Wılliam Butler Yeats (1865-1939)


§ey olduğunu anlattı. Ke§ke sözlerini o zaman bir taraflara



Yüklə 1,48 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/2
tarix02.01.2022
ölçüsü1,48 Mb.
#44480
1   2
6215-Kelt Shafaghi-William Butler Yeats-Ali Qarabayram-2000-277s


§ey olduğunu anlattı. Ke§ke sözlerini o zaman bir taraflara 
yazsaydım, çünkü aklımda kalanlardan çok daha canlıydı. 
1902 
40 


KOYUNLARIN  ŞÖVALYESİ 
Keltler zamanında, Ben Bulben ve Cope dağının kuze­
yinde, koyunların şövalyesi diye adlandırılan güçlü bir çift­
çi  yaşardı.  Orta  Çağ'ın  en  savaşçı  kabilelerinden  birine 
mensup olmakla övünür, bu özellik işleri ve amellerinde 
de görülürdü. Onun gibiküfredebilen bir adam daha vardı 
ve  bu adam dağın  üst  kesiminde  yaşardı.  Gaydasını  kay­
bettiğinde,  "Tanrım bunu  hak  etmek  için  ne  yaptım?" 
demiş, ve yalnızca dağda yaşayan o adam, rekabete tutuş­
tukları bir gün ağız dalaşında ona rakip olmuştu. Devinim­
lerinde  tutkulu  ve  sertti,  öfkelendiğinde  sol  eliyle  beyaz 
sakalını  sıvazlardı. 
Bir gün, hizmetçi, Bay O'Donnell diye birinin geldiğini 
haber verdiğinde ben de onunla yemek yiyordum. İhtiyar 
adam  ve  iki  kızına  bir  sessizlik  çöktü.  Sonunda  büyük 
kız, babasına, "Git ve onu yemeğe davet et," dedi şiddetle. 
İhtiyar adam dışarı çıktı ve oldukça rahatlamış görünerek 
geri döndü, "Bizimle yemek yemeyeceğini söyledi," dedi. 
"Dışarı  çık,"  dedi  büyük  kız,  "ve  onu  arka  salona  davet 
edip  biraz  viski  ikram  et."  Yemeğini  henüz  bitiren  baba 
asık  bir  yüzle  söyleneni  yaptı,  arka  salonun  kapısı  kapa­
nırken çıkan sesi duydum.  Burası, kızların akşamları otu­
rup  dikiş  diktikleri  küçük  bir  odaydı.  Daha  sonra  kız, 
bana dönerek, "Bay O'Donnell  vergi  tahsildarıdır, geçen 
yıl vergilerimizi artırdı ve babam buna çok öfkelendi, bize 
uğradığında  onu  süthaneye  götürdü  ve  oradaki  hizmetli 
kadını  bir  mesaj  iletmesi  için  başka  bir  yere  gönderdi, 
sonra  da  ona  büyük  hakaretler  etti.  "Size  göstereceğim, 
bayım,"  diye  yanıtladı  O'Donnell,  "yasalar  çalışanlarını 
4 1  



' I  
'
'
f

(lı 
il, 
ı'  1 
ı lı, 
f 1 
' 1 11 
, ,  
' •' 
�· 
,, 


,l ı 

ı ıı 
I' 
1  ' ' 

' !  
koruyabilir."  Ama  babam,  ona  hiçbir tanığı  olmadığını 
anımsattı.  Daha  sonra  bu  tartışmadan  yorgun  düşen  ve 
üzülen babam, adama evine  giden bir kestirme yol göste­
receğini söyledi. Ana  caddeye giden yolu yarıladıklarında, 
babamın  çift  sürmekte  olan  adamlarından  birine  rastla­
dılar,  nasıl olduysa babamın öfkesi nüksetti ve o adamını 
da  bir  mesaj  iletmek  üzere  başka  bir yere gönderip  yeni­
den tahsildara hakaret etmeye başladı. Bunu duyduğumda, 
O'Donnell gibi  sefil bir yaratığı bu kadar gözde büyütme­
sinden iğrendi m; birkaç hafta önce O'Donnell'in tek oğlu­
nun  öldüğünü  ve  onu  kırık  bir  kalple  yalnız  bıraktığını 
öğrendim. Bu  yüzden,  bir  dahaki  gelişinde babamın ona 
kibar  davranmasını  sağlamaya  karar  verdim,"  dedi. 
Bu  konuşmadan  sonra  kız  bir  komşusuna  gitti,  ben 
de  ağır  ağır  arka  salona  doğru  yürüdüm.  Kapıya  geldi­
ği mde içeriden  öfkeli  sesler  duydum.  İki  adam,  belli  ki, 
yine vergi  meselesine dalmıştı,  zira oraya buraya yürüye­
rek bağrıştıklarını duyabiliyordum. Kapıyı açtığımda, beni 
gören çiftçi konuksever bir ifade takınarak viskinin nerede 
olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Şişeyi dolaba koyarken 
onu  görmüştüm,  bu  yüzden  gidip  şişeyi  olduğu  yerden 
aldım, tahsildarın zayıf ve öfke dolu yüzüne bakarak. Tah­
sildar, dostumdan bir hayli yaşlıydı, ayrıca çok bitkin, yıp­
ranmış ve tuhaftı.  Onun  gibi gürbüz ve başarılı bir  adam 
değildi,  daha  çok  şu  rahat  yüzü göremeyenlerden  biriydi 
o.  Oturmuş  düş  kuran  çocuklardan  birini  fark  ettim, 
" Kuşkusuz sen bir O'Donnell olmalısın," dedim, "nehrin 
dibinde onların hazinesinin yattığı ve çok başlı bir yılanın 
koruduğu oyuğu iyi biliyorum." "Evet, efendim"  diye ya­
nıtladı,  "ben bir  dizi  prensin  sonuncusuyum." 
Daha sonra havadan sudan bir sürü şey konuştuk, dos­
tum bir kez bile sakalını sıvazlamadı, çok içtendi. Sonunda 
sıska ve ihtiyar tahsildar gitmek üzere ayağa kalktı, "Uma­
rım gelecek  yıl  birlikte bir kadeh içeriz,"  dedi  dostum. 
"Hayır, hayır," diye yanıtladı tahsildar, "gelecek yıl ölmüş . 
42 


olacağım."  "Ben de oğullarımı  kaybettim,"  dedi  beriki, 
oldukça kibar bir  sesle. "Ama senin oğulların benimkiler 
gibi değildi." Bunun üzerine, iki adam 
da 
acı bir  öfke ve 
üzgün kalplerle oradan aynldı. Tartışmaya girmedim,  an­
cak  kalkıp gidemezdim de, böylece iki  adamın  ölen  oğul­
larının  değeri  üzerine  yaptığı  öfkeli  bir  tartışmanın  tam 
ortasında  kalmıştım. 

düş  kuran  çocuklara  acımasam, 
birbirinin canına okumaları için onları kendi haline bırakır 
ve  anımsamaya değer bir sürü sövgü duyardım. 
Koyunların  şövalyesi  hep  zafer  kazanırdı.  Çamur ve 
kana bulanmış bu savaş zırhını kuşanan hiç kimse onu alt 
edemez. Sadece tek bir defa yenildi, ve bu öykü onu anla­
tır. 

ve  bazı çiftlik  sahipleri,  büyük bir  ambarın  karşı­
sında  yer  alan  küçük bir  kulübede  oturmuş  kağıt  oynu­
yorlardı. Bu kulübede bir zamanlar tekinsiz bir kadın yaşa­
mıştı.  Birden,  oyunculardan biri yere bir as attı ve sebep­
siz yere küfretmeye başladı.  Ettiği küfürler öyle korkunçtu 
ki diğer oyuncular ayağa kalktı, dostum, "Bunda bir tuhaf­
lık var, bir 
ruh 
onu ele geçirmiş," dedi. Hemen 
kendilerini 
kurtarmak için 
ambara açılan kapıya koştular. 
Tahta sürgü 
yerinden  oynamadı 
ve koyunların şövalyesi, 
hemen el al­
tında,  duvara dayalı 
duran  bir  testereyi  aldı 
ve  sürgüyü 
kesmeye  başladı. 
Kapı  birden,  onu  sıkıca 
tutan  birinin 
elinden kurtulmuş gibi 
gürültüyle açıldı ve 
oradan  kaçıp 
gittiler. 

43 


1  1 
''I 
, ,  

• ıı 
ı ,  
ı l  
r  1 
, j  
ı''ı 
11111 
'
1
 


' 1  
ilj·, 
D İR E Ş KE N  BİR YÜR�K 
Bir 
gün, 
bir arkadaşım, 
Koyunların Şövalyesi'nin 
port­
resini 
yapıyordu.  İhtiyar adamın kızı da oradaydı, sonunda 
söz aşka, 
aşk yapmaya 
geldiğinde, 
babasına,  "Ona 
aşk ma­
ceralarını 
anlatsana," dedi. İ
h
t
i
yar adam 
piposunu ağzından 
çıkardı  ve 
"Hiç  kimse  sevdiği  kadınla  evlenmez,"  dedi. 
Sonra 
da kıkırdayarak,  "Evlendiğim kadından daha çok 
hoşlandığım 
on beş kadar kadın oldu hayatımda," dedi ve 
bir sürü 
kadın ismi saydı. Delikanlıyken, annesinin babası 
plan büyükbabasının yanında çalıştığını ve (dostum sebe­
bini unutmuş) büyükbabasının adıyla, Doran diye çağrıl­
dığını anlattı.John Byrne adında çok sıkı bir dostu varmış. 
Bir gün o ve arkadaşı, Queenstown'a,John Byrne'yi Ame­
rika'ya götürecek  olan  göçmen  gemisini  beklemeye  git­
mişler.  Rıhtımda  yürürlerken, bir  bankta  oturmuş  çare­
sizce  ağlayan  bir  kız  ve hemen  önünde birbiriyle tartışan 
iki adam  görmüşler.  Doran,  "Sanırım  sorunun ne oldu­
ğunu  biliyordum,"  dedi.  "Adamlardan  biri  ağabeyi biri 
de 
sevgilisiydi 
ve ağabeyi onu sevgilisinden uzaklaştırmak 
için 
Amerika'ya 
gönderiyordu. Nasıl da ağlıyordu kız! Ama 
ben onu teselli 
edebileceğimi düşündüm."  O sırada kızın 
sevgilisi ve  ağabeyi  oradan 
uzaklaşmış.  Doran 
da  kızın 
önünde  bir ileri bir geri 
yürümeye  başlamış.  "Güzel 
bir 
hava,  değil  mi bayan,"  gibisinden 
bir  şeyler  söylemiş.  Bir 
süre sonra kız da ona cevap vermiş 
ve üçü 
birlikte 
konuş­
maya başlamışlar. Göçmen  gemisi birkaç gün gelmemiş, 

sürede masum ve mutlu biçimde arabayla gezmiş ve görüle­
bilecek her şeyi görmüşler. Sonunda gemi geldiğinde, Do­
ran,  kıza  Amerika'ya 
gitmeyeceğini 
söylemiş. 
Genç  kız, 
44 


onun ardından, ilk aşkı için ağladığından daha fazla ağlamış. 
Byrne gemiye binerken, Doran ona, "Onu senden esirge­
miyorum  ama çok genç yaşta  evlenme," diye fısıldamış. 
Öykünün  burasında,  çiftçinin  kızı,  "Sanırım  bunu 
Byrne'nin iyiliği için söyledin baba," diye alaycı bir tavırla 

söze girdi. Fakat ihtiyar adam bunu gerçekten Byrne'nin 
iyiliği için söylediğinde ısrar etti ve Byrne'nin kızla nişan­
landığını  bildiren  bir  mektup aldığında  ona  aynı  öğüdü 
yazdığını anlattı. Yıllar geçmiş ve ondan hiçbir haber ala­
mamış.  Evli  de  olsa  kızın  ne yaptığını  merak  etmekten 
kendini alamıyormuş. Sonunda onları bulmak için kalkıp 
Amerika'ya gitmiş. Sormuş soruşturmuş ama hiçbir haber 
alamamış.  Yıllar  böylece  akıp  geçmiş ve  karısı  ölmüş,  o 
ise yıllar  içinde gelişip zengin ve meşgul bir çiftçi  olmuş. 
Önemsiz  bir mazeret bulup tekrar Amerika'ya gitmiş ve 
araştırmasına yeniden başlamış. Bir gün, bir tren vagon un­
da,  İrlandalı bir adamla konuşurken, alışık olduğu üzere, 
o  civardan  giden  göçmenleri  sorup,  "Innis Rathlı değir­
mencinin kızıyla ilgili bir şey duydunuz mu?" diyerek ara­
dığı  kadının  adını  da söylemiş. 
"Ah, 
evet,''  demiş  diğeri, 
"arkadaşlarımdan  biriyle, John  MacEwing'le  evlendi. 
Chicago'da falanca yerde yaşıyor. Bunun üzerine, Doran, 
Chicago'ya gitmiş ve kapısını çalmış. Kapıyı kendisi açmış, 
neredeyse  hiç  değişmemiş.  Ona büyükbabasından  miras 
aldığı gerçek ismini ve  trendeki  adamın  adını  söylemiş. 
Kadın  onu  tanımamış,  yine  de  kocasının,  eski dostunu 
tanıyan biriyle karşılaşmaktan memnun olacağını söyleye­
rek yemeğe  kalmasını istemiş.  Birçok şeyden konuşmuş­
lar, ama tüm konuşma boyunca, neden olduğunu bilmi­
yorum, belki dostum da bilmiyor,  kadına  kim olduğunu 
hiç  söylememiş. Yemekte  ona  Byrne'yi  sormuş,  kadın 
başını eğip ağlamaya başlamış, o kadar çok ağlamış ki Do­
ran  kocasının  bu  duruma  sinirlenebileceğini  düşünmüş. 
Byrne'ye  ne  olduğunu  sormaya  korkmuş  ve  kısa  süre 
sonra onu bir daha hiç görmemek üzere oradan  ayrılmış. 
45 


, ,, 
İhtiyar adam öyküsünü bitirdiğinde, "Bunu Bay Yeats'e 
de anlatın, belki bundan bir şiir çıkarır," dedi. Ancak kızı, 
"Hayır,  baba.  Hiç  kimse  böyle  bir  kadın  hakkında  şiir 
yazamaz,"  diye  çıkıştı.  Heyhat!  Ben  hiç  şiir yazmadım 
belki de, Helen'i ve dünyanın tüm güzel ve gelgeç kadınla­
rını  seven yüreğim  fazlasıyla  keder  dolu.  Üzerinde  çok 
fazla düşünülmemesi gereken şeyler vardır.  Sıradan söz­
lerin  tastamam  anlattığı  şeyler. 
1902 
46 



BÜYÜCÜLER 
Bizler, İrlanda'da, karanlık güçleri4 biraz da olsa duyan 
ve daha da nadiren onları gören insanlarla karşılaşırız. Zira 
insanların  imgelemi  düşsel  ve  değişken  olan  üzerinde 
odaklanır ve iyi 
ya 
da kötüden herhangi biriyle özdeşleşti­
rilirse, düş ve değişkenlik, yaşamlarının soluğu olan özgür­
lüğü yitirir. Bilgeler, insanoğlu her neredeyse açgözlülüğü­
nü körükleyecek karanlık güçlerin de orada olduğunu söy­
ler,  tıpkı  insanın  kalbinde  bal  yapan  ışıltılı varlıklar ve 
oraya buraya uçuşan alacakaranlık canlıları gibi, bütün bun­
lar  insanı  tutkulu  ve  melankolik  bir  kalabalıkla çevreler. 
Uzun süre beslenen bir tutku ya da doğum sırasında mey­
dana  gelen  bir  kaza  sonucu  onların  saklı  meskenlerine 
sızıp kendilerini görebilecek olan insanlar bulundururlar, 
bir zamanlar erkek ya da kadın olan, müthiş  bir coşkuyla 
dolu, yavaş ve belli belirsiz bir kötücüllükle hareket eden 
insanlar. Karanlık güçlerin hep etrafımızda olduğu söyle­
nir, gece ve gündüz, yaşlı bir ağacın  üzerindeki yarasalar 
gibi; onları daha az duyuyor olmamızın nedeni, daha ka­
ranlık türden  büyülerin çok az yapılıyor olmasıdır. İrlan­
da' da, bu şeytani güçlerle iletişim kurmaya çalışan çok az 
kişiyle karşılaştım, zaten onlar da bu yoldaki niyet ve çaba­
larını  birlikte yaşadıkları insanlardan tümüyle gizliyorlar­
dı. Bunlar daha çok küçük memurlar ve benzeri insanlardı 
ve sanatlarını icra etmek için siyah örtülerle kaplı bir oda-
4) 
Artık  daha  iyi  biliyorum.  İskoçya'daki  kadar  olmasa  da, 
düşündüğümden daha çok karanlık güçle çevriliyiz.  Üstelik  insanların 
imgelemi, temel olarak, düşsel ve değişken üzerine odaklanıyor. 
47 




da buluşuyorlardı. Beni bu odaya sokmuyorlardı, ama bu 
ı 
esrarengiz  bilim  hakkında  tümüyle  cahil  olduğumu  gö-

rünce, yaptıkları şeyi başka bir yerde hiç çekinmeden gös-

terdiler.  "Bize  gel,"  dedi  liderleri,  kendisi  büyük  bir  un 
ı 
değirmeninde çalışıyordu, "sana, seninle yüz yüze konuşa­
cak, bizler gibi maddesel bir şekli, hacmi olan ruhlar gös­
tereceğiz." 
Trans halindeyken, melek ya da peri benzeri varlıklarla 
-gündüzün ve alacakaranlığın çocuklarıyla- iletişimin gücü 
üzerine konuştum, o da günlük bilinç halimizde yalnızca 
görebildiğimiz ve  hissedebildiğimiz  şeylere  inanmamız 
gerektiğini  söylüyordu.  "Evet,"  dedim, "size geleceğim," 
ya da buna  benzer şeyler söyledim; "ama beni transa sok­
manıza izin vermeyeceğim,  bu sayede, sözünü ettiğin bi­
çimlerin benim bahsettiğim gibi değil de sıradan duyularla 
algılanıp algılanamayacağını öğrenmiş olacağım." Ben, di­
ğer varlıkların, ölümcül özden bir giyitle dolaşabilme yeti­
sini inkar etmiyorum, ancak şu var ki, sözünü ettiği türden 
basit yakarılar, bilincin trans halinde yarattığı etkiden fazla­
sını yapacağa benzemiyor, buyüzdenonugündüzün,alaca­
karanlığın ve  karanlığın  gücü  kılığında kişileştiriyor. 
"Ama," dedi, "mobilyaları oraya buraya oynattıklarını 
görürüz,  bizim isteğimizce hareket ederler ve onlar hak­
kında  hiçbir  şey bilmeyen  insanlara  yardım  eder  ya  da 
zarar verirler." Belki  kelimeler tam olarak bunlar değildi, 
ama konuşmamızın özü buydu. 
O  gece,  sekiz civarında döndüm ve lideri küçük ve 
tamamen karanlık bir arka odada yalnız başına otururken 
buldum. Siyah bir giysi vardı üzerinde, iki küçük yuvarlak 
delikten etrafı kolaçan eden gözleri dışında tüm vücudunu 
örten,  eski  bir  çizimdeki  bir  engizisyoncuyu  anımsatan 
bir  giysi.  Önündeki  masada,  içinde yanan otların olduğu 
pirinç  bir tabak, büyük bir  kase,  boyalı  simgelerle bezeli 
bir kafatası, çapraz duran iki hançer ve bileşkesel güçleri 
denetlemek için kullanılan, değirmentaşı biçiminde ve ne 
48 


olduğunu çıkaramadığım  bazı  düzenekler  vardı.  Ben de 
üzerime siyah bir elbise giydim, üzerime tam olarak uy­
madığını ve hareketlerimi bir hayli engellediğini anımsıyo­
rum.  Bunun  üzerine, büyücü, sepetten  bir  horoz  aldı ve 
hançerlerden  biriyle  horozun  boğazını  kesti,  bir  yandan 
da kanın o büyük kaseye boşalmasını sağlıyordu. Bir kitap 
açtı ve kesinlikle İngilizce olmayan, gırtlaktan telafuz edi­
len  bir  dilde bir yakarıya  başladı.  Bitirmeden önce,  bir 
başka büyücü, yirmi beş yaşlarında, herkes gibi siyah giyin­
miş  bir  adam  içeri  girdi  ve  sol tarafıma  oturdtL  Yakarıcı 
tam önümdeydi, kısa süre sonra küçük deliklerin içinde 
parlayan ve beni  tuhaf  biçimde  etkileyen gözlerini gör­
düm.  Gözlerinin yarattığı  etkiye  karşı  koymaya ·çalıştım 
ve başım ağrımaya başladı. Yakarı devam etti ve ilk birkaç 
dakika hiçbir şey olmadı. Sonra yakarıcı kalktı ve holdeki 
ışığı söndürdü, artık kapının altındaki boşluktan hiç parıltı 
gelmiyordu. Artık tabakta yanan otların ışığı dışında hiçbir 
ışık ve yakarının o gırtlaktan gelen derin mırıltısı dışında 
hiç bir ses yoktu. 
O sırada, solumdaki adam etrafta yalpalayarak, ''Tanr­
ım, Tanrım!" diye haykırdı. Ona canını sıkanın ne olduğu­
nu  sordum,  fakat  o  konuştuğunu  bile  bilmiyordu.  Bir 
süre sonra, odada dolaşan büyük bir yılan gördüğünü ve 
bunun onu heyecanlandırdığını söyledi.  Ben, belirgin bir 
biçimi  olan  hiçbir şey görmedim,  ama  çevremde  siyah 
bulutlar oluştuğunu sandım. Eğer karşı koymazsam trans 
durumuna geçebileceğimi düşündüm ve bu trans durumu­
nun yaratacağı  etki kendiyle  uyumsuz,  diğer bir deyişle, 
şeytancaydı.  Biraz  çabaladıktan  sonra  siyah  bulutlardan 
kurtuldum, doğal duyularımı tekrar denetleyebiliyordum. 
Bu sefer de iki büyücü, odada dolaşan siyah ve beyaz sü­
tunlar ve keşiş cübbesi giymiş bir adam görmeye başladı, 
aynı şeyleri benim görmüyor olmama çok şaşırdılar çünkü 
onlar  için  bu sütunlar önlerindeki  masa  kadar belirgindi. 
Yakarıcı gücünü gittikçe artırıyor gibiydi ve ondan bir tür 
49 


lı 
':I 
ıJ 
esrar dalgasının yayılıp benim  üzerimde odaklandığım his­
settim; o  sırada ben  de yanımdaki adamın ölümcül  bir 
trans durumuna geçtiğini fark ettim. Son bir gayretle siyah 
bulutları savuşturdum, ama onların trans durumuna geç­
meksizin görebildiğim yegane  biçimler olduğunu ve on­
lardan  pek  de  hoşlanmadığımı  düşünerek biraz  ışık  iste­
dim, ve bu zahmetli şeytan çıkarma ayininden sonra gün­
delik dünyaya geri döndüm. 
Büyücülerden daha kudretli olanına,  "Eğer  ruhlardan 
biri beni ele  geçirseydi ne olacaktı?"  diye  sordum, adam, 
"Bu odadan dışarı çıktığınızda onun kişiliği sizinkine ek­
lenmiş olacaktı," diye yanıtladı. Büyücülüğünün nereden 
geldiğini  sordum.  Bunu babasından öğrenmiş olduğu dı­
şında pek matah bir şey söylemedi. Belli ki gizlilik yemini 
etmişti  ve  daha  fazlasını  söyleyemezdi. 
Birkaç gün boyunca, biçimsiz ve grotesk figürlerin çev­
remde dolanıp durduğu hissinden kurtulamadım. Aydın­
lık Güçler her zaman güzeldir ve arzulanır. Kasvetli Güç­
ler de  şimdilerde güzel ve tuhaf biçimde grotesk,  ama 
Karanlık Güçler, dengesiz doğalarını çirkinlik ve ürkü yo­
luyla dışa vuruyor. 
50 


ŞEYTAN 
Bir gün Mayolu5  ihtiyar bir kadın, bana, yola çok kötü 
bir  şeyin  düştüğünü  ve  karşıdaki  eve  girdiğini  söyledi. 
Onun ne olduğunu söylemediği halde, ben gayet iyi bili­
yordum.  Bir başka gün de bana, arkadaşlarından ikisine, 
şeytan olduğuna  inandıkları bir kişi tarafından kur yapıl­
dığını söyledi. Bunlardan birisi yolun kenarında dururken, 
bir adam at sırtında gelerek terkisine  binmesini  söylemiş 
ve gezintiye çıkmayı teklif etmiş.  Kadın kabul etmeyince 
de ortadan kaybolmuş. Diğeri ise gecenin geç bir saatinde, 
yol üzerinde sevgilisini beklerken bir şeyyoldan sallanarak 
ve yuvarlanarak ayaklarının dibine kadar gelmiş. Bir gaze­
teye benzeyen o şey sonra  suratına çarpmış.  Boyutlarına 
bakarak bunun Irish Times olduğunu anlamış. Gazete, bir­
den genç bir adama dönüşmüş ve birlikte yürüyüşe çıkma­
larını  teklif etmiş.  Kabul  etmeyince  de kaybolmuş. 
Ben Bul ben yamaçlarında yaşayan ihtiyar bir adam tanı­
rım, şeytanı yatağının altında zil çalarken bulmuştu. Dışa­
rıya çıkarak küçük kilisenin çanını kaçırmış ve şeytanı yata­
ğının altından  kovalamıştı.  Bu 
da, 
diğerleri  gibi,  şeytan 
olmayabilirdi. Sadece yarılmış ayaklan yüzünden başı der­
de giren zavallı  bir orman  hayaleti. 
5)  Mayo;  İrlanda  Cumhuriycti'ndc,  Connacht Eyalcti'ndc  kent. 
(Ç. N.) ' 
5 1  


MUTLU VE MUTSUZ 
TAN RIBİLİMCİLER 
I. 
Bir keresinde Mayolu bir kadın, bana, "Tanrı aşkı için 
kendisini asan hizmetçi bir kız tanıyordum," demişti. "Ra­
hip ve ait olduğu cemaatin gözünde yalnızdı ve kendisini 
bir boyun atkısıyla tırabzanlara asmıştı. Zambak gibi bem­
beyaz kesildikten hemen sonra ölmüştü, eğer bu bir cina­
yet ya da intihar olsaydı rengi simsiyah olurdu. Ona Hıris­
tiyan usulü bir cenaze düzenlendi. Rahip, kızın ölür ölmez 
Tanrı'ya  kavuştuğunu  söyledi.  Yani,  Tanrı  aşkı  uğruna 
yapıldığı  sürece  ne  yapıldığı  o  kadar  da  önemli  değil." 
Kadının  öyküyü anlatırken  aldığı zevke  şaşırmıyorum, 
zira  o,  tutkuyla ve çabucak dile gelen tüm kutsal şeyleri 
seviyordu. Bana bir keresinde, dini bir vaazda duydukla­
rına, daha sonra onu gözleriyle görmedikçe inanmadığını 
söylemişti. BanaArafın kapılarını gözlerinde canlandırdığı 
gibi  betimlemişti.  Ne var 
ki 
ben,  çile çeken ruhları değil 
de  sadece  kapıları  görebildiği  dışında  bu  betimlemeden 
hiçbir  şeyi  anımsamıyorum.  Aklı  hep  hoş ve  güzel olan 
şeylerle meşguldü. Bir gün bana hangi ayın ve hangi çiçeğin 
en  güzel  olduğunu  sormuştu.  Bilemediğimi söylediğim­
de,  "Meryem'den  ötürü  Mayıs  ayı en güzel  aydır,  safça 
kayalardan çıkıp açtığı ve hiç günah işlemediği için de vadi 
zambağı en güzel çiçektir," cevabını vermişti. Daha sonra 
üç  soğuk kış ayının nedenini  sordu.  Bunun da nedenini 
bilmediğimi söyleyince, "İnsanın günahı ve Tanrı'nın inti­
kamı,"  diye  yanıtlamıştı.  İsa,  sadece  kutsanmış  olmakla 
kalmayıp, o kadının  gözünde tüm  insani özellikler  bakı-
52 


mından  kusursuz  biriydi.  Dü§üncelerindeki  güzellik ve 
kutsallığı o denli  iyi tamamlıyordu. Yeryüzünün tüm er­
kekleri  içinde yalnızca  o  tam  altı 
fit 
boyundaydı.  Diğer 
erkekler, İsa' dan ya biraz daha uzun ya da biraz daha kısay­
dılar. 
Periler  hakkındaki dü§ünce  ve  görü§leri  de  güzeldi. 
Onları asla Günahkar Melekler diye  çağırdığını  duyma­
dım. Onlar da bizim gibi insanlardır. Sadece daha güzeldir­
ler. Çoğu zaman, perilerin gökyüzünde, uzun bir hat üze­
rinde ve birbirine eklenmi§ katarlar gibi yol alı§larını sey­
retmek için  pencereye veya  Forth'ta6 §arkı  söyleyip dans 
edi§lerini  duymak  için  kapıya  giderdi.  Çokluk,  "Uzak 
Çağlayan"  adlı §arkıyı  söylerlermi§,  bir keresinde  kadını 
yere dü§ürmelerine rağmen onlar hakkında kötü  dü§ün­
memi§  bile.  Onları  en çok  King's  County'de  çalı§ırken 
görürmü§.  Bir  süre  önce,  bir  sabah,  kadın  bana  şunları 
anlatmı§tı:  "Dün  gece  uyumayıp  efendiyi  bekliyordum, 
saat on biri çeyrek geçiyordu. Masanın üstünde bir gürültü 
duydum. Kendi  kendime,  "Her yer King's County," de­
dim  ve  bu  halime  gülmekten  neredeyse  ölüyordum. 
Orada çok uzun süre kaldığım için bu bir uyarıydı. Burayı 
kendileri için istiyorlardı." Bir keresinde ona peri görünce 
düşüp bayılan birinden söz ettiğimde, "Bu bir peri olamaz, 
belki  kötü  bir  şey,  ama  hiç  kimse  bir  peri  gördü  diye 
bayılmaz. Belki bir şeytandı. Beni altımdaki yatakla bera­
ber çatıdan atmaya çalıştıklarında bile korkmamı§tım. Sen 
bir §eylerle meşgul olduğun sırada bir yılanbalığı gibi pıt 
pıt merdivenlerden çıkıp bağıran  bir şey duyduğumda da 
korkmadım. Her kapıyı denedi. Yine de benim olduğum 
yere  giremedi.  Gelseydi  onu  evrene  bir  ateş  topu  gibi 
fırlatırdım. Yaşadığım yerde vurduğunu deviren bir adam 
vardı ve onlardan birini  haklamıştı.  Hata yolda olup olma-
6)  Forth; güneyde  Berwick'ten kuzeyde Aberdecn'c kadar uzanan 
İskoç kıyı şeridi. 
(Ç N.) 
53 


vermiş  olmalı. Yine  de  periler en  iyi  komşulardır.  Eğer 
siz onlara iyi davranırsanız, onlar da size iyi davranır. Fakat 
yollarına  çıkmanızdan  hoşlanmazlar," demişti.  Bir  başka 
sefer de,  "Fakirlere  hep  iyi  davranırlar," demişti. 
il. 
Her nasılsa, Galway köyünde kötülükten başka bir şey 
düşünmeyen  bir  adam  var.  Bazıları  onun  kutsal, bazıları 
da biraz çılgın olduğunu düşünüyor, fakat kimi konuşma­
ları,  Dante'ye İlahi Komedya'yı esinleyen,  İrlanda'ya özgü 
"Üç  Dünya" düşlemini anımsatıyor.  Bu adamın Cenneti 
göreceğini hayal bile edemiyorum. Özellikle perilere karşı 
öfke  dolu,  onlar  arasında  çok  sık rastlanan ve  gerçekte 
Pan'ın çocukları olan satir ayaklıları, İblis'in çocukları gibi 
betimler. Birçok kişinin tanıklığına rağmen, kadınları alıp 
götürdüklerini kabul etmez; denizdeki kum kadar kalaba­
lık olduklarına ve zavallı ölümlüleri baştan çıkarmaya çalış­
tıklarına  emindir. 
"Bir şey ararcasına hep yere bakan bir rahip tanıyorum, 
bir ses ona,  "Eğer onları  görmek  istersen,  istemediğin 
kadar göreceksin," demiş. Gözlerini açmış ve her yer on­
larla kaynıyormuş. "Bazen şarkı söyler bazen dans ederler, 
ama her zaman çatal ayaklıdırlar," der durur. Dans ve şar­
kılarının simgelediği Hıristiyanlık dışı her şeyi hor görür, 
tek düşündüğü şey, onlara defolup gitmelerini  söylemek 
gerektiğidir.  "Bir gece,"  diye  anlatır,  "yürüyerek  Kin­
vara'dan dönmüş ormandan geçiyordum, arkamdan gelen 
birisinin yaklaştığını  hissettim.  Bindiği  atı ve  ayaklarını 
kaldırışını duyabiliyordum, ama at  nalına  benzer bir ses 
değildi  bu.  Durdum ve  dönerek  çok  yüksek  bir  sesle, 
"Çek git!" dedim, bir daha beni rahatsız etmemek üzere 
gitti.  Tanıdığım  bir adam ölmek üzereydi. Yine onlardan 
bir tanesi yatağına geldiğinde, adam, "Defol buradan, seni 
54 


garip hayvan!" diye bağırmış ve o da gitmiş. Onlar günah­
kar melekler, Tanrı onları kovduğunda, "Ol!" demiş  Ce­
henneme ve Cehennem olmuş." Tam bunları söylerken, 
ateşin başında oturan ihtiyar bir kadın araya  girip,  "Tanrı 
bizi  korusun, yazık ki  Tanrı  bu  kelimeyi  söyledi,  yoksa 
şu anda  Cehennem olmayabilirdi," der,  ama kahin, kadı­
nın  söylediklerine  kulak  asmadan  devam  eder,  "Tanrı, 
şeytana, bütün insanların ruhlarına karşılık ne almak iste­
diğini  sormuş.  Şeytan,  bir  bakirenin  oğlunun  kanından 
başka  hiçbir  şeyin  kendisini  tatmin  edemeyeceğini  söy­
lemiş. İstediğini aldığında, Cehennemin  kapıları açılmış." 
Bunu eski, düşündürücü  bir halk öyküsü  gibi  algıladığı 
açıkça  ortada. 
"Ben  Cehennemi  gözlerimle  gördüm.  Bir  keresinde 
görüntüsünü  gözlerimde  canlandırdım.  Etrafında  çok 
yüksek,  tümüyle  metalden  yapılmış  bir duvar vardı. 
Kemerli bir geçitten  doğruca  içine yürüdüm, sanki  bir 
beyefendinin meyva bahçesine gidiyor gibi, ama bahçenin 
kenarları  şimşir  ağaçları yerine kırmızı ve  kızgın metal­
lerle çevriliydi.  Duvarın  içinde çapraz geçitler vardı, sağ 
tarafta  ne  olduğundan  emin  değilim,  ama  sol  tarafında 
beş tane büyük fırın vardı. İçleri zincire vurulmuş ruhlarla 
doluydu. Hemen döndüm ve uzaklaştım. Dönerken tek­
rar duvara baknm,  ama duvarın  sonu yoktu. 
"Başka  bir  sefer de Arafi gördüm.  Deniz  seviyesinde 
bir yer gibiydi  ve etrafında hiç duvar yoktu, ama parlak 
bir alevdi ve içinde ruhlar vardı.  Neredeyse Cehennem­
deki kadar acı  çekiyorlardı. Yalnızca yanlarında şeytanlar 
yoktu ve hala Cennete gitme  umutları vardı. 
"Oradan bana seslenildiğini duydum, "Buradan çıkma­
ma yardım et!" Ve baktığımda benimle aynı şehirden olan, 
Athenryli Kral O'Connor'ın soyundan gelen ve ordudan 
tanıdığım bir adamı  gördüm. 
"Önce  elimi uzattım, ama sonra, "Sana dokunmama 
üç  yarda  kala  alevlerde  yanarım," diye  seslendim.  "O 
55 
I• 


' I  


zaman bana dualarınla yardım  et,"  dedi. Ben de öyle yap­
tım. 
"Peder Connellan da ölenlere dualarımızla yardım et­
memizi söyler  hep, vaaz verebilecek denli zeki  bir adam; 
Lourdes'dan  getirdiği Kutsal  Su  ile epey şifa dağıttı." 
1902 
56 


S ON  HALK  OZA NI 
Michael Moran, 
1794 
yılı civarında,  Black Pitts'in dı­
şında,  Dublin  Liberties'deki Faddle Alley'de doğdu.  Do­
ğumundan on beş gün sonra, geçirdiği bir hastalık yüzün­
den tamamen kör oldu.  Bunu bir lütuf kabul eden ailesi 
tarafından,  çok geçmeden, şarkı  söyleyip dilenmek üzere . 
sokak  köşelerine  ve  Liffey  Nehri  üzerindeki  köprülere 
gönderildi.  Herkes çocuklarının  onun  gibi  olmasını  di­
lerdi,  çünkü, görme yetisinin  kaybından  etkilenmediği 
için, Moran'ın zihni, günün her kıpırtısının ve halkın tut­
kularındaki her değişimin ezgiler ya da olağandışı deyişlere 
dönüştüğü  kusursuz  bir yankılayan  oda  haline  gelmişti. 
Büyüyüp  bir yetişkin  olduğunda  ise,  Liberties'deki  tüm 
balad ustalarının tartışmasız lideriydi. Wicklowlu kör ke­
mancı dokumacı Madden Kearney, Meathli  Martin, nereli 
olduğunu ancak Tann'nın  bildiği  M'Bride ve sonraları 
gerçek Moran öldüğü zaman ödünç elbiseler, daha doğ­
rusu ödünç paçavralar içinde kurumla yürüyen ve kendi­
sinden başka bir Moran olmadığı konusunda dedikodular 
yayan şu M 'Grane ve daha pek  çok kişi ona saygı göste­
riyor ve onu  kendi  çevresinin lideri kabul ediyordu.  Kör 
olmasına rağmen, bir eş bulmakta zorlanmadı, dahası, seç­
ti  ve  aldı.  Bir serseri  ile  bir dahinin bireşimiydi.  Bu  da, 
kendisi geleneksel olsa bile, umulmadık, işbilir ve şaşırtıcı 
erkeklerden  hoşlanan kadın  ruhuna  hitap  ediyordu.  Bu 
derbeder kılık kıyafetine rağmen, hiçbir iyi şeyin eksikli­
ğini çekmezdi; bir defasında,  katıksız öfkesinde bir hayli 
ileri  giderek,  çok  sevdiği  gebre  otu  sosunun  olmaması 
üzerine kansına bir kuzu budu fırlattığı bilinir. Kenarları 
57 


�' 
işlemeli bir harmanisi olan kaba yünlü  kabanı, eski,  fitilli 
. kadifeden pantolonu, koskoca ayakkabıları ve deri bir ka­
yışla bileğine tutturulmuş sağlam bastonu ile  pek yüiüne 
bakılır bir tarafı yoktu. Cork'ta bulunan taş sütunlardaki 
yalvaç d üşleminde Moran'ı bir görse, kralların dostu, ozan 
MacConglinne için herhalde bu elim bir şok olurdu. Kısa 
cübbesi ve  deri  cüzdanının  modası  geçse  de,  gerçek bir 
halk  ozanı, bir  şair,  bir  maskara  ve  halkın  habercisiydi. 
Sabahleyin  kahvaltısını  bitirdiğinde  karısı veya  bir kom­
şusu,  ''Yeter, bu kadar meditasyon yeterli," diyene kadar 
ona  uzun uzun gazete okurdu.  Bu meditasyon da günün 
latifeleri ve  ezgileri  için bir  kaynak oluştururdu.  Tüm 
Orta Çağı  kabanının içinde taşıyor gibiydi. 
MacConglinne'nin kilise ve  ruhban sınıfına duyduğu 
nefret onda yoktu. Meditasyonun meyvası fazla olgunlaş­
madığında, insanlar daha yoğun bir şeyler istediklerinde, 
bir  aziz,  şehit ya  da  İncil'de  yer  alan bir serüvenle  ilgili 
tartımlı  bir  öykü ya da balad  okur,  söylerdi.  Bir  sokak 
köşesinde  durur,  etrafına  kalabalık toplanınca  şöyle  baş­
lardı  (bu  bilgiyi  onu  tanıyan  birisinden  aktarıyorum), 
"Etrafıma toplanın, gençler, etrafıma toplanın. Bir gölcük 
mü içinde durduğum? Islak bir yerde miyim yoksa?" Bu­
nun üzerine, kimileri bağırır,  "Oh,  hayır! Değilsin! Kuru 
ve hoş bir yerdesin. Azize Meryem'i anlat, Musa'yı anlat," 
diye en sevdikleri öykünün adını çağırırdı. Sonra Moran, 
vücudunu tuhaf bir biçimde kıvırıp giysilerini çekiştirerek, 
"Tüm  sıkı  dostlarım arkamdan konuşuyor  şimdi,"  diye 
patlar,  finalde  ise,  "Eğer vazgeçmezseniz  hovardalıktan, 
soracağım ben size," diye gençleri uyarırcasına ezbere baş­
lar ya da yine duralayarak, "Toplandınız mı etrafıma? Ara­
nızda  rezil  bir  sapkın mı  var yoksa?" diye  sorardı.  En  iyi 
bilinen dinsel  öyküsü  Mısırlı  Azize Meryem,  vakar  dolu 
bir şiirdir ve  Piskopos  Coyle  adlı birinin daha oylumlu 
eserinden  alınmıştır.  Bu öykü,  Mısırlı  hafifmeşrep  bir 
kadın  olan Meryem'in,  belli bir  sebebi  olmaksızın  Ku-
58 


düs'e giden hacıların peşine takılmasını, sonra da doğaüstü 
bir  güç  Tapınağa  girmesini engelleyince  tövbekar  olup 
çöle giderek  hayatının geriye  kalan bölümünü münzevi 
bir  kefaret  ödeyerek  geçirmesini  anlatır.  Sonunda,  tam 
ölmek  üzereyken,  Tanrı  ona  günah  çıkarması,  son  bir 
defa kutsanması ve kendisinin yolladığı bir aslanın yardı­
mıyla mezarını kazması için Piskopos Zozimus'u gönder­
miş.  Şiir, onsekizinci yüzyılın hoşgörülmeyen uyaklı dü­
zeniyle yazılmıştı. Ancak şiir o kadar popülerdi ve o kadar 
çok  istenirdi  ki  bir  süre  sonra  Moran'a Zozimus  lakabı 
takılmıştı  ve hep  bu  isimle  anıldı.  Kendi yazdığı  bir  şiir 
olan Musa, her ne  kadar  şiirle bağdaşır  bir  yanı  olmasa 
da, yine de şiire benzer bir eserdi. Ancak vakara  katlana­
mayan Moran, kendi mısralarını şu serseri ağzıyla gülünç 
hale  sokardı; 
Nil'e karışan Mısır ülkesinde, 
Kral  Firavun'un kızı yıkanırdı gösterişle. 
Önce  suya  daldı, karaya çıktı sonra, 
Soylu teni kurusun diye koştu sahil boyunca. 
Ayağına bir saz takılınca bebeği buldu, 
Bir kat hasırın üzerinde gülüyordu. 
Kucağına alıp  sordu, yumuşacıktı  sesi, 
"Kız kuruları, tazeler, kim bu çocuğun annesi?" 
İnce alaylı ezgileri, hemen hemen her zaman, tüm çağ­
daşlarının yok olması pahasına, nükte ve manilerden olu­
şurdu. Örneğin, bir ayakkabı yapımcısına önemsiz köke­
nini anımsatmak istediğinde, zenginliğinden ve bedensel 
kirliliğinden aynı anda dem vurmak onun için zevkti. Bize 
şarkının  ilk  kıtası  ulaşabilmiştir; 
Dirty  Lane'in en kokuşmuş duldası, 
Orada yaşardı  Dick Maclane, kokuşmuş ayakkabıcı; 
Karısı  eski  kralın hizmetindeydi, 
59 
' •  
ı ,  
ı. 
� 
'I 


{ıl 
İri  kıyım,  cesur ve  açık tenli. 
Yırtardı  hançeresini Essex Köprüsü'nde, 
Yine  de altı peni düşerdi kısmetine. 
Ama yepyeniydi  Dickey'in  kabanı, 
Yarmacıydı onu aldığı zamanlar. 
Kıt görüşlüydü  muhitindekiler gibi, 
Ve  sokaklarda  çılgınca söyledi durdu, 
'Sütçü beygirine binmiş tıknaz tombul çapulcu.' 
Moran'ın  çok çeşitli sorunları vardı, yüzleşilmesi ve 
alt edilmesi gereken bir sürü münasebetsiz gibi. Bir kere­
sinde, işgüzar bir polis, serselik yaptığı için onu tutukladı, 
fakat  Moran,  dinleyenlere,  kendisi de  bir  şair,  kör  bir 
adam ve bir dilenci olan öncülü Homeros'a tapınıldığını 
anımsatınca,  izleyenlerin  bağırışları arasında müthiş  bir 
bozguna uğradı. Ünü arttıkça daha ciddi sorunlarla yüzleş­
mek zorunda kalıyordu. Her yerde bir sürü taklitçi türedi. 
Örneğin, bunlardan birisi, Moran'ın deyişlerini, şarkılarını 
ve sahneye çıkışını taklit ederek Moran'ın kazandığı şilin 
kadar gine7 kazanmıştı.  Bir gece, bu aktör, arkadaşlarıyla 
yemek yerken,  yaptığı  taklitlerin  aşırıya  kaçıp  kaçmadığı 
tartışma  konusu oldu.  Bu  iddianın, halkın  oyuna sunul­
ması kararı .alındı.  Bahis ise, tanınmış bir restoranda kırk 
şilinlik bir akşam yemeğiydi. Aktör, gösteri için kendisine 
Moran'ın sıkça  gittiği bir yer olan Essex Köprüsü'nü seçti 
ve  kısa  sürede  küçük bir  kalabalık topladı.  Tam  'Nil'e 
karışan  Mısır ülkesinde'yi  bitirmek üzereyken,  ardında 
bir başka kalabalıkla Moran'ın kendisi çıkageldi. İki kala­
balık da büyük bir heyecan ve kahkaha tufanı ile karşılaştı. 
Taklitçi, "Hıristiyan kardeşlerim,''° diye bağırdı, "bir kim­
senin böylesine fakir ve esrarengiz bir adamla dalga geç­
mesi  mümkün mü?" 
"Kimmiş peki bu? En fazla bir sahtekar," diye cevapladı 
Moran. 
7) Gine; yirmi bir şilin. (Ç. 

.

60 


"Defol, seni sefil! Sahtekar sensin. Bu fakir ve esraren­
giz adamla alay ettiğin  için gözlerindeki gökyüzü ışığının 
sönmesinden  korkmuyor musun?" 
"Azizler ve melekler, buna karşı bir savunma yok mu? 
Benim alın teriyle  kazandığım  ekmeği  zorla  elimden al­
maya çalıştığın için sen en insanlık dışı rezilsin," dedi za­
vallı  Moran. 
"Ve sen, sefil adam, güzel şiirime devam etmeme izin 
vermiyorsun.  Hıristiyan  kardeşlerim,  hayırseverliğinizle 
bu adamı  bertaraf etmeyecek  misiniz?  Benim  gizemim­
den  yararlanıyor." 
Taklitçi, her şeyin kendi lehine olduğunu görerek, in­
sanlara ilgileri ve  destekleri  için  teşekkür edip şiirine de­
vam etti.  Moran, bir  süre,  şaşkın bir sessizlik içinde din­
ledi, sonra tekrar itiraza başladı. 
"Hiçbirinizin beni tanımaması mümkün mü? Bunun 
ben olduğunu görmüyor musunuz? O bir başkası." 
"Bu  güzel  öyküye devam  etmeden  önce," diye  Mo­
ran'ın  sözünü  kesti taklitçi, "devam etmeme yardımcı ol­
mak için sizleri lütufkar bir katkıda bulunmaya davet edi­
yorum." 
"Senin kurtarılması gereken bir ruhun yok mu, günah­
kar?" diye bağırdı Moran, bu son hakaretle iyice sarsılmış 
. bir halde. "Hem fakiri soyup hem de dünyanın canına mı 
okuyacaksın? 
Ah, 
böylesi bir kötülük olabilir mi?" 
"Takdir sizin, dostlarım," dedi taklitçi, "paranızı hepi­
nizin çok iyi tanıdığı asıl esrarengiz adama verin ve kur­
tarın beni  bu entrikacıdan." Böylece birkaç peni ve yarım 
pens  topladı.  O  para  toplarken  Moran  da  'Mısırlı  Mer­
yem'e başladı. Ancak bastonunu çekiştiren öfkeli kalabalık 
neredeyse  Moran'ı dövecekti.  Kendisine  ne  kadar ben­
zediğini görerek şaşkınlık içinde vazgeçtiler. Taklitçi, kala­
balığa,  bu  zorbayı  kendisine bırakmalarını ve  ona gerçek 
.sahtekarın kim olduğunu göstereceğini söyledi. Kalabalık, 
Moran'ın  yanına  gitmesi  için  yol verdi,  fakat  Moran'la 
6 1  


kapışacak  yerde  birden  önüne  birkaç şilin fırlattı.  Sonra 
da  kalabalığa  dönerek, onlara,  kendisinin  gerçekten  de 
bir aktör olduğunu, yalnızca bir bahis kazandığını söyledi 
ve tüm bu coşkunun arasında  kazandığı  akşam  yemeğini 
yemek  üzere  oradan  ayrıldı. 
Nisan 
1 846' 
da Michael Moran 'ın ölüyor olduğu haberi 
rahibe  iletildi. Rahip, onu,  Patrick  Sokağı on beş  (şimdi­
lerde on dört buçuk) numarada, saman bir yatakta yattığı 
ve son  anlarını  paylaşmak için gelen hırpani  balad ozan­
larıyla  dolu  bir  odada görmeye  gitti.  Ölümünden  sonra 
balad  ozanları,  keman  ve  benzeri  bir  sürü  çalgıyla  gelip 
ölünün başında bekledi ve herkes ran,8 öykü, eski özdeyiş 
ve sıradışı  ezgilerden  ne biliyorsa onunla şenliğe katıldı. 
Moran  için  vakit dolmuştu,  dualarını edip günah  çıkar­
mıştı,  neden  onu  yürekten  uğurlamasınlardı  ki? Cenaze 
ertesi gün kaldırıldı. Yağışlı ve kapalı bir gün olduğundan 
dostları  ve  hayranlarının  çoğu  tabutla  beraber  cenaze 
arabasına bindi. Henüz yola koyulmuşlardı ki içlerinden 
biri,  "Ne  acı soğuk, değil  mi?"  diye şarkıya başlayıverdi, 
"Hem  de  nasıl,"  diye  yanıtladı bir  diğeri,  "defin  yerine 
vardığımızda biz de ceset gibi kaskatı kesileceğiz." "Sonu 
kötü  oldu,"  dedi  bir  üçüncüsü,  "keşke havalar  düzelene 
kadar bir  ay  daha  dayansaydı."  Bunun  üzerine,  Carroll 
isimli bir adam yarım ölçü viski çıkardı, hepsi birden mü­
teveffanın ruhuna kadeh kaldırdılar. Ama ne yazık ki cena­
ze arabası aşırı derecede doluydu ve mezarlığa varamadan 
hem  tekerlek  yayı  hem de  viski  şişesi  kırıldı. 
Moran, adım attığı yeni  krallıkta kendini  tuhaf ve ya­
bancı hissetmiş olmalı, belki tam da arkadaşları kendi şere­
fine içerken. Umalım ki hırpani melekleri etrafına toplayıp 
yeni  ve daha hareketli  bir 
8) 
Ran; Kclt Edcbiyatı'na özgü koşuklu şiir.  (Ç N.) 
62 


Toplanın etrafımda gençler,  hadi bakalım 
Toplanın  etrafımda 
Ve dinleyin size  anlatacaklarımı 
İhtiyar  Salley getirmeden  önce 
Ekmeğimi  ve  çay maşrapamı 
tutturabileceği, çocuk meleklere ve altı kanatlı meleklere 
dizginsiz  nükte  ve  maniler  söyleyebileceği  bir  orta yer 
bulunabilsin  onun  için.  Ne  kadar  serseri  olursa  olsun, 
belki de çoktan Yüksek Hakikatın Zambağını ve Ötegü­
zelliğin  Gülünü  bulup  etrafına  topladı,  öyle  ki,  onların 
yokluğunda birçok İrlandalı yazar, ister ünlü ister unutul­
muş olsun,  cılız bir meltem gibi geldi geçti. 
63 


,1 

'I lı 

, ,  
ıı 
ı· 
REG INA, REG I NA  PI G M EO RU M ,  
V E N i  
Bir gece, tüm yaşamını at arabalarının gürültüsünden 
uzak geçirmiş orta yaşlı bir adam, onun akrabası olan ve 
otlaklar  boyunca uzanmış  sığır  sürüleri  arasında  hareket 
eden sayısız ışığın en küçük parıltısını bile fark edebilecek 
yetenekte  bir  kahin  olarak  nam  salmış  genç  bir  kız  ve 
ben, uzak batıdaki  kumlu bir sahil boyunca yürüyorduk. 
Bazen Unutkan İnsanlar da denen perilerden bahsediyor­
duk  ki,  tam  konuşmamızın  ortasında,  mesken  tuttükları 
bilinen  bir  yere vardık;  kara  kayaların  ortasında,  altında 
uzanan ıslak kumsal üzerindeki yansısıyla sığlık bir  ma­
ğara.  Unutkan  İnsanlar'a  soracağım  epeyce soru  olduğu 
için genç kıza bir şey görüp  görmediğini sordum. Birkaç 
dakika boyunca olduğu yerde kalakaldı ve yavaş yavaş, artık 
ne  denizden  gelen soğuk  meltemin  rahatsız ettiği ne  de 
denizin  kasvetli gürültüsünün dikkatini dağıttığı  uyarıcı 
bir  trans  durumuna  geçtiğini  fark ettim.  Sonra yüksek 
sesle yüce perilerin adlarını çağırdım. Tam o sırada kayala­
rın derinlerinden gelen müziği duyduğunu söyledi, ve an­
laşılmaz konuşmaları, görünmeyen bir sanatçıyı alkışlarca­
sına ayaklarını yere vuran insanları . . .  Tüm bunlar olurken 
diğer  dostum  aşağı yukarı birkaç yarda  ilerlemişti,  ama 
şimdi  yanımıza yaklaşıyordu ve yaklaşırken birden  bek­
lenmedik konuklarımız olacağını söyledi, çünkü kayaların 
ötesindeki bir yerden gelen çocuk kahkalarını duymuştuk. 
Aslında tümüyle yalnızdık. Bulunduğumuz yerdeki ruhlar 
onun  üzerinde de etkili olmaya  başlamıştı.  Bir  anda,  kız 
da adamı doğrularcasına müzik sesinin, konuşmaların ve 
64 


ayak  seslerinin  kahkahalara  karıştığını  söyledi. Ardından, 
mağaradan  akan  ve  gittikçe  koyulaşan  parlak  bir  ışık 
gördü, ve tanımadığı  bir ezgiyle  dans eden, kırmızının 
baskın  olduğu  alacalı  kıyafetler  giymiş  bir yığın  küçük 
insan.9 
Sonra, kıza, küçük insanların kraliçesine gelip bizimle 
konuşması  için  seslenmesini  söyledim.  Ancak çağrısına 
hiçbir cevap  gelmedi.  Bunun  üzerine  yüksek sesle,  keli­
meleri kendim tekrarladım, ve bir anda uzun boylu, çok 
güzel  bir  kadın  mağaradan  çıktı.  O  an  kendimi  de  bir 
çeşit transa girmiş buldum, düşsel dediğimiz şeyin kendi­
sini  mutlak  gerçeklik olarak  kabul  ettirdiği  bir  trans, ve 
artık koyu  saçlarındaki altından  süslerin  soluk parıltısını, 
koyu  meyva  çiçeğini görebiliyordum.  Sonra kızdan, bu 
uzun boylu kraliçeye, halkını bizim görebileceğimiz  şe­
kilde,  doğal  bölümlerine göre  sıralamasını  söylemesini 
istedim.  Anladım  ki,  daha önce  de olduğu  gibi,  çağrıyı 
benim  tekrarlamam  gerekiyordu.  Bunun üzerine  yara­
tıklar, mağaradan çıktı ve yanlış hatırlamıyorsam dört grup 
halinde  ilerledi.  Bu  gruplardan  birisinin  ellerinde  filiz­
lenmiş dallar vardı, bir diğerininkinde görünüşe göre yılan 
pullarından yapılmış kolyeler. Fakat ışık saçan kadına öyle­
sine  kaptırmıştım ki kendimi, kıyafetlerini hatırlayamıyo­
rum. Kraliçeden, burasının civardaki en büyük peri uğrağı 
olup  olmadığını  kahine  söylemesini  istedim.  Dudakları 
kımıldadı, fakat yanıtı işitilir değildi. Kahine, ellerini kra­
liçenin göğsünün  üzerine  koymasını  söyledim,  artık  her 
kelimeyi  tek  tek  seçebiliyordu.  Hayır,  burası  en  büyük 
peri uğrağı değildi, biraz ileride daha büyüğü vardı. Sonra 
halkı ve kendisinin ölümlüleri alıp götürdüklerinin doğru 
9) 
İrlanda'daki insanlarve periler, bazen bizlerin büyüklüğÜnde, bazen 
daha  da  büyük,  bazen  de,  bana  anlatıld ığı  gibi,  nerdeyse  üç 
fit 
yüksekliğindedir.  Sık  sık sözünü  ettiğim  Mayolu  kadın,  onları  küçük 
veya  büyük  gösteren  şeyin  bizim gözlerimizdeki  bir  şey  olduğunu 
düşünüyor. 
65 


il 
'� 

olup  olmadığını  sordum;  eğer  doğruysa  aldıkları  ruhun 
yerine bir diğerini  koyuyorlar mıydı?  "Biz bedenleri  de­
ğiştiririz,"  diye yanıtladı.  "İçinizde hiç ölümlü olarak do­
ğan biri oldu mu?" "Evet."  "Daha önce sizin halkınızdan 
olan ve benim tanıdığım biri var mı?" "Evet." "Kim?" "Bu­
nu bilmen doğru olmaz." Daha sonra, onun ve halkının, 
bizim 'ruh hallerimizin oyunlaştırılması' olup olmadıkla­
rını sordum. "Bunu anlayamaz," dedi dostum, "ama halkı­
nın  insanlara  çok benzediğini ve insanların yapnğı  çoğu 
şeyi  yaptığını  söylüyor."  Ona  başka  sorular  da  sordum, 
yaradılışı, evrendeki amacı üzerine, ama bu yalnızca kafa­
sını  karıştırdı.  Sonunda, kumların üzerine -düşsel  kum­
ların üzerine,  ayağımızın  alnndaki  tırmalayıcı  kumların 
değil- şu  iletiyi  yazmasından  sabrının  taştığı  anlaşıldı: 
"Dikkatli ol, bizim hakkımızda çok şey öğrenmeye kalkış­
ma."  Üzerine  fazla  gittiğimi  anlayarak bize  gösterdiği ve 
anlattığı  şeyler için  teşekkür ettim, mağarasına geri dön­
mesi  için  onu  serbest bıraknm.  Bir  anda,  genç  kız trans 
halinden çıktı ve dünyanın soğuk rüzginnı hissederek tit­
remeye  başladı. 
Tüm bunları, anlatabileceğim en doğru şekilde ve tarihi 
bulandıracak  kuramlar  olmadan anlanyorum.  Kuramlar, 
en iyi halleriyle bile, yetersiz şeylerdir ve benim kuramla­
rımın en esaslısı  uzun zaman önce çürüdü. Herhangi bir 
kuramdan  ziyade  Fildişi  Kapı'nın  menteşeleri  üzerinde 
dönerken  çıkardığı  sesi  daha  fazla seviyorum, ve  inanı­
yorum ki, güller saçılmış eşikten tek başına geçebilen kişi 
Boynuzdan Kapının uzaktaki pırıltılarını da yakalayabilir. 
Bunu  yapabilmemiz  belki  hepimiz  için iyi olurdu,  eğer 
Windsor  Ormanı'nda  astrolog  Lilly'nin  haykırdığı  gibi 
haykırabilseydik,  "Regina,  Regina  Pigmeorum,  Veni!" 
Unutmayın  ki,  Tann,  çocuklarını düşlerde  ziyaret eder. 
Uzun boylu, pınlnlı kraliçe, yanıma gel ve saçlarındaki o 
koyu  meyva  çiçeğini  tekrar  görmeme  izin ver. 
66 


'VE  ZAR İ F ,  ATE Ş Lİ KA D I N LAR' 
Bir gün,  tanıdığım bir kadın,  efsanevi  bir güzellikle 
yüz yüze gelmiş; Blake, onun, gençlikle yaşlılık arasında 
değişmeyen yüce  bir güzellik olduğunu  söyler,  gelişme 
dediğimiz çürümüşlük onun yerine şehvetli güzelliği koy­
duğu  için, bu güzellik sana
tta
n da silinmektedir.. .  Söyle­
diklerine  bakılırsa,  'hayatında  gördüğü  en  güzel  kadın'ı 
dağlardan  dosdoğru  kendisine  yaklaşırken  gördüğünde, 
pencerede durup Kraliçe Maive'in gömülü olduğuna ina­
nılan Knocknarea'yı seyrediyonnuş. Yanında bir kılıç, elin­
de ise havaya kaldırdığı bir hançer varmış, elleri ve kollan 
çıplak,  üzerinde  beyaz  kıyafetler.  Güçlü  görünmesine 
rağmen nefret dolu ya da acımasız değilmiş. İhtiyar kadın, 
daha önceden İrlandalı devi de görmüş, 'ne kadar yakışıklı 
bir adam da olsa', 'şişman olduğu ve kahramanca davranama­
dığı' için bu kadının yanında hiç kalıyormuş. 'Bayan ----'a 
benziyormuş' -ihtiyar kadının  soylu  bir  komşusu- 'ama 
onunla ilgisi  yokmuş,  düz ve  geniş omuzlan varmış ve 
hayatında  görebileceğin  herkesten  daha  güzelmiş,  otuz 
yaşında gösteriyormuş.'  İhtiyar  kadın  elleriyle  gözlerini 
kapatmış ve açtığında hayalet yok olmuş. Komşuları, söy­
lediğine bakılırsa,  bir  mesaj alana kadar beklemediği  için 
ona kızmışlar, çünkü onun sık sık kendisini pilotlara gös­
teren Kraliçe Maive olduğundan eminlermiş. İhtiyar kadı­
na,  Kraliçe Maive gibi  başkalarını  da  görüp  görmediğini 
sorduğumda, "Bazıları saçlarını açar, ama daha farklı görü­
nürler, sanki  gazetelerdeki uykulu bakan  hanımefendiler 
gibi. Bu daha çok saçları toplu olanlar gibiydi. Diğerlerinin 
uzun, beyaz elbiseleri var, ama saçları toplu olanların elbi-
67 


1 1  
1 :  
P· 

�· 
'! 
1 1  

ı 
seleri o kadar kısa 
ki 
bacaklarını baldırlarına kadar görebi­
liyorsunuz,"  dedi.  Biraz dikkatli  bir  sorgulamadan sonra 
giydikleri şeylerin mayo türü bir şey olabileceğini anladım; 
"Güzel ve çarpıcı bir görünüşleri var, iki 
ya 
da üçlü gruplar 
halinde, dağ yamaçlarında, sallanan kılıçlarıyla ata binenler 
gibi," diye devam etti.  Sürekli,  "Artık bu kadar orantılı, 
bu kadar  güzel bir ırk yaşamıyor," ya da benzeri  şeyleri 
tekrarlıyordu.  "Şimdiki Kraliçe10 güzel ve  tatlı bir kadın, 
ama onun gibi değil. Hanımefendilerin bu kadar değersiz 
olmalarını düşünmemin sebebi,  hiçbirini olmaları gerek­
tiği gibi görmemem." Olmaları gerektiği gibi derken ruh­
ları kastediyordu. "Onu ve bugünkü diğer hanımefendileri 
düşündüğüm  zaman,  bana  nasıl  giyinmeleri  gerektiğini 
bilmeden  ortalıkta  koşuşan  çocuklar  gibi  geliyorlar.  Ha­
nımefendilik bu  mu?  Onlara  hiç  de  kadın  diyemem." 
Ertesi gün, dostlarımdan biri Galway Islahevi'ndeki ihtiyar 
bir kadınla konuşmuştu. Kadın, "Kraliçe Maive çok güzeldi 
ve  tüm  düşmanlarını  fındık  ağacından  bir  değnekle  alt 
etti,  fındık ağacı  kutsanmıştır ve  sahip  olunabilecek  en 
iyi silahtır. Onunla tüm dünyayı gezebilirsiniz," diye başla­
mış  ama  sonunda,  "çok  fazla  aksileşti  - oh çok  fazla.  En 
iyisi bu konuda konuşmamak. En iyisi bunu kitapla dinle­
yicisi arasında bırakmak," demiş. Dostum, ihtiyar kadının, 
Roy'un oğlu Ferguson ile Maive arasındaki bir skandaldan 
haberi olduğunu düşünmüş. 
Ben de, bir keresinde, Burren Hils'te şiirlerini İrlanda­
ca yazan bir şairden söz eden genç bir adama rastlamıştım; 
şair,  gençliğinde,  adamın anlattığına  bakılırsa,  kendisini 
Maive olarak tanıtan ve 'onların kraliçesi' olduğunu iddia 
eden birisine  rastlamış.  Kadın, para  mı yoksa mutluluk 
mu istediğini sorduğunda, şair mutluluğu seçmiş ve kadın 
ona bir anlık aşkını vermiş, ve sonra da ondan uzaklaşmış, 
ondan sonra da şair hep yas tutmuş. Genç adam, şairi, sık 
10) Kraliçe Victoria. 
68 


sık kendi yazdığı ağıtı söylerken duyarmış, ama tek anım­
sadığı, ağıtın 'çok hüzünlü olduğu' ve kadını 'tüm güzellik­
lerin  güzeli' diye andığıymış. 
1902 
69 


ı! 

B ÜYÜLÜ ORMAN LAR 

Geçen yaz, tüm işlerimi bitirdiğimde, alabildiğine ge­
niş ormanlarda yürüyüşe çıkardım, ve oralarda sık sık ağaç­
lar  ve  çalışmaları  üzerine  sohbet  ettiğim  taşralı  ihtiyar 
bir adama rastlardım. Bir ya da iki kez, adamın, bana kıyasla 
kalbini  daha  rahat açtığı  bir  dostum  bana  eşlik etmişti. 
Tüm yaşamını karaağaçları, findık ağaçlarını ve çalıları bu­
dayarak,  patikalardaki  kalasları  toplayarak geçirmişti ve 
ormandaki doğal ve doğaüstü yaratıklar üzerine uzun uzun 
düşünmüştü.  Kendisinin 'Koca Dev' dediği  çalı  domu­
zunun iyi kalpli bir Hıristiyan gibi homurdandığını duy­
muştu, ve  bedenindeki  kılların sayısı  kadar elma çalana 
dek ağacın altında sürttüğünden emindi. Ormanda çokça 
bulunan  kedilerin,  eski  İrlandaca'ya  benzeyen ve ken­
dilerine  has  bir dilleri  olduğundan da  emindi.  "Kediler 
bir zamanlar yılandı, dünyadaki büyük bir değişim sıra­
sında kedi haline geldiler. Çok zor öldürülmelerinin ve 
işlerine burun sokmanın tehlikeli olmasının sebebi budur. 
Bir kediyi sinirlendirirsen, seni zehirleyecek şekilde pen­
çeler ya da ısırır, işte o yılanın dişidir," derdi hep.  Bazen 
yabani  kedilere  dönüştüklerine  inanırdı,  ardından  kuy­
ruklarının ucunda  bir tırnak çıkarmış; ama bu yabani ke­
diler,  hep  ormanda yaşamış  olan  vahşi  kedilerden  de­
ğilmiş.  Bir  zamanlar  tilkiler de,  şimdiki  kediler  gibi, 
evcillermiş,  ama  sonra  kontrolden  çıkmış  ve  vahşi­
leşmişler. Nefret ettiği sincaplar dışında tüm yabani yara­
tıklardan  bir  çeşit şefkatli  ilgiyle  söz  ederdi,  yine  de  ço­
cukluğunda, altlarına bir demet yanan saman koyarak çalı 
70 


domuzlarını  nasıl  devirdiğini  anımsarken  gözleri  pa­
rıldardı. 
Doğal ve doğaüstünü  belirgin  bir şekilde  ayırabil­
diğinden  pek  de  emin  değilim.  Başka  bir zaman da, 
tilkilerin ve kedilerin, gece çöktükten sonra, ordugahlarda 
ve  bahçelerde  olmaktan  çok  hoşlandığını  anlatır,  mu­
hakkak bir tilki hikayesinden, sanki hala vahşi kedilerden 
bahsediyormuşçasına,  sesi  hiç  değişmeden,  bugünlerde 
zor  rastlanan  bir  sansar  hikayesine  geçerdi. Yıllar  önce 
bahçede çalışırmış ve bir gece bunu  tavanarası  elmalarla 
dolu bir bahçıvan evinde yatırmışlar, bütün gece boyunca 
tavanarasındaki elmaları yiyen insanların tabak, çatal, bıçak 
seslerini  duymuş.  Bir  keresinde ormanda,  ne  derseniz 
deyin,  esrarengiz  bir  manzaraya  şahit  olmuş.  "Bir  za­
manlar Inchy'de kereste  keserdim, ve sabah  sekiz sula­
rında oraya vardığımda findık toplayan bir kız gördüm, 
saçları kahverengiydi, omuzlarından dökülüyordu, güzel, 
temiz bir yüzü vardı, ve  uzun  boyluydu, başında hiçbir 
şey yoktu,  elbisesi  kesinlikle  şatafatsız,  sadeydi, ve  gel­
diğimi  fark ettiğinde  kendini  toparladı,  yer  yarılıp  da 
içine  girmişçesine yok oldu.  Peşinden gittim ve  onu 
aradım, o  günden beri onu  bir daha hiç  göremedim." 
Temiz kelimesini, 'körpe' ya da 'hoş' anlamında kullanı­
yordu. 
Başkaları da Büyülü Ormanlar' da ruhlar görmüştü. Bir 
işçi, ormanın Shanwalla denen bölümünde, ormanın öte­
sindeki  eski  bir köyden gelen bir dostunun  başına gelen­
leri anlatmıştı.  "Bir akşam, avluda Lawrence Mangan' dan 
ayrıldım, o da Shanwalla patikasına saparak bana iyi geceler 
diledi. Ve iki  saat  sonra tekrar avludaydı,  bana  ahırdaki 
mumlardan  birini yakmamı  söyledi.  Shanwalla'ya vardı­
ğında, boyu dizine gelen, ama bir insan vücudu kadar kafası 
olan  bir  adamın  yanına  gelip  onu  dolambaçlı  yollardan 
patikanın dışına çıkardığını söyledi, ve sonunda onu kireç 
firınına getirmiş, sonra da yok olup  gitmiş." 
71 




,,,! 
l ıı 
1 '  
Bir kadın,  kendisinin ve diğerlerinin  nehrin  derin  bir 
yerinde gördüğü  bir  manzarayı anlattı.  "Merdivenlerden 
inmiş,  kiliseden  geliyordum;  büyük  bir  fırtına  çıktı,  iki 
ağaç çatlayarak kırddı ve nehre düştü, sıçrayan sular nehrin 
içinden göğe yükseldi. Yanımdakiler pek çok suret seçti, 
ama ben kendim, ağaçların düştüğü yerin yanında, nehir 
kıyısında  oturan  yalnız  bir  kişi  gördüm.  Üzerinde siyah 
kıyafetler  vardı ve  kafası yoktu." 
Bir adam,  çocukken bir gün, bir arkadaşıyla, kaya ve 
fındık, sarmaşıklı böğürtlen ve yabani gül çalılıklarıyla do-

u, yani göl kenarının ağaçlardan zor seçildiği bir çayırda 
at yakalamaya gittiklerini anlattı. Yanındaki  çocuğa,  çalı­
lığın, çakıltaşının içine girmesine izin vermeyecek kadar 
sık olduğunu  anlatmak için,  "Şu çakılı  çalılığın  üzerine 
atsam,  bahse  girerim  ki yere  düşmez,"  demiş.  Böylece 
yerden aldığı çakılı atmış; taş, çalılığa değer değmez, için­
den bugüne  kadar duyulmuş en güzel  müzik yükselmiş. 
Kaçmışlar, aşağı yukarı iki yüz yarda kadar ilerleyip arka­
larına baktıklarında  çalılığın  çevresinde dolanan  beyazlı 
bir kadın görmüşler.  "Önce görünüşü bir kadın gibiydi, 
.daha sonraysa erkek; çalılığın  çevresinde  dönüyordu." 
II 
Inchy patikalarından  bile  karmaşık  konulardan  söz 
ederken, hayaletlerin gerçek yaradılışı üzerine sık sık ak­
lım karışıyor,  ama  diğer  zamanlarda, Ilissus'un bir  perisi 
hakkında  söylenenlere karşı  Socrates'in  söylediği  sözleri 
ben  de söylüyorum, ''Yaygın  kanı benim için yeterlidir." 
İnanıyorum  ki,  tüm tabiat, bizim göremediğimiz  insan­
larla dolu, ve bunların bir kısmı çirkin ya da grotesk, bir 
kısmı da kötü ya da aptal, ama pek çoğu daha önce gördü­
ğümüz güzelliklerden  çok  daha  güzel, ve  bunlar hoş  ve 
sessiz yerlerden  geçerken  bize  hiç  de  uzak  değil.  Küçük 
bir çocukken bile, bir ormandan geçerken, daha önce ne 
7 2  


aradığımı  bilmeden  aradığım bir şeyi ya  da  bir  kimseyi 
bulabileceğimi  düşünmeden  edemezdim.  Artık  her  bir 
küçük kuytuyu adeta sabırsız adımlarla araştırmaya niyet­
liyim, bu düş beni derinden etkiliyor. Siz de bir imgelemle 
karşılaşacaksınız  kuşkusuz,  yıldızınız nerede  isterse,  Sa­
türn sizi ormanlara götürecektir; ya  da  belki Ay,  denizin 
kıyılarına. Atalarımızın, kılavuzları güneşe bakarak ölümü 
imgeledikleri günbatımında hiçbir şey olmadığına inanmı­
yorum, en azından onun  hiçlik kadar yavaş hareket ede­
bilen belirsiz bir varlık olduğuna inanmıyorum. Eğer gü­
zellik, doğumla  beraber  içine düştüğümüz  tuzaktan  çık­
mamız  için  bir kapı  değilse,  artık güzellik olmayacaktır, 
böylece evde ateşin başında  oturup tembel bir bedeni  se­
mirtmeyi ya da ışığın ve karanlığın yeşil yapraklar üzerinde 
yaptığı en büyük gösteriyi izlemektense oradan oraya ko­
şarak aptal sporlar yapmayı tercih edeceğiz. Tüm bu tartış­
malar yığınının dışına çıktığımda, kendi kendime, sırf sa­
delikten ve bilgelikten nasibini alamamış olan bizler onları 
inkar ettiğimiz için, onların, ilahi insanların kesinlikle ora­
larda bir yerlerde olduklarını söylüyorum, çünkü tüm za­
manların sade insanları ve geçmişin bilge insanları  onları 
gördü, hatta onlarla konuştu. Tutkulu hayatlarını bizden 
uzakta yaşamıyorlar, ve sanırım, sade ve tutkulu yaradılışı­
mızı koruyabilirsek öldükten  sonra onların arasında ola­
cağız. En azından ölüm her birimizi tümüyle tutkuda bir­
leştiremez  mi,  mavi dağlar üzerinde  ejderhalarla savaşa­
maz mıyız, ya da eski insanların Yeryüzündeki Cennet'te iyi 
birer  ruhken  düşündükleri  gibi  gerçek tutku  da yalnızca 
şu olamaz mı? 
'Muştusu ve imgesi  birbiriyle iç içe 
Günahkar insanın o yüce günlerde.' 
73 
1902 


M UCİZEVİ YARATIKLAR 
Büyülü Ormanlar'da  sansarlar,  porsuklar ve  tilkiler 
yaşar,  ama  onlardan  kuşkusuz  daha  güçlü  yaratıklar  da 
vardır,  göl  ne ağlara  ne  de tuzaklara  sığabilecek olanları 
gizler.  Bu yaratıklar, Arthur hikayelerinde oradan oraya 
uçuşan  beyaz  geyiğin ve  Ben  Bulben'in deniz  rüzgarına 
karıştığı yerde Diarmuid'i dizginleyen uğursuz domuzun 
soyundan gelirler.  Umut ve korkunun  büyücü yaratık­
larıdır,  uçan  ve  Ölüm  Kapısı'nın  çevresindeki  çalılarda 
dolaşanlar bunlardır. Tanıdığım bir adam, bir gece, Gortlu 
delikanlıların sopa çaldıkları  Inchy ormanında babasının 
başına gelenleri anlatmıştı. "Yanında köpeği, duvar dibinde 
oturuyormuş, Owbawn Çayı'ndan koşarak gelen bir şeyin 
sesini duymuş, hiçbir şey göremiyormuş ama ayaklarının 
yerde çıkardığı sesler bir geyiğin ayak seslerine benziyor­
muş. Yanından geçtiğinde,  köpek, babamla duvar arasına 
girmiş ve  korkmuşçasına eşelenmeye  başlamış,  ama  hala 
hiçbir  şey göremiyormuş,  tek  gelen  ses  toynak  sesleriy­
miş.  Geçip  gittiğinde  dönüp  eve  gelmiş.  Yine  başka  bir 
zaman, babam, Gortlu iki ya da üç adamla beraber gölde 
sandaldaymış, bir tanesinin elinde zıpkın varmış ve zıpkını 
suya daldırıp bir şey vurmuş, adam oracıkta bayılmış, sahi­
le götürmek zorunda kalmışlar. Kendisine geldiğinde vur­
duğu şeyin dana gibi bir şey olduğunu söylemiş, ama ne 
olursa olsun  balık değilmiş!" Bir  dostum,  gölde çok  sık 
rastlanan bu korkunç yaratıkların, eski zamanlarda bilgelik 
kulelerini korumak için oraya büyücüler tarafından konul­
duklarına inanır. Eğer ruhlarımızı suyun altına gönderir­
sek,  onları  esrime  ve  kudret  yüklü  ruhlardan  oluşmuş 
74 


tek bir özle donatabileceğimizi ve bunun dünyayı fethet­
mek  anlamına  geleceğini  düşünüyor.  Ancak,  öncelikle, 
gerçek hallerinden çok daha güçlü bir yaşamla dolu garip 
düşlerle yüzleşmemiz,  belki de onları  alt  etmemiz gere­
kebileceğine inaruyor. Belki de onlara korkusuzca bakabil­
memiz, son serüvene çıktığımızda mümkün olacak, yani 
ölünce . . .  
1902 
75 


KİTAPLARDAKİ  ARİSTÇ)TELES 
Odun kesicisini herkesten çok konuşturabilen bir dost, 
geçenlerde onun ihtiyar karısını görmeye gitmiş. Orman­
dan  fazla  uzak olmayan bir kulübede yaşar ve kocası gibi 
bir  sürü  eski  söylence bilir.  Bu kez efsanevi duvar  ustası 
Goban'dan ve  onun  bilgeliğinden  söz  etmeye  başlamış, 
ama hemen, "Kitaplardaki Aristoteles de çok akıllı ve fazla­
sıyla deneyimliydi, ancak sonunda arılar onun da hesabını 
görmedi  mi?" deyivermiş.  "Aristoteles,  peteği  nasıl  dol­
durduklarını görmek için on beş gününün çoğunu arıları 
izlemekle geçirerek heba  etmiş  ama yine  de bunu  göre­
memişti.  Sonra  cam  kapaklı  bir kovan  yaparak  üstlerini 
örtmüş ve bu sefer görebileceğini düşünmüş. Fakat gidip 
de  gözlerini  cama dayadığında, arıların kovanı bütünüyle 
balmumu kapladığını  görmüş ve  kovanın  içi  bir tencere 
kadar  siyahmış,  yine  geç�n  defaki  kadar  çaresizmiş.  O 
ana  kadar  hiç  böylesine  esaslı  alt  edilmediğini  söylemiş. 
Gerçekten de arılar ona iyi bir ders vermiş." 
1902 
76 


TAN R I LAR I N  D OMUZU 
Birkaç  yıl  önce,  bir  arkadaşım  bana,  gençliğinde 
Connaughtlu Stephensçılarla 
11 
talim yaptıkları sırada ba­
şından geçen bir olayı anlattı.  Bir araba dolusu kadarmışlar 
ve  sessiz  bir yere gelinceye  dek  bir  tepenin  yamacında 
yol  almışlar. Arabayı bırakıp tüfekleriyle tepeye biraz tır­
mandıktan sonra bir süre talim yapmışlar.  Tekrar aşağıya 
inerlerken,  eski  İrlanda  tipi,  çok  zayıf,  uzun  bacaklı  bir 
.domuz  görmüşler ve domuz onları  izlemeye  başlamış. 
İçlerinden  biri,  şaka  olsun diye, bunun  bir peri-domuz 
olduğunu haykırınca şakaya katılmak için hepsi koşmaya 
başlamışlar.  Domuz  da  koşmuş, ve  o  sırada,  kimse  fark 
etmeksizin,  bu  sahte  korku  gerçek  bir  korkuya  dönüş­
müş,  can  havliyle  koşmuşlar.  Arabaya  eriştiklerinde  atı 
olabildiğince  hızla dört  nala  koşturmuşlarsa  da  domuz 
onları izlemeye devam etmiş. Sonra biri ateş etmek üzere 
tüfeğini kaldırmış, ama gözünü namluya yaklaştırdığında 
hiçbir şey görememiş. O sırada köşeyi dönüp bir kasabaya 
. gelmişler. Olanları kasaba halkına anlatmışlar; kasaba halkı 
da domuzu kovalamak için tırmıklarını,  bellerini ve ona 
benzer  neleri varsa alarak hep birlikte yola  koyulmuşlar. 
Köşeyi  döndüklerinde  hiçbir  şey bulamamışlar. 
1902 
1 1 )  1 858 
yılında James Stcphcns tarafından kurulan İrlanda bağımsızlık 
hareketinin yanda§ları. 
(ç. N.) 
77 



,ı 
ı '  

B İ R  
S E S  
Bir gün,  Inchy 
Wood  yakınlarında, kısmen bataklık bir 
arazide yürürken, birdenbire ve yalnızca o an için, kendime 
bunun Hıristiyan gizemciliğinin kökeni olduğunu söyledi­
ğim bir duyguya kapıldım. İçime  bir zayıflık, çok uzaklarda 
bile  olsa yanıbaşımdaymış gibi duyumsadığım o kişisel Var­
lığa bağımlı olduğum duygusu yayıldı. Hiçbir düşünce beni 
bu  duyguya hazırlamamıştı;  zira  aklım, JEngus,  Edain ve 
denizin oğlu Mannanan ile  meşguldü. 
O gece sırtüstü ya­
tarken yukarıdan gelen bir sesin bana, "Hiçbir insan başka 
bir  insana  benzemez,  ve  bundan  ötürü Tanrı'nın  insana 
olan sevgisi sonsuzdur. Çünkü hiçbir başka canlı Tanrı'nın 
gözünde onun yerini tutamaz," dediğini duyarak uyandım. 
Bundan birkaç gece sonra hiç görmediğim kadar güzel  in­
sanlar görerek uyandım. Eski Yunan harmanileri gibi kesil­
miş  zeytin yeşili  harmanileri  içinde  bir genç erkekle  bir 
genç kız yatağımın yanında  ayakta duruyordu.  Kıza baktı­
ğımda giysisinin bir tür zincir biçiminde veya sarmaşık yap­
raklarını  simgeleyen  sert bir  nakışla  boynunda  toplanmış 
olduğunu fark ettim. Fakat beni hayran bırakan,  yüzünün 
mucizevi ılımlılığıydı.  Şimdi böyle yüzler yok. Çok az yü­
zün olabileceği kadar güzeldi,  ama sanıldığı gibi, arzu veya 
umutla,  korku veya kestirimle  açığa çıkan bir ışık  yoktu. 
Hayvan yüzleri  gibi veya akşamları  dağlarda  rastlanan  su 
birikintileri gibi  sakin,  öylesine  sakin ki biraz da hüzünlü. 
Bir an JEngus'un sevgilisi olabilir diye  düşündüm,  fakat o 
tuzağa düşmüş, alımlı, mutlu,  ölümsüz biçarenin nasıl böy­
le bir yüzü olabilirdi?  Kuşkusuz Ay çocuklarından biriydi, 
ancak hangisi  olduğunu hiçbir  zaman bilemeyeceğim. 
1902 
78 


F İ DYECİ LER 
Sligo  kentinin biraz kuzeyinde,  Ben Bulben'in güney 
taraflarında, düzlükten birkaç yüz 
fit 
yüksekte, kireçtaşının 
içinde küçük, beyaz bir kare var. Hiçbir ölümlü ona eliyle 
dokunamadı, hiçbir koyun veya keçi onun yanında otla ya­
madı. Düşünülecek olursa, yeryüzünde bundan daha fazla 
yaklaşılmaz ve daha fazla korkuyla kuşatılmış bir yer nere­
deyse yoktur.  O,  periler  ülkesinin  kapısıdır.  Gece  yarısı 
sallanarak açılır ve o doğaüstü güruh dışarıya firlar. Bütün 
gece bu keyifli, kural tanımaz kalabalık,  kimseye görün­
meksizin, yörede bir oraya bir buraya  gider gelir.  Ancak, 
belki bazı yerlerde, Drumcliff veya Drum-a-hair gibi alışı­
lagelenden  daha "soylu" yerlerde peri doktorlarının gece 
başlıklı kafaları bu "soyluların" ne gibi yaramazlıklar yap­
tığını  görmek  için  kapıları  zorlayarak  içeri  girer.  Onların 
hassas göz ve kulakları için tarlalar kızıl şapkalı binicilerle 
kaplı ve hava tiz seslerle doludur, çok eski bir İskoç kahinin 
aktardığı  üzere ıslığa benzer bir  ses ve Astrolog Lilly'nin 
haklı  olarak vurguladığı  gibi  İrlandalıların  konuşmasına 
benzer, genizden gelen, meleklerin konuşmasından tama­
mıyla  farklı  bir  konuşma.  Eğer  mahallede  yeni  doğmuş 
bir  bebek veya  bir  gelin  varsa,  gece  başlıklı  "doktorlar" 
alışılmıştan  öte  bir dikkatle  etrafı  kolaçan  ederler.  Zira 
bu doğaüstü güruh her zaman eli boş dönmez.  Bazen bir 
gelin veya yeni doğmuş bir bebek de onlarla birlikte  dağ­
lara gider; kapı arkalarından kapanır ve bebekle gelin bun­
dan  böyle  perilerin  insansız  ülkesinde  yaşar;  yeterince 
mutlu ama kıyamet günü parlak bir buhar gibi havaya ka­
rışmaya mahkum. Çünkü hüzün olmazsa insan da var ola­
maz.  Bu beyaz taş kapıdan ve mutluluğun tek bir kuruşa 
79 


1 il 

�� 

il 

ı 
, ı, 

''ı 
l ı 
l' 
ı .J 
·i 1 
ı '  

.ı 



"1' 
satın  alındığı  (geabheadh  tu  an  sonas  aer pighin)  bu  diyarın 
diğer kapılarından krallar, kraliçeler ve prensler geçmiştir, 
ancak perilerin gücü öylesine azalmıştır ki benim bu üzücü 
tarih  kayıtlarımda köylülerden başka hiç  kimse  yok. 
Geçen yüzyılın  başlarında,  Sligo'daki  Market  Soka­
ğı'nın  batı  köşesinde,  şimdiki  kasap  dükkanının  olduğu 
yerde, Keats'in Lamia'sındaki gibi bir saray değil, ama tuhaf 
yaradılışlı Doktor Opendon'un çalıştırdığı bir eczane var­
dı.  Nereden  geldiğini  kimse  bilmiyordu.  O  günlerde 
Sligo'da, Ormsby adında, kocası anlaşılamayan bir hasta­
lığa  yakalanmış  bir  de  kadın vardı.  Doktorlar hastaya  bir 
şey yapamadılar.  Hiçbir  şikayeti  olmadığı  halde  gittikçe 
zayıf düştü.  Karısı,  Doktor  Opendon'u  görmeye  gitti; 
dükkanın  salonuna  alındı.  Ateşin önünde  siyah  bir  kedi 
dimdik oturuyordu. Doktor içeri girmeden önce, sehpa­
nın  üstünün  meyva ile dolu olduğunu görecek ve  kendi 
kendine, "Doktorun bu kadar çok meyvası olduğuna göre 
sağlığa yararlı olmalı," diye söylenecek kadar zamanı oldu. 
Kedi gibi o da siyahlara bürünmüştü; arkasında karısı yürü­
yordu ve o  da aynı şekilde  siyah  giyinmişti.  Doktora bir 
gine verip  karşılığında  küçük bir şişe  aldı.  Kocası  iyileş­
mişti.  Bu  arada  siyahlı  doktor  birçok  insanı  tedavi  etti, 
ama  günün  birinde zengin bir hastası  öldü.  Kedi, doktor 
ve  karısı  hep  birlikte  ertesi  gece  kayıplara karıştılar.  Bir 
sene içinde Bay Ormsby yeniden hastalandı. Yakışıklı bir 
adamdı  ve  karısı,  "soyluların"  onda  gözü  olduğundan 
emindi. Cairnsfoot'taki  'peri-doktor'a gitti. Doktor hika­
yeyi dinler dinlemez arka kapının ardına geçti ve durmadan 
mırıldanarak büyü  yapmaya  başladı.  Kocası  bu  sefer de 
iyileşti. Ama bir süre  sonra, kaçınılmaz biçimde  üçüncü 
kez hastalanınca, karısı bir kez daha Cairnsfoot'a gitti ve 
peri-doktor  arka  kapının  ardına  geçerek mırıldanmaya 
başladı, ancak biraz sonra içeri girip bunun faydasız oldu­
ğunu söyledi - kocası ölecekti;  gerçekten de adam öldü. 
Artık ne zaman adamdan söz edilse, Bayan Ormsby, kafa-
80 


sını sallayıp onun nerede olduğunu gayet iyi bildiğini ama 
ne cennette, ne cehennemde, .ne de Araf'ta olduğunu söy­
lüyordu. Belki de kocasının yerine  bir odun  kütüğü bıra­
kıldığına inanıyordu, fakat o da öylesine büyülüydü 
ki 
ko­
casının cesedine  benziyordu. 
Kadın da çoktan  öldü,  ama  hala  hayatta olanlar onu 
anımsar. Sanırım bir süre hizmetçilik yapmıştı veya akra­
balarımdan  biri onu aylığa bağlamıştı. 
Bazen, periler tarafından alınıp  götürülenlerin, seneler 
sonra --genellikle yedi sene sonra- dostlarını son kez gör­
melerine  izin veriliyordu. Seneler önce,  Sligo'daki bahçe­
sinde kocasıyla yürüyen bir kadın aniden yok olmuştu.  O 
zamanlar bebek olan oğlu büyüyünce, bir şekilde, annesinin 
periler tarafından büyülenip Glasgow'da bir eve hapsedildi­
ğini ve kendisini görmeyi çok istediğini haber aldı ve bunu 
kimseye söylemedi. Yelkenli gemiler devrindeki Glasgow, 
bir köylü için, bilinen dünyanın  öbür  ucu demekti, fakat o 
saygılı bir oğuldu ve kalkıp gitti. Uzun süre Glasgow sokak­
larında dolaştı; sonunda annesini bir hücrede çalışırken gör­
dü.  Annesi  mutlu olduğunu ve  en iyi  yiyeceklerle  bes­
lendiğini söyleyerek oğluna da bunlardan isteyip istemedi­
ğini  sordu,  sonra  da masayı  her  çeşit  yiyecekle  donattı. 
Fakat oğlu, peri yiyecekleriyle kendisini büyülemeye çalıştı­
ğını, böylece  onunla kalmasını sağlamak istediğini  bildiği 
için  reddetti ve Sligö'ya,  kendi  halkının arasına döndü. 
Sligo'nun beş mil güneyinde, kasvetli, ağaçlarla çevrili 
ve  su  kuşlarının  toplanma yeri  olan,  coğrafi  biçiminden 
ötürü  Heart Lake adı verilen bir gölcük var.  Bu gölcük, 
akbalıkçıl, çulluk ve yaban ördeğinden  daha  esrarengiz 
canlıların uğrak yeridir. Ben Bulben'deki beyaz kare taşta 
olduğu  gibi,  bu gölden de doğaüstü  bir güruh yeryüzüne 
çıkmaktadır.  Bir keresinde,  erkekler  suyu  boşaltmaya 
başladıklarında, içlerinden biri aniden evinin alevler içinde 
olduğunu haykırmış. Dönüp bakmışlar ve oradaki herkes 
kendi kulübesinin yanmakta olduğunu görmüş. Aceleyle 
81 


, ,  
.�ı 
I' 
ıı ı


1 1 
'ıı 
'I 
ı ı  
evlerine vardıklarında bunun sadece perilerin büyüsü ol­
duğu anlaşılmış. Bugün bile, inançsızlıklarının bir emaresi 
olarak,  gölün  kenarında yarı  kazılmış  bir  hendek  görü­
lebilir. Gölden biraz uzakta, periler tarafından kaçırılmayla 
ilgili  güzel ve hüzünlü bir öykü duydum. Kendi kendine 
Galce şarkılar söyleyen, gençliğinde yaptığı dansları anım­
samışçasına hop hop hoplayan, beyaz başlıklı, ufak tefek, 
ihtiyar bir  kadından dinledim bunu. 
Genç bir adam, akşam karanlığı henüz çökerken, yeni 
evlendiği  karısıyla  yaşadıkları  eve  döndüğü  sırada,  neşeli 
bir grupla karşılaşır ve onların içinde karısını görür. Bunlar 
perilerdir ve karısını orkestra şeflerine  eş olması için çal­
mışlardır. Adam, onları keyfi yerinde bir grup ölümlü zan­
neder. Karısı eski aşkını görünce onu hoşça karşılar ancak 
perilerin yiyeceklerinden yiyerek büyülenmesinden ve bu 
dünyadan koparılıp o insansız, yarı karanlık diyara götürül­
mesinden çok korktuğu için kocasını atlılardan üçünün yanı­
na  kağıt  oynamaya  oturtur.  Adam,  bir  şeyin  farkına var­
maksızın, orkestra şefinin karısını kolları arasında götürdü­
ğünü görünceye  dek oyuna devam eder.  Birden irkilir ve 
onlarin peri olduğunu anlar; zira o keyifli grup usulca göl­
gelerin ve gecenin  içinde  erimektedir.  Telaşla sevgilisinin 
evine gider. Yaklaştıkça ağıt yakanların ağlamalarını duyar. 

gelmeden  biraz  önce  karısı  ölmüştür.  Tanınmamış bir 
Gal ozanı, bu öyküyü unutulmuş bir  balada dönüştürür, 
dostum kimi  ilginç mısraları anımsayıp bana söylemişti. 
Perili  gölün  yakınında  anlatılan  Castle  Hacketli John 
Kirwan'ın hikayesinde olduğu gibi, çalınıp götürülen in­
sanların hayattakilere iyi periler gibi davrandıkları da olur 
ara sıra. Köy hikayelerinde Kirwanlar12  söylentilere çokça 
12)  Kirwanlar'ın  değil  de  Castle  Hacket'te yaşayan  atalannın,  yani 
Hacketler'in, bir insan ve bir periden dünyaya geldiklerini ve güzellikleriyle 
tanındıklarını  öğrendim.  Lord  Cloncurry'nin  annesinin de  Hacketler'in 
soyundan geldiklerini sanıyorum. Bütün bu hikayelerde 
Kirwan 
ismi, Hacket 
isminin yerini almış olabilir. Efsane, her şeyi kendi harcında yoğurur. 
82 


konu olan bir ailedir. ve bir  insanla bir periden doğduk­
larına inanılır. Eskiden beri güzellikleriyle bilinirler; Lord 
Cloncurry'nin  annesinin  de  bu  soydan  olduğunu oku­
muştum. 
J ohn Kirwan çok iyi bir biniciydi ve bir keresinde, İngil­
tere'nin orta kesimlerinde bir at yarışına giderken, o güzel 
atıyla  Liverpool'a  geldi.  O  akşam  rıhtımda dolaşırken, 
Zayıf bir çocuk gelip atını hangi ahıra bağladığını sordu. 
Falanca yerde diye yanıtladı. Zayıf çocuk, "Oraya bağlama 
atını," .dedi, "o ahır bu gece yanacak." Atı başka ahıra.götür­
dü ve  gerçekten de sözü  edilen ahır  o gece yandı. Ertesi 
gün  çocuk,  ödül  olarak,  gelecek yarışta  atın jokeyliğini 
yapmak istedi ve gitti. Yarış günü geldi.  Son anda çocuk 
ortaya çıkıp, "Eğer atı sol elimle kamçılarsam kaybederim, 
fakat sağ elimle  kamçılarsam  bütün varlığınla bahse gir," 
diyerek ata bindi.  "Çünkü,"  dedi bana hikayeyi  anlatan 
Paddy Flynn, "Sol kol  hiçbir şeye yaramaz. Onunla ıstav­
roz çıkarmaya devam etsem, Noel ya da bir Banshee çıka­
gelse, yine de şurada duran süpürgeden daha fazla umur­
samaz beni." Ve çocuk atı sağ eliyle kamçılamış. John Kir­
wan  da  bahsin  hepsini  kazanmış. Yarış  bitince,  "Şimdi 
senin için ne  yapabilirim?"  diye  sormuş.  "Bir tek şey," 
demiş çocuk, "annemin senin toprağında bir kulübesi var 
- beni bebekken beşikten çalmışlar. Ona iyi davran John 
Kirwan, ben de  atların nereye giderse gitsin onlara kötü­
lük gelmemesini gözeteceğim. Ancak beni  bir daha göre­
meyeceksin."  Sonra  havaya  karışmış  ve  kaybolmuş. 
Bazen  hayvanlar da  kaçırılır, görünüşe. bakılırsa daha 
çok boğulmuş hayvanlar. Paddy Flynn, bana, Claremorris, 
Galway'de bir  inek ve  buzağısıyla yaşayan  fakir,  dul  bir 
kadından söz etti. İneği ırmağa düşüp sürüklenmiş.  O ci­
varda yaşayan bir adam, kızıl saçlı bir kadına gitmiş �ün­
kü bu tip  konularda onların bilgili  olduğu var sayılır- ve 
kadın, ona,  buzağıyı  ırmak kenarına bırakmasını, kendi-
,1 
sinin de saklanıp gözetlemesini söylemiş. Adam söyleneni 
:ıı 
83 


ı 
•) 



l.ı: 
,,, 
·lı 
ıl 
1 11' 
ı'/I 
( ,  
I' 
�I 
rl 
' I' 
11' 
I '  


--
yapmış ve akşam olduğunda buzağı böğürmeye başlayınca 
inek gelip yavruyu emzirmiş. Sonra adam, söylendiği gibi, 
ineğin kuyruğunu yakalamış. Birlikte kraliyete (pagan dö­
nemden  beri İrlanda'nın  her tarafında  bulunan ve  halk 
dilinde  ordugah ya da kale denilen yuvarlak hendekler) 
kadar çit ve hendeklerin üstünden hızla atlayarak geçmiş­
ler.  Adam,  içeride,  onun  kasabasından  olup  da  kendisi 
yaşarken ölen bütün insanları yürür 
ya 
da otururken gör­
müş.  Kenarda bir.  kadın dizlerinde bir çocukla oturuyor­
muş  ve  adama  seslenerek kızıl saçlı  kadının  dediklerini 
anımsatmış. O da kadının söylediklerini anımsamış, "İne­
ğin kanını akıt." Bıçağını ineğe saplamış ve kan boşanmış. 
Bu,  büyüyü bozmuş ve adam evine dönebilmiş.  "Halatı 
unutma," demiş dizinde çocuk olan kadın, "içinde duranı 
al."  Bir  çalının  üstünde üç halat varmış.  Birini  alıp ineği 
dul kadına sağ salim götürmüş. 
İçlerinden birinin yağmalanırcasınaalınıp götürüldüğü­
nü söyleyen insanların yaşamadığı tek bir vadi ya da dağ 
yamacı yok gibidir. Heart Lake'in iki veya üç mil ötesinde, 
gençliğinde çalınan ihtiyar bir kadın yaşar. Her nedense 
yedi  yıl  sonra  evine  geri  getirilmiş, ama  getirildiğinde 
ayaklarında hiç parmağı yokmuş. Dans ederken hepsi telef 
olmuş. Ben Bulben'deki beyaz taş kapının yakınına giden­
lerin çoğu çalınmıştır. 
Kentlerde duyarlı olabilmek, size anlattığım kırsal yer­
lerde duyarlı olabilmekten çok daha kolaydır. Akşamları, 
beyaz  kulübelerin  kokulu mürver ağaçları  arasındaki  gri 
yollarda yürürken, donuk dağların zirvesinde toplanan bu­
lutları  seyrederken, beyaz kare  kapıdan  kuzeye veya gü­
neydeki Heart Lake' den öteye telaşla giden bu yaratıkları 
ve gulyabanileri, duyularınızın ince bir örümcek ağına ben­
zeyen  duvağının  ötesinde  kolaylıkla  keşfedebilirsiniz. 
84 


YORULMAYANLAR 
Katışıksız  duygularımızın  olmaması  yaşamdaki büyük 
dertlerden  biridir.  Düşmanımızda  sevdiğimiz  bir  yön, 
sevgilimizde ise hoşlanmadığımız bir yön her zaman vardır. 
Bizi yaşlandıran, alnımızı kırıştırıp gözlerimizin çevresin­
deki izleri derinleştiren, ruh durumlarının bu karmaşasıdır. 
Eğer biz de periler gibi iyi bir yürekle sevip nefret edebilsek, 
onlar gibi  uzun  ömürlü  olabiliriz.  Fakat o güne kadar,  o 
yorulmayan neşe ve kederleri, cazibelerinin hep yarısı kadar 
olmalı.  Onlardaki  aşk asla tavsamaz,  ne de yıldız halkaları 
dans eden  ayaklarını yorabilir. Donegal köylüleri  beli  alıp 
çalışmaya başladıklarında, veya akşam olup da iş gününün 
tüm ağırlığıyla ateşin 
p
aşına çöktüklerinde,  bunu  anımsar 
ve  unutulmaması  için  bununla ilgili hikayeler anlatırlar. 
Derler ki, kısa bir süre önce iki küçük yaratık, biri  genç 
bir  erkek diğeri  genç  bir  kadın olan 
iki 
per�  bir çiftçinin 
evine gelmişler ve geceyi ocağı süpürüp etrafı düzenleyerek 
geçirmişler. Ertesi gece tekrar gelmişler ve  çiftçi  yokken 
bütün eşyayı üst katta bir ödaya taşıyıp daha havalı görün­
mesi için hepsini duvar kenarına yerleştirdikten sonra dans 
etmeye başlamışlar. Günlerce, hiç durmadan dans etmişler, 
halk onları seyretmeye gelmiş ama ayakları hiç yorulmamış. 
O sürede çiftçi  evinde  kalmaya  cesaret edememiş; üç ay 
sonra artık bu duruma dayanamayınca evine gidip onlara 
papazın geleceğini söylemiş. Küçük yaratıklar bunu duyunca 
kendi  ülkelerine dönmüşler.  İnsanlar, onların  neşesinin, 
sazların ucu kahverengi kaldıkça ve Tanrı dünyayı bir öpü­
cükle yakıncaya dek süreceğini söyler. 
Ancak dinelmez günleri yaşayan sadece periler değildir. 
Onların sihrine  kapılıp,  belki  de Tanrı vergisi ruhlarının 
85 


ıı� 
l:ııı' 
il 
.Jı 
yardımıyla,  perilerden de fazla yaşam ve duygu bolluğuna 
erişmiş  kadınlar ve  erkekler vardır.  Görülüyor  ki,  ölüm­
lüler,  Güzelliğin  Solmayan  Gülü'nün yıldızları  uyandırarı 
rüzgarlarla oraya buraya uçuşan narin ve mutlu yaprakları­
nın arasına karıştığında, kasvetli ülke onların yaşam hakkını, 
biraz da hüzünle, onaylamış ve onlara en iyisini vermiştir. 
Uzun  zaman  önce,  İrlanda'nın güneyindeki  bir  kasabada 
böyle  bir ölümlü doğmuş.  Beşiğinde yatıyor ve  annesi  de 
onu sallıyormuş. İçerıye Sidhelerden (periler) bir kadın gir­
miş ve çocuğun, kasvetli ülkenin prensine eş olarak seçildi­
ğini söylemiş. Ancak prens henüz aşkının ilk ateşiyle yanar­
ken karısının yaşlanıp ölmesi uygun olmayacağından, kızın 
da perilere  has  bir  yaşamla  ödüllendirildiğini  bildirmiş. 
Anne kor halindeki odun kütüğünü ateşten çıkarıp bahçeye 
gömmeli,  çocuk da  o  kütük kor  kaldıkça yaşamalıymış. 
Anne  kütüğü  gömmüş, çocuk büyüyüp  çok güzelleşmiş 
ve  bir gece vakti  gelen  periler prensi  ile evlenmiş. Yedi 
yüz yıl sonra prens ölünce, yerine başka bir prens geçip bu 
sefer de güzel  köylü kızıyla o evlenmiş. Yedi yüz yıl sonra 
o  prens  de  ölünce  yerine  yeni  bir prens ve yeni  bir koca 
derken  kızın  yedi  kocası  olmuş.  Sonunda bir gün  papaz 
gelip  kıza  yedi  kocası  ve  uzun  ömrüyle  mahalleye  kötü 
örnek olduğunu  söylemiş.  Bunun  üzerine  kız çok üzgün 
olduğunu ama suçun kendinde olmadığını belirterek kütük 
hikayesini  anlatmış.  Papaz  kütüğü  bulana  dek kazmış ve 
sonra da kütüğü yakmışlar.  Kız ölmüş,  bir  Hıristiyan gibi 
gömülmüş ve herkes rahatlamış. Dünyayı dolaşıp perilere 
has  uzun  ömrünü boğacak kadar derin bir göl  arayan  ve 
bundan usanan Clooth-na-bare 
13 
de böyle bir ölümlüydü. 
13)  Clooth-na-bare,  kuşkusuz,  Cailleac  Bare olmalı.  O  da ihtiyar 
kadın Bare anlamına gelir. Bare, Bere, 

erah, Derah ya da Dhera çok iyi 
tanınan  bir  kadındır;  belki  de Tanrıların  annesinin  ta  kendisi.  Fews 
dağlarında bulunan Lough Leath veya Grey Lake'i sık sık ziyaret eden bir 
dostum  onu  bulmuş  olduğunu  düşünüyordu.  Olasılıkla, Lough  la'yı 
ben  yanlış  işittim ya da hikayeyi anlatan  Lough  Leath'i yanlış  telaffuz 
etti. Zira birçok Lough  Leath var. 
· 
86 


Tepeler ve  göller  aştı, çevik ayaklarının değdiği  her yere 
taşlardan kurganlar yaparak Sligo'daki Birds' Mountain'in 
zirvesinde yer alan küçük Lough la'da dünyanın en derin 
suyunu buluncaya kadar uğraştı. 
İki küçük yaratık dans etmeye devam etsin, kütük hika­
yesindeki  kadınla Clooth-na-bare  rahat uyusun,  çünkü 
onlar dizginsiz nefreti ve katışıksız aşkı tanıdı; kendilerini 
evet 
ya da hayırlarla yormadılar, 
belki 
ve acabalar ayaklarına 
köstek olmadı.  Kudretli  rüzgarlar  gelip  onları  aralarına 
aldı. 
87 



,ı 
·ı 
' I  
lıı: 
1 ,  
YERYÜZÜ, ATEŞ VE  S U  
Küçükken okuduğum bir Fransız yazarı, çölün, Yahu­
diler  orada  dolaşırken  kalplerine  girdiğini ve  bugünkü 
Yahudileri yarattığını söylüyordu. Yahudilerin, yeryüzü­
nün yok edilemez  çocukları  olduklarını  neye  dayanarak 
kanıtladığını anımsamıyorum, ama pekala temel element­
lerin  çocukları olabilirler.  Eğer  ateşe  tapanlar  hakkında 
daha  fazla  bilgimiz  olsaydı,  inançla yaşadıkları  çağların 
ödüllendirildiğini ve  ateşin  onlara  kendi doğasından bir 
şeyler kattığını görürdük; suyun da, denizlerin ve göllerin, 
sisin ve yağmurun suyunun, her şeyden çok bir İrlandalı 
imgesi yarattığına eminim. İmgeler, sanki bir gölcüğe yan­
sırcasına,  aklımızda  durmadan  şekiller kendilerini.  Eski 
zamanlarda  mitolojiye  bağlıydık, ve her yerde Tanrilar 
gördük.  Onlarla yüz yüze konuştuk; bu topluluğa  özgü 
hikayeler, koca Avrupa'nın geri kalanında anlatılan benzer 
hikayelerin tümünden daha fazla. Bugün bile kırsal kesim­
de yaşayan insanlarımız ölülerle konuşuyor, hatta bu ölü­
lerden  bazıları,  ölümden  ne  anladığımız dikkate alınırsa, 
hiç  ölmemişler;  eğitimli insanlarımız  bile  düşlem  için 
gereken  dinginlik haline hiç güçlük çekmeden varıyor. 
Aklımızı, varlıkların kendi imgelerini görmek için etrafına 
toplandıkları durgun  bir  su  haline  getirebiliriz,  böylece 
kendi  imgeleri,  bir  anlık da  olsa,  bu  dinginlik  sayesinde 
daha  berrak,  belki  daha  ateşli  bir hayat  sürebilir.  Bilge 
Porphyrios değil  miydi  bütün ruhların, hatta akıldaki im­
geler kuşağının bile su sayesinde hayat bulduğunu düşünen? 
1902 
88 


E SKİ KA SABA 
On  beş  sene  kadar  önce,  bir  gece,  periler  ülkesinin 
kudreti  denebilecek bir şeye  rastladım. 
Dostum  olan  genç bir adam  ve  kızkardeşiyle -dostla­
rım ve akrabalarım-ihtiyar bir köylüden hikaye dinlemeye 
gitmiştik.  Eve dönerken  de  adamın  bize  anlattıkları hak­
kında konuşmuştuk. Karanlıktı, hayal güçlerimiz, anlattığı 
hayalet hikayeleriyle  dalgalanıyordu, ve bu  hikayeler bizi 
uykuyla  uyanıklık arasında, bize yabancı,  Sfenkslerin ve 
Ejderlerin açık gözlerle oturduğu, sürekli  mırıltı ve fisıl­
tıların duyulduğu bir yere götürebilirdi. Gördüğümüz şe­
yin,  uyanık bir aklın  imgelemi  olduğunu  sanmıyorum. 
Kız  yolun  ortasından  parlak bir ışığın ağır ağır geçtiğini 
gördüğünde  yolu  karanlığa  gömen  ağaçlığın  oradaydık. 
Ağabeyi  ve  ben  hiçbir  şey  görmemiştik.  Bir  nehrin 
kıyısında yarım  saat kadar yürüyüp,  daha sonra dar bir 
geçitten aşağı  inerek sarmaşıklar arasında kaybolmuş bir 
kilise kalıntısına, Cromwell döneminde yakıldığı söylenen 
ve 'Eski Kasaba' diye bilinen bir yerin kalıntılarının olduğu 
açıklığa varana kadar da bir  şey görmedik.  Orada birkaç 
dakika oyalandık;  taşlar,  böğürtlenler ve  bodur  çalılarla 
kaplı düzlüklere bakarken ufukta, gökyüzüne doğru ağır 
ağır  yükselen  küçük ve  parlak bir  ışık  gördüğümü 
anımsıyorum; birkaç dakika  içinde, başka zayıf ışıldar ve 
sonunda nehrin üzerinde hızla hareket eden bir meşalenin 
alevine  benzeyen  bir  alev  gördük.  Sanki  bir  düş  gör­
müştük, her şey o  kadar gerçekdışıydı  ki şimdiye  kadar 
bu olanlar hakkında hiçbir şey yazmadım ve çok nadiren 
konuştum; düşünürken  bile,  sebepsiz bir itkiyle, konuyu 
89 


1  1 
• ı  
' 1  

ı l  
!• 
ı,, 
ılııı 
ııl 
: 1 
enine boyuna tartmaktan kaçındım. Gördüğüm şeylerden 
aklımda kalanlar, gerçeklik hissi zayıfladığı  için,  bana gü­
venilmez geldi.  Bununla  beraber,  bir  iki  ay  kadar  önce 
iki arkadaşımla  konuştum ve onların benzer belirsiz  anı­
larıyla kendi�ninkileri karşılaştırdım. Bu gerçekdışılık his­
si tümüyle mükemmeldi, çünkü ertesi gün, hiçbir gerçek­
dışılık emaresi olmaksızın, en az o ışıklar kadar olağanüstü 
sesler duydum, hepsini de tastamam bir açıklık ve kesin­
likle anımsıyorum. Aynayı döven ber.elye sağanağına ben­
zer  bir  ses  duyduğumda,  kız  o  eski  ve  modası  geçmiş 
aynanın  altında oturmuş kitap okuyordu,  ben de  birkaç 
adım  ötede  bir  şeyler  okuyup  yazıyordum,  ona  bakınca 
aynı  sesi  bir kez daha duydum, o sırada odada yalnızdım, 
arkamdaki tahta  kaplamaya  bezelyeden  çok daha  iri  bir 
şey çarpıyordu  sanki.  Bunu  izleyen birkaç  gün boyunca 
başka sesler ve görüntüler de oldu,  sadece ben değil,  kız, 
ağabeyi ve hizmetçiler de şahit.  Parlak bir ışık,  okunama­
dan  geçip  giden  alevden  harfler,  boş  gibi  görünen  evde 
hareket eden  kallavi  bir  ayak.  Köylülerin  inandığı gibi, 
eski  zamanlardan  beri insanların yaşadığı  her yerde var 
olan  bu yaratıkların,  eski  kasabanın yıkıntılarından  beri 
bizi  izleyip  izlemediği  merak  uyandırıcı. Yoksa  ilk  ışığın 
bir an için yanıp söndüğü nehir kıyısındaki ağaçlardan mı 
geliyorlar? 
1902 
90 


ADAM 
VE 
B O T LA R I  
Donegal'da  kuşkucu  birisi  vardı,  bu  adam  hayaletler 
ya da dişi umacılarla ilgili hiçbir şeye kulak asmazdı, Done­
gal' da ayrıca ezelden beri bilinen hayaletli bir ev bulunu­
yordu.  Bu, evin  nasıl olup da adamı alt ettiğinin  hikaye­
sidir. Adam eve gelip hayaletlerle dolu bir odada ateş yak­
mış, botlarını çıkarıp ocağın üzerine koymuş ve ayaklarını 
şömineye doğru uzatıp ısınmış.  İlk başta hayaletler konu­
sundaki inançsızlığında rahatmış, ama bir süre sonra, gece 
olup her şey karanlığa gömülünce botlarından biri hareket 
etmeye  başlamış. Yerden  yükselip  kapıya  doğru  yavaşça 
sıçramış,  sonra diğer bot  da aynı  şeyi yapmış, peşinden 
ilk  bot  tekrar sıçramış.  Adam,  botun  içinde  görünmez 
bir varlığın olduğunu,  botları  giyip  oradan uzaklaşmaya 
çalıştığını düşünmüş. Botlar kapıya vardığında yavaşça üst 
kata çıkmışlar; sonra adam, botların gelişigüzel adımlarını 
duymuş, botlar tam  üstündeki odada avare  avare  dolaşı­
yorlarmış.  Birkaç  dakika  geçmiş,  botların  yine  merdi­
vende  olduğunu duymuş, sonra da dışarıdaki koridorda; 
derken botlardan birisi kapıdan içeri girmiş, diğeri de bir 
zıplayışta berikini geçmiş ve o da içeri girmiş. Botlar ada­
mın  üzerine  atılmış,  içlerinden  biri adamı yakalayıp ona 
vurmaya  başlamış,  adamı  önce  odadan  sonra  da  evden 
dışarı  atana  dek  bu  böyle  sürmüş.  Böylece  adam  kendi 
botları tarafından yaka paça dışarı atılmış. Donegal şüpheci 
adamdan intikamını almış. Görünmez varlığın bir hayalet 
mi yoksa bir Sidhe mi olduğu bilinmiyor, ama intikamın 
ne yolla alındığına  bakılırsa,  bu,  düşgücünün yüreğinde 
yaşayan Sidhe'nin işi olmalı. 
91 


,, 
�  ,. 
'! 
lı 
,,  ' 
KORKAK 
Bir gün, Ben Bulben ve Cope Dağı'nın ötesinde yaşa­
yan ve güçlü bir çiftçi olan dostumun evine gittim, orada 
evin  kızları  tarafından  pek  sevilmeyen  bir  delikanlıyla 
tanıştım. Ona kızların neden onu sevmediklerini sordum, 
o da korkak olduğu için sevmediklerini söyledi. Bu durum 
ilgimi çekti, çünkü gürbüz çocuklarının bir korkağa dönüş­
tüğü 
anne  babalar,  kendi  hayatı  ve  işinden  başka  hiçbir 
şeyle uyumlu olmayan bir sinir sistemine sahip kimseler­
dir.  Delikanlıya baktım, ama hayır, bu kanlı canlı yüz ve 
bu güçlü bedende aşırı bir duyarlılığa yer yoktu. Bir süre 
sonra bana hikayesini anlattı. Yabanıl ve huzursuz bir hayat 
yaşamış, ama bir gün, 
iki 
yıl kadar önce, eve geç bir vakitte 
gelmiş,  birden  hayaletli  bir  dünyaya  gömülmekte  oldu­
ğunu hissetmiş.  Bir an için, ölmüş olan kardeşinin yüzü 
gözlerinin önünde belirmiş,  dönmüş ve  koşmaya başla­
mış. Yoldan bir mil kadar aşağıda  bulunan bir kulübeye 
varıncaya kadar koşmaya devam etmiş. Kendisini öyle hızla 
kapıya doğru savurmuş ki kalın tahta sürgünün kilidi kırıl­
mış ve içeri düşmüş. O günden sonra o yabanıl hayatına 
son  vermiş,  ama  artık  umutsuz  bir  korkakmış.  Hiçbir 
şey, ne gece ne gündüz, o yüzü gördüğü yere onu tekrar 
götürememiş.  Birçok  kez,  oranın  etrafından  dolaşmak 
için yolunu iki milden  fazla  uzatmış.  Ülkenin en güzel 
kızı bile, yalnız da olsa, bir partiden sonra onu eve gitmeye 
ikna  edemezmiş.  Her şeyden  korkar  olmuş, çünkü  o, 
hiç kimsenin değişmemiş haliyle göremeyeceği yüzü gör­
müş - ruhun bilinmeyen yüzünü. 
92 



ÜÇ  O ' BYRN E  VE  Ş EYTAN  PERİLE R  
Kasvetli krallıkta her kusursuz şeyden çokça var. Bura­
da  tüm  yeryüzünden  daha  fazla  sevgi  var;  yeryüzünden 
daha  fazla dans var;  yeryüzünden  daha fazla  hazine var. 
Belki de başlangıçta, yeryüzü, insanın arzularını karşılamak 
için  yaratıldı,  ama  artık oldukça  yaşlandı  ve  yok olmak 
üzere.  Öteki  krallığın  hazinelerini yağmalamak ne  hoş 
olurdu. 
Bir dostum, bir keresinde, Sleive League yakınlarında 
bir kasabadaymış.  Bir gün,  "Cashel  Nore" adlı bir ordu­
gahın oralarda dolanıyormuş. Çökmüş yüzü, dağınık saç­
ları  ve  lime  lime  olmuş  elbiseleriyle  bir  adam  ordugaha 
gelip kazmaya başlamış. Dostum, adamın yakınlarında çalı­
şan ve onun kim olduğunu soran bir köylü gibi davranmış. 
"Üçüncü  O'Byrne,"  diye yanıtlamış adam.  Birkaç  gün 
sonra hikayeyi öğrenmiş. Oldukça büyük bir hazine, pa­
gan döneminde ordugahın içine gömülmüş ve bazı şeytan 
periler de hazineyi korumak için oraya yerleştirilmiş, ama 
bir gün hazine bulunacak ve O'Byrne'lere ait olacakmış. 
O gün gelmeden üç O'Byrne hazineyi bulmalı ve ölme­
lilermiş. İkisi bu işi çoktan yapmışlar. İlk O'Byrne durma­
dan kazmış, ta ki hazinenin içinde olduğu taş tabutu göre­
ne  dek,  birden  dağdan  inen  kıllı ve  kocaman  bir  köpek 
onu parçalara ayırmış. Ertesi gün hazine yeniden yeryüzü­
nün derinliklerinde kaybolmuş.  Bu  sefer ikinci O'Byrne 
gelmiş ve sandığı buluncaya kadar durmadan kazmış, san­
dığın kapağını kaldırmış ve içinde parıldayan altınları gör­
müş. O anda korkunç bir görüntü belirmiş, bunu gördük­
ten sonra çıldırmış ve kısa bir süre sonra da ölmüş. Hazi-
93 
' I  
.. 


: •  


· ı  

' ı  
ı •  
ne  yine  gözden  kaybolmuş.  Şimdi  de  üçüncü  O'Byrne 
kazıyormuş.  Hazineyi  bulduğu  an  korkunç  bir biçimde 
öleceğini biliyor, ama bu yolla büyünün bozulacağına ve 
O'Byrne ailesinin, eskiden olduğu gibi, sonsuza dek zen­
gin olacağına inanıyormuş. 
O civardan bir köylü,  bir  keresinde hazineyi görmüş. 
Çimlerin arasında bir tavşanın incik kemiğini bulmuş, ke­
miği yerden alınca kemikte bir delik olduğunu fark etmiş, 
delikten bakmış ve yerin altında yığılı duran altınları gör­
müş.  Hemen  bir  kazma  getirmek  için  eve  koşmuş,  ama 
ordugaha  geri  döndüğünde  hazineyi  gördüğü yeri  bula­
mamış. 
94 


DR UMCLI FF VE R O S S E S  
Drumcliff ve  Rosses  birer  doğaüstü  ziyaret yeriydi, 
hala öyleler ve umarım  sonsuza  kadar  da öyle  kalırlar. 
Ben çoğu zaman bu iki yerin civarında ve içlerinde yaşadım 
ve  periler  hakkında  pek  çok,  parça  parça  da  olsa,  bilgi 
edindim. Drumcliff, Ben Bulben'in yamacında uzanan ge­
niş ve yeşil  bir vadidir. Ben Bulben ise içinde gece olunca 
açılıp  atlı  perileri  dünyaya  saldığı  söylenen beyaz, kare 
şeklinde bir kapının bulunduğu varsayılan dağdır. Vadideki 
pek  çok  harabeyi  inşa  eden  Aziz  Columba  bile  önemli 
bir günde dualarıyla  cennete daha yakın  olmak  için  bu 
dağa  tırmanmış.  Rosses  ise  küçük, denizi  bölen,  etrafı 
yeşil bir masa örtüsü gibi kısa çimlerle kaplanmış kumlu 
bir ovadır ve köpükler içinde, tepesi taşlı Knocknarea ve 
'Şahinleriyle  ünlü  Ben  Bulben'  arasında yarı yola kadar 
uzanır. 
"Ama Ben Bulben ve Knocknarea için 
Pek çok zavallı denizci göçtü gitti," 
diye  devam  eder  şiir. 
Rosses'in  kuzey köşesinde küçük, kumlu,  kayalık ve 
çimenlik bir çıkıntı vardır;  hüzünlü ve hayaletli  bir yer. 
Akıllı hiçbir köylü buradaki alçak kayalığın altında uykuya 
dalmaz, çünkü burada her kim  uyursa ruhundaki  'iyi  in­
san'ı çaldırmış bir 'aptal' olarak uyanabilir. Kasvetli Krallı­
ğa bu burundan daha iyi bir  kestirme yol bulamazsınız. 
Çünkü altında, şimdilerde üzeri kumlarla iyice kaplanıp 
örtülmüş,  altın ve  gümüşle  dolu,  en  güzel  salonların  ve 
95 
.·� 


ı·� 
misafir 
odalarının bulunduğu uzun bir mağara bulunmak­
tadır. 
Kumla  kaplanmadan  önce,  bir  zamanlar, yolunu 
şaşıran bir köpek buraya girmiş ve yeraltından gelen çare­
siz havlayışları  çok içerilerdeki bir kaleden duyulmuş. Bu 
kaleler ya  da ordugahlar, çağdaş  tarih başlamadan  önce 
yapılmış ve tüm Rosses ve Columkille'i içine alıyormuş. 
Köpeğin havlamasının duyulduğu kalede, diğerlerinin ço­
ğunda  olduğu  gibi,  orta yerde  bir  yeraltı  odası ve  onun 
içinde  de  arı  kovanı  bulunur.  Bir  keresinde  orada dola­
şırken, 
benimle beraber 
gelen,  oldukça zeki ve  'okumuş' 
bir köylü 
mağaranın 
ağzında beni bekliyordu, birazcık ge­
cikince aşağıya eğilip 
"İyi misiniz efendim?" diye 
fısıldadı 
utangaç bir sesle. Benim 
de o köpek gibi ortadan kaybol­
duğumu 
zannetmiş. 
Kuşkusuz 
korkmuştu,  çünkü  bu  kale  hakkında 
pek 
de  hayra alamet 
olmayan  söylentiler dolaşıyor. 
Bu kale, 
kuzey yamacında tek tük 
kulübeler bulunan 
ufak bir tepe­
nin  sırtında yer  alıyor.  Bir  gece,  bir çiftçinin  oğlu kaleyi 
alevler içinde görüyor 
ve oraya doğru koşuyor ama büyü­
leniyor,  bir  çitin  üstüne  atlıyor,  bağdaş  kurup  oturuyor 
ve bir  sopayla  çite vurmaya başlıyor, çünkü çiti at zanne­
diyor ve kasabaya doğru  hayatının en güzel yolculuğunu 
yapıyor.  Sabahleyin çocuk 
hala 
çite sopayla vuruyormuş, 
alıp eve  götürmüşler ve  çocuk  kendine  üç  sene  sonra 
gelebilmiş. Bu olaydan kısa bir süre sonra bir çiftçi kaleyi 
tesviye etmeye çalışmış. Adamın  inekleri ve atları ölmüş, 
her çeşit dert onu bulmuŞ ve en sonunda onun da defteri 
dürülmüş; kafası dizlerinde; ateşin kenarında öleceği günü 
beklemeye  bırakılmış. 
Rosses'in kuzey ucundan birkaç yüz yarda güneye gi­
dince bu  sefer kumlarla kaplanmamış  bir  başka  mağara 
bulunur. Yaklaşık yirmi yıl  önce  iki  direkli  bir  yelkenli 
bu yakınlarda batmış ve üç-dört balıkçı boşaltılan tekneyi 
karanlıkta gözetlemesi için bırakılmış. Geceyarısı olduğun­
da mağaranın ağzında oturan kırmızı başlıklı iki kemancının 
96 


bütün azametleriyle keman çaldığını görmüşler ve oradan 
kaçmışlar. Büyük bir grup kasabalı hemen mağaraya gitmiş 
ama keman çalan yaratıklar ortadan kaybolmuşlar. 
Akıllı köylüye göre, etrafındaki yeşil tepeler ve orman­
lar sonsuz bir gizemle yüklüdür.  İhtiyar köylü kadın ak­
şamüzeri kapısının önünde. durduğunda, kendi sözleriyle, 
'dağlara bakıyor ye Tanrı'nın yüceliğini düşünüyor.' Tanrı 
her zamankinden daha da yakın, çünkü pagan güçler çok 
uzakta değil. Çünkü kuzeyde, şahinleriyle ünlü Ben Bul­
ben'de, beyaz kare kapı günbatımında ardına kadar açılıp 
vahşi paganist atlıları düzlüklere salar, aynı anda güneyde, 
Knocknarea'da,  Beyaz Leydi, kuşkusuz Maive'in ta ken­
disi, gece gökyüzünü kaplarken ortaya çıkar.  Rahip kafa­
sını  sallasa da,  ihtiyar  kadın  bu  şeylere  nasıl  inanmasın? 
Kısa  bir süre önce genç bir çoban Beyaz Leydi'yi görme­
miş miydi? O kadar yakınından geçmiş ki eteği ona değ­
miş. Yere düşmüş ve üç gün boyunca ölü gibi orada kalmış. 
Ama bu, periler diyarıyla ilgili ufak bir hikaye sadece; bu 
dünya ile ötedünyayı birbirine bağlayan küçük bağlardan 
birisi. 
Bir gece  Bayan  H ..... .'nin yaptığı  ekmeği  yerken,  ko­
cası, bana uzunca bir hikaye anlattı, Rosses'ta duyduğum 
hikayelerin  en  iyisiydi.  Fin  M'Cool'dan günümüze pek 
çok umarsız insanın o varlıklar hakkında anlatacak birkaç 
hikayesi vardır. Bu "iyi insanlar" kendilerini anımsatmaya 
bayılırlar, bütün hikaye anlatanların yaptığı da budur zaten. 
"Kanalı kullanarak seyahat ettiğimiz zamanlarda," diye baş­
ladı,  "Dublin'den geliyordum. Mullingar'a geldiğimizde 
kanal bitti ve yürümeye başladım; biraz içmiştim, yorgun­
dum ve ağır ağır yürüyordum. Yanımda birkaç arkadaşım 
vardı, biraz yürüdükten sonra bir atlı arabaya atladık. İnek­
lerin sütünü sağan birkaç kız görene kadar gittik ve onlarla 
!atlamak için durduk. Bir süre sonra içmek için süt istedik. 
"Burada süt koyabileceğimiz bir kap yok ama bizimle eve 
gelirseniz süt verebiliriz," dediler. Onlarla beraber evleri-
97 
ı ı :  


ı .ı 
ı \  
I.' 

lıı 
1: 
lı 


lı' 
' 1  

/" 
ne  gittik ve  ocak  ateşinin  etrafında  oturup  konuşmaya 
başladık.  Biraz  sonra arkadaşlarım gitti ve  ben  ateşin  ba­
şında kaldım. Kızlardan yiyecek bir şeyler istedim. Ocakta 
bir kap vardı,  içinden eti çıkardılar ve bir tabağa koydular, 
bana sadece kafa kısmından çıkan eti yememi söylediler. 
Yemeği yedikten sonra kızlar dışarı çıktı ve onları bir daha 
görmedim.  Hava gittikçe  daha  da karardı  ama  ben  hala 
ateşin başında oturuyordum, derken ellerinde bir cesetle 
iki  adam  çıkageldi.  Onların  geldiğini  görünce  kapının 
arkasına saklandım. Cesedi şişe geçiren, "Şişi kim çevire­
cek?"  diye  sordu.  Öteki  "Michael  H .... ,  dışarı  çık ve  eti 
çevir,"  dedi.  Tir tir titreyerek dışarı çıktım ve  şişi  çevir­
meye  başladım.  "Michael  H .... ,"  dedi  ilk konuşan,  "eğer 
onu yakacak olursan onun yerine seni şişe geçiririm." Son­
ra  dışarı  çıktılar.  Oraya oturdum ve korkudan titreyerek 
geceyarısına kadar cesedi çevirdim. Adamlar geri geldiler, 
biri  ötekine  etin  yandığını  söyledi,  öteki  ise  iyi  pişmiş 
olduğunu.  Bu  meseleyi biraz tartıştıktan sonra ikisi de 
bu seferlik bana bir şey yapmayacaklarını söylediler. Ate­
şin  etrafında  otururlarken  biri,  "Michael  H ....  bana  bir 
hikaye anlatabilir misin?" diye sordu. "Hiç hikaye bilmiyo­
rum," dediğim  anda  beni  ensemden  tuttuğu  gibi  dışarı 
fırlattı. O gece çok sert esen bir rüzgar vardı. Doğduğum 
günden  beri  hiç o  kadar  karanlık bir gece görmemiştim, 
dünya dünya olalı  böyle karanlık bir gece görmemiştir. 
Nerede olduğumu hiç anlayamadım.  Sonra adamlardan 
biri gelip omzuma dokundu ve, "Peki şimdi bana bir hika­
ye anlatabilir misin Michael H ... ?" deyince bu sefer, "Evet," 
dedim.  Beni  içeri  götürdü,  ateşin  yanına  oturttu  ve, 
"Başla," dedi. "Anlatabileceğim sadece bir hikaye var," de­
dim. "O da şu: Burada oturuyordum, siz ikiniz bir cesetle 
içeri geldiniz ve onu şişe geçirip pişirmem için beni başına 
diktiniz."  "Bu  idare  eder,  içeriye gidip orada uyuyabilir­
sin,"  dedi  ve  ben  de memnuniyetle  gittim;  sabah oldu­
ğunda kendimi yeşil bir tarlanın ortasında buldum." 
98 


Drumcliff, alametler bakımından çok zengin bir yerdir. 
Bereketli bir balık avlama mevsimi öncesi bir fırtına bulutu­
nun içinde bir balık fıçısı beliriverir; Columkille Sahili de­
nen bataklık ve çamurlu bir  yerde,  ayışığının olduğu  bir 
gece, denizden Aziz Columba'yı taşıyan eski bir tekne gelir; 
bu da gayet bereketli bir hasata işarettir. Korkunç alametler 
de yok değil. Birkaç mevsim önce, bir balıkçı, ufukta meş­
hur Hy Brazel'i görüyor; inanışa göre ona her kim doku­
nursa artık ne bir işi, ne bir tasası, ne şüpheci kahkahalan 
kalırmış, ama en karanlık koruların altında dolaşır, Cuchu­
lain ile kahramanlarının konuşmalarını dinlermiş. Hy Bra­
zel'in  düşlemi  ulusal sorunların habercisidir. 
Drumcliff ve Rosses ağzına kadar hayaletlerle doludur. 
Bataklıklarda, yolda, ordugahta, dere tepede, deniz kena­
rında,  kısacası  her yerde ve  her  şekilde:  Ba�sız  kadınlar, 
zırhlı  erkekler,  hayalet tavşanlar, ağızlarından ateş çıkan  . 
köpekler,  ıslık çalan ayı balıklan ve  daha niceleri.  Birkaç 
gün  önce  ıslık çalan  bir ayı  balığı  bir  gemiyi  batırdı. 
Drumcliffte çok eski bir mezarlık bulunur. 
Dört 
Ustanın 
Yıllıkları'nda 
871 
yılında ölen Denadhach adındaki asker 
hakkında bir dize var: "Can sülalesinden gelen dindar bir 
asker Drumcliffteki kestane ağaçlı kavşakta yatıyor." Kısa 
bir zaman önce, ihtiyar bir kadın, gece vakti kiliseye dua 
etmeye giderken yolda  kendisine  nereye  gittiğini  soran 
zırhlı bir adam görmüş. Yörenin bilge kişisi, onun, "Can 
sülalesinden dindar bir asker"  olduğunu ve hala inançla 
mezarlığı beklediğini söylüyor. Buralarda hala yaygın olan 
bir gelenek de, bir bebeğin ya da küçük bir çocuğun ölü­
münden sonra eşiğe tavuk kanı serpmek ve böylece kötü 
ruhtan henüz çok güçsüz olan çocuğun ruhundan çıkar­
mak.  Kan, şeytani  ruhlan çeken çok etkili bir şeydir.  Bir 
kaleye  giderken  bir taşın üzerinde elinizi kesmenin  çok 
tehlikeli olduğu  söylenir. 
Drumcliff ve Rosses'ta saklanan çulluk-hayaletten daha 
tuhaf bir hayalet bulamazsınız. İyi bildiğim bir kasabadaki 
99 


111' 
l'ı 
'ı 
ılı 
I'' 


� ıı 
·ııı 
lıiı] ilil 


' il, 
iı 
ı ,ı 
I' 
� 
:ı 
bir  evin  arkasında çalılar var.  Bazı  sebeplerden dolayı bu 
evin  Drumcliff'te  mi,  Rosses,  Ben  Bulben'in yamacı ya 
da  Knocknarea'da  mı olduğunu  söyleyemeyeceğim.  Bu 
ev ve çalının bir tarihi var. Eskiden burada yaşamış olan 
bir adam, Sligo Rıhtımı'nda, içinde üç yüz paundluk bank­
notlar  olan,  yabancı  bir gemi  kaptanı  tarafından  düşü­
rülmüş bir paket buluyor. Benim de tanıdığım bu adam, 
kimseye  bir  şey söylemiyor.  Para nakliye  ücretiymiş ve 
gemi kaptanı patronlarının karşısına çıkacak cesareti bula.­
mayınca okuyanusun ortasında intihar etmiş. Kısa bir süre 
sonra da bizim adam ölüyor ve ruhu hiç huzur bulamıyor. 
Yine de navlunun bulunmasından sonra büyüyüp güzel­
leşmiş olan evinin etrafında garip sesler duyuluyor. Ada­
mın  hala hayatta  olan  karısı,  birçok defa,  sözünü ettiğim 
evin arkasınd,aki çalıya, zaman zaman orada beliren adamın 
karaltısı için dua ederken görülmüş. Çalı hala orada duru­
yor,  bir  zamanlar  parçası  olduğu çitten  bir  tek o  kalmış, 
ama kimse bir bahçıvan beli ya da bir budama bıçağı alıp 
da ona dokunmaya cesaret edemiyor.  O garip seslere ge­
lince, birkaç sene örice yapılan tamiratlara kadar kesilmedi; 
bu sırada bir çulluk, duvardaki sağlam sıvanın içinden dışa­
rıya çıkmış ve, komşuların deyimiyle, parayı  bulanın hu­
zursuz  hayaleti sonunda hapsolduğu yerden kurtulmuş. 
Benim atalarım ve  akrabalarım bunca senedir Rosses 
ve  Drumcliff civarında yaşıyor.  Birkaç  mil  kuzeyde tü­
müyle bir yabancıyım ve hiçbir şey bulamam. Periler hak­
kındaki hikayeleri sorduğumda aldığım yanıt,  Ben  Bul­
ben'in denize bakan yamacında, İrlanda' da az bulunan bir 
beyaz taş kalenin yakınında yaşayan kadının verdiği yanıt 
gibi  oluyor:  "Onlar  kendi  işleriyle  uğraşıyor ben  kendi 
işlerimle." Çünkü bu yaratıklar hakkında konuşmak tehli­
kelidir. Yalnızca dostluk ve atalarınızın bilgisi ketum dilleri 
çözebilir. Dostum, "Tatlı Harp Teli"  (tahmin edilir kor­
kusuyla İrlandaca adından fazlasını vermiyorum), en inatçı 
kalbi bile yumuşatabilecek bir ilme  sahip,  ama öte yandan 
100 


potheen 
(kaçak İrlanda viskisi)  üreticilerine kendi tarlasın­
dan buğday veriyor. Ayrıca Yüce Eliza devrinde 
gulyabaniyi 
dirilten  Galli büyücünün  soyundan  gelmektedir ve  öte­
dünyalı her yaratığın sesini duyabilme özelliği de ona geç­
miştir.  Neredeyse  akraba gibiler,  eğer  büyücülerin  soyu 
hakkında  konuşanlar doğru  söylüyorsa  tabii. 
101 

;I', 


'i' 
lı 
ı[ 
TALİ H Lİ N İ N  KAL I N  KAFATA S I  
I. 
Bir zamanlar, bir grup İzlandalı köylü, şair Egil'in gö­
mülü olduğu  mezarlıkta  çok  kalın  bir  kafatası buldular. 
Bu, onlara göre, büyük bir adamın kafatasıydı ve hiç şüphe 
yok ki  bu  Egil'in ta  kendisiydi. Tamamen emin  olmak 
için bir duvarın üstüne koydular ve çekiçle sert darbeler 
vurdular. Vurulan yerler beyazladı ama kafatası kırılmadı, 
bu kafatasının şaire ait olduğuna artık emindiler ve her 
türlü  övgüyü  hak ediyordu.  Biz  İrlandalılar,  İzlandalılar 
ya da bizim deyimimizle "Danimarkalılara'', dahası bütün 
İskandinav ülkelerinin insanlarına oldukça benzeriz. Bazı 
dağlık ve  çorak alanlarda,  sahil  kasabalarında, birbirimizi 
İzlandalıların  Egil'in  kafatasım  sınadığı  gibi  sınarız.  Bu 
geleneği Danimarkalı korsanlardan almış olabiliriz; çünkü 
Rosses  halkından olan torunlarının dediğine göre, bir za­
manlar atalarının olan İrlanda'daki bu toprakların her düz­
lüğü ve tepeciğini bilirlermiş ve  Rosses'in bir yerlisi gibi 
de  Rosses'i  tarif edebilirlermiş.  Roughley  diye  bilinen 
bir  sahil  bölgesinde  erkekler,  kızıl sakallarını asla  kes­
mezler veya düzeltmezler ve hiç bitmeyen ayaküstü kav­
gaları  vardır.  Bir  kayık yarışında onları gördüm; birbirle­
rine faul yaptılar, bir süre Galce bağırdıktan sonra birbirle­
rine küreklerle saldırdılar. İlk kayık karaya oturdu, arbede 
nedeniyle ikinci kayığında geçişi engellendi ve zaferi üçün­
cü  kayık kazandı.  Sligo'da yaşayan  insanlar,  Roughleyli 
bir  adamı,  kavga  sırasında birisinin  kafatasım  kırmakla 
suçlamış  ama  adam  İrlanda'ya  pek yabancı  olmayan  bir 
savunma yapmış; bazı  kafatasları 

kadar ince ki  kırılma-
102 


sından sorumlu tutulamazsınız. Kendisini suçlayan adama 
öfkeli bir bakış atıp, "Bu küçük adamın kafatasına bir vur­
sanız yumurta kabuğu gibi  kırılır  zaten," dedikten  sonra 
hakime  gülümseyerek,  gönül  alıcı  bir  şekilde  eklemiş, 
"ama belli 
ki 
zatıalinin ülkesinden bir çetin cevize çatmış." 
il. 
Bunları yıllar önce yazmıştım, o zaman bile eski anılar­
dı. Geçenlerde Roughley'deydim, tıpkı diğer terk edilmiş 
yerler  gibiydi.  Belki  de  Moughorow gibi çılgın bir yere 
gitmeliydim,  zira çocukluk anıları  üzerine yüklenilmeye­
cek kadar narin. 
1902 
103 
, .  


,� 

'l 
1 i1 
1 .  
ı ,  
i l  


,, 
' il 
1 :  

B İR  D E N İZ C İ N İ N   D İ N İ  
Bir gemi  kaptanı güvertede dikildiğinde veya kamara­
sından  dışarıya  bakarken Tanrı ve  dünya hakkında enine 
boyuna düşünür.  Uzakta, ötededeki vadide,  ekinlerin ve 
kır çiçeklerinin arasında, yüzüne vuran güneşin sıcaklığı 
ve korudaki güzelim gölgeliğin dışında her şeyi unutabilir 
insan; ama karanlığa ve fırtınaya yolculuk edenin işi yalnız­
ca  düşünmek ve  düşünmektir.  Birkaç  yıl  önce,  Haziran 
ayında, bir gemi kaptanıyla yemek yiyordum, S.S. 
Margaret 
Gemisi'nin kaptanı Moran. Bu gemi, yerini bilemediğim, 
batıdaki bir nehirden suya indirilmiş. Tıpkı diğer denizci­
ler gibi, kişiliğinde pek çok fikri harmanlamış birisi oldu­
ğunu düşündüm. Tanrı ve dünya hakkında konuşurken 
o  tuhaf denizci!  tavrını  takındı,  söylediği  her  kelimede 
vurgusunun yoğun  enerjisi  hissediliyordu. 
"Efendim,"  dedi  "siz hiç gemi kaptanının duası hak­
kında bir şeyler duydunuz mu?" 
"Hayır,  nedir acaba?" dedim. 
"Şöyledir," dedi, "Yüce Tanrım, bana metanetli olmak 
için güç ver!" 
"Peki bu ne anlama geliyor?" 
"Bu," dedi, "bir gece beni kaldırırlar ve "Kaptan batıyo­
ruz," derlerse kendimi aptal durumuna düşürmemek için. 
Bir seferinde, Atlantik'in ortasında, geminin güvertesinde 
dikilirken ikinci kaptan ölü gibi bir yüzle gelince ona de­
dim k� "Bu işe başlarken her yıl belli sayıda geminin battı­
ğını biİmiyor muydun?" "Evet efendim," deyince ben de, 
"Sen batmak için para almıyor musun?"  dedim.  "Evet 
efendim," diye karşılık verdi. "O zaman, lanet olasıca herif, 
git ve  bir erkek gibi  geminle beraber  bat,"  dedim." 
104 


C E N N E T ,  YE RYÜ Z Ü  VE  ARA F ' I N  
YAK I N L I G I  HAKK I N DA 
İrlanda' da bu dünya ve ölümden sonra gittiğimiz dünya 
pek ayrı  değildir.  Duyduğuma göre  bir hayalet yıllarca bir 
ağaçta ve  daha sonra da yıllarca  bir  köprünün kemerinde 
barınmış. Benim tanıdığım Mayolu ihtiyar bir kadın, "Evi­
min olduğu yerde bir  çalı var ve  insanlar orada dua eden 
iki ruh olduğunu söylüyorlar. Rüzgar estiğinde bir taraftaki 
açıkta  kalıyor, rüzgar diğer taraftan estiğinde öbür taraftaki 
açıkta  kalıyor ve  çalının  altına  girdikleri  zaman  iş  tersine 
dönüyor. Ben inanmıyorum ama gece vakti o civardan geç­
mek istemeyen  pek çok kişi var,"  diyor. Gerçekten de iki 
dünyanın yakınlaştığı  o kadar çok durum var ki insan bu 
dünyadaki  mal ve mülkün öbür dünyanın yansımaları ya 
da gölgeleri olduğunu düşünüyor. Önceden tanıdığım bir 
bayan, yolda giderken, üzerinde uzunca bir pardösü ile ko­
şan bir çocuk  görüyor ve çocuğa niye pardösüyü kısalttır­
madığını  soruyor.  Çocuk,  "Bunlar büyükannemindi," 
diyor, "öteki  tarafa dizlerine kadar uzanan bir pardösüyle 
mi  gitsin,  daha öleli dört gün  oldu."  Bir  kadının hayaleti 
hakkında bir hikaye okumuştum, gömüldüğü gün üzerinde 
olan elbisenin  kısalığı yüzünden Araf'ta dizleri  yanıyor ve 
bu yüzden evdekilere musallat oluyor. Köylüler mezarları­
nın dünyadaki evleri gibi olmasını istiyorlar; çatının akması; 
beyaz duvarların rengini yitirmesi ya da süt 
ve 
tereyağı kapla­
rının devamlı boş olması dışında. Ama her zaman için Tan­
rı, haklı ile haksızı birbirinden ayırır, ister toprak sahibi bir 
lord olsun, ister komisyoncu, isterse ekmek dilenen birisi. 
1 892-1902 
105 


" I  
1 '  

ı 
ı 

' ı  
DEGERLİ  TAŞ  YİYİCİ LERİ 
Bazen  herkesin  yaptığı  şeylerden  sıkılınca ve huzur­
suzluk içime  çökünce, uyanık olduğum halde düşler görü­
yorum; kah sönük ve gölgemsi kah canlı ve ayağımın altın­
da hissettiğim maddesel dün ya gibi katı. Canlı ya da sönük 
olmaları fark etmiyor, çünkü bu irademin dışında ve değiş­
tiremeyeceğim bir şey. Kendi iradeleri var ve oraya buraya 
gidip  geliyor,  istedikleri  gibi  değişiyorlar.  Bir  gün,  hayal 
meyal,  dipsiz  bir  karanlık  çukur  gördüm,  etrafında  onu 
daire gibi çevreleyen parmaklıklar vardı ve bu parmaklıkla­
rın  üzerinde  de avuçlarındaki değerli taşları  yiyen, sayıla­
mayacak kadar çok sayıda maymun. Taşlar kırmızı,  yeşil 
parlıyordu ve maymunlar bunları doymak bilmez bir açlık­
la  yalayıp yutuyorlardı.  Anladım  ki,  gördüğüm  şey  Kelt 
cehennemi, benim cehennemim; bir sanatçının cehenne­
mi:  Onca güzel ve muhteşem şeyi kanmaz bir susuzlukla 
arayan  herkes, huzuru ve biçimi yitirip biçimsiz,  sıradan 
bir  hal  alıyor.  Diğer  insanların  cehennemlerini ve cehen­
nemlik  Peter'i  de gördüm;  kapkara bir  yüzü ve beyaz du­
dakları vardı,  çift kefeli tuhaf bir terazide tartılıyordu, sade­
ce  yaptığı kötü şeyler  değil,  yapıp  da  yarım  bıraktığı iyi 
şeyler de vardı, ve seçilemeyen kimi gölgeler. Kefenin aşağı 
yukarı  gidip geldiğini görebiliyordum ama gölgelerin kim­
ler  olduğu anlaşılmıyordu,  sanırım etrafındaki  insanlardı. 
Başka bir  sefer  de  bir  grup  şeytan  gördüm,  çok  çeşitli  bi­
çimlerdeydiler;  balık,  yılan,  maymun,  köpek vs. Tıpkı be­
nim cehennemimdekine benzeyen  kara bir  çukurun  etra­
fında oturmuş,  çukurun  derinlerine ay gibi dolan cennetin 
yansısını  izliyorlardı. 
106 


TEPELERİN  MERYE M İ  
Çocukken postaneden, kasap ya da bakkal dükkanından 
fazla  uzağa  gitmezdik,  koruluktaki  üzeri  kapalı  kuyu ya 
da tepedeki tilki  ini gibi emin yerlerde  dolaşırdık.  O za­
manlar 

anrı'ya ve onun yaratısına bağlıydık, ve eski günler­
den  miras  kalan  şeylere.  Dağlardaki  beyaz  mantarların 
arasında bir meleğin  ışıltılı  ayağını  görsek bile çok  fazla 
şaşırmazdık, çünkü o günlerde engin umutsuzluğu, karşı­
lıksız sevgiyi ve her ruh halini biliyorduk, bugünse talihin 
ağı önümüzde uzanıyor. Lough Gill'in birkaç mil doğusu­
na doğru, hem güzel  hem de mavi ve beyazlar kuşanmış 
genç bir Protestan kız, dağ mantarlarının arasında dolaşı­
yordu; bir grup çocukla tanışmasını ve onların düşünün 
bir parçası olmasını anlatan bir mektubu var elimde. Kızı 
ilk gördüklerinde  büyük bir  korkuya kapılmış gibi ken­
dilerini  bir  saz yatağının  içine  atmışlar;  ama biraz  sonra 
diğer çocuklar  da onlara katılmış, yerden doğrulup cesa­
retle  kızı takip etmişler. Kız onların korktuğunu fark et­
miş  ve  bir  anda  durup ellerini havaya  kaldırmış.  Küçük 
bir kız, 
"Ah, 
sen resimdeki Meryem'sin," diyerek arkadaş­
larının  arasına  atılmış.  "Hayır,"  demiş  bir  diğeri yakına 
gelerek, "o bir gökyüzü perisi çünkü gökyüzünün renkle­
rini taşıyor." "Hayır," demiş bir üçüncüsü, "okocayüksük­
otundan  olma  bir peri." Yine  de  diğer  çocuklar onun 
gerçekten  Meryem olduğunu  kabul  ediyorlarmış, çünkü 
Meryem  gibi  giyiniyormuş.  Kızın yüce  Protestan  kalbi 
derinden huzursuz olmuş, çocukları etrafına oturtup 
kim 
olduğunu açıklamaya çalışmış, ama hiçbir açıklamasını ka­
bul  etmemişler.  Bunun  bir  işe  yaramadığını  gören  kız, 
107 


1 1  
ı ı  
! 1 

ı 
İsa  hakkında  bir  şey  duyup  duymadıklarını  sormuş. 
"Evet,"  demiş biri, "ama ondan  hoşlanmıyoruz,  çünkü 
Meryem olmasa bizi öldürür."  "Bana karşı iyi davranma­
sını söyle ona," diye kızın kulağına fısıldamış birisi.  "Beni 
yanına yaklaştırmaz, çünkü babam benim bir iblis oldu­
ğumu söylüyor," diye patlayıvermiş bir üçüncüsü. 
Kız  onlara  uzun  süre  İsa ve  havarilerden söz  etmiş, 
ama onun insanları yoldan çıkaran serüvenci bir avcı oldu­
ğunu zanneden, eli sopalı ihtiyar bir kadın sonunda araya 
girmiş ve  çocukların,  Cennet'in  Ulu Kraliçesi'nin  dağda 
bir yürüyüşe çıkıp kendilerine çok kibar davrandığı yolun­
daki  açıklamalarına  rağmen  onları  oradan  uzaklaştırmış. 
Çocuklar gittiğinde kız da yoluna devam etmiş, tam yarım 
mil  kadar  yürümüş  ki  'iblis'  olduğunu  söyleyen  çocuk 
fundalıktaki  hendeğin üzerinden  atlamış ve iki  etekliği 
olduğunu gösterirse onun sıradan bir kadın olduğuna ina­
nacağını  söylemiş,  çünkü kadınların hep iki tane etekliği 
vardır.  Kız  iki  etekliğini  de  göstermiş ve  düş  kırıklığına 
uğrayan çocuk oradan uzaklaşmış, ama birkaç dakika sonra 
bir  kez  daha  hendeğin  üzerinden  atlayarak,  "Babam  bir 
iblis, annem bir iblis, ben bir iblisim ve sen yalnızca sıra­
dan  bir  kadınsın,"  diye öfkeyle ağlayarak, avuç dolusu ça-
.  mur ve çakıl  taşını  kıza  fırlatıp  iç çekerek kaçmış. Bizim 
Protestan, evine vardığında güneşliğinin püsküllerini dü­
şürmüş olduğunu fark etmiş. Bir yıl sonra, tesadüf eseri, 
yine dağa çıkmış, ama bu kez düz siyah bir elbise giyiyor­
muş,  ilk defasında  ona  'resimdeki  Meryem'  diyen  kızla 
karşılaşmış ve püsküllerin çocuğun boynundan sarktığını 
görmüş,  "Geçen  yıl  karşılaştığın  kadın  benim,  hani  sana 
İsa' dan söz eden," demiş.  ''Hayır, sen değilsin! Hayır, sen 
değilsin! Hayır, sen değilsin!" diye ısrarla yanıtlamış beriki. 
Sahiden de bizim Protestan değilmiş o, yine vakar içinde 
dağları ve  sahilleri  kat  eden,  püskülleri  çocuğun  ayak­
larının dibine atan, Denizin Yıldızı Meryem'miş. Gerçek­
ten  de,  insanların,  içlerindeki  iyi  ve  kötüyü  şekillemek 
108 


için  biraz  vakit bulmak ve yıldızlardan  bir tesbih  çeken 
Eski Zamanı seyretmek için huzurun, düşlerin ve saflığın 
annesine  yalvarmaları  doğaldır. 
I• 
• il 
ı· 

'" 
.Jı 
I' : 
111

1111 1 
1 1:1 
109 
I'.· 



' 1  
1
'
 

' 1  





ı 

ALTIN  ÇAG 
Bir süre önce bir trende Sligo'ya doğru yol alıyordum. 
En son oraya gittiğimde bir şeyler beni rahatsız ediyordu, 
ruhlar  diyarında yaşayan o  bedensiz  varlıklar ya  da  her 
neyse, onlardan gelecek bir mesajı özlemiştim.  Sonunda 
mesaj  geldi,  bir gece göz kamaştırıcı bir uzaklıkta siyah 
bir hayvan gördüm, yarı sansar yarı köpek, taş bir duvarın 
üzerinde hareket ediyordu,  siyah hayvan bir anda gözden 
kayboldu, derken öte taraftan beyaz renkli, sansara benzer 
bir köpek geldi, beyaz tüylerinde pembe derisi ışıldıyordu 
ve baştan aşağı bir  ışık  seli  içindeydi.  Gündüz ve geceyi, 
iyi ve kötüyü temsil  eden iki peri  köpekle  ilgili  bir köylü 
inancını anımsadım ve o kusursuz alametle teselli buldum. 
Ama şimdi de başka tür bir mesajı özlüyordum ve talih, 
eğer talih varsa, onu da getirdi; adamın biri  atlı bir arabaya 
binerek kundura kutusundan yapıldığı  belli olan  bir  ke­
man çalmaya başladı ve müzikten hiç anlamasam da sesler 
içimi çok garip duygularla doldurdu. Altın Çağ' dan gelen 
bir ağıtyakarısı duyuyordum sanki. Kusurlu ve tamamlan­
mamış  olduğumuzu,  ustalıkla  örülmüş  bir örümcek ağı 
değil,  birbirine düğümlenip köşeye atılmış  bir ip yığını 
olduğumuzu anlatıyordu. Bir zamanlar dünyanın tümüyle 
kusursuz ve  zarif olduğunu,  zarif ve kusursuz  dünyanın 
hala yaşadığını ancak kürekler dolusu toprağın altında gö­
mülü olduğunu söylüyordu. Periler ve daha masum ruhlar 
onun  içinde yaşamayı  sürdürüyordu, ve rüzgarın eğdiği 
sazlarda,  kuşların şarkısında, dalgaların  uğultusunda, ke­
manın tatlı ağlayışında yas tutan çökmüş dünyamızın yasını 
tutuyordu.  Bizimleyken  güzelin  zeki,  zekinin de  güzel 
110 


olmadığını,  en  tatlı  anlarımızın  bile  bir miktar kabalıkla 
ya da hüzünlü  anıların zehriyle bozulduğunu ve kemanın 
sonsuza dek bunun yasım tutmak zorunda olduğunu söy­
lüyordu  Altın  Çağ'da yaşayanlar ölse  mutlu olabileceği­
mizi, ama heyhat, onların söylemek bizlerin ise sonsuzluk 
kapılan açılana dek ağıt yakmak zorunda olduğumuzu söy-
ı 
lüyordu. 
\, 
· 
Şimdi  büyük cam  çatılı  son  istasyona  giriyoruz,  ke-
mancı eski kundura kutusunu  bir kenara bırakıp bahşiş 
,  için şapkasını gezdiriyor, kapı açılıyor ve gözden yitiyor. 
1 '  
1 1 1  


1 lı 
HAYALET  VE  P E R İ LE Rİ N İ N  
H UYLARINI BOZ D U KLARI  İ Ç İ N  
İ S  KOÇ LARDAN YAKIN MADIR 
Periler diyarına beslenen inancın yaşadığı tek yer İrlan­
da  değil.  Daha  geçen  gün,  evinin  önündeki  göle  bir  su 
atının  musallat olduğuna  inanan  bir İskoç çiftçiden  söz 
edildiğini duydum. Ondan korkuyordu, göle ağlar döşeyip 
sonra  da pompayla  suyu  tahliye etmeye çalışmıştı.  Onu 
bir bulabilse, bu, su atı için hiç iyi olmazdı. Onun yerinde 
bir İrlanda köylüsü olsaydı, çoktan yaratıkla bir uzlaşmaya 
varmıştı. Çünkü İrlanda' da ruhlarla insanlar arasında sakı­
nımlı bir yakınlık vardır. Birbirlerini hırpalarken bile akıl­
cıdırlar.  Birbirlerinin  duyguları  olduğunu  kabul  ederler. 
Kimsenin ötesine geçemeyeceği sınırlar vardır. Hiçbir İr­
landa köylüsü, yakaladığı bir periye Campbell'ın anlattığı 
adam  gibi  davranmaz.  Bu  adam,  bir  kelpie14  yakalamış 
ve onu atının arkasına bağlamış. Peri öfkeliymiş ama adam 
onu  sakinleştirmek  için  bir  biz  ve  bir  iğne  batırmış.  Bir 
nehrin  kıyısına  geldiklerinde, peri  iyice  tedirgin  olmuş, 
suyu geçmeye  korkuyormuş. Adam, bizle iğneyi  bir kez 
daha batırmış.  Bunun  üzerine peri bir çığlık atmış,  "Bizi 
batır, ama şu ince, kıl gibi aleti (iğne) benden uzak tut!" 
diye bağırmış. Bir mağaraya gelmişler. Adam, fenerin ışı­
ğını üzerine tutar tutmaz, peri kayan bir yıldız gibi oracığa 
yığılıp  bir  topak pelteye  dönüşmüş.  Peri  ölmüş.  İrlan­
dalılar bir periye, eski bir İskoç şiirinde anlatıldığı gibi de 
davranmazlar.  Bir zamanlar perili bir tepede  çayır biçen 
bir kız çocuğu varmış.  Bir peri bu çocuğu sevmiş ve her 
14) Kclpic; İskoçya'da iyi bilinen bir su perisi. (Ç. N.) 
1 12 


gün elini tepeden çıkarıp büyülü bir bıçak uzatmaya başla­
mış. Çocuk çayırları bu büyülü bıçakla kestiği için işi fazla 
uzun sürmüyormuş. Kardeşleri bu işin nasıl böyle çabucak 
bittiğini merak etmişler. Sonunda çocuğu izleyip kendisine 
kimin yardım ettiğini bulmaya karar vermişler. Bakmışlar 
ki topraktan minik bir el çıkıyor ve çocuğa bir bıçak veri­
yor.  Bütün çayırlar biçildikten sonra  çocuk bıçağın tuta­
ğıyla yere üç kere vurmuş. Küçük el tepeden çıkmış. Kar­
deşleri hemen bıçağı çocuktan kapıp bir vuruşta eli uçur­
muşlar.  Peri  de  bir  daha görünmemiş.  Kanayan  kolunu 
toprağın içine çekmiş ve, anlatıldığına göre, elini çocuğun 
ihaneti yüzünden kaybettiğini düşünmüş. 
Sizler İskoçya'da fazla ilahiyat düşkünü, fazla kasvetlisi­
niz. Şeytana bile dinsel bir hava kattınız.Yargılama gününde 
anayolda  karşılaştığı  cadıya  "Nerede yaşıyorsunuz  ha­
nımefendi, rahip nasıl?" diye sormuştu. Bütün cadıları yak­
tınız.  Biz  İrlanda' da onları  kendi  haline  bıraktık.  Yine de, 
3 1  
Mart 
171 1 
'de, Carrickfergus kasabasında 'sadık azınlık' 
lahana sapıyla bir cadının gözünü çıkarmıştı, ama o zaman 
'sadık azınlık' yarı yarıya İskoçtu. Perilerin pagan ve lanetli 
olduğunu keşfettiniz. Hepsini yargıcın önüne çıkarmak ho­
şunuza giderdi.  Halbuki İrlanda' da savaşçı ölümlüler, peri­
lerin  arasına  karışıp  savaşlarda  onlara  yardım  etmişlerdir. 
Periler de, buna karşılık olarak, şifalı otlar konusunda onları 
ustalaştırmış,  hatta  bazılarının  kendi  ezgilerini  duymasına 
izin  vermiştir.  Carolan  perili  bir  hamağın  üzerinde  uyu­
muştu.  O geceden  sonra  ezgiler  hiç aklından  çıkmadı ve 
onu büyük bir müzisyen yapan da bu oldu. İskoçya'da vaaz 
verirken onları  lanetlediniz.  İrlanda'da rahipler, perilerin, 
ruhsal durumları konusunda kendilerine danışmasına izin 
vermiştir. Ama  ne yazık ki, perilerin ruhları olmadığı so­
nucuna varmışlar ve kıyamet günü bütün o parlak buhar­
ların  arasına  karışıp yok olacaklarım söylemişlerdir.  Bunu 
öfkeden  ziyade  üzüntüyle  belirtmişlerdir.  Katolik dini, 
1111 
komşularıyla  iyi geçinmeyi  sever. 
1 13 


Bu iki ülkedeki iki farklı bakış açısı, tüm cinler ve peri­
ler  dünyasını  etkilemiştir. Yaptıkları  keyifli ve  lütufkar 
işleri  görmek  için İrlanda'ya,  dehşet  verici  eylemlerini 
görmek  için de  İskoçya'ya gitmelisiniz.  Bizim ürkütücü 
peri  öykülerimizde  bir  tür gözbağcılık vardır.  Bir  köylü 
yolunu  kaybedip perili bir  kulübeye gelir ve bütün gece 
ateşin  önünde  şişe takılı  bir  ceset olarak kalakalırsa  biz 
kaygılanmayız, çünkü biliriz ki ertesi gün eprimiş kaba­
nında çiğ damlalarıyla yeşil  bir  çayırlıkta uyanacaktır.  İs­
koçya' da durum tamamen farklıdır. Sizler hayalet ve cinle­
rin doğal biçimde kusursuz olan yaradılışlarını bozdunuz. 
Hebrides'ten gaydacı M'Crimmon, gaydasını omuzlayıp 
yüksek sesle  çala  çala  büyük bir deniz  mağarasına doğru 
yola koyulmuş, köpeği de peşinden geliyormuş. Gaydası­
nın sesi uzun süre duyulmuş. Bir mil kadar gittikten sonra, 
boğuşmaya benzer bir şey işitilmiş, sonra.da gayda birden 
susmuş.  Derken, derisi tamamen sıyrılmış bir halde kö­
peği  mağaradan  çıkmış,  o  kadar  bitkinmiş  ki  havlayamı­
yormuş bile. Mağaradan başka da bir şey çıkmamış.  Ha­
zine bulmak için göle dalan adamın öyküsü de buna ben­
ziyor.  Demir bir  sandık görür. Ama sandığın yanında bir 
canavar yatmaktadır. Canavar adamı  uyarıp  geldiği yere 
dönmesini söyler. Bunun üzerine yukarı çıkar. Ama etra­
fındakiler hazineyi gördüğünü duyunca tekrar dalması için 
adamı  ikna ederler. O da dalar.  Kısa bir süre sonra kalbi 
ve  karaciğeri  suyu  kızıla  boyayarak yüzeye çıkar.  Bede­
ninden geri kalanıysa bir daha kimse görmez. 
Bu su  cinleri ve su canavarları İskoç folklorunda yay­
gındır. Bunlar bizde de vardır ama  bu  kadar korkunç bir 
biçimde ele alınmaz. Bizim öykülerimiz, yaptıkları şeyleri 
sonunda iyiliğe ya da nezakete dönüştürür, ya da bu yara­
tıkları umutsuzca hicveder.  Sligo  Nehri'nde bir  oyuk bu 
canavarlardan biri tarafından mesken tutulur. Pek çok kişi 
onun varlığına tutkuyla inanır, ama bu, orada yaşayan köy­
lülerin konuyu  eğlencelik hale getirmesini ve bilerek fan-
1 1 4  

.



tezilerle  süslemesini  engellemez.  Ben  küçük  bir  çocuk­
ken, bir canavar oyuğunda yılan balığı avlamaya gitmiştim. 
Avladığım  büyük  bir  balığı  omzuma  atmış,  başı  önde 
sallanır, kuyruğu da arkada yerleri süpürür halde eve dö­
nerken, tanıdık bir balıkçıya rastladım. Ona, yakaladığım­
dan üç misli daha büyük, dev bir yılan balığından söz etme­
ye başladım, oltamı kırarak kaçmıştı.  "Bu od ur," dedi ba­
lıkçı,  "benim  erkek kardeşimi  nasıl  göçe  zorladığını  hiç 
duydun  mu?  Kardeşim  bir  dalgıçtı,  biliyorsun.  Harbour 
Board için taş sökerdi. Bir gün yaratık karşısına çıkıp sor­
muş:  "Neyin peşindesin?" "Taş, efendim,"  demiş  karde­
şim.  "Sence  gitsen daha iyi  olmaz  mı?" "Tabii  efendim." 
İşte bu yüzden benim kardeşim buradan göçtü. Yoksul 
düştüğü için gittiğini söylüyorlar ama bu doğru değil." 
Sizler;  sizler ateşin,  toprağın,  havanın ve suyun ruh­
larıyla hiçbir uzlaşmaya yanaşmıyorsunuz. Karanlığı düş­
manınız haline getirdiniz. Bize gelince, bizler ötedünyayla 
oldukça  sıkı  fıkıyız. 

115 
,,, 

lı 
ı� 
ı '  

1lı 

'� 
il 
'! 
I:, 
il 
j ı  


"I 
il 
ı: ıı 
ıı. 
11.ıı. 
'� 
,,, 
I '  
l
ıı 
ıl 
ı" 
ı:.: 
·ı 
'ı 
.� 
ı, 
i' 
l" 


S AVAŞ 
Yakın zamanlarda, Fransa'yla savaş çıkacağına dair söy­
lentiler etrafta dolaşırken,  fakir bir Sligolu kadına rastla­
mıştım. Tanıdığım bir askerin dul eşiydi. Ona Londra'dan 
henüz gelmiş  olan bir mektuptan bir cümle okumuştum: 
"Burada herkes savaş diye  deli  oluyor,  ama Fransa işleri 
daha barışçı  bir  yolla  halletmeye  eğilimli," ya da bunun 
gibi bir cümleydi. Bunun üzerine aklı savaşa takıldı. Savaşla 
ilgili  olarak zihninde  tasarladığı şeyler, kısmen askerler­
den  duyduklarına  kısmen de 
98 
ayaklanmasının simgele­
diği geleneğe dayanıyordu. Ama Londra'nın adı geçince 
ilgisi  büsbütün  arttı,  çünkü  Londra'da  çok fazla  insanın 
yaşadığını biliyordu ve  kendisi de bir zamanlar 'çok kala­
balık bir  bölgede'  yaşamıştı.  "Londra'da  herkes  üst üste 
yaşıyor. Dünyalarından beziyorlar. İçlerindeki heves ölü­
yor. Savaş da olsa bir şey fark etmez. Ama Franızlar tabii 
ki 
sadece barış ve dinginlik istiyor.  Burada insanlar savaşa 
aldırmıyorlar bile, nasılsa şimdiki durumlarından daha kö­
tü olamazlar. Üstelik Tanrı'nın huzurunda askerce ölebi­
lirler.  Kuşkusuz  cennette  bir  yerleri  olacak."  Sonra  da 
çocukların  sağda  solda  süngülerle  dolaşmasını görmeye 
dayanamadığını söyledi, aklından büyük isyan geleneğinin 
geçtiğini  biliyordum.  Daha  sonra,  "Savaşta bulunup  da 
sonradan bundan söz etmeyi seven hiçbir erkeğe rastlama­
dım," dedi, "en kısa zamanda bir saman yığınının tepesine 
çıkıp kendi  işlerine  dalarlar."  Bana, çocukken nasıl  kom­
şularıyla birlikte  ateşin başında toplanıp yaklaşan  savaşı 
konuştuklarını  anlattı.  Şimdi  yine  savaşın  gelmesinden 
korkuyordu, çünkü düşünde bütün koyun 'tehlike altında 
1 16 


ve  yosunlarla  kaplanını§  durumda'  olduğunu  görmü§tÜ. 
Kendisine  Stephensçılar  zamanında  da  sava§tan  bu  denli 
korkup korkmadığını sordum. Ama birden CO§tU,  "Öm­
rümde hiç o günlerdeki  kadar  eğlendiğim, keyif aldığım 
olmadı," dedi.  "Ben bazı subayların kaldığı bir evdeydim. 
Gündüzleri asker bandolarının ardından yürürdüm, gece 
olunca da bahçenin en  ucuna gider, orada kırmızı ceketli 
bir askerin evin arkasındaki tarlada Stephens yanda§larını 
de§mesini seyrederdim. Bir gece, oğlanlardan biri, üç haf­
ta önca ölmü§ bir atın karaciğerini kapının tokmağına bağ­
lamı§tı, ben de sabah kapıyı açınca onu bulmu§tum." Daha 
sonra kon U§mamız kendiliğinden Black Pig savaşına kaydı. 
Bu, onun için İrlanda ile İngiltere arasındaki bir savaştan 
ba§ka  bir  §ey değildi,  bana  ise  tekrar  Kadim  Karanlıkta 
her §eyi  yutacak bir  mah§er  gibi  geliyordu.  Oradan  da 
sava§ ve intikamla ilgili deyi§lere geçtik. "Biliyor musun," 
dedi, "Dört  Baba'nın laneti nedir? Genç delikanlıyı mız­
rağa geçirdiler ve birisi onlara, "Sizden sonraki dördüncü 
nesilde lanetleneceksiniz," dedi. İ§te bu yüzden hastalıklar, 
dertler hep dördüncü  nesilde  ortaya çıkar." 
1 1 7  
'ı1 


·ı 
KRALİÇE VE  S OYTARI 
Clare ile Galway sınırında yaşayan bir Hearne'nin, yani 
büyücü  hekimin  şöyle  bir  şey  söylediğini  duymuştum; 
"Her peri evinde bir kraliçe ve bir soytarı vardır ve eğer 
bunlardan biri size 'dokunursa' bir  daha  iyileşemezsiniz, 
sizi ancak yine periler ailesinden biri iyileştirebilir." Soy­
tarıdan,  'belki hepsinin içinde en bilge olanı' diye söz edi­
yor ve 'eskiden Noel zamanı ülkeyi dolaşan pandomim­
ciler'  gibi giyindiğini  söylüyordu.  Daha sonra, bir  arka­
daşım, benim için onunla ilgili birkaç öykü derledi ve böy­
lece soytarının dağlık bölgelerde de tanındığını öğrendim. 
Şu anda bunları yazdığım yerden  pek de uzak olmayan, 
ihtiyar  bir  değirmenciye  ait bir  kulübede,  ateşin  başında 
oturan uzun, sıska, üstü başı pej mürde bir adam gördüğü­
mü  ve  bana  onun  bir  soytarı  olduğunu  söylediklerini 
anımsıyorum; arkadaşımın derlediği öykülerden öğrendi­
ğime  göre,  adamın  uykusunda  cinler  alemine  gittiğine 
inanıyorlarmış,  ama  onun  bir  'fool  of the  forth'15 ya  da 
diğer adıyla 
Amadan-na-Breena 
haline gelerek oradaki peri 
ailesine katılıp katılmadığını bilmiyorum. Kendisi de cinler 
aleminde  bulunmuş,  iyi tanıdığım ihtiyar. bir kadın bana 
ondan söz etmiş ve, "Onların arasında soytarılar var," de­
mişti, 
"Amadan of Ballylee 
gibi bizim gördüğümüz soytarı­
lar  geceleri  onlarla birlikte  gidiyorlar, 
Oinseach 
(iri  may­
mun)  dediğimiz  kadın  soytarılar da  onlara  katılıyorlar." 
Clare sınırında yaşayan büyücü hekimin akrabası olan ve 
büyülü sözlerle insanların, sığırların hastalıklarını iyileşti-
15)  Fool  of thc  forth;  Haziran  aylarında ortaya  çıkıp  dokunduğu 
insanları çarpan bir peri.  (Ç. 
N.) 
1 18 


ren bir kadın da şunları anlatmıştı: "Deva bulamayacağım 
bazı  dertler  var.  Kraliçenin  ya  da  'fool  of the  forth'un 
çarptığı kişileri iyileştiremem.  Bir·defasında kraliçeyi  gö­
ren bir kadın tanımıştım. Sıradan bir hıristiyan gibi duru­
yordu.  Gort yakınlarında yürüyen  kadın hariç,  kimsenin 
soytarıyı gördüğünü duymadım. Çığlık atarak 'fool of the 
forth'un kendisini izlediğini söylüyormuş. Bunun üzerine, 
arkadaşları da çığlık atmaya başlamışlar ama onlar bir şey 
görmemiş.  Fool  of the  forth,  bu  bağrışmalardan  sonra 
gitmiş  olmalı,  çünkü  kadına  bir  zarar  gelmemiş.  Güçlü 
kuvvetli, yarı çıplak bir  adama  benzediğini  söylemişti, 
başka da bir şey söylemedi. Ben hiç görmedim, ama ben 
Hearne'nin yeğeniyim ve amcanı yirmi bir yıldır uzakta." 
İhtiyar değirmencinin karısı da şöyle bir şeyler söylemişti: 
"Çoğu zaman iyi komşular oldukları söylenir, ama soytarı 
çarptığı  zaman  çaresi  yoktur,  bu  kimin  başına  gelirse  işi 
bitik demektir.  Biz ona 
'Amadan-na-Breena' 
deriz." Kiltar­
tan'ın  Bog yöresinde yaşayan  ihtiyar  ve  çok  yoksul bir 
kadın da buna benzer şeyler anlattı: "Doğrudur, 
Amadan­
na-Breena 
çarptığı zaman şifa bulunmaz. Çok eskiden bir 
adam tanırdım, elinde bir şeritle insanları ölçüp hastalıkla­
rını  söylerdi.  Çok şey bilirdi.  Bir  keresinde  bana şöyle 
sormuştu:  "Yılın en kötü ayı hangisidir?" "Mayıs ayı  el"" 
bette," demiştim ben de. "Hayır," demişti, "Haziran ayı­
dır.  Çünkü Amadan  insanı  bu ayda çarpar.  Sıradan  bir 
insana benzediğini söylüyorlar ama cüsseli bir yapısı var 
ve pek de akıllı değil. Tanıdığım bir delikanlı bir keresinde 
büyük bir  korkuya  kapılmıştı.  Duvarın üstünden  sakallı 
bir koyun ona bakıyormuş, aylardan Haziran olduğu için 
onun Amadan olduğunu anlamış. Sonra delikanlıyı şu sö­
zünü ettiğim  adama götürdüler, şeridiyle hastaları ölçen 
adama. Çocuğu görünce, "Papaza götürün ve bir Son Ye­
mek Ayini duası söyletin," demiş. Dediğini yaptılar. Buna 
ne dersin bilmem ama hala yaşıyor ve bir de ailesi var!" 
Regan adlı biri de bana şunları anlattı: "Onlar, yani öteki 
1 19 
ı ,  


·' 

ı 
•I 
tür insanlar, burada yanınızdan geçip size dokunabilirler. 
AncakAmadan-na-Breena'nın dokunduğu kişi iflah etmez!" 
Çoğunlukla Haziran  ayında  insanı  çarptığı doğrudur.  İyi 
tanıdığım bir çocuğun başına da böyle bir şey geldi, bana 
kendisi anlattı.  Bir gece bir beyefendi evine gelmiş. Gelen 
ev sahibiymiş. ve adam ölüymüş. Kendisiyle gelmesini ve 
başka  bir  adamla  dövüşmesini  istemiş.  Çocuk gittiğinde 
bakmış  ki  bunlardan  böyle  iki  bölük var.  Öbür  bölükte 
de kendisi gibi  canlı biri varmış, onunla dövüşmesi isteni­
yormuş. Çok sıkı bir kavgaya tutuşmuşlar. Bizim delikanlı 
öbür adamı alt etmiş.  Bunun üzerine kendi bölüğünden 
büyük  bir  çığlık  kopmuş  ve  çocuğu  evine  bırakmışlar. 
Ama bu olaydan üç yıl sonra, bir gün ormanda çalı .çırpı 
toplarken, Amadan'ın kendisine doğru geldiğini görmüş. 
Kollarının arasında büyük bir kap tutuyormuş, kap o kadar 
parlıyormuş ki başka hiçbir şey görünmüyormuş. Amadan 
kabı arkasına koyup çocuğa doğru koşmaya başlamış. 
Yak­
laştıkça daha yabanıl ve daha büyük görünüyormuş, tıpkı 
tepenin yamacı gibi. Çocuk da koşmaya başlamış, bunun 
üzerine Amadan 
kabı 
çocuğun 
arkasından 
fırlatmış.  Kap 
büyük bir gürültüyle parçalanmış. İçinden her ne çıktıysa, 
çocuğun aklı başından gitmiş, bir daha da düzelmedi. Bu 
olaydan sonra bir süre daha yaşadı, bize bir sürü şey anla­
tırdı  ama  aklı  başında değildi.  Kavgada  o  adamı  yendiği 
için kendisinden  hoşlanılmadığını  düşünüyor ve  başına 
bir  şey gelmesinden  korkuyordu."  Geçenlerde  Galway 
düşkünler  evinde yaşayan ve  Kraliçe  Maive  hakkında bir 
şeyler bilen  ihtiyar bir kadın şunu  anlattı:  "Amadan-na­
Breena 
iki günde bir biçim değiştirir. Bazen genç bir çocuk 
gibi  belirir,  bazen  de  çok çirkin  bir yaratık olur ve  her 
zaman yaptığı gibi insanı çarpmaya çalışır.  Sonraları  onu 
vurup öldürdüklerini  duydum,  ama ben  onu vurmanın 
zor olduğunu düşünüyorum." 
Eski İrlanda aşk, şiir ve esriklik tanrısı, dört öpücüğün­
den bir kuş çıkaran .IEngus'un  imgesini gözünde canlan-
120 


dırmaya  çalışan  birisini  tanıyorum.  Zihninde  şapkası ve 
zilleriyle bir adam belirmiş ve kendisini 'Haberci IEngus' 
olarak tanıtmış. Birisini daha tanıyorum, gerçekten büyük 
bir  kahindi.  Bir keresinde, düşsel bir bahçede beyaz bir 
soytarı görmüş. Bahçede, yapraklarının yerinde tavuskuşu 
olan bir ağaç varmış, beyaz soytarı bunlara külahı ile do­
kunduğu zaman çiçekler açılıp içlerinden minik insan yüz­
leri çıkıyormuş. Bir başka seferinde de, bir havuzun yanın­
da oturan  beyaz soytarıyı  görmüş, bir  sürü  güzel  kadın 
görüntüsü havuzdan yükseliy

r ve  so
y
tarı  gülümser bir 
yüzle  onları  seyrediyormuş. 
Ölüm, bilgelik, güç ve güzelliğin başlangıcından başka 
ne olabilir? Ve belki soytarılık da bir tür ölümdür. Perile­
rin birlikte yaşadığı her yerde, elinde büyülü ya da ölümlü 
beyinler için fazlaca bilgelik ya da düşsellik dolu bir kap 
taşıyan soytarıyı  ille de pek çok kişinin görmesi gerektiği 
fikrinin  benzersiz  olduğunu  düşünmüyorum. Aynı  şe­
kilde, her peri  ailesinde  bir kraliçenin olması ve kralları 
hakkında  fazla  bir şey duymamış  olmamız da doğaldır; 
çünkü kadınlar, eski insanların, 
hatta 
şimdi bile tüm yaba­
nıl halkların tek bilgelik olduğunu düşündükleri bilgeliğe 
erkeklerden daha yakındır. Bilgimizin temeli olan benli­
ğimizi soytarılık paramparça"eder ve kadınların ani heye­
canlarında bu benlik unutulur. Bu yüzden, kutsallığın acı 
verici bir yolculuk sonunda vardığı kesinliği soytarılar se­
zer, kadınlarsa kavrar. Beyaz soytarıyı görmüş olan adam 
mutlak bir  kadından  söz  etmişti,  bir  köylü  kadınından 
değil. "Eğer onun düş gücü bende olsaydı, tanrıların tüm 
bilgeliğine  sahip olurdum," diyordu,  "ama bu görümler 
onu ilgilendirmiyor bile." Köylü olmayan başka bir kadın 
daha  tanıyorum.  Uykusunda göksel  güzelliklerle  bezeli 
diyarlara gidebiliyordu, evi ve çocuklarıyla meşgul olmak­
tan  başka  hiçbir  şeyle  ilgilenmemişti.  Derken,  bir  şifalı 
bitki  hekimi,  kendi deyişiyle  onu  tedavi  etmiş.  Bilgelik, 
güzellik ve güç, öyle sanıyorum ki, yaşadığı her gün ölen-
121 

ıl 

ı l  
� 

11 
ılı 
111 
,ıı 
ıı 




ij 
lere  bahşediliyor,  ama  bu,  Shakespeare'in  sözünü  ettiği 
gibi  bir ölüm olmayabilir. Yaşa yan  ile  ölen  arasında  bir 
savaş var ve İrlanda  öyküleri  durmadan bu temayı  işler. 
Eğer patates, buğday ya da yeryüzünün herhangi bir mey­
vası çürüyecek olsa, periler diyarında olgunlaşır, ağaçların 
özsuyu yükselirken  düşlerimiz bilgeliğini kaybeder, düş­
lerimiz  ağaçları  kurutabilir;  insan, Kasım ayında  periler 
diyarındaki  kuzuların  meleyişini  işitebilir ve  kör gözler 
diğer gözlerden daha iyi görebilir. Ruhumuz bu ve bunun 
gibi şeylere her zaman inandığı için, hücre ve yabanıl doğa 
asla uzun süre boş kalmaz. Böyle olmasa, aşıklar kendileri­
ni  aşağıdaki dizeleri  anlamayan  bir dünyada  bulurlardı. 
Duymadın mı o tatlı  sözleri 
Göksel  tınılı ozan şakırken 
Duymadın mı gözleri açık 
Esrik bir alemde ölenleri 
Nasıl  da ölümdür aşk 
Kollar bacaklar iç  içe geçtiğinde 
Ve uyku, yaşamın gecesi yarılınca ikiye 
Düşünce dünyanın  karanlık sınırlarına varırken 
Nasıl da ölümdür müzik 
Sevdiğin şarkı söylerken. 
1 2 2  


PERİ  HALKININ  D OS T LARI 
Peri halkını en sık gören ve onların bilgeliğinden nasi­
bini almış olanlar, çokluk fakirdir, ama yine çoklukla, insa-
- nın sınırlarını aşan bir güce sahiptirler; birisi trans duru­
muna geçerken, bir diğeri de Maeldun'un, yırtıcı  kartal­
ların yıkanıp yeniden gençleştiğine tanık olduğu tatlı sulara 
varır. 
Gort'un biraz ilerisindeki bir bataklığın  dışında yaşa­
yan,  gençliğinden beri  onları  çok sık,  yaşamının sonuna 
doğru ise her zaman gören, yine de onların dostu olduğu­
nu söyleyemeyeceğim, Martin Roland adında bir ihtiyar 
vardı. Ölümünden birkaç ay önce bana, 'onların' İrlandaca 
bir  şeyler  haykırıp  gaydalarını  çalarak geceleri  kendisini 
uyutmadıklarını  söylemişti.  Bir dostuna  ne yapması ge­
rektiğini  sormuş,  dostu  da  bir  flüt  satın  almasını,  onlar 
bağırmaya ya da gaydalarını çalmaya başladığında flütü çal­
masını, belki de bu yolla onu rahatsız etmekten vazgeçe-
ceklerini söylemiş. Adam söyleneni yapmış, ve ne zaman 

ı 
çalmaya  başlasa  periler düzlüğün  ötesinde  gözden  yiti-
yormuş.  Bana  gaydayı gösterdi  ve  üfledi,  gaydadan  bir 
uğultu çıktı ancak nasıl çalınacağını bilmiyordu. Sonra bana 
bacasını yıktığı yeri gösterdi, çünkü perilerden biri bunun 
üzerine çıkarak gayda çalıyordu.  Onun ve benim ortak 
bir dostumuz  kısa bir süre  önce  onu ziyarete  gitti,  zira 
perilerden üçünün adama ölmek üzere olduğunu söyle-
diklerini öğrenmişti. Onu uyardıktan sonra perilerin or-
tadan kaybolduğunu söylemiş, ve çocuklar (sanırım peri-
lerin alıp kaçırdığı çocuklar) perilerle gelip evde oyun oy-
narlarken, bir  süre  sonra,  başka  bir yere gitmişler, çünkü 
123 


j .  
ı 
i l  
evi fazlasıyla soğuk buluyorlarmış, ve bunları söyledikten 
bir  hafta  sonra  Martin Roland ölmüş. 
Komşuları,  o  ilerlemiş yaşında  bu tür şeyler gördü­
ğünden  emin  değildi, ama  gençken  bir  şeyler  görmüş 
olduğuna  kuşku yoktu.  Erkek kardeşi, "Artık ihtiyarladı, 
gördüğünü sandığı şeylerin hepsi beyninin içinde.  Genç 
bir adam olsa ona inanabilirdik," derdi. Tutumsuz biriydi 
ve  kardeşleriyle  hiç  geçinemezdi.  Bir  komşusu,  "Zaval­
lıcık,  her  şeyi  kafasında kurduğu  söyleniyor, ama yirmi 
yıl  önce,  onları  birlikte yürüyen taze genç kızlar gibi  iki 
grupta  toplanmış  gördüğünde, yakışıklı  bir adamdı.  Fal­
lon'un küçük kızını alıp götürdükleri  geceydi," demişti. 
Ve  Fallon'un  küçük kızının, onu alıp götüren, gümüş 
kadar  parlak ve  kızıl  saçları  olan  bir  kadınla nasıl karşı­
laştığını da anlattı. Onlara ait bir kaleye girdiği için kulağı­
nın üzerine bir tokat yiyen bir başka komşu ise, "Birçoğu­
nu  kafasında kuruyordu, geçen gece  kapıda dikilmiş du­
rurken  onun  da aynı  şeyi düşünmesini  sağlamak  için, 
"Rüzgar  hep kulaklarımda, sesi  hiç  kesilmiyor,"  dedim, 
ama o, "Durmadan çalıp söylediklerini duyuyorum, sonra 
içlerinden biri bir flütle çıkageliyor ve diğerlerine de dinle­
tiyor,"  dedi.  Ve  biliyorum  ki,  gaydacının  oturup  çaldığı 
bacayı yıktığı zaman, o ve ihtiyar, benim genç ve güçlüyken 
kaldıramayacağım  taşları  teker teker kaldırdılar,"diye ko­
nuştu. 
Ulster'de yaşayan bir dostum, peri  halkıyla gerçekten 
arası  çok iyi  olan  birinin hikayesini  yolladı  bana.  İhtiyar 
kadının öyküsünü ben duymadan önce öğrenen dostuma 
bakılırsa, öyküyü kadına birçok kez anlattırmış ve bir tek 
defada yazdığı bu öykü doğru biçimde aktarılabilmiş. Ha­
yaletler ve perilerin olduğu bir evde tek başına olmaktan 
hoşlanmayan  ihtiyar  bir  kadını anlatarak başlamış, "Peri­
lerden korkmak yersiz, tatlım.  Bir peri ya da ona benzer 
bir kadınla ben birçok defa konuştum, bir ölümlüden  ne 
daha az ne de daha fazla. Annenin büyükbabasının evinin 
124 


etrafinda dolaşırdı, gençlik günlerimdi o zaman. O kadın 
hakkındaki her şeyi öğreneceksin," demiş. Dostum, ihtiyar 
kadının, onun  hakkında olup biteni çoktan bildiğini, ama 
aradan uzun bir  süre geçtiği için tekrar duymak istediğini 
söylüy�r, ihtiyar kadın şöyle devam etmiş, "Pekala yavru­
cuğum, onun hakkında ilk duyduğum şey, amcanJoseph'in 
-yani annenin amcası- evlendikten sonra Lough'un yukarı­
larında. oturan  babasının  evine  getirdiği  karısı  için  bir ev 
inşa  ediyor  olduğuydu.  Babam ve  ben  yapılmakta  olan 
evin  çok yakınında  yaşıyor ve  onu  çalışırken  izleye­
biliyorduk.  Babam  bir dokumacıydı, dokuma tezgahını 
ve  bütün  gereçlerini yakınlarda 
p
ulunan  küçük bir  eve 
depolamıştı. Evin temel çukuru açılmış, yapı taşları dizil­
mişti ama duvarcılar henüz gelmemişti; bir gün annemle 
birlikte  kaba yapının  bir  köşesine  dikiliyorduk ki  düz­
lükteki derenin ötesinden ufak tefek zarif bir kadının bize 
doğru geldiğini gördük. O zamanlar oyun oynayıp kendini 
oyalayan küçük bir kızdım, ama onu şimdi orada görsem 
yine  böyle önemserim." Dostum, kadının nasıl giyinmiş  . 
olduğunu  sormuş  ve ihtiyar  kadın cevap vermiş,  "Üze­
rinde gri bir pelerin vardı, yeşil kaşmirden bir etek giyiyor­
du  ve  başına  siyah  ipekten  bir  başlık bağlamıştı,  tıpkı  o 
zamanki  şehirli  kadınların giyindiği  gibi:" Dostum,  "Ne 
kadar küçük görünüyordu?" diye sormuş, ihtiyar  kadın 
da  yanıtlamış,  "Doğrusu,  Şimdi düşündüğümde  hiç  de 
öyle ufak tefek değildi, ama biz onu 'Küçük Hanım' diye 
çağırırdık.  Birçoğumuzdan  daha büyüktü  ama  yine  de 
uzun denemez. Otuz yaşlarında, kahverengi saçlı, yuvarlak 
yüzlü bir kadındı. Büyükannenin kız kardeşi Bayan Betty 
gibiydi  ve  Betty  kimseye  benzemezdi, ne büyükannene 
ne de  bir  başkasına. Yüzü yuvarlak ve tazeydi, hiç evlen­
memiş  ve hiçbir erkeği kabul etmemişti; bu yüzden Kü­
çük Hanım'ın -belki de  Betty'ye  benzediği  için- gerçek 
boyuna erişmeden olgunlaşan insanlardan biri olduğu söy­
lenirdi, çünkü bizi her yerde buluyor, uyarıyor ve geleceği-
125 
ı :· 
'I 

,. 
1 � 


ıj1 

J ı  
':i 
lıl 
ı , 
'lj 
mizi  okuyordu.  Bir  seferinde  doğruca  annemin  olduğu 
yere yürüyüp,  "Hemen şu an Lough'a git, git ve Joseph'e 
evin temelini  size  göstereceğim  dikenli  çalıya  taşımasını 
söyle. Ev oraya kurulmalı, şimdi git ve sana dediğimi yap," 
diye buyurmuştu. Sanırım ev patikaya yapılıyordu - bura­
sını  peri  halkı yolculuklarında  kullanırdı, Joseph'i  oraya 
götürüp  bunu  gösterdim, o 
da 
temelin yerini  söylendiği 
gibi  değiştirdi,  ama  tam  olarak  işaret  edilen yeri  tuttu­
ramadı ve bunun sonucunda bir gün eve geldiğinde, ora­
daki tapanla beraber çalılık ve duvar arasında kımıldanacak 
yer bulamayan bir atın yol açtığı bir kazada karısını ölmüş 
buldu. Bir sonraki defa Küçük Hanım bize gelip tuhaf ve 
öfkeli 
bir tavırla şöyle demişti, "Joseph ona 
söylediklerimi 
yapmadı, ama gününü görecek.'" Dostum, kadının bu defa 
nereden  geldiğini ve  daha  önceki  gibi giyinip giyinme­
diğini sormuş, ve ihtiyar kadın şöyle cevap vermiş, "Hep 
aynı  yoldan  gelirdi,  düzlükteki  derenin ötesinden. Yaz 
aylarında  şala  benzer  ince  bir  şey  taşır,  kışın  ise  pelerin 
giyerdi; her defasında anneme iyi öğütler verir,  kendi iyi-. 
!iği için ne yapmaması gerektiği konusunda onu uyarırdı. 
Bütün çocuklar içinde  onu gören bir tek bendim,  onun 
dereden bize doğru geldiğini görünce sevinir, koşup onu 
elinden ve  pelerininden yakalar,  "Küçük Hanım  geldi!" 
diye  seslenirdim.  Hiçbir erkek  onu  görmemişti.  Babam 
onu  görmek  ister  ama  yalan  söyleyip  aptalca  konuştu­
ğumuzu düşünerek annemle bana kızardı. Bunun üzerine, 
bize gelip ateş başında annemle sohbet ettiği bir gün dışarı 
süzülüp babamın çukur kazdığı yere gittim. "Gel," dedim 
ona, "Eğer Küçük Hanım'ı görmek istiyorsan. Ateş başın­
da  oturmuş  annemle  sohbet  ediyor." Böylece  benimle 
içeri  geldi  ama  hiçbir şey göremediği  için öfkeliydi,  ya­
kında  duran  bir  süpürgeyi  kapıp  bana vurdu.  "Şimdilik 
bununla yetin!" dedi, "benimle alay ettiğin için!" ve hızla 
dışarı  çıktı,  bana kızmıştı ve biraz  da  tuhaftı. 

zaman 
Küçük  Hanım  bana  şöyle  demişti,  "İnsanları  beni  gör-
126 


meye çağırmanın  karşılığı  budur  işte.  Hiçbir  erkek beni 
görmedi  ve  göremeyecek."' 
Yine de babam kendisini görmüş ola bilir diye bir kere­
sinde onu  çok korkutmuştu. Bu  olduğunda babam sığır­
ların  arasındaydı  ve  eve  geldiği  zaman  tir  tir titriyordu. 
"Bir daha Küçük Hanım' dan söz edildiğini duymak iste­
miyorum.  Bu  sefer canıma  tak etti." Aynı  şey  bir  kere 
daha oldu, Gortin'e at"satmaya gitmişti, o dönmeden önce 
Küçük Hanım merdivenlerde belirdi ve elinde yabani bir 
ot tutarak anneme, "Erkeğin şu anda Gortin' de, eve geldi­
ğinde onu büyük bir korku bekliyor, ama bu otu alıp kaba­
nına  dikersen  hiçbir zarar görmez," dedi.  Annem  çalıyı 
aldı,  "Eminim  bir şeye yaramaz," diye düşünüp yere fır­
lattı -eminmiş!- ne  olsa  beğenirsin,  Gortin'den  dönen 
babam hayatının en büyük dehşetini yaşadı. Ne olduğunu 
tam olarak anımsamıyorum ama üzerinde büyük bir etki 
yapmıştı.  Annem  ise  bu  yaptığından sonra  Küçük Ha­
nım' dan  tuhaf biçimde korkmaya başladı ve  bir  dahaki 
sefere Küçük Hanım'ın öfkeli olacağına kuşku yoktu. "Ba­
na inanmadın," dedi anneme, "ve sana verdiğim çalıyı ateşe 
attın,  onu  bulmak için  çok  uzağa  gitmiştim  ben." Bir 
defasında da gelip William Hearne'nin Amerika'da nasıl 
öldüğünü anlattı. "Haydi,'' dedi, "Lough'agitve William'ın 
öldüğünü, mutlu öldüğünü söyle, İncil' den son okuduğu 
bölüm buydu," okuduğu  bölümü ve dizeyi anneme gös­
terdi. "Haydi,'' dedi, "bir dahaki toplantıda bunu okumala­
rını  söyle,  ve  öldüğünde  onun  başını  kaldırdığımı." Ve 
tabii Wılliam'ın ölümüyle ilgili buyruk hemen o gün yeri­
ne getirildi. Annem, İncil' deki bölüm ve ilahiyle ilgili ola­
rak söyleneni yaptığında daha önce hiç böyle bir dua günü 
yapmamışlardı.  Bir gün o, ben ve annem konuşuyorduk, 
annemi  bir  şeyler  konusunda  uyarıyordu,  birden,  "İşte 
Bayan  Letty  tüm  zarafetiyle  geliyor,  ortalıkta  görünme­
meliyim,"  dedi.  Ve  ayaklarının  üzerinde  dönerek  göğe 
yükseldi,  döne  döne  yukarı  çıktı,  bir rüzgar  merdivenini 
127 


111 1 
ıl1 
ııl 
ı 
ı 
tırmanır gibiydi, ama çok daha büyük bir hızla. Bulutların 
arasındaki bir kuş gibi görünene dek durmadan yükseldi, 
bir yandan da hayatımda bugüne dek duyduğum en güzel 
şarkıyı  söylüyordu.  Söylediği  şey  bir  ilahi  değildi,  şiir, 
olağanüstü bir şiir, annem ve ben ağzımız açık kalakaldık 
ve titriyorduk. "Bu kadın neyin nesi, anne?" diye sordum, 
- "melek mi, bir peri kadın mı, ya da ne?" Bu sırada büyük­
annen  Bayan Letty geldi,  yavrucuğum, o zamanlar taze­
cikti ve başka hiç kimseye benzemiyordu, bizi öyle ağzımız 
açık görünce  hayret etti, annem ve ben ona olanları an­
lattık. Tertemiz giyinirdi ve olağanüstü görünüyordu. Kü­
çük Hanım tuhaf bir biçimde, "İşte Bayan Letty tüm zara­
fetiyle geliyor," deyip 
yükselirken fundalığın yukarısında, 
hiçbirimizin  göremeyeceği  bir yerdeydi.  Ne  kadar  uzak 
bir ülkeye  gittiğini ve kimleri ölürken  gördüğünü Tanrı 
bilir. 
Anımsadığım kadarıyla hava karardıktan sonra hiç gel­
mezdi,  yalnızca  günışığında,  ama  bir  keresinde,  Hallow 
Eve gecesinde çıkageldi. Annem ateşin başındaydı ve ak­
şam yemeğini hazırlıyordu; ördek ve biraz da elma. Küçük 
Hanım içeri süzüldü, "Hallow Eve gecesini sizinle geçir­
meye geldim," dedi.  "Olur," dedi  annem,  "ona  güzel bir 
akşam yemeği verebilirim," diye düşündü. Bir süre ateşin 
başında oturdu. "Yemeğimi nereye getireceğini şimdi sana 
söyleyeceğim,"  dedi.  "Şu  odadaki  dokuma  tezgahının 
arkasına bir sandalye ve tabak getir." "Geceyi burada geçi­
recekseniz,  bizimle  birlikte  masaya  buyurmaz  mısınız?" 
"Sana  söyleneni  yap  ve bana vereceklerini  arka taraftaki 
odaya getir, orada yiyeceğim, başka bir yerde değil." Böy­
lece  annem,  bir  tabak  ördek,  biraz  elma  ve  ne varsa  onu 
söylenen yere götürdü, biz kendi yemeğimizi yedik o da 
kendininkini;  sofradan  kalkınca  içeri  girdim ve orada ne 
gördüm  dersin,  tabağındaki  her  şeyden  biraz  yemiş  ve 
uçup  gitmişti." 
128 


H İ S S ES İ Z   KIS SALAR 
Maive ve onun fındık ağacından yapılma bastonundan 
söz  edildiğini  duyan bir dostum ertesi  gün  işliğe  gitmiş. 
Soğuktan  donmuş  ihtiyar ve sefil  insanlarla  karşılaşmış 
orada, "Kışın uçuşan sinekler gibi," diye düşünmüş, ama 
konuşmaya başlayınca soğuğu unutmuşlar. Ordugahta pe­
rilerle kağıt oynayan bir adam henüz aralarından ayrılmıştı; 
ihtiyar  bir  adam  bir gece büyülü  bir  siyah  domuz  gör­
müştü; ve  dostum,  Raftery'nin  mi  yoksa Callanan'ın  mı 
daha  iyi  şair olduğu  konusunda  tartışan  iki ihtiyarı  duy­
muştu. Birisi Raftery için, "İri cüsseli bir adamdı, şarkıları 
bütün dünyada yankılandı. Onu iyi anımsıyorum. Rüzgar 
esintisi gibi bir sesi vardı," diyordu; ama diğeri, Callanan'ın 
kar 
yağışı altında bile dinlenebileceğinden emindi. O sırada, 
ihtiyar bir adam, arkadaşıma bir öykü anlatmaya başlamış 
ve oradaki herkes zevkle, ikide bir kahkahalara boğularak 
dinlemiş. Olduğu gibi anlatacağım bu öykü, yaşamı doğal 
· 
yalınlığı  içinde  koruyan  fakir ve  çilekeşlerin  zevkle  an­
lattığı, kıssadan hisse çıkarılmayacak uçarı öykülerden biri. 
Hiçbir  şeyin  sonlanmadığı,  öldürülseniz  bile  sadece  iyi 
kalpli  bir  insan  olduğunuz  için  birisinin  bir değnekle 
dokunarak sizi yaşama tekrar döndürdüğü, bir prensseniz 
ve erkek kardeşinize tıpatıp benzediğiniz için onun karı­
sıyla yatsanız bile her şeyin küçük bir münakaşayla geçiş­
tirildiği  zamanlardan  söz  ederler.  Eğer  biz  de  her  şeyin 
bizi  talihsizlikle tehdit edeceği  kadar zayıf ve fakir olsak, 
aptal  insanlar bizi de terk edip gitse, koca dünyanın tüm 
yükünü  omuzlarından  kaldırıp  atacak  denli  kuvvetli  her 
eski  düşü  anımsarız. 
129 


ti 
, ı  
lı 
Bir  zamanlar  oğlu  olmadığı  için  çok  üzülen  bir  kral 
varmış, en sonunda bir alime danışmaya gitmiş. Alim şöyle 
demiş, "Sana söylediklerimi yaparsan kolayca bu işin altın­
dan kalkacaksın. Birisini balık tutmaya gönder. Ve bu balık 
eve gelince, onu yemesi  için kraliçene, eşine ver." 
Böylece kral kendisine söylenileni yapmış, balık avlan­
mış,  eve getirilmiş, ve  kral  bu  balığı aşçıya vermiş; balığı 
pişirmeden önce dikkatli olmasını ve pişirirken balık üze­
rinde damlacık ya da su kabarcığı oluşmamasını emretmiş. 
Ama bir balığı derisinin herhangi biryeri kabarmadan pişir­
mek imkansızdır; derken balığın derisinde bir su kabarcığı 
belirmiş ve  aşçı  parmağıyla  bastırarak  kabarcığı  indirmeye 
çalışmış, yanan  pannağını ağzına götürünce  balığın tadını 
almış. Sonra balık kraliçeye sunulmuş ve kraliçe balığı ye­
miş, balıktan artan parçalar ise bahçeye atılmış; avluda bu­
lunan bir kısrak ve tazı da atılan bu parçaları yemiş. 
Bu  olayın  üzerinden  bir yıl  bile geçmeden, kraliçe ve 
aşçının birer oğulları olmuş, kısrağın iki tane tayı, tazının 
da iki minik yavrusu dünyaya gelmiş. 
Ve  bu  iki delikanlı  eğitimleri  için  bir süreliğine başka 
bir yere gönderilmiş, geri döndüklerinde birbirlerine öyle­
sine benziyorlarmış ki onları birbirinden ayırmak müm­
kün değilmiş. Kraliçe buna çok öfkelenmiş ve alime gide­
rek,  "Hangisinin  benim  oğlum olduğunu  anlamam  için 
· 
bir yol göster bana,  aşçının  oğlunu  da kendi oğlum  gibi 
beslemekten  hoşlanmıyorum,"  demiş.  "Sana  söyledikle­
rimi  yaparsan  bu  oldukça kolay,"  demiş  alim.  Dışarı  çık 
ve onlar içeri girerken kapının yanında dur, seni gördük­
lerinde oğlun başını eğip  selam  verirken aşçının oğlu yal­
nızca  gülecek." 
Kraliçe söylenenleri yapmış, oğlu başını eğerek selam 
verdiği zaman annesi kolayca tanısın diye hizmetçiler genç 
çocuğa bir işaret  koymuşlar.  Ve  bu  olaydan  sonra  hep 
birlikte  akşam yemeğine oturduklarında,  kraliçe,  aşçının 
oğlu Jack'e,  "Benim  oğlum  olmadığına göre  bu evi  terk 
130 


etme  zamanın  geldi,"  demiş.  Kendi  oğlu  Bili ise,  "Onu 
başka yere  göndermeyin,  biz kardeş  değil  miyiz?"  diye 
sormuş. Ancak J ack, "Eğer buranın kendi anne ve babamın 
evi olmadığını  bilseydim, çoktan bu evi terk etmiş olur­
dum,"  demiş.  Bili  ne  söylese Jack'i  durduramamış.  Git­
meden önce, bahçedeki kuyunun yanında,] ack, "Bana kötü 
bir şey olursa,  kuyunun  üstündeki  su kana  dönüşecek, 
altındaki  su ise bal olacak," demiş. 
Sonra,  köpek yavrularından  birini ve balığı yedikten 
sonra  kısrağın yavruladığı  iki  attan  birini  de yanına  alıp 
tozu dumana katarak yola çıkmış. Bir dokumacının kulü­
besine ulaşana dek öylece yoluna devam etmiş, ona kalacak 
bir  yer  olup  olmadığını  sormuş  ve  dokumacı  da  ona  bir 
oda vermiş. Sonra bir  kralın sarayına ulaşana dek yoluna 
devam etmiş ve kapıya yaklaşarak, "Kral bir hizmetçi ister 
mi?"  diye  sormuş.  Kral  ise,  "Tüm  istediğim,  her sabah 
inekleri  otlatmak  için  tarlaya götürüp  gece  süt  sağmak 
için geri getirecek bir genç," diye yanıtlamış. Jack, "Sizin 
için bunu yapabilirim," demiş. Bunun üzerine kral da onu 
işe  almış. 
Sabah olunca, Jack, seksen kadar inekle beraber onları 
atlatacağı yere gönderilmiş. Ama gittikleri yer çimen değil 
taşla doluymuş. Bunun üzerine J ack daha iyi çimenle kaplı 
bir yer  aranmış,  bir  süre  sonra verimli çimenle  kaplı  ve 
bir deve ait olan bir alan görmüş. Sonra duvarın bir kısmı­
nı yıkarak inekleri içeri almış ve kendi de bir elma ağacının 
tepesine tırmanıp elm:tları yemeye başlamış. O sırada dev, 
tarlaya gelmiş.  "Ham  hım  hum.  Bir  İrlandalının kanının 
kokusunu alıyorum, ağacın tepesinde olduğunu biliyorum, 
bir defada yemek için  çok büyük,  iki  defada yemek  için 
ise çok küçüksün, seni  öğütüp  burnuma  enfiye gibi çek­
mezsem  başka ne  işime yararsın,"  demiş Jack'e. Jack ise, 
"Madem ki güçlüsün, bağışlayıcı ol," diye seslenmiş ağacın 
tepesinden.  Bunun  üzerine,  "Aşağı  insene  küçük  cüce," 
demiş dev, "yoksa seni parçalar,  ağacı  da ikiye  ayırırım." 
131 


ı ,  
Jack  ağaçtan  inmiş.  "Birilerinin  kalbine  kızgın  bıçaklar 
saplayabilir  misin?  Kızgın  taşlar  üzerinde  savaşabilir 
misin?" demiş dev.  "Evdeyken kızgın  taşlar üzerinde  sa­
vaşmaya alışıktım, senin kirli ayakların onun içine gömülse 
de benimkiler düze çıkar," demişJack. Böylece savaşmaya 
başlamışlar. Sert zemini yumuşatıp yumuşak zemini sert­
leştirmişler, yeşil zeminin üzerinde kaynak kuyuları belir­
miş. Bütün gün boyunca hiçbiri bir diğerine üstünlük sağ­
layamamış, sonunda küçük bir kuş gelip çalılığın üzerine 
konmuş ve Jack' e, "Eğer günbatımına kadar onun hesabını 
göremezsen  o  senin  hesabını  görecek,"  demiş.  Bunun 
üzerine Jack tüm gücünü toplamış ve deve diz çöktürmüş. 
Dev, "Bana hayatımı ver, ben de sana en değerli üç arma­
ğanı vereyim,''  demiş.  "Nedir bunlar?" diye sormuş Jack. 
"Hiçbir şeyin karşı koyamayacağı bir kılıç, giydiğinde senin 
herkesi  görebileceğin  ama  kimsenin  seni  göremeyeceği 
bir elbise ve seni rüzgardan daha  hızlı koşturacak bir çift 
ayakkabı," diye  yanıtlamış  dev.  "Peki  nerede  bu arma­
ğanlar?" diye sormuşJack. Dev, "Şu tepedeki kırmızı kapı­
nın ardında,''  diye  yanıtlamış.  Bunun üzerine Jack gidip 
onları dışarı çıkarmış.  "Kılıcı nerede deneyeceğim?" diye 
sorunca,  "Şu biçimsiz siyah ağaç kütüğü üzerinde dene,'' 
diye yanıtlamış dev. Jack, "Senin kafandan daha siyah ya 
da daha biçimsiz  hiçbir şey görmüyorum," demiş ve  tek 
bir vuruşta devin kafasını kesmiş, kafa  havaya uçmuş ve 
yere düşerken Jack onu kılıcıyla yakalayıp ikiye ayırmış. 
"Tekrar bir bedene eklenmemem senin için de iyi oldu,'' 
demiş kafa, "böylece onu bir daha asla uçuramayacaksın." 
Jack ise, "Sana bu şansı tanımadım," demiş. Büyülü elbiseyi 
de  alarak uzaklaşmış. 
Akşam olunca  inekleri getirmiş ve herkes ineklerin  o 
akşam  ne  kadar  süt  vereceğini  merak  ediyormuş.  Kral, 
prenses,  kızı  ve  diğerleriyle  birlikte  akşam yemeğindey­
ken,  "Sanırım  bu  akşam  üç  yerine  sadece  iki  kükreme 
duyuyorum,'' demiş. 
132 


Ertesi  sabah Jack  tekrar  ineklerle  birlikte yola  koyul­
muş ve  çimenlerle kaplı  başka bir açıklık görmüş, duvarı 
yıkıp  inekleri  içeri almış.  Bir önceki  gün  olanların  aynısı 
gerçekleşmiş,  ama  bu seferki  devin iki  başı varmış, yine 
savaşmışlar,  ve  daha  önce  olduğu  gibi  kuş  gelip Jack'le 
konuşmuş. Jack, devi yere  devirdiğinde,  "Bana  hayatımı 
ver, ben de sana sahip olduğum en değerli şeyi vereyim," 
demiş  dev.  "Nedir  o?"  diye  sormuş Jack.  "Bu,  giymen 
için bir elbise, bunu giydiğinde sen herkesi görebileceksin 
ama kimse seni göremeyecek," diye yanıtlamış dev. Jack, 
"Nerede peki bu  elbise?"  diye  sormuş.  "Tepenin yama­
cındaki şu küçük kırmızı kapının ardında." Jack gidip elbi­
seyi  almış.  Sonra  devin  iki  başını  da  uçurmuş  ve  başlar 
yere inerken yakalayıp onları dört parçaya ayırmış. Başlar 
da  tekrar bir bedene  eklenmemelerinin Jack  için  de  iyi 
olduğunu  söylemişler. 
O  gece  geri  döndüklerinde  inekler  o  kadar çok  süt 
vermiş  ki  etraftaki  bütün  kaplar ağzına kadar sütle  dol­
muş. 
Ertesi sabahJack tekrar yola koyulmuş. Her şey önceki 
günkü  gibi  olmuş,  bu seferki dev\n dört başı varmış ve 
Jack  devin  başlarını  sekiz  parçaya ayırmış.  Dev  de  ona 
tepenin  yamacındaki  küçük  mavi  bir  kapıya  gitmesini, 
orada  rüzgardan daha hızlı  koşmasını  sağlayacak bir çift 
ayakkabı  bulacağını  söylemiş. 
O  gece  inekler  öylesine  çok  süt vermiş  ki  kaplar  o 
kadar sütü almaya yetmemiş,  süt kiracılara ve yoldan ge­
çen  fakirlere  dağıtılmış, arta  kalanı  da  pencerelerden dö­
külmüş.  Hatta  o  yoldan  ben  de  geçiyordum ve  ben de 
biraz  içtim. 
O gece kral, Jack'e, "Bugünlerde inekler neden bu ka­
dar çok  süt veriyor?  Onları  başka  bir yerde  mi otlatıyor­
sun?"  diye  sormuş.  "Hayır,"  diye  yanıtlamış Jad:,  "ama 
iyi  bir değneğim var,  inekler ne  zaman  durup  bir  yere 
uzanacak olsa onlara değnekle vuruyorum, onlar da duvar-
133 

, ı  


ı ;. 
:ıı 
ı:ı 
ı ,ı 
1 '  
ların,  taşların,  hendeklerin  üzerinden  zıplayıp  atlıyorlar; 
bu kadar çok  süt vermelerinin  nedeni  bu." 
Ve  o  akşam yemekte  kral,  "Hiç  kükreme  duymuyo­
rum,"  demiş. 
Ertesi  sabah, Jack tarlaya  gittiğinde onun ne  yaptığım 
görmek için  kral ve  prenses  pencerede  onu izliyorlarmış. 
Jack, orada olduklarını biliyormuş, bir değnek alıp ineklere 
vurmaya başlamış,  inekler de  taşların, duvarların ve  hen­
deklerin üzerinden sıçramaya,  zıplamaya başlamış. İşte o 
zaman kral,  'Jack'in  söyledikleri yalan değilmiş," demiş. 
O sıralar, her yedi yılda bir gelip onunla başa çıkacak 
cesur adamlar yoksa bir kralın kızını yiyen bir yılan varmış, 
Jack'in d

bulunduğu 
o yerde  bir prenses yaşıyormuş ve 
kral da yer altında tam yedi yıldır bir başkıran besliyormuş, 
alabildiğine  azametli ve  her an  savaşmaya  hazırmış. 
O  an  gelip çatınca, prenses ve başkıran birlikte  dışarı 
çıkıp sahile  inmişler, tam oraya vardıklarında başkıran ne 
yapsa beğenirsiniz, yılan gelip zahmetsizce prensesi yut­
sun  diye  onu  bir ağaca  bağlamış  ve  kendi  de  gidip  bir 
sarmaşığın ardına gizlenmiş.  Prenses ona daha önce bun­
dan söz ettiği için Jack: ne olup bittiğini biliyormuş, hatta 
kız kendisine yardım edip edemeyeceğini sorduğunda Jack 
yardım edemeyeceğini  söylemiş. Ama Jack o  anda  çıka­
gelmiş, ilk devin ona verdiği elbise varmış üzerinde, pren­
sesin  olduğu yere yaklaşmış ama prenses onu tanımamış. 
"Bir prensesin ağaca bağlanması doğru mu?" diye sormu§ 
Jack.  "Elbette  değil,"  demiş  prenses  ve Jack'e  olanları 
anlatmış, nasıl olup 
da 
yılanın kendisini almaya geleceğini 
söylemiş. Jack,  "Birazcık başımı  kucağına  koyup uyuma­
ma izin ver, yılan gelirken beni uyandırırsın," demiş. Söy­
lediği gibi de yapmış; 
kız, 
yılanın  geldiğini görünce Jack'i 
uyandırmış. Jack uyanıp yılanla dövüşmüş ve yılanı denize 
kadar kovalamış. Kızı bağlayan ipi kesmiş ve yoluna gitmiş. 
Başkıran ağaçtan aşağı inmiş,  prensesi kralın olduğu yere 
getirmiş  ve,  "Bugün  bir  dostum  gelip  yılanla dövüştü, 
134 


onca  zaman yer altında  kapalı kaldıktan sonra biraz ürk­
tüm ama yarın yılanla  kendim  dövüşeceğim," demiş. 
Ertesi gün tekrar yola  koyulmuşlar ve  yine  aynı şey 
olmuş; başkıran, prensesi, yılanın kolayca ve zahmetsizce 
ulaşabileceği bir yere bağlamış ve kendi de sarmaşığa giz­
lenmiş. Jack,  ikinci devden aldığı elbiseyi  giymiş ve yola 
çıkmış,  prenses  onu  tanımıyormuş  ama  bir  önceki  gün 
olup biten her şeyi anlatmış, nasıl  olup da hiç tanımadığı 
bir centilmenin gelip kendisini kurtardığından söz etmiş. 
Jack, prensesin kucağına  uzanıp başını  koyarak  uyumak 
istediğini, yılan gelirken kızın kendisini uyandırabileceğini 
söylemiş. Her şey tümüyle önceki günkü gibi olmuş. Baş­
kıran, prensesi 
krala 
götürüp bir başka arkadaşının prenses 
için  dövüştüğünü söylemiş. 
Ertesi gün, prenses, daha önce olduğu gibi sahile yol­
lanmış ve  birçok insan  kralın  kızını almaya gelen yılanı 
görmek için orada toplanmış. Jack, üçüncü devden almış 
olduğu elbiseyi kuşanmış, prenses onu  yine  tanımamış 
ve daha önceki gibi konuşmuşlar. Ama bu sefer Jack uy­
kudayken, prenses  onu tekrar bulabileceğinden emin ol­
ması gerektiğini  düşünmüş, bir makas çıkarıp  saçından 
bir tutam  kesmiş,  bunu  da bir kağıda sararak saklamış. 
Ve bir şey daha yapmış, J ack'in ayağındaki ayakkabılardan 
birini  çıkarmış. 
Yılanın yaklaştığını görünce Jack'i uyandırmış ve Jack, 
"Bu  sefer yılana öyle bir şey yapacağım  ki artık bir daha 
hiçbir kralın  kızını  yiyemeyecek,"  demiş.  Devden  aldığı 
kılıcı çıkarıp yılanın ensesine saplamış, öyle bir kan ve su 
fışkırmış ki karanın elli  mil  içlerine kadar yayılmış ve bu 
da  onun  sonu  olmuş.  Sonra da  ortadan  kaybolmuş,  hiç 
kimse nereye gittiğini görmemiş; başkıran, prensesi krala 
götürerek onu kurtardığını iddia etmiş, bu durumdan en 
çok o faydalanmış ve kralın sağ kolu olmuş. 
· 
Ama evlilik hazırlıkları tamamlandığında, prenses, sak­
ladığı bir tutanı saçı  çıkarmış ve  ancak bu  saçın  sahibiyle 
135 


il 
!;ı· 
' ı 
ıı 
il 
ııı 
ıl 
ı lı 
' "  
evleneceğini,  sonra  da  ayakkabıyı  gösterip  bu  ayakkabı 
kimin  ayağına olursa onunla evleneceğini  söylemiş.  Baş­
kıran,  ayakkabıyı  giymeye  çalışmış,  ama  başparmağı  bir 
türlü ayakkabıya sığmıyormuş, saçı da kızın hayatını kurta­
ran  adamdan  kestiği  saça  hiç  benzemiyormuş. 
Bunun üzerine kral, ayakkabıyı denemeleri için, ülke­
nin  bütün  soylu  erkeklerini  bir araya  getiren  bir davet 
vermiş. Bütün erkekler, ayakkabıyı giyebilmek için dülger 
ve doğramacılara gidip  ayaklarına şekil verdirmeye çalışı­
yormuş,  ama  faydasız,  hiçbiri o  ayakkabıyı  giyememiş, 
Böyle olunca,  kral,  alime  gitmiş ve ne yapabileceğini 
sormuş.  Alim  de  ona yeni  bir  davet vermesini, ama bu 
sefer  zenginler 
gibi 
fa
k
i
r
l
e
r

de çağırmasını 
söylemiş_ 
Davet verilmiş,  insanlar  akın  akın  davete  gelmiş  ama 
ayakkabı hiçbirinin ayağına uymamış. 
Alim, "Evin her ferdi burada mı?" diye sormuş. "İnek­
leri  güden  çocuk hariç  herkes  burada,"  diye  yanıtlamış 
kral,  "onun  buraya  gelmesini  istemiyorum." 
Bu  sırada, Jack,  aşağı  avludaymış,  kralın söylediğini 
duymuş  ve  çok  öfkelenmiş,  gidip  kılıcını  almış,  kralın 
başını  uçurmak  için  koşarak  merdivenleri  çıkmış,  ama 
daha kralın yanına  ulaşamadan anakapıyı tutan adam onu 
merdivenlerde görmüş ve sakinleştirmiş, merdivenlerin 
başına geldiğinde prenses onu görmüş,  çığlık atarak kol­
larına koşmuş. Ayakkabıyı denemişler ve ayağına tam gel­
miş,  saçı  da  daha  önce  kesilen  bir tutam saçla  aynıymış; 
böylece evlenmişler ve üç gün üç  gece  süren büyük bir 
davet verilmiş. 
Kutlamalar tam bitmiş ki üzerindeki çanlar çalarak bir 
geyik  gelmiş  pencerenin önüne.  "İşte av burada,  avcı ve 
zağar nerede?" diye seslenmiş_  Bunu duyanJack kalkmış, 
atını ve zağarı alıp geyiği avlamaya gitmiş. Bütün gün bo­
yunca  dere  tepe  düz gitmişler, gece  olunca  da  geyik bir 
ormana  girmiş.  Jack  de  onun  peşinden  ormana  dalmış, 
tek görebildiği duvarı çamurla kaplı bir kulübeymiş, içeri 
136 


girmiş,  içeride  ateşin  başında  oturan,  neredeyse  iki yüz 
yaşında ihtiyar bir kadın varmış. "Buradan geçen bir geyik 
gördün  mü?" diye sormuş Jack.  "Görmedim," demiş  ka­
dın,  "ama  bir geyiğin  izini  sürmek  için  çok geç oldu,  bu 
gece  burada konaklayabilirsin." "Atımı ve  zağarı ne yapa­
cağım?" diye sormuşJack. "Şurada iki tel saç var, bağlamak 
için onları kullanabilirsin." Bunun üzerine J ack dışarı çıkıp 
atını ve zağarı bağlamış, içeri girdiğinde ihtiyar kadın, "Sen 
benim üç  oğlumu  öldürdün,  ben de  şimdi  seni öldüre­
ceğim,"  demiş.  Her biri  elli  kilo ağırlığında bir çift boks 
eldiveni giymiş, tırnakları ise on beş inç uzunluğundaymış. 
Dövüşmeye başlamışlar, Jack zor durumdaymış. "Yardım 
et zağar!" diye  bağırmış Jack, kadın  ise,  " Hadi saç, boğ 
onu!" diye haykırmış, zağarın boynundaki saç öldüresiye 
sıkıyormuş onu.  "Yardım et at!" diye bağırmışJack, kadın 
ise, "Hadi saç, boğ onu!" diye haykırmış, atın boynundaki 
saç  iyice gerilip öldüresiye sıkıyormuş onu. Sonunda ka­
dın, Jack'in  işini  görmüş ve  kapıdan dışarı atmış. 
Şimdi  Bill'e  dönelim.  Bir  gün bahçedeyken  kuyuya 
şöyle  bir  göz  atmış,  kuyunun  üstündeki  suyun  kana  dö­
nüştüğünü, altındaki suyun ise bal olduğunu görmüş. Bu­
nun üzerine, gerisin geri  eve  girmiş ve annesine, '1ack'e 
· ne  olduğunu  öğrenene  dek aynı  masada  ikinci  bir  defa 
yemek yemeyeceğim ve  aynı yatakta  ikinci  defa uyuma­
yacağım," demiş. 
Diğer atı ve zağarı alarak horozların hiç ötmediği, kor­
naların  hiç  duyulmadığı ve  şeytanın borusunu hiç  öttür­
mediği  tepelere  doğru  yola  koyulmuş.  Sonunda  doku­
macının evine varmış,  içeri girdiğinde  dokumacı,  "Hoş 
geldin,  seni geçen sefer beni  ziyaret ettiğinden daha  iyi 
ağırlayacağım,"  demiş;  öylesine  birbirlerine  benziyor­
larmış ki onun Jack olduğunu zannetmiş.  "Bu  iyi" demiş 
Bili kendi kendine, "kardeşim burada bulunmuş." Ve ora­
dan  ayrılmadan  önceki  sabah  dokumacıya  bir  kova  altın 
vermış. 
137 



lı 

Sonra  kralın  sarayına  kadar  gitmiş, kapıya vardığında 
merdivenlerden  inen  prensesi  görmüş.  Prenses,  "Evine 
hoş geldin," demiş. Etraftaki herkes, "Evlendikten üç gün 
sonra ava gidip uzun bir süre evden uzakta kalman tuhaf," 
demiş.  O  gece  prensesle  kalmış  ve  prenses  de  o  süre 
boyunca Bill'in kendi eşi olduğunu zannetmiş. 
Sabah olunca  sırtındaki  çanlarla  geyik tekrar gelmiş 
pencerelerin altına, "Av burada, avcılar ve zağarlar  nere­
de?"  diye  seslenmiş.  Bunun  üzerine füll kalkip  atını  ve 
zağarı  alarak  tepeler ve  düzlükler  boyunca  ormana  dek 
onu  izlemiş, ormana girdiğinde  duvarları  çamurla  kaplı 
bir kulübe ve ateşin başında oturan ihtiyar bir kadın gör­
müş,  kadın gece orada konaklamasını s.öylemiş, atı ve 
za­
ğarı bağlaması  için de iki tel saç vermiş. Ama Bill,Jack'ten 
daha zekiymiş ve dışarı çıkmadan önce iki tel saçı gizlice 
ateşe atmış. İçeri girdiğinde ihtiyar kadın, "Sen benim üç 
oğlumu öldürdün, ben de seni öldüreceğim," demiş; eldi­
venlerini giymiş ve dövüşmeye başlamışlar; Bill, "Yardım 
et at!" diye bağırmış, kadın ise, "Hadi  saç, boğ onu!" diye 
haykırmış; saç ise "Yapamam, ateşteyim," diye yanıtlamış 
ihtiyar kadını. 

sırada at içeri girip kadına bir çifte atmış. 
"Yardım et zağar!" demiş Bill,  kadın ise, "Hadi saç, boğ 
onu!" diye haykırmış; ''Yapamam, ateşteyim," demiş ikinci 
saç. Derken zağar kadına dişlerini _geçirmiş, Bili ise kadını 
yere devirmiş ve kadın merhamet dilemiş. "Hayatımı ver 
bana,"  demiş,  "ben  de  sana  kardeşini,  atını  ve  zağarını 
nerede  bulacağını  söyleyeyim."  "Nerede?"  diye sormuş 
Bill. Kadın, "Şöminenin üzerindeki değneği görüyor mu­
sun?" demiş,  "onu  al oradan, dışarı  çık ve  üç yeşil  taşın 
olduğu yere git ve taşlara onunla vur, çünkü bu yeşil taşlar 
senin kardeşin, at ve zağar, bu yolla üçü de hayata döne­
cekler."  "Pekala,  ama önce seni yeşil bir taş  yapacağım," 
demiş Bill ve kadının başını uçurmuş. 
Sonra dışarı çıkıp taşlara vurmuş, gerçekten de kardeşi 
Jack,  atı  ve  zağarı  sağ  salim  hayattaymış.  Etraftaki  diğer 
138 


taşlara da vurmaya  başlamışlar, ve  bu  taşlar da insanlara 
dönüşmüş, daha önce taşlaşan yüzlerce ve binlerce insan. 
Sonra da iki  kardeş eve doğru yola  koyulmuşlar; ama 
yolda gelirlerken, Bill'in geceyi  karısıyla geçirdiğini duy­
maktan hoşlanmayan J ack yüzünden aralarında bir tartışma 
ya da münakaşa  geçmiş,  buna  çok öfkelenen  Bill, Jack'e 
bu değnekle vurmuş ve  onu yeşil bir taşa dönüştürmüş. 
Sonra  eve dönmüş  ama  prenses  onun  aklını  kurcalayan 
bir şey olduğunu anlamış, bunun üzerine "Ben kardeşimi 
öldürdüm,"  demiş  Bili.  Hemen oraya  gidip Jack'i  tekrar 
hayata döndürmüş ve  ondan sonra hep mutlu yaşamışlar, 
boy boy  çocukları  olmuş.  Bir  defasında  ben  de  oradan 
geçiyordum, beni içeri çağırıp bir fincan çay ikram ettiler. 
1
902 
139 


�l 1 
1  1 
·ı 
ı 
� 


t i  


1 1  
l! 
1 1  

YOL KEN ARINDA 
Geçen gece birkaç İrlanda şarkısı dinlemek için Kiltar­
tan yolundaki büyük bir yere gittim. Şarkıcıları beklerken 
ihtiyar  bir  adam  ülkenin  yıllar önce  ölen  güzellikleri ve 
çok iyi şarkı söylediğini bildiği bir adam hakkında bir ezgi 
mırıldandı,  öyle  ki,  hiçbir  at onu  dinlemeden geçmiyor, 
duymak için başını çevirip  kulak kabartıyordu. Sonra bir 
grup adam, delikanlı ve genç kız, başlarında şallarıyla ağaç­
ların  altında  dinlemek için toplandı.  Birisi  Sa  Muirnin 
Diles'i 
bir  başkası  dajimmy Mo Milestor'u  söyledi,  hepsi 
de acı  dolu ayrılık, ölüm ve sürgün şarkıları. Sonra adam­
lardan  bazıları  ayağa  kalktı  ve  dans  etmeye  başladı, bir 
başkası  tempoyu  iyice artırırken  birisi  de beni  her şar­
kıdan daha fazla et�ileyen  mutlu  buluşma şarkısı Eiblin a 
Ruin'i  söyledi,  zira  Şarkıdaki aşık, onu  sevgilisine, çocuk­
luğumda her gün gördüğüm bir dağın gölgesi altında söy­
lüyordu.  Sesler alacakaranlıkta  eriyor  ve  ağaçlara  karışı­
yordu, ve  sözcükleri düşündüğüm zaman onlar da eriyip 
yok oluyor ve  insan  nesliyle iç  içe geçiyordu. Artık beni 
daha  eski  dizelere,  hatta  unutulmuş  mitolojilere götüren 
bir  cümle,  düşünsel  bir  tavır,  duygusal  bir  biçimdi.Öyle 
uzağa gitmiştim  ki dört nehirden birine varmışım ve ya­
şam  ile bilgi ağacının köklerine  dek  cennetin  duvarı  bo­
yunca onun akışını izliyormuşum gibi geldi bana. Kulü­
belerde kotarılmış ve  insanı, biraz  olsun göğe yükseliyor 
olduğu hissini verecek kadar uzağa götüren söz ya da dü­
şüncenin olmadığı hiçbir şarkı ya da öykü yoktur; insan 
yükseliş  hakkında  ne  kadar az şey bils.e  de,  Ortaçağ var­
lıkbilimleri  gibi,  el  değmemiş  saygınlıklar boyunca dün-
140 


yanın başlangıcına yükseldiğini bilir. Halk sanatı, gerçekte, 
düşünce  aristokrasilerinin en eskisidir; geçici ve  önemsiz 
olanı, bayağı ve içtenliksiz olan kadar kesin biçimde yadsı­
dığı için tümüyle zeki ve şıktır; nesillerin en basit ve unu­
tulmaz düşüncelerini kendinde topladığı  için her tür bü­
yük sanatın kökleştiği topraktır. Hangi ateş kenarında ko­
nuşulsa, hangi yol kenarında söylense ya da hangi lentoya 
oyulsa, özgür bir aklın bütünlük ve biçim verdiği sanatla­
rın  değeri,  zamanı  gelmişse  eğer,  bir  çırpıda  serpilir. 
İmgesel bir geleneği dışlamış olan bir toplumda, yalnız­
ca  az sayıda  insan -milyonlar  içinden  üç ya da  dört bin 
kişi- kendi  kişilikleri ve  mutlu rastlantılar  sayesinde, ve 
ancak büyük bir çabadan sonra imgesel şeyleri anlayabilir, 
ve o zaman 'imgelem insanın bizatihi kendisi olur.' Orta 
Çağ'da  kiliseler bütün  sanatları  kendi  hizmetine almıştı, 
çünkü insanlar imgelemin yoksunlaştırıldığını anladığında, 
gerçek  bir  ses  -bazılarına göre  o  yegane  ses- sakınımlı 
umudun, direşken  inancın ve anlama gayretinin  uyanışı 
için ancak bütünlüksüz sözcüklerle konuşabilir, eğer hali 
sessizliğe gömülmediyse. Ve eski şarkıları yeniden yaşatıp 
eski  öyküleri  kitaplarda  toplayarak imgesel  geleneği  can­
landıracak  olan  bizler Galilee savaşında yerimizi alabilir­
mişiz gibi görünüyor.  İrlandalı olanlar ve  az sayıda insan 
için zihinsel düşkünlüğün yolları demek olan başka yolları 
açmaya girişenlere de bu savaşta yer var. Onları yeri, "Eğer 
bu adamı salıverirsen Sezar'ın dostu değilsin," diye haykı­
ran  Musevilerin yanı. 
1901 
141 


.1 
1 11 
lı 

ı  ı 
,ı 
Ilı 
' t, 
ı 
il 
'j 
ı 


iı 
ı .  
1 11 
ıl  1 


ı p  
l ,ı 



l·-
ALACAKARAN LIGA  D O GRU 
Yıpranmış yürek,  yıpranmış  bir  zamanda 
Kurtul ağından yanlış ve doğrunun 
Gül, ey yürek,  bir daha koyu alacakaranlıkta 
İç  çek,  ey yürek,  sabah çiyinde bir daha 
Anayurdun İrlanda hep genç yine de 
Hep  parıldıyor çiy ve  alacakaranlık koyu 
Yitse  bile umudun ve yok  olsa tutku 
Yanarak kara  çalan bir dilin ateşinde 
Gel,  ey yürek,  yükseldiği yere  tepelerin 
Çünkü gizemli kardeşliği 
var orada 
Tepelikli  ormanın  o  derin  ormanla 
Ve değişen ay işler  ruhunu  hepsinin 
Ve Tanrı ayakta yalnız 
borusunu  üfleyip 
Zaman 
ve 
dünya uçuyor hiç durmadan 
Tutku  bile  incelikli  değil  koyu  alacakaranlıktan 
Ne de  umut sabah çiyinden daha kadim 
142 
• 

Yüklə 1,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin