Gıda güvencesi kavramı ilk olarak 1996 yılında Dünya Gıda Zirvesinde gündeme
üretimi yoluyla ya da piyasalar aracılığıyla ulaştığı gıdayı tüketmesini içermektedir. Kavramın
karmaşıklığı ise sürdürülebilir bir zeminde tartışılmadığı için gıda güvencesinin risk
içermesinden kaynaklanmaktadır. Neticede gıda güvencesi artık doğal koşulların izin
vermemesi ile tehlikeye giren bir süreç olmaktan çıkmış ekonomik, sosyal ve siyasi süreçlerin
uygulama alanı olmuştur. Kavram, gıdaya erişim güvencesini tanımlarken temel ilkelerden
tüketiciye ulaşmasını içerirken fazlalığın da etkin bir şekilde korunması konularını
ulaşabilmelerini işaret ederken yeterli gelire sahip olmayanların da devletin desteği ile gıdaya
Gıda güvencesi kavramına Türkiye özelinde sosyolojik açıdan yaklaşıldığında, iç göç
sonucu ortaya çıkan kentleşme ve üretim sürecinden uzaklaşan küçük üretici ve tüketime
odaklanan işçi kavramları dikkati çekmektedir. İç göç ve kentleşme, üretimden uzaklaşan eski
üreticinin yeni yaşam alanı arayışına çare olarak gördüğüdür. Üretici konumundan tüketici
konumuna geçmesi ise içinde bulunduğumuz ekonomik ve sosyal koşulların bir sonucudur.
Tüketim kültürünün hâkim olduğu kapitalist bir düzen, çiftçisinden kentlisine etkilidir.
Dolayısıyla yaşanan göç de tüketim kültürüne uyumlanma zorunluluğunun bir sonucu olarak
düşünülür. Eski üreticinin tarımdan kopması ve kente uyum süreci, tüketimde bulunup
25
bulunamaması ile ilgilidir. Dolayısıyla tarımdan kopmasının sebebi de tarımdan elde ettiği
ürünü tüketmesi değil tüketim kültürünün ürünlerini tüketip tüketememesinden ileri
gelmektedir. O halde eski üreticinin gıda güvencesini sağlayabilmesi için sadece sebzesini
değil aynı zamanda ihtiyacı olan tüm bileşenleri üretmesi ya da doğal zamanında ürünlerine
erişebilmesi gerekmektedir. Bireyin tek tip beslenmesine neden olacak olan üretim süreci,
onun gıda güvencesini sağlayamaması anlamına gelmektedir. Gıda güvencesinin sağlanması
gerekir düşüncesiyle yola çıkıldığında üreticinin satın alma davranışı ile temel ihtiyaçlarını
gidermesi gerekmektedir (Karakuş, 2019).
Türkiye’de tarım sektöründeki değişimler ile gıda sektöründeki üretim ve dağıtım
süreçleri arasında, birbirleri etkilemeleri ve etkilenmeleri dolayısıyla, yakın bir ilişki söz
konusudur. 1950’lere kadar nüfusunun yaklaşık yüzde sekseni kırsalda yaşarken,
1950’lilerden sonra başlayan kırdan kente göç hareketleriyle bu yapı değişmeye başlamıştır.
Bu demografik değişimde hiç şüphesiz birçok faktör etkili olmuştur. Bu faktörlerden en
önemlisi tarımda teknoloji kullanımının artmasıdır. Tarımda hızla artan makineleşme, tarımsal
ilaç ve kimyasal gübre kullanımı, sulama tekniklerindeki gelişmeler ile tohum tercihlerinin
değişmesi verimlilik artışları sağlamıştır. Bu durum bir taraftan tarımsal iş gücü fazlalığı
ortaya çıkarırken, diğer taraftan tarım ürünlerde ticarileşmeyi de artırmıştır (Keyder ve Yenal,
2013: 106).
Küçük üreticinin üretimden çekilmesi ve küresel on büyük şirketin tüm tohum piyasası
üzerinde söz sahibi olması birbiri ile bağlantılı iki durumdur. Bu durumun sosyolojik sonucu
ise yoksulluk oranının yükselmesi, işsizliğin artması, kırdan kente göçlerin yaşanması
şeklinde sıralanabilir. Öyle ki üreticiler kendi ürettikleri ürüne yabancılaşmakta ve Hindistan
örneğinde olduğu gibi çiftçilerin tüm hayatları boyunca çalışsa bile ödemeyecekleri bir borç
yükünün altında kalmalarına neden olmaktadır (Karakuş, 2019). Atalık tohumların korunması
biyolojik çeşitlilik ve gıda güvencesi açısından önemlidir. Dünyada tohum sektörünü elinde
tutan global şirketler dünyadaki işlenen tarım sektörüne yön vermekte ve kendi gerçekliklerini
yaratmaktadırlar. Bu tohumlar patentlenerek ve sertifikalandırılarak kendi özel tohumunu
yetiştiremeyen çiftçi bu şirketle bağımlı bir üretim modeli uygulamak zorunda kalmaktadır.
Risk taşıdığını bildiği halde küçük çiftçilerin bu üretim modeline yönelmeleri gıda güvenliği
açısından sorunlu bir durum olmakla birlikte tehlike arz etmektedir (Erbaş, 2017). Sonuç
olarak Türkiye’de gıda güvencesi, tarım özelinde düşünüldüğünde tüketim kültürü,
mülksüzleşme, bireyselleşme, küreselleşme, iç göç ve kentleşme olgularıyla yorumlanmalıdır.
Bu durum da gıda güvencesi kavramının sadece sağlığı ilgilendiren bir kavram olmadığını
26
gerisinde karmaşık sosyolojik ilişkilerin bulunduğu bir durumu işaret etmektedir (Erbaş,
2017).
Gıda güvencesi anlaşıldığı üzere evrensel bir sorundur. Tüketim için gerekli gıdanın
üretimi miktar olarak ele alınmakta kaliteden ziyade miktar olarak yeterliliği üzerinden
politikalar üretilmektedir. Türkiye bulunduğu konum itibariyle hem gıda güvencesi alanında
çözümler üretirken hem de organik gıda üretimi gibi kaliteye odaklı üretim sahalarına
yönelebilir. Bu sayede açlık ve yoksullukla mücadele edilirken aynı zamanda çok boyutlu
yıkımlara sebep olabilecek güvensiz gıdanın da azaltılması sağlanabilir.
Dostları ilə paylaş: