyle konuşmak yaraşır. Bu
Celâl'in hikâyesine benzer. Bir gün kendini soğuk ve tatsız bir kuruntuya kaptırmıştı. Rum
ülkesine-'; gideyim, Sultandan bir at armağan etmesini dileyeyim der.-Uzun bir gecikmeden
sonra geldiğini haber verirler. Bir gün diyordu ki: Padişahın ahırından zaman zaman nice'
atlar geçti. Ama hâlâ evime ulaşmadı. Rum ülkesine nasıl gidebilir? Şurasını bilmez ki, ey
bizim has kulumuz, kendine değer vermedin. Bizi değerlendirmek, bizim Allahlığımızı
yüceltmektir. Dedi ki: Biz kendi kullarımızı ve akdoğanlarımızı sizin işleriniz için bu tuzağa
attık. Nihayet Sultana ait olan av doğanının nişanını iyi tanı.
Veys-EI-Karanî (Allah ondan razı olsun). Hazreti Muhammed'in (S.A.) huzuruna erişemedi.
Peygamberin sağlığında, sudan topraktan ayrılmadı. Ama aralarında perdeler kalkmıştı.
Onun mazereti, annesine yardım etmek idi. O işi de yine Allahnın ve peygamberinin işaretine
uyarak yapıyordu. Ömer'le bazı dostlarının onun halinden haberleri vardı. Demişti ki, Eğer
benden sonra gelirse (M. 331) onun işareti şöyledir. Benden ona selâm söyleyin, fakat
onunla fazla konuşmayın. Peygamber dünyadan göçtükten sonra, Veys'in annesi öldü.
Büyük Sahabelerin hazır bulunmadığı bir sırada Hazret! Muhammed'in (S.A.) türbesini
ziyaret etti. Sahabeden bir kısmı onun ahvaline dair birçok sorular sordular: O da cevap
verdi, mazeretini söyledi. Bunlar dediler ki: Ana baba ne demektir? insan Allah
Peygamberinin katma varmakta nasıl olur da kusur gösterir? Biz ve dostlarımız bütün
yakınlarımızı, Hazret! Muhammed'in (S.A.) sevgisi uğrunda öldürmeyi sivrisinek öldürmekten
daha kolay sayarız. Veys, ne kadar mazeret gösterdi ise, ziyaret edememesinin sebebinin,
yine Hazre-ti Muhammed'in (S.A.) işareti ile olduğunu, nefsinin ve mizacının havası ile
olmadığını söylediyse de anlatamadı. Onlar daima Veys'i suçlamaya uğraştılar, sözü
uzattılar. Nihayet Veys, yüzünü onlara çevirdi ve dedi ki: Sizler ne zamandan beri Hazret!
Mustafa (S.A.) ile düşüp kalkıyorsunuz? Her biri ayrı ayrı şu kadar seneden beri diye cevap
verdiler ve dediler ki: O günlerin her biri bin yıldan daha değerlidir. Bunu nasıl hesap edelim?
Şiir:
Kendini bir an için sevgili ile baş başa bulursan,
Bir ömür boyunca nasibini ancak o an içinde alırsın!
O dakikayı sakın elden çıkarmamaya bak!
Çünkü böyle bir anı bir daha pek az bulursun.
Veys dedi ki: Şimdi soruyorum sizlere, Hazreti Mustafa'nın (S.A.) nişanı ne idi? Bir kaçı
boyu şöyle idi, yüzü rengi böyle idi diye anlatmaya başladılar.


Veys, onları sormuyorum dedi. Şöyle gönlü alçak, böyle cömert, gece gündüz şöyle ibadet
ederdi. Kur'an'ın "Geceleri biraz kalk," (Müzemmil Sûresi, 3) hükmüne göre namaz kılardı,
dediler. Bunları da sormuyorum, dşdi. Bazıları da, ilmi şöyle idi, mucizesi böyle idi, dediler.
Bunları da sormuyorum, dedi.
(M. 332) Eğer sahabelerin uluları orada olsalardı, o asla bu .soruları sormayacaktı. Çünkü
onlar da onun nişanını görüyordu, işitmek, gözle görmek gibi değildir.
Şiir:
Yüzümü zamane altını gibi gör de sorma!
Bu göz yaşını nar daneleri gibi gör de sorma!
Evin içinde neler olduğunu benden sorma,
Dergâhın kapısında kan gör de sebebini araştırma!
Sahabeler bu soruların karşılığını vermekten aciz kalınca, biz bu nişanlardan başkasını
bilmiyoruz, şimdi sen söyle, dediler. Veys cevap vermek için ağzını açacağı sırada on yedi
kişi yüz üstü düştüler. Baygın bir halde kendilerinden geçtiler, ötekilerde de bir yufka
yüreklilik, bir ağlama belirdi. Bir şöy söylemelerine imkân olmadı. Zaten hiç kimsede de
dinleyecek hal kalmamıştı.
Sofilerden bir kaç kişi bana Erzincan yolunda arkadaş olmuşlardı. Bunlar beni kendilerine
başkan seçtiler. Senin buyruğun olmadıkça ne bir konakta ineceğiz, ne de senden izinsiz
sofra kuracağız dediler. Hattâ senin emrin olmadıkça birbirimizden incinsek bile hiç bir şey
anlatmayacağız. Bir kaç gün geçmişti, yiyecek bir şey bulamadılar. Karpuz mevsimi idi.
Uzaktan bir bostan tarlasından bir adam eliyle işaret ederek sesleniyordu. Allah adına ant
vererek dervişler buraya gelsinler, diyordu. Bunlara acele etmeyin dedim. Ama biz açız
dediler, sen de aç isen gecikme! Keramet inkâr olunmaz. Onlara dedim ki: Nihayet orası
yerinde duruyor o şimdilik elimizdedir. Nasıl ki sofinin biri ekmeğe yüzünü dönerek, eğer
senden daha iyisini bulursam elimden kurtulursun, bulamazsam, şimdilik elimdesin, demiş.
Kulağımızı ağırlaştırarak, ne diyorsun diye sorar gibi elimizi kımıldattık daha çok yaklaştı ve
ısrar gösterdi. Adama dedim ki: Bir şart ile geliriz. Sen ne yiyorsan dervişlere de ondan
vereceksin. Ayağıma kapandı. Çünkü o bunu rüyasında görmüş ve vaktini bekliyormuş.
Dervişler için karpuz toplamıştı. Ona dedim ki: Sakın olmaya ki sen iyilerini yiyesin de
dervişlere Allah için ondan daha fenasını veresin. Bir nara atarak yere yuvarlandı. Dervişleri
üç gün konakladı, kuzular kesti, onun nasibi budur dedim. (M. 333) Azizleri üç gün geri
bıraktım, ama sana da nasip erişti diyerek ayrıldım.
Erzincan'a varınca dostlarda, ayrı düştüm. Beni tanımadıkları süre içinde günlerimiz hoş
geçti. Oyunlar çıkarıyor, şakalaşıyorduk. Beni tanıdıktan sonra da etrafıma toplandılar hep
toy, düğün ettiler.
Üç gün iş aramaya gittim. Beni kimse çağırmadı. Çünkü pek arıklaşmıştım. Herkesi
götürdüler, ben oracıkta kalakalmıştım.
Yolda büyük bir adamın gözü bana ilişti. Kölesini göndererek burada niçin beklediğimi
sordurdu. Sen yolun kâhyası mısın? dedim, eğer şehri ve yolu sözleşme ile aldınsa, bana
haber ver.
Adam bana alçakgönüllülük gösterdi,beni evine götürdü, güzel bir yer gösterdi, yemekler
getirtti, iki dizinin üzerine edeple oturdu. Yemek yedikten sonra, bana bu şehirde bulundukça
her gün gel karnını doyur, dedi. işte onun bu sözü oraya bir daha gitmeme engel oldu. Bir


gün beni gördü ve dedi ki: Nihayet beni şu çetin durumdan kurtar! Dostluk asla tek taraflı
olmaz. Gönülden gönüle pencere vardır, derler. Ben kendi gönlümün yandığını biliyorum.
Beni niçin böyle perde arkasında bırakıyorsun? Hiç demiyorsun ki , bu nasıldır? Evet dedim.
Benim bir adetim vardır, her kimi seversem önce ona karşı sert davranırım; ta ki her
şeyimle onun olayım. Etimle, derimle, iyi ve kötü her şeyimle ona bağlanayım. Çünkü iyilik
öyle bir şeydir ki, beş yaşında bir çocuğa karşı bile yapsan o senin çocuğun olur. Ancak er
odur ki, önderinin nasıl sabırlı olduğunu görür ve onunla başına gelecek belâya da katlanır.
Sonradan yüz gösterecek devleti bekler. Onu nereye eriştireceğini düşünür de başını o
tarafa çevirir. Kahraman olur, ölümden korkmaz, neticede hiç de ölmez. Belki ölümsüzlükte
ölümsüzlüğe, belki bin ölümsüzlüğe ulaşır.
Orada birini gördüm, parmak kaldırdı. Bin kere de Müslüman olsan, dedim yine sende o
küfürden bir şey artık kalır. Yoksa niçin o fersiz bakışlarınla hep bana bakıyorsun? Orada
bir şeyh vardı, bana öğüt vermeye kalkıştı. Halk ile onların anlayışları ölçüsüne göre konuş!
Sonra onların zevklerine, dostluklarına göre nazlan! Doğru söylüyorsun, dedim ; fakat sana
cevap veremem. (M. 334) Çünkü bana öğüt verdin; sende, vereceğim cevabı kavrayacak
kafa göremiyorum.
Bir topluluk ruh âleminde başka bir zevk buldular. Aşağı indiler, yerleştiler, Allahsal âlemden
söz açtılar. Ama aynı o ruh âlemini Allahsal âlem sananlar da vardır. Bunlara Allahsal bir
ilham yahut gönül çekici bir hal gelir, yahut onu kolundan tutarak Allahsal âleme çeken bir
adam vardır ki, ona uyarlar. Burada gerçi başka bir incelik vardır. Bu âleme niçin indik,diye
sorabiliriz. Hallacı Mansur'a henüz ruh tamamı ile yüzünü göstermemişti. Yoksa nasıl olur
da, "Ben Hakkım," diyebilirdi? Hak nerede, ben nerede? Bu ben nedir? Bu ne sözdür? Eğer
ruh âlemine dalmış olsaydı, orada söz nasıl yer bulurdu. Elif nereye sığar, Nün nereye
sıyırdı?
Biri, Allah birdir dedi; öteki, peki sana ne? dedi. Çünkü sen ayrılık âlemindesin yüz binlerce
zerreden ibaretsin. Her zerrede dağınık, karmakarışık, donuk âlemler var. Bunlarda onun
başlangıcı olmayan varlığı gizlidir. Sana ne oluyor? Çünkü sen yoksun.
"Yoksulluk benim kıvancımdır" diyen yüce bir insandır, âleme sığmaz. Yoksulluk nedir ki, o
onunla öğünsün . Evet o Hak ışığının önünde yoksuldur, çaresizdir. Onun göğsü, Hak ışığı
önünde arıktır. Hep yanar ve der ki: Keşke yüz göğsüm daha olaydı da her gün bu nur
içinde yanıp tutuşaydı, saçılıp döküleydi, tekrar tazeleneydi. O yanıp yakılmanın rahatlığını
ancak o bilir. Zevkini ancak o çıkarır.
Yüce Allah, "Eğer bu Kuran-ı bir dağ üzerine indirseydik, sen. o dağı Allah korkusundan
çökmüş parça parça dağılmış görürdün,"     (Haşir Sûresi, 21)     buyuruyor. Onu dağ   
üstüne     bile    koysalar taşımaya güç  yetıre-mez
O nur yansılanır. Dervişin azığı yoksulluktur. Yoksulluk da Allah yolunda dervişliktir.
Dervişliğin hırka ile ne ilgisi var ki, her yıl dokuz yüz bin akçe derviş hücrelerinde yatanlar
için harcanır. Her gün on koyun kesilir. Hele havadan gelen gelirleri de sayısızdır.
(M. 335)Hazreti Muhammed (S.A.), "Benim Allah ile öyle bir anım otur ki, aramıza ne bir
mahlûk, ne de en yakın bir melek giremez," buyuruyor. Allahsına erişiyor.
Bu Şeyhlere sordum:"Benim Allah ile öyle bir anım olur ki," sözü ile işaret edilen hal. sürekli
olur mu? Bu ahmak şeyhler, hayır, dediler. Sürekli olmaz. Dedim ki: Dervişin biri Hazret!
Peygambere (S.A.) dua ediyordu ve diyordu ki: Allah sana daima topluluk versin. Hazreti


Peygamber buyurdu ki: Hey hey bu duayı bana etme! Bana dua ederken, Allahm topluluğu
ondan kaldır, Allahm ona dağınıklık ver diye yalvar! Ben topluluk içinde aciz kaldım, örs
oldum. Ulu.Allah, "Sanır mısınız ki, sizi gereksiz yarattık," (Müminun Sûresi, 115) buyuruyor.
Derler ki: Bazı fenalık vardır ki, neticesi iyiliktir. Yani ben yüz orduyu yağmaladım, yüzümü
sana çevirdim, sen başka bir yerde uğraşıyorsun. Sana saygı gösteriyorlar, bana
göstermiyorlar. Ben yüzümü hep sana çevirmişim. Benim bütün varlığım, senin bütün
varlığınla dolu. Onun karşılığı olarak benim varlığımda bol bol senin varlığın yaşıyor.
Biri kapının önünde içeri girmek için hep ağlayıp sızlar. Giremezsin, sana izin yoktur derler.
Öteki de bir saat dışarı çıkmak için sızlanır hayır derler; bu nasıl olur?
Efendi, herkes kendi halini anlatır.Allah kelâmının mânasın söylüyoruz,derler. Hele bir
hadiste, "Allah, ruhları tenlerden önce yarattı," buyurmuştur; bu nasıl olur? Yüz binlerce yılı
göz önüne getir ki bedenler yaratılmazdan önce geçmiştir.Bu Hadis yani sonradan yaratılan
varlıklardan birer perdedir. Hades, yani sonradan meydana gelen şey, elbet de abdest
almayı gerektirir. Hades'ten yani abdesti bozan şeylerden arınmalıdır ki, namaza ve Allah
katına yol bulasın. Bilmiyorum ki sonradan yaratılan bir nesne yüce Allahnın sözünü nasıl
kavrayabilir? Ancak gerektir ki, gizli gizli Hak yolunda yürüsün, ruhu yok oluncaya kadar,
geçici varlığı kalmayıncaya kadar bu yolda ilerlesin. Nasıl ki o hikmet ehli zat, donuk ve
eksik olmakla beraber şöyle demiştir: Muhammed gerçi orada idi, varlıktan her ne varsa
hep orada idi. Haktan başka herşey orada idi, ama yokluğa ve fanilik ülkesine gitti. Evet her
şey yok olur. Denilebilir ki o gelir, selâm sana, seni yalnız buldum, der.
(M. 336) Herkes bir şeyle uğraşır. O işten hoşnut ve memnundur. Kimi ruh ile ilgilenir, kendi
ruhu ile uğraşır. Daha başkaları aklı ile, nefsi ile alışveriştedir. Seni kimsesiz buluyoruz,
bütün dostlar, kendi sevdaları peşine takıl mış gitmişler, seni yalnız bırakmışlar. Ben
dostları olmayan bir dostum. Onlar arasında gidenlerden şu nükte meşhur oldu: "Allah,
kuluna vahiy yolu ile neler bildirdi ise, bildirdi," (Necim Sûresi, 10) buyruldu. Necim Sûresinin
başından bu onuncu âyete kadar dışarı çıktı, her ne kadar dışarı çıkmasa bile.
Biri, o niçin vahyetti diyor, diye sordu. Dedi ki: Ne söyledi ise söyledi. Ruhu gelir, sorar ki, o
sana söyledikleri ne idi, diye sorar. Hazreti Peygamber (S.A.) ona ne konuştuksa konuştuk
der. Akıl da böylece gelir sorar, o da aynı cevabı alır. Şimdi onun alnında bir satır yazı
yazılmıştır.
Biri malımı yağmaladılar diye şikâyet ediyordu. Dedim ki: Bu, bakkala çıraklık eden Hintli
kölenin hikâyesine benzer. Bakkal her müşterinin kâsesinden bal, yahut yağ asırır, müşteri
gittikten sonra de çıraktan gizlermiş. Çırak içinden kızar, fakat bir şey söyleyemezmiş. Bir
gün büyük birtulumun ağzı açık kalmıştı, içindeki bal hep dökülmüştü. Bunu fırsat bilen Hintli
köle, evet, dedi, parmak parmak topladın, şimdi tulum tulum boşalt! Kardeşi için kuyu kazan
bir gün içine düşer. Kötülük yapma. Kötülük görürsün! Kuyu kazma, içine sen düşersin! Biri
dedi ki: Falanın cenaze namazına gidelim. O sırada sofinin ondan çekinir yeri yoktu. Onu
Allah yargılasın dedi. Gerçekte cenaze namazı onu Allahnın bağışlaması demektir. Asıl
budur. O aslı, kökü bilmeyip de dallarla uğraşanlar, elbet de tersine ve yanlış söylerler. Yine
bir hikâye vardır: Biri balıktan bahseder. Onun büyüklüğünü, iriliğini anlatırmış. Başka biri
sus demiş, sen balığın nasıl olduğunu ne bilirsin? Öteki ben bilmez miyim, bu kadar deniz
yolculuğu yaptım, demiş. Peki o halde balığın nişanını söyle nasıldır. Palavracı hemen atılır:
Deve gibi iki bacağı var. Adam, yahu der ben senin yalnız balığı bilmediğini sanırdım, şimdi


görüyorum ki, sen deve ile öküzü de birbirinden ayıramıyorsun!
(M. 337) Tabiat ehli olmamalı, gönül ehli olmalı. Gönül ara, tabiata bakma! Gönülün yeri
nerede? Gönül gizlenmiştir.
O Allah adamıdır, kıskançlıktan ona gönül ehli derler. Bir aralık Hakkın parlak ışığı gönülde
yansılanırsa, gönül sevinçlidir. O ışık, bir anda kaybolur, ancak gönül gönül olmak için çok
kere böyle olur. Yanar, çok kere gönül kırılır, aradan kalkar; Allah kalır.
Davud Peygamber de bu nükteyi işaret etti: Davud, Allahdan sordu: Seni nerede arayayım?
Buyurdu ki, "Beni göklerim ve yerim kapsayamaz, ama bir mümin kulumun kalbine sığarım,"
Bir de, "Ben, benim yolumda kalpleri kırılmış olanlarla beraberim," buyurmuştur. Kalpleri
kırılmış olanlara gönül sahibi diyorsun. Çünkü ona gönül kırıklığı gerektir. Hakka erişince
Hakkın nurundan onun yüceliğinin nurunu görürsün. "Onları (Velîleri) benden başkası
bilmez," buyurulmuştur.
Bir derviş dedi ki: Bana aksi gerektir. Bir an dedi ki: Her peygamberin bir mucizesi vardır.
Gerçek Allah kulu olan Yusuf Peygambere sözleri yorumlama yetkisi verilmişti. Ama
Muhammed ümmeti için gerektir ki sözleri yorumlama bilgisi yeter derecede olsun, "Kendini
bana göster" dileği, bilindi ki Muhammed ümmetine yaraşan bir dilektir. Bundan dolayı
Musa, "Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!" diya yalvarıyor. "Kendini bana göster
sözünden de yine beni Muhammed ümmetinden kıl diye yalvardığı anlaşılıyor. Çünkü Musa
gördü ki, bir insanın parlak ışığı dağ üstüne inince dağ küçüldü. Benim işim değildir, "Beni
Muhammed ümmetinden kıl!" diye tekrar yalvardı. Ona şimdi bir kaç gün git Hızır'la görüş
denildi. Hızırda, "Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!" diye yalvarıyordu. Musa ile
Hızır'ın kapıştıkları başka bir nur daha var. İsa'ya bakarsın ö nur içinde şaşırmış bir halde
bulursun. Musa'ya bakarsın o nur içinde başı dönmüş görürsün.
Muhammed (S.A.) öyle bir nurdur ki, Dutun nurların en parlağı, en üstünüdür. Nihayet gör ki,
o çilede ve o zikir âleminde, hiç Muhammed'e uyma hakkında bir işaret var mıdır? Evet
Musa'ya kırk gece diye bir işaret verildi. Muhammed'e uymak ciheti nerede kaldı ki, Musa
onu dilememiş olsun! (M. 338) Belki, "Yarabbi beni onun atının terkisine yapışanlardan
eyle!" diye yalvarır.
Mevlâna'nın öğüt meclisinde bir aralık hoş bir şey oldu. Mansur'un vaaz meclisinde o kadar
keramet ile birlikte öfke yer bulmazdı. Nasıl ki bir gün o Mansur der ki: Eğer kuru bir ağaca
bile yürü dese, onu yürütür. Bu sırada hemen tahta minber yerinden ayrılır, iki kere yere
eğilir. Mansur, ey minber! der, ben sana söylemiyorum, sen yerinde dur!
Öğüt meclisleri onları anmakla kızışır, tatlılaşır. Ama onların hallerinden haberleri olduğu için
değil, ancak adları söylendiği için meclis kızışır, coşar. Ben onlara şöyle diyorum: "Bilim Hak
yönünden verilir, kendiliğinden gelmez."
Bir adam şeker gibi tatlı bir düş görmüş. Gökten şeker yağıyormuş... Ondaki insafa bak ki
nasıl düşünmüş. Bütün bu üstün vasıfları ile birlikte şeyhin yanında yaya yürüyordu. Çeşitli
fenlerde yetişmiş yüzlerce öğrencisi, seçkin bir topluluk kendisini kınamakta idi. Onlara dedi
ki: Varlıkları yaratan ulu Allah hakkı için siz eğer onun bir tüyünü anlayabilseydiniz, yani
Allahnın bize bildirdiği kadar onu anlayabilseydiniz, atının dizginlerini benim elimden
kapardınız. Birbirinizin makam ve mansıplarını kapmak için nasıl kıskançlık gösteriyorsanız,
onu da öylece benden kıskanırdınız. İşte o bütün temiz iman ile üstadını eve getirinceye
kadar atının başını çekti. Yolda kaç kere hem ona gönülden inanmış, hem de inkâr etmiştir.


Çünkü şeyh, böyle pek genç çocuğa karşı neden bu kadar gönülalçaklığı ve iltifat
göstersin? diye kuşkulanıyor. Sonra yine kendi kendine ona ne ziyan gelir ki, panzehir
ocağıdır, diyor. Fetih Sûresinde buyurulduğu gibi Allahnın geçmiş ve geçecek günahlarını
yarlıgadığı kimselerden zarar gelmez. "Hele, Allah onların suçlarını iyiliğe çevirirse." (M.
339) anlamındaki âyetle müjdelenmiş olanlara ne mutlu.
Beyit:
Dağ yılanlarla dolu olsa da korkma!
Çünkü orada tiryak taşları da var.
Şeyh ona okşayıcı bakışlarla baktı mı, içinde parlak düşünceler belirirdi. Sonra tekrar
gölgeye daldı mı, karanlık kuruntular baş gösterirdi.
Diyelim ki onun durağı orasıdır. Sanki halkı yoldan çıkarmak, kuşku ve düşüncelere
sürüklemek bir erkek işi midir?
Şeyh onu görünce selâm sana, dedi, bizi düşünmek hususunda nasılsın? Tekrar unutuyor
musun? Seni gerçeklemekten veya inkâr etmekten nasıl kurtulalım, diye şüpheleniyor
musun? Allah geceyi ve gündüzü değiştirir.
Kaç kere, gündüz ışığı karanlık denizinde boğulur, kaç kere de karanlığın deryası nurun
alevinde yanar. Kur an'da, "İnsanlar bir imtihan geçirmedikçe, sadece inandık demekle
kurtulacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut Sûresi, 1) buyurulmuştur. Alemde hangi şey vardır
ki, bir imtihan geçirmeden kabul olunur, yahut imtihansız ise geri çevrilir? Ama Allah dilerse
sonunda iş doğrulur,doğru yolu tutarsın, o zaman kim olduğunu da anlarsın! Veli, veli
olduğunu bilmez mi? Meğerse olgunlaşmamış olsun, henüz gelişme yolunda olsun, insan
Aksaray'a varınca nasıl olur da vardığını bilmez?
Hocendî diyor ki: Ailemin uğradığı acıları görünce kendi acılarımı unuttum. Şam'da Şahap
Herive büyük bir soydan gelmişti. Dedi ki: Ölüm bana göre neye benzer bilir misiniz? Artık
bir insanın sırtına ağır bir yük vururlar, onu zorla çamura sürüklerler, yahut yüksek bir dağa
doğru yürütürler. Bin bir zorluk içinde tırmanmaya çalışırken birisi gelir sırtındaki çuvalın
urganını keser, yere bıraktırır. İşte o adam birdenbire nasıl hafifler, nasıl yükten kurtulur ve
canı tazelenirse, ölüm de insanı öylece rahata kavuşturur.
(M. 340) Simdi onun hali tıpkı o kimsenin haline benzer ki, ulu bir ocağın köleleri olduklarına
inanırlarsa, bir gün ecel gelince ocak ulularının yasını tutarlar; Allah kulu olan o ailenin ışığı
içinde onları alçaltır ve kıskançlık gözüyle bakarlar.
Niçin Allahya yalvarmıyorsun? Gece yarısı kalk ikilik âleminden geç, yüzünü yere koy, iki
damla yaş dök. Allahm, eğer peygamberleri, erenleri sen istemeseydin hepsi de kapı
halkası gibi dışarda kalırlardı. Simdi bana falan ulu kişiyi gösterdin, gözümü onunla aydınlat.
Hazreti Peygamber, "Ne mutlu beni görenlere, beni görenleri ben de görürüm" buyurmadı
mı?
Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), önceleri halktan çok sakmırdı; en çok Hak
ile dostluk ederdi, iyiden kötüden çekinirdi. Olmaya ki, halkın kendisine karşı fazla sevgisi
biran veya bir saat için perde olur diye düşünürdü. Tam olgunluk çağına erince, kendisine
karşı seksen bin âlemin saygısı ve sevgisi ile iki kişinin sevgisi farksız oldu. Buyurdu ki:
"Beni halka satın." Yani, ey dostlarım beni halka satın ki ben kendi kendime satışa gelmem.
Hazreti Mustafa (S.A.) böyle buyurmuşsa ne ziyanı var. Bak ki Hak ne diyor? Beni yüz kere
satın diye haykırmıyor mu? "Kullarımın gönüllerinde benim nimetlerimi ve vergilerimi


anmaları hoşuma gider. Çünkü gönüller kendilerine nimet bağışlayanın sevgisini taşır.
Kendilerine fenalık edenlere karşı kin beslerler," buyurulmuştur. Emreden nefis, kendini sat!
der. O altın gümüş peşindedir. Ben para peşinde değilim, ben o işin peşindeyim ki, eşek
köprüden geçsin. Onlar büyük adam olmuşlar, şeyh olmuşlar, ben onlara ne yapayım?
Yalvarayım mı?
Aç kalmış birini arıyorum, susamış bir insan arıyorum. Berrak ve temiz su, yaradılışındaki
iyilik ve cömertliği ile susamış insan arar. Nefis, kadın huyludur. "Onlara danışın, ama
düşüncelerine aykırı davranın," buyurulmuştur. Ey Allah elçisi! Onlara danışın
buyuruyorsunuz. Hele kamunun menfaati ve sevinci olan bir işte ne yapalım?
Şimdi eğer erkeksen gel gidelim, onlarla danışma yapalım. Orada kadınlar vardır, nasıl
edelim? (M. 341) Buyuruyor ki: "Onlara danışın ama her ne söylerlerse aksini yapın." Bir
söz söylüyordu, hoş bir sözdür, dedim. Ama Allah sözü değil. Güzel söz, ama Allah
güzellerinden değil. Bizi her kim bir Müslümanla birlikte görürse Müslüman olur. Bir zındıkla
gören de zındık olur. Hem öyle zındık olur ki: Mazandıran'daki Girdikuh Tapınağı zındıklarını
ona köle ve hizmetçi yapmak yaraşır. Öyle bir insan eğer bir yaprak okursa zındık olur.
Eğer her iki yaprağı okursa Müslüman olur. Hem de öyle bir gerçek dost olur ki, anlatılması
imkânsızdır.
Fahri Kazı'nin ne haddine düşmüştür ki Muhammed-i Tazi, yani Arap Muhammed şöyle der,
Muhammed-i Razî, yani Reyli Muhammed de böyle söyler diyebilsin (Fahreddin-i Razl'nin
asıl ismi Muhammed Fahreddin'dir. Çağdaş tefsirciyi ne Şems, ne de Mevlâna sevmiyor.
Nitekim Mevlâna Mesnevî'de: Eğer akıl bu yolun kılavuzu olsaydı Fahri Razî dinin inceliklerini
bilen bir bilgin olurdu diyor.(Ç)). Bu adam, bu çağın dönmesi sayılmaz mı? Mutlak kâfir
olmaz mı? Meğer ki tövbe etsin. O kendini niçin incitir?O zaman Allah kullarından hangisinin
kılıcı ona acır? Bunlar kendi kendilerine de hiç acımazlar.
Haccac.bin Yusuf (Haccac Bin Yusuf, Emeviler devrinde Şam valisi, gayet sert ve zalim bir
adam idi. Şems'in ona rahmet okumasının hikmeti bu hikâyeden anlaşılmaktadır. (Ç))
Allahnın rahmeti üzerine olsun, deyiver. Evet bizim işimiz bütün halkın aksinedir. Onların
kabul ettiği her şeyi biz red ederiz, onların red ettiği her şeyi de biz kabul ederiz.
Bir gün Haccac gizlice haber aldı ki, adamın biri kendi makamına imrenirmiş. Bir gece
sabaha kadar onun harem dairesindeki kürsüsünde otursam, bir başkası da-bir gece
sabaha kadar onun harem dairesinde kalsam diye söylenirmiş. Haccac bu adamları
çağırmış ve sarayının ahçısına, yedi renkli pirinç pişirmelerini emretmiş. Pilâvları getirmişler,
bunlara yeyin diye emir vermiş ve sormuş: Hiç tadları arasında bir fark buluyor musunuz?
Mademki âlemin pabucuna pabuççu demek küfürdür, fakirin pabucuna ne dersin? Bana yüz
bin dirhem masraf etsen yine sözüme saygı göstermek derecesinde değeri olamaz. Eğer
sende saygı varsa gel. Saygısızlık edersen git. Artık saygısızlıktan vaz geç. Eğer bize
saygın varsa bizden işittiğin şeyleri bizim işaretimiz olmadan niçin açıklıyorsun, diye sordum.
Dedi ki: Senin küpün her ne kadar sızarsa da suyu temiz saklar. Sunu da söyledi: (M. 342)
Ben bu yolda çok taban tepmişim. Bir adamı bir çok yerlerde dolaştırsalar yirmi fersah alan
içinde, şehrin yakınlarında gezdirseler de şehre sokmasalar, tekrar dolaştırsalar ne çıkar?
dedim. Ben Hakkı arama yolunda bir çok büyük ve küçüklerle düşüp kalktım, dedi.Ya rahat
peşinde idin, yahut da söz derleme sevdasında idin, dedim.
Kendimi bir bağda gördüm, kendimden geçmiş bir vaziyette idim. Bana bir ateş geldi,


yüksek bir ses işittim, tekrar bir nara atarak kendime geldim. Çizmelerimi giymek istedim,
gözüme başka bir şey göründü, yine kendimden geçtim. Bütün evlerin üstünde
dolaşıyordum, gökten yedi kapı açıldı. Yerden göğe kadar uzanan direkler gördüm.
Anladım ki, o direkler
mümin kulların ibadetleridir. Sonra Mevlâna'yı bir minber üzerinde gördüm. Yanına havadan
iki kişi geldi. Alevîlerin büklüm büklüm saçları gibi kıvırcık saçları, ışık saçan iri gözleri
vardı. Ellerinde üst üste konmuş içleri mücevherlerle dolu tabaklar getirdiler, Mevlâna'nın
önüne koydular. Bir toprak çömlek ki, yere vurul-sa kırılmaz; şaşılacak bir şey değil, öyle bir
toprak çömlek ki, elli kere kayalara çarpılsa bile kırılmazdı! Ama yumuşak bir kum üstüne
düştü, kırıldı. Hayret ettim. Eğer onlara bir ölü için verin desen mezardan mezara
kaçarlar.diriler için verin desen külhandan külhana gizlenirler.
Benden sordular: Yol kesenlerin soyup bana getirdikleri mal helâl olur mu? Benim için helâl
olan bir mal ile bu mal arasında ne fark var? Hem karada, hem suda yaşayan kurbağa değil
ki tiksineyim. Çömlek değil ki murdar olur, yahut bozulur diye korkayım, işte bu şımarıklığı
yapmak başkalarına yaraşmaz. (M, 343) Diyelim ki: Bir doğan kuşu geldi, bir kale duvarı
üstüne kondu. Birisi ona atmak üzere yerden bir taş aldı, fakat kuş uçup gitti. Ama o duvar
üstünde bir merkep olsaydı ben de bir taş alır onu oradan kaçırmak için atardım. Ya boynu
kopar, ya çamura düşer, Karun gibi alçaldıkça alçalırdı. Bir de o insana bak ki, iman ışığı
yüzünden fışkırıyor, ikiyüzlülük ona asla bulaşmamış, o ışık öyle bir ışık ki hiç bir sınama ile
kararmamış, sönmemiştir, öteki ışıklarla bu nur arasındaki ayrılık şudur: Öteki ışıklar ufak
bir tecrübe sonunda kararır söner, bu sönmez.
Bana dost görünen biri vardı, müridlik davasında idi. Bir gün geldi, benim bir canım var ama,
bilmem ki senin kalıbında mı yaşıyor dedi. Ben, kendisini sınamak için ona şöyle dedim:
Senin paran var, bana güzel bir kadın bul; üç yüz isterse sen dört yüz ver. Adam yerinde
donakaldı. Ona bir gerçek açıklandı kendisine pek yakın sandığı adamın, ne kadar uzak
olduğunu anladı.
Su halde bir kere ona ayak uydurmak gerek. O sevgili bizim yanımızda sanki ana
kucağındaymış gibi davranır. Nihayet ey nazlı sevgili! Akıllıdan daha az mı akıllısın.
Şeytandan daha az mı şeytansın?
Öğretmenlik yapıyordum, bir çocuk getirdiler hoppa! Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran
bir sarhoş gibi geldi. Selâm sanaüstat! dedi. Ben müezzinlik ederim, hoş sesim var, kalfa
olacağım, dedi. Evet oraya oturdu anne ve babası ile sözleşme yaptım. Eğer eli kırılmış
olarak yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim. Bizim çocuğumuza karşı
beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz razı olmaz.
Ama sen döversen hiç ses çıkarmayız, size senet verelim. Bu çocuk bizi darağacının başına
götürmüştür, dediler. Mektebimizin çocukları hep başları önlerinde çalışıyor,etrafında
bakışıyorlardı.Öğrencilerden birini çağırdı, şakalaşmak, oynamak istedi. Hiç kimsenin
kendisiyle ilgilenmediğini görünce kendi kendine, bunlar ne adam-larmış, diye
mırıldanıyordu. (M. 344) Gizlice birinin tüyünü çeker, ötekine çimdik atar, çocuklar da onun
oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş bu şekilde uzayıp giderken kendimi her şeyden
habersizmiş gibi gösteriyordum. Ara sıra ne oldu? diyordum, ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı. Orada dışarıdan biri işaret etti. Önce ona bağırdım, ödü koptu, biraz
sonra yerinden sıçradı. Artık ben gideyim üstat! Pek erken geldim, henüz yeniyim, dedi.


ikinci gün tekrar geldi. Sordum kendisine: Paydos vaktine kadar ne okudun? Gel oku,
dedim. Kitabı önümde açtı, bir kenarından biraz yırtılmıştı. Kitabı nasıl koruyorsun? dedim,
bir tokat patlattım. Hemen yere yuvarlandı, ikinci, üçüncü tokatı da vurduktan sonra
saçlarını yolmaya başladım, ellerini kanattım, sonra da falakaya yatırdım. Aramızda Hoca
Reis dediğimiz bir kalfa vardı, gizlice ona seslendim. Çocuğa yardım etsin diye işaret ettim.
Fakat hiç aldırış etmiyor gibi görünüyordum. Çocuk içinden hele bakın Hoca Reise karşı
nasıl davranıyor diye hayret ediyordu. Çünkü niçin geldin diye kalfaya çıkıştım. Sizi görmek
istedim de onun için geldim dedi. O konuşurken çocuk gizlice yutKunuvor, ona işaret ediyor,
aman bana yardım et, diye yalvarıyordv Kalfa dudaklarını ısırarak kendisini kurtarmak için
fırsat koFıac^ğım anlatmak istiyordu. Hoca Reis, şimdi ben burdayım korkma diye gizlice
işaret ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin verin de ayaklarını çözeyim diyordu.
Ben susuyordum; nihayet çocuğu kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler. Bir hafta
evinden dışarı çıkamadı. Ertesi sabah namazda idim. Annesi, babası geldiler, ayağıma
kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? dediler. Halbuki kendi
kendime belki gelmezler de ben de kurtulurum demiştim. Nihayet bir hafta sonra oğlan
yanımıza geldi uzakça bir yere oturdu. Gizlice korkak bakışlarla etrafı süzüyordu. Ona
seslendim, yerine otur, dedim. (M. 345) Bu sefer tekrar terbiyeli bir durumda kitabını açtı,
dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini
okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli ve uslu olmuştu. Bir kaç gün sonra yine unuttu.
Dışarda aşık oynadığını söylediler. Keşke'o söyleyen gammazlık etmeseydi, içerde
çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa vardı. Bu sopayı aldım. Simdi
oynadıkları yeri temizlemişler, boyuna aşık atıyorlardı. Arkası bu tarafa dönüktü, ben keşke
beni görse de kaçsa idi diye düşünüyordum. Öteki çocuklar onunla benim aramdaki
vazgeçtiyi bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan çocuğun canı burnuna
geliyor,
renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek için fırsat kolluyordu. Bir işaret versin de
arkadaşını bu tarafa kaçırsın diye çırpınıyordu.Halbuki o kendinden geçmiş haldeydi. Önüne
vardım. Selâm sana,dedim. Hemen yere yuvarlandı, elleri titredi, rengi uçtu, kupkuru kesildi.
Kalk diyordum, kalk gidelim. Geldi, kitabının yanına götürdüm, bundan sonra da sopayı
suya koydum. Öyle yumuşadı ki, öyle bir şey oldu ki hiç sorma. Onu falakaya çektiler. Tek
başına on iki çocuğa birden vuruyordu. Aman üstat, dedi onu Arık bir çocuk bile falakaya
çeker, ayaklarını sarar. Kalfaya diyordum ki: Bari sen vur çünkü benim vura vura elim şişti.
Kalfa da bir kaç sopa vurdu. Kalfaya tutun dedim şöyle vurun. O bakıyordu bu sefer sopayı
kaldırdım kalfaya vurdum. Kendimce çocuğu dövüyordum sanki. Dördüncü sopada ayağının
derisi sopayla beraber kalktı. İçimden sanki bir şey koptu aşağı düştü. Birinci ve ikinci
sopada bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı. Nihayet yine evine götürdüler, bir ay dışarı
çıkmadı. Sonra dışarı çıktı annesi sordu nereye gidiyorsun? (M. 346) Üstada gidiyorum
dedi. Annesi ama nasıJ gideceksin? deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar? Ben
ölünceye kadar ondan ayrılmam. Benim ne olacağımı, hangi kuru darağacında kalacağımı
Allah bilirdi. O beni yola getirdi. Beni tekrar mektebe götürün, diye annesine babasına
yalvarıyordu. Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları hep birden ellerini kaldırmış hem dua
ediyorlar, hem de diyorlardı ki, bu, öyle bir fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten,
küçükten hiç kimseyi sağ bırakmayacaktı. Şehrin şahından .bahsetsem, ona söverdi, taş


atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş olan bir kanlıya karşı bile
pervasızca davranırdı. Hülâsa bu öğrenci şimdi bütün arkadaşlarından daha uslu, daha
saygılı olmuştu. Bir arkadaşı kendisine bir işarette bulunsa elini ağzına götürür sus diye
mırıldanırdı.
Nihayet kısa bir süre içinde bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu.
Bundan sonra bir daha gelmedi. Artık işini bulmuştu.
Allahnın perde arkasında gizlediği kullar vardır. Onlarla birlikte sırlar konuşur, gizli hikmetler
söyleşir.
Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi. Sonra kendi
özel hücresine davet etti. Bir gün ne olur dedi bizimle beraber kalsanız? Dedim ki: Bu bir
şartla olur. Açıkça ikimiz birlikte otururuz, sen müritlerin önünde içki içersin, ama ben içmem,
ben bu işe katılmam. Sen niçin içmezsin dedi. Dedim ki: Sen bahtiyar bir fasik (günahkâr)
olursun. Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum. Bunu yapamam dedi. Bundan sonra bir tek
söz söyledim, üç defa elini alnına götürdü, Allah! dedi.
Kelâm bilgini Esedüddin bir gün, "Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir," (K. 57/4)
anlamındaki Allah sözünü yorumluyordu. Bütün bilgisi ve erdemi ile beraber, halk önünde
kendisinden bir şey sorduğum için bana gücendi. Bir gün tekrar sordum: O sizinle beraberdir
diyorsun. Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?
Bana şu cevabı verdi: Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet
tarafında iken ne ise sertlik yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı maksadın nedir? demek uygun değildir. Bunun mânası nedir, sen
dinle: Bir şüphe bağlamışsın kendine zahmet vermeyi huy edinmişsin. (M. 347) Allah
kelâmına bu mânayı nasıl veriyorsun. "O sizinle beraberdir," evet ama Allah kul ile nasıl
beraber olur? Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir .
O vaizdir, öğütçüdür ne bilir derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse
desinler, sözcüler hâlâ Elif harfinin derisini geveliyorlar, onun mânasını hiç anlayamıyorlar.
Çünkü erlikleri yoktur. Nasıl ki erkekliği olmayan bir adamı bir güzelin yatağına koyarsın ne
yapabilir? Tatsız okşayışlardan başka elinden ne gelir? Bir şey yapamaz, ancak yüzünü
yüzüne sürer o kadar.
Bir şey ki başka bir şeyin sebebi olmuş ve onu meydana getirmiştir, ondan yoksundur. Bu
erkekliği olmayan delikanlı ile iğneci arkadaşının hikâyesine benzer ki, ne halkın ve ne de
başka yakınlarının bu halden haberleri yoktu. Onun sakalı, bıyığı ile öğünürlerdi.
Beyit:
Erliği, sakal ve bıyığının yalancı şahididir.
Onu ana tüyü ile süslemek daha uygun düşer.
Yukarıda sözü geçen delikanlı, binlerce genç kız arasında seçtiği güzel bir dilberle evlendi.
Düğün dernek yapıldı. Ama geline yaklaşamadı. Çok düşkün bir durumda kaldı. Bunun
üzerine çocukluğundan beri sır yoldaşı olan iğneciye geldi, meseleyi açtı, benim en yakın
arkadaşım sensin dedi. Halim şu durumdadır. Bugün gece sularında bana gelir, benim
elbisemi giyersin, beni şu baş ağrısından kurtarırsın. (M. 348) Fakat halvete girince hiç
konuşmazsın ki kız işi çakmasın. Uyku sırasında adet olduğu üzere ışıkları da söndürürsün,
iğneci.hay hay! dedi, emrindeyim. İğneci halvete girince hemen ışığı söndürdü yatağa
fırladı. Kızcağız onu kendi zavallı kocası sandı. İğneci yiğitçe yaklaştı, kızı altına çekti,


feryat, figan sesleri yükseldi. Koca, kapının dışında idi. Ey kahpecik! dedi. Beni mi sandın ki
ciğerimi dağlayasın? Ona iğneci derler, demiri yırtar, delik deşik eder.
Sahabeddin-i Sühreverdî, (ona, "Maktul" Şahabeddin de derler), Halep Sultanı katında çok
değerli ve olgun bir insan olarak tanınmıştı. Kıskandılar, Sultana dediler ki: Ey Melik! Falan
kimseye bir mektup yaz hep birlikte mancınığa koyalım atalım.
Mektup okununca sarığı aşağı düştü. Başını kestiler. Ama hemen pişman oldu.
Düşmanların tuzağı açığa çıktı. Melikin lâkabına Meliki Zahir derlerdi. Katillere buyurdu:
Mazlum Sahabeddin'in kanını köpekler gibi yalasınlar, içlerinden iki kişiyi de fesat
karıştırdıklarından dolayı öldürttü. Birkaç kişiyi de dışarı göndererek pazarda sattırdı.
Gizlice kırk dinara satın aldılar.
Güzel bir kitap beş akçeye satılır. Çünkü herkes kitaptan anlamaz. Bu Şahabeddin istiyordu
ki, fitne ve fesata sebep olan, ellerin, ayakların kesilmesine yol açan altın ve gümüş paraları
kaldırsın, alışverişi başka bir şeyle yaptırsın. (M. 349) Halkı Muhammed dinine uymaktan
vaz geçirsin. Eğer o Muhammed'in izinden gidiyor muydu diye benden sorarlarsa, hayır
gitmiyordu, derim. Bir gün onunla bir ordudan söz açan Meliki Zahir sordu: Sen ne bilirsin?
Ordu nedir? Yukarıya ve aşağıya bakınca her tarafta yalın kılıçlarını çekmiş askerlerin,
heybetli kişilerin durmakta olduklarını gördü. Yer, tavan, aralık hep askerlerle dolu.
Yerinden sıçradı, hemen hazineye gitti, işi araştırmadan hemen ona saldırmak için, içinde
bir öfke duydu.
O Sahabeddin'in bilgisi aklından üstün idi. Akıl gerektir ki, bilgiden üstün olsun, hâkim olsun.
Onda aklın durağı olan beyin arıklaşmıştı. Nasıl ki, bir aralık dimağının gücünü artırmak için
bir iki kadeh ferahlatıcı sudan almak isterdi. Daha fazlası da işe yaramazdı. Dimağı son
derece arıklaşmış olmasından dolayı, Sahabeddin'in sözü de yukarı adı geçen o kelâm
bilgini Esedüd-din'in sözünden daha aşağı sayılırdı, o zaman bu kelâmcı Esedüddin onu
kötülemişti. O insafsız bu makamda bizdendir. Mâna bakımından da senin olduğu gibi. Sen
biz olunca ulu Allahnın, "Biz onu (Kur'an-ı) Kadir Gecesi indirdik," (Kadir Sûresi, 1)
anlamındaki âyette de aynı veçhile ifade ediliyor. Nasıl ki siz benim sözlerimin içine daldınız,
bunu hiç kimse anlayamaz. Anlayabilselerdi hepsi de mürid olurlardı. Söz onlardan da
geçerdi. Şimdi daha ne kadar onların sakallarına göre tarak vuralım. Şöyledir veya böyledir
diye sözü çoğaltalım. Lâfı çok uzatırsak, alt tarafı yalan olur.
Allahyı görürsen, benden selâm söyle. Dost çok iyidir, kendini onda yok edersin, onun
varlığında yürürsün. O kalmazsa sen de kalmazsın. Her şey varlık alanına gelmekte Haktan
bir müjdedir, bir bağıştır.
Yolcunun biri yolda yürürken karşıdan hafif silâhlar kuşanmış ılgar bir atlı gördü. Kendi
kendine, bu adam bana kastetmeden önce ben onun işini bitireyim dedi. Atlı yaklaşınca
yolcuya, bana öyle kötü nazarla bakma! dedi, çünkü ben çarpışma hususunda çok
hünersizim. Yolcu şu cevabı verdi: (M. 350) Güzel söylüyorsun, ben de can korkusundan
seninle çarpışmak istemiştim. Simdi gel artık el ele tutuşalım. Bu gün din âleminde de iş
böyledir. Bu külahı taşımak istiyorsan önceden başına giymelisin ki bu er meydanından
mertçe başını çıkarabilesin. Yoksa yolda kalırsın. Bahtiyar odur ki, ecel kılıcından hem
başını, hem de külahını kurtarır.
Ey kadılar, müderrisler, şeyhler! O zayıf Allah dostuna karşı gönülalçaklığı göstermeyenler
yaralanırlar. Belki bilmiyorduk, ama bu yolda bilgisizlikle nasıl yürünür?


"Allah cahili kendisine dost edinmedi." Belki meşgulsünüz acaba bizimle mi? Hayır, dedi bir
komşu ile. Komşu kim oluyor? Senin komşun ancak benim. Burada dava boş lâftır. Kâfirleri
şu cihetten severim ki, dostluk iddiasında bulunmazlar. (Açıkça) biz kâfiriz, düşmanız derler.
Şimdi sana dostluğu öğreteyim: Dostlukta yalnızlık haramdır, yasaktır, cezayı gerektirir,
Dost odur ki, şefkat yönünden gözlerinden ateş saçar. Yarabbi onları günahtan kurtar, beni
ve bütün Müslümanları da birlikte yarlığa! diye yalvarır.
Bugün sen de, şeyhi meyhanede gördüğün halde, ben bu işin sırrını bilmem, ancak o ve
onun Allahsı bilir, diyecek kadar hoşgörürlük varsa, onu Allahya yalvarış halinde gördüğün
zaman, bunu tanırım, bir kere bu sende onu aynı münacaatta, aynı Kabe'de, aynı cennette
görecek kadar kudret yoktur, hiç değilse bu kadar temiz düşünmek de çok iyi olur.
Biri diyordu ki, Muhammed (S.A.) bizim perdedarımızdır. Dedim ki: Kendinde gördüğün
şeyi, Muhammed'de niçin görmüyorsun? Herkes kendi kendisinin perdecisidir. Dedi ki: O
yerdeki marifet hakikati vardır, davet nereyedir? (M. 351) Yap, yapma hitabı nerede kalır?
Dedim ki: Nihayet, o onun içindir ve bu başkaca fazladan bir fazilettir. Ettiğin bu inkârdan
vazgeç, bu tasarrufu bırak ki, davetin tam kendisidir. Hem davet ediyorsun, hem de davet
etmemelidir diyorsun!
Bu Cebriye'ciler ne yaparlar? Kuvvetli adam bilmez mi ki, bütün bu varlık Allahındır. Bir
çocuğa sorarsın: Bizi kim yarattı? Hak yarattı, der. Ortada bir dönderici olmadan bu çarh
döner mi dersin. Ne söylüyorsun der? Divane misin?
Pekâlâ bizi yaratan, var ve yok eden mi daha güçlü, daha kuvvetlidir, yoksa biz mi? sana şu
cevabı verir: Eğer o bizden daha kuvvetli olmayaydı, bizi hem var, hem yok etmeye kim güç
yetirebilirdi? Daima en yüce kudret odur ki, bu galip ve yüce varlığı görebilsin, gözünü
açsın, perdesiz taklitsiz yaratıcıyı temaşa etsin, Allahı görsün.
Derler ki: Simdi git, Muhammed'i gör ki, o bu ay ve güneşin varlığı için bir sebeptir. Fakat
onun için bir sebep yaratılmadı. Onun hiç bir sebebi yoktur. O Sems'in (Güneşin) yüzü kara
olur, ama bu Şems'in yüzü kararmaz. Çünkü bu hidayet güneşi Hakkın yüceliğinden nur
almıştır. O güneş ise öyle bir makamdadır ki, o makam ancak, "Güneş yuvarlanıp karardığı
zaman," (Şems Sûresi, 1) anlamındaki âyet ile işaret buyurulan makamdır.
İyi insan dert ortağı olur, iyi insan cana yakın, tatlı bir insan olur. Fakat Şeyh Muhammed bu
yolda uygunluk göstermez. Bir türlü uysallık tarafına yanaşmaz.
Ben seni'o halette ve o makamda gördüm. O halden vazgeçesin diye ne kadar çabaladım.
Acaba o yabancılık makamında niçin oturmuştur? diye gönlüm hep seninle idi. Niçin o dar ve
tatsız menzildedir diyordum, istiyordum ki, benim sana karşı duyduğum şefkatin ne
derecede olduğunu bilesin. Şimdi bir kere elini şöyle bana sür. Çoktandır sürmemiştin, işin
varsa da şöylece biraz olsun değdir. (M. 352) Selâm sana! Bayramın kutlu olsun! Bizim
selâmımız bir kaledir. Onun içine girersen bütün dertlerden selâmette olursun.
Şiir:
Her kim Allah inayetinin kalesine girerse
Örümcek ona perdecilik eder.
Aleme tek başına geldin, bütün cihanla top oynayama-sın bütün bu insanlar arasında topunu
meydandan dışarı çıkarırsın!
Dedi ki: Bazı âşıklar debdebeli ve saltanatlı olur, maşuklar ve sevgililer ise durgundurlar.
Dedim ki: Bu debdebe ve saltanat, düğün dernek şuna benzer: Biri seni ceviz yiyesin diye


bağa davet eder, ağaca çıkar, tekme vurmaya başlar ve sana buyur kendi elinle ye der.
Misafirin eli ve yeni ceviz boyası ile kararır. Başka biri ise misafiri bağa götürür hoş bir
yerde oturtur, uşaklarına emreder: Gidin ağaçtan ceviz indirin, temizleyin, kabuğunu soyun,
kırılmış olarak getirin, der. Uşaklar da o şekilde temizlenmiş cevizi getirirler, misafirin önüne
koyarlar, buyur derler. Misafir sorar: Bu nasıl ceviz ki hiç elim kararmadı? Kolum kirlenmedi.
Ben bunu yiyemem. Bunun ne olduğunu Allah bilir, bu cevize benzemiyor. Ben böylesin! hiç
görmedim. Sair diyor ki:
Kimse aşk sırrına eremedi,
Eren de şaşkına döndü.
Şeyh ibrahim, Hayyam'ın sözüne itiraz etti. Aşk sırrına eren niçin sasırsın, ermeyenlerde ise
şaşkınlık nasıl olur. (M. 353) Evet dedim. Hayyam kendi halinin vasfını söylüyor. O şaşkın
ve perişan idi. Bir zaman kabahati feleğe yükler, bir gün
zamaneye, bir gün bahtına, bir gün de Allahya çatar. Bir kere Allah yoktur der, inkâr eder,
diğer bir sefer de ispat eder.Konuşurken bazan karanlık, vehimlerle karışık sözler söyler.
Halbuki imanlı adam şaşkın ve perişan fikirli değildir. Mümin, Allah huzurunda nikabmı atmış,
perdeye yapışmış olan kimsedir. Ne istediğini ve ne dilediğini bilir, kulluk eder. Onu bütün
açıklığı ile görmekten, doğudan batıya kadar bir lezzet duyar.
Zındık ise, daima olumsuz düşünür, hayır der. (Ben) sözü ile konuşur. Benliğinde hiç
şüphesi yoktur. Çünkü açıkça görüyorum, yiyorum, tadıyorum, bundan ne şüphem olabilir
der. Niçin evet diyeyim? Bunu siz dilediğiniz gibi söyleyin. Ben buna ancak gülerim.
Nasıl ki adamın biri günün birinde tam kuşluk zamanında bir elinde sopası, öteki eliyle de
duvarı tutarak, ayakları titreye titreye, ah vah ederek karşınıza gelir. Ağlayarak niçin
söylemiyorsun? Bu ne iştir başımıza geldi? Bu ne belâdır acaba? Bu gün güneş doğmadan,
bir başka şey doğdu, diye sızlanmaya başlar. Evet ben de aynı şaşkınlık içindeyim, niçin
gündüz olmuyor? Sen görüyorsun, kuşluk vakti her taraf aydınlık içinde. Sana bunu yüz bin
defa söyleseler ancak onlarla alay eder ve gülersin. Bu gün mümin olan yoksun değildir,
ama mümin kimdir?
Bir an için meyhaneye 'uğrayalım, oradaki biçareleri görelim. Allahnın yarattığı o zavallı
kadıncıkları ziyaret edelim. İster iyi ister kötü olsunlar, onların haline bakalım. Kiliseye de
uğrayalım, onları da gözden geçirelim. (M. 354) Benim işime kimse takat getirmez. Onu
ancak ben yaparım. Taklitçiye bu işte bize uymak gerekmez. Doğru sözdür: Taklit ehline
uysallık yaraşmaz.
Oğlundan çok şikâyet ediyordu. Dilimin ucuna geldi, sonu iyi olur dedim, çocuktur,
çocukluktandır bu yaptığı şeyler. Yoksa aslında bilerek değildir. Nasıl ki koruk ile ham erik
acımtırak ve ekşidir. Bu vasıflar, koruğun henüz tazeliğinden ve eriğin hamlığındandır.
Aslından değil. Ama aslında ekşi kokan koruk da vardır ki taş gibi sert kalır, hiç tatlılaşmaz.
Ancak gerektir ki koruk daima güneşin önünde olsun.
Allahnın öyle kulları vardır ki, hiç kimse onların çektiği cefaya güç yetiremez. Her zaman
onların doldurduğu sürahiden içenler bir daha kendine gelemezler. Başkaları sarhoş olur,
dışarı kaçarlar, ama o küpün başında oturur.
Biri gelir bana yemek yemenin usullerini öğret, çünkü bana bu iş pek zor geliyor, rahatsızlık
veriyor, der. Cevap verdim, yemek öyle yenmelidir ki sen onu incitesin, ama o seni
incitmesin. Öyle ye ki sen ağırlığını ona yükleyesin. Yoksa o ağırlığını sana yüklemesin!


Dedi ki: Simdi sizinle birlikte yiyelim. Ben ye demem, bende o velilik yoktur. O velilik ancak
Allahtandır ki, bu acıları ben verdim sen çek, bunu yine ben onarırım, der.
Allah bana bilgi vermiştir. Eğer ben bu yiğitliği yapmasam o zavallı mide bir gün, bir gece
sıkıntı çeker, ben de onun ıstırabına çalışmış olurum. Mevlâna'nın halka hitap yoluyla
söyledikleri bana ait değildir. Ben onun benimle olan ilişkisini bilirim. (M. 355) Eğer kaşını
eğerse anlarım ki bana değildir. Çünkü Mevlâna'nın benimle olan ilgisini açıkça görüyor ve
biliyorum ki o yüz ekşimesi başkalarının işi içindir. Ben nasıl sevinçli olabilirim? Bütün âlem
gamlı olsa bile beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Ama gamlı zamanımda da istemem ki hiç
kimsenin gamı bana bulaşsın.
TANRI TANRIDIR
Yaratılmış olan kimse Allah olamaz, ister Muhammed (S.A.) olsun, ister Muhammed'den
başkası.
Biri gedi, mazur gör bu gün bir şey pişiremedik, dedi. Cevap verdim: Ben senin pişirdiğin
şeyleri ne yapayım. Gerek ki sen pişesin! dedim. Nasıl pişeyim? dedi. Sen nasıl müritsin ki,
işaretten anlamıyorsun dedim. Cevap verdi: Eğer anlayış denilen şey, değişik olmayaydı,
işaretlerde ve ibarelerde islâm bilginleri uyuşmazlığa düşmezlerdi. Hele naslardan tek mâna
çıkarırlardı. Ben sordum: İslâm bilginleri arasında nasıl uyuşmamazlık olabilir? dedim. O iki
türlü görüş ve o taassup senin işindir. Ebu Hanife eğer Şafiî'yi göreydi, başcağızın kucaklar,
gözlerini öperdi. Allah kulları, Allah ile nasıl ayrılığa düşerler. Bu ayrılık nasıl mümkün olur?
Sen ayrılık görüyorsan kurban ol ki uzaklıktan kurtulasın.
Sözü geçen bu kurban hikâyesinden nasıl kurtulayım dedi. Kurban ol ki, kurtulasın dedim.
Namazda, "Allahu Ekber" demek kurban, yani Allaha yaklaşmak içindir. Bu sözle ibadete
başlayan kul kendinden geçer. Eğer sende ululanma ve" büyüklenme duyguları varsa, Allah
demelisin, ona yaklaşmayı dilemelisin!
Şimdi daha ne zamana kadar putu koltuğunda taşıyarak namaza geleceksin? Allahu Ekber,
yani Allah uludur diyorsun, ama münafıklar, ikiyüzlüler gibi putun koynunda duruyor.
(M. 356) Zaman zaman Şeyh Muhammed secde eder, rükûa varırdı. Ben şeriat erlerinin
kuluyum derdi. Ama onlara uymazdı. Ben ondan çok faydalandım. Ama sizden
faydalandığım gibi değil. Bu ona benzemez. Ancak oğullarınız sizi hiç anlamazlar. Tuhaftır
belki kendilerini de anlamazlar. Siz oralarda değilsiniz ki oğul olanlarla, olmayanları
gösteresiniz. Biri pek çok uğraşır ki kendinden bir şey gösterebilsin. Öteki yüz türlü
kurnazlıkla kendini gizlemeye çalışır. Kendimi ne zaman açığa vurmak istersem zahmetim
artar. Tanıdıklar, yabancılar etrafıma toplanır, ben bunu yapamam. Çünkü bana hayat
lâzım.
Dedi ki: Falan kimse sana asla yakın değildir. Dedim ki: Onun bana yakın olmadığını sen ne
biliyorsun? Sen ondan daha olgun olmalısın ki bunu an Tayası n! Çünkü o şöyle olmalıdır,
böyle olmalıdır diye tenkitlerde bulunuyor. Halbuki teslim makamında şöyle olmalı, böyle
olmalı gibi sözler nasıl yer bulur? Ona şu cevabı verdim: Ettiğin bu itirazlardan sonra, onun
şöyle olmalı, böyle olmalı dediğinden bahsetmek yersizdir. Çünkü bunu sen de yapıyorsun.
Hem de olmamalı diyorsun. Nasıl ki Hintlinin biri namazda konuşur, yanında namaz kılmakta
olan başka bir Hintli bunu işitince, sus der, namazda konuşulmaz.
Adamın biri, kadıya şikâyete gider. Davalı tarafın tanığı yoktur, ona sen yemin edeceksin,
derler. Cevap verir: Vallahi de yemin etmem, billahi de.


Ahlat'lılar derler ki: Ey'tırıl herif defol, git ki sana söğmeyelim! Bunu niçin söylüyorsun dedi.
Mademki itiraz etmek gerekmez, ötesini Allah bilir. Dedim ki: Senin benim karşımda
konuşman şuna benzer: Sen bilmiyorsun, ben de sana öğretiyorum. Şimdi bu şeyh ile mürit
arasında hoş kaçmaz. Müridin yolu bu değildir. Aynı zamanda itiraz gelince hürriyet kalmaz.
(M. 35?) Yapacağı işi özgürce seçmek kolaylığı kalmaz. Halbuki, bana gerektir ki serbest
davranayım, gerekirse gideyim, gerekirse oturayım, yatayım hülâsa kendi irademle hareket
edeyim. Ama sen benimle birlikte olursan irade kalmaz. Benim gitmem gerekli olunca sen
gidersin. Yahut senin gitmen icap edince ben giderim. Ya hizmetçi olurum, yahut kendine
hizmet olunan efendi durumunda kalırım. Her iki halde de o irade ve ihtiyar ortadan kalkmış
olur.
Şiir:
Ne kimsenin uşağı, ne efendisi olur,
İnsaf et ki dervişin hoş bir âlemi vardır.
Hakir (gerçek yoksul) malı olmayan, kendisi de kimseye mal olmayan kişidir. Küçük yaşta
fakirliğe alışmak gerektir, taze dalın ateşe girmeden doğrultulması kolaydır. Bayatlayınca iş
zorlaşır. Henüz yeniyken ayağı pabuca uydurmak gerek. Ayak pabuç içinde yerleşince,
kurusa da incinmez.
Dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek kimseyi incitmek veya soğukluk etmek fakirin işi
değildir. Ben de dedim ki: Eğer onu bir sınamadan geçirmezsem kendisinin kim olduğunu
anlayamaz.Bir topluluk görürsün bazı inanışları vardır. Fedakârlıklar gösterirler. Biraz
sınamaya başladın mı onların inançlarının senin yanında nasıl çıplak kaldığını görürsün.
Sen onları böyle çırılçıplak görünceye kadar, ben sınamaya devam ederim.
Sevgi davasında olan kimseden bir aralık bir kaç para iste! Aklı yerinden çıkar, canı gider,
başını ayağını sallamaya başlar.
(M. 358) Çoklarını sınadım beni pek az görenler hemen kınamaya başladılar. Bu adam
bütün gün kendisine inananları soğutmuştur dediler.
Dedim ki: O yapmadı. Bu Allahnın onun hakkındaki sevgisindendir. Ulu Allah halkın beni
bilmesini istemiyor. Halka karşı kutsal hadiste buyurulduğu gibi, "Benim velilerim kubbelerim
altındadır, onları benden başkaları bilmezler," anlamındaki
hikmet gereğince onların alınları damgalanmıştır. Onları kim görebilir? Onlar böylece Allah
katındadırlar. Onları görmek dileyenler Allah Nazar'ına gelirler. Sende Allah nazarına gel ki
onları göresin! Halk, Hakkı nasıl a'nlayabilir? Nasıl görebilir? Onun nazarında olan bu şahsı
da hoşa giden her şey gibi hoş karşılarlar. Herkesin bir özel hali vardır. Vaizin minber
üstünde, hafızın minder üstünde, dinleyenlerin, müridin, şeyhin ayrı ayrı halleri olduğu gibi
mürşidin de bir hali, âşıkın bir hali, maşukun bir hali vardır.
ALLAHTAN BAŞKA TANRI YOKTUR
Bu ne sapkınlık ve körlüktür ki, kör olduğunu bilmez. Ben onlardan değilim, ama onlardan
haberim var. Bir topluluk daha vardır ki, gözleri görür ve gördüklerini de bilirler. Onları da
kendileri bilir.
Mısra:
Ev sevgili. Görmediğin şeyden ne dem vuruyorsun?
Nihayet ben senin babanım, sen de benim oğlumsun, dedi. Niçin vakitsiz uyuyorsunuz ki beni
oğul görüyor, kendini de baba biliyorsun? dedim.


MUHAMMED'İN OLDUĞU YERDE ADEM NE SÖYLEYEBİLİR?
Aklın ayağı topaldır, ondan bir şey gelmez. Ama onu da nasipsiz bırakmak olmaz. O hadis,
sonradan yaratılmış bir varlıktır. Hadis, evin kapısına gelir, ama içeriye girmeye gücü
yetmez. Bir levha üzerinde bir Elif yazıldı. Ona ister levha üzerinde yazıldı diyelim, ister yer
üstünde, isterse yer ve göklerin ortasında,  yazılsın.    Her şey ondan nur almıştır.
Derler ki:    Nerede kendini  görme, nerede    o  görüş? Madem ki görüyorsun nerede o?
NASUH TÖVBESİ
(M. 359) Kur'an'da, "Ey iman edenler. Allah'a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin," (Tahrim Sûresi,
8) buyurulmuştur. Bazıları bu Nasuh sözünün yorumlanmasında nefse dönmeyen şey
demişlerdir. Bu hoş bir deyimdir. Bazıları da Nasuh, yüzü kadın yüzüne benzeyen bir
adammış, ama tam bir erkekmiş, erkekten hiç bir eksik tarafı yokmuş derler. Kadınlar
hamamında tellâklık edermiş. Tam otuz yıl bu işte çalışmış. Bir gün Sultanın kızı hamama
gelmiş, kulağındaki büyük yakut küpe kaybolmuş.Farkına varınca bunun hamamda kaldığını
anlamışlar, çavuşlara emir verilmiş hemen gidin hamamda hiç bir delik deşik kalmamak şartı
ile araştırın! denilmiş. Çavuşlar hamamın kubbesini ve içini, her tarafını sarmışlar.
Şiir:
Her işin tam vakti gelmedikçe
Sana dostun dostluğu fayda vermez.
Nasuh halvete girer korkudan titremeye başlar. Şimdi araştırma sırası bana gelecek diye
sızlanıyor, arka arkaya secdeye kapanıyor, Allahya söz veriyor eğer bu defa kendimi
kurtarırsam bundan sonra bütün ömrüm boyunca böyle bir iş yapmam, Allahım bundan
sonra bir daha kadın tellâklığı etmeyeceğim, senin Allahlığına sığınarak söz veriyorum.
Eğer şu yükü benim sırtımdan kaldırırsan, bundan böyle Nasuh kulun bir daha bu günahı
işlemez, diyor.
Nasuh, bu yalvarış halinde iken içeriden bir ses geldi. Herkesi aradık yalnız Nasuh kaldı onu
da arayın. Aklı başından gitmişti. Sırrını Allahya ısmarladı. Tam bu sırada   bir ses daha 
geldi, küpe bulundu dediler. Arayanlar bir Lahavle çekti.
Nasuh'un hakkında kötü düşüncelere saptık dediler. Bari gelsin eliyle Sultanın kızını okşasın
kız da onun kendisini okşamasını istiyor. Nasuh'u çağırdılar. Nasuh şu cevabı verdi: Benim
elim bu gün işlemiyor, yolda sancılandı.
(M. 360) Peygamberin yoldaşları tövbe ederlerdi, yine bozarlardı. Buyurdu ki: Nasuh
Tövbesi ile tövbe edin ki o tövbe otuz yıl yaşar hiç geri dönmez. Kerem denizi
dalgalanmaktadır ondan her ne istersen onu verir.
Herkes bir şeye tapar. Kimi güzele, kimi paraya, kimi mevkie düşkündür. Onlara karşı işte
benim Allahm budur, der. İbrahim Peygamber gibi, ben batan şeyleri sevmem demezler.
Halbuki İbrahim ben batan şeyleri sevmem dedi. Nerede o İbrahim yaratılışh insan ki, hal
diliyle bu sözü söyleyebilsin? Bunjn sırrı başka bir feleğe aittir. Çünkü ruhlar âleminde
felekler vardır, iç sırları âleminde de felekler, güneşler, aylar vardır.Bu hayallerden geçen
kim se bilir ki bunların da bir yaratıcısı vardır. Ama vefaları yoktur. Hayal, iç âleminden
tekrar açıldı mı tecelli nuru belirir ve der ki, "Yüzümü yerleri ve gökleri yaratan Tan |rıya
yönelttim."(Enam Sûresi, 79) Sonra. "Hasta olsam o bana şifa verir." (Şuara Suresi, 80)
ayetinde hastalığı kendine ilgilendiriyor.
Bu öğretmek içindir. Kuran'da Adem Peygamberin lisanından, "Yarabbi biz nefislerimize


zulmettik." (Araf sûresi: 23) buyurulmuştur. Yani ben hastayım, benim sağlığım ancak
ondandır, diyor. Kendini aradan çıkarıyor ki bu benlikten sıyrılmak demektir. Kendini aradan
çıkarınca da onu ispat etmiş oldu. Bende öyle bir kuvvet vardır ki, kendi gamımı onlara
ulaştırmak istemem. Çünkü bendeki gam onlara bulaşırsa dayanamazlar. Kendilerini o gam
kuyusuna bırakırlar, iblis der ki: Hırsızın kendisi mahalle içinde hırsız var diye bağırır,
mahalle halkı da onunla birlikte hırsız var, hırsız var diye feryat eder.
Beyit:
Bu yolda yüz bin tane Adem yüzlü iblis var.
Her insan yüzlüyü sakın insan sanma.
İnsan şeytanları bunlardır onların hali senin haline benzemez, gidişleri de senin gidişinden
başkadır. (M. 361) Bu Hıristiyan yüz gün üst üste söz söyler hiç üzülmem. Üzülüp
bozulanları da yakarım. Çünkü düzeltmek yakmakla olur. Or>|arı yıkarım. Çünkü yeniden
yapılmak ancak yıkılmakla mümkündür. Bir çok bilgilerden söz açar, kendi işini düzeltmesini
hiç bilmez. Bir iş yapar sanır ki düzeltmeyolu kendi işidir.Delik yanlıştır, ama "Ey Allahm
bana cennet kokularını koklat," diye dua ediyor, bu dua doğrudur. Ama pisliğini temizlerken
değil, ancak yüzünü yıkarken okunur.
"Nefsini bilen Allahsını da bilir," buyruldu. Niçin aklını bilen yahut ruhunu bilen denmedi?
Dedim ki: Nefis, her şeyi kaplamıştır. Nefis bir şeyin varlığıdır. Onu küçüklükte huy edinmek
gerektir. Sen benim nefsimdekini bilirsin, ama ben senin nefsindekini bilmem.
Şu Müslümanlardan sıkıntı duymuştum, beni açlıktan öldürüyorlardı. Onlar lük lük yutuyorlar
kendi keyifleri için yiyorlardı. Ama Allah erleri açtı! Kendi keyfim için yüz dirhem harcar, saz
âlemine giderim ama Allah yolunda on para vermem. Şu halde kulluk, Allah sevgisi nerede
kalır? Diyelim ki, gitti, bir Yemen başörtüsü alacak ipeklisi gelmezse çok umutsuzluğa
düşer, ölürler, yoksa onlara iyilik yapılsa hiç kabul etmezler. Sen öyle bir insansın ki, kendi
kendine ağlıyorsun! O korkulu rüyadan umutsuzluğa düşmüşsün! Ben de öyle bir adamım ki,
o korkulardan elini tutarak seni kurtardım. Dediler ki: Bugün 'Hatib çok hastadır. Evet dedim.
Bütün halkı sağlık yoluna çağırdı, kabul etmediler, o da hasta oldu. Çünkü mutluluk ona yâr
olmadı.
(M. 362) Bir padişahın iki oğlu vardı. Biri uslu, iyiliksever, öteki uygunsuz, ahmak, kötü
huylu, kadın yapılı idi. Padişah onu tam bir erkek gibi yetiştirmek için erkek yapılı, yiğit,
çevik, Rüstem gibi bir pehlivan aradı ki oğluna arkadaş ve yoldaş olsun. Bu arkadaşı gece
gündüz ona mertlik hikâyeleri anlatır, yiğitlik örnekleri gösterir, silâh kullanmayı, erkeklik
törelerini öğretirdi. Bu kardeş tam iki ay geceli gündüzlü yeni arkadaşı ile cenk hikâyeleri ve
yiğitlik masalları konuştular,ama hiç faydası olmadı. O birtakım oyuncaklar, bebekler
yapıyor, kız çocukları gibi oynuyordu. Bu gün padişah geliyor dediler. Oğlunun neler
öğrenmiş olduğunu görmek istiyor. Bir de ne görsün oğlan arkadaşı ile birlikte oyuna dalmış.
Başlarında başörtüsü,  oyuncaklar önlerinde,  öğretmen  arkadaş da  ötekinin  zoru  ile
sarığını  çıkarmış yere  atmış,  padişahın  yanına
oturmuş kendilerinden geçmiş bir halde. Padişah, öğretmen nerede? diye sağa sola
bakınırken öğretmen başörtüsünün içinden kafasını çıkararak saygılı bir kadın sesi ile işte
öğretmen, benim diyebildi. Padişah sordu: Bu ne haldir? Öğretmen şu cevabı verdi: Ey
âlemin padişahı şu iki ay içinde ne kadar uğraştımsa bir türlü onu kendi rengime
uyduramadım. Bu işi başaramadım. Nihayet ben onun rengine uydum. Ama öğretmen


erkekti, onun kadına benzemesinde ne ziyan var? Saadet insana yâr olunca iş padişahla
vezirin hikâyesine döner.
Bir gün padişah vezirini yanına çağırır, der ki: Oğlumun büyük bir bilgin olmasını istiyorum.
Halka öğüt versin, onları uyandırsın, ben de onun kürsüsünün ayakları ucunda oturayım,
onun konuşmalarını dinleyeyim. Şimdi onu hangi üstada göndereyim ki, oğlanı bir bilgin
olarak yetiştirsin? Falana mı, filâna mı? (M. 363) Vezir şu cevabı verir: Bu iş din bilginlerinin
işi değildir. Sen yaşlısın, onu kısa bir süre içinde bu kadar çabuk yetiştirmeyi başaramazlar
ki, sen de kürsüsü önünde oturasın da konuşmalarını, öğütlerini dinleyesin. Meğerki falan
çulcuya göndermeli. Padişah, mademki sen onu biliyorsun, bari bir iş yap! dedi. Vezir kalktı
çulcunun yanına geldi uzaktan ona saygı göstererek usluca oturdu. Çulha sordu: Nasılsın?
Yine yaramazlıkları mı düşünüyorsun? Vezir, ne yapayım dedi, sizin büyüklüğünüze
güvenerek geldim. Allah rızası için dileğimi kabul et! Çulcu, işin zor tarafı, bunun Allah rızası
için olmasıdır, dedi. ilerde göreceksiniz diye söz verdi. Vezir işi padişaha anlattı. Padişah
keyiflendi, tahtından aşaöı fırladı, çulcuyu ziyarete gitti. Oğlunu ona ısmarladı. )ocuk iki yıl
çulcunun yanında çalıştı.İki yıl sonra dedi ki, oğlum yarın kürsüye çık, öğüde başla!
Babasına da haber gönderildi, bu nasıl olacak diye oğlunun yanına geldi, onu sınamak
istedi. "Dedi ki: Nihayet üç keredir söylüyorum, saygılarımı sunuyorum bir konuşma yap!
Şehirde bir velvele yayıldı, halk hayretle koşuştu altı bin sarıklı bilgin çocuğun kürsüsünün
çevresine toplandı. Çocuk yedi yüz peygamber hadisi anlattı. Söylediği her hadisi
uzmanlardan sordu: Bu peygamber sözü değil mi? Eyvallah öyledir, doğrudur dediler. Çocuk
aman Yarabbi, dedi siz bu kadar ilim öğrenmişsiniz, ama körler gibi amel etmişsiniz. Bu
söylediklerim hep benim sözlerim idi. Allah, Allah dediler.
Beyit:
Allah vergisinden pay alanlar yabancı görünürler ama
Onların canı Allahsal sırların levhasıdır.
(M. 364) Sofî dedi ki: Bir gün Anberî pabucu önüne koydum. Ansızın parmağım ayağına
değdi. Sandım ki kızarmış demir gibi, yeni ateşten çıkmış, işte o ateş yakar. Vesveselerle
hayalleri ve hayalle geçinenleri, hayale tapanları yakıp yandırır. Nasıl ki şair şöyle demiş:
Önce damlacıklar, çiy taneleri gördüm  ama
İçinde Samirî ile danası vardı.
Biri dünya adamlarındanşikâyetleniyordu. Allah erleri nazarında dünya oyuncaktır,
yalancıdır, ama çocuklara göre oyuncak değil, dosdoğru bir âlemdir. Yaşamak da bir
borçtur. Bu gün eğer oyuna ve şakaya geliniyorsan dünya ile oynaşma! Eğer ona
dönüyorsan, ye, iç, eğlen ki, onun tadı tuzu ağlamak değil gülmektir.
Dünya hem hazine, hem de yılandır. Bir topluluk hazine ile oynar, başkaları da yılanla. Ama
yılanla oynayanlar onun ısırmalarına katlanmalı, çünkü ya kuyruğu ile çarpar, ya kafası ile.
Kuyruğu ile çarparsa uyumamalı, tekrar başı ile vurur. Ancak bu yılandan vaz geçmiş
olanlar, onun sevgisi ile öğünmezler. Akıl mürşidinin ardından yürürler. Akıl mürşidi,
yılanların nazarında zümrüt sayılır. (Zümrüt, yılana karşı koruyucu bir taştır. Saçtığı ışından
yılanın gözü kör olur. (Ç.))
Ejderha kılıklı yılan, akıl mürşidinin, kervanın önünde yürüdüğünü görünce arıklasın
Düşkün, tembel bir hale gelir. O su içinde bir timsaha döner. Aklın ayakları altında bir köprü
gibi olur, zehri şeker olur, dikeni gül olur. Yol kesici iken kılavuz olur. Korku mayası iken


güven kaynağı olur. Çünkü akıl usta bir okçudur. O kirişini, yayını kulağına kadar çekebilir.
Varlıkların zebunu olan bu cihanın aklını bırak! Bu cihanın aklı, yayı çeker, ama kulağına
kadar (M. 365) gergin tutamaz. Bin hile ile ağza kadar götürebilir. Yay kirişini ağızdan
kurtarırsan ne işe yarar. Ancak kulaktan fırlatırsan vurabilirsin. Bu ise cihana ait akim sözü
ağızdan çıkar.
Beyit
Bir söz ki düşünce yönünden söylenmemiştir.
Yazmaya da konuşmaya da değmez.
Düşünce ne olgyor? önce bakmalıdır ki onlar bizden evvel var mıydılar? Bu işten, bu sözden
şükrettiler mi,faydalandılar mı? Yoksa aksini mi yaptılar? Sonra yine bakmalı ki bunun sonu
ne olacak? insan önüne arkasına bakmalıdır ki, her iki tarafında da bir duvar, bir engel
olmasın.'Dünya sevgisinden bir boşluk bulunmasın. Çünkü, "Senin eşyaya karşı beslediğin
sevgi seni kör ve sağır bir hale getirir," demişlerdir.
Dünya sevgisi, din sevgisinden üstün olunca körlük, sağırlık meydana gelir. Kuran'da işaret
olunan şu, "önlerinde ve arkalarında duvarlar yarattık," (K. 26/8) anlamındaki âyetin sırrı
açıklanır. Meğerse böyle insanlaı tövbe etsinler ve uyansınlar. Dünyâya karşı o azıcık sevgi
onun faydasına olur. Ama çevresi çok daralır. Bu çok kere iyi dostlarla sohbet sayesinde
elde edilir, iyi dostlarda iyi huylu ve kötü düşünceden uzak olmalıdırlar.
Bir sanat öğrenmelisin ki geçim sebebi olsun. Ne düşkünlük çekiyorsun? Her kim sana
dostunun arkasından konuşur, onu kötülerse ister içten söylesin, isterdışından, dostun seni
kıskanıyor bile dese bil ki kıskanç odur. Kıskançlıktan coşar, köpürüı1. NasıL ki biri benden
sordu: iblis kimdir? Dedim ki: Ben şu saatte Idris'lik içine dalmışım. Sen de iblis değilsen
niçin Idrisliğe dalmıyorsun? (M. 366) Eğer Idris'ten sende bir nişan varsa İblis'den ne korkun
olur?
Cebrail kimdi diye soruyorsun, derim ki bu sorun tıpkı namaz kılan bir imamın secde yerine
bakmayıp da sağı solu dikiz etmesini gören adamın, bu imamın namazı sağlam olur mu?
diye sormasına benzer. Ben derim ki: Her ikisinin de namazı eksik olur. Ama ben imamın
namazını soruyorum, dedi. Bunların her ikisi de bir olur mu?
Dedim ki: Biri imamdır, her tarafa bakar, namazda Allah huzurunda olduğunun farkında
değildir, öteki ona uymuş olan kimsedir ki, imamın gözünü dikizler. Şüphe yok ki kendini
göremez.
Her kim sana falan kişi seni övdü derse ona söyle ki beni öven sensin! Onu bahane
ediyorsun! Her kim sana f alan adam sövdü derse ona dersin ki, bana söven sensin, onu
bahane ediyorsun. "Sana söven, ancak o sövmeyi sana anlatandır," derler. Bu sözü o
söylememiştir, belki de başka mânada söylemiştir dersin. O adam gelirde falan kişi senin
için kıskanç dedi derse. Söyle ki: Kıskançlığın iki mânası vardır. Biri insanı cennete götüren
kıskançlıktır. Bu, hayır işte başkalarından geri kalmamak için gösterilen kıskançlıktır. Ben
niçin fazilette ondan geri kalayım, der. Allah velilerine karşı düşmanlık duygusu besleyenler
sanırlar ki onlara kötülük ederler. Bu yanlıştır, belki iyilik ederler. Onların gönüllerini
kendilerinden soğuturlar. Çünkü onlar âlemin gamını çekerler. Bir kimseye karşı bu sevgi ve
koruma, bir yük gibidir ki, bu, Kaf dağını onun boynuna ve omuzlarına yükletmek, onu daha
da ağırlaştırmak demektir. Yani bir şey yaparlar ki sevgileri daha da artar, o onların daha
çok dert'ortağı olur. O zaman kendi (M. 367) sevgilerini ve düşüncelerini unuturlar, işte bu


onların canlarına rahatlık getirir.
Bilginin biri bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. inliyor, ağlıyor ve şövle
söylüyordu: Ömrumuzu kadılarla ayrı yaşamak, onlardan kaçınmakla tükettik. Allah kitabını
arkamızda bıraktık. Ulu Allah bizden ömrümüzü nelerle tüketmiş olduğumuzu sorunca ne
cevap vereceğiz? Gözümüzle ne gördüğümüzü, kulağımızla ne işittiğimizi, kalbimizden ne
gibi düşünceler geçirdiğimizi soracaklar...
Bilginin burada Allah kitabı demekten maksadı Kuran değildir. Yol gösteren adam yani
Mürşid'dir Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık
Kuran'da, bu açık kitapta neler yok... Bu mesele bize bir kaç kere Bağdat'ta kadılık yapan
Yahudi'yi hatırlattı. Yahudi hazineler elde etti, yer altında gizli mağaralar yaptırdı. Silâhlı
yiğit kişiler bularak pusuya yatırdı. Halifeyi tahtından indirecek, Bağdat'ı kuşatacaktı. Hikâye
uzundur:
Halife Yahudi'nin düzenlerini haber aldı. Onu yakalattı. Şu hale göre kadılık mesleği, din
bilgisi ve Kuran öyle bir hale getirilmişti ki, bir Yahudi Bağdat kadısı olmuştu. Halbuki o
içinden bir Yahudi ve bir mahlûktu. Şimdi anlattık ki seni kurtaracak ancak Allah kuludur.
Yoksa o yiyecek ve azık fayda vermez. (Karanlıkta yürüyen şaşırır) Kadir Gecesini geceler
arasında gizledikleri gibi Allah erlerini de iddiacılar arasında gizlemişlerdir. Bunların
gizlenmiş olması düşkünlüklerinden değil, belki çok açık ve parlak olduklarından dolayı
gizlenmişlerdir. Nasıl ki, güneş, yarasa kuşu için gizlidir. Yarasa, güneşin tam karşısına
geçer de ondan hiç bir şey anlayamaz. Dünya sevgisi perdesi onu dilsiz ve sağır etmiştir.(M.
368) Çünkü dünya sevgisi canlı ve kudretli olduğu zamanlarda dünyayı çeken bir
mıknatıstır. Ama elden bir şey gelmezse ancak sevgilinin hayalini çeker. Sevgilinin hayali de
sonunda hoşa gitmeyen bir perde olur. Meğer ki rahmet yağmış olsun. Nasıl ki Ulu Allah,
"Biz Kuran-ı Kadir Gecesinde indirdik" buyurmuştur. Bu sûre kaç âyettir?
Onun on dördüncü gecesi bin aydan daha aydındır. Bu aylar arasında bu gece çok belirli
olduğu için gizlenmiştir ki bir gün meydana çıksın ve şu âyette işaret buyurulan, "Yazıklar
olsun bana ki Allah yönünde kusurlu düştüm Kuran-ı ve müminleri alay ettim" (Zümer Sûresi,
56) anlamındaki pişmanlık feryadı yükseldiği zaman kendini göstersin. O, ne yönsüz bir yön,
ne tarafsız bir taraftır. Zamanı gelmeyince ne yapabilir? Ancak beni tanımayanların bana
yaptığını yapar. Ama ben hoşum, nasıl hoş olmayayım ki, şimdiye kadar her kim beni inkâra
kalkıştı ise hemen arkasından Allahya yakın yüz bin melek, beni gerçeklemiştir. Yine bana
hiç kimse bir cefada bulunmadı veya beni kötülemedi kî, Allah hemen arkasından yüz bin
türlü okşayışları ile bana o cefaların karşılığını vermiş olmasın. Beni tanımayanlar beni inkâr
etmedikçe yüz binlerce gerçek canlarla Allah melekleri de bana görünmez önümde baş
eğmezler. Şu anlamdaki peygamber sözü bana çok acayip gelir."Dünya müminin zindanıdır,"
buyrulmuş. Ama ben hiç zindan görmedim, hep hoşluk, hep yücelik, hep devlet gördüm. Bir
kâfir elime su dökse, Allah katında yaptığı iş beğenilmiş ve günahları yarlıganmış olur, ama
ben, o mutlu ben ki kendimi boş yere hor ve düşkün gördüm. Acaba niçin yaptım bunu? Nice
zaman kendimi tanıyamadım, ama yine de o yüceliği, o ululuğu kendimde buldum. Bu (M.
369) ayakyoluna düşmüş mücevherden kurtulduğumu sanmıştım. Hayır hâşa öyle değil.
Şimdi hoşça söylüyorum ki hoşuna gitsin. Elini uzat ki el sıkışalım! Bir Müslüman kardeşle el
sıkışırken mırıldandıkça günahlar dökülür. Şimdi sık sık kımıldanmak gerek. Ey
Müslümanlar kımıldanın ki, biz de kımıldanalım. Gerek ki, halk arasında söylediğim sözü,


irkilmeden senin için söylüyorum gibi bilesin. Senin için söylediğim sözü de kendin için
söylediğimi sanmayasın! işte bu anlayış iman kuvvetindendir. Bilsin ki, dost senin için
birtakım sözler söylemiştir, anlamaz mısın? Anlarsan tekrar söyle hangisidir? Eğer onu
söylemek gerekmez diye korkuyor-san, bil ki sen de karanlık düşünce ile anlayış gücü
birbirine karışmıştır. Bu ise seni dosttan ayırmak isteyen bir şeytan şerridir. Bu sana
seslenen bir Gulyabani'dir Seni dosttan ayırır doğru yoldan yaban tarafına    çeker.
O şeytanın sesi, bildiğin kimselerin sesi gibidir, yahut da karları karıştırıp savuran kurt gibi
gözleri bağlamak ve yolu kapamak için uğraşır. Diyelim ki, size benden, bana sizden ne
getirebilirler? Bununla beraber hiç güvenmemelidir. "Yarlıganmış kimse ile yemek yiyen,
şüphe yok ki yarlıganmıştır." Buradaki yemekten maksat ekmek veya azık yemek değil,
öteki cihanın yiyeceklerini yemekir. Nasıl ki başı kesilmiş şehitler hakkında, "Onlar rızıklanır-
lar, hoşnut ve sevinçlidirler" gibi işaretler vardı r. Kötülükle emredici olan nefsi yenilgiye
uğratan kimse bu hayatta da şehit ve gazi olur. Çünkü her kim yarlıganmış bir kimse ile o
yiyecekten yerse Allah onu da yarlıgar. Yoksa binlerce ikiyüzlü kişi, binlerce Yahudi Hazreti
Muhammed (S.A.) ile yemek yediler. Ama onların inanışlarına göre Hazreti Muhammed
(S.A.) Allah yönünden yarlıganmış değildi. Bize göre Hazreti Muhammed'in (S.A.)
yarlıganmış olduğuna inanmak, birlikte yedikleri o mânevi gıdayı aynı kâseden yemiş
olmakla doğru sayılır, işte ona inanışın karşılığı budur. Sağlam inancın nişanı budur. (Fetih
sûresinde, Hazreti Muhammed'in geçmiş ve geçecek günahlarının bağışlanmış olduğu
müjdelenmiştir. Bu nükteye işaret edilmektedir. (Ç.))
(M. 3?0) Rahman, (Varlıkları koruyan Allah) Arşın üstüne hâkim oldu," âyetinin tefsire göre
mânası bundan başka ne olabilir? Dış mânasını da demişlerdir ki: Arş üstüne kurulmak, onu
buyruğu altına almak demektir. Nasıl ki Bişr kılıç vurmadan, kan akıtmadan Irakı buyruğu
altına aldı. Bunun gibi örneklerden kelimenin bu anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Kuran'ın şu işaretine inanırız, nedenini, niteliğini araştırmadan Allahnın Arş üzerinde ferman
yürüttüğüne olduğu gibi inanırız.
Bu sözden ne anlaşılır? Bu Tâhâ âyetine, tefsirde ne demişlerdir? Buna işin yalnız dış
yüzünü bilenlerden başkaları ne mâna vermişlerdir? Hiç şüphe yok ki, bu da Allahnın
Kuran'da, "Mekke halkı görmediler mi ki biz onların şehrini güvenli bir yer kıldık, bu şehir
çevresinde olanlar ise öldürülürler, tutsak edilirler. Bundan sonra da düzme şeylere inanır,
Allah nimetlerini inkâr ederler mi?" (Ankebut Sûresi, 67) anlamındaki âyette işaret buyurulan
nüktelerdendir Gönül evinin dışında kuruntu veren şeytanlar,korkular, tehlikeler vardır.
Nasıl ki, "Görülmez şeytanlarla insan şeytanları halkın yüreklerinde kuruntu verir," (Nas
Sûresi, 5) buyuruimuş-tur.
O ateş içine atılan ibrahim'in misalinde olduğu gibi, Hakkın terbiyesi altında, kudretin son
mertebesindedir. Nasıl ki Musa Peygamber de düşman elinde büyüdü.
Biri dedi ki: Dünyada yaşamak ahirete gitmekten daha hoştur. Sordum, niçin? Çünkü, dedi,
dünyada yaşayan bir topluluğu uyandırır, Allahnın lütfü ile gönül hoşluğu bulur. Evet ama
peygamber Allahnın lütfunu, onun halkı uyarmasını bilmiyor muydu ki en yüce arkadaş diye
buyurdu. Dedi ki: Pazarda öylesine oturmuşsun ki, sanki pazarı yakacaksın! Nihayet, ey
bilgisiz adam! dedim aynı yangın içinde yanıyorsun, ama yanmak ona derler ki senden hiç
bir eser kalmasın. Allah erenlerinde bir kudret vardır ki belirli ateş içine düşerler de
yanmazlar. Onlar gizlenmiş insanlardır.


(M. 371) Kerim Ali, benim için Haricilerdendir, Ali'ye düşmandır diyormuş. Alâeddin de
demiş ki, ben ona şöyle cevap verdim: O erkek yapılı Ali'ye düşman olan kimse böyle mi
olur? Ama Muhammed'in düşmanı ancak Yahudi'dir. Yahudi ise erkek sayılmaz. Ne dişi, ne
de erkektir.
Kerim cömerttir, ama ancak bir şeyini kalenderlerden esirgemez. Ben onun için kendi
dostlarımla savaşlar ettim; bu onun hakkında iftiradır dedim. Kıskançlık yüzünden yalan
söylüyorlar. Müminler Başbuğu Ömer, (Allah ondan razı olsun) bu kadar yakın bir suç ile
hükmetmedi. Onun hakkında bir şey söylemedi. Ben onun yolunda bu kadar savaşlar ettim.
O bana böyle karşılık verdi. Benim üstatlık hakkıma karşı sanmayın ki önümde diz çöker.
Bu kadar sıkıntı çekiyorum. Onu yetiştirmek için uğraşıyorum ama bakıyorum ki ondan daha
kör kimse yok. Nihayet aciz kaldım diyordu, henüz bizim sözlerimizden içlenerek feryat
ediyordu. Bundan sonra ona doğrusunu söyledim. Başını önüne eğdi. Edepsizlik ettimse
pabuçlarını çıkar, başıma yüz pabuç vur, dedi. Şimdi onu önüme alayım, kendi isteğiyle tam
yüz pabuç vurayım. Bir tek bile noksan bırakmayayım.
Kıta:
Bir ülke senin için sıkıntı konusu,   bir topluluk hep sana bakmada
Bu devlet isidlr. bu gün kimin eline geçer.
Yabancı Din, tanıdık bir tek olsa
Dostun belâ oku, sana işte o tanıdığın elinden değer.
Bir alay öğrencilerim vardı, onlara sevgi ve öğüt verme yolu ile ağır sözler söylüyordum. O
zaman biz onun çocuklarıyız. O size sövmüyor, ama belki de sevdalıdır diyorlardı. Benim de
onlara karşı beslediğim sevgi azalıyordu. (M. 372) Çok kuvvetli bir ihtimalle. Allahnın has
kulları onlardı. Çünkü kerametleri gizlidir. Herkese açıklanmaz nasıl ki onlar da
gizlenmişlerdi. Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Bunların üçte birini söylesem işi büyütür,
falan adam hep lütuftur, safi lütuftur, derler. Sanırlar ki, kemal mertebesi hep lütuf halinde
olmaktır. Halbuki iş öyle değildir. Hep lütuftan ibaret olan kimse eksiktir. Hattâ Allah
hakkında da safî lütuftur demek yaraşmaz. Çünkü ondan kahir sıfatını kaldırmış olursun.
Belki hem lütuf gerektir hem kahir, işte bu sıfatlar tam yerli yerinde olmalı. Bilgisizler için
kahir de, lütuf da lâzımdır. Ancak yersiz, yolsuz olmamalı.
Falan kişi demişti ki: Düşmanlara karşı kahir, dostlara karşı lütuf herkeste de vardır. Ama
herkes, dostunu, düşmanını tanıyamaz. Eğer her insan dostunu tanıyabilseydi, Ulu Allah,
"Sizin ve benim düşmanlarımızı dost edinmeyin. Onların gönlüne sevgi bırakırsınız."
(Mümtahine Sûresi, 1) buyurmazdı ve yine ayrıca, "Şüphesiz eşleriniz ve oğullarınız sizin
düşmanlarınızda, onlardan sakınınız." (Teğabün Sûresi, 14) Daha sonra, "Dikkat edin ki, siz
onları seversiniz, ama onlar sizi sevmezler." (aIİ Imran Sûresi, 119) buyurmazdı. (Yukarıda
sözü geçen âyetler Mekke'den Medine'ye göç ederken mücahidlere engel olmak isteyen
aileleri ile Islâmın ilk zamanındaki ikiyüzlülerin şüpheli durumları ve ihanetleri dolayısıyle nazil
olmuş, Peygamberi dikkatli bulundurmak için vahy olunmuştur. Şems buna telmih etmek
istiyor. (Ç.)).
"Nasıl ki yüce Peygamberde şöyle buyurmuştur:
Dostunu aşırılıktan uzak olarak sev. Bir gün ona kin besleyeceğini hesaba kat! Düşmanına
da çok ağır ve sert davranma, ola ki günün birinde dost olursunuz!" Yine Ulu Allah
Peygamberine, "Ola ki Allah onlarla (Mekkelilerle) aranızdaki düşmanlığı dostluğa çevirir,"


(Mümtahine Sûresi, 7) buyurmuştur.
Şiir:
Dost ile düşmanı ayırmak yolunu buseydin,
Hayatı iki kere yaşamış olurdun.
Dost görünen düşmanlar çoktur.
Sana dert ortağı olacak dost yaraşır.
(M. 373) ikinci defa yaşamak o kimseye yaraşır ki, ilk benliğinden kurtulamamış, ikinci
benliğini bulamamıştır. Ancak ikinci hayatı bulan kimse,"Biz onu güzel bir hayat ile
yaşatacağız," (Nahil Sûresi, 97) yolundaki vaid ile müjde-lenmiştir. O Allah nuru ile görür,
dostunu tanır, düşmanını tanır; kahri, kahir yerinde.lütfu da lütuf yerinde olur. Onun kahri de
lütfuna yaraşır. Her ne kadar gerçekte her ikisi de tekrarlanır ama er gerektir ki böyle bir
topluluğu ve böyle bir ümmeti yola getirmek için Hazreti Muhammed (S.A.) ve Hazreti Ali gibi
kılıç çalabilsin.
Bir gün Hazreti Muhammed (S.A.) dostlarından ayrı ayrı sordu. Eğilimleri barışa mı, yoksa
savaşa mı, yani barış yolu ile lütfa mı, yoksa savaş yolu ile kahre mi yönelmiştir diye
sınamak istedi. Çünkü barış isteği ya kötü düşünceden, can sevgisinden başını kurtarmak
arzusundan ileri gelir yahut da iyilik sevgisinden, kerem sabır ve cefaya katlanmak gibi
insanlık ve kahramanlık duygularına dayanır.
Ebubekir'in eğilimini anladı ki, o kılıç çalma taraflısı değil, merhamet ve yumuşaklık
yönünden her birinden Hazreti Muhammed'in (S.A.) huylarından bir huy vardı. Onlara ayrı
ayrı sordu: Eğer benden sonra Halife olursanız ne yaparsınız?
Ömer'den sordu, ben adalet gösteririm, dedi. insafı ancak bunda bulurum. Doğru
söylüyorsun buyurdular. Zaten senden adalet yağıyor.
Hazreti Ömer, bir zina suçunun cezasını vermek için oğlunu sopa ile öldürdü. Ümmet
arasında bozgunculuk olmasın diye bu şiddeti gösterdi. Sonra (M. 374) Hazreti
Muhammed'e düşmanlık ettiği için kendi babasını öldürdü. Ebubekir'den sordu, sen ne
yaparsın? Benim elimden gelirse, herkesten gizlenir, kimseye görünmeden kendi âlemimde
kalmak isterim. Hazreti Peygamber doğru söylüyorsun buyurdu. Bu eğilim sende açıkça
belirmektedir. O Büyük Bilgin (Yukarıda sözü geçen büyük bilgin, Mevlâna'nın büyük oğlu
Sultan Veled'dir. Babasının emriyle Şems'i ikinci defa Şam'dan Konya'ya getirirken atının
başını çekmiş, kendisi yaya yürümüştü. (645 Muharrem ayı, 1247 Milâdî) (Ç.)) bu kadar
bilgi ve yetkisi ile beraber Şeyhin atının dizginini tutmuş önünde yürüyordu. Yolda her an
kafasında şüpheler dolaşır, zaman zaman şeyhe olan inancı bozulurdu, Kendi kendine:
Falan şeyh yanına geldi, selâm verdi ona hiç aldırış etmedi, halbuki arkasından başka bir
delikanlı geldi, selâmladı onun selâmını aldı. Delikanlıya çok alçakgönüllülük ve iltifat
gösterdi. Nasıl inanayım bu adama, diye düşünürken tekrar tövbe eder, kendine gelir,
dizginlere yapışırdı. Şeyhin kendisinden yüz çevirmesinden korkardı. Böylece bir saat
Müslüman, bir saat kâfir olarak da şeyhin evinin kapısına kadar dizginler omuzunda geldi,
ikinci günü de böylece kendi kendine lahavle okuyarak şeyhin ziyaretine gitti ve bu suretle
şeytanın gözünü kör etti.
Şeyhin evinin kapısının önüne gelince gördü ki, Reisin genç oğlu ile satranç oynuyor, inancı
yine sarsıldı.
Bir gece Hazreti Mustafa'yı (S.A.) rüyasında gördü, istedi ki, koşsun da onu ziyaret etsin.


Hazreti Peygamber (S.A.) yüzünü öte tarafa çevirdi. Bunun üzerine feryada başladı. Ey
Allah elçisi dedi, benden yüz çevirme! Hazreti Peygamber (S.A.) buyurdu ki bizi daha ne
kadar inkâr edeceksin? Bizi daha ne zamana kadar gerçeklemeyeceksin? Ey Allah elçisi,
dedi, seni mi inkâr ettim? Ama sen dostumuzu inkâr ediyorsun, buyurdular. (M. 375)
Yüzüstü düştü, ağladı, tövbe etti. Hazreti Muhammed (S.A.) kucağına bir avuç kuru üzüm
ve fındık koydu. Bu halde uykudan uyandı.
Koşup geldiği zaman Şeyhin henüz oğlanla satranç oynamakta olduğunu gördü. Eteğinde
kuru üzüm vardı. Tekrar inancı sarsıldı, hemen geri dönmek istedi. Şeyh bağırarak: Daha
ne zamana kadar? dedi. Bari Allah Peygamberinden utan! Bu sefer koşarak Şeyhin ayapına
kapandı. Şeyh, o tabakları getirin diye seslendi. Gördü ki, o kuru üzümle fındık tabakların
içinde yalnız bir avuç kuru üzümün yeri boş. Şeyh ona, o bir avuç kuru üzümü şu tabağa koy
ki, Hazreti Mustafa (Ş.A.) onu bu tabaktan almıştı dedi.
Şu saatte bir topluluk Padişaha giderek (Bizim için) o, mubahçıdır, her şeyi hoş gören bir
adamdır, onun dini ve hali nasıldır bilinmez, derler. Bir hafta sıcağa gider, geceli gündüzlü
orada kalır. Bir ayağını genç bir çocuğun, öteki ayağını Reis oğlunun yanına uzatır.
Önlerinde ateş mangalı hep kebap pişirirler. Bir şeftali bir çocuktan, bir şeftali de ötekinden
alır. Başka ne kaldı ki?
Atabey geldi, hamam penceresinden baktı, gördü. Çarçabuk geri dönmek istedi. Şeyh
bağırdı: Ey Türk oğlu, dedi, iyice bak da ondan sonra git! Ayağını çocuğun yanından
kaldırdı, ateş dolu kangala soktu. Atabey bir kaç kere elini başına vurarak uzaklaştı. Daha
neler demediler ki: Minbere çıkar, onun okuduğu tevhid şu anlamdaki şiirden ibarettir:
Şiir:
O sevgili ki derneğimizin güzelliği ve süsüdür,
Şimdi meclisimizde yok, bilmem nerelerde?
O yüce bir servidir, dimdik bir boyu vardır.
Onun boyunu görmeden bizim kıyametimiz kopmasın.
(M. 376) Bu mısraları söyledi ve dedi ki: O delikanlı gelmedikçe konuşma yapmayacağım.
Reis emir verdi, çocuğu buraya getirin dedi. Hamamda başına kil sürmüştü. Hemen başına
su döktü ve dışarı çıktı, vaiz meclisinde hazır oldu. Kürsünün dibinde oturdu. O zaman
konuşmaya başladı. O gün dedi ki: Sana bu göz ağrısı bir safa vermiştir. Bir kere daha söz
almak ve susturmak istedim, ama içim pek yanıktı.
Dedim ki: Şimdi tekrar hayretle görüyorum ki, zevk sahibi olan kimseye zevk yüz gösterince
sözü bağlamak istemez, şüphe yok ki söz sırası bende kaldı. Çabuk kalktım, ben de bir
başkasını buldum ki hiç bir şeyden anlamaz. Onunla çok konuştum. Şaşırdı, bocaladı. Simdi
dost ile, sevgili ile birlikte iken nasıl sabredebilirim, yabancılarla birlikte olmaya nasıl
sabredebilirim? Önce sana karşı çok sevgim vardı. Ancak görüyordum ki, o vakit sözün
başlangıcında bu işaretlerden anlayacak olgunlukta değildim. Bunları o zaman söyleseydim
anlamaya güç yetiremezdim! O zaman ve bu saatte ağzımızı kapamıştık. Çünkü o sıralarda
sende bu hal yoktu ki, bunları söyleyebileyim.
Ali benim için bir cemaatin Bidat'çi dediğini söylüyordu. Bidatçidir dedikleri doğrudur, dedim.
Çünkü bir aralık namazda onların dış görüşlerine göre ağır davranıyordum, bundan dolayı
bana böyle söylüyorlar...
SON


 

Document Outline

  • Title page

Yüklə 1,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin