de seigneur
[16]
olduğunu, karşı gelmeye cesaret edecek
köylülere sopayı basacağını, aşarı iki kat artırıp sakallı
keratalara günlerini göstereceğini söyledi. Bizim grup
sözlerini alkışlarla karşıladı, ama ben lafa karıştım; köylü
kızlarla babalarına acıdığımdan değil, sırf o mendeburun
alkışlanmasına kızdığım için. O gün onu alt ettim ama,
Zverkov aptal olduğu halde hem farfara, hem küstahtı, o
yüzden işi alaya boğdu. Sonunda kahkahayı basınca sanki ben
alt olmuş gibi oldum. Daha sonra da birkaç kere beni zor
duruma düşürdü; hem de bunu hiç kızmadan, gülerek, laf
olsun diye yapıyormuş gibi bir hali vardı. Nefretim,
hırçınlığım ona karşılık vermeme engel oluyordu. Okul
bitirme töreninde benimle konuştu, ben de fazla
nazlanmadım, ne yalan söyleyeyim, gururumu okşamıştı;
fakat birbirimize fazla ısınamadık. Sonradan teğmenlere has
hovardalıktaki başarıları hakkında kulağıma bir şeyler çalındı.
Zverkov’un mesleğindeki başarısından bahsedenler de oldu.
Artık sokakta beni görünce tanımazlıktan geliyordu; besbelli
benim gibi değersiz birisiyle selamlaşmakla kendini küçük
düşürmekten korkuyordu. Onu bir kere de kolunda yaver
kordonuyla, tiyatroda üçüncü sırada otururken gördüm.
İhtiyar bir generalin kızları etrafında yılışıp duruyordu. Üç yıl
içinde kendini epey salıvermiş, hâlâ yakışıklı, çevik
göründüğü halde hafifçe şişmiş, semirmeye başlamıştı;
otuzunu bulunca büsbütün hantallaşacağı belliydi. İşte bizim
arkadaşların veda ziyafeti vermek istedikleri adam bu
Zverkov’du. Kendilerini ona eşit saymamakla beraber
arkadaşların bu üç yıl içinde Zverkov’la ahbaplığı,
kesmediklerine emindim.
Simonov’un iki misafirinden biri Rus Almanlarından
Ferfiçkin’di. Ufak tefek, maymun suratlı, alaycı bir aptal olan
Ferfiçkin, okulda daha ilk sınıflardan beri baş düşmanımdı;
aşağılığın, küstahın, tafracının, korkağın biri olduğu halde
yüksekten atmaya bayılırdı. Sık sık ödünç para aldığı ve bazı
menfaatler gözettiği için Zverkov’un etrafında pervane gibi
dönerdi. Simonov’un ikinci misafiri Trudolyubov dikkate
değer birisi değildi, iri yarı, soğuk yüzlü bir subaydı; oldukça
dürüst bir çocuktu, ama ne çeşit olursa olsun başarı kazanmış
kimselerin önünde eğilmeden yapamaz, rütbeyle, terfiyle ilgili
konular dışında konuşamazdı. Zverkov’la uzaktan akrabalığı
vardı ve söylemesi ne kadar manasız görünse de, bu özellik
ona aramızda ayrı bir değer veriyordu. Beni oldum olası adam
yerine koymazdı; fazla nezaket göstermeden üstünkörü
konuşurduk.
Trudolyubov:
— Fena değil, dedi. Adam başına yedişer ruble verirsek, üç
kişi olduğumuza göre, yirmi bir papele iyi bir yemek yeriz.
Zverkov’dan para alacak değiliz ya.
Simonov onayladı:
— Elbette, onu biz davet ediyoruz.
Ferfiçkin general efendisinin yıldızlarıyla övünen arsız bir
uşak gibi kibirle lafa karıştı:
— Peki ama, Zverkov’un bütün masrafı bize bırakacağını
mı sanıyorsunuz? Nezaket icabı kabul etse bile, sonradan
kendisi yarım düzine şampanya açtırır.
Yalnızca yarım düzineye dikkat eden Trudolyubov:
— Dört kişi yarım düzineden sonra ne yaparız? dedi.
Ziyafeti tertiplemekle görevli Simonov:
— Şu halde üçümüz, bir de Zverkov’la birlikte dördümüz,
yirmi bir rubleyle yarın saat beşte Hôtel de Paris’teyiz,
diyerek meseleyi kapattı.
Ben de coşkuyla, hatta biraz da alınmış olarak:
— Ne yirmi biri? dedim. Beni de sayarsanız yirmi bir değil,
yirmi sekiz ruble olur.
Ansızın yaptığım bu beklenmedik önerimin hoş
karşılanacağını, üçünün de beni memnun memnun süzmekten
kendilerini alamayacaklarını sanmıştım.
Ama Simonov bakışlarını benden kaçırarak, hoşnutsuzlukla:
— Siz de mi katılmak istiyorsunuz? diye sordu.
İçimi dışımı ezbere bilirdi. Bu yüzden ona çok öfkelendim:
— Neden olmasın efendim? Arkadaşınız değil miyim, itiraf
edeyim ki, beni unutmanıza epey gücendim...
Ferfiçkin kabaca sözümü kesti:
— İyi de sizi nereden bulacaktık?
Trudolyubov kaşlarını çatarak ekledi:
— Zverkov’la öteden beri geçinemezsiniz.
Ama ben aklıma koymuştum, vazgeçmek istemiyordum.
Nedense sesim titreyerek:
— Sanırım hiç kimsenin beni bu konuda yargılamaya hakkı
yok, dedim. Belki de eski geçimsizliğimiz yüzünden katılmak
istiyorum.
Trudolyubov sırıtarak:
— Aman, sizin şu yüksek konularınız da... Anlayana aşk
olsun.
Simonov kesin bir tavırla bana dönerek:
— Pekâlâ siz de gelin, yarın saat beşte Hôtel de Paris’te;
karıştırmayın sakın.
Ferfiçkin başıyla Simonov’a beni işaret ederek alçak sesle:
— Paradan ne haber? diye başlayacak oldu, ama
Simonov’un bozulduğunu görünce sustu.
Trudolyubov kalkarak:
— Pekâlâ, dedi. Madem çok istiyor o da gelsin.
Ferfiçkin de şapkasını alıp, öfkeyle:
— İyi ama, bu arkadaşlar arasında bir şey, dedi. Resmi bir
toplantı değil ki. Belki sizi istemiyoruz...
Ferfiçkin giderken benimle vedalaşmadı; Trudolyubov ise
bana bakmadan, başıyla belli belirsiz bir selam verdi ve
çıktılar. Baş başa kalınca Simonov can sıkıntısından ne
yapacağını şaşırarak garip garip bana bakmaya başladı.
Oturmuyor, bana da oturmam için yer göstermiyordu.
— Hımm... peki... öyleyse yarın. Parayı şimdi verecek
misiniz?
Sonra utanarak:
— Şimdiden bileyim diye soruyorum, diye mırıldandı.
Kızardım ve kızarırken de Simonov’a Tanrı bilir ne
zamandan beri on beş ruble borcum olduğunu hatırladım; hoş
bunu unutmuş değildim, ama ödediğim de yoktu.
— Buraya gelirken böyle bir şey olacağını hiç aklıma
getirmemiştim Simonov... Üzgünüm ama yanıma para almayı
unutmuşum...
— Peki, peki, ziyanı yok. Yarın yemekte hesaplaşırız. Ben
öğrenmek için sormuştum. Siz şey...
Sözünü yarım bırakarak artan bir sıkıntıyla odada
dolaşmaya başladı. Yürürken topuklarına basarak gürültü
çıkarıyordu.
Bir iki dakika sustuktan sonra:
— Sizi rahatsız mı ediyorum? diye sordum.
Simonov birden silkindi:
— Ah hayır! Daha doğrusu evet. Şey, yani, bir yere
uğrayacaktım da... Hemen şuracıkta, yakın...
Özür diler gibi konuşuyordu.
— Aman Tanrım! Niçin daha önce söylemediniz? diye
bağırdım.
Sonra, kim bilir nasıl başardığım gayet küstah bir tavırla
şapkamı yakaladım.
Beni kapıya kadar geçiren Simonov, ona hiç yakışmayan
telaşlı bir halle:
— Uzak değil... şuracıkta, iki adım ötede... diye
tekrarlıyordu.
Ben merdiven başına çıkınca arkamdan bağırdı:
— Şu halde yarın, tam beşte!
Beni başından savdığına pek seviniyordu. Halbuki ben
hiddetten boğulacak gibiydim. Sokakta yürürken dişlerimi
gıcırdatarak kendi kendime söyleniyordum:
— Sanki şeytan dürttü, şeytan! Hem de şu adi domuz
Zverkov’un hatırına! Tabii ki gitmeyeceğim; elbette gitmem,
ne olacak, mecbur değilim ya! Yarın Simonov’a mektupla
bildiririm.
Fakat öfkelenmemin asıl sebebi, nasıl olsa gideceğimi,
inadına gideceğimi bilmemdi; üstelik gitmem ne kadar
münasebetsiz, yakışıksız düşerse, hevesim de o nispette
artacaktı.
Halbuki gitmemek için pek yerinde bir sebebim de vardı:
Parasızdım. Elimde topu topu dokuz rublem kalmıştı. Yedisini
de bir gün sonra uşağım Apollon’a vermem gerekiyordu;
Apollon, yeme içme kendisinden, ayda yedi rubleye
çalışıyordu.
Apollon huyunda bir adamın parasını sallamak mümkün
değildi. Ama bu ömür törpüsü teresten başka zaman
bahsederim.
Ama parasını falan ödemeyip, ne olursa olsun ziyafete
gideceğimi gayet iyi biliyordum.
O geceyi birbirinden kötü rüyalar görerek geçirdim. Bütün
bir akşam okul hayatımın zehirli hatıralarıyla hırpalandığım
için gece de onlardan kurtulamayışım gayet tabiiydi. Beni o
okula, artık hiçbir bağım kalmamış, hiçbir haber almadığım
uzak akrabalarım vermişti; azarlarından iyice sersemlemiş, o
zamanlar bile pis pis düşünen, etrafı sessizce, vahşi bakışlarla
süzen öksüzü başlarından savmak için okula atmışlardı.
Kendilerine benzemediğim için, arkadaşlarımın hepsi beni
hırçın, merhametsiz alaylarla karşıladılar. Halbuki alaya hiç
dayanamıyor,
herkes
gibi
başkalarıyla
kolaycacık
kaynaşamıyordum. Daha ilk anlardan beri hepsinden nefret
ettim; ürkek, marazlı, boyumdan büyük bir gurura gömüldüm.
Kabalıklarına karşı isyan duyuyordum. Yüzümle, hantal
vücudumla hayâsızca eğlenirlerdi; halbuki bazılarının öyle
manasız suratları vardı ki! Zaten okulumuza gelenlerin yüz
ifadeleri kendiliğinden değişiyor, manasızlaşıyordu. Bakmaya
kıyamayacağınız çocuklar birkaç yıl içinde bize benziyor, son
derece sevimsiz hale geliyorlardı. Henüz on altı yaşında
olduğum halde kabuğuma çekilmiş, onları hayretle
inceliyordum; daha o zamanlar bile görüşlerinin darlığı,
uğraştıkları şeylerin, oyunlarının, konuşmalarının manasızlığı
beni hayrete düşürüyordu. O kadar önemli olayları fark
edemedikleri, insanı etkileyen, hayrete düşüren konulara
ilgisiz kaldıkları için, ister istemez onları kendimden aşağı
saymaya başladım. Hem de bunda yaralı gururumun
kışkırtmasının hiç payı yoktu; Tanrı aşkına, şu gına getirdiğim
"Sen hayaller kurarken onlar artık gerçek hayatı
anlamışlardı..." gibi beylik lafları önüme sürmeyin. Onların
gerçek hayattan filan anladığı yoktu ve yemin ederim beni en
çok kızdıran da buydu. Hatta tam tersine, en basit, en göze
çarpan gerçekleri şaşılacak bir aptallıkla karşılıyorlardı; o
yaştan beri sadece kuvvete, başarıya tapmaya alışmışlardı.
Doğru, fakat küçük, aşağı görülmesi, ezilmesi âdet olmuş her
şey, onların hayâsız, merhametsiz alaylarına konu oluyordu.
Akıllarını rütbeyle bozmuşlardı; on altı yaşında delikanlılar
işi az, yan gelip yatılacak işlerden dem vuruyordu. Şüphesiz
bunun sebebini akıllarının kıtlığı kadar, çocukluk ve ilk
gençlik devrelerinde daima gözleri önünde bulunan kötü
örneklerde aramak lazım. İğrenç derecede ahlaksızdılar.
Ahlaksızlıkları
gösteriş,
yapmacık
doluydu;
elbette
ahlaksızlığın arasında zaman zaman baş gösteren yapmacık
bir kinizmle gençlik, tazelik de görünüyordu, ama bu tazelik
dahi sevimsizdi, çünkü yaptıklarının hepsi yalana dayanıyor,
yalana bürünüyordu. Hepsinden son derece nefret ediyordum,
ama kendim onlardan da aşağıydım o başka. Sınıf
arkadaşlarım bana aynı duyguyla karşılık veriyorlardı; üstelik
benden tiksintilerini gizlemiyorlardı. Hoş, ben de artık
sevgilerini istemiyordum, istediğim tek şey, onları küçük
düşürmekti. Alaylarından kurtulmak için olanca hırsımla
kendimi derslere verdim ve en iyi öğrenciler arasına girdim.
Bu, onların saygısını kazanmamı sağladı. Hepsi de yavaş
yavaş, okuyamadıkları kitapları okuduğumu, ömürlerinde hiç
duymadıkları (ders programımızda olmayan) konuların
yabancısı olmadığımı yavaş yavaş anlamaya başladılar. Bu
durumu yabani, alaycı bakışlarla karşıladıkları halde manevi
üstünlüğümü kabul etmişlerdi; zaten öğretmenlerimiz de bana
bu yönden önem veriyorlardı. Alaylar kesildi, ama düşmanlık
kaldı, münasebetlerimiz hem soğuk, hem gergindi. Sonunda
dayanamayan ben oldum: Zamanla insan arasına karışmak
dost edinmek ihtiyacını duymaya başlamıştım. Bazılarıyla
arkadaş olmak istedim, fakat hiçbir zaman tabii
olamadığımdan denemelerim daima boşa gitti. Sonunda bir
arkadaş edinebildim. Ama zorbaca duygular o zaman bile
içimde iyice yer ettiğinden, arkadaşımı kendime esir etmek
istedim; çevresine karşı çocukta bir iğrenme yaratmaya
çalışıp aşağılık muhitiyle münasebetini hemen kesmesini şart
koştum. İhtiraslı arkadaşlığımla zavallıcığı sinir buhranları
geçirecek, gözyaşları dökecek denli ürküttüm; çocuğun saf,
hemen teslim olmaya hazır bir ruhu vardı ve sanki maksadım
sadece onu yenmek, kendime benzetmekmiş gibi, bana
tamamıyla bağlandıktan sonra ondan nefret etmeye
başlayarak sırt çevirdim. Fakat hepsini yenemezdim; zaten
arkadaşım öbürlerine hiç benzemeyen, güç bulunur bir
istisnaydı. Okuldan çıkar çıkmaz ilk işim, lanetler okuyarak
bütün bağlarımı koparıp geçmişin üstünü örtmek için, okulun
beni hazırladığı meslekten uzaklaşmak oldu... Hangi şeytan
dürtmüştü de şu Simonov’a gitmiştim!..
Sabah sanki her şey bir an sonra başlayacakmış gibi erken
erken yatağımdan fırladım. İçimde, o gün hayatımı kökünden
değiştirecek bir hadise olacağına dair kesin bir inanç vardı.
Böyle şeylere alışık olmadığımdan mıdır bilmem, daima ufak
bir olayın bile her şeyi kökünden değiştirmesini bekleyip
durmuşumdur. Gene de daireye zamanında gittim; yalnız
hazırlığımı yapmak için paydostan iki saat önce sıvıştım.
Ziyafete pek sevinmiş demesinler diye, herkesten önce
gitmemeye ayrıca önem veriyordum. Ama önem verilmesi
gereken binlerce nokta daha vardı ve hepsi de beni halsiz
bırakıncaya kadar sarsıyordu. Çizmelerimi kendi elimle bir
daha fırçaladım; Apollon’a söylesem dünyada yapmazdı,
çünkü günde iki defa ayakkabı fırçalamak onun için usule
aykırıydı. Sonradan fark edip beni küçümsememesi için,
fırçayı antreden aşırarak çizmelerimi gizlice temizledim.
Daha sonra giysilerimi titizlikle gözden geçirdim ve hepsini
pek eski, pek hırpalanmış buldum. Kendimi lüzumundan fazla
salıvermiştim. Resmi giysim oldukça iyiydi, ama bununla
yemeğe gitmek uygun olmazdı. En önemlisi, pantolonumun
dizlerinden birinde kocaman sarı bir leke vardı. Sırf bu
lekenin bile haysiyetimin onda dokuzunu kaybettireceğini
hissediyordum. Böyle düşünmenin küçüklük olduğunu da
biliyordum. "Şimdi düşünmenin sırası değil, gerçek olduğu
gibi karşımızda." diyor, metanetimi kaybediyordum.
Düşüncelerimin hepsinde lüzumsuz abartmalar olduğunu o
zaman da pekâlâ fark ediyordum, fakat ne yapayım, elimden
bir şey gelmiyor, sıtmaya tutulmuş gibi titriyordum. Şu
"teres" Zverkov’un beni nasıl üstten, soğuk bir tavırla
karşılayacağını, hımbıl Trudolyubov’un bön, karşılık
verilmesi güç, küçümser bakışlarla beni süzeceğini, Ferfiçkin
haşeresinin de Zverkov’un gözüne girmek için küstahça, pis
pis sırıtarak benimle eğleneceğini, Simonov’un bütün bunları
fark edip, o adi kibriyle tabansızlığım için beni nasıl hor
göreceğini hayalimde canlandırdıkça mahvoluyordum; en
kötüsü, tüm bunlar küçük, hiç de edebi olmayan bir sefillikte
gerçekleşecekti. En iyisi oraya gitmemekti. Ama bunu
yapmama imkân yoktu: Çünkü aklıma bir şey takılmaya
başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu. Bunu
yapmayacak olsam, ömrümün sonuna kadar, "Nasıl, korktun
değil mi, korktun, tam manasıyla korktun!" diye kendi
kendimi yerdim. Halbuki bütün bu "gruba" ve kendime,
düşündüğüm kadar tabansız olmadığımı ispat etmek
istiyordum. Ayrıca korkaklık nöbetleri geçirirken bile onları
yenmek, etkilemek, hiç olmazsa "yüksek fikirlerim ve inkâr
edilemez nükteciliğim"le kendimi sevdirme hayalleri
kuruyordum. Etkimde kalarak Zverkov’dan uzaklaşacaklar, o
da utancından ezilerek bir kenarda sessiz sessiz oturacaktı ve
ben de onu yenmiş olacaktım. Zverkov’u ezdikten sonra belki
ona el uzatır, hatta senli benli olmamız şerefine kadeh
kaldırırdım; fakat en kötüsü, en acısı, bunları düşündüğüm
sırada hiçbirine gerek olmadığını, onları ezmeyi, üste çıkmayı
içten arzulamadığımı daha o anda ve kesin olarak anlamamdı.
Düşündüklerimi başarsam bile, buna herkesten önce bizzat
ben metelik vermeyecektim. Ah, o günün bir an önce sona
ermesi için Tanrı’ya nasıl yalvarmıştım! Tarif edilmez bir
üzüntü içinde pencereye yaklaşarak küçük camı açtım, olanca
şiddetiyle yağan sulusepkenin bulanıklığına daldım...
Nihayet külüstür duvar saatim beşi vurdu. Şapkamı kapıp
sabahtan beri aylığını bekleyen ve gururu yüzünden lafı ilk
olarak açmak istemeyen Apollon’a bakmamaya çalışarak
kapıya koştum ve kasten yapar gibi, son elli kapiğimle bir
araba tutarak Hôtel de Paris’e yollandım.
IV
Daha bir gün önceden, ilk gelenin ben olacağımı
biliyordum. Ama mesele bu değildi artık.
Ötekiler henüz gelmemişti; bize ayrılan salonu güçlükle
bulabildim. Sofra henüz tamamlanmamıştı. Ne olabilirdi
acaba? Epey soruşturmadan sonra garsonlardan, yemeğin beş
değil, altı için ısmarlandığını öğrendim. Büfedekiler de aynı
şeyi tekrarladılar. Daha fazla sormaktan utandım artık. Henüz
altıya yirmi beş vardı. Saati değiştirdilerse bana da haber
vermeleri gerekirdi, posta diye bir şey var; beni hem onlara,
hem de... uşaklara karşı "rezil" etmemeliydiler. Oturdum;
garson sofrayı hazırlamaya başladı, o yanımdayken içime
büsbütün acı düştü. Salonda lambalar yandığı halde altıya
doğru mum da getirdiler. Ama garson, ben gelir gelmez
bunları getirmeyi akıl etmemişti. Bitişik salonda ayrı
masalarda, asık suratlı, hırçın tavırlı iki adam hiç konuşmadan
yemek yiyordu. Ötedeki salonların birinden gürültüler, hatta
haykırışlar geliyordu; kötü bir Fransızcaya karışan
kahkahalara, birtakım bağrışmalara bakılırsa kadınlı erkekli
bir yemekti. Fena halde bunalmıştım. Bu derece tatsız
durumları pek yaşamadığımdan olacak, saat tam altıda hepsi
birden çıkagelince ilk anda, sanki karşımda kurtarıcılarım
varmış gibi sevindim; az kalsın gücenik bir tavır takınmam
gerektiğini unutuyordum.
Zverkov, besbelli grubun reisi olarak odaya en önde girdi. O
da, öbürleri de gülüyordu; Zverkov beni görünce kurumlu bir
eda takındı, ağır ağır yaklaşarak kırıtır gibi hafifçe eğilip elini
uzattı. Ama bunu aşırı kaçmayan bir tatlılıkla, ihtiyatla,
neredeyse generallere has diyeceğim bir nezaketle yapmıştı;
elini uzatırken de kendini bir tehlikeden korumak ister gibi bir
hali vardı. Halbuki ben tam tersine, Zverkov’un odaya girer
girmez o eski cırtlak kahkahasını koyuvereceğini, ağzını açar
açmaz yavan şakalara, soğuk nüktelere başlayacağını
sanmıştım. Bir gün öncesinden kendimi buna hazırlamıştım,
ama kibirli, hoş görmeye hazır nezaketini hiç beklemiyordum.
Acaba artık kendisini, benden her bakımdan üstün mü
görüyordu? Kendi kendime, "Şu general azametiyle bana
hakaret etmek istiyorsa kendi bilir, altta kalmam, şu veya bu
şekilde ona cevabını veririm." dedim. Ama ya gerçekten
hakaret kastı yoksa, ya şu öküz kellesinde gerçekten bana
üstün olduğu inancı uyandıysa ve beni himaye eder gibi
konuşmasının sebebi buysa? Bu aklıma gelince hırsımdan
tıkanacak gibi oldum.
Zverkov daha önce onda bulunmayan bir pelteklikle,
konuşurken kırıtarak kelimeleri uzata uzata:
— Yemeğimize katılmak istediğinizi hayretle öğrendim,
dedi. Nedense pek görüşemiyoruz artık. Bizden kaçıyorsunuz.
Ama doğru hareket etmiyorsunuz. Düşündüğünüz kadar fena
insanlar değiliz. Eh, ne olursa olsun, eski ahbaplığımızı
yenilemek bana zevk veriyor...
Kayıtsızca öteye dönerek şapkasını pencerenin kenarına
bıraktı.
Trudolyubov:
— Çok beklediniz mi? diye sordu.
Sert, kızgınlıktan patlayacakmış gibi bir sesle:
— Dünkü konuşmamıza uyarak tam beşte geldim, dedim.
Trudolyubov, Simonov’a döndü:
— Saati değiştirdiğimizi ona haber vermedin mi?
— Yo, unuttum.
Simonov hiç üzülmeden, benden özür dilemeye lüzum
görmeden mezelere bakmak için dışarı çıktı.
Herhalde bunu pek hoş bulan Zverkov alaylı bir tavırla:
— Vah zavallı, demek bir saattir burada bekliyorsunuz! diye
bağırdı.
Namussuz Ferfiçkin de tıpkı finonun cırlayışını andıran bir
sesle onun arkasından güldü. Durumumu hem eğlenceli, hem
gülünç buluyordu.
Gittikçe artan bir hiddetle Ferfiçkin’in yüzüne bakarak:
— Gülecek bir şey yok bunda! diye bağırdım, Bana haber
vermeyi ihmal ettiniz. Bu... manasızlık bu...
Saflıkla benden yana çıkan Trudolyubov:
— Sadece manasızlık olsa neyse, diye mırıldandı. Çok
yumuşaksınız. Buna düpedüz kabalık denir. Yalnız kasıtlı
değil tabii. Şu Simonov nasıl oldu da... hımm!
Ferfiçkin gene atıldı:
— Bana böyle bir oyun etseydiler...
Zverkov, onun sözünü kesti:
— Keşke yiyecek bir şey getirtseydiniz ya da bizi
beklemeden yemeye başlasaydınız.
Hırçın bir sesle:
— Sizden izin almaya ihtiyacım yok, dedim. Beklediğime
göre...
Salona giren Simonov.
— Haydi baylar, yemeğe buyurun, diye bağırdı. Her şey
hazır, şampanyamız da buz gibi olmuş.
Birdenbire bana dönerek, fakat hep öyle, yüzüme
bakmadan:
— Adresinizi bilmediğimi unutuyorsunuz, dedi. Nasıl
bulurdum sizi?
Bana kızgın gibiydi, herhalde dünden beri geçmişimizi
tekrar hatırlamıştı.
Hep beraber oturduk. Masa yuvarlaktı. Sağımda Simonov,
solumda Trudolyubov vardı. Zverkov karşımda oturuyordu,
Ferfiçkin de yanında, onunla Trudolyubov’un arasındaydı.
— Şey, siz... hâlâ bakanlıkta mısınız? (Kelimeleri hep uzata
uzata konuşuyordu.)
Zverkov benimle gerçekten ilgileniyordu. Daha doğrusu
tutukluğumu görerek iltifatlarıyla aklınca bana cesaret vermek
istiyordu. Hiddetle, "Kafasına şu şişeyi yerleştirmemi istiyor
galiba." diye düşündüm. Böyle yapmacık konuşmaya
alışmadığım için çabucak öfkeleniyordum. Gözlerimi tabağın
içine dikerek, kaba bir sesle:
— ... dairesindeyim, dedim.
— Peki... orası daha mı iyi? Söy-lesenize, eski
memuriyetinizi bırakmanız neden i-cab-etti?
— Ortada mec-bu-riyet yoktu; keyfim öyle istedi, çıktım.
Artık kendime hâkim olamıyor, her kelimeyi Zverkov’dan
üç kat fazla uzatarak konuşuyordum. Ferfiçkin burun kıvırdı.
Simonov beni alayla süzüyordu; Trudolyubov da yemeğini
bırakmış, merakla bana bakıyordu.
Zverkov belli etmek istemese de alınmıştı.
— Şey... ne alıyorsunuz peki?
— Ne gibi?
— Ya-ni... maaşınız ne kadar?
— Sorguya mı çekiliyoruz?
Gene de aylığımı söyledim. Kıpkırmızı olmuştum.
Zverkov bilgiç bir tavırla:
— Çok değil, dedi.
Ferfiçkin küstah bir eda ile:
— Öyle efendim, bununla lüks lokantalarda yemek
yenmez... diye mırıldandı.
— Bence sefaletin ta kendisi...
Trudolyubov bunu ciddi söylemişti. Arsız bir acımayla beni
ve üstümü başımı süzen Zverkov oldukça iğneli bir dille:
— O zamandan beri... hayli zayıflamış, değişmişsiniz... diye
ilave etti.
Ferfiçkin kıkırdadı:
— Bırakın canım, mahcup etmeyin.
Artık sabrım tükenmişti.
— Mahcup olduğum yok bayım, anladınız mı? Ben bu "lüks
lokanta"da kendi paramla yemek yiyorum Mösyö Ferfiçkin,
başkasının parasıyla değil, haberiniz olsun.
— Nee? Kimmiş o başkasının parasıyla yemek yiyen?
Ferfiçkin pişmiş ıstakoz gibi kızarmış, hiddetli bakışını
bana dikmişti. Fazla ileri gittiğimi anlamıştım.
— Neyse, dedim. Daha makul konulara geçmemiz uygun
olur zannederim.
— Zekânızı ortaya sermek niyetindesiniz galiba.
— Merak etmeyin, burası yeri değil zaten.
— Artık çok oluyorsunuz bayım. Mahut kaleminizde
sapıttınız mı yoksa?
Zverkov emredercesine:
— Yeter artık baylar, yeter! diye bağırdı.
Simonov:
— Ne saçmalık! diye söylendi.
Trudolyubov doğrudan doğruya bana hitap ederek, sertçe:
— Saçmalık ya! dedi. Sevdiğimiz bir arkadaşı yolcu
etmeden önce dostça bir toplantı yapalım dedik, kalkmış eski
defterleri karıştırıyorsunuz. Dün bize katılmayı kendiniz
istediniz, bari şimdi ahengimizi bozmayın...
Zverkov:
— Yeter yahu, yeter! diye bağırdı. Kesin artık baylar, bir
yere varacağımız yok böyle. İyisi mi size üç gün önce
evlenmekten nasıl kıl payı kurtulduğumu anlatayım...
Sonra, üç gün önce evlenmekten nasıl kurtulduğuna dair
açık saçık bir hikâyeye başladı. Hikâyede evlenmeyle ilgili
tek kelime geçmedi, ama boyuna generallerin, albayların,
mabeyincilerin lafını ediyordu; Zverkov da aralarında daima
kahramandı. Hepsi takdirle gülüyor, iyice coşan Ferfiçkin ise
tiz çığlıklar atıyordu.
Bana aldıran yoktu; uğradığım hakaretin ezikliği içinde
sessizce oturuyordum.
"Tanrım, bu muhit bana yakışır mı!" diye düşündüm, "Tam
bir budala gibi davrandım! Şu Ferfiçkin’e de amma da yüz
verdim. Ahmaklar, sofralarına almakla bana büyük şeref
bağışladıklarını sanıyorlar; asıl benim onlara şeref verdiğimi
anlamıyorlar! Zayıflamışım... Giysimmiş... Ah şu lanet olası
pantolonum! Zverkov, dizimdeki sarı lekeyi demin fark etti...
Etsin, ne çıkar! Hemen, şu dakikada sofradan kalkıp, şapkamı
alarak tek bir kelime söylemeden gitmeliyim... onları
küçümsediğimi göstermem lazım! İsterlerse yarın düello
ederiz. Teresler. Yedi rubleme acıyacak değilim ya. Ama ya
öyle sanırlarsa... Şeytan alsın topunu! Vız gelir bana yedi
ruble! Şimdi gidiyorum!.."
Tabii hiçbir yere gitmedim.
Kederimi bastırmak için şaraba yüklendim; Lafitte’i,
Heres’i bardak bardak üstüne yuvarlıyordum. Alışmadığım
için kafam çabucak dumanlandı, içkinin tesiriyle hiddetim de
artıyordu. Birdenbire içimde hepsine, hem de en acı şekilde
hakaret ettikten sonra çıkıp gitmek arzusu uyandı. Uygun bir
an seçerek kendimi göstermeliydim; işte o zaman
"Gülünçlüğüne gülünç ama zekâsına diyecek yok!" diyecekler
ve... ve sonra da... Sonra hepsinin canı cehenneme!..
Mahmurlaşmış gözlerimle hepsini arsız arsız süzdüm. Fakat
beni unutmuş gibiydiler. Kendi aralarında coşkun bir neşe
içindeydiler. Hep Zverkov konuşuyordu. Kulak verdim.
Zverkov, ona aşkını ilan edecek hale getirdiği şahane bir
kadından bahsediyordu (su içer gibi yalan söylüyordu tabii);
bu işte ona samimi bir prens arkadaşı, üç bin cana sahip Hüsar
Kolya yardım etmiş.
Birdenbire konuşmalarına karışarak:
— İyi ama, dedim, şu üç bin can sahibi Kolya’nız burada
yok, sizi uğurlamaya gelmemiş.
Bir an hepsi sustu. Sonra Trudolyubov beni hakaret dolu bir
bakışla süzerek:
— Daha şimdiden sarhoşsunuz, dedi.
Zverkov bana sessizce, bir böceğe bakar gibi bakıyordu.
Gözlerimi kaçırdım. Simonov acele acele kadehlere
şampanya koymaya başladı.
Trudolyubov kadehini kaldırdı, benden başka herkes onu
izledi.
Trudolyubov Zverkov’a dönerek.
— İyi yolculuklar dileyerek sağlığına içiyorum! dedi. Eski
günlerimiz ve yarınımız için baylar, hurra!
Hepsi kadehlerini boşaltarak Zverkov’u öpmeye davrandı.
Yerimden kımıldamadım; kadehim olduğu gibi dopdolu
önümde duruyordu.
Sabrı tükenen Trudolyubov hiddetle bana döndü:
— Siz içmeyecek misiniz?
— Ben ayrıca, kendi namıma bir spiç
[17]
vermek
niyetindeyim... ondan sonra içeceğim Bay Trudolyubov.
Simonov:
— Huysuz herif! diye homurdandı.
Sandalyemde doğrularak hararetle kadehimi kavradım;
fevkalade bir olaya hazırlanıyor, ama ne söyleyeceğimi henüz
bilmiyordum.
Ferfiçkin:
— Silence!
[18]
diye bağırdı. Akıl hazinesinin kapıları
açılıyor!
Meseleyi kavrayan Zverkov büyük bir ciddiyetle
bekliyordu.
— Teğmen Bay Zverkov! diye başladım. Önce şunu
söyleyeyim ki, basmakalıp laflarla böyle laf edenlerden ve
fazla çıtkırıldımlardan nefret ederim... bu birinci madde,
ikincisine gelince...
Hepsi birden gürültüyle kıpırdanmaya başladılar.
— İkinci madde, sefahatten ve sefihlerden nefret ederim.
Hele sefihlerden büsbütün! Üçüncü olarak, gerçeği,
samimiliği ve dürüstlüğü severim.
Adeta
şuursuz
konuşuyordum;
bunları
nasıl
söyleyebildiğime şaşıyor, dehşetten buz kesildiğimi
hissediyordum.
— Fikri seviyorum, Mösyö Zverkov; eşit şartlarla kurulmuş
gerçek arkadaşlığı seviyorum, şey gibi... hımm... Sevdiğim bir
şey daha... Neydi? Neyse gene de sağlığınıza içeceğim Mösyö
Zverkov. Güle güle gidin, Çerkez kızlarını büyüleyin,
yurdumuzun düşmanlarını öldürün ve... ve şey... Sağlığınıza
Mösyö Zverkov!
Zverkov oturduğu sandalyeden kalkarak beni selamladı:
— Çok teşekkür ederim, dedi.
Fena halde içerlemiş, yüzü sararmıştı.
Trudolyubov masaya bir yumruk atarak:
— Cehennemin dibine! diye kükredi.
Ferfiçkin incecik sesiyle cırladı:
— Olmaz efendim, bunun hakkı tokattır, tokat!
Simonov:
— Defedelim şunu! diye mırıldandı.
Fakat Zverkov bağırarak umumi isyanı önledi:
— Susun baylar, oturun. Hepinize teşekkürler ederim. Fakat
bu adamın sözlerine verdiğim önemi kendim belirtebilirim.
Gururla Ferfiçkin’e döndüm. Yüksek sesle:
— Bay Ferfiçkin, yarın burada sarf ettiğiniz bütün sözlerin
hesabını vereceksiniz, dedim.
— Düello mu demek istiyorsunuz bayım? Hayhay!
Düello teklifim o kadar gülünç ve o andaki halime o kadar
aykırı kaçmış olacak ki, hepsi dakikalarca kahkahalarla
güldüler.
Trudolyubov tiksintiyle:
— Bırakın şunu canım! dedi. Kütük gibi olmuş!
Simonov yine söylenmeye başladı:
— Ne diye dün onu da aramıza aldım sanki, kendimi hiç
affetmeyeceğim!
"Şimdi şişeyi alıp kafalarına indirmeliyim." diye düşünerek
şarap şişesini kaptım ve... kadehimi ağzına dek doldurdum.
"Yok, yok, sonuna kadar kalmak daha iyi." diye düşünmeye
devam ettim, "Şimdi gidersem sevinirsiniz baylar. Dünyada
gitmem. İnadıma oturacağım, size metelik vermediğimi
göstermek için sonuna kadar içeceğim. Oturup içeceğim;
sonuçta burası meyhane, ben de hisseme düşen parayı verdim.
Oturup içeceğim, çünkü sizi sadece satrançtaki piyonlar, hem
de oyun dışı edilmiş taşlar gibi görüyorum. Oturup içeceğim
ve... şarkı da söyleyeceğim; evet efendim, canım isterse şarkı
da söylerim. Buna hakkım var... yani şarkı söylemek...
hımm..." Fakat şarkı söylemiyordum. Yalnız hiçbirine
bakmamaya çalışıyordum; kayıtsız tavırlar takınarak, benimle
Dostları ilə paylaş: |