ilk olarak onların konuşmasını sabırsızlıkla bekliyordum.
Yazık ki konuşan olmadı. Halbuki o anda barışmayı ne kadar
istiyordum! Saat sekizi, sonra da dokuzu çaldı. Sofadan
kalkarak kanepeye geçtiler. Zverkov kanepeye yayılmış, bir
ayağını küçük yuvarlak masaya uzatmıştı. Şaraplarını da
oraya taşıdılar. Zverkov gerçekten onlara üç şişe şampanya
ısmarlamıştı. Tabii beni çağırmadı, ötekiler Zverkov’un
etrafını alarak kanepeye oturdular. Adeta huşu içinde
dinliyorlardı. Bu adamı sevdikleri belliydi. Kendi kendime
"Neden, neden?" diyordum. Arada bir sarhoş coşkusuyla aşka
gelip öpüşüyorlardı. Kafkasya’dan, gerçek tutkudan, kâğıt
oyunlarından, görevde önemli mevkilere gelmekten,
hiçbirinin şahsen tanımadığı Hüsar Podharjevski’nin yıllık
gelirinden ve bu gelirden dolayı ona ne kadar
imrendiklerinden ve yine hiçbirinin hayatında görmediği
Prenses D.’nin muhteşem güzelliğiyle zarafetinden söz ettiler;
hatta sözü Shakespeare’in ölümsüzlüğüne kadar vardırdılar.
Odanın diğer yanında, sedirin karşısındaki duvar boyunca,
masayla soba arasında kibirle gülümseyerek volta atıyordum.
Var gücümle onlarsız da idare edebileceğimi göstermeye
çalışıyor, bir yandan da çizmelerimin topuklarını kasten,
sertçe vurarak gürültü ediyordum. Ama hepsi boşunaydı.
Onlar başlarını çevirip bakmadılar bile. Tam önlerinde
masadan sobaya, sobadan masaya hep aynı yerde, saat
sekizden on bire dek bıkmadan, sabırla volta attım. İçimden,
"Canım böyle istiyor, kimse de bana engel olamaz."
diyordum. Odaya girip çıkan garson, birkaç kez durarak bana
baktı; hızlı dönüşlerim yüzünden başım dönüyordu; kimi
anlarda da sayıkladığımı sanıyordum. Bu üç saat içerisinde
sırtım üç kere terleyip, kurudu. Bazen yüreğimin ta
derinlerine zehir gibi acı veren bir düşünce saplanıyordu:
Aradan on, yirmi, hatta kırk yıl geçse bile yaşamımın bu en
iğrenç, en gülünç, en korkunç dakikalarını nefretle, iğrenerek
anımsayacaktım. Kendimi bile isteye bundan daha
acımasızca, daha fazla aşağılamam mümkün değildi; bunları
gayet iyi anlıyor, ama masayla soba arasında volta atmayı
bırakmıyordum. Bazen de kanepedeki düşmanlarıma dönerek,
"Ah, benim neler hissedip düşünmek kudretinde olduğumu,
kültür seviyemi bir bilseniz!" diyordum içimden. Fakat
düşmanlarım, odada yokmuşum gibi bir tavır takınmışlardı.
Yalnız bir defa, Zverkov Shakespeare’den bahsederken ben
birdenbire alayla gülünce dönerek baktılar. Gülüşüm öyle
yapmacık ve çirkindi ki, konuşmayı birden kestiler ve bir iki
dakika boyunca gayet ciddi bir tavırla onlara aldırmadan
duvarı delip geçmek istermiş gibi duvar boyunca masadan
sobaya gezinişimi seyrettiler. Ama bu da netice vermedi:
Benimle yine hiç konuşmadılar ve iki dakika sonra da
ilgilenmez oldular. Saat on biri çaldı.
Zverkov kanepede doğrularak:
— Haydi baylar, şimdi hedef orası! diye bağırdı.
— Hayhay, elbette! diye mırıldandı diğerleri
Zverkov’a doğru yürüdüm. Kendimi öyle bitkin, ezilmiş
hissediyordum ki, bu durumdan kurtulmak için ölümü bile
göze alırdım! Ateşim vardı, terden sırsıklam saçlarım
şakaklarıma yapışmıştı. Sert, kesin bir tavırla:
— Zverkov! dedim. Sizden af diliyorum. Sizden de
Ferfiçkin; sizden de baylar, hepinizden af diliyorum, çünkü
hepinize hakaret ettim.
Ferfiçkin, zehirli bir sesle ıslık çalar gibi:
— Ha şöyle, yola gel! dedi. Düello senin harcın değil
kardeş!
Yüreğime bir ağrı saplandı.
— Yoo, düellodan korktuğum yok Ferfiçkin! Barıştıktan
sonra yarın sizinle dövüşmeye gene hazırım. Hatta ısrar
ediyorum;
bunu
reddedemezsiniz.
Size
düellodan
korkmadığımı ispat edeceğim. İlk atış sizin, bense havaya ateş
edeceğim.
Simonov:
— Kendi kendini eğlendiriyor işte, dedi.
Trudolyubov dudak büktü:
— İyice saçmaladı.
Zverkov küçümser bir tavırla:
— Müsaade edin de geçelim, yolu kapatıyorsunuz!.. dedi.
Daha ne istiyorsunuz?
Hepsinin yüzleri kızarmış, gözleri parlıyordu; hayli
içmişlerdi.
— Sizinle dost olmak istiyorum Zverkov, size hakaret ettim,
fakat...
— Bana hakaret mi ettiniz? Si-iiz mi? Ba-ana mı? Şunu
bilin ki sayın bayım, siz bana hiçbir zaman, hiçbir koşulda
hakaret edemezsiniz!
Trudolyubov, konuşmaya son vermek ister gibi:
— Yettiniz artık, çekilin! dedi. Haydi gidiyoruz.
Zverkov:
— Bakın, peşin anlaşalım: Olimpiya benim! diye bağırdı.
Öbürleri gülüştüler:
— Hayhay... Gözümüz yok!
Yüzüme tükürülmüş gibi duruyordum. Hep birden
gürültüyle odadan çıktılar; Trudolyubov pek manasız bir şarkı
tutturmuştu. Garsonlara bahşiş veren Simonov biraz geride
kalmıştı. Birdenbire ona yaklaştım. Kesin, ümitsiz bir tavırla:
— Simonov! dedim. Bana altı ruble verin!
Şaşkın, bön bakışını bana dikti. O da sarhoştu.
— Oraya da mı geleceksiniz bizimle?
— Evet.
— Param yok! diye kesti ve hakaretle gülümseyerek kapıya
yürüdü.
Kaputundan yakaladım. Adeta bir kâbusta gibiydim.
— Simonov! Paranız var, gördüm; niçin reddediyorsunuz?
Ben şerefsiz bir adam mıyım? Ne olur eli boş göndermeyin
beni: Ne maksatla istediğimi bir bilseniz, ah bir bilseniz!
Bütün istikbalim, planlarım, her şeyim buna bağlı...
Simonov parayı çıkararak yüzüme fırlatır gibi uzattı.
— Bu kadar pişkinseniz alın! dedi ve arkadaşlarının
peşinden koştu.
Bir an yalnız kaldım. Dağınık bir sofra, yemek artıkları,
yerde kırılmış bir kadeh, şarap döküntüleri, sigara izmaritleri
arasında kafamda bir sersemlik, heyecan, kalbimde
dayanılmaz bir ıstırapla dikiliyordum; üstelik yanımda her
şeyi görüp duyan ve meraklı gözlerini bana dikmiş bir garson
da vardı.
— Oraya!.. diye bağırdım. Ya hepsi ayaklarıma kapanarak
dostluğumu kazanmak için yalvaracaklar ya da... ya da
Zverkov’u tokatlayacağım!
V
Merdivenden hızla koşarken:
— Al işte şimdi gerçekle yüz yüze geldin, diye
mırıldanıyordum. Bu ne senin Como’yu bırakıp Brezilya’ya
giden Papan, ne de Como Gölü’ndeki balo!
Aklımdan, "Demek artık bunları alaya alacak kadar
alçaldın!" diye geçti. Kendi kendime cevap verdim:
— Olsun! Nasıl olsa her şey mahvoldu!
Ötekilerin yerinde yeller esiyordu; fakat nereye gittiklerini
biliyordum.
Lokantanın kapısında tek bir gececi Vanka
[19]
vardı;
büründüğü gocuk, hâlâ yağan, adeta ılıklaşmış sulusepkenin
altında görünmez olmuştu. Bunaltıcı, kasvetli bir hava vardı.
Kızağa koşulu bodur, tımarsız, alaca beygir de kardan
bembeyaz olmuştu ve aksırıyordu; bunları gayet iyi
hatırlıyorum. Kızağa doğru atıldım. Fakat tam binmek üzere
ayağımı kaldırırken Simonov’un demin bana para verişi
aklıma geldiğinden dizlerimin dermanı kesildi, külçe gibi
kızağın içine yığıldım.
— Yaptıklarım kolay kolay düzelecek şeyler değil, ama ya
hepsini tamir ederim ya da bu gece yok olurum! diye
bağırdım. Hadi çek!
Yola çıktık. Kafamda düşünceler kasırgaya tutulmuş gibi
birbirine karışıyordu.
"Diz çökerek arkadaşlığım için yalvarmazlar. Benimki
hayal; Como Gölü’ndeki balo cinsinden manasız, bayağı,
iğrenç romantik, akla sığmaz bir hayal. Bunun için Zverkov’u
tokatlamaya mecburum. Bunu yapmak zorundayım. O halde
kararım karar: Onu tokatlamaya gidiyorum."
— Haydi sür!
Vanka dizginleri sallamaya başladı.
"Girer girmez tokatlayacağım. Acaba şamarı atmadan
birkaç sözle bir giriş yapmak lazım mı? Hayır! Sadece girer
tokatlarım. Hepsi salonda olacak, o da Olimpiya ile beraber
kanepededir. Melun Olimpiya! Bir kere suratımla alay etmiş,
beni istememişti. Olimpiya’yı saçlarından, Zverkov’u da
kulaklarından çekerim. Yok, öyle değil: Bir kulağına yapışır,
çeke çeke odadan sürüklerim, daha iyi. Ötekiler herhalde
üstüme çullanıp döver, sonra da beni dışarı atarlar. Kesin öyle
yapacaklar. Olsun! Gene de ilk tokadı atan, her şeyi başlatan
ben olacağım; şeref kurallarına göre en önemlisi budur, çünkü
Zverkov hakaret damgasını yiyen olur ve yediği şamarı da
dayakla filan değil, ancak düelloyla temizleyebilir. Benimle
dövüşmek zorunda kalacak. Varsın dövsünler beni. Dövsün
nankörler! En çok Trudolyubov yüklenecek, ayı gibi de
kuvvetlidir; Ferfiçkin de bir köşeden sokulup saçlarıma
yapışır muhakkak. Olsun! Bunu bile bile gidiyorum zaten. O
mankafalar zorla da olsa nihayet korkunç gerçeği kavrayacak!
Beni kapıya doğru sürüklerken, hepsinin serçe parmağımdan
daha değersiz olduklarını haykıracağım!"
— Yürüsene arabacı, sürsene! diye Vanka’ya çıkıştım.
Öyle vahşice bağırmıştım ki, adamcağız olduğu yerde
zıpladı, kırbacını salladı.
"Sabaha karşı dövüşürüz; niyetim öyle. Daireye de elveda.
Ferfiçkin demin daire değil, kalem dedi... Fakat silahları
nereden alacağız? Saçmalık! Aylığımı peşin alırım olur biter.
Ya barutla kurşun? Bu, şahitlerin işi. İyi ama bütün bunlar
sabaha kadar nasıl yetişir? Hem kendi şahidimi nerden
bulurum? Tanıdığım yok ki..."
— Saçmalık! diye bağırdım yüksek sesle. Saçmalık!
"Yolda ilk başvuracağım kimse, suda boğulan birisini
kurtarmaya nasıl mecbursa, düelloda şahitliği kabul etmeye
de öyle mecburdur. Böyle hallerde durumun garipliğine
bakılmaz.
Hatta
yarın
doğrudan
doğruya
daire
müdürümüzden şahidim olmasını rica etsem, o bile şerefli bir
insan olarak bunu kabul etmek ve gizli tutmak zorundadır!
Anton Antoniç..."
Fakat o anda tasarılarımın manasızlığını, madalyonun öbür
tarafını olanca açıklığıyla gördüm; ama gene de...
— Çek arabacı, çek diyorum sana kerata!
Gariban sitemle:
— Eh ama beyim! diye söylendi.
Birdenbire soğuk bir ürperti hissettim.
"Yoksa... yoksa doğruca eve dönmek daha mı iyi olur? Ah
Tanrım! Ne diye dün şu ziyafete gitmeyi kafama koydum?
Fakat başka türlü yapamazdım! Ya o masayla soba arasında
üç saatlik mekik dokumalarım? Yoo, bu gidip gelmelerin
hesabını onlar, başka kimse değil, onlar ödeyecek! Bu
hakareti temizlemek zorundalar!"
— Çek arabacı!
"Ya beni karakola götürürlerse? Ama cesaret edemezler!
Rezaletten çekinirler. İster misin Zverkov benimle düello
etmeyi küçüklük sayıp kabul etmesin? Kesin öyle yapar, ama
o zaman onlara gösteririm ben... Yarın Zverkov yola çıkarken
araba durağına koşar, tam arabaya binerken ayağından
yakalar, kaputunu çekerim. Ellerine yapışıp ısırır,
çimdiklerim, ‘Gözü kararan insanın neler yapabildiğini
hepiniz görün!’ derim. O kafama yumruğunu indirirken
ötekiler arkadan atılıp beni pataklamaya başlarlar. Orada
bulunanlara ‘Şu zıpçıktıya bakın, suratında tükürüğümle
Çerkez kızlarının kalbini fethetmeye gidiyor!’ diye
bağırırım... Tabii bu benim sonum olacak! Ondan sonra
dairenin kapısı yüzüme kapanacak. Beni yakalayarak
mahkemeye verecek, önce memuriyetten atıp sonra hapse
tıkacak, Sibirya’ya sürecekler. Vız gelir bana! On beş yıl
sonra hapisten çıkınca pejmürde kılıklı bir dilenci olarak gene
peşini bırakmayacağım. Bir il merkezinde yerleşmiş
bulacağım onu. Evlenmiş, mesut bir yuva kurmuş olacak.
Yetişkin bir de kızı... Ona, ‘Şunlara bak zalim,’ diyeceğim,
‘Çökmüş yanaklarıma, üstümden dökülen şu partallara bak!
Senin yüzünden her şeyimi, istikbalimi, saadetimi, sanatımı,
Dostları ilə paylaş: |