§ey olduğunu anlattı. Ke§ke sözlerini o zaman bir taraflara
yazsaydım, çünkü aklımda kalanlardan çok daha canlıydı.
1902
40
KOYUNLARIN ŞÖVALYESİ
Keltler zamanında, Ben Bulben ve Cope dağının kuze
yinde, koyunların şövalyesi diye adlandırılan güçlü bir çift
çi yaşardı. Orta Çağ'ın en savaşçı kabilelerinden birine
mensup olmakla övünür, bu özellik işleri ve amellerinde
de görülürdü. Onun gibiküfredebilen bir adam daha vardı
ve bu adam dağın üst kesiminde yaşardı. Gaydasını kay
bettiğinde, "Tanrım bunu hak etmek için ne yaptım?"
demiş, ve yalnızca dağda yaşayan o adam, rekabete tutuş
tukları bir gün ağız dalaşında ona rakip olmuştu. Devinim
lerinde tutkulu ve sertti, öfkelendiğinde sol eliyle beyaz
sakalını sıvazlardı.
Bir gün, hizmetçi, Bay O'Donnell diye birinin geldiğini
haber verdiğinde ben de onunla yemek yiyordum. İhtiyar
adam ve iki kızına bir sessizlik çöktü. Sonunda büyük
kız, babasına, "Git ve onu yemeğe davet et," dedi şiddetle.
İhtiyar adam dışarı çıktı ve oldukça rahatlamış görünerek
geri döndü, "Bizimle yemek yemeyeceğini söyledi," dedi.
"Dışarı çık," dedi büyük kız, "ve onu arka salona davet
edip biraz viski ikram et." Yemeğini henüz bitiren baba
asık bir yüzle söyleneni yaptı, arka salonun kapısı kapa
nırken çıkan sesi duydum. Burası, kızların akşamları otu
rup dikiş diktikleri küçük bir odaydı. Daha sonra kız,
bana dönerek, "Bay O'Donnell vergi tahsildarıdır, geçen
yıl vergilerimizi artırdı ve babam buna çok öfkelendi, bize
uğradığında onu süthaneye götürdü ve oradaki hizmetli
kadını bir mesaj iletmesi için başka bir yere gönderdi,
sonra da ona büyük hakaretler etti. "Size göstereceğim,
bayım," diye yanıtladı O'Donnell, "yasalar çalışanlarını
4 1
'
' I
'
'
f
'
(lı
il,
ı' 1
ı lı,
f 1
' 1 11
, ,
' •'
�·
,,
"
1
,l ı
"
ı ıı
I'
1 ' '
1
' !
koruyabilir." Ama babam, ona hiçbir tanığı olmadığını
anımsattı. Daha sonra bu tartışmadan yorgun düşen ve
üzülen babam, adama evine giden bir kestirme yol göste
receğini söyledi. Ana caddeye giden yolu yarıladıklarında,
babamın çift sürmekte olan adamlarından birine rastla
dılar, nasıl olduysa babamın öfkesi nüksetti ve o adamını
da bir mesaj iletmek üzere başka bir yere gönderip yeni
den tahsildara hakaret etmeye başladı. Bunu duyduğumda,
O'Donnell gibi sefil bir yaratığı bu kadar gözde büyütme
sinden iğrendi m; birkaç hafta önce O'Donnell'in tek oğlu
nun öldüğünü ve onu kırık bir kalple yalnız bıraktığını
öğrendim. Bu yüzden, bir dahaki gelişinde babamın ona
kibar davranmasını sağlamaya karar verdim," dedi.
Bu konuşmadan sonra kız bir komşusuna gitti, ben
de ağır ağır arka salona doğru yürüdüm. Kapıya geldi
ği mde içeriden öfkeli sesler duydum. İki adam, belli ki,
yine vergi meselesine dalmıştı, zira oraya buraya yürüye
rek bağrıştıklarını duyabiliyordum. Kapıyı açtığımda, beni
gören çiftçi konuksever bir ifade takınarak viskinin nerede
olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Şişeyi dolaba koyarken
onu görmüştüm, bu yüzden gidip şişeyi olduğu yerden
aldım, tahsildarın zayıf ve öfke dolu yüzüne bakarak. Tah
sildar, dostumdan bir hayli yaşlıydı, ayrıca çok bitkin, yıp
ranmış ve tuhaftı. Onun gibi gürbüz ve başarılı bir adam
değildi, daha çok şu rahat yüzü göremeyenlerden biriydi
o. Oturmuş düş kuran çocuklardan birini fark ettim,
" Kuşkusuz sen bir O'Donnell olmalısın," dedim, "nehrin
dibinde onların hazinesinin yattığı ve çok başlı bir yılanın
koruduğu oyuğu iyi biliyorum." "Evet, efendim" diye ya
nıtladı, "ben bir dizi prensin sonuncusuyum."
Daha sonra havadan sudan bir sürü şey konuştuk, dos
tum bir kez bile sakalını sıvazlamadı, çok içtendi. Sonunda
sıska ve ihtiyar tahsildar gitmek üzere ayağa kalktı, "Uma
rım gelecek yıl birlikte bir kadeh içeriz," dedi dostum.
"Hayır, hayır," diye yanıtladı tahsildar, "gelecek yıl ölmüş .
42
olacağım." "Ben de oğullarımı kaybettim," dedi beriki,
oldukça kibar bir sesle. "Ama senin oğulların benimkiler
gibi değildi." Bunun üzerine, iki adam
da
acı bir öfke ve
üzgün kalplerle oradan aynldı. Tartışmaya girmedim, an
cak kalkıp gidemezdim de, böylece iki adamın ölen oğul
larının değeri üzerine yaptığı öfkeli bir tartışmanın tam
ortasında kalmıştım.
O
düş kuran çocuklara acımasam,
birbirinin canına okumaları için onları kendi haline bırakır
ve anımsamaya değer bir sürü sövgü duyardım.
Koyunların şövalyesi hep zafer kazanırdı. Çamur ve
kana bulanmış bu savaş zırhını kuşanan hiç kimse onu alt
edemez. Sadece tek bir defa yenildi, ve bu öykü onu anla
tır.
O
ve bazı çiftlik sahipleri, büyük bir ambarın karşı
sında yer alan küçük bir kulübede oturmuş kağıt oynu
yorlardı. Bu kulübede bir zamanlar tekinsiz bir kadın yaşa
mıştı. Birden, oyunculardan biri yere bir as attı ve sebep
siz yere küfretmeye başladı. Ettiği küfürler öyle korkunçtu
ki diğer oyuncular ayağa kalktı, dostum, "Bunda bir tuhaf
lık var, bir
ruh
onu ele geçirmiş," dedi. Hemen
kendilerini
kurtarmak için
ambara açılan kapıya koştular.
Tahta sürgü
yerinden oynamadı
ve koyunların şövalyesi,
hemen el al
tında, duvara dayalı
duran bir testereyi aldı
ve sürgüyü
kesmeye başladı.
Kapı birden, onu sıkıca
tutan birinin
elinden kurtulmuş gibi
gürültüyle açıldı ve
oradan kaçıp
gittiler.
1
43
1 1
''I
, ,
1
• ıı
ı ,
ı l
r 1
, j
ı''ı
11111
'
1
1
1
' 1
ilj·,
D İR E Ş KE N BİR YÜR�K
Bir
gün,
bir arkadaşım,
Koyunların Şövalyesi'nin
port
resini
yapıyordu. İhtiyar adamın kızı da oradaydı, sonunda
söz aşka,
aşk yapmaya
geldiğinde,
babasına, "Ona
aşk ma
ceralarını
anlatsana," dedi. İ
h
t
i
yar adam
piposunu ağzından
çıkardı ve
"Hiç kimse sevdiği kadınla evlenmez," dedi.
Sonra
da kıkırdayarak, "Evlendiğim kadından daha çok
hoşlandığım
on beş kadar kadın oldu hayatımda," dedi ve
bir sürü
kadın ismi saydı. Delikanlıyken, annesinin babası
plan büyükbabasının yanında çalıştığını ve (dostum sebe
bini unutmuş) büyükbabasının adıyla, Doran diye çağrıl
dığını anlattı.John Byrne adında çok sıkı bir dostu varmış.
Bir gün o ve arkadaşı, Queenstown'a,John Byrne'yi Ame
rika'ya götürecek olan göçmen gemisini beklemeye git
mişler. Rıhtımda yürürlerken, bir bankta oturmuş çare
sizce ağlayan bir kız ve hemen önünde birbiriyle tartışan
iki adam görmüşler. Doran, "Sanırım sorunun ne oldu
ğunu biliyordum," dedi. "Adamlardan biri ağabeyi biri
de
sevgilisiydi
ve ağabeyi onu sevgilisinden uzaklaştırmak
için
Amerika'ya
gönderiyordu. Nasıl da ağlıyordu kız! Ama
ben onu teselli
edebileceğimi düşündüm." O sırada kızın
sevgilisi ve ağabeyi oradan
uzaklaşmış. Doran
da kızın
önünde bir ileri bir geri
yürümeye başlamış. "Güzel
bir
hava, değil mi bayan," gibisinden
bir şeyler söylemiş. Bir
süre sonra kız da ona cevap vermiş
ve üçü
birlikte
konuş
maya başlamışlar. Göçmen gemisi birkaç gün gelmemiş,
o
sürede masum ve mutlu biçimde arabayla gezmiş ve görüle
bilecek her şeyi görmüşler. Sonunda gemi geldiğinde, Do
ran, kıza Amerika'ya
gitmeyeceğini
söylemiş.
Genç kız,
44
onun ardından, ilk aşkı için ağladığından daha fazla ağlamış.
Byrne gemiye binerken, Doran ona, "Onu senden esirge
miyorum ama çok genç yaşta evlenme," diye fısıldamış.
Öykünün burasında, çiftçinin kızı, "Sanırım bunu
Byrne'nin iyiliği için söyledin baba," diye alaycı bir tavırla
1
söze girdi. Fakat ihtiyar adam bunu gerçekten Byrne'nin
iyiliği için söylediğinde ısrar etti ve Byrne'nin kızla nişan
landığını bildiren bir mektup aldığında ona aynı öğüdü
yazdığını anlattı. Yıllar geçmiş ve ondan hiçbir haber ala
mamış. Evli de olsa kızın ne yaptığını merak etmekten
kendini alamıyormuş. Sonunda onları bulmak için kalkıp
Amerika'ya gitmiş. Sormuş soruşturmuş ama hiçbir haber
alamamış. Yıllar böylece akıp geçmiş ve karısı ölmüş, o
ise yıllar içinde gelişip zengin ve meşgul bir çiftçi olmuş.
Önemsiz bir mazeret bulup tekrar Amerika'ya gitmiş ve
araştırmasına yeniden başlamış. Bir gün, bir tren vagon un
da, İrlandalı bir adamla konuşurken, alışık olduğu üzere,
o civardan giden göçmenleri sorup, "Innis Rathlı değir
mencinin kızıyla ilgili bir şey duydunuz mu?" diyerek ara
dığı kadının adını da söylemiş.
"Ah,
evet,'' demiş diğeri,
"arkadaşlarımdan biriyle, John MacEwing'le evlendi.
Chicago'da falanca yerde yaşıyor. Bunun üzerine, Doran,
Chicago'ya gitmiş ve kapısını çalmış. Kapıyı kendisi açmış,
neredeyse hiç değişmemiş. Ona büyükbabasından miras
aldığı gerçek ismini ve trendeki adamın adını söylemiş.
Kadın onu tanımamış, yine de kocasının, eski dostunu
tanıyan biriyle karşılaşmaktan memnun olacağını söyleye
rek yemeğe kalmasını istemiş. Birçok şeyden konuşmuş
lar, ama tüm konuşma boyunca, neden olduğunu bilmi
yorum, belki dostum da bilmiyor, kadına kim olduğunu
hiç söylememiş. Yemekte ona Byrne'yi sormuş, kadın
başını eğip ağlamaya başlamış, o kadar çok ağlamış ki Do
ran kocasının bu duruma sinirlenebileceğini düşünmüş.
Byrne'ye ne olduğunu sormaya korkmuş ve kısa süre
sonra onu bir daha hiç görmemek üzere oradan ayrılmış.
45
, ,,
İhtiyar adam öyküsünü bitirdiğinde, "Bunu Bay Yeats'e
de anlatın, belki bundan bir şiir çıkarır," dedi. Ancak kızı,
"Hayır, baba. Hiç kimse böyle bir kadın hakkında şiir
yazamaz," diye çıkıştı. Heyhat! Ben hiç şiir yazmadım
belki de, Helen'i ve dünyanın tüm güzel ve gelgeç kadınla
rını seven yüreğim fazlasıyla keder dolu. Üzerinde çok
fazla düşünülmemesi gereken şeyler vardır. Sıradan söz
lerin tastamam anlattığı şeyler.
1902
46
,
BÜYÜCÜLER
Bizler, İrlanda'da, karanlık güçleri4 biraz da olsa duyan
ve daha da nadiren onları gören insanlarla karşılaşırız. Zira
insanların imgelemi düşsel ve değişken olan üzerinde
odaklanır ve iyi
ya
da kötüden herhangi biriyle özdeşleşti
rilirse, düş ve değişkenlik, yaşamlarının soluğu olan özgür
lüğü yitirir. Bilgeler, insanoğlu her neredeyse açgözlülüğü
nü körükleyecek karanlık güçlerin de orada olduğunu söy
ler, tıpkı insanın kalbinde bal yapan ışıltılı varlıklar ve
oraya buraya uçuşan alacakaranlık canlıları gibi, bütün bun
lar insanı tutkulu ve melankolik bir kalabalıkla çevreler.
Uzun süre beslenen bir tutku ya da doğum sırasında mey
dana gelen bir kaza sonucu onların saklı meskenlerine
sızıp kendilerini görebilecek olan insanlar bulundururlar,
bir zamanlar erkek ya da kadın olan, müthiş bir coşkuyla
dolu, yavaş ve belli belirsiz bir kötücüllükle hareket eden
insanlar. Karanlık güçlerin hep etrafımızda olduğu söyle
nir, gece ve gündüz, yaşlı bir ağacın üzerindeki yarasalar
gibi; onları daha az duyuyor olmamızın nedeni, daha ka
ranlık türden büyülerin çok az yapılıyor olmasıdır. İrlan
da' da, bu şeytani güçlerle iletişim kurmaya çalışan çok az
kişiyle karşılaştım, zaten onlar da bu yoldaki niyet ve çaba
larını birlikte yaşadıkları insanlardan tümüyle gizliyorlar
dı. Bunlar daha çok küçük memurlar ve benzeri insanlardı
ve sanatlarını icra etmek için siyah örtülerle kaplı bir oda-
4)
Artık daha iyi biliyorum. İskoçya'daki kadar olmasa da,
düşündüğümden daha çok karanlık güçle çevriliyiz. Üstelik insanların
imgelemi, temel olarak, düşsel ve değişken üzerine odaklanıyor.
47
1
.
da buluşuyorlardı. Beni bu odaya sokmuyorlardı, ama bu
ı
esrarengiz bilim hakkında tümüyle cahil olduğumu gö-
l
rünce, yaptıkları şeyi başka bir yerde hiç çekinmeden gös-
J
terdiler. "Bize gel," dedi liderleri, kendisi büyük bir un
ı
değirmeninde çalışıyordu, "sana, seninle yüz yüze konuşa
cak, bizler gibi maddesel bir şekli, hacmi olan ruhlar gös
tereceğiz."
Trans halindeyken, melek ya da peri benzeri varlıklarla
-gündüzün ve alacakaranlığın çocuklarıyla- iletişimin gücü
üzerine konuştum, o da günlük bilinç halimizde yalnızca
görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeylere inanmamız
gerektiğini söylüyordu. "Evet," dedim, "size geleceğim,"
ya da buna benzer şeyler söyledim; "ama beni transa sok
manıza izin vermeyeceğim, bu sayede, sözünü ettiğin bi
çimlerin benim bahsettiğim gibi değil de sıradan duyularla
algılanıp algılanamayacağını öğrenmiş olacağım." Ben, di
ğer varlıkların, ölümcül özden bir giyitle dolaşabilme yeti
sini inkar etmiyorum, ancak şu var ki, sözünü ettiği türden
basit yakarılar, bilincin trans halinde yarattığı etkiden fazla
sını yapacağa benzemiyor, buyüzdenonugündüzün,alaca
karanlığın ve karanlığın gücü kılığında kişileştiriyor.
"Ama," dedi, "mobilyaları oraya buraya oynattıklarını
görürüz, bizim isteğimizce hareket ederler ve onlar hak
kında hiçbir şey bilmeyen insanlara yardım eder ya da
zarar verirler." Belki kelimeler tam olarak bunlar değildi,
ama konuşmamızın özü buydu.
O gece, sekiz civarında döndüm ve lideri küçük ve
tamamen karanlık bir arka odada yalnız başına otururken
buldum. Siyah bir giysi vardı üzerinde, iki küçük yuvarlak
delikten etrafı kolaçan eden gözleri dışında tüm vücudunu
örten, eski bir çizimdeki bir engizisyoncuyu anımsatan
bir giysi. Önündeki masada, içinde yanan otların olduğu
pirinç bir tabak, büyük bir kase, boyalı simgelerle bezeli
bir kafatası, çapraz duran iki hançer ve bileşkesel güçleri
denetlemek için kullanılan, değirmentaşı biçiminde ve ne
48
olduğunu çıkaramadığım bazı düzenekler vardı. Ben de
üzerime siyah bir elbise giydim, üzerime tam olarak uy
madığını ve hareketlerimi bir hayli engellediğini anımsıyo
rum. Bunun üzerine, büyücü, sepetten bir horoz aldı ve
hançerlerden biriyle horozun boğazını kesti, bir yandan
da kanın o büyük kaseye boşalmasını sağlıyordu. Bir kitap
açtı ve kesinlikle İngilizce olmayan, gırtlaktan telafuz edi
len bir dilde bir yakarıya başladı. Bitirmeden önce, bir
başka büyücü, yirmi beş yaşlarında, herkes gibi siyah giyin
miş bir adam içeri girdi ve sol tarafıma oturdtL Yakarıcı
tam önümdeydi, kısa süre sonra küçük deliklerin içinde
parlayan ve beni tuhaf biçimde etkileyen gözlerini gör
düm. Gözlerinin yarattığı etkiye karşı koymaya ·çalıştım
ve başım ağrımaya başladı. Yakarı devam etti ve ilk birkaç
dakika hiçbir şey olmadı. Sonra yakarıcı kalktı ve holdeki
ışığı söndürdü, artık kapının altındaki boşluktan hiç parıltı
gelmiyordu. Artık tabakta yanan otların ışığı dışında hiçbir
ışık ve yakarının o gırtlaktan gelen derin mırıltısı dışında
hiç bir ses yoktu.
O sırada, solumdaki adam etrafta yalpalayarak, ''Tanr
ım, Tanrım!" diye haykırdı. Ona canını sıkanın ne olduğu
nu sordum, fakat o konuştuğunu bile bilmiyordu. Bir
süre sonra, odada dolaşan büyük bir yılan gördüğünü ve
bunun onu heyecanlandırdığını söyledi. Ben, belirgin bir
biçimi olan hiçbir şey görmedim, ama çevremde siyah
bulutlar oluştuğunu sandım. Eğer karşı koymazsam trans
durumuna geçebileceğimi düşündüm ve bu trans durumu
nun yaratacağı etki kendiyle uyumsuz, diğer bir deyişle,
şeytancaydı. Biraz çabaladıktan sonra siyah bulutlardan
kurtuldum, doğal duyularımı tekrar denetleyebiliyordum.
Bu sefer de iki büyücü, odada dolaşan siyah ve beyaz sü
tunlar ve keşiş cübbesi giymiş bir adam görmeye başladı,
aynı şeyleri benim görmüyor olmama çok şaşırdılar çünkü
onlar için bu sütunlar önlerindeki masa kadar belirgindi.
Yakarıcı gücünü gittikçe artırıyor gibiydi ve ondan bir tür
49
lı
':I
ıJ
esrar dalgasının yayılıp benim üzerimde odaklandığım his
settim; o sırada ben de yanımdaki adamın ölümcül bir
trans durumuna geçtiğini fark ettim. Son bir gayretle siyah
bulutları savuşturdum, ama onların trans durumuna geç
meksizin görebildiğim yegane biçimler olduğunu ve on
lardan pek de hoşlanmadığımı düşünerek biraz ışık iste
dim, ve bu zahmetli şeytan çıkarma ayininden sonra gün
delik dünyaya geri döndüm.
Büyücülerden daha kudretli olanına, "Eğer ruhlardan
biri beni ele geçirseydi ne olacaktı?" diye sordum, adam,
"Bu odadan dışarı çıktığınızda onun kişiliği sizinkine ek
lenmiş olacaktı," diye yanıtladı. Büyücülüğünün nereden
geldiğini sordum. Bunu babasından öğrenmiş olduğu dı
şında pek matah bir şey söylemedi. Belli ki gizlilik yemini
etmişti ve daha fazlasını söyleyemezdi.
Birkaç gün boyunca, biçimsiz ve grotesk figürlerin çev
remde dolanıp durduğu hissinden kurtulamadım. Aydın
lık Güçler her zaman güzeldir ve arzulanır. Kasvetli Güç
ler de şimdilerde güzel ve tuhaf biçimde grotesk, ama
Karanlık Güçler, dengesiz doğalarını çirkinlik ve ürkü yo
luyla dışa vuruyor.
50
ŞEYTAN
Bir gün Mayolu5 ihtiyar bir kadın, bana, yola çok kötü
bir şeyin düştüğünü ve karşıdaki eve girdiğini söyledi.
Onun ne olduğunu söylemediği halde, ben gayet iyi bili
yordum. Bir başka gün de bana, arkadaşlarından ikisine,
şeytan olduğuna inandıkları bir kişi tarafından kur yapıl
dığını söyledi. Bunlardan birisi yolun kenarında dururken,
bir adam at sırtında gelerek terkisine binmesini söylemiş
ve gezintiye çıkmayı teklif etmiş. Kadın kabul etmeyince
de ortadan kaybolmuş. Diğeri ise gecenin geç bir saatinde,
yol üzerinde sevgilisini beklerken bir şeyyoldan sallanarak
ve yuvarlanarak ayaklarının dibine kadar gelmiş. Bir gaze
teye benzeyen o şey sonra suratına çarpmış. Boyutlarına
bakarak bunun Irish Times olduğunu anlamış. Gazete, bir
den genç bir adama dönüşmüş ve birlikte yürüyüşe çıkma
larını teklif etmiş. Kabul etmeyince de kaybolmuş.
Ben Bul ben yamaçlarında yaşayan ihtiyar bir adam tanı
rım, şeytanı yatağının altında zil çalarken bulmuştu. Dışa
rıya çıkarak küçük kilisenin çanını kaçırmış ve şeytanı yata
ğının altından kovalamıştı. Bu
da,
diğerleri gibi, şeytan
olmayabilirdi. Sadece yarılmış ayaklan yüzünden başı der
de giren zavallı bir orman hayaleti.
5) Mayo; İrlanda Cumhuriycti'ndc, Connacht Eyalcti'ndc kent.
(Ç. N.) '
5 1
MUTLU VE MUTSUZ
TAN RIBİLİMCİLER
I.
Bir keresinde Mayolu bir kadın, bana, "Tanrı aşkı için
kendisini asan hizmetçi bir kız tanıyordum," demişti. "Ra
hip ve ait olduğu cemaatin gözünde yalnızdı ve kendisini
bir boyun atkısıyla tırabzanlara asmıştı. Zambak gibi bem
beyaz kesildikten hemen sonra ölmüştü, eğer bu bir cina
yet ya da intihar olsaydı rengi simsiyah olurdu. Ona Hıris
tiyan usulü bir cenaze düzenlendi. Rahip, kızın ölür ölmez
Tanrı'ya kavuştuğunu söyledi. Yani, Tanrı aşkı uğruna
yapıldığı sürece ne yapıldığı o kadar da önemli değil."
Kadının öyküyü anlatırken aldığı zevke şaşırmıyorum,
zira o, tutkuyla ve çabucak dile gelen tüm kutsal şeyleri
seviyordu. Bana bir keresinde, dini bir vaazda duydukla
rına, daha sonra onu gözleriyle görmedikçe inanmadığını
söylemişti. BanaArafın kapılarını gözlerinde canlandırdığı
gibi betimlemişti. Ne var
ki
ben, çile çeken ruhları değil
de sadece kapıları görebildiği dışında bu betimlemeden
hiçbir şeyi anımsamıyorum. Aklı hep hoş ve güzel olan
şeylerle meşguldü. Bir gün bana hangi ayın ve hangi çiçeğin
en güzel olduğunu sormuştu. Bilemediğimi söylediğim
de, "Meryem'den ötürü Mayıs ayı en güzel aydır, safça
kayalardan çıkıp açtığı ve hiç günah işlemediği için de vadi
zambağı en güzel çiçektir," cevabını vermişti. Daha sonra
üç soğuk kış ayının nedenini sordu. Bunun da nedenini
bilmediğimi söyleyince, "İnsanın günahı ve Tanrı'nın inti
kamı," diye yanıtlamıştı. İsa, sadece kutsanmış olmakla
kalmayıp, o kadının gözünde tüm insani özellikler bakı-
52
mından kusursuz biriydi. Dü§üncelerindeki güzellik ve
kutsallığı o denli iyi tamamlıyordu. Yeryüzünün tüm er
kekleri içinde yalnızca o tam altı
fit
boyundaydı. Diğer
erkekler, İsa' dan ya biraz daha uzun ya da biraz daha kısay
dılar.
Periler hakkındaki dü§ünce ve görü§leri de güzeldi.
Onları asla Günahkar Melekler diye çağırdığını duyma
dım. Onlar da bizim gibi insanlardır. Sadece daha güzeldir
ler. Çoğu zaman, perilerin gökyüzünde, uzun bir hat üze
rinde ve birbirine eklenmi§ katarlar gibi yol alı§larını sey
retmek için pencereye veya Forth'ta6 §arkı söyleyip dans
edi§lerini duymak için kapıya giderdi. Çokluk, "Uzak
Çağlayan" adlı §arkıyı söylerlermi§, bir keresinde kadını
yere dü§ürmelerine rağmen onlar hakkında kötü dü§ün
memi§ bile. Onları en çok King's County'de çalı§ırken
görürmü§. Bir süre önce, bir sabah, kadın bana şunları
anlatmı§tı: "Dün gece uyumayıp efendiyi bekliyordum,
saat on biri çeyrek geçiyordu. Masanın üstünde bir gürültü
duydum. Kendi kendime, "Her yer King's County," de
dim ve bu halime gülmekten neredeyse ölüyordum.
Orada çok uzun süre kaldığım için bu bir uyarıydı. Burayı
kendileri için istiyorlardı." Bir keresinde ona peri görünce
düşüp bayılan birinden söz ettiğimde, "Bu bir peri olamaz,
belki kötü bir şey, ama hiç kimse bir peri gördü diye
bayılmaz. Belki bir şeytandı. Beni altımdaki yatakla bera
ber çatıdan atmaya çalıştıklarında bile korkmamı§tım. Sen
bir §eylerle meşgul olduğun sırada bir yılanbalığı gibi pıt
pıt merdivenlerden çıkıp bağıran bir şey duyduğumda da
korkmadım. Her kapıyı denedi. Yine de benim olduğum
yere giremedi. Gelseydi onu evrene bir ateş topu gibi
fırlatırdım. Yaşadığım yerde vurduğunu deviren bir adam
vardı ve onlardan birini haklamıştı. Hata yolda olup olma-
6) Forth; güneyde Berwick'ten kuzeyde Aberdecn'c kadar uzanan
İskoç kıyı şeridi.
(Ç N.)
53
vermiş olmalı. Yine de periler en iyi komşulardır. Eğer
siz onlara iyi davranırsanız, onlar da size iyi davranır. Fakat
yollarına çıkmanızdan hoşlanmazlar," demişti. Bir başka
sefer de, "Fakirlere hep iyi davranırlar," demişti.
il.
Her nasılsa, Galway köyünde kötülükten başka bir şey
düşünmeyen bir adam var. Bazıları onun kutsal, bazıları
da biraz çılgın olduğunu düşünüyor, fakat kimi konuşma
ları, Dante'ye İlahi Komedya'yı esinleyen, İrlanda'ya özgü
"Üç Dünya" düşlemini anımsatıyor. Bu adamın Cenneti
göreceğini hayal bile edemiyorum. Özellikle perilere karşı
öfke dolu, onlar arasında çok sık rastlanan ve gerçekte
Pan'ın çocukları olan satir ayaklıları, İblis'in çocukları gibi
betimler. Birçok kişinin tanıklığına rağmen, kadınları alıp
götürdüklerini kabul etmez; denizdeki kum kadar kalaba
lık olduklarına ve zavallı ölümlüleri baştan çıkarmaya çalış
tıklarına emindir.
"Bir şey ararcasına hep yere bakan bir rahip tanıyorum,
bir ses ona, "Eğer onları görmek istersen, istemediğin
kadar göreceksin," demiş. Gözlerini açmış ve her yer on
larla kaynıyormuş. "Bazen şarkı söyler bazen dans ederler,
ama her zaman çatal ayaklıdırlar," der durur. Dans ve şar
kılarının simgelediği Hıristiyanlık dışı her şeyi hor görür,
tek düşündüğü şey, onlara defolup gitmelerini söylemek
gerektiğidir. "Bir gece," diye anlatır, "yürüyerek Kin
vara'dan dönmüş ormandan geçiyordum, arkamdan gelen
birisinin yaklaştığını hissettim. Bindiği atı ve ayaklarını
kaldırışını duyabiliyordum, ama at nalına benzer bir ses
değildi bu. Durdum ve dönerek çok yüksek bir sesle,
"Çek git!" dedim, bir daha beni rahatsız etmemek üzere
gitti. Tanıdığım bir adam ölmek üzereydi. Yine onlardan
bir tanesi yatağına geldiğinde, adam, "Defol buradan, seni
54
garip hayvan!" diye bağırmış ve o da gitmiş. Onlar günah
kar melekler, Tanrı onları kovduğunda, "Ol!" demiş Ce
henneme ve Cehennem olmuş." Tam bunları söylerken,
ateşin başında oturan ihtiyar bir kadın araya girip, "Tanrı
bizi korusun, yazık ki Tanrı bu kelimeyi söyledi, yoksa
şu anda Cehennem olmayabilirdi," der, ama kahin, kadı
nın söylediklerine kulak asmadan devam eder, "Tanrı,
şeytana, bütün insanların ruhlarına karşılık ne almak iste
diğini sormuş. Şeytan, bir bakirenin oğlunun kanından
başka hiçbir şeyin kendisini tatmin edemeyeceğini söy
lemiş. İstediğini aldığında, Cehennemin kapıları açılmış."
Bunu eski, düşündürücü bir halk öyküsü gibi algıladığı
açıkça ortada.
"Ben Cehennemi gözlerimle gördüm. Bir keresinde
görüntüsünü gözlerimde canlandırdım. Etrafında çok
yüksek, tümüyle metalden yapılmış bir duvar vardı.
Kemerli bir geçitten doğruca içine yürüdüm, sanki bir
beyefendinin meyva bahçesine gidiyor gibi, ama bahçenin
kenarları şimşir ağaçları yerine kırmızı ve kızgın metal
lerle çevriliydi. Duvarın içinde çapraz geçitler vardı, sağ
tarafta ne olduğundan emin değilim, ama sol tarafında
beş tane büyük fırın vardı. İçleri zincire vurulmuş ruhlarla
doluydu. Hemen döndüm ve uzaklaştım. Dönerken tek
rar duvara baknm, ama duvarın sonu yoktu.
"Başka bir sefer de Arafi gördüm. Deniz seviyesinde
bir yer gibiydi ve etrafında hiç duvar yoktu, ama parlak
bir alevdi ve içinde ruhlar vardı. Neredeyse Cehennem
deki kadar acı çekiyorlardı. Yalnızca yanlarında şeytanlar
yoktu ve hala Cennete gitme umutları vardı.
"Oradan bana seslenildiğini duydum, "Buradan çıkma
ma yardım et!" Ve baktığımda benimle aynı şehirden olan,
Athenryli Kral O'Connor'ın soyundan gelen ve ordudan
tanıdığım bir adamı gördüm.
"Önce elimi uzattım, ama sonra, "Sana dokunmama
üç yarda kala alevlerde yanarım," diye seslendim. "O
55
I•
D
'
' I
zaman bana dualarınla yardım et," dedi. Ben de öyle yap
tım.
"Peder Connellan da ölenlere dualarımızla yardım et
memizi söyler hep, vaaz verebilecek denli zeki bir adam;
Lourdes'dan getirdiği Kutsal Su ile epey şifa dağıttı."
1902
56
S ON HALK OZA NI
Michael Moran,
1794
yılı civarında, Black Pitts'in dı
şında, Dublin Liberties'deki Faddle Alley'de doğdu. Do
ğumundan on beş gün sonra, geçirdiği bir hastalık yüzün
den tamamen kör oldu. Bunu bir lütuf kabul eden ailesi
tarafından, çok geçmeden, şarkı söyleyip dilenmek üzere .
sokak köşelerine ve Liffey Nehri üzerindeki köprülere
gönderildi. Herkes çocuklarının onun gibi olmasını di
lerdi, çünkü, görme yetisinin kaybından etkilenmediği
için, Moran'ın zihni, günün her kıpırtısının ve halkın tut
kularındaki her değişimin ezgiler ya da olağandışı deyişlere
dönüştüğü kusursuz bir yankılayan oda haline gelmişti.
Büyüyüp bir yetişkin olduğunda ise, Liberties'deki tüm
balad ustalarının tartışmasız lideriydi. Wicklowlu kör ke
mancı dokumacı Madden Kearney, Meathli Martin, nereli
olduğunu ancak Tann'nın bildiği M'Bride ve sonraları
gerçek Moran öldüğü zaman ödünç elbiseler, daha doğ
rusu ödünç paçavralar içinde kurumla yürüyen ve kendi
sinden başka bir Moran olmadığı konusunda dedikodular
yayan şu M 'Grane ve daha pek çok kişi ona saygı göste
riyor ve onu kendi çevresinin lideri kabul ediyordu. Kör
olmasına rağmen, bir eş bulmakta zorlanmadı, dahası, seç
ti ve aldı. Bir serseri ile bir dahinin bireşimiydi. Bu da,
kendisi geleneksel olsa bile, umulmadık, işbilir ve şaşırtıcı
erkeklerden hoşlanan kadın ruhuna hitap ediyordu. Bu
derbeder kılık kıyafetine rağmen, hiçbir iyi şeyin eksikli
ğini çekmezdi; bir defasında, katıksız öfkesinde bir hayli
ileri giderek, çok sevdiği gebre otu sosunun olmaması
üzerine kansına bir kuzu budu fırlattığı bilinir. Kenarları
57
�'
işlemeli bir harmanisi olan kaba yünlü kabanı, eski, fitilli
. kadifeden pantolonu, koskoca ayakkabıları ve deri bir ka
yışla bileğine tutturulmuş sağlam bastonu ile pek yüiüne
bakılır bir tarafı yoktu. Cork'ta bulunan taş sütunlardaki
yalvaç d üşleminde Moran'ı bir görse, kralların dostu, ozan
MacConglinne için herhalde bu elim bir şok olurdu. Kısa
cübbesi ve deri cüzdanının modası geçse de, gerçek bir
halk ozanı, bir şair, bir maskara ve halkın habercisiydi.
Sabahleyin kahvaltısını bitirdiğinde karısı veya bir kom
şusu, ''Yeter, bu kadar meditasyon yeterli," diyene kadar
ona uzun uzun gazete okurdu. Bu meditasyon da günün
latifeleri ve ezgileri için bir kaynak oluştururdu. Tüm
Orta Çağı kabanının içinde taşıyor gibiydi.
MacConglinne'nin kilise ve ruhban sınıfına duyduğu
nefret onda yoktu. Meditasyonun meyvası fazla olgunlaş
madığında, insanlar daha yoğun bir şeyler istediklerinde,
bir aziz, şehit ya da İncil'de yer alan bir serüvenle ilgili
tartımlı bir öykü ya da balad okur, söylerdi. Bir sokak
köşesinde durur, etrafına kalabalık toplanınca şöyle baş
lardı (bu bilgiyi onu tanıyan birisinden aktarıyorum),
"Etrafıma toplanın, gençler, etrafıma toplanın. Bir gölcük
mü içinde durduğum? Islak bir yerde miyim yoksa?" Bu
nun üzerine, kimileri bağırır, "Oh, hayır! Değilsin! Kuru
ve hoş bir yerdesin. Azize Meryem'i anlat, Musa'yı anlat,"
diye en sevdikleri öykünün adını çağırırdı. Sonra Moran,
vücudunu tuhaf bir biçimde kıvırıp giysilerini çekiştirerek,
"Tüm sıkı dostlarım arkamdan konuşuyor şimdi," diye
patlar, finalde ise, "Eğer vazgeçmezseniz hovardalıktan,
soracağım ben size," diye gençleri uyarırcasına ezbere baş
lar ya da yine duralayarak, "Toplandınız mı etrafıma? Ara
nızda rezil bir sapkın mı var yoksa?" diye sorardı. En iyi
bilinen dinsel öyküsü Mısırlı Azize Meryem, vakar dolu
bir şiirdir ve Piskopos Coyle adlı birinin daha oylumlu
eserinden alınmıştır. Bu öykü, Mısırlı hafifmeşrep bir
kadın olan Meryem'in, belli bir sebebi olmaksızın Ku-
58
düs'e giden hacıların peşine takılmasını, sonra da doğaüstü
bir güç Tapınağa girmesini engelleyince tövbekar olup
çöle giderek hayatının geriye kalan bölümünü münzevi
bir kefaret ödeyerek geçirmesini anlatır. Sonunda, tam
ölmek üzereyken, Tanrı ona günah çıkarması, son bir
defa kutsanması ve kendisinin yolladığı bir aslanın yardı
mıyla mezarını kazması için Piskopos Zozimus'u gönder
miş. Şiir, onsekizinci yüzyılın hoşgörülmeyen uyaklı dü
zeniyle yazılmıştı. Ancak şiir o kadar popülerdi ve o kadar
çok istenirdi ki bir süre sonra Moran'a Zozimus lakabı
takılmıştı ve hep bu isimle anıldı. Kendi yazdığı bir şiir
olan Musa, her ne kadar şiirle bağdaşır bir yanı olmasa
da, yine de şiire benzer bir eserdi. Ancak vakara katlana
mayan Moran, kendi mısralarını şu serseri ağzıyla gülünç
hale sokardı;
Nil'e karışan Mısır ülkesinde,
Kral Firavun'un kızı yıkanırdı gösterişle.
Önce suya daldı, karaya çıktı sonra,
Soylu teni kurusun diye koştu sahil boyunca.
Ayağına bir saz takılınca bebeği buldu,
Bir kat hasırın üzerinde gülüyordu.
Kucağına alıp sordu, yumuşacıktı sesi,
"Kız kuruları, tazeler, kim bu çocuğun annesi?"
İnce alaylı ezgileri, hemen hemen her zaman, tüm çağ
daşlarının yok olması pahasına, nükte ve manilerden olu
şurdu. Örneğin, bir ayakkabı yapımcısına önemsiz köke
nini anımsatmak istediğinde, zenginliğinden ve bedensel
kirliliğinden aynı anda dem vurmak onun için zevkti. Bize
şarkının ilk kıtası ulaşabilmiştir;
Dirty Lane'in en kokuşmuş duldası,
Orada yaşardı Dick Maclane, kokuşmuş ayakkabıcı;
Karısı eski kralın hizmetindeydi,
59
' •
ı ,
ı.
�
'I
{ıl
İri kıyım, cesur ve açık tenli.
Yırtardı hançeresini Essex Köprüsü'nde,
Yine de altı peni düşerdi kısmetine.
Ama yepyeniydi Dickey'in kabanı,
Yarmacıydı onu aldığı zamanlar.
Kıt görüşlüydü muhitindekiler gibi,
Ve sokaklarda çılgınca söyledi durdu,
'Sütçü beygirine binmiş tıknaz tombul çapulcu.'
Moran'ın çok çeşitli sorunları vardı, yüzleşilmesi ve
alt edilmesi gereken bir sürü münasebetsiz gibi. Bir kere
sinde, işgüzar bir polis, serselik yaptığı için onu tutukladı,
fakat Moran, dinleyenlere, kendisi de bir şair, kör bir
adam ve bir dilenci olan öncülü Homeros'a tapınıldığını
anımsatınca, izleyenlerin bağırışları arasında müthiş bir
bozguna uğradı. Ünü arttıkça daha ciddi sorunlarla yüzleş
mek zorunda kalıyordu. Her yerde bir sürü taklitçi türedi.
Örneğin, bunlardan birisi, Moran'ın deyişlerini, şarkılarını
ve sahneye çıkışını taklit ederek Moran'ın kazandığı şilin
kadar gine7 kazanmıştı. Bir gece, bu aktör, arkadaşlarıyla
yemek yerken, yaptığı taklitlerin aşırıya kaçıp kaçmadığı
tartışma konusu oldu. Bu iddianın, halkın oyuna sunul
ması kararı .alındı. Bahis ise, tanınmış bir restoranda kırk
şilinlik bir akşam yemeğiydi. Aktör, gösteri için kendisine
Moran'ın sıkça gittiği bir yer olan Essex Köprüsü'nü seçti
ve kısa sürede küçük bir kalabalık topladı. Tam 'Nil'e
karışan Mısır ülkesinde'yi bitirmek üzereyken, ardında
bir başka kalabalıkla Moran'ın kendisi çıkageldi. İki kala
balık da büyük bir heyecan ve kahkaha tufanı ile karşılaştı.
Taklitçi, "Hıristiyan kardeşlerim,''° diye bağırdı, "bir kim
senin böylesine fakir ve esrarengiz bir adamla dalga geç
mesi mümkün mü?"
"Kimmiş peki bu? En fazla bir sahtekar," diye cevapladı
Moran.
7) Gine; yirmi bir şilin. (Ç.
N
.
)
60
"Defol, seni sefil! Sahtekar sensin. Bu fakir ve esraren
giz adamla alay ettiğin için gözlerindeki gökyüzü ışığının
sönmesinden korkmuyor musun?"
"Azizler ve melekler, buna karşı bir savunma yok mu?
Benim alın teriyle kazandığım ekmeği zorla elimden al
maya çalıştığın için sen en insanlık dışı rezilsin," dedi za
vallı Moran.
"Ve sen, sefil adam, güzel şiirime devam etmeme izin
vermiyorsun. Hıristiyan kardeşlerim, hayırseverliğinizle
bu adamı bertaraf etmeyecek misiniz? Benim gizemim
den yararlanıyor."
Taklitçi, her şeyin kendi lehine olduğunu görerek, in
sanlara ilgileri ve destekleri için teşekkür edip şiirine de
vam etti. Moran, bir süre, şaşkın bir sessizlik içinde din
ledi, sonra tekrar itiraza başladı.
"Hiçbirinizin beni tanımaması mümkün mü? Bunun
ben olduğunu görmüyor musunuz? O bir başkası."
"Bu güzel öyküye devam etmeden önce," diye Mo
ran'ın sözünü kesti taklitçi, "devam etmeme yardımcı ol
mak için sizleri lütufkar bir katkıda bulunmaya davet edi
yorum."
"Senin kurtarılması gereken bir ruhun yok mu, günah
kar?" diye bağırdı Moran, bu son hakaretle iyice sarsılmış
. bir halde. "Hem fakiri soyup hem de dünyanın canına mı
okuyacaksın?
Ah,
böylesi bir kötülük olabilir mi?"
"Takdir sizin, dostlarım," dedi taklitçi, "paranızı hepi
nizin çok iyi tanıdığı asıl esrarengiz adama verin ve kur
tarın beni bu entrikacıdan." Böylece birkaç peni ve yarım
pens topladı. O para toplarken Moran da 'Mısırlı Mer
yem'e başladı. Ancak bastonunu çekiştiren öfkeli kalabalık
neredeyse Moran'ı dövecekti. Kendisine ne kadar ben
zediğini görerek şaşkınlık içinde vazgeçtiler. Taklitçi, kala
balığa, bu zorbayı kendisine bırakmalarını ve ona gerçek
.sahtekarın kim olduğunu göstereceğini söyledi. Kalabalık,
Moran'ın yanına gitmesi için yol verdi, fakat Moran'la
6 1
kapışacak yerde birden önüne birkaç şilin fırlattı. Sonra
da kalabalığa dönerek, onlara, kendisinin gerçekten de
bir aktör olduğunu, yalnızca bir bahis kazandığını söyledi
ve tüm bu coşkunun arasında kazandığı akşam yemeğini
yemek üzere oradan ayrıldı.
Nisan
1 846'
da Michael Moran 'ın ölüyor olduğu haberi
rahibe iletildi. Rahip, onu, Patrick Sokağı on beş (şimdi
lerde on dört buçuk) numarada, saman bir yatakta yattığı
ve son anlarını paylaşmak için gelen hırpani balad ozan
larıyla dolu bir odada görmeye gitti. Ölümünden sonra
balad ozanları, keman ve benzeri bir sürü çalgıyla gelip
ölünün başında bekledi ve herkes ran,8 öykü, eski özdeyiş
ve sıradışı ezgilerden ne biliyorsa onunla şenliğe katıldı.
Moran için vakit dolmuştu, dualarını edip günah çıkar
mıştı, neden onu yürekten uğurlamasınlardı ki? Cenaze
ertesi gün kaldırıldı. Yağışlı ve kapalı bir gün olduğundan
dostları ve hayranlarının çoğu tabutla beraber cenaze
arabasına bindi. Henüz yola koyulmuşlardı ki içlerinden
biri, "Ne acı soğuk, değil mi?" diye şarkıya başlayıverdi,
"Hem de nasıl," diye yanıtladı bir diğeri, "defin yerine
vardığımızda biz de ceset gibi kaskatı kesileceğiz." "Sonu
kötü oldu," dedi bir üçüncüsü, "keşke havalar düzelene
kadar bir ay daha dayansaydı." Bunun üzerine, Carroll
isimli bir adam yarım ölçü viski çıkardı, hepsi birden mü
teveffanın ruhuna kadeh kaldırdılar. Ama ne yazık ki cena
ze arabası aşırı derecede doluydu ve mezarlığa varamadan
hem tekerlek yayı hem de viski şişesi kırıldı.
Moran, adım attığı yeni krallıkta kendini tuhaf ve ya
bancı hissetmiş olmalı, belki tam da arkadaşları kendi şere
fine içerken. Umalım ki hırpani melekleri etrafına toplayıp
yeni ve daha hareketli bir
8)
Ran; Kclt Edcbiyatı'na özgü koşuklu şiir. (Ç N.)
62
Toplanın etrafımda gençler, hadi bakalım
Toplanın etrafımda
Ve dinleyin size anlatacaklarımı
İhtiyar Salley getirmeden önce
Ekmeğimi ve çay maşrapamı
tutturabileceği, çocuk meleklere ve altı kanatlı meleklere
dizginsiz nükte ve maniler söyleyebileceği bir orta yer
bulunabilsin onun için. Ne kadar serseri olursa olsun,
belki de çoktan Yüksek Hakikatın Zambağını ve Ötegü
zelliğin Gülünü bulup etrafına topladı, öyle ki, onların
yokluğunda birçok İrlandalı yazar, ister ünlü ister unutul
muş olsun, cılız bir meltem gibi geldi geçti.
63
,1
1
'I lı
1
, ,
ıı
ı·
REG INA, REG I NA PI G M EO RU M ,
V E N i
Bir gece, tüm yaşamını at arabalarının gürültüsünden
uzak geçirmiş orta yaşlı bir adam, onun akrabası olan ve
otlaklar boyunca uzanmış sığır sürüleri arasında hareket
eden sayısız ışığın en küçük parıltısını bile fark edebilecek
yetenekte bir kahin olarak nam salmış genç bir kız ve
ben, uzak batıdaki kumlu bir sahil boyunca yürüyorduk.
Bazen Unutkan İnsanlar da denen perilerden bahsediyor
duk ki, tam konuşmamızın ortasında, mesken tuttükları
bilinen bir yere vardık; kara kayaların ortasında, altında
uzanan ıslak kumsal üzerindeki yansısıyla sığlık bir ma
ğara. Unutkan İnsanlar'a soracağım epeyce soru olduğu
için genç kıza bir şey görüp görmediğini sordum. Birkaç
dakika boyunca olduğu yerde kalakaldı ve yavaş yavaş, artık
ne denizden gelen soğuk meltemin rahatsız ettiği ne de
denizin kasvetli gürültüsünün dikkatini dağıttığı uyarıcı
bir trans durumuna geçtiğini fark ettim. Sonra yüksek
sesle yüce perilerin adlarını çağırdım. Tam o sırada kayala
rın derinlerinden gelen müziği duyduğunu söyledi, ve an
laşılmaz konuşmaları, görünmeyen bir sanatçıyı alkışlarca
sına ayaklarını yere vuran insanları . . . Tüm bunlar olurken
diğer dostum aşağı yukarı birkaç yarda ilerlemişti, ama
şimdi yanımıza yaklaşıyordu ve yaklaşırken birden bek
lenmedik konuklarımız olacağını söyledi, çünkü kayaların
ötesindeki bir yerden gelen çocuk kahkalarını duymuştuk.
Aslında tümüyle yalnızdık. Bulunduğumuz yerdeki ruhlar
onun üzerinde de etkili olmaya başlamıştı. Bir anda, kız
da adamı doğrularcasına müzik sesinin, konuşmaların ve
64
ayak seslerinin kahkahalara karıştığını söyledi. Ardından,
mağaradan akan ve gittikçe koyulaşan parlak bir ışık
gördü, ve tanımadığı bir ezgiyle dans eden, kırmızının
baskın olduğu alacalı kıyafetler giymiş bir yığın küçük
insan.9
Sonra, kıza, küçük insanların kraliçesine gelip bizimle
konuşması için seslenmesini söyledim. Ancak çağrısına
hiçbir cevap gelmedi. Bunun üzerine yüksek sesle, keli
meleri kendim tekrarladım, ve bir anda uzun boylu, çok
güzel bir kadın mağaradan çıktı. O an kendimi de bir
çeşit transa girmiş buldum, düşsel dediğimiz şeyin kendi
sini mutlak gerçeklik olarak kabul ettirdiği bir trans, ve
artık koyu saçlarındaki altından süslerin soluk parıltısını,
koyu meyva çiçeğini görebiliyordum. Sonra kızdan, bu
uzun boylu kraliçeye, halkını bizim görebileceğimiz şe
kilde, doğal bölümlerine göre sıralamasını söylemesini
istedim. Anladım ki, daha önce de olduğu gibi, çağrıyı
benim tekrarlamam gerekiyordu. Bunun üzerine yara
tıklar, mağaradan çıktı ve yanlış hatırlamıyorsam dört grup
halinde ilerledi. Bu gruplardan birisinin ellerinde filiz
lenmiş dallar vardı, bir diğerininkinde görünüşe göre yılan
pullarından yapılmış kolyeler. Fakat ışık saçan kadına öyle
sine kaptırmıştım ki kendimi, kıyafetlerini hatırlayamıyo
rum. Kraliçeden, burasının civardaki en büyük peri uğrağı
olup olmadığını kahine söylemesini istedim. Dudakları
kımıldadı, fakat yanıtı işitilir değildi. Kahine, ellerini kra
liçenin göğsünün üzerine koymasını söyledim, artık her
kelimeyi tek tek seçebiliyordu. Hayır, burası en büyük
peri uğrağı değildi, biraz ileride daha büyüğü vardı. Sonra
halkı ve kendisinin ölümlüleri alıp götürdüklerinin doğru
9)
İrlanda'daki insanlarve periler, bazen bizlerin büyüklüğÜnde, bazen
daha da büyük, bazen de, bana anlatıld ığı gibi, nerdeyse üç
fit
yüksekliğindedir. Sık sık sözünü ettiğim Mayolu kadın, onları küçük
veya büyük gösteren şeyin bizim gözlerimizdeki bir şey olduğunu
düşünüyor.
65
il
'�
1
olup olmadığını sordum; eğer doğruysa aldıkları ruhun
yerine bir diğerini koyuyorlar mıydı? "Biz bedenleri de
ğiştiririz," diye yanıtladı. "İçinizde hiç ölümlü olarak do
ğan biri oldu mu?" "Evet." "Daha önce sizin halkınızdan
olan ve benim tanıdığım biri var mı?" "Evet." "Kim?" "Bu
nu bilmen doğru olmaz." Daha sonra, onun ve halkının,
bizim 'ruh hallerimizin oyunlaştırılması' olup olmadıkla
rını sordum. "Bunu anlayamaz," dedi dostum, "ama halkı
nın insanlara çok benzediğini ve insanların yapnğı çoğu
şeyi yaptığını söylüyor." Ona başka sorular da sordum,
yaradılışı, evrendeki amacı üzerine, ama bu yalnızca kafa
sını karıştırdı. Sonunda, kumların üzerine -düşsel kum
ların üzerine, ayağımızın alnndaki tırmalayıcı kumların
değil- şu iletiyi yazmasından sabrının taştığı anlaşıldı:
"Dikkatli ol, bizim hakkımızda çok şey öğrenmeye kalkış
ma." Üzerine fazla gittiğimi anlayarak bize gösterdiği ve
anlattığı şeyler için teşekkür ettim, mağarasına geri dön
mesi için onu serbest bıraknm. Bir anda, genç kız trans
halinden çıktı ve dünyanın soğuk rüzginnı hissederek tit
remeye başladı.
Tüm bunları, anlatabileceğim en doğru şekilde ve tarihi
bulandıracak kuramlar olmadan anlanyorum. Kuramlar,
en iyi halleriyle bile, yetersiz şeylerdir ve benim kuramla
rımın en esaslısı uzun zaman önce çürüdü. Herhangi bir
kuramdan ziyade Fildişi Kapı'nın menteşeleri üzerinde
dönerken çıkardığı sesi daha fazla seviyorum, ve inanı
yorum ki, güller saçılmış eşikten tek başına geçebilen kişi
Boynuzdan Kapının uzaktaki pırıltılarını da yakalayabilir.
Bunu yapabilmemiz belki hepimiz için iyi olurdu, eğer
Windsor Ormanı'nda astrolog Lilly'nin haykırdığı gibi
haykırabilseydik, "Regina, Regina Pigmeorum, Veni!"
Unutmayın ki, Tann, çocuklarını düşlerde ziyaret eder.
Uzun boylu, pınlnlı kraliçe, yanıma gel ve saçlarındaki o
koyu meyva çiçeğini tekrar görmeme izin ver.
66
'VE ZAR İ F , ATE Ş Lİ KA D I N LAR'
Bir gün, tanıdığım bir kadın, efsanevi bir güzellikle
yüz yüze gelmiş; Blake, onun, gençlikle yaşlılık arasında
değişmeyen yüce bir güzellik olduğunu söyler, gelişme
dediğimiz çürümüşlük onun yerine şehvetli güzelliği koy
duğu için, bu güzellik sana
tta
n da silinmektedir.. . Söyle
diklerine bakılırsa, 'hayatında gördüğü en güzel kadın'ı
dağlardan dosdoğru kendisine yaklaşırken gördüğünde,
pencerede durup Kraliçe Maive'in gömülü olduğuna ina
nılan Knocknarea'yı seyrediyonnuş. Yanında bir kılıç, elin
de ise havaya kaldırdığı bir hançer varmış, elleri ve kollan
çıplak, üzerinde beyaz kıyafetler. Güçlü görünmesine
rağmen nefret dolu ya da acımasız değilmiş. İhtiyar kadın,
daha önceden İrlandalı devi de görmüş, 'ne kadar yakışıklı
bir adam da olsa', 'şişman olduğu ve kahramanca davranama
dığı' için bu kadının yanında hiç kalıyormuş. 'Bayan ----'a
benziyormuş' -ihtiyar kadının soylu bir komşusu- 'ama
onunla ilgisi yokmuş, düz ve geniş omuzlan varmış ve
hayatında görebileceğin herkesten daha güzelmiş, otuz
yaşında gösteriyormuş.' İhtiyar kadın elleriyle gözlerini
kapatmış ve açtığında hayalet yok olmuş. Komşuları, söy
lediğine bakılırsa, bir mesaj alana kadar beklemediği için
ona kızmışlar, çünkü onun sık sık kendisini pilotlara gös
teren Kraliçe Maive olduğundan eminlermiş. İhtiyar kadı
na, Kraliçe Maive gibi başkalarını da görüp görmediğini
sorduğumda, "Bazıları saçlarını açar, ama daha farklı görü
nürler, sanki gazetelerdeki uykulu bakan hanımefendiler
gibi. Bu daha çok saçları toplu olanlar gibiydi. Diğerlerinin
uzun, beyaz elbiseleri var, ama saçları toplu olanların elbi-
67
1 1
1 :
P·
)
�·
'!
1 1
l
ı
seleri o kadar kısa
ki
bacaklarını baldırlarına kadar görebi
liyorsunuz," dedi. Biraz dikkatli bir sorgulamadan sonra
giydikleri şeylerin mayo türü bir şey olabileceğini anladım;
"Güzel ve çarpıcı bir görünüşleri var, iki
ya
da üçlü gruplar
halinde, dağ yamaçlarında, sallanan kılıçlarıyla ata binenler
gibi," diye devam etti. Sürekli, "Artık bu kadar orantılı,
bu kadar güzel bir ırk yaşamıyor," ya da benzeri şeyleri
tekrarlıyordu. "Şimdiki Kraliçe10 güzel ve tatlı bir kadın,
ama onun gibi değil. Hanımefendilerin bu kadar değersiz
olmalarını düşünmemin sebebi, hiçbirini olmaları gerek
tiği gibi görmemem." Olmaları gerektiği gibi derken ruh
ları kastediyordu. "Onu ve bugünkü diğer hanımefendileri
düşündüğüm zaman, bana nasıl giyinmeleri gerektiğini
bilmeden ortalıkta koşuşan çocuklar gibi geliyorlar. Ha
nımefendilik bu mu? Onlara hiç de kadın diyemem."
Ertesi gün, dostlarımdan biri Galway Islahevi'ndeki ihtiyar
bir kadınla konuşmuştu. Kadın, "Kraliçe Maive çok güzeldi
ve tüm düşmanlarını fındık ağacından bir değnekle alt
etti, fındık ağacı kutsanmıştır ve sahip olunabilecek en
iyi silahtır. Onunla tüm dünyayı gezebilirsiniz," diye başla
mış ama sonunda, "çok fazla aksileşti - oh çok fazla. En
iyisi bu konuda konuşmamak. En iyisi bunu kitapla dinle
yicisi arasında bırakmak," demiş. Dostum, ihtiyar kadının,
Roy'un oğlu Ferguson ile Maive arasındaki bir skandaldan
haberi olduğunu düşünmüş.
Ben de, bir keresinde, Burren Hils'te şiirlerini İrlanda
ca yazan bir şairden söz eden genç bir adama rastlamıştım;
şair, gençliğinde, adamın anlattığına bakılırsa, kendisini
Maive olarak tanıtan ve 'onların kraliçesi' olduğunu iddia
eden birisine rastlamış. Kadın, para mı yoksa mutluluk
mu istediğini sorduğunda, şair mutluluğu seçmiş ve kadın
ona bir anlık aşkını vermiş, ve sonra da ondan uzaklaşmış,
ondan sonra da şair hep yas tutmuş. Genç adam, şairi, sık
10) Kraliçe Victoria.
68
sık kendi yazdığı ağıtı söylerken duyarmış, ama tek anım
sadığı, ağıtın 'çok hüzünlü olduğu' ve kadını 'tüm güzellik
lerin güzeli' diye andığıymış.
1902
69
ı!
i
B ÜYÜLÜ ORMAN LAR
I
Geçen yaz, tüm işlerimi bitirdiğimde, alabildiğine ge
niş ormanlarda yürüyüşe çıkardım, ve oralarda sık sık ağaç
lar ve çalışmaları üzerine sohbet ettiğim taşralı ihtiyar
bir adama rastlardım. Bir ya da iki kez, adamın, bana kıyasla
kalbini daha rahat açtığı bir dostum bana eşlik etmişti.
Tüm yaşamını karaağaçları, findık ağaçlarını ve çalıları bu
dayarak, patikalardaki kalasları toplayarak geçirmişti ve
ormandaki doğal ve doğaüstü yaratıklar üzerine uzun uzun
düşünmüştü. Kendisinin 'Koca Dev' dediği çalı domu
zunun iyi kalpli bir Hıristiyan gibi homurdandığını duy
muştu, ve bedenindeki kılların sayısı kadar elma çalana
dek ağacın altında sürttüğünden emindi. Ormanda çokça
bulunan kedilerin, eski İrlandaca'ya benzeyen ve ken
dilerine has bir dilleri olduğundan da emindi. "Kediler
bir zamanlar yılandı, dünyadaki büyük bir değişim sıra
sında kedi haline geldiler. Çok zor öldürülmelerinin ve
işlerine burun sokmanın tehlikeli olmasının sebebi budur.
Bir kediyi sinirlendirirsen, seni zehirleyecek şekilde pen
çeler ya da ısırır, işte o yılanın dişidir," derdi hep. Bazen
yabani kedilere dönüştüklerine inanırdı, ardından kuy
ruklarının ucunda bir tırnak çıkarmış; ama bu yabani ke
diler, hep ormanda yaşamış olan vahşi kedilerden de
ğilmiş. Bir zamanlar tilkiler de, şimdiki kediler gibi,
evcillermiş, ama sonra kontrolden çıkmış ve vahşi
leşmişler. Nefret ettiği sincaplar dışında tüm yabani yara
tıklardan bir çeşit şefkatli ilgiyle söz ederdi, yine de ço
cukluğunda, altlarına bir demet yanan saman koyarak çalı
70
domuzlarını nasıl devirdiğini anımsarken gözleri pa
rıldardı.
Doğal ve doğaüstünü belirgin bir şekilde ayırabil
diğinden pek de emin değilim. Başka bir zaman da,
tilkilerin ve kedilerin, gece çöktükten sonra, ordugahlarda
ve bahçelerde olmaktan çok hoşlandığını anlatır, mu
hakkak bir tilki hikayesinden, sanki hala vahşi kedilerden
bahsediyormuşçasına, sesi hiç değişmeden, bugünlerde
zor rastlanan bir sansar hikayesine geçerdi. Yıllar önce
bahçede çalışırmış ve bir gece bunu tavanarası elmalarla
dolu bir bahçıvan evinde yatırmışlar, bütün gece boyunca
tavanarasındaki elmaları yiyen insanların tabak, çatal, bıçak
seslerini duymuş. Bir keresinde ormanda, ne derseniz
deyin, esrarengiz bir manzaraya şahit olmuş. "Bir za
manlar Inchy'de kereste keserdim, ve sabah sekiz sula
rında oraya vardığımda findık toplayan bir kız gördüm,
saçları kahverengiydi, omuzlarından dökülüyordu, güzel,
temiz bir yüzü vardı, ve uzun boyluydu, başında hiçbir
şey yoktu, elbisesi kesinlikle şatafatsız, sadeydi, ve gel
diğimi fark ettiğinde kendini toparladı, yer yarılıp da
içine girmişçesine yok oldu. Peşinden gittim ve onu
aradım, o günden beri onu bir daha hiç göremedim."
Temiz kelimesini, 'körpe' ya da 'hoş' anlamında kullanı
yordu.
Başkaları da Büyülü Ormanlar' da ruhlar görmüştü. Bir
işçi, ormanın Shanwalla denen bölümünde, ormanın öte
sindeki eski bir köyden gelen bir dostunun başına gelen
leri anlatmıştı. "Bir akşam, avluda Lawrence Mangan' dan
ayrıldım, o da Shanwalla patikasına saparak bana iyi geceler
diledi. Ve iki saat sonra tekrar avludaydı, bana ahırdaki
mumlardan birini yakmamı söyledi. Shanwalla'ya vardı
ğında, boyu dizine gelen, ama bir insan vücudu kadar kafası
olan bir adamın yanına gelip onu dolambaçlı yollardan
patikanın dışına çıkardığını söyledi, ve sonunda onu kireç
firınına getirmiş, sonra da yok olup gitmiş."
71
1
1
,,,!
l ıı
1 '
Bir kadın, kendisinin ve diğerlerinin nehrin derin bir
yerinde gördüğü bir manzarayı anlattı. "Merdivenlerden
inmiş, kiliseden geliyordum; büyük bir fırtına çıktı, iki
ağaç çatlayarak kırddı ve nehre düştü, sıçrayan sular nehrin
içinden göğe yükseldi. Yanımdakiler pek çok suret seçti,
ama ben kendim, ağaçların düştüğü yerin yanında, nehir
kıyısında oturan yalnız bir kişi gördüm. Üzerinde siyah
kıyafetler vardı ve kafası yoktu."
Bir adam, çocukken bir gün, bir arkadaşıyla, kaya ve
fındık, sarmaşıklı böğürtlen ve yabani gül çalılıklarıyla do-
1
u, yani göl kenarının ağaçlardan zor seçildiği bir çayırda
at yakalamaya gittiklerini anlattı. Yanındaki çocuğa, çalı
lığın, çakıltaşının içine girmesine izin vermeyecek kadar
sık olduğunu anlatmak için, "Şu çakılı çalılığın üzerine
atsam, bahse girerim ki yere düşmez," demiş. Böylece
yerden aldığı çakılı atmış; taş, çalılığa değer değmez, için
den bugüne kadar duyulmuş en güzel müzik yükselmiş.
Kaçmışlar, aşağı yukarı iki yüz yarda kadar ilerleyip arka
larına baktıklarında çalılığın çevresinde dolanan beyazlı
bir kadın görmüşler. "Önce görünüşü bir kadın gibiydi,
.daha sonraysa erkek; çalılığın çevresinde dönüyordu."
II
Inchy patikalarından bile karmaşık konulardan söz
ederken, hayaletlerin gerçek yaradılışı üzerine sık sık ak
lım karışıyor, ama diğer zamanlarda, Ilissus'un bir perisi
hakkında söylenenlere karşı Socrates'in söylediği sözleri
ben de söylüyorum, ''Yaygın kanı benim için yeterlidir."
İnanıyorum ki, tüm tabiat, bizim göremediğimiz insan
larla dolu, ve bunların bir kısmı çirkin ya da grotesk, bir
kısmı da kötü ya da aptal, ama pek çoğu daha önce gördü
ğümüz güzelliklerden çok daha güzel, ve bunlar hoş ve
sessiz yerlerden geçerken bize hiç de uzak değil. Küçük
bir çocukken bile, bir ormandan geçerken, daha önce ne
7 2
aradığımı bilmeden aradığım bir şeyi ya da bir kimseyi
bulabileceğimi düşünmeden edemezdim. Artık her bir
küçük kuytuyu adeta sabırsız adımlarla araştırmaya niyet
liyim, bu düş beni derinden etkiliyor. Siz de bir imgelemle
karşılaşacaksınız kuşkusuz, yıldızınız nerede isterse, Sa
türn sizi ormanlara götürecektir; ya da belki Ay, denizin
kıyılarına. Atalarımızın, kılavuzları güneşe bakarak ölümü
imgeledikleri günbatımında hiçbir şey olmadığına inanmı
yorum, en azından onun hiçlik kadar yavaş hareket ede
bilen belirsiz bir varlık olduğuna inanmıyorum. Eğer gü
zellik, doğumla beraber içine düştüğümüz tuzaktan çık
mamız için bir kapı değilse, artık güzellik olmayacaktır,
böylece evde ateşin başında oturup tembel bir bedeni se
mirtmeyi ya da ışığın ve karanlığın yeşil yapraklar üzerinde
yaptığı en büyük gösteriyi izlemektense oradan oraya ko
şarak aptal sporlar yapmayı tercih edeceğiz. Tüm bu tartış
malar yığınının dışına çıktığımda, kendi kendime, sırf sa
delikten ve bilgelikten nasibini alamamış olan bizler onları
inkar ettiğimiz için, onların, ilahi insanların kesinlikle ora
larda bir yerlerde olduklarını söylüyorum, çünkü tüm za
manların sade insanları ve geçmişin bilge insanları onları
gördü, hatta onlarla konuştu. Tutkulu hayatlarını bizden
uzakta yaşamıyorlar, ve sanırım, sade ve tutkulu yaradılışı
mızı koruyabilirsek öldükten sonra onların arasında ola
cağız. En azından ölüm her birimizi tümüyle tutkuda bir
leştiremez mi, mavi dağlar üzerinde ejderhalarla savaşa
maz mıyız, ya da eski insanların Yeryüzündeki Cennet'te iyi
birer ruhken düşündükleri gibi gerçek tutku da yalnızca
şu olamaz mı?
'Muştusu ve imgesi birbiriyle iç içe
Günahkar insanın o yüce günlerde.'
73
1902
M UCİZEVİ YARATIKLAR
Büyülü Ormanlar'da sansarlar, porsuklar ve tilkiler
yaşar, ama onlardan kuşkusuz daha güçlü yaratıklar da
vardır, göl ne ağlara ne de tuzaklara sığabilecek olanları
gizler. Bu yaratıklar, Arthur hikayelerinde oradan oraya
uçuşan beyaz geyiğin ve Ben Bulben'in deniz rüzgarına
karıştığı yerde Diarmuid'i dizginleyen uğursuz domuzun
soyundan gelirler. Umut ve korkunun büyücü yaratık
larıdır, uçan ve Ölüm Kapısı'nın çevresindeki çalılarda
dolaşanlar bunlardır. Tanıdığım bir adam, bir gece, Gortlu
delikanlıların sopa çaldıkları Inchy ormanında babasının
başına gelenleri anlatmıştı. "Yanında köpeği, duvar dibinde
oturuyormuş, Owbawn Çayı'ndan koşarak gelen bir şeyin
sesini duymuş, hiçbir şey göremiyormuş ama ayaklarının
yerde çıkardığı sesler bir geyiğin ayak seslerine benziyor
muş. Yanından geçtiğinde, köpek, babamla duvar arasına
girmiş ve korkmuşçasına eşelenmeye başlamış, ama hala
hiçbir şey göremiyormuş, tek gelen ses toynak sesleriy
miş. Geçip gittiğinde dönüp eve gelmiş. Yine başka bir
zaman, babam, Gortlu iki ya da üç adamla beraber gölde
sandaldaymış, bir tanesinin elinde zıpkın varmış ve zıpkını
suya daldırıp bir şey vurmuş, adam oracıkta bayılmış, sahi
le götürmek zorunda kalmışlar. Kendisine geldiğinde vur
duğu şeyin dana gibi bir şey olduğunu söylemiş, ama ne
olursa olsun balık değilmiş!" Bir dostum, gölde çok sık
rastlanan bu korkunç yaratıkların, eski zamanlarda bilgelik
kulelerini korumak için oraya büyücüler tarafından konul
duklarına inanır. Eğer ruhlarımızı suyun altına gönderir
sek, onları esrime ve kudret yüklü ruhlardan oluşmuş
74
tek bir özle donatabileceğimizi ve bunun dünyayı fethet
mek anlamına geleceğini düşünüyor. Ancak, öncelikle,
gerçek hallerinden çok daha güçlü bir yaşamla dolu garip
düşlerle yüzleşmemiz, belki de onları alt etmemiz gere
kebileceğine inaruyor. Belki de onlara korkusuzca bakabil
memiz, son serüvene çıktığımızda mümkün olacak, yani
ölünce . . .
1902
75
KİTAPLARDAKİ ARİSTÇ)TELES
Odun kesicisini herkesten çok konuşturabilen bir dost,
geçenlerde onun ihtiyar karısını görmeye gitmiş. Orman
dan fazla uzak olmayan bir kulübede yaşar ve kocası gibi
bir sürü eski söylence bilir. Bu kez efsanevi duvar ustası
Goban'dan ve onun bilgeliğinden söz etmeye başlamış,
ama hemen, "Kitaplardaki Aristoteles de çok akıllı ve fazla
sıyla deneyimliydi, ancak sonunda arılar onun da hesabını
görmedi mi?" deyivermiş. "Aristoteles, peteği nasıl dol
durduklarını görmek için on beş gününün çoğunu arıları
izlemekle geçirerek heba etmiş ama yine de bunu göre
memişti. Sonra cam kapaklı bir kovan yaparak üstlerini
örtmüş ve bu sefer görebileceğini düşünmüş. Fakat gidip
de gözlerini cama dayadığında, arıların kovanı bütünüyle
balmumu kapladığını görmüş ve kovanın içi bir tencere
kadar siyahmış, yine geç�n defaki kadar çaresizmiş. O
ana kadar hiç böylesine esaslı alt edilmediğini söylemiş.
Gerçekten de arılar ona iyi bir ders vermiş."
1902
76
TAN R I LAR I N D OMUZU
Birkaç yıl önce, bir arkadaşım bana, gençliğinde
Connaughtlu Stephensçılarla
11
talim yaptıkları sırada ba
şından geçen bir olayı anlattı. Bir araba dolusu kadarmışlar
ve sessiz bir yere gelinceye dek bir tepenin yamacında
yol almışlar. Arabayı bırakıp tüfekleriyle tepeye biraz tır
mandıktan sonra bir süre talim yapmışlar. Tekrar aşağıya
inerlerken, eski İrlanda tipi, çok zayıf, uzun bacaklı bir
.domuz görmüşler ve domuz onları izlemeye başlamış.
İçlerinden biri, şaka olsun diye, bunun bir peri-domuz
olduğunu haykırınca şakaya katılmak için hepsi koşmaya
başlamışlar. Domuz da koşmuş, ve o sırada, kimse fark
etmeksizin, bu sahte korku gerçek bir korkuya dönüş
müş, can havliyle koşmuşlar. Arabaya eriştiklerinde atı
olabildiğince hızla dört nala koşturmuşlarsa da domuz
onları izlemeye devam etmiş. Sonra biri ateş etmek üzere
tüfeğini kaldırmış, ama gözünü namluya yaklaştırdığında
hiçbir şey görememiş. O sırada köşeyi dönüp bir kasabaya
. gelmişler. Olanları kasaba halkına anlatmışlar; kasaba halkı
da domuzu kovalamak için tırmıklarını, bellerini ve ona
benzer neleri varsa alarak hep birlikte yola koyulmuşlar.
Köşeyi döndüklerinde hiçbir şey bulamamışlar.
1902
1 1 ) 1 858
yılında James Stcphcns tarafından kurulan İrlanda bağımsızlık
hareketinin yanda§ları.
(ç. N.)
77
1
,ı
ı '
1
B İ R
S E S
Bir gün, Inchy
Wood yakınlarında, kısmen bataklık bir
arazide yürürken, birdenbire ve yalnızca o an için, kendime
bunun Hıristiyan gizemciliğinin kökeni olduğunu söyledi
ğim bir duyguya kapıldım. İçime bir zayıflık, çok uzaklarda
bile olsa yanıbaşımdaymış gibi duyumsadığım o kişisel Var
lığa bağımlı olduğum duygusu yayıldı. Hiçbir düşünce beni
bu duyguya hazırlamamıştı; zira aklım, JEngus, Edain ve
denizin oğlu Mannanan ile meşguldü.
O gece sırtüstü ya
tarken yukarıdan gelen bir sesin bana, "Hiçbir insan başka
bir insana benzemez, ve bundan ötürü Tanrı'nın insana
olan sevgisi sonsuzdur. Çünkü hiçbir başka canlı Tanrı'nın
gözünde onun yerini tutamaz," dediğini duyarak uyandım.
Bundan birkaç gece sonra hiç görmediğim kadar güzel in
sanlar görerek uyandım. Eski Yunan harmanileri gibi kesil
miş zeytin yeşili harmanileri içinde bir genç erkekle bir
genç kız yatağımın yanında ayakta duruyordu. Kıza baktı
ğımda giysisinin bir tür zincir biçiminde veya sarmaşık yap
raklarını simgeleyen sert bir nakışla boynunda toplanmış
olduğunu fark ettim. Fakat beni hayran bırakan, yüzünün
mucizevi ılımlılığıydı. Şimdi böyle yüzler yok. Çok az yü
zün olabileceği kadar güzeldi, ama sanıldığı gibi, arzu veya
umutla, korku veya kestirimle açığa çıkan bir ışık yoktu.
Hayvan yüzleri gibi veya akşamları dağlarda rastlanan su
birikintileri gibi sakin, öylesine sakin ki biraz da hüzünlü.
Bir an JEngus'un sevgilisi olabilir diye düşündüm, fakat o
tuzağa düşmüş, alımlı, mutlu, ölümsüz biçarenin nasıl böy
le bir yüzü olabilirdi? Kuşkusuz Ay çocuklarından biriydi,
ancak hangisi olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
1902
78
F İ DYECİ LER
Sligo kentinin biraz kuzeyinde, Ben Bulben'in güney
taraflarında, düzlükten birkaç yüz
fit
yüksekte, kireçtaşının
içinde küçük, beyaz bir kare var. Hiçbir ölümlü ona eliyle
dokunamadı, hiçbir koyun veya keçi onun yanında otla ya
madı. Düşünülecek olursa, yeryüzünde bundan daha fazla
yaklaşılmaz ve daha fazla korkuyla kuşatılmış bir yer nere
deyse yoktur. O, periler ülkesinin kapısıdır. Gece yarısı
sallanarak açılır ve o doğaüstü güruh dışarıya firlar. Bütün
gece bu keyifli, kural tanımaz kalabalık, kimseye görün
meksizin, yörede bir oraya bir buraya gider gelir. Ancak,
belki bazı yerlerde, Drumcliff veya Drum-a-hair gibi alışı
lagelenden daha "soylu" yerlerde peri doktorlarının gece
başlıklı kafaları bu "soyluların" ne gibi yaramazlıklar yap
tığını görmek için kapıları zorlayarak içeri girer. Onların
hassas göz ve kulakları için tarlalar kızıl şapkalı binicilerle
kaplı ve hava tiz seslerle doludur, çok eski bir İskoç kahinin
aktardığı üzere ıslığa benzer bir ses ve Astrolog Lilly'nin
haklı olarak vurguladığı gibi İrlandalıların konuşmasına
benzer, genizden gelen, meleklerin konuşmasından tama
mıyla farklı bir konuşma. Eğer mahallede yeni doğmuş
bir bebek veya bir gelin varsa, gece başlıklı "doktorlar"
alışılmıştan öte bir dikkatle etrafı kolaçan ederler. Zira
bu doğaüstü güruh her zaman eli boş dönmez. Bazen bir
gelin veya yeni doğmuş bir bebek de onlarla birlikte dağ
lara gider; kapı arkalarından kapanır ve bebekle gelin bun
dan böyle perilerin insansız ülkesinde yaşar; yeterince
mutlu ama kıyamet günü parlak bir buhar gibi havaya ka
rışmaya mahkum. Çünkü hüzün olmazsa insan da var ola
maz. Bu beyaz taş kapıdan ve mutluluğun tek bir kuruşa
79
1 il
1
��
1
il
/
ı
, ı,
1
''ı
l ı
l'
ı .J
·i 1
ı '
,
.ı
1
1
"
"1'
satın alındığı (geabheadh tu an sonas aer pighin) bu diyarın
diğer kapılarından krallar, kraliçeler ve prensler geçmiştir,
ancak perilerin gücü öylesine azalmıştır ki benim bu üzücü
tarih kayıtlarımda köylülerden başka hiç kimse yok.
Geçen yüzyılın başlarında, Sligo'daki Market Soka
ğı'nın batı köşesinde, şimdiki kasap dükkanının olduğu
yerde, Keats'in Lamia'sındaki gibi bir saray değil, ama tuhaf
yaradılışlı Doktor Opendon'un çalıştırdığı bir eczane var
dı. Nereden geldiğini kimse bilmiyordu. O günlerde
Sligo'da, Ormsby adında, kocası anlaşılamayan bir hasta
lığa yakalanmış bir de kadın vardı. Doktorlar hastaya bir
şey yapamadılar. Hiçbir şikayeti olmadığı halde gittikçe
zayıf düştü. Karısı, Doktor Opendon'u görmeye gitti;
dükkanın salonuna alındı. Ateşin önünde siyah bir kedi
dimdik oturuyordu. Doktor içeri girmeden önce, sehpa
nın üstünün meyva ile dolu olduğunu görecek ve kendi
kendine, "Doktorun bu kadar çok meyvası olduğuna göre
sağlığa yararlı olmalı," diye söylenecek kadar zamanı oldu.
Kedi gibi o da siyahlara bürünmüştü; arkasında karısı yürü
yordu ve o da aynı şekilde siyah giyinmişti. Doktora bir
gine verip karşılığında küçük bir şişe aldı. Kocası iyileş
mişti. Bu arada siyahlı doktor birçok insanı tedavi etti,
ama günün birinde zengin bir hastası öldü. Kedi, doktor
ve karısı hep birlikte ertesi gece kayıplara karıştılar. Bir
sene içinde Bay Ormsby yeniden hastalandı. Yakışıklı bir
adamdı ve karısı, "soyluların" onda gözü olduğundan
emindi. Cairnsfoot'taki 'peri-doktor'a gitti. Doktor hika
yeyi dinler dinlemez arka kapının ardına geçti ve durmadan
mırıldanarak büyü yapmaya başladı. Kocası bu sefer de
iyileşti. Ama bir süre sonra, kaçınılmaz biçimde üçüncü
kez hastalanınca, karısı bir kez daha Cairnsfoot'a gitti ve
peri-doktor arka kapının ardına geçerek mırıldanmaya
başladı, ancak biraz sonra içeri girip bunun faydasız oldu
ğunu söyledi - kocası ölecekti; gerçekten de adam öldü.
Artık ne zaman adamdan söz edilse, Bayan Ormsby, kafa-
80
sını sallayıp onun nerede olduğunu gayet iyi bildiğini ama
ne cennette, ne cehennemde, .ne de Araf'ta olduğunu söy
lüyordu. Belki de kocasının yerine bir odun kütüğü bıra
kıldığına inanıyordu, fakat o da öylesine büyülüydü
ki
ko
casının cesedine benziyordu.
Kadın da çoktan öldü, ama hala hayatta olanlar onu
anımsar. Sanırım bir süre hizmetçilik yapmıştı veya akra
balarımdan biri onu aylığa bağlamıştı.
Bazen, periler tarafından alınıp götürülenlerin, seneler
sonra --genellikle yedi sene sonra- dostlarını son kez gör
melerine izin veriliyordu. Seneler önce, Sligo'daki bahçe
sinde kocasıyla yürüyen bir kadın aniden yok olmuştu. O
zamanlar bebek olan oğlu büyüyünce, bir şekilde, annesinin
periler tarafından büyülenip Glasgow'da bir eve hapsedildi
ğini ve kendisini görmeyi çok istediğini haber aldı ve bunu
kimseye söylemedi. Yelkenli gemiler devrindeki Glasgow,
bir köylü için, bilinen dünyanın öbür ucu demekti, fakat o
saygılı bir oğuldu ve kalkıp gitti. Uzun süre Glasgow sokak
larında dolaştı; sonunda annesini bir hücrede çalışırken gör
dü. Annesi mutlu olduğunu ve en iyi yiyeceklerle bes
lendiğini söyleyerek oğluna da bunlardan isteyip istemedi
ğini sordu, sonra da masayı her çeşit yiyecekle donattı.
Fakat oğlu, peri yiyecekleriyle kendisini büyülemeye çalıştı
ğını, böylece onunla kalmasını sağlamak istediğini bildiği
için reddetti ve Sligö'ya, kendi halkının arasına döndü.
Sligo'nun beş mil güneyinde, kasvetli, ağaçlarla çevrili
ve su kuşlarının toplanma yeri olan, coğrafi biçiminden
ötürü Heart Lake adı verilen bir gölcük var. Bu gölcük,
akbalıkçıl, çulluk ve yaban ördeğinden daha esrarengiz
canlıların uğrak yeridir. Ben Bulben'deki beyaz kare taşta
olduğu gibi, bu gölden de doğaüstü bir güruh yeryüzüne
çıkmaktadır. Bir keresinde, erkekler suyu boşaltmaya
başladıklarında, içlerinden biri aniden evinin alevler içinde
olduğunu haykırmış. Dönüp bakmışlar ve oradaki herkes
kendi kulübesinin yanmakta olduğunu görmüş. Aceleyle
81
, ,
.�ı
I'
ıı ı
i
'
1 1
'ıı
'I
ı ı
evlerine vardıklarında bunun sadece perilerin büyüsü ol
duğu anlaşılmış. Bugün bile, inançsızlıklarının bir emaresi
olarak, gölün kenarında yarı kazılmış bir hendek görü
lebilir. Gölden biraz uzakta, periler tarafından kaçırılmayla
ilgili güzel ve hüzünlü bir öykü duydum. Kendi kendine
Galce şarkılar söyleyen, gençliğinde yaptığı dansları anım
samışçasına hop hop hoplayan, beyaz başlıklı, ufak tefek,
ihtiyar bir kadından dinledim bunu.
Genç bir adam, akşam karanlığı henüz çökerken, yeni
evlendiği karısıyla yaşadıkları eve döndüğü sırada, neşeli
bir grupla karşılaşır ve onların içinde karısını görür. Bunlar
perilerdir ve karısını orkestra şeflerine eş olması için çal
mışlardır. Adam, onları keyfi yerinde bir grup ölümlü zan
neder. Karısı eski aşkını görünce onu hoşça karşılar ancak
perilerin yiyeceklerinden yiyerek büyülenmesinden ve bu
dünyadan koparılıp o insansız, yarı karanlık diyara götürül
mesinden çok korktuğu için kocasını atlılardan üçünün yanı
na kağıt oynamaya oturtur. Adam, bir şeyin farkına var
maksızın, orkestra şefinin karısını kolları arasında götürdü
ğünü görünceye dek oyuna devam eder. Birden irkilir ve
onlarin peri olduğunu anlar; zira o keyifli grup usulca göl
gelerin ve gecenin içinde erimektedir. Telaşla sevgilisinin
evine gider. Yaklaştıkça ağıt yakanların ağlamalarını duyar.
O
gelmeden biraz önce karısı ölmüştür. Tanınmamış bir
Gal ozanı, bu öyküyü unutulmuş bir balada dönüştürür,
dostum kimi ilginç mısraları anımsayıp bana söylemişti.
Perili gölün yakınında anlatılan Castle Hacketli John
Kirwan'ın hikayesinde olduğu gibi, çalınıp götürülen in
sanların hayattakilere iyi periler gibi davrandıkları da olur
ara sıra. Köy hikayelerinde Kirwanlar12 söylentilere çokça
12) Kirwanlar'ın değil de Castle Hacket'te yaşayan atalannın, yani
Hacketler'in, bir insan ve bir periden dünyaya geldiklerini ve güzellikleriyle
tanındıklarını öğrendim. Lord Cloncurry'nin annesinin de Hacketler'in
soyundan geldiklerini sanıyorum. Bütün bu hikayelerde
Kirwan
ismi, Hacket
isminin yerini almış olabilir. Efsane, her şeyi kendi harcında yoğurur.
82
konu olan bir ailedir. ve bir insanla bir periden doğduk
larına inanılır. Eskiden beri güzellikleriyle bilinirler; Lord
Cloncurry'nin annesinin de bu soydan olduğunu oku
muştum.
J ohn Kirwan çok iyi bir biniciydi ve bir keresinde, İngil
tere'nin orta kesimlerinde bir at yarışına giderken, o güzel
atıyla Liverpool'a geldi. O akşam rıhtımda dolaşırken,
Zayıf bir çocuk gelip atını hangi ahıra bağladığını sordu.
Falanca yerde diye yanıtladı. Zayıf çocuk, "Oraya bağlama
atını," .dedi, "o ahır bu gece yanacak." Atı başka ahıra.götür
dü ve gerçekten de sözü edilen ahır o gece yandı. Ertesi
gün çocuk, ödül olarak, gelecek yarışta atın jokeyliğini
yapmak istedi ve gitti. Yarış günü geldi. Son anda çocuk
ortaya çıkıp, "Eğer atı sol elimle kamçılarsam kaybederim,
fakat sağ elimle kamçılarsam bütün varlığınla bahse gir,"
diyerek ata bindi. "Çünkü," dedi bana hikayeyi anlatan
Paddy Flynn, "Sol kol hiçbir şeye yaramaz. Onunla ıstav
roz çıkarmaya devam etsem, Noel ya da bir Banshee çıka
gelse, yine de şurada duran süpürgeden daha fazla umur
samaz beni." Ve çocuk atı sağ eliyle kamçılamış. John Kir
wan da bahsin hepsini kazanmış. Yarış bitince, "Şimdi
senin için ne yapabilirim?" diye sormuş. "Bir tek şey,"
demiş çocuk, "annemin senin toprağında bir kulübesi var
- beni bebekken beşikten çalmışlar. Ona iyi davran John
Kirwan, ben de atların nereye giderse gitsin onlara kötü
lük gelmemesini gözeteceğim. Ancak beni bir daha göre
meyeceksin." Sonra havaya karışmış ve kaybolmuş.
Bazen hayvanlar da kaçırılır, görünüşe. bakılırsa daha
çok boğulmuş hayvanlar. Paddy Flynn, bana, Claremorris,
Galway'de bir inek ve buzağısıyla yaşayan fakir, dul bir
kadından söz etti. İneği ırmağa düşüp sürüklenmiş. O ci
varda yaşayan bir adam, kızıl saçlı bir kadına gitmiş �ün
kü bu tip konularda onların bilgili olduğu var sayılır- ve
kadın, ona, buzağıyı ırmak kenarına bırakmasını, kendi-
,1
sinin de saklanıp gözetlemesini söylemiş. Adam söyleneni
:ıı
83
ı
•)
1
1
'
l.ı:
,,,
·lı
ıl
1 11'
ı'/I
( ,
I'
�I
rl
' I'
11'
I '
"
1
--
yapmış ve akşam olduğunda buzağı böğürmeye başlayınca
inek gelip yavruyu emzirmiş. Sonra adam, söylendiği gibi,
ineğin kuyruğunu yakalamış. Birlikte kraliyete (pagan dö
nemden beri İrlanda'nın her tarafında bulunan ve halk
dilinde ordugah ya da kale denilen yuvarlak hendekler)
kadar çit ve hendeklerin üstünden hızla atlayarak geçmiş
ler. Adam, içeride, onun kasabasından olup da kendisi
yaşarken ölen bütün insanları yürür
ya
da otururken gör
müş. Kenarda bir. kadın dizlerinde bir çocukla oturuyor
muş ve adama seslenerek kızıl saçlı kadının dediklerini
anımsatmış. O da kadının söylediklerini anımsamış, "İne
ğin kanını akıt." Bıçağını ineğe saplamış ve kan boşanmış.
Bu, büyüyü bozmuş ve adam evine dönebilmiş. "Halatı
unutma," demiş dizinde çocuk olan kadın, "içinde duranı
al." Bir çalının üstünde üç halat varmış. Birini alıp ineği
dul kadına sağ salim götürmüş.
İçlerinden birinin yağmalanırcasınaalınıp götürüldüğü
nü söyleyen insanların yaşamadığı tek bir vadi ya da dağ
yamacı yok gibidir. Heart Lake'in iki veya üç mil ötesinde,
gençliğinde çalınan ihtiyar bir kadın yaşar. Her nedense
yedi yıl sonra evine geri getirilmiş, ama getirildiğinde
ayaklarında hiç parmağı yokmuş. Dans ederken hepsi telef
olmuş. Ben Bulben'deki beyaz taş kapının yakınına giden
lerin çoğu çalınmıştır.
Kentlerde duyarlı olabilmek, size anlattığım kırsal yer
lerde duyarlı olabilmekten çok daha kolaydır. Akşamları,
beyaz kulübelerin kokulu mürver ağaçları arasındaki gri
yollarda yürürken, donuk dağların zirvesinde toplanan bu
lutları seyrederken, beyaz kare kapıdan kuzeye veya gü
neydeki Heart Lake' den öteye telaşla giden bu yaratıkları
ve gulyabanileri, duyularınızın ince bir örümcek ağına ben
zeyen duvağının ötesinde kolaylıkla keşfedebilirsiniz.
84
YORULMAYANLAR
Katışıksız duygularımızın olmaması yaşamdaki büyük
dertlerden biridir. Düşmanımızda sevdiğimiz bir yön,
sevgilimizde ise hoşlanmadığımız bir yön her zaman vardır.
Bizi yaşlandıran, alnımızı kırıştırıp gözlerimizin çevresin
deki izleri derinleştiren, ruh durumlarının bu karmaşasıdır.
Eğer biz de periler gibi iyi bir yürekle sevip nefret edebilsek,
onlar gibi uzun ömürlü olabiliriz. Fakat o güne kadar, o
yorulmayan neşe ve kederleri, cazibelerinin hep yarısı kadar
olmalı. Onlardaki aşk asla tavsamaz, ne de yıldız halkaları
dans eden ayaklarını yorabilir. Donegal köylüleri beli alıp
çalışmaya başladıklarında, veya akşam olup da iş gününün
tüm ağırlığıyla ateşin
p
aşına çöktüklerinde, bunu anımsar
ve unutulmaması için bununla ilgili hikayeler anlatırlar.
Derler ki, kısa bir süre önce iki küçük yaratık, biri genç
bir erkek diğeri genç bir kadın olan
iki
per� bir çiftçinin
evine gelmişler ve geceyi ocağı süpürüp etrafı düzenleyerek
geçirmişler. Ertesi gece tekrar gelmişler ve çiftçi yokken
bütün eşyayı üst katta bir ödaya taşıyıp daha havalı görün
mesi için hepsini duvar kenarına yerleştirdikten sonra dans
etmeye başlamışlar. Günlerce, hiç durmadan dans etmişler,
halk onları seyretmeye gelmiş ama ayakları hiç yorulmamış.
O sürede çiftçi evinde kalmaya cesaret edememiş; üç ay
sonra artık bu duruma dayanamayınca evine gidip onlara
papazın geleceğini söylemiş. Küçük yaratıklar bunu duyunca
kendi ülkelerine dönmüşler. İnsanlar, onların neşesinin,
sazların ucu kahverengi kaldıkça ve Tanrı dünyayı bir öpü
cükle yakıncaya dek süreceğini söyler.
Ancak dinelmez günleri yaşayan sadece periler değildir.
Onların sihrine kapılıp, belki de Tanrı vergisi ruhlarının
85
ıı�
l:ııı'
il
.Jı
yardımıyla, perilerden de fazla yaşam ve duygu bolluğuna
erişmiş kadınlar ve erkekler vardır. Görülüyor ki, ölüm
lüler, Güzelliğin Solmayan Gülü'nün yıldızları uyandırarı
rüzgarlarla oraya buraya uçuşan narin ve mutlu yaprakları
nın arasına karıştığında, kasvetli ülke onların yaşam hakkını,
biraz da hüzünle, onaylamış ve onlara en iyisini vermiştir.
Uzun zaman önce, İrlanda'nın güneyindeki bir kasabada
böyle bir ölümlü doğmuş. Beşiğinde yatıyor ve annesi de
onu sallıyormuş. İçerıye Sidhelerden (periler) bir kadın gir
miş ve çocuğun, kasvetli ülkenin prensine eş olarak seçildi
ğini söylemiş. Ancak prens henüz aşkının ilk ateşiyle yanar
ken karısının yaşlanıp ölmesi uygun olmayacağından, kızın
da perilere has bir yaşamla ödüllendirildiğini bildirmiş.
Anne kor halindeki odun kütüğünü ateşten çıkarıp bahçeye
gömmeli, çocuk da o kütük kor kaldıkça yaşamalıymış.
Anne kütüğü gömmüş, çocuk büyüyüp çok güzelleşmiş
ve bir gece vakti gelen periler prensi ile evlenmiş. Yedi
yüz yıl sonra prens ölünce, yerine başka bir prens geçip bu
sefer de güzel köylü kızıyla o evlenmiş. Yedi yüz yıl sonra
o prens de ölünce yerine yeni bir prens ve yeni bir koca
derken kızın yedi kocası olmuş. Sonunda bir gün papaz
gelip kıza yedi kocası ve uzun ömrüyle mahalleye kötü
örnek olduğunu söylemiş. Bunun üzerine kız çok üzgün
olduğunu ama suçun kendinde olmadığını belirterek kütük
hikayesini anlatmış. Papaz kütüğü bulana dek kazmış ve
sonra da kütüğü yakmışlar. Kız ölmüş, bir Hıristiyan gibi
gömülmüş ve herkes rahatlamış. Dünyayı dolaşıp perilere
has uzun ömrünü boğacak kadar derin bir göl arayan ve
bundan usanan Clooth-na-bare
13
de böyle bir ölümlüydü.
13) Clooth-na-bare, kuşkusuz, Cailleac Bare olmalı. O da ihtiyar
kadın Bare anlamına gelir. Bare, Bere,
V
erah, Derah ya da Dhera çok iyi
tanınan bir kadındır; belki de Tanrıların annesinin ta kendisi. Fews
dağlarında bulunan Lough Leath veya Grey Lake'i sık sık ziyaret eden bir
dostum onu bulmuş olduğunu düşünüyordu. Olasılıkla, Lough la'yı
ben yanlış işittim ya da hikayeyi anlatan Lough Leath'i yanlış telaffuz
etti. Zira birçok Lough Leath var.
·
86
Tepeler ve göller aştı, çevik ayaklarının değdiği her yere
taşlardan kurganlar yaparak Sligo'daki Birds' Mountain'in
zirvesinde yer alan küçük Lough la'da dünyanın en derin
suyunu buluncaya kadar uğraştı.
İki küçük yaratık dans etmeye devam etsin, kütük hika
yesindeki kadınla Clooth-na-bare rahat uyusun, çünkü
onlar dizginsiz nefreti ve katışıksız aşkı tanıdı; kendilerini
evet
ya da hayırlarla yormadılar,
belki
ve acabalar ayaklarına
köstek olmadı. Kudretli rüzgarlar gelip onları aralarına
aldı.
87
1
,ı
·ı
' I
lıı:
1 ,
YERYÜZÜ, ATEŞ VE S U
Küçükken okuduğum bir Fransız yazarı, çölün, Yahu
diler orada dolaşırken kalplerine girdiğini ve bugünkü
Yahudileri yarattığını söylüyordu. Yahudilerin, yeryüzü
nün yok edilemez çocukları olduklarını neye dayanarak
kanıtladığını anımsamıyorum, ama pekala temel element
lerin çocukları olabilirler. Eğer ateşe tapanlar hakkında
daha fazla bilgimiz olsaydı, inançla yaşadıkları çağların
ödüllendirildiğini ve ateşin onlara kendi doğasından bir
şeyler kattığını görürdük; suyun da, denizlerin ve göllerin,
sisin ve yağmurun suyunun, her şeyden çok bir İrlandalı
imgesi yarattığına eminim. İmgeler, sanki bir gölcüğe yan
sırcasına, aklımızda durmadan şekiller kendilerini. Eski
zamanlarda mitolojiye bağlıydık, ve her yerde Tanrilar
gördük. Onlarla yüz yüze konuştuk; bu topluluğa özgü
hikayeler, koca Avrupa'nın geri kalanında anlatılan benzer
hikayelerin tümünden daha fazla. Bugün bile kırsal kesim
de yaşayan insanlarımız ölülerle konuşuyor, hatta bu ölü
lerden bazıları, ölümden ne anladığımız dikkate alınırsa,
hiç ölmemişler; eğitimli insanlarımız bile düşlem için
gereken dinginlik haline hiç güçlük çekmeden varıyor.
Aklımızı, varlıkların kendi imgelerini görmek için etrafına
toplandıkları durgun bir su haline getirebiliriz, böylece
kendi imgeleri, bir anlık da olsa, bu dinginlik sayesinde
daha berrak, belki daha ateşli bir hayat sürebilir. Bilge
Porphyrios değil miydi bütün ruhların, hatta akıldaki im
geler kuşağının bile su sayesinde hayat bulduğunu düşünen?
1902
88
E SKİ KA SABA
On beş sene kadar önce, bir gece, periler ülkesinin
kudreti denebilecek bir şeye rastladım.
Dostum olan genç bir adam ve kızkardeşiyle -dostla
rım ve akrabalarım-ihtiyar bir köylüden hikaye dinlemeye
gitmiştik. Eve dönerken de adamın bize anlattıkları hak
kında konuşmuştuk. Karanlıktı, hayal güçlerimiz, anlattığı
hayalet hikayeleriyle dalgalanıyordu, ve bu hikayeler bizi
uykuyla uyanıklık arasında, bize yabancı, Sfenkslerin ve
Ejderlerin açık gözlerle oturduğu, sürekli mırıltı ve fisıl
tıların duyulduğu bir yere götürebilirdi. Gördüğümüz şe
yin, uyanık bir aklın imgelemi olduğunu sanmıyorum.
Kız yolun ortasından parlak bir ışığın ağır ağır geçtiğini
gördüğünde yolu karanlığa gömen ağaçlığın oradaydık.
Ağabeyi ve ben hiçbir şey görmemiştik. Bir nehrin
kıyısında yarım saat kadar yürüyüp, daha sonra dar bir
geçitten aşağı inerek sarmaşıklar arasında kaybolmuş bir
kilise kalıntısına, Cromwell döneminde yakıldığı söylenen
ve 'Eski Kasaba' diye bilinen bir yerin kalıntılarının olduğu
açıklığa varana kadar da bir şey görmedik. Orada birkaç
dakika oyalandık; taşlar, böğürtlenler ve bodur çalılarla
kaplı düzlüklere bakarken ufukta, gökyüzüne doğru ağır
ağır yükselen küçük ve parlak bir ışık gördüğümü
anımsıyorum; birkaç dakika içinde, başka zayıf ışıldar ve
sonunda nehrin üzerinde hızla hareket eden bir meşalenin
alevine benzeyen bir alev gördük. Sanki bir düş gör
müştük, her şey o kadar gerçekdışıydı ki şimdiye kadar
bu olanlar hakkında hiçbir şey yazmadım ve çok nadiren
konuştum; düşünürken bile, sebepsiz bir itkiyle, konuyu
89
1 1
• ı
' 1
1
ı l
!•
ı,,
ılııı
ııl
: 1
enine boyuna tartmaktan kaçındım. Gördüğüm şeylerden
aklımda kalanlar, gerçeklik hissi zayıfladığı için, bana gü
venilmez geldi. Bununla beraber, bir iki ay kadar önce
iki arkadaşımla konuştum ve onların benzer belirsiz anı
larıyla kendi�ninkileri karşılaştırdım. Bu gerçekdışılık his
si tümüyle mükemmeldi, çünkü ertesi gün, hiçbir gerçek
dışılık emaresi olmaksızın, en az o ışıklar kadar olağanüstü
sesler duydum, hepsini de tastamam bir açıklık ve kesin
likle anımsıyorum. Aynayı döven ber.elye sağanağına ben
zer bir ses duyduğumda, kız o eski ve modası geçmiş
aynanın altında oturmuş kitap okuyordu, ben de birkaç
adım ötede bir şeyler okuyup yazıyordum, ona bakınca
aynı sesi bir kez daha duydum, o sırada odada yalnızdım,
arkamdaki tahta kaplamaya bezelyeden çok daha iri bir
şey çarpıyordu sanki. Bunu izleyen birkaç gün boyunca
başka sesler ve görüntüler de oldu, sadece ben değil, kız,
ağabeyi ve hizmetçiler de şahit. Parlak bir ışık, okunama
dan geçip giden alevden harfler, boş gibi görünen evde
hareket eden kallavi bir ayak. Köylülerin inandığı gibi,
eski zamanlardan beri insanların yaşadığı her yerde var
olan bu yaratıkların, eski kasabanın yıkıntılarından beri
bizi izleyip izlemediği merak uyandırıcı. Yoksa ilk ışığın
bir an için yanıp söndüğü nehir kıyısındaki ağaçlardan mı
geliyorlar?
1902
90
ADAM
VE
B O T LA R I
Donegal'da kuşkucu birisi vardı, bu adam hayaletler
ya da dişi umacılarla ilgili hiçbir şeye kulak asmazdı, Done
gal' da ayrıca ezelden beri bilinen hayaletli bir ev bulunu
yordu. Bu, evin nasıl olup da adamı alt ettiğinin hikaye
sidir. Adam eve gelip hayaletlerle dolu bir odada ateş yak
mış, botlarını çıkarıp ocağın üzerine koymuş ve ayaklarını
şömineye doğru uzatıp ısınmış. İlk başta hayaletler konu
sundaki inançsızlığında rahatmış, ama bir süre sonra, gece
olup her şey karanlığa gömülünce botlarından biri hareket
etmeye başlamış. Yerden yükselip kapıya doğru yavaşça
sıçramış, sonra diğer bot da aynı şeyi yapmış, peşinden
ilk bot tekrar sıçramış. Adam, botun içinde görünmez
bir varlığın olduğunu, botları giyip oradan uzaklaşmaya
çalıştığını düşünmüş. Botlar kapıya vardığında yavaşça üst
kata çıkmışlar; sonra adam, botların gelişigüzel adımlarını
duymuş, botlar tam üstündeki odada avare avare dolaşı
yorlarmış. Birkaç dakika geçmiş, botların yine merdi
vende olduğunu duymuş, sonra da dışarıdaki koridorda;
derken botlardan birisi kapıdan içeri girmiş, diğeri de bir
zıplayışta berikini geçmiş ve o da içeri girmiş. Botlar ada
mın üzerine atılmış, içlerinden biri adamı yakalayıp ona
vurmaya başlamış, adamı önce odadan sonra da evden
dışarı atana dek bu böyle sürmüş. Böylece adam kendi
botları tarafından yaka paça dışarı atılmış. Donegal şüpheci
adamdan intikamını almış. Görünmez varlığın bir hayalet
mi yoksa bir Sidhe mi olduğu bilinmiyor, ama intikamın
ne yolla alındığına bakılırsa, bu, düşgücünün yüreğinde
yaşayan Sidhe'nin işi olmalı.
91
,,
� ,.
'!
lı
,, '
KORKAK
Bir gün, Ben Bulben ve Cope Dağı'nın ötesinde yaşa
yan ve güçlü bir çiftçi olan dostumun evine gittim, orada
evin kızları tarafından pek sevilmeyen bir delikanlıyla
tanıştım. Ona kızların neden onu sevmediklerini sordum,
o da korkak olduğu için sevmediklerini söyledi. Bu durum
ilgimi çekti, çünkü gürbüz çocuklarının bir korkağa dönüş
tüğü
anne babalar, kendi hayatı ve işinden başka hiçbir
şeyle uyumlu olmayan bir sinir sistemine sahip kimseler
dir. Delikanlıya baktım, ama hayır, bu kanlı canlı yüz ve
bu güçlü bedende aşırı bir duyarlılığa yer yoktu. Bir süre
sonra bana hikayesini anlattı. Yabanıl ve huzursuz bir hayat
yaşamış, ama bir gün,
iki
yıl kadar önce, eve geç bir vakitte
gelmiş, birden hayaletli bir dünyaya gömülmekte oldu
ğunu hissetmiş. Bir an için, ölmüş olan kardeşinin yüzü
gözlerinin önünde belirmiş, dönmüş ve koşmaya başla
mış. Yoldan bir mil kadar aşağıda bulunan bir kulübeye
varıncaya kadar koşmaya devam etmiş. Kendisini öyle hızla
kapıya doğru savurmuş ki kalın tahta sürgünün kilidi kırıl
mış ve içeri düşmüş. O günden sonra o yabanıl hayatına
son vermiş, ama artık umutsuz bir korkakmış. Hiçbir
şey, ne gece ne gündüz, o yüzü gördüğü yere onu tekrar
götürememiş. Birçok kez, oranın etrafından dolaşmak
için yolunu iki milden fazla uzatmış. Ülkenin en güzel
kızı bile, yalnız da olsa, bir partiden sonra onu eve gitmeye
ikna edemezmiş. Her şeyden korkar olmuş, çünkü o,
hiç kimsenin değişmemiş haliyle göremeyeceği yüzü gör
müş - ruhun bilinmeyen yüzünü.
92
1
ÜÇ O ' BYRN E VE Ş EYTAN PERİLE R
Kasvetli krallıkta her kusursuz şeyden çokça var. Bura
da tüm yeryüzünden daha fazla sevgi var; yeryüzünden
daha fazla dans var; yeryüzünden daha fazla hazine var.
Belki de başlangıçta, yeryüzü, insanın arzularını karşılamak
için yaratıldı, ama artık oldukça yaşlandı ve yok olmak
üzere. Öteki krallığın hazinelerini yağmalamak ne hoş
olurdu.
Bir dostum, bir keresinde, Sleive League yakınlarında
bir kasabadaymış. Bir gün, "Cashel Nore" adlı bir ordu
gahın oralarda dolanıyormuş. Çökmüş yüzü, dağınık saç
ları ve lime lime olmuş elbiseleriyle bir adam ordugaha
gelip kazmaya başlamış. Dostum, adamın yakınlarında çalı
şan ve onun kim olduğunu soran bir köylü gibi davranmış.
"Üçüncü O'Byrne," diye yanıtlamış adam. Birkaç gün
sonra hikayeyi öğrenmiş. Oldukça büyük bir hazine, pa
gan döneminde ordugahın içine gömülmüş ve bazı şeytan
periler de hazineyi korumak için oraya yerleştirilmiş, ama
bir gün hazine bulunacak ve O'Byrne'lere ait olacakmış.
O gün gelmeden üç O'Byrne hazineyi bulmalı ve ölme
lilermiş. İkisi bu işi çoktan yapmışlar. İlk O'Byrne durma
dan kazmış, ta ki hazinenin içinde olduğu taş tabutu göre
ne dek, birden dağdan inen kıllı ve kocaman bir köpek
onu parçalara ayırmış. Ertesi gün hazine yeniden yeryüzü
nün derinliklerinde kaybolmuş. Bu sefer ikinci O'Byrne
gelmiş ve sandığı buluncaya kadar durmadan kazmış, san
dığın kapağını kaldırmış ve içinde parıldayan altınları gör
müş. O anda korkunç bir görüntü belirmiş, bunu gördük
ten sonra çıldırmış ve kısa bir süre sonra da ölmüş. Hazi-
93
' I
..
: •
'
1
· ı
1
' ı
ı •
ne yine gözden kaybolmuş. Şimdi de üçüncü O'Byrne
kazıyormuş. Hazineyi bulduğu an korkunç bir biçimde
öleceğini biliyor, ama bu yolla büyünün bozulacağına ve
O'Byrne ailesinin, eskiden olduğu gibi, sonsuza dek zen
gin olacağına inanıyormuş.
O civardan bir köylü, bir keresinde hazineyi görmüş.
Çimlerin arasında bir tavşanın incik kemiğini bulmuş, ke
miği yerden alınca kemikte bir delik olduğunu fark etmiş,
delikten bakmış ve yerin altında yığılı duran altınları gör
müş. Hemen bir kazma getirmek için eve koşmuş, ama
ordugaha geri döndüğünde hazineyi gördüğü yeri bula
mamış.
94
DR UMCLI FF VE R O S S E S
Drumcliff ve Rosses birer doğaüstü ziyaret yeriydi,
hala öyleler ve umarım sonsuza kadar da öyle kalırlar.
Ben çoğu zaman bu iki yerin civarında ve içlerinde yaşadım
ve periler hakkında pek çok, parça parça da olsa, bilgi
edindim. Drumcliff, Ben Bulben'in yamacında uzanan ge
niş ve yeşil bir vadidir. Ben Bulben ise içinde gece olunca
açılıp atlı perileri dünyaya saldığı söylenen beyaz, kare
şeklinde bir kapının bulunduğu varsayılan dağdır. Vadideki
pek çok harabeyi inşa eden Aziz Columba bile önemli
bir günde dualarıyla cennete daha yakın olmak için bu
dağa tırmanmış. Rosses ise küçük, denizi bölen, etrafı
yeşil bir masa örtüsü gibi kısa çimlerle kaplanmış kumlu
bir ovadır ve köpükler içinde, tepesi taşlı Knocknarea ve
'Şahinleriyle ünlü Ben Bulben' arasında yarı yola kadar
uzanır.
"Ama Ben Bulben ve Knocknarea için
Pek çok zavallı denizci göçtü gitti,"
diye devam eder şiir.
Rosses'in kuzey köşesinde küçük, kumlu, kayalık ve
çimenlik bir çıkıntı vardır; hüzünlü ve hayaletli bir yer.
Akıllı hiçbir köylü buradaki alçak kayalığın altında uykuya
dalmaz, çünkü burada her kim uyursa ruhundaki 'iyi in
san'ı çaldırmış bir 'aptal' olarak uyanabilir. Kasvetli Krallı
ğa bu burundan daha iyi bir kestirme yol bulamazsınız.
Çünkü altında, şimdilerde üzeri kumlarla iyice kaplanıp
örtülmüş, altın ve gümüşle dolu, en güzel salonların ve
95
.·�
ı·�
misafir
odalarının bulunduğu uzun bir mağara bulunmak
tadır.
Kumla kaplanmadan önce, bir zamanlar, yolunu
şaşıran bir köpek buraya girmiş ve yeraltından gelen çare
siz havlayışları çok içerilerdeki bir kaleden duyulmuş. Bu
kaleler ya da ordugahlar, çağdaş tarih başlamadan önce
yapılmış ve tüm Rosses ve Columkille'i içine alıyormuş.
Köpeğin havlamasının duyulduğu kalede, diğerlerinin ço
ğunda olduğu gibi, orta yerde bir yeraltı odası ve onun
içinde de arı kovanı bulunur. Bir keresinde orada dola
şırken,
benimle beraber
gelen, oldukça zeki ve 'okumuş'
bir köylü
mağaranın
ağzında beni bekliyordu, birazcık ge
cikince aşağıya eğilip
"İyi misiniz efendim?" diye
fısıldadı
utangaç bir sesle. Benim
de o köpek gibi ortadan kaybol
duğumu
zannetmiş.
Kuşkusuz
korkmuştu, çünkü bu kale hakkında
pek
de hayra alamet
olmayan söylentiler dolaşıyor.
Bu kale,
kuzey yamacında tek tük
kulübeler bulunan
ufak bir tepe
nin sırtında yer alıyor. Bir gece, bir çiftçinin oğlu kaleyi
alevler içinde görüyor
ve oraya doğru koşuyor ama büyü
leniyor, bir çitin üstüne atlıyor, bağdaş kurup oturuyor
ve bir sopayla çite vurmaya başlıyor, çünkü çiti at zanne
diyor ve kasabaya doğru hayatının en güzel yolculuğunu
yapıyor. Sabahleyin çocuk
hala
çite sopayla vuruyormuş,
alıp eve götürmüşler ve çocuk kendine üç sene sonra
gelebilmiş. Bu olaydan kısa bir süre sonra bir çiftçi kaleyi
tesviye etmeye çalışmış. Adamın inekleri ve atları ölmüş,
her çeşit dert onu bulmuŞ ve en sonunda onun da defteri
dürülmüş; kafası dizlerinde; ateşin kenarında öleceği günü
beklemeye bırakılmış.
Rosses'in kuzey ucundan birkaç yüz yarda güneye gi
dince bu sefer kumlarla kaplanmamış bir başka mağara
bulunur. Yaklaşık yirmi yıl önce iki direkli bir yelkenli
bu yakınlarda batmış ve üç-dört balıkçı boşaltılan tekneyi
karanlıkta gözetlemesi için bırakılmış. Geceyarısı olduğun
da mağaranın ağzında oturan kırmızı başlıklı iki kemancının
96
bütün azametleriyle keman çaldığını görmüşler ve oradan
kaçmışlar. Büyük bir grup kasabalı hemen mağaraya gitmiş
ama keman çalan yaratıklar ortadan kaybolmuşlar.
Akıllı köylüye göre, etrafındaki yeşil tepeler ve orman
lar sonsuz bir gizemle yüklüdür. İhtiyar köylü kadın ak
şamüzeri kapısının önünde. durduğunda, kendi sözleriyle,
'dağlara bakıyor ye Tanrı'nın yüceliğini düşünüyor.' Tanrı
her zamankinden daha da yakın, çünkü pagan güçler çok
uzakta değil. Çünkü kuzeyde, şahinleriyle ünlü Ben Bul
ben'de, beyaz kare kapı günbatımında ardına kadar açılıp
vahşi paganist atlıları düzlüklere salar, aynı anda güneyde,
Knocknarea'da, Beyaz Leydi, kuşkusuz Maive'in ta ken
disi, gece gökyüzünü kaplarken ortaya çıkar. Rahip kafa
sını sallasa da, ihtiyar kadın bu şeylere nasıl inanmasın?
Kısa bir süre önce genç bir çoban Beyaz Leydi'yi görme
miş miydi? O kadar yakınından geçmiş ki eteği ona değ
miş. Yere düşmüş ve üç gün boyunca ölü gibi orada kalmış.
Ama bu, periler diyarıyla ilgili ufak bir hikaye sadece; bu
dünya ile ötedünyayı birbirine bağlayan küçük bağlardan
birisi.
Bir gece Bayan H ..... .'nin yaptığı ekmeği yerken, ko
cası, bana uzunca bir hikaye anlattı, Rosses'ta duyduğum
hikayelerin en iyisiydi. Fin M'Cool'dan günümüze pek
çok umarsız insanın o varlıklar hakkında anlatacak birkaç
hikayesi vardır. Bu "iyi insanlar" kendilerini anımsatmaya
bayılırlar, bütün hikaye anlatanların yaptığı da budur zaten.
"Kanalı kullanarak seyahat ettiğimiz zamanlarda," diye baş
ladı, "Dublin'den geliyordum. Mullingar'a geldiğimizde
kanal bitti ve yürümeye başladım; biraz içmiştim, yorgun
dum ve ağır ağır yürüyordum. Yanımda birkaç arkadaşım
vardı, biraz yürüdükten sonra bir atlı arabaya atladık. İnek
lerin sütünü sağan birkaç kız görene kadar gittik ve onlarla
!atlamak için durduk. Bir süre sonra içmek için süt istedik.
"Burada süt koyabileceğimiz bir kap yok ama bizimle eve
gelirseniz süt verebiliriz," dediler. Onlarla beraber evleri-
97
ı ı :
ı .ı
ı \
I.'
1
lıı
1:
lı
1
1
lı'
' 1
1
/"
ne gittik ve ocak ateşinin etrafında oturup konuşmaya
başladık. Biraz sonra arkadaşlarım gitti ve ben ateşin ba
şında kaldım. Kızlardan yiyecek bir şeyler istedim. Ocakta
bir kap vardı, içinden eti çıkardılar ve bir tabağa koydular,
bana sadece kafa kısmından çıkan eti yememi söylediler.
Yemeği yedikten sonra kızlar dışarı çıktı ve onları bir daha
görmedim. Hava gittikçe daha da karardı ama ben hala
ateşin başında oturuyordum, derken ellerinde bir cesetle
iki adam çıkageldi. Onların geldiğini görünce kapının
arkasına saklandım. Cesedi şişe geçiren, "Şişi kim çevire
cek?" diye sordu. Öteki "Michael H .... , dışarı çık ve eti
çevir," dedi. Tir tir titreyerek dışarı çıktım ve şişi çevir
meye başladım. "Michael H .... ," dedi ilk konuşan, "eğer
onu yakacak olursan onun yerine seni şişe geçiririm." Son
ra dışarı çıktılar. Oraya oturdum ve korkudan titreyerek
geceyarısına kadar cesedi çevirdim. Adamlar geri geldiler,
biri ötekine etin yandığını söyledi, öteki ise iyi pişmiş
olduğunu. Bu meseleyi biraz tartıştıktan sonra ikisi de
bu seferlik bana bir şey yapmayacaklarını söylediler. Ate
şin etrafında otururlarken biri, "Michael H .... bana bir
hikaye anlatabilir misin?" diye sordu. "Hiç hikaye bilmiyo
rum," dediğim anda beni ensemden tuttuğu gibi dışarı
fırlattı. O gece çok sert esen bir rüzgar vardı. Doğduğum
günden beri hiç o kadar karanlık bir gece görmemiştim,
dünya dünya olalı böyle karanlık bir gece görmemiştir.
Nerede olduğumu hiç anlayamadım. Sonra adamlardan
biri gelip omzuma dokundu ve, "Peki şimdi bana bir hika
ye anlatabilir misin Michael H ... ?" deyince bu sefer, "Evet,"
dedim. Beni içeri götürdü, ateşin yanına oturttu ve,
"Başla," dedi. "Anlatabileceğim sadece bir hikaye var," de
dim. "O da şu: Burada oturuyordum, siz ikiniz bir cesetle
içeri geldiniz ve onu şişe geçirip pişirmem için beni başına
diktiniz." "Bu idare eder, içeriye gidip orada uyuyabilir
sin," dedi ve ben de memnuniyetle gittim; sabah oldu
ğunda kendimi yeşil bir tarlanın ortasında buldum."
98
Drumcliff, alametler bakımından çok zengin bir yerdir.
Bereketli bir balık avlama mevsimi öncesi bir fırtına bulutu
nun içinde bir balık fıçısı beliriverir; Columkille Sahili de
nen bataklık ve çamurlu bir yerde, ayışığının olduğu bir
gece, denizden Aziz Columba'yı taşıyan eski bir tekne gelir;
bu da gayet bereketli bir hasata işarettir. Korkunç alametler
de yok değil. Birkaç mevsim önce, bir balıkçı, ufukta meş
hur Hy Brazel'i görüyor; inanışa göre ona her kim doku
nursa artık ne bir işi, ne bir tasası, ne şüpheci kahkahalan
kalırmış, ama en karanlık koruların altında dolaşır, Cuchu
lain ile kahramanlarının konuşmalarını dinlermiş. Hy Bra
zel'in düşlemi ulusal sorunların habercisidir.
Drumcliff ve Rosses ağzına kadar hayaletlerle doludur.
Bataklıklarda, yolda, ordugahta, dere tepede, deniz kena
rında, kısacası her yerde ve her şekilde: Ba�sız kadınlar,
zırhlı erkekler, hayalet tavşanlar, ağızlarından ateş çıkan .
köpekler, ıslık çalan ayı balıklan ve daha niceleri. Birkaç
gün önce ıslık çalan bir ayı balığı bir gemiyi batırdı.
Drumcliffte çok eski bir mezarlık bulunur.
Dört
Ustanın
Yıllıkları'nda
871
yılında ölen Denadhach adındaki asker
hakkında bir dize var: "Can sülalesinden gelen dindar bir
asker Drumcliffteki kestane ağaçlı kavşakta yatıyor." Kısa
bir zaman önce, ihtiyar bir kadın, gece vakti kiliseye dua
etmeye giderken yolda kendisine nereye gittiğini soran
zırhlı bir adam görmüş. Yörenin bilge kişisi, onun, "Can
sülalesinden dindar bir asker" olduğunu ve hala inançla
mezarlığı beklediğini söylüyor. Buralarda hala yaygın olan
bir gelenek de, bir bebeğin ya da küçük bir çocuğun ölü
münden sonra eşiğe tavuk kanı serpmek ve böylece kötü
ruhtan henüz çok güçsüz olan çocuğun ruhundan çıkar
mak. Kan, şeytani ruhlan çeken çok etkili bir şeydir. Bir
kaleye giderken bir taşın üzerinde elinizi kesmenin çok
tehlikeli olduğu söylenir.
Drumcliff ve Rosses'ta saklanan çulluk-hayaletten daha
tuhaf bir hayalet bulamazsınız. İyi bildiğim bir kasabadaki
99
111'
l'ı
'ı
ılı
I''
1
1
� ıı
·ııı
lıiı] ilil
"
1
' il,
iı
ı ,ı
I'
�
:ı
bir evin arkasında çalılar var. Bazı sebeplerden dolayı bu
evin Drumcliff'te mi, Rosses, Ben Bulben'in yamacı ya
da Knocknarea'da mı olduğunu söyleyemeyeceğim. Bu
ev ve çalının bir tarihi var. Eskiden burada yaşamış olan
bir adam, Sligo Rıhtımı'nda, içinde üç yüz paundluk bank
notlar olan, yabancı bir gemi kaptanı tarafından düşü
rülmüş bir paket buluyor. Benim de tanıdığım bu adam,
kimseye bir şey söylemiyor. Para nakliye ücretiymiş ve
gemi kaptanı patronlarının karşısına çıkacak cesareti bula.
mayınca okuyanusun ortasında intihar etmiş. Kısa bir süre
sonra da bizim adam ölüyor ve ruhu hiç huzur bulamıyor.
Yine de navlunun bulunmasından sonra büyüyüp güzel
leşmiş olan evinin etrafında garip sesler duyuluyor. Ada
mın hala hayatta olan karısı, birçok defa, sözünü ettiğim
evin arkasınd,aki çalıya, zaman zaman orada beliren adamın
karaltısı için dua ederken görülmüş. Çalı hala orada duru
yor, bir zamanlar parçası olduğu çitten bir tek o kalmış,
ama kimse bir bahçıvan beli ya da bir budama bıçağı alıp
da ona dokunmaya cesaret edemiyor. O garip seslere ge
lince, birkaç sene örice yapılan tamiratlara kadar kesilmedi;
bu sırada bir çulluk, duvardaki sağlam sıvanın içinden dışa
rıya çıkmış ve, komşuların deyimiyle, parayı bulanın hu
zursuz hayaleti sonunda hapsolduğu yerden kurtulmuş.
Benim atalarım ve akrabalarım bunca senedir Rosses
ve Drumcliff civarında yaşıyor. Birkaç mil kuzeyde tü
müyle bir yabancıyım ve hiçbir şey bulamam. Periler hak
kındaki hikayeleri sorduğumda aldığım yanıt, Ben Bul
ben'in denize bakan yamacında, İrlanda' da az bulunan bir
beyaz taş kalenin yakınında yaşayan kadının verdiği yanıt
gibi oluyor: "Onlar kendi işleriyle uğraşıyor ben kendi
işlerimle." Çünkü bu yaratıklar hakkında konuşmak tehli
kelidir. Yalnızca dostluk ve atalarınızın bilgisi ketum dilleri
çözebilir. Dostum, "Tatlı Harp Teli" (tahmin edilir kor
kusuyla İrlandaca adından fazlasını vermiyorum), en inatçı
kalbi bile yumuşatabilecek bir ilme sahip, ama öte yandan
100
potheen
(kaçak İrlanda viskisi) üreticilerine kendi tarlasın
dan buğday veriyor. Ayrıca Yüce Eliza devrinde
gulyabaniyi
dirilten Galli büyücünün soyundan gelmektedir ve öte
dünyalı her yaratığın sesini duyabilme özelliği de ona geç
miştir. Neredeyse akraba gibiler, eğer büyücülerin soyu
hakkında konuşanlar doğru söylüyorsa tabii.
101
r
;I',
'i'
lı
ı[
TALİ H Lİ N İ N KAL I N KAFATA S I
I.
Bir zamanlar, bir grup İzlandalı köylü, şair Egil'in gö
mülü olduğu mezarlıkta çok kalın bir kafatası buldular.
Bu, onlara göre, büyük bir adamın kafatasıydı ve hiç şüphe
yok ki bu Egil'in ta kendisiydi. Tamamen emin olmak
için bir duvarın üstüne koydular ve çekiçle sert darbeler
vurdular. Vurulan yerler beyazladı ama kafatası kırılmadı,
bu kafatasının şaire ait olduğuna artık emindiler ve her
türlü övgüyü hak ediyordu. Biz İrlandalılar, İzlandalılar
ya da bizim deyimimizle "Danimarkalılara'', dahası bütün
İskandinav ülkelerinin insanlarına oldukça benzeriz. Bazı
dağlık ve çorak alanlarda, sahil kasabalarında, birbirimizi
İzlandalıların Egil'in kafatasım sınadığı gibi sınarız. Bu
geleneği Danimarkalı korsanlardan almış olabiliriz; çünkü
Rosses halkından olan torunlarının dediğine göre, bir za
manlar atalarının olan İrlanda'daki bu toprakların her düz
lüğü ve tepeciğini bilirlermiş ve Rosses'in bir yerlisi gibi
de Rosses'i tarif edebilirlermiş. Roughley diye bilinen
bir sahil bölgesinde erkekler, kızıl sakallarını asla kes
mezler veya düzeltmezler ve hiç bitmeyen ayaküstü kav
gaları vardır. Bir kayık yarışında onları gördüm; birbirle
rine faul yaptılar, bir süre Galce bağırdıktan sonra birbirle
rine küreklerle saldırdılar. İlk kayık karaya oturdu, arbede
nedeniyle ikinci kayığında geçişi engellendi ve zaferi üçün
cü kayık kazandı. Sligo'da yaşayan insanlar, Roughleyli
bir adamı, kavga sırasında birisinin kafatasım kırmakla
suçlamış ama adam İrlanda'ya pek yabancı olmayan bir
savunma yapmış; bazı kafatasları
o
kadar ince ki kırılma-
102
sından sorumlu tutulamazsınız. Kendisini suçlayan adama
öfkeli bir bakış atıp, "Bu küçük adamın kafatasına bir vur
sanız yumurta kabuğu gibi kırılır zaten," dedikten sonra
hakime gülümseyerek, gönül alıcı bir şekilde eklemiş,
"ama belli
ki
zatıalinin ülkesinden bir çetin cevize çatmış."
il.
Bunları yıllar önce yazmıştım, o zaman bile eski anılar
dı. Geçenlerde Roughley'deydim, tıpkı diğer terk edilmiş
yerler gibiydi. Belki de Moughorow gibi çılgın bir yere
gitmeliydim, zira çocukluk anıları üzerine yüklenilmeye
cek kadar narin.
1902
103
, .
,�
1
'l
1 i1
1 .
ı ,
i l
1
i
,,
' il
1 :
"
B İR D E N İZ C İ N İ N D İ N İ
Bir gemi kaptanı güvertede dikildiğinde veya kamara
sından dışarıya bakarken Tanrı ve dünya hakkında enine
boyuna düşünür. Uzakta, ötededeki vadide, ekinlerin ve
kır çiçeklerinin arasında, yüzüne vuran güneşin sıcaklığı
ve korudaki güzelim gölgeliğin dışında her şeyi unutabilir
insan; ama karanlığa ve fırtınaya yolculuk edenin işi yalnız
ca düşünmek ve düşünmektir. Birkaç yıl önce, Haziran
ayında, bir gemi kaptanıyla yemek yiyordum, S.S.
Margaret
Gemisi'nin kaptanı Moran. Bu gemi, yerini bilemediğim,
batıdaki bir nehirden suya indirilmiş. Tıpkı diğer denizci
ler gibi, kişiliğinde pek çok fikri harmanlamış birisi oldu
ğunu düşündüm. Tanrı ve dünya hakkında konuşurken
o tuhaf denizci! tavrını takındı, söylediği her kelimede
vurgusunun yoğun enerjisi hissediliyordu.
"Efendim," dedi "siz hiç gemi kaptanının duası hak
kında bir şeyler duydunuz mu?"
"Hayır, nedir acaba?" dedim.
"Şöyledir," dedi, "Yüce Tanrım, bana metanetli olmak
için güç ver!"
"Peki bu ne anlama geliyor?"
"Bu," dedi, "bir gece beni kaldırırlar ve "Kaptan batıyo
ruz," derlerse kendimi aptal durumuna düşürmemek için.
Bir seferinde, Atlantik'in ortasında, geminin güvertesinde
dikilirken ikinci kaptan ölü gibi bir yüzle gelince ona de
dim k� "Bu işe başlarken her yıl belli sayıda geminin battı
ğını biİmiyor muydun?" "Evet efendim," deyince ben de,
"Sen batmak için para almıyor musun?" dedim. "Evet
efendim," diye karşılık verdi. "O zaman, lanet olasıca herif,
git ve bir erkek gibi geminle beraber bat," dedim."
104
C E N N E T , YE RYÜ Z Ü VE ARA F ' I N
YAK I N L I G I HAKK I N DA
İrlanda' da bu dünya ve ölümden sonra gittiğimiz dünya
pek ayrı değildir. Duyduğuma göre bir hayalet yıllarca bir
ağaçta ve daha sonra da yıllarca bir köprünün kemerinde
barınmış. Benim tanıdığım Mayolu ihtiyar bir kadın, "Evi
min olduğu yerde bir çalı var ve insanlar orada dua eden
iki ruh olduğunu söylüyorlar. Rüzgar estiğinde bir taraftaki
açıkta kalıyor, rüzgar diğer taraftan estiğinde öbür taraftaki
açıkta kalıyor ve çalının altına girdikleri zaman iş tersine
dönüyor. Ben inanmıyorum ama gece vakti o civardan geç
mek istemeyen pek çok kişi var," diyor. Gerçekten de iki
dünyanın yakınlaştığı o kadar çok durum var ki insan bu
dünyadaki mal ve mülkün öbür dünyanın yansımaları ya
da gölgeleri olduğunu düşünüyor. Önceden tanıdığım bir
bayan, yolda giderken, üzerinde uzunca bir pardösü ile ko
şan bir çocuk görüyor ve çocuğa niye pardösüyü kısalttır
madığını soruyor. Çocuk, "Bunlar büyükannemindi,"
diyor, "öteki tarafa dizlerine kadar uzanan bir pardösüyle
mi gitsin, daha öleli dört gün oldu." Bir kadının hayaleti
hakkında bir hikaye okumuştum, gömüldüğü gün üzerinde
olan elbisenin kısalığı yüzünden Araf'ta dizleri yanıyor ve
bu yüzden evdekilere musallat oluyor. Köylüler mezarları
nın dünyadaki evleri gibi olmasını istiyorlar; çatının akması;
beyaz duvarların rengini yitirmesi ya da süt
ve
tereyağı kapla
rının devamlı boş olması dışında. Ama her zaman için Tan
rı, haklı ile haksızı birbirinden ayırır, ister toprak sahibi bir
lord olsun, ister komisyoncu, isterse ekmek dilenen birisi.
1 892-1902
105
" I
1 '
l
ı
ı
1
' ı
DEGERLİ TAŞ YİYİCİ LERİ
Bazen herkesin yaptığı şeylerden sıkılınca ve huzur
suzluk içime çökünce, uyanık olduğum halde düşler görü
yorum; kah sönük ve gölgemsi kah canlı ve ayağımın altın
da hissettiğim maddesel dün ya gibi katı. Canlı ya da sönük
olmaları fark etmiyor, çünkü bu irademin dışında ve değiş
tiremeyeceğim bir şey. Kendi iradeleri var ve oraya buraya
gidip geliyor, istedikleri gibi değişiyorlar. Bir gün, hayal
meyal, dipsiz bir karanlık çukur gördüm, etrafında onu
daire gibi çevreleyen parmaklıklar vardı ve bu parmaklıkla
rın üzerinde de avuçlarındaki değerli taşları yiyen, sayıla
mayacak kadar çok sayıda maymun. Taşlar kırmızı, yeşil
parlıyordu ve maymunlar bunları doymak bilmez bir açlık
la yalayıp yutuyorlardı. Anladım ki, gördüğüm şey Kelt
cehennemi, benim cehennemim; bir sanatçının cehenne
mi: Onca güzel ve muhteşem şeyi kanmaz bir susuzlukla
arayan herkes, huzuru ve biçimi yitirip biçimsiz, sıradan
bir hal alıyor. Diğer insanların cehennemlerini ve cehen
nemlik Peter'i de gördüm; kapkara bir yüzü ve beyaz du
dakları vardı, çift kefeli tuhaf bir terazide tartılıyordu, sade
ce yaptığı kötü şeyler değil, yapıp da yarım bıraktığı iyi
şeyler de vardı, ve seçilemeyen kimi gölgeler. Kefenin aşağı
yukarı gidip geldiğini görebiliyordum ama gölgelerin kim
ler olduğu anlaşılmıyordu, sanırım etrafındaki insanlardı.
Başka bir sefer de bir grup şeytan gördüm, çok çeşitli bi
çimlerdeydiler; balık, yılan, maymun, köpek vs. Tıpkı be
nim cehennemimdekine benzeyen kara bir çukurun etra
fında oturmuş, çukurun derinlerine ay gibi dolan cennetin
yansısını izliyorlardı.
106
TEPELERİN MERYE M İ
Çocukken postaneden, kasap ya da bakkal dükkanından
fazla uzağa gitmezdik, koruluktaki üzeri kapalı kuyu ya
da tepedeki tilki ini gibi emin yerlerde dolaşırdık. O za
manlar
T
anrı'ya ve onun yaratısına bağlıydık, ve eski günler
den miras kalan şeylere. Dağlardaki beyaz mantarların
arasında bir meleğin ışıltılı ayağını görsek bile çok fazla
şaşırmazdık, çünkü o günlerde engin umutsuzluğu, karşı
lıksız sevgiyi ve her ruh halini biliyorduk, bugünse talihin
ağı önümüzde uzanıyor. Lough Gill'in birkaç mil doğusu
na doğru, hem güzel hem de mavi ve beyazlar kuşanmış
genç bir Protestan kız, dağ mantarlarının arasında dolaşı
yordu; bir grup çocukla tanışmasını ve onların düşünün
bir parçası olmasını anlatan bir mektubu var elimde. Kızı
ilk gördüklerinde büyük bir korkuya kapılmış gibi ken
dilerini bir saz yatağının içine atmışlar; ama biraz sonra
diğer çocuklar da onlara katılmış, yerden doğrulup cesa
retle kızı takip etmişler. Kız onların korktuğunu fark et
miş ve bir anda durup ellerini havaya kaldırmış. Küçük
bir kız,
"Ah,
sen resimdeki Meryem'sin," diyerek arkadaş
larının arasına atılmış. "Hayır," demiş bir diğeri yakına
gelerek, "o bir gökyüzü perisi çünkü gökyüzünün renkle
rini taşıyor." "Hayır," demiş bir üçüncüsü, "okocayüksük
otundan olma bir peri." Yine de diğer çocuklar onun
gerçekten Meryem olduğunu kabul ediyorlarmış, çünkü
Meryem gibi giyiniyormuş. Kızın yüce Protestan kalbi
derinden huzursuz olmuş, çocukları etrafına oturtup
kim
olduğunu açıklamaya çalışmış, ama hiçbir açıklamasını ka
bul etmemişler. Bunun bir işe yaramadığını gören kız,
107
1 1
ı ı
! 1
1
ı
İsa hakkında bir şey duyup duymadıklarını sormuş.
"Evet," demiş biri, "ama ondan hoşlanmıyoruz, çünkü
Meryem olmasa bizi öldürür." "Bana karşı iyi davranma
sını söyle ona," diye kızın kulağına fısıldamış birisi. "Beni
yanına yaklaştırmaz, çünkü babam benim bir iblis oldu
ğumu söylüyor," diye patlayıvermiş bir üçüncüsü.
Kız onlara uzun süre İsa ve havarilerden söz etmiş,
ama onun insanları yoldan çıkaran serüvenci bir avcı oldu
ğunu zanneden, eli sopalı ihtiyar bir kadın sonunda araya
girmiş ve çocukların, Cennet'in Ulu Kraliçesi'nin dağda
bir yürüyüşe çıkıp kendilerine çok kibar davrandığı yolun
daki açıklamalarına rağmen onları oradan uzaklaştırmış.
Çocuklar gittiğinde kız da yoluna devam etmiş, tam yarım
mil kadar yürümüş ki 'iblis' olduğunu söyleyen çocuk
fundalıktaki hendeğin üzerinden atlamış ve iki etekliği
olduğunu gösterirse onun sıradan bir kadın olduğuna ina
nacağını söylemiş, çünkü kadınların hep iki tane etekliği
vardır. Kız iki etekliğini de göstermiş ve düş kırıklığına
uğrayan çocuk oradan uzaklaşmış, ama birkaç dakika sonra
bir kez daha hendeğin üzerinden atlayarak, "Babam bir
iblis, annem bir iblis, ben bir iblisim ve sen yalnızca sıra
dan bir kadınsın," diye öfkeyle ağlayarak, avuç dolusu ça-
. mur ve çakıl taşını kıza fırlatıp iç çekerek kaçmış. Bizim
Protestan, evine vardığında güneşliğinin püsküllerini dü
şürmüş olduğunu fark etmiş. Bir yıl sonra, tesadüf eseri,
yine dağa çıkmış, ama bu kez düz siyah bir elbise giyiyor
muş, ilk defasında ona 'resimdeki Meryem' diyen kızla
karşılaşmış ve püsküllerin çocuğun boynundan sarktığını
görmüş, "Geçen yıl karşılaştığın kadın benim, hani sana
İsa' dan söz eden," demiş. ''Hayır, sen değilsin! Hayır, sen
değilsin! Hayır, sen değilsin!" diye ısrarla yanıtlamış beriki.
Sahiden de bizim Protestan değilmiş o, yine vakar içinde
dağları ve sahilleri kat eden, püskülleri çocuğun ayak
larının dibine atan, Denizin Yıldızı Meryem'miş. Gerçek
ten de, insanların, içlerindeki iyi ve kötüyü şekillemek
108
için biraz vakit bulmak ve yıldızlardan bir tesbih çeken
Eski Zamanı seyretmek için huzurun, düşlerin ve saflığın
annesine yalvarmaları doğaldır.
I•
• il
ı·
'
'"
.Jı
I' :
111
1
1111 1
1 1:1
109
I'.·
1
' 1
1
'
1
' 1
,
:
1
1
1
ı
1
ALTIN ÇAG
Bir süre önce bir trende Sligo'ya doğru yol alıyordum.
En son oraya gittiğimde bir şeyler beni rahatsız ediyordu,
ruhlar diyarında yaşayan o bedensiz varlıklar ya da her
neyse, onlardan gelecek bir mesajı özlemiştim. Sonunda
mesaj geldi, bir gece göz kamaştırıcı bir uzaklıkta siyah
bir hayvan gördüm, yarı sansar yarı köpek, taş bir duvarın
üzerinde hareket ediyordu, siyah hayvan bir anda gözden
kayboldu, derken öte taraftan beyaz renkli, sansara benzer
bir köpek geldi, beyaz tüylerinde pembe derisi ışıldıyordu
ve baştan aşağı bir ışık seli içindeydi. Gündüz ve geceyi,
iyi ve kötüyü temsil eden iki peri köpekle ilgili bir köylü
inancını anımsadım ve o kusursuz alametle teselli buldum.
Ama şimdi de başka tür bir mesajı özlüyordum ve talih,
eğer talih varsa, onu da getirdi; adamın biri atlı bir arabaya
binerek kundura kutusundan yapıldığı belli olan bir ke
man çalmaya başladı ve müzikten hiç anlamasam da sesler
içimi çok garip duygularla doldurdu. Altın Çağ' dan gelen
bir ağıtyakarısı duyuyordum sanki. Kusurlu ve tamamlan
mamış olduğumuzu, ustalıkla örülmüş bir örümcek ağı
değil, birbirine düğümlenip köşeye atılmış bir ip yığını
olduğumuzu anlatıyordu. Bir zamanlar dünyanın tümüyle
kusursuz ve zarif olduğunu, zarif ve kusursuz dünyanın
hala yaşadığını ancak kürekler dolusu toprağın altında gö
mülü olduğunu söylüyordu. Periler ve daha masum ruhlar
onun içinde yaşamayı sürdürüyordu, ve rüzgarın eğdiği
sazlarda, kuşların şarkısında, dalgaların uğultusunda, ke
manın tatlı ağlayışında yas tutan çökmüş dünyamızın yasını
tutuyordu. Bizimleyken güzelin zeki, zekinin de güzel
110
olmadığını, en tatlı anlarımızın bile bir miktar kabalıkla
ya da hüzünlü anıların zehriyle bozulduğunu ve kemanın
sonsuza dek bunun yasım tutmak zorunda olduğunu söy
lüyordu Altın Çağ'da yaşayanlar ölse mutlu olabileceği
mizi, ama heyhat, onların söylemek bizlerin ise sonsuzluk
kapılan açılana dek ağıt yakmak zorunda olduğumuzu söy-
ı
lüyordu.
\,
·
Şimdi büyük cam çatılı son istasyona giriyoruz, ke-
mancı eski kundura kutusunu bir kenara bırakıp bahşiş
, için şapkasını gezdiriyor, kapı açılıyor ve gözden yitiyor.
1 '
1 1 1
1 lı
HAYALET VE P E R İ LE Rİ N İ N
H UYLARINI BOZ D U KLARI İ Ç İ N
İ S KOÇ LARDAN YAKIN MADIR
Periler diyarına beslenen inancın yaşadığı tek yer İrlan
da değil. Daha geçen gün, evinin önündeki göle bir su
atının musallat olduğuna inanan bir İskoç çiftçiden söz
edildiğini duydum. Ondan korkuyordu, göle ağlar döşeyip
sonra da pompayla suyu tahliye etmeye çalışmıştı. Onu
bir bulabilse, bu, su atı için hiç iyi olmazdı. Onun yerinde
bir İrlanda köylüsü olsaydı, çoktan yaratıkla bir uzlaşmaya
varmıştı. Çünkü İrlanda' da ruhlarla insanlar arasında sakı
nımlı bir yakınlık vardır. Birbirlerini hırpalarken bile akıl
cıdırlar. Birbirlerinin duyguları olduğunu kabul ederler.
Kimsenin ötesine geçemeyeceği sınırlar vardır. Hiçbir İr
landa köylüsü, yakaladığı bir periye Campbell'ın anlattığı
adam gibi davranmaz. Bu adam, bir kelpie14 yakalamış
ve onu atının arkasına bağlamış. Peri öfkeliymiş ama adam
onu sakinleştirmek için bir biz ve bir iğne batırmış. Bir
nehrin kıyısına geldiklerinde, peri iyice tedirgin olmuş,
suyu geçmeye korkuyormuş. Adam, bizle iğneyi bir kez
daha batırmış. Bunun üzerine peri bir çığlık atmış, "Bizi
batır, ama şu ince, kıl gibi aleti (iğne) benden uzak tut!"
diye bağırmış. Bir mağaraya gelmişler. Adam, fenerin ışı
ğını üzerine tutar tutmaz, peri kayan bir yıldız gibi oracığa
yığılıp bir topak pelteye dönüşmüş. Peri ölmüş. İrlan
dalılar bir periye, eski bir İskoç şiirinde anlatıldığı gibi de
davranmazlar. Bir zamanlar perili bir tepede çayır biçen
bir kız çocuğu varmış. Bir peri bu çocuğu sevmiş ve her
14) Kclpic; İskoçya'da iyi bilinen bir su perisi. (Ç. N.)
1 12
gün elini tepeden çıkarıp büyülü bir bıçak uzatmaya başla
mış. Çocuk çayırları bu büyülü bıçakla kestiği için işi fazla
uzun sürmüyormuş. Kardeşleri bu işin nasıl böyle çabucak
bittiğini merak etmişler. Sonunda çocuğu izleyip kendisine
kimin yardım ettiğini bulmaya karar vermişler. Bakmışlar
ki topraktan minik bir el çıkıyor ve çocuğa bir bıçak veri
yor. Bütün çayırlar biçildikten sonra çocuk bıçağın tuta
ğıyla yere üç kere vurmuş. Küçük el tepeden çıkmış. Kar
deşleri hemen bıçağı çocuktan kapıp bir vuruşta eli uçur
muşlar. Peri de bir daha görünmemiş. Kanayan kolunu
toprağın içine çekmiş ve, anlatıldığına göre, elini çocuğun
ihaneti yüzünden kaybettiğini düşünmüş.
Sizler İskoçya'da fazla ilahiyat düşkünü, fazla kasvetlisi
niz. Şeytana bile dinsel bir hava kattınız.Yargılama gününde
anayolda karşılaştığı cadıya "Nerede yaşıyorsunuz ha
nımefendi, rahip nasıl?" diye sormuştu. Bütün cadıları yak
tınız. Biz İrlanda' da onları kendi haline bıraktık. Yine de,
3 1
Mart
171 1
'de, Carrickfergus kasabasında 'sadık azınlık'
lahana sapıyla bir cadının gözünü çıkarmıştı, ama o zaman
'sadık azınlık' yarı yarıya İskoçtu. Perilerin pagan ve lanetli
olduğunu keşfettiniz. Hepsini yargıcın önüne çıkarmak ho
şunuza giderdi. Halbuki İrlanda' da savaşçı ölümlüler, peri
lerin arasına karışıp savaşlarda onlara yardım etmişlerdir.
Periler de, buna karşılık olarak, şifalı otlar konusunda onları
ustalaştırmış, hatta bazılarının kendi ezgilerini duymasına
izin vermiştir. Carolan perili bir hamağın üzerinde uyu
muştu. O geceden sonra ezgiler hiç aklından çıkmadı ve
onu büyük bir müzisyen yapan da bu oldu. İskoçya'da vaaz
verirken onları lanetlediniz. İrlanda'da rahipler, perilerin,
ruhsal durumları konusunda kendilerine danışmasına izin
vermiştir. Ama ne yazık ki, perilerin ruhları olmadığı so
nucuna varmışlar ve kıyamet günü bütün o parlak buhar
ların arasına karışıp yok olacaklarım söylemişlerdir. Bunu
öfkeden ziyade üzüntüyle belirtmişlerdir. Katolik dini,
1111
komşularıyla iyi geçinmeyi sever.
1 13
Bu iki ülkedeki iki farklı bakış açısı, tüm cinler ve peri
ler dünyasını etkilemiştir. Yaptıkları keyifli ve lütufkar
işleri görmek için İrlanda'ya, dehşet verici eylemlerini
görmek için de İskoçya'ya gitmelisiniz. Bizim ürkütücü
peri öykülerimizde bir tür gözbağcılık vardır. Bir köylü
yolunu kaybedip perili bir kulübeye gelir ve bütün gece
ateşin önünde şişe takılı bir ceset olarak kalakalırsa biz
kaygılanmayız, çünkü biliriz ki ertesi gün eprimiş kaba
nında çiğ damlalarıyla yeşil bir çayırlıkta uyanacaktır. İs
koçya' da durum tamamen farklıdır. Sizler hayalet ve cinle
rin doğal biçimde kusursuz olan yaradılışlarını bozdunuz.
Hebrides'ten gaydacı M'Crimmon, gaydasını omuzlayıp
yüksek sesle çala çala büyük bir deniz mağarasına doğru
yola koyulmuş, köpeği de peşinden geliyormuş. Gaydası
nın sesi uzun süre duyulmuş. Bir mil kadar gittikten sonra,
boğuşmaya benzer bir şey işitilmiş, sonra.da gayda birden
susmuş. Derken, derisi tamamen sıyrılmış bir halde kö
peği mağaradan çıkmış, o kadar bitkinmiş ki havlayamı
yormuş bile. Mağaradan başka da bir şey çıkmamış. Ha
zine bulmak için göle dalan adamın öyküsü de buna ben
ziyor. Demir bir sandık görür. Ama sandığın yanında bir
canavar yatmaktadır. Canavar adamı uyarıp geldiği yere
dönmesini söyler. Bunun üzerine yukarı çıkar. Ama etra
fındakiler hazineyi gördüğünü duyunca tekrar dalması için
adamı ikna ederler. O da dalar. Kısa bir süre sonra kalbi
ve karaciğeri suyu kızıla boyayarak yüzeye çıkar. Bede
ninden geri kalanıysa bir daha kimse görmez.
Bu su cinleri ve su canavarları İskoç folklorunda yay
gındır. Bunlar bizde de vardır ama bu kadar korkunç bir
biçimde ele alınmaz. Bizim öykülerimiz, yaptıkları şeyleri
sonunda iyiliğe ya da nezakete dönüştürür, ya da bu yara
tıkları umutsuzca hicveder. Sligo Nehri'nde bir oyuk bu
canavarlardan biri tarafından mesken tutulur. Pek çok kişi
onun varlığına tutkuyla inanır, ama bu, orada yaşayan köy
lülerin konuyu eğlencelik hale getirmesini ve bilerek fan-
1 1 4
,
.
.
tezilerle süslemesini engellemez. Ben küçük bir çocuk
ken, bir canavar oyuğunda yılan balığı avlamaya gitmiştim.
Avladığım büyük bir balığı omzuma atmış, başı önde
sallanır, kuyruğu da arkada yerleri süpürür halde eve dö
nerken, tanıdık bir balıkçıya rastladım. Ona, yakaladığım
dan üç misli daha büyük, dev bir yılan balığından söz etme
ye başladım, oltamı kırarak kaçmıştı. "Bu od ur," dedi ba
lıkçı, "benim erkek kardeşimi nasıl göçe zorladığını hiç
duydun mu? Kardeşim bir dalgıçtı, biliyorsun. Harbour
Board için taş sökerdi. Bir gün yaratık karşısına çıkıp sor
muş: "Neyin peşindesin?" "Taş, efendim," demiş karde
şim. "Sence gitsen daha iyi olmaz mı?" "Tabii efendim."
İşte bu yüzden benim kardeşim buradan göçtü. Yoksul
düştüğü için gittiğini söylüyorlar ama bu doğru değil."
Sizler; sizler ateşin, toprağın, havanın ve suyun ruh
larıyla hiçbir uzlaşmaya yanaşmıyorsunuz. Karanlığı düş
manınız haline getirdiniz. Bize gelince, bizler ötedünyayla
oldukça sıkı fıkıyız.
I
115
,,,
j
lı
ı�
ı '
'
1lı
"
'�
il
'!
I:,
il
j ı
J
t
"I
il
ı: ıı
ıı.
11.ıı.
'�
,,,
I '
l
ıı
ıl
ı"
ı:.:
·ı
'ı
.�
ı,
i'
l"
S AVAŞ
Yakın zamanlarda, Fransa'yla savaş çıkacağına dair söy
lentiler etrafta dolaşırken, fakir bir Sligolu kadına rastla
mıştım. Tanıdığım bir askerin dul eşiydi. Ona Londra'dan
henüz gelmiş olan bir mektuptan bir cümle okumuştum:
"Burada herkes savaş diye deli oluyor, ama Fransa işleri
daha barışçı bir yolla halletmeye eğilimli," ya da bunun
gibi bir cümleydi. Bunun üzerine aklı savaşa takıldı. Savaşla
ilgili olarak zihninde tasarladığı şeyler, kısmen askerler
den duyduklarına kısmen de
98
ayaklanmasının simgele
diği geleneğe dayanıyordu. Ama Londra'nın adı geçince
ilgisi büsbütün arttı, çünkü Londra'da çok fazla insanın
yaşadığını biliyordu ve kendisi de bir zamanlar 'çok kala
balık bir bölgede' yaşamıştı. "Londra'da herkes üst üste
yaşıyor. Dünyalarından beziyorlar. İçlerindeki heves ölü
yor. Savaş da olsa bir şey fark etmez. Ama Franızlar tabii
ki
sadece barış ve dinginlik istiyor. Burada insanlar savaşa
aldırmıyorlar bile, nasılsa şimdiki durumlarından daha kö
tü olamazlar. Üstelik Tanrı'nın huzurunda askerce ölebi
lirler. Kuşkusuz cennette bir yerleri olacak." Sonra da
çocukların sağda solda süngülerle dolaşmasını görmeye
dayanamadığını söyledi, aklından büyük isyan geleneğinin
geçtiğini biliyordum. Daha sonra, "Savaşta bulunup da
sonradan bundan söz etmeyi seven hiçbir erkeğe rastlama
dım," dedi, "en kısa zamanda bir saman yığınının tepesine
çıkıp kendi işlerine dalarlar." Bana, çocukken nasıl kom
şularıyla birlikte ateşin başında toplanıp yaklaşan savaşı
konuştuklarını anlattı. Şimdi yine savaşın gelmesinden
korkuyordu, çünkü düşünde bütün koyun 'tehlike altında
1 16
ve yosunlarla kaplanını§ durumda' olduğunu görmü§tÜ.
Kendisine Stephensçılar zamanında da sava§tan bu denli
korkup korkmadığını sordum. Ama birden CO§tU, "Öm
rümde hiç o günlerdeki kadar eğlendiğim, keyif aldığım
olmadı," dedi. "Ben bazı subayların kaldığı bir evdeydim.
Gündüzleri asker bandolarının ardından yürürdüm, gece
olunca da bahçenin en ucuna gider, orada kırmızı ceketli
bir askerin evin arkasındaki tarlada Stephens yanda§larını
de§mesini seyrederdim. Bir gece, oğlanlardan biri, üç haf
ta önca ölmü§ bir atın karaciğerini kapının tokmağına bağ
lamı§tı, ben de sabah kapıyı açınca onu bulmu§tum." Daha
sonra kon U§mamız kendiliğinden Black Pig savaşına kaydı.
Bu, onun için İrlanda ile İngiltere arasındaki bir savaştan
ba§ka bir §ey değildi, bana ise tekrar Kadim Karanlıkta
her §eyi yutacak bir mah§er gibi geliyordu. Oradan da
sava§ ve intikamla ilgili deyi§lere geçtik. "Biliyor musun,"
dedi, "Dört Baba'nın laneti nedir? Genç delikanlıyı mız
rağa geçirdiler ve birisi onlara, "Sizden sonraki dördüncü
nesilde lanetleneceksiniz," dedi. ݧte bu yüzden hastalıklar,
dertler hep dördüncü nesilde ortaya çıkar."
1 1 7
'ı1
·ı
KRALİÇE VE S OYTARI
Clare ile Galway sınırında yaşayan bir Hearne'nin, yani
büyücü hekimin şöyle bir şey söylediğini duymuştum;
"Her peri evinde bir kraliçe ve bir soytarı vardır ve eğer
bunlardan biri size 'dokunursa' bir daha iyileşemezsiniz,
sizi ancak yine periler ailesinden biri iyileştirebilir." Soy
tarıdan, 'belki hepsinin içinde en bilge olanı' diye söz edi
yor ve 'eskiden Noel zamanı ülkeyi dolaşan pandomim
ciler' gibi giyindiğini söylüyordu. Daha sonra, bir arka
daşım, benim için onunla ilgili birkaç öykü derledi ve böy
lece soytarının dağlık bölgelerde de tanındığını öğrendim.
Şu anda bunları yazdığım yerden pek de uzak olmayan,
ihtiyar bir değirmenciye ait bir kulübede, ateşin başında
oturan uzun, sıska, üstü başı pej mürde bir adam gördüğü
mü ve bana onun bir soytarı olduğunu söylediklerini
anımsıyorum; arkadaşımın derlediği öykülerden öğrendi
ğime göre, adamın uykusunda cinler alemine gittiğine
inanıyorlarmış, ama onun bir 'fool of the forth'15 ya da
diğer adıyla
Amadan-na-Breena
haline gelerek oradaki peri
ailesine katılıp katılmadığını bilmiyorum. Kendisi de cinler
aleminde bulunmuş, iyi tanıdığım ihtiyar. bir kadın bana
ondan söz etmiş ve, "Onların arasında soytarılar var," de
mişti,
"Amadan of Ballylee
gibi bizim gördüğümüz soytarı
lar geceleri onlarla birlikte gidiyorlar,
Oinseach
(iri may
mun) dediğimiz kadın soytarılar da onlara katılıyorlar."
Clare sınırında yaşayan büyücü hekimin akrabası olan ve
büyülü sözlerle insanların, sığırların hastalıklarını iyileşti-
15) Fool of thc forth; Haziran aylarında ortaya çıkıp dokunduğu
insanları çarpan bir peri. (Ç.
N.)
1 18
ren bir kadın da şunları anlatmıştı: "Deva bulamayacağım
bazı dertler var. Kraliçenin ya da 'fool of the forth'un
çarptığı kişileri iyileştiremem. Bir·defasında kraliçeyi gö
ren bir kadın tanımıştım. Sıradan bir hıristiyan gibi duru
yordu. Gort yakınlarında yürüyen kadın hariç, kimsenin
soytarıyı gördüğünü duymadım. Çığlık atarak 'fool of the
forth'un kendisini izlediğini söylüyormuş. Bunun üzerine,
arkadaşları da çığlık atmaya başlamışlar ama onlar bir şey
görmemiş. Fool of the forth, bu bağrışmalardan sonra
gitmiş olmalı, çünkü kadına bir zarar gelmemiş. Güçlü
kuvvetli, yarı çıplak bir adama benzediğini söylemişti,
başka da bir şey söylemedi. Ben hiç görmedim, ama ben
Hearne'nin yeğeniyim ve amcanı yirmi bir yıldır uzakta."
İhtiyar değirmencinin karısı da şöyle bir şeyler söylemişti:
"Çoğu zaman iyi komşular oldukları söylenir, ama soytarı
çarptığı zaman çaresi yoktur, bu kimin başına gelirse işi
bitik demektir. Biz ona
'Amadan-na-Breena'
deriz." Kiltar
tan'ın Bog yöresinde yaşayan ihtiyar ve çok yoksul bir
kadın da buna benzer şeyler anlattı: "Doğrudur,
Amadan
na-Breena
çarptığı zaman şifa bulunmaz. Çok eskiden bir
adam tanırdım, elinde bir şeritle insanları ölçüp hastalıkla
rını söylerdi. Çok şey bilirdi. Bir keresinde bana şöyle
sormuştu: "Yılın en kötü ayı hangisidir?" "Mayıs ayı el""
bette," demiştim ben de. "Hayır," demişti, "Haziran ayı
dır. Çünkü Amadan insanı bu ayda çarpar. Sıradan bir
insana benzediğini söylüyorlar ama cüsseli bir yapısı var
ve pek de akıllı değil. Tanıdığım bir delikanlı bir keresinde
büyük bir korkuya kapılmıştı. Duvarın üstünden sakallı
bir koyun ona bakıyormuş, aylardan Haziran olduğu için
onun Amadan olduğunu anlamış. Sonra delikanlıyı şu sö
zünü ettiğim adama götürdüler, şeridiyle hastaları ölçen
adama. Çocuğu görünce, "Papaza götürün ve bir Son Ye
mek Ayini duası söyletin," demiş. Dediğini yaptılar. Buna
ne dersin bilmem ama hala yaşıyor ve bir de ailesi var!"
Regan adlı biri de bana şunları anlattı: "Onlar, yani öteki
1 19
ı ,
·'
l
ı
•I
tür insanlar, burada yanınızdan geçip size dokunabilirler.
AncakAmadan-na-Breena'nın dokunduğu kişi iflah etmez!"
Çoğunlukla Haziran ayında insanı çarptığı doğrudur. İyi
tanıdığım bir çocuğun başına da böyle bir şey geldi, bana
kendisi anlattı. Bir gece bir beyefendi evine gelmiş. Gelen
ev sahibiymiş. ve adam ölüymüş. Kendisiyle gelmesini ve
başka bir adamla dövüşmesini istemiş. Çocuk gittiğinde
bakmış ki bunlardan böyle iki bölük var. Öbür bölükte
de kendisi gibi canlı biri varmış, onunla dövüşmesi isteni
yormuş. Çok sıkı bir kavgaya tutuşmuşlar. Bizim delikanlı
öbür adamı alt etmiş. Bunun üzerine kendi bölüğünden
büyük bir çığlık kopmuş ve çocuğu evine bırakmışlar.
Ama bu olaydan üç yıl sonra, bir gün ormanda çalı .çırpı
toplarken, Amadan'ın kendisine doğru geldiğini görmüş.
Kollarının arasında büyük bir kap tutuyormuş, kap o kadar
parlıyormuş ki başka hiçbir şey görünmüyormuş. Amadan
kabı arkasına koyup çocuğa doğru koşmaya başlamış.
Yak
laştıkça daha yabanıl ve daha büyük görünüyormuş, tıpkı
tepenin yamacı gibi. Çocuk da koşmaya başlamış, bunun
üzerine Amadan
kabı
çocuğun
arkasından
fırlatmış. Kap
büyük bir gürültüyle parçalanmış. İçinden her ne çıktıysa,
çocuğun aklı başından gitmiş, bir daha da düzelmedi. Bu
olaydan sonra bir süre daha yaşadı, bize bir sürü şey anla
tırdı ama aklı başında değildi. Kavgada o adamı yendiği
için kendisinden hoşlanılmadığını düşünüyor ve başına
bir şey gelmesinden korkuyordu." Geçenlerde Galway
düşkünler evinde yaşayan ve Kraliçe Maive hakkında bir
şeyler bilen ihtiyar bir kadın şunu anlattı: "Amadan-na
Breena
iki günde bir biçim değiştirir. Bazen genç bir çocuk
gibi belirir, bazen de çok çirkin bir yaratık olur ve her
zaman yaptığı gibi insanı çarpmaya çalışır. Sonraları onu
vurup öldürdüklerini duydum, ama ben onu vurmanın
zor olduğunu düşünüyorum."
Eski İrlanda aşk, şiir ve esriklik tanrısı, dört öpücüğün
den bir kuş çıkaran .IEngus'un imgesini gözünde canlan-
120
dırmaya çalışan birisini tanıyorum. Zihninde şapkası ve
zilleriyle bir adam belirmiş ve kendisini 'Haberci IEngus'
olarak tanıtmış. Birisini daha tanıyorum, gerçekten büyük
bir kahindi. Bir keresinde, düşsel bir bahçede beyaz bir
soytarı görmüş. Bahçede, yapraklarının yerinde tavuskuşu
olan bir ağaç varmış, beyaz soytarı bunlara külahı ile do
kunduğu zaman çiçekler açılıp içlerinden minik insan yüz
leri çıkıyormuş. Bir başka seferinde de, bir havuzun yanın
da oturan beyaz soytarıyı görmüş, bir sürü güzel kadın
görüntüsü havuzdan yükseliy
�
r ve so
y
tarı gülümser bir
yüzle onları seyrediyormuş.
Ölüm, bilgelik, güç ve güzelliğin başlangıcından başka
ne olabilir? Ve belki soytarılık da bir tür ölümdür. Perile
rin birlikte yaşadığı her yerde, elinde büyülü ya da ölümlü
beyinler için fazlaca bilgelik ya da düşsellik dolu bir kap
taşıyan soytarıyı ille de pek çok kişinin görmesi gerektiği
fikrinin benzersiz olduğunu düşünmüyorum. Aynı şe
kilde, her peri ailesinde bir kraliçenin olması ve kralları
hakkında fazla bir şey duymamış olmamız da doğaldır;
çünkü kadınlar, eski insanların,
hatta
şimdi bile tüm yaba
nıl halkların tek bilgelik olduğunu düşündükleri bilgeliğe
erkeklerden daha yakındır. Bilgimizin temeli olan benli
ğimizi soytarılık paramparça"eder ve kadınların ani heye
canlarında bu benlik unutulur. Bu yüzden, kutsallığın acı
verici bir yolculuk sonunda vardığı kesinliği soytarılar se
zer, kadınlarsa kavrar. Beyaz soytarıyı görmüş olan adam
mutlak bir kadından söz etmişti, bir köylü kadınından
değil. "Eğer onun düş gücü bende olsaydı, tanrıların tüm
bilgeliğine sahip olurdum," diyordu, "ama bu görümler
onu ilgilendirmiyor bile." Köylü olmayan başka bir kadın
daha tanıyorum. Uykusunda göksel güzelliklerle bezeli
diyarlara gidebiliyordu, evi ve çocuklarıyla meşgul olmak
tan başka hiçbir şeyle ilgilenmemişti. Derken, bir şifalı
bitki hekimi, kendi deyişiyle onu tedavi etmiş. Bilgelik,
güzellik ve güç, öyle sanıyorum ki, yaşadığı her gün ölen-
121
1
ıl
1
ı l
�
1
11
ılı
111
,ıı
ıı
1
i
ij
lere bahşediliyor, ama bu, Shakespeare'in sözünü ettiği
gibi bir ölüm olmayabilir. Yaşa yan ile ölen arasında bir
savaş var ve İrlanda öyküleri durmadan bu temayı işler.
Eğer patates, buğday ya da yeryüzünün herhangi bir mey
vası çürüyecek olsa, periler diyarında olgunlaşır, ağaçların
özsuyu yükselirken düşlerimiz bilgeliğini kaybeder, düş
lerimiz ağaçları kurutabilir; insan, Kasım ayında periler
diyarındaki kuzuların meleyişini işitebilir ve kör gözler
diğer gözlerden daha iyi görebilir. Ruhumuz bu ve bunun
gibi şeylere her zaman inandığı için, hücre ve yabanıl doğa
asla uzun süre boş kalmaz. Böyle olmasa, aşıklar kendileri
ni aşağıdaki dizeleri anlamayan bir dünyada bulurlardı.
Duymadın mı o tatlı sözleri
Göksel tınılı ozan şakırken
Duymadın mı gözleri açık
Esrik bir alemde ölenleri
Nasıl da ölümdür aşk
Kollar bacaklar iç içe geçtiğinde
Ve uyku, yaşamın gecesi yarılınca ikiye
Düşünce dünyanın karanlık sınırlarına varırken
Nasıl da ölümdür müzik
Sevdiğin şarkı söylerken.
1 2 2
PERİ HALKININ D OS T LARI
Peri halkını en sık gören ve onların bilgeliğinden nasi
bini almış olanlar, çokluk fakirdir, ama yine çoklukla, insa-
- nın sınırlarını aşan bir güce sahiptirler; birisi trans duru
muna geçerken, bir diğeri de Maeldun'un, yırtıcı kartal
ların yıkanıp yeniden gençleştiğine tanık olduğu tatlı sulara
varır.
Gort'un biraz ilerisindeki bir bataklığın dışında yaşa
yan, gençliğinden beri onları çok sık, yaşamının sonuna
doğru ise her zaman gören, yine de onların dostu olduğu
nu söyleyemeyeceğim, Martin Roland adında bir ihtiyar
vardı. Ölümünden birkaç ay önce bana, 'onların' İrlandaca
bir şeyler haykırıp gaydalarını çalarak geceleri kendisini
uyutmadıklarını söylemişti. Bir dostuna ne yapması ge
rektiğini sormuş, dostu da bir flüt satın almasını, onlar
bağırmaya ya da gaydalarını çalmaya başladığında flütü çal
masını, belki de bu yolla onu rahatsız etmekten vazgeçe-
ceklerini söylemiş. Adam söyleneni yapmış, ve ne zaman
,
ı
çalmaya başlasa periler düzlüğün ötesinde gözden yiti-
yormuş. Bana gaydayı gösterdi ve üfledi, gaydadan bir
uğultu çıktı ancak nasıl çalınacağını bilmiyordu. Sonra bana
bacasını yıktığı yeri gösterdi, çünkü perilerden biri bunun
üzerine çıkarak gayda çalıyordu. Onun ve benim ortak
bir dostumuz kısa bir süre önce onu ziyarete gitti, zira
perilerden üçünün adama ölmek üzere olduğunu söyle-
diklerini öğrenmişti. Onu uyardıktan sonra perilerin or-
tadan kaybolduğunu söylemiş, ve çocuklar (sanırım peri-
lerin alıp kaçırdığı çocuklar) perilerle gelip evde oyun oy-
narlarken, bir süre sonra, başka bir yere gitmişler, çünkü
123
j .
ı
i l
evi fazlasıyla soğuk buluyorlarmış, ve bunları söyledikten
bir hafta sonra Martin Roland ölmüş.
Komşuları, o ilerlemiş yaşında bu tür şeyler gördü
ğünden emin değildi, ama gençken bir şeyler görmüş
olduğuna kuşku yoktu. Erkek kardeşi, "Artık ihtiyarladı,
gördüğünü sandığı şeylerin hepsi beyninin içinde. Genç
bir adam olsa ona inanabilirdik," derdi. Tutumsuz biriydi
ve kardeşleriyle hiç geçinemezdi. Bir komşusu, "Zaval
lıcık, her şeyi kafasında kurduğu söyleniyor, ama yirmi
yıl önce, onları birlikte yürüyen taze genç kızlar gibi iki
grupta toplanmış gördüğünde, yakışıklı bir adamdı. Fal
lon'un küçük kızını alıp götürdükleri geceydi," demişti.
Ve Fallon'un küçük kızının, onu alıp götüren, gümüş
kadar parlak ve kızıl saçları olan bir kadınla nasıl karşı
laştığını da anlattı. Onlara ait bir kaleye girdiği için kulağı
nın üzerine bir tokat yiyen bir başka komşu ise, "Birçoğu
nu kafasında kuruyordu, geçen gece kapıda dikilmiş du
rurken onun da aynı şeyi düşünmesini sağlamak için,
"Rüzgar hep kulaklarımda, sesi hiç kesilmiyor," dedim,
ama o, "Durmadan çalıp söylediklerini duyuyorum, sonra
içlerinden biri bir flütle çıkageliyor ve diğerlerine de dinle
tiyor," dedi. Ve biliyorum ki, gaydacının oturup çaldığı
bacayı yıktığı zaman, o ve ihtiyar, benim genç ve güçlüyken
kaldıramayacağım taşları teker teker kaldırdılar,"diye ko
nuştu.
Ulster'de yaşayan bir dostum, peri halkıyla gerçekten
arası çok iyi olan birinin hikayesini yolladı bana. İhtiyar
kadının öyküsünü ben duymadan önce öğrenen dostuma
bakılırsa, öyküyü kadına birçok kez anlattırmış ve bir tek
defada yazdığı bu öykü doğru biçimde aktarılabilmiş. Ha
yaletler ve perilerin olduğu bir evde tek başına olmaktan
hoşlanmayan ihtiyar bir kadını anlatarak başlamış, "Peri
lerden korkmak yersiz, tatlım. Bir peri ya da ona benzer
bir kadınla ben birçok defa konuştum, bir ölümlüden ne
daha az ne de daha fazla. Annenin büyükbabasının evinin
124
etrafinda dolaşırdı, gençlik günlerimdi o zaman. O kadın
hakkındaki her şeyi öğreneceksin," demiş. Dostum, ihtiyar
kadının, onun hakkında olup biteni çoktan bildiğini, ama
aradan uzun bir süre geçtiği için tekrar duymak istediğini
söylüy�r, ihtiyar kadın şöyle devam etmiş, "Pekala yavru
cuğum, onun hakkında ilk duyduğum şey, amcanJoseph'in
-yani annenin amcası- evlendikten sonra Lough'un yukarı
larında. oturan babasının evine getirdiği karısı için bir ev
inşa ediyor olduğuydu. Babam ve ben yapılmakta olan
evin çok yakınında yaşıyor ve onu çalışırken izleye
biliyorduk. Babam bir dokumacıydı, dokuma tezgahını
ve bütün gereçlerini yakınlarda
p
ulunan küçük bir eve
depolamıştı. Evin temel çukuru açılmış, yapı taşları dizil
mişti ama duvarcılar henüz gelmemişti; bir gün annemle
birlikte kaba yapının bir köşesine dikiliyorduk ki düz
lükteki derenin ötesinden ufak tefek zarif bir kadının bize
doğru geldiğini gördük. O zamanlar oyun oynayıp kendini
oyalayan küçük bir kızdım, ama onu şimdi orada görsem
yine böyle önemserim." Dostum, kadının nasıl giyinmiş .
olduğunu sormuş ve ihtiyar kadın cevap vermiş, "Üze
rinde gri bir pelerin vardı, yeşil kaşmirden bir etek giyiyor
du ve başına siyah ipekten bir başlık bağlamıştı, tıpkı o
zamanki şehirli kadınların giyindiği gibi:" Dostum, "Ne
kadar küçük görünüyordu?" diye sormuş, ihtiyar kadın
da yanıtlamış, "Doğrusu, Şimdi düşündüğümde hiç de
öyle ufak tefek değildi, ama biz onu 'Küçük Hanım' diye
çağırırdık. Birçoğumuzdan daha büyüktü ama yine de
uzun denemez. Otuz yaşlarında, kahverengi saçlı, yuvarlak
yüzlü bir kadındı. Büyükannenin kız kardeşi Bayan Betty
gibiydi ve Betty kimseye benzemezdi, ne büyükannene
ne de bir başkasına. Yüzü yuvarlak ve tazeydi, hiç evlen
memiş ve hiçbir erkeği kabul etmemişti; bu yüzden Kü
çük Hanım'ın -belki de Betty'ye benzediği için- gerçek
boyuna erişmeden olgunlaşan insanlardan biri olduğu söy
lenirdi, çünkü bizi her yerde buluyor, uyarıyor ve geleceği-
125
ı :·
'I
.
,.
1 �
ıj1
1
J ı
':i
lıl
ı ,
'lj
mizi okuyordu. Bir seferinde doğruca annemin olduğu
yere yürüyüp, "Hemen şu an Lough'a git, git ve Joseph'e
evin temelini size göstereceğim dikenli çalıya taşımasını
söyle. Ev oraya kurulmalı, şimdi git ve sana dediğimi yap,"
diye buyurmuştu. Sanırım ev patikaya yapılıyordu - bura
sını peri halkı yolculuklarında kullanırdı, Joseph'i oraya
götürüp bunu gösterdim, o
da
temelin yerini söylendiği
gibi değiştirdi, ama tam olarak işaret edilen yeri tuttu
ramadı ve bunun sonucunda bir gün eve geldiğinde, ora
daki tapanla beraber çalılık ve duvar arasında kımıldanacak
yer bulamayan bir atın yol açtığı bir kazada karısını ölmüş
buldu. Bir sonraki defa Küçük Hanım bize gelip tuhaf ve
öfkeli
bir tavırla şöyle demişti, "Joseph ona
söylediklerimi
yapmadı, ama gününü görecek.'" Dostum, kadının bu defa
nereden geldiğini ve daha önceki gibi giyinip giyinme
diğini sormuş, ve ihtiyar kadın şöyle cevap vermiş, "Hep
aynı yoldan gelirdi, düzlükteki derenin ötesinden. Yaz
aylarında şala benzer ince bir şey taşır, kışın ise pelerin
giyerdi; her defasında anneme iyi öğütler verir, kendi iyi-.
!iği için ne yapmaması gerektiği konusunda onu uyarırdı.
Bütün çocuklar içinde onu gören bir tek bendim, onun
dereden bize doğru geldiğini görünce sevinir, koşup onu
elinden ve pelerininden yakalar, "Küçük Hanım geldi!"
diye seslenirdim. Hiçbir erkek onu görmemişti. Babam
onu görmek ister ama yalan söyleyip aptalca konuştu
ğumuzu düşünerek annemle bana kızardı. Bunun üzerine,
bize gelip ateş başında annemle sohbet ettiği bir gün dışarı
süzülüp babamın çukur kazdığı yere gittim. "Gel," dedim
ona, "Eğer Küçük Hanım'ı görmek istiyorsan. Ateş başın
da oturmuş annemle sohbet ediyor." Böylece benimle
içeri geldi ama hiçbir şey göremediği için öfkeliydi, ya
kında duran bir süpürgeyi kapıp bana vurdu. "Şimdilik
bununla yetin!" dedi, "benimle alay ettiğin için!" ve hızla
dışarı çıktı, bana kızmıştı ve biraz da tuhaftı.
O
zaman
Küçük Hanım bana şöyle demişti, "İnsanları beni gör-
126
meye çağırmanın karşılığı budur işte. Hiçbir erkek beni
görmedi ve göremeyecek."'
Yine de babam kendisini görmüş ola bilir diye bir kere
sinde onu çok korkutmuştu. Bu olduğunda babam sığır
ların arasındaydı ve eve geldiği zaman tir tir titriyordu.
"Bir daha Küçük Hanım' dan söz edildiğini duymak iste
miyorum. Bu sefer canıma tak etti." Aynı şey bir kere
daha oldu, Gortin'e at"satmaya gitmişti, o dönmeden önce
Küçük Hanım merdivenlerde belirdi ve elinde yabani bir
ot tutarak anneme, "Erkeğin şu anda Gortin' de, eve geldi
ğinde onu büyük bir korku bekliyor, ama bu otu alıp kaba
nına dikersen hiçbir zarar görmez," dedi. Annem çalıyı
aldı, "Eminim bir şeye yaramaz," diye düşünüp yere fır
lattı -eminmiş!- ne olsa beğenirsin, Gortin'den dönen
babam hayatının en büyük dehşetini yaşadı. Ne olduğunu
tam olarak anımsamıyorum ama üzerinde büyük bir etki
yapmıştı. Annem ise bu yaptığından sonra Küçük Ha
nım' dan tuhaf biçimde korkmaya başladı ve bir dahaki
sefere Küçük Hanım'ın öfkeli olacağına kuşku yoktu. "Ba
na inanmadın," dedi anneme, "ve sana verdiğim çalıyı ateşe
attın, onu bulmak için çok uzağa gitmiştim ben." Bir
defasında da gelip William Hearne'nin Amerika'da nasıl
öldüğünü anlattı. "Haydi,'' dedi, "Lough'agitve William'ın
öldüğünü, mutlu öldüğünü söyle, İncil' den son okuduğu
bölüm buydu," okuduğu bölümü ve dizeyi anneme gös
terdi. "Haydi,'' dedi, "bir dahaki toplantıda bunu okumala
rını söyle, ve öldüğünde onun başını kaldırdığımı." Ve
tabii Wılliam'ın ölümüyle ilgili buyruk hemen o gün yeri
ne getirildi. Annem, İncil' deki bölüm ve ilahiyle ilgili ola
rak söyleneni yaptığında daha önce hiç böyle bir dua günü
yapmamışlardı. Bir gün o, ben ve annem konuşuyorduk,
annemi bir şeyler konusunda uyarıyordu, birden, "İşte
Bayan Letty tüm zarafetiyle geliyor, ortalıkta görünme
meliyim," dedi. Ve ayaklarının üzerinde dönerek göğe
yükseldi, döne döne yukarı çıktı, bir rüzgar merdivenini
127
111 1
ıl1
ııl
ı
ı
tırmanır gibiydi, ama çok daha büyük bir hızla. Bulutların
arasındaki bir kuş gibi görünene dek durmadan yükseldi,
bir yandan da hayatımda bugüne dek duyduğum en güzel
şarkıyı söylüyordu. Söylediği şey bir ilahi değildi, şiir,
olağanüstü bir şiir, annem ve ben ağzımız açık kalakaldık
ve titriyorduk. "Bu kadın neyin nesi, anne?" diye sordum,
- "melek mi, bir peri kadın mı, ya da ne?" Bu sırada büyük
annen Bayan Letty geldi, yavrucuğum, o zamanlar taze
cikti ve başka hiç kimseye benzemiyordu, bizi öyle ağzımız
açık görünce hayret etti, annem ve ben ona olanları an
lattık. Tertemiz giyinirdi ve olağanüstü görünüyordu. Kü
çük Hanım tuhaf bir biçimde, "İşte Bayan Letty tüm zara
fetiyle geliyor," deyip
yükselirken fundalığın yukarısında,
hiçbirimizin göremeyeceği bir yerdeydi. Ne kadar uzak
bir ülkeye gittiğini ve kimleri ölürken gördüğünü Tanrı
bilir.
Anımsadığım kadarıyla hava karardıktan sonra hiç gel
mezdi, yalnızca günışığında, ama bir keresinde, Hallow
Eve gecesinde çıkageldi. Annem ateşin başındaydı ve ak
şam yemeğini hazırlıyordu; ördek ve biraz da elma. Küçük
Hanım içeri süzüldü, "Hallow Eve gecesini sizinle geçir
meye geldim," dedi. "Olur," dedi annem, "ona güzel bir
akşam yemeği verebilirim," diye düşündü. Bir süre ateşin
başında oturdu. "Yemeğimi nereye getireceğini şimdi sana
söyleyeceğim," dedi. "Şu odadaki dokuma tezgahının
arkasına bir sandalye ve tabak getir." "Geceyi burada geçi
recekseniz, bizimle birlikte masaya buyurmaz mısınız?"
"Sana söyleneni yap ve bana vereceklerini arka taraftaki
odaya getir, orada yiyeceğim, başka bir yerde değil." Böy
lece annem, bir tabak ördek, biraz elma ve ne varsa onu
söylenen yere götürdü, biz kendi yemeğimizi yedik o da
kendininkini; sofradan kalkınca içeri girdim ve orada ne
gördüm dersin, tabağındaki her şeyden biraz yemiş ve
uçup gitmişti."
128
H İ S S ES İ Z KIS SALAR
Maive ve onun fındık ağacından yapılma bastonundan
söz edildiğini duyan bir dostum ertesi gün işliğe gitmiş.
Soğuktan donmuş ihtiyar ve sefil insanlarla karşılaşmış
orada, "Kışın uçuşan sinekler gibi," diye düşünmüş, ama
konuşmaya başlayınca soğuğu unutmuşlar. Ordugahta pe
rilerle kağıt oynayan bir adam henüz aralarından ayrılmıştı;
ihtiyar bir adam bir gece büyülü bir siyah domuz gör
müştü; ve dostum, Raftery'nin mi yoksa Callanan'ın mı
daha iyi şair olduğu konusunda tartışan iki ihtiyarı duy
muştu. Birisi Raftery için, "İri cüsseli bir adamdı, şarkıları
bütün dünyada yankılandı. Onu iyi anımsıyorum. Rüzgar
esintisi gibi bir sesi vardı," diyordu; ama diğeri, Callanan'ın
kar
yağışı altında bile dinlenebileceğinden emindi. O sırada,
ihtiyar bir adam, arkadaşıma bir öykü anlatmaya başlamış
ve oradaki herkes zevkle, ikide bir kahkahalara boğularak
dinlemiş. Olduğu gibi anlatacağım bu öykü, yaşamı doğal
·
yalınlığı içinde koruyan fakir ve çilekeşlerin zevkle an
lattığı, kıssadan hisse çıkarılmayacak uçarı öykülerden biri.
Hiçbir şeyin sonlanmadığı, öldürülseniz bile sadece iyi
kalpli bir insan olduğunuz için birisinin bir değnekle
dokunarak sizi yaşama tekrar döndürdüğü, bir prensseniz
ve erkek kardeşinize tıpatıp benzediğiniz için onun karı
sıyla yatsanız bile her şeyin küçük bir münakaşayla geçiş
tirildiği zamanlardan söz ederler. Eğer biz de her şeyin
bizi talihsizlikle tehdit edeceği kadar zayıf ve fakir olsak,
aptal insanlar bizi de terk edip gitse, koca dünyanın tüm
yükünü omuzlarından kaldırıp atacak denli kuvvetli her
eski düşü anımsarız.
129
ti
, ı
lı
Bir zamanlar oğlu olmadığı için çok üzülen bir kral
varmış, en sonunda bir alime danışmaya gitmiş. Alim şöyle
demiş, "Sana söylediklerimi yaparsan kolayca bu işin altın
dan kalkacaksın. Birisini balık tutmaya gönder. Ve bu balık
eve gelince, onu yemesi için kraliçene, eşine ver."
Böylece kral kendisine söylenileni yapmış, balık avlan
mış, eve getirilmiş, ve kral bu balığı aşçıya vermiş; balığı
pişirmeden önce dikkatli olmasını ve pişirirken balık üze
rinde damlacık ya da su kabarcığı oluşmamasını emretmiş.
Ama bir balığı derisinin herhangi biryeri kabarmadan pişir
mek imkansızdır; derken balığın derisinde bir su kabarcığı
belirmiş ve aşçı parmağıyla bastırarak kabarcığı indirmeye
çalışmış, yanan pannağını ağzına götürünce balığın tadını
almış. Sonra balık kraliçeye sunulmuş ve kraliçe balığı ye
miş, balıktan artan parçalar ise bahçeye atılmış; avluda bu
lunan bir kısrak ve tazı da atılan bu parçaları yemiş.
Bu olayın üzerinden bir yıl bile geçmeden, kraliçe ve
aşçının birer oğulları olmuş, kısrağın iki tane tayı, tazının
da iki minik yavrusu dünyaya gelmiş.
Ve bu iki delikanlı eğitimleri için bir süreliğine başka
bir yere gönderilmiş, geri döndüklerinde birbirlerine öyle
sine benziyorlarmış ki onları birbirinden ayırmak müm
kün değilmiş. Kraliçe buna çok öfkelenmiş ve alime gide
rek, "Hangisinin benim oğlum olduğunu anlamam için
·
bir yol göster bana, aşçının oğlunu da kendi oğlum gibi
beslemekten hoşlanmıyorum," demiş. "Sana söyledikle
rimi yaparsan bu oldukça kolay," demiş alim. Dışarı çık
ve onlar içeri girerken kapının yanında dur, seni gördük
lerinde oğlun başını eğip selam verirken aşçının oğlu yal
nızca gülecek."
Kraliçe söylenenleri yapmış, oğlu başını eğerek selam
verdiği zaman annesi kolayca tanısın diye hizmetçiler genç
çocuğa bir işaret koymuşlar. Ve bu olaydan sonra hep
birlikte akşam yemeğine oturduklarında, kraliçe, aşçının
oğlu Jack'e, "Benim oğlum olmadığına göre bu evi terk
130
etme zamanın geldi," demiş. Kendi oğlu Bili ise, "Onu
başka yere göndermeyin, biz kardeş değil miyiz?" diye
sormuş. Ancak J ack, "Eğer buranın kendi anne ve babamın
evi olmadığını bilseydim, çoktan bu evi terk etmiş olur
dum," demiş. Bili ne söylese Jack'i durduramamış. Git
meden önce, bahçedeki kuyunun yanında,] ack, "Bana kötü
bir şey olursa, kuyunun üstündeki su kana dönüşecek,
altındaki su ise bal olacak," demiş.
Sonra, köpek yavrularından birini ve balığı yedikten
sonra kısrağın yavruladığı iki attan birini de yanına alıp
tozu dumana katarak yola çıkmış. Bir dokumacının kulü
besine ulaşana dek öylece yoluna devam etmiş, ona kalacak
bir yer olup olmadığını sormuş ve dokumacı da ona bir
oda vermiş. Sonra bir kralın sarayına ulaşana dek yoluna
devam etmiş ve kapıya yaklaşarak, "Kral bir hizmetçi ister
mi?" diye sormuş. Kral ise, "Tüm istediğim, her sabah
inekleri otlatmak için tarlaya götürüp gece süt sağmak
için geri getirecek bir genç," diye yanıtlamış. Jack, "Sizin
için bunu yapabilirim," demiş. Bunun üzerine kral da onu
işe almış.
Sabah olunca, Jack, seksen kadar inekle beraber onları
atlatacağı yere gönderilmiş. Ama gittikleri yer çimen değil
taşla doluymuş. Bunun üzerine J ack daha iyi çimenle kaplı
bir yer aranmış, bir süre sonra verimli çimenle kaplı ve
bir deve ait olan bir alan görmüş. Sonra duvarın bir kısmı
nı yıkarak inekleri içeri almış ve kendi de bir elma ağacının
tepesine tırmanıp elm:tları yemeye başlamış. O sırada dev,
tarlaya gelmiş. "Ham hım hum. Bir İrlandalının kanının
kokusunu alıyorum, ağacın tepesinde olduğunu biliyorum,
bir defada yemek için çok büyük, iki defada yemek için
ise çok küçüksün, seni öğütüp burnuma enfiye gibi çek
mezsem başka ne işime yararsın," demiş Jack'e. Jack ise,
"Madem ki güçlüsün, bağışlayıcı ol," diye seslenmiş ağacın
tepesinden. Bunun üzerine, "Aşağı insene küçük cüce,"
demiş dev, "yoksa seni parçalar, ağacı da ikiye ayırırım."
131
ı ,
Jack ağaçtan inmiş. "Birilerinin kalbine kızgın bıçaklar
saplayabilir misin? Kızgın taşlar üzerinde savaşabilir
misin?" demiş dev. "Evdeyken kızgın taşlar üzerinde sa
vaşmaya alışıktım, senin kirli ayakların onun içine gömülse
de benimkiler düze çıkar," demişJack. Böylece savaşmaya
başlamışlar. Sert zemini yumuşatıp yumuşak zemini sert
leştirmişler, yeşil zeminin üzerinde kaynak kuyuları belir
miş. Bütün gün boyunca hiçbiri bir diğerine üstünlük sağ
layamamış, sonunda küçük bir kuş gelip çalılığın üzerine
konmuş ve Jack' e, "Eğer günbatımına kadar onun hesabını
göremezsen o senin hesabını görecek," demiş. Bunun
üzerine Jack tüm gücünü toplamış ve deve diz çöktürmüş.
Dev, "Bana hayatımı ver, ben de sana en değerli üç arma
ğanı vereyim,'' demiş. "Nedir bunlar?" diye sormuş Jack.
"Hiçbir şeyin karşı koyamayacağı bir kılıç, giydiğinde senin
herkesi görebileceğin ama kimsenin seni göremeyeceği
bir elbise ve seni rüzgardan daha hızlı koşturacak bir çift
ayakkabı," diye yanıtlamış dev. "Peki nerede bu arma
ğanlar?" diye sormuşJack. Dev, "Şu tepedeki kırmızı kapı
nın ardında,'' diye yanıtlamış. Bunun üzerine Jack gidip
onları dışarı çıkarmış. "Kılıcı nerede deneyeceğim?" diye
sorunca, "Şu biçimsiz siyah ağaç kütüğü üzerinde dene,''
diye yanıtlamış dev. Jack, "Senin kafandan daha siyah ya
da daha biçimsiz hiçbir şey görmüyorum," demiş ve tek
bir vuruşta devin kafasını kesmiş, kafa havaya uçmuş ve
yere düşerken Jack onu kılıcıyla yakalayıp ikiye ayırmış.
"Tekrar bir bedene eklenmemem senin için de iyi oldu,''
demiş kafa, "böylece onu bir daha asla uçuramayacaksın."
Jack ise, "Sana bu şansı tanımadım," demiş. Büyülü elbiseyi
de alarak uzaklaşmış.
Akşam olunca inekleri getirmiş ve herkes ineklerin o
akşam ne kadar süt vereceğini merak ediyormuş. Kral,
prenses, kızı ve diğerleriyle birlikte akşam yemeğindey
ken, "Sanırım bu akşam üç yerine sadece iki kükreme
duyuyorum,'' demiş.
132
Ertesi sabah Jack tekrar ineklerle birlikte yola koyul
muş ve çimenlerle kaplı başka bir açıklık görmüş, duvarı
yıkıp inekleri içeri almış. Bir önceki gün olanların aynısı
gerçekleşmiş, ama bu seferki devin iki başı varmış, yine
savaşmışlar, ve daha önce olduğu gibi kuş gelip Jack'le
konuşmuş. Jack, devi yere devirdiğinde, "Bana hayatımı
ver, ben de sana sahip olduğum en değerli şeyi vereyim,"
demiş dev. "Nedir o?" diye sormuş Jack. "Bu, giymen
için bir elbise, bunu giydiğinde sen herkesi görebileceksin
ama kimse seni göremeyecek," diye yanıtlamış dev. Jack,
"Nerede peki bu elbise?" diye sormuş. "Tepenin yama
cındaki şu küçük kırmızı kapının ardında." Jack gidip elbi
seyi almış. Sonra devin iki başını da uçurmuş ve başlar
yere inerken yakalayıp onları dört parçaya ayırmış. Başlar
da tekrar bir bedene eklenmemelerinin Jack için de iyi
olduğunu söylemişler.
O gece geri döndüklerinde inekler o kadar çok süt
vermiş ki etraftaki bütün kaplar ağzına kadar sütle dol
muş.
Ertesi sabahJack tekrar yola koyulmuş. Her şey önceki
günkü gibi olmuş, bu seferki dev\n dört başı varmış ve
Jack devin başlarını sekiz parçaya ayırmış. Dev de ona
tepenin yamacındaki küçük mavi bir kapıya gitmesini,
orada rüzgardan daha hızlı koşmasını sağlayacak bir çift
ayakkabı bulacağını söylemiş.
O gece inekler öylesine çok süt vermiş ki kaplar o
kadar sütü almaya yetmemiş, süt kiracılara ve yoldan ge
çen fakirlere dağıtılmış, arta kalanı da pencerelerden dö
külmüş. Hatta o yoldan ben de geçiyordum ve ben de
biraz içtim.
O gece kral, Jack'e, "Bugünlerde inekler neden bu ka
dar çok süt veriyor? Onları başka bir yerde mi otlatıyor
sun?" diye sormuş. "Hayır," diye yanıtlamış Jad:, "ama
iyi bir değneğim var, inekler ne zaman durup bir yere
uzanacak olsa onlara değnekle vuruyorum, onlar da duvar-
133
"
, ı
ı ;.
:ıı
ı:ı
ı ,ı
1 '
ların, taşların, hendeklerin üzerinden zıplayıp atlıyorlar;
bu kadar çok süt vermelerinin nedeni bu."
Ve o akşam yemekte kral, "Hiç kükreme duymuyo
rum," demiş.
Ertesi sabah, Jack tarlaya gittiğinde onun ne yaptığım
görmek için kral ve prenses pencerede onu izliyorlarmış.
Jack, orada olduklarını biliyormuş, bir değnek alıp ineklere
vurmaya başlamış, inekler de taşların, duvarların ve hen
deklerin üzerinden sıçramaya, zıplamaya başlamış. İşte o
zaman kral, 'Jack'in söyledikleri yalan değilmiş," demiş.
O sıralar, her yedi yılda bir gelip onunla başa çıkacak
cesur adamlar yoksa bir kralın kızını yiyen bir yılan varmış,
Jack'in d
e
bulunduğu
o yerde bir prenses yaşıyormuş ve
kral da yer altında tam yedi yıldır bir başkıran besliyormuş,
alabildiğine azametli ve her an savaşmaya hazırmış.
O an gelip çatınca, prenses ve başkıran birlikte dışarı
çıkıp sahile inmişler, tam oraya vardıklarında başkıran ne
yapsa beğenirsiniz, yılan gelip zahmetsizce prensesi yut
sun diye onu bir ağaca bağlamış ve kendi de gidip bir
sarmaşığın ardına gizlenmiş. Prenses ona daha önce bun
dan söz ettiği için Jack: ne olup bittiğini biliyormuş, hatta
kız kendisine yardım edip edemeyeceğini sorduğunda Jack
yardım edemeyeceğini söylemiş. Ama Jack o anda çıka
gelmiş, ilk devin ona verdiği elbise varmış üzerinde, pren
sesin olduğu yere yaklaşmış ama prenses onu tanımamış.
"Bir prensesin ağaca bağlanması doğru mu?" diye sormu§
Jack. "Elbette değil," demiş prenses ve Jack'e olanları
anlatmış, nasıl olup
da
yılanın kendisini almaya geleceğini
söylemiş. Jack, "Birazcık başımı kucağına koyup uyuma
ma izin ver, yılan gelirken beni uyandırırsın," demiş. Söy
lediği gibi de yapmış;
kız,
yılanın geldiğini görünce Jack'i
uyandırmış. Jack uyanıp yılanla dövüşmüş ve yılanı denize
kadar kovalamış. Kızı bağlayan ipi kesmiş ve yoluna gitmiş.
Başkıran ağaçtan aşağı inmiş, prensesi kralın olduğu yere
getirmiş ve, "Bugün bir dostum gelip yılanla dövüştü,
134
onca zaman yer altında kapalı kaldıktan sonra biraz ürk
tüm ama yarın yılanla kendim dövüşeceğim," demiş.
Ertesi gün tekrar yola koyulmuşlar ve yine aynı şey
olmuş; başkıran, prensesi, yılanın kolayca ve zahmetsizce
ulaşabileceği bir yere bağlamış ve kendi de sarmaşığa giz
lenmiş. Jack, ikinci devden aldığı elbiseyi giymiş ve yola
çıkmış, prenses onu tanımıyormuş ama bir önceki gün
olup biten her şeyi anlatmış, nasıl olup da hiç tanımadığı
bir centilmenin gelip kendisini kurtardığından söz etmiş.
Jack, prensesin kucağına uzanıp başını koyarak uyumak
istediğini, yılan gelirken kızın kendisini uyandırabileceğini
söylemiş. Her şey tümüyle önceki günkü gibi olmuş. Baş
kıran, prensesi
krala
götürüp bir başka arkadaşının prenses
için dövüştüğünü söylemiş.
Ertesi gün, prenses, daha önce olduğu gibi sahile yol
lanmış ve birçok insan kralın kızını almaya gelen yılanı
görmek için orada toplanmış. Jack, üçüncü devden almış
olduğu elbiseyi kuşanmış, prenses onu yine tanımamış
ve daha önceki gibi konuşmuşlar. Ama bu sefer Jack uy
kudayken, prenses onu tekrar bulabileceğinden emin ol
ması gerektiğini düşünmüş, bir makas çıkarıp saçından
bir tutam kesmiş, bunu da bir kağıda sararak saklamış.
Ve bir şey daha yapmış, J ack'in ayağındaki ayakkabılardan
birini çıkarmış.
Yılanın yaklaştığını görünce Jack'i uyandırmış ve Jack,
"Bu sefer yılana öyle bir şey yapacağım ki artık bir daha
hiçbir kralın kızını yiyemeyecek," demiş. Devden aldığı
kılıcı çıkarıp yılanın ensesine saplamış, öyle bir kan ve su
fışkırmış ki karanın elli mil içlerine kadar yayılmış ve bu
da onun sonu olmuş. Sonra da ortadan kaybolmuş, hiç
kimse nereye gittiğini görmemiş; başkıran, prensesi krala
götürerek onu kurtardığını iddia etmiş, bu durumdan en
çok o faydalanmış ve kralın sağ kolu olmuş.
·
Ama evlilik hazırlıkları tamamlandığında, prenses, sak
ladığı bir tutanı saçı çıkarmış ve ancak bu saçın sahibiyle
135
il
!;ı·
' ı
ıı
il
ııı
ıl
ı lı
' "
evleneceğini, sonra da ayakkabıyı gösterip bu ayakkabı
kimin ayağına olursa onunla evleneceğini söylemiş. Baş
kıran, ayakkabıyı giymeye çalışmış, ama başparmağı bir
türlü ayakkabıya sığmıyormuş, saçı da kızın hayatını kurta
ran adamdan kestiği saça hiç benzemiyormuş.
Bunun üzerine kral, ayakkabıyı denemeleri için, ülke
nin bütün soylu erkeklerini bir araya getiren bir davet
vermiş. Bütün erkekler, ayakkabıyı giyebilmek için dülger
ve doğramacılara gidip ayaklarına şekil verdirmeye çalışı
yormuş, ama faydasız, hiçbiri o ayakkabıyı giyememiş,
Böyle olunca, kral, alime gitmiş ve ne yapabileceğini
sormuş. Alim de ona yeni bir davet vermesini, ama bu
sefer zenginler
gibi
fa
k
i
r
l
e
r
i
de çağırmasını
söylemiş_
Davet verilmiş, insanlar akın akın davete gelmiş ama
ayakkabı hiçbirinin ayağına uymamış.
Alim, "Evin her ferdi burada mı?" diye sormuş. "İnek
leri güden çocuk hariç herkes burada," diye yanıtlamış
kral, "onun buraya gelmesini istemiyorum."
Bu sırada, Jack, aşağı avludaymış, kralın söylediğini
duymuş ve çok öfkelenmiş, gidip kılıcını almış, kralın
başını uçurmak için koşarak merdivenleri çıkmış, ama
daha kralın yanına ulaşamadan anakapıyı tutan adam onu
merdivenlerde görmüş ve sakinleştirmiş, merdivenlerin
başına geldiğinde prenses onu görmüş, çığlık atarak kol
larına koşmuş. Ayakkabıyı denemişler ve ayağına tam gel
miş, saçı da daha önce kesilen bir tutam saçla aynıymış;
böylece evlenmişler ve üç gün üç gece süren büyük bir
davet verilmiş.
Kutlamalar tam bitmiş ki üzerindeki çanlar çalarak bir
geyik gelmiş pencerenin önüne. "İşte av burada, avcı ve
zağar nerede?" diye seslenmiş_ Bunu duyanJack kalkmış,
atını ve zağarı alıp geyiği avlamaya gitmiş. Bütün gün bo
yunca dere tepe düz gitmişler, gece olunca da geyik bir
ormana girmiş. Jack de onun peşinden ormana dalmış,
tek görebildiği duvarı çamurla kaplı bir kulübeymiş, içeri
136
girmiş, içeride ateşin başında oturan, neredeyse iki yüz
yaşında ihtiyar bir kadın varmış. "Buradan geçen bir geyik
gördün mü?" diye sormuş Jack. "Görmedim," demiş ka
dın, "ama bir geyiğin izini sürmek için çok geç oldu, bu
gece burada konaklayabilirsin." "Atımı ve zağarı ne yapa
cağım?" diye sormuşJack. "Şurada iki tel saç var, bağlamak
için onları kullanabilirsin." Bunun üzerine J ack dışarı çıkıp
atını ve zağarı bağlamış, içeri girdiğinde ihtiyar kadın, "Sen
benim üç oğlumu öldürdün, ben de şimdi seni öldüre
ceğim," demiş. Her biri elli kilo ağırlığında bir çift boks
eldiveni giymiş, tırnakları ise on beş inç uzunluğundaymış.
Dövüşmeye başlamışlar, Jack zor durumdaymış. "Yardım
et zağar!" diye bağırmış Jack, kadın ise, " Hadi saç, boğ
onu!" diye haykırmış, zağarın boynundaki saç öldüresiye
sıkıyormuş onu. "Yardım et at!" diye bağırmışJack, kadın
ise, "Hadi saç, boğ onu!" diye haykırmış, atın boynundaki
saç iyice gerilip öldüresiye sıkıyormuş onu. Sonunda ka
dın, Jack'in işini görmüş ve kapıdan dışarı atmış.
Şimdi Bill'e dönelim. Bir gün bahçedeyken kuyuya
şöyle bir göz atmış, kuyunun üstündeki suyun kana dö
nüştüğünü, altındaki suyun ise bal olduğunu görmüş. Bu
nun üzerine, gerisin geri eve girmiş ve annesine, '1ack'e
· ne olduğunu öğrenene dek aynı masada ikinci bir defa
yemek yemeyeceğim ve aynı yatakta ikinci defa uyuma
yacağım," demiş.
Diğer atı ve zağarı alarak horozların hiç ötmediği, kor
naların hiç duyulmadığı ve şeytanın borusunu hiç öttür
mediği tepelere doğru yola koyulmuş. Sonunda doku
macının evine varmış, içeri girdiğinde dokumacı, "Hoş
geldin, seni geçen sefer beni ziyaret ettiğinden daha iyi
ağırlayacağım," demiş; öylesine birbirlerine benziyor
larmış ki onun Jack olduğunu zannetmiş. "Bu iyi" demiş
Bili kendi kendine, "kardeşim burada bulunmuş." Ve ora
dan ayrılmadan önceki sabah dokumacıya bir kova altın
vermış.
137
1
lı
j
Sonra kralın sarayına kadar gitmiş, kapıya vardığında
merdivenlerden inen prensesi görmüş. Prenses, "Evine
hoş geldin," demiş. Etraftaki herkes, "Evlendikten üç gün
sonra ava gidip uzun bir süre evden uzakta kalman tuhaf,"
demiş. O gece prensesle kalmış ve prenses de o süre
boyunca Bill'in kendi eşi olduğunu zannetmiş.
Sabah olunca sırtındaki çanlarla geyik tekrar gelmiş
pencerelerin altına, "Av burada, avcılar ve zağarlar nere
de?" diye seslenmiş. Bunun üzerine füll kalkip atını ve
zağarı alarak tepeler ve düzlükler boyunca ormana dek
onu izlemiş, ormana girdiğinde duvarları çamurla kaplı
bir kulübe ve ateşin başında oturan ihtiyar bir kadın gör
müş, kadın gece orada konaklamasını s.öylemiş, atı ve
za
ğarı bağlaması için de iki tel saç vermiş. Ama Bill,Jack'ten
daha zekiymiş ve dışarı çıkmadan önce iki tel saçı gizlice
ateşe atmış. İçeri girdiğinde ihtiyar kadın, "Sen benim üç
oğlumu öldürdün, ben de seni öldüreceğim," demiş; eldi
venlerini giymiş ve dövüşmeye başlamışlar; Bill, "Yardım
et at!" diye bağırmış, kadın ise, "Hadi saç, boğ onu!" diye
haykırmış; saç ise "Yapamam, ateşteyim," diye yanıtlamış
ihtiyar kadını.
O
sırada at içeri girip kadına bir çifte atmış.
"Yardım et zağar!" demiş Bill, kadın ise, "Hadi saç, boğ
onu!" diye haykırmış; ''Yapamam, ateşteyim," demiş ikinci
saç. Derken zağar kadına dişlerini _geçirmiş, Bili ise kadını
yere devirmiş ve kadın merhamet dilemiş. "Hayatımı ver
bana," demiş, "ben de sana kardeşini, atını ve zağarını
nerede bulacağını söyleyeyim." "Nerede?" diye sormuş
Bill. Kadın, "Şöminenin üzerindeki değneği görüyor mu
sun?" demiş, "onu al oradan, dışarı çık ve üç yeşil taşın
olduğu yere git ve taşlara onunla vur, çünkü bu yeşil taşlar
senin kardeşin, at ve zağar, bu yolla üçü de hayata döne
cekler." "Pekala, ama önce seni yeşil bir taş yapacağım,"
demiş Bill ve kadının başını uçurmuş.
Sonra dışarı çıkıp taşlara vurmuş, gerçekten de kardeşi
Jack, atı ve zağarı sağ salim hayattaymış. Etraftaki diğer
138
taşlara da vurmaya başlamışlar, ve bu taşlar da insanlara
dönüşmüş, daha önce taşlaşan yüzlerce ve binlerce insan.
Sonra da iki kardeş eve doğru yola koyulmuşlar; ama
yolda gelirlerken, Bill'in geceyi karısıyla geçirdiğini duy
maktan hoşlanmayan J ack yüzünden aralarında bir tartışma
ya da münakaşa geçmiş, buna çok öfkelenen Bill, Jack'e
bu değnekle vurmuş ve onu yeşil bir taşa dönüştürmüş.
Sonra eve dönmüş ama prenses onun aklını kurcalayan
bir şey olduğunu anlamış, bunun üzerine "Ben kardeşimi
öldürdüm," demiş Bili. Hemen oraya gidip Jack'i tekrar
hayata döndürmüş ve ondan sonra hep mutlu yaşamışlar,
boy boy çocukları olmuş. Bir defasında ben de oradan
geçiyordum, beni içeri çağırıp bir fincan çay ikram ettiler.
1
902
139
�l 1
1 1
·ı
ı
�
:
1
t i
1
1
1 1
l!
1 1
1
YOL KEN ARINDA
Geçen gece birkaç İrlanda şarkısı dinlemek için Kiltar
tan yolundaki büyük bir yere gittim. Şarkıcıları beklerken
ihtiyar bir adam ülkenin yıllar önce ölen güzellikleri ve
çok iyi şarkı söylediğini bildiği bir adam hakkında bir ezgi
mırıldandı, öyle ki, hiçbir at onu dinlemeden geçmiyor,
duymak için başını çevirip kulak kabartıyordu. Sonra bir
grup adam, delikanlı ve genç kız, başlarında şallarıyla ağaç
ların altında dinlemek için toplandı. Birisi Sa Muirnin
Diles'i
bir başkası dajimmy Mo Milestor'u söyledi, hepsi
de acı dolu ayrılık, ölüm ve sürgün şarkıları. Sonra adam
lardan bazıları ayağa kalktı ve dans etmeye başladı, bir
başkası tempoyu iyice artırırken birisi de beni her şar
kıdan daha fazla et�ileyen mutlu buluşma şarkısı Eiblin a
Ruin'i söyledi, zira Şarkıdaki aşık, onu sevgilisine, çocuk
luğumda her gün gördüğüm bir dağın gölgesi altında söy
lüyordu. Sesler alacakaranlıkta eriyor ve ağaçlara karışı
yordu, ve sözcükleri düşündüğüm zaman onlar da eriyip
yok oluyor ve insan nesliyle iç içe geçiyordu. Artık beni
daha eski dizelere, hatta unutulmuş mitolojilere götüren
bir cümle, düşünsel bir tavır, duygusal bir biçimdi.Öyle
uzağa gitmiştim ki dört nehirden birine varmışım ve ya
şam ile bilgi ağacının köklerine dek cennetin duvarı bo
yunca onun akışını izliyormuşum gibi geldi bana. Kulü
belerde kotarılmış ve insanı, biraz olsun göğe yükseliyor
olduğu hissini verecek kadar uzağa götüren söz ya da dü
şüncenin olmadığı hiçbir şarkı ya da öykü yoktur; insan
yükseliş hakkında ne kadar az şey bils.e de, Ortaçağ var
lıkbilimleri gibi, el değmemiş saygınlıklar boyunca dün-
140
yanın başlangıcına yükseldiğini bilir. Halk sanatı, gerçekte,
düşünce aristokrasilerinin en eskisidir; geçici ve önemsiz
olanı, bayağı ve içtenliksiz olan kadar kesin biçimde yadsı
dığı için tümüyle zeki ve şıktır; nesillerin en basit ve unu
tulmaz düşüncelerini kendinde topladığı için her tür bü
yük sanatın kökleştiği topraktır. Hangi ateş kenarında ko
nuşulsa, hangi yol kenarında söylense ya da hangi lentoya
oyulsa, özgür bir aklın bütünlük ve biçim verdiği sanatla
rın değeri, zamanı gelmişse eğer, bir çırpıda serpilir.
İmgesel bir geleneği dışlamış olan bir toplumda, yalnız
ca az sayıda insan -milyonlar içinden üç ya da dört bin
kişi- kendi kişilikleri ve mutlu rastlantılar sayesinde, ve
ancak büyük bir çabadan sonra imgesel şeyleri anlayabilir,
ve o zaman 'imgelem insanın bizatihi kendisi olur.' Orta
Çağ'da kiliseler bütün sanatları kendi hizmetine almıştı,
çünkü insanlar imgelemin yoksunlaştırıldığını anladığında,
gerçek bir ses -bazılarına göre o yegane ses- sakınımlı
umudun, direşken inancın ve anlama gayretinin uyanışı
için ancak bütünlüksüz sözcüklerle konuşabilir, eğer hali
sessizliğe gömülmediyse. Ve eski şarkıları yeniden yaşatıp
eski öyküleri kitaplarda toplayarak imgesel geleneği can
landıracak olan bizler Galilee savaşında yerimizi alabilir
mişiz gibi görünüyor. İrlandalı olanlar ve az sayıda insan
için zihinsel düşkünlüğün yolları demek olan başka yolları
açmaya girişenlere de bu savaşta yer var. Onları yeri, "Eğer
bu adamı salıverirsen Sezar'ın dostu değilsin," diye haykı
ran Musevilerin yanı.
1901
141
.1
1 11
lı
1
ı ı
,ı
Ilı
' t,
ı
il
'j
ı
1
1
iı
ı .
1 11
ıl 1
'
1
ı p
l ,ı
1
1
1
l·-
ALACAKARAN LIGA D O GRU
Yıpranmış yürek, yıpranmış bir zamanda
Kurtul ağından yanlış ve doğrunun
Gül, ey yürek, bir daha koyu alacakaranlıkta
İç çek, ey yürek, sabah çiyinde bir daha
Anayurdun İrlanda hep genç yine de
Hep parıldıyor çiy ve alacakaranlık koyu
Yitse bile umudun ve yok olsa tutku
Yanarak kara çalan bir dilin ateşinde
Gel, ey yürek, yükseldiği yere tepelerin
Çünkü gizemli kardeşliği
var orada
Tepelikli ormanın o derin ormanla
Ve değişen ay işler ruhunu hepsinin
Ve Tanrı ayakta yalnız
borusunu üfleyip
Zaman
ve
dünya uçuyor hiç durmadan
Tutku bile incelikli değil koyu alacakaranlıktan
Ne de umut sabah çiyinden daha kadim
142
•
Dostları ilə paylaş: |