Stefanie Zweig Afrika'nın Hiç Bir Yerinde



Yüklə 0,75 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə1/2
tarix02.01.2022
ölçüsü0,75 Mb.
#43591
  1   2
Stefanie Zweig - Afrika'nin Hic Bir Yerinde



Stefanie Zweig - Afrika'nın Hiç Bir Yerinde
Stefanie Zweig 
AFRİKA'NIN HİÇBİR YERİNDE
NOKTA YAYINLARI
Roman
Yayın No: 1 6
AFRİKA'NIN HİÇBİR YERİNDE
Orjinal Adı: Nirgendwo in Afrika
Yazarı: Stefanie Zweig
Genel Yayın Yönetmeni: Oya Uğur 
Yayın Koordinatörü : Necati Güç 
Editör: Ece Özbaş 
Çeviri: Deniz Banoğlu 
Teknik Editör: Attila Akdemir 
Halkla ilişkiler: Sayım Çınar 
Bilgisayar Uygulama : Adem Şenel 
Kapak Tasarımı: Yahya Berkay Bostan 
Kapak Film: Ebru Grafik 
BaskıCilt: Melisa Matbaası
1. Baskı: Aralık 2003 ISBN: 9758823086
© Kitabın  telif hakları  ONK AJANS aracılığı   ile  NOKTA YAYINLARI'na 
aittir. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı 
yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
NOKTA YAYINLARI
Cağaloğlu Yokuşu No.22 Kat.23 P.K. 34440 Cağaloğluİstanbul Tel. 519 95 71 
72 TelFax: 513 72 48 email: info@noktayayin.com
STEFANIE ZWEIG
AFRİKA'NIN HİÇBİR YERİNDE
Çeviri : Deniz Banoğlu
NOKTA YAYINLARI
STEFANİE ZWEİG
Stefanie Zweig 1938 yılında ailesiyle Kenya'ya göç eder ve çocukluğunu bir 
çiftlikte geçirir. 1947 yılında aile Almanya'ya döner.
Halen serbest gazetecelik yapan yazar, bugüne kadar yedi tane gençlik kitabı 
yazmıştır. "Bir Avuç Toprak" adlı kitabı, Alman Gençlik Kitapları Ödül Seçke 
Listesine girmiş, 1995 yılında da Royal Dutch Geographical Society tarafından 
En İyi Gençlik Kitabı Kristal Dünya Ödülünü almıştır. Yazar 1993 yılında da 
Federal Almanya Liyakat Madalyası ile ödüllendirilmiştir.


Stefanie Zweig ailesiyle birlikte Kenya'ya göç ediş öyküsünü anlattığı bu ilk 
romanında, Afrika'nın gizemli doğasını ve insanlarını müthiş bir hayal gücü ile 
gözlemliyor, şiirsel bir dille aktarıyor.
I. BÖLÜM
4 Şubat 1938, Rongai
Benim Sevgili Jettelim,
Önce eline bir mendil alarak rahat bir köşeye çekil. Şu anda eskisinden de güçlü 
olmalısın. Tanrı isterse, çok yakında görüşeceğiz. Hem de umduğumuzdan önce. 
Mombasa'ya gelir gelmez sana göndermiş olduğum son mektuptan bu yana pek 
çok şey oldu, bu yüzden kafam hâlâ karmakarışık. Nairobi'ye geldiğimin hafta, 
kimi gördüysem bana, "İngilizce bilmiyorsan boşuna iş arama," deyince müthiş 
moralim bozuldu. Ama, sırf başımı sokacak bir dam bulayım diye, burada 
herkesin yaptığı gibi, bir çiftlikte çalışmaya da hiç niyetim yoktu. Bunun üzerine 
bir hafta önce zengin bir Musevi ailesi (Pommerd'den geliyorlar) Walter 
Süsskind'le beni evine davet etti.
Doğrusunu istersen davet konusunda pek kafa yormadım, hemen kabul ettim. 
Sohrau'da yaşayan annem de yoksullara her zaman sofrasını açardı. Ancak bu 
kez farklıydı, benim için tam bir mucize oldu. Bizi davet eden Rubens ailesi elli 
yıldan beri Kenya'da yaşıyor. Yaşlı Rubens de Nairobi'deki Musevi cemaatinin 
başı; cemaat, bir sığınmacı bu ülkeye ayağını basar basmaz (bizim gibi) hemen 
onlarla ilgileniyor.
Rubens'ler (beş yetişkin erkek çocuk) senin ve Regina'nm hâlâ Almanya'da 
yaşıyor olduğunuzu öğrenince neredeyse çilgına döndüler. Burada herkes, her 
şeyi bizden farklı düşünüyor: Babam ve sen, benim bir başıma yolculuğa 
çıkmamı istemezken haklıymışsmız da; sözlerinize kulak vermediğim için 
utanmalıymışım da... Sonradan duyduğuma göre, Rubens bana epeyce 
küfretmiş, bense bu söylediklerinden bir şey anlamadım tabii. Musevi 
cemaatinin, Regina ile senin için göçmenler bürosunun avans olarak istediği yüz 
sterlini de vereceğini öğrendiğimde, inanmazsın, büsbütün aklım karıştı. 
Cemaatin böyle bir şeyi üstlenmesine bir türlü akıl erdiremedim. Önce başımızı 
sokacak bir yerimiz olsun, en azından birkaç kuruş kazanayım diye, beni hemen 
bir çiftliğe postaladılar.
Senin anlayacağın, zaman yitirmeden, bir an önce yola çıkın. Mektubumu 
okuduğunda, tek öncelik vereceğin şey bu olmalı. İşin başında gerçi biraz budala 
gibi davrandım ama, şimdi artık bana inanabilirsin.. Breslau'da Regina'yla 
geçireceğin her gün senin için bir kayıptır. Hemen Kari Silbermann'a git. 
Göçmen işlerini en iyi o bilir, seni, bana her zaman son derece iyi davranan 
Alman Seyahat Acentesi'ndeki adama gönderecektir. Vapur biletlerini en kolay 
nasıl alacağını o sana söyler; nasıl bir gemiyle seyahat edeceğin ya da 
yolculuğunun ne kadar süreceği önemli değil. Mümkünse üç yataklı bir kamara 
al. Pek hoşuna gitmeyecek biliyorum ama ikinci sınıf kamaradan çok daha ucuz, 


tek kuruşumuzu bile hesaplamak zorundayız. Önemli olan bir an önce gemiye 
binerek denize açılmanız. Ancak o zaman hepimiz rahat uyuyabiliriz.
Yanınıza alacağınız sandıklar için vakit geçirmeden Danzig firmasıyla 
bağlantıya geç. Biliyorsun, son anda unuttuğumuz bir eşya olur diye, 
sandıklardan birini boş bırakmıştık. Bu kurak yerler için en önemlisi buzdolabı. 
Bir de mutlaka bir gaz lambasına ihtiyacımız olacak. Gittiğim çiftlikte elektrik 
yok. Ayrıca sivirisinekler için iki de cibinlik al. Hatta, paran yeterse üç tane 
olsun. Rongai gerçi pek sıtma bölgesi sayılmaz ama nasıl bir yere gideceğimizi 
de bilmiyoruz. Eğer buzdolabını koyacak yer kalmazsa, paketlerden Rosenthal 
porselen takımını çıkar. Buradaki yaşantımızda buna ihtiyacımız olmayacak, 
zaten sadece çiçek motifli tabaklarımız değil başka şeylerden de vazgeçmek 
zorunda kalacağız.
Regina'nm ve tabii senin de lastik çizme ile bir Manchester pantolona (senin de) 
ihtiyacı olacak. Arkadaşlarına veda ederken sana armağan vermek isteyenler 
olursa, onlardan Regina'nın iki yıl daha rahatça giyebileceği bir çift ayakkabı 
rica edebilirsin. Ayakkabı satın alacak kadar zengin olacağımı, en azından 
şimdilik düşünemiyorum."
Herşeyi toparladığında, yanına alacaklarının listesini yap. Beraberinde 
getireceğin her eşyayı tek tek saymalısın. Aksi halde hepimiz için büyük üzüntü 
olur. Birilerine bir şeyler götürmen konusunda ısrar etseler de sakın kabul etme. 
Zavallı B'yi hatırla! Hamburg gümrüğünde başı beladan kurtulduysa bunu sırf 
iyiniyetine borçlu. İngiltere'ye gidip gitmeyeceği ne malum, ya da yanma aldığı 
kitaplar ne kadar işine yarayacak? Senin yapabileceğin tek şey, gelecekteki 
planlarına ilişkin ağzını sıkı tutup kimseye bir şey söylememen.. En iyisi bu. 
Biriyle konuştuğunda, sonunun nereye varacağı bilinmez, ömür boyu tanışan 
bile, insanların içinin ne olduğunu bilemezsin ki ...
Kendimle ilgili söyleyeceklerimi şimdilik kısa kesmek istiyorum, yoksa kafan 
büsbütün karışacak. Rongai yaklaşık bin metre yüksekte bir yer, ama korkunç 
sıcak. Akşamları ise çok soğuk oluyor (yanında mutlaka yünlü bir şeyler getir). 
Çiftlikte çoğunluk mısır yetişiyor. Ancak bu mısırlarla ne yapacağımı henüz 
kestiremedim. Bunun dışında beş yüz kadar ineğimiz, bir sürü de tavuğumuz 
var. Yani, süt, tereyağ ve yumurtadan yana bir sıkıntımız yok. Yalnız ekmek 
pişirme tarifi getirirsen iyi olur.
Boy'un (çiftlik uşağı) pişirdiği ekmek bizimkilerin hamursuzuna benziyor ama 
lezzeti ondan da kötü. Boy, sahanda yumurtayı olağanüstü yapıyor, omleti ise 
beceremiyor. Rafadan yumurta pişirirken de her seferinde aynı şarkıyı 
tutturuyor.. Gel gör ki öyle uzun bir şarkı ki, sonunda yumurtalar katı oluyor.
Gördüğün gibi artık burada bana yardım eden bir Boy var. Uzun boylu, tabii 
siyahî (lütfen, bütün insanların beyaz olmadığını Regina'ya anlatmaya çalış), adı 
da Owuor. Sürekli gülüyor, doğrusu şu sıralarda bana çok iyi geliyor, 
sıkıntılarımı hafifletiyor.
Burada erkek hizmetkarlara Boy deniyor. Ama Boy varmış yokmuş hiç önemli 
değil. Çünkü burada, bir çiftlikte çalışacak istediğin kadar eleman bulabilirsin. 


Yani artık bir hizmetçi kızım yok diye dert edinme. Burada o kadar çok insan 
var ki. Doğrusu hepsini kıskanıyorum, çünkü dünyada olup bitenlerden 
habersizler, üstelik geçinecek paraları da var.
Bundan sonraki mektubumda Süsskind'den daha çok söz ederim. Melek gibi bir 
insan. Bugün Nairobi'ye gidip postayı getirecek. Onun sayesinde mektuplar en 
az bir hafta önce elimize geçmiş oluyor. Şimdilerde bizim için en önemli şey sık 
sık haberleşmemiz. Senden her cevap gelişinde mektupları numaralıyorum ve 
hangi mektubunu yanıtladığımı da bir yere not ediyorum. Yoksa hayatımız 
şimdikinden de zor olur. Mümkünse Babana ve Liesel'e hemen yaz ki, bizi 
merak etmesinler.
Seni ve çocuğumuzu belki de en kısa zamanda kollarıma alacağımı düşündükçe 
kalbim sevinçten pır pır ediyor, mektubumun anneni üzeceğini düşündükçe de 
içim daralıyor. Bundan böyle iki kızından sadece biri yanında olacak, o da 
bakalım daha ne kadar? Ama annen olağanüstü bir kadın, eminim, kızıyla 
torununun Breslau'da yaşamaktansa Afrika'da olmalarını tercih edecektir. 
Regina'ya benden kocaman bir öpücük, sakın onun hanımevladı olmasına izin 
verme. Yoksulların doktora verecek parası yoktur, bilirsin.
Bu mektubun seni nasıl telaşlandıracağını biliyorum, ama artık güçlü olmalısın. 
Hepimiz için. Özlemle kucaklarım.
Senin Yaşlı Walter'in
Not: Rubens'in oğullarını eminim seveceksin, delikanlı çocuklar. Eskiden 
gittiğimiz dans kurslarındaki gençlere benziyor.. İkisini de bekar sanıyordum, 
ama sonradan öğrendim ki, bizim gibi sığınmacılar gündeme geldiğinde, onları 
desteklemek amacıyla, eşleri briç masasında buluşuyormuş.
Bu konu artık onlara da bıkkınlık getirmiş.
15 Şubat 1938, Rongai
Sevgili Babacığım
Umarım bu arada Jettel'den haber almış ve oğlunun çiftçi olduğunu 
öğrenmişsindir. Annem hayatta olsaydı, herhalde "güzel ama zor," derdi, yine de 
işten atılmış bir avukat ve noter bundan daha iyisini hayal edemezdi. Daha bu 
sabah gün doğarken ineğin karnından bir buzağıyı çıkardım, vaftiz edip Sohrau 
adını verdim ona. Ancak, bir tayın ebesi olmayı daha çok isterdim, biliyorsun 
ata binmeyi senden öğrenmiştim.
Beni üniversiteye göndermekle hata ettiğini sakın düşünme. Belki bugün sana 
böyle görünebilir. Bu durum daha ne kadar sürebilir ki? Benim patron çiftlikte 
değil, Nairobi'de yaşıyor. Buradaki dolabında bir yığın kitabı var. Brittanica 
Ansiklopedileri ile bir de Latince sözlük elime geçti. Eğer Latince bilmeseydim,
bu vahşi doğa ortamında asla İngilizce öğrenemezdim. Şimdi hiç değilse 
ırmaklar, lejyonerler ve savaş hakkında insanlarla sohbet edebiliyorum, hatta 
"Ben vatanı olmayan bir adamım" bile diyebiliyorum. Ama çat pat İngilizce 
paralamam ne yazık ki sadece sözde kalıyor, yani işe yaramıyor. Çünkü 


çiftliktekilerin hepsi siyahi, yerlilerin Svahili dilini konuşuyorlar. Söylediklerini 
anlayamamam onlara müthiş komik geliyor.
Şu sıralar Prusyalılar üzerine bir kitap okumaktayım. Dilini beceremesem de en 
azından bildiğim konuları kitapta bulurum diye düşündüm. Böyle bir çiftlikte 
günler bana nasıl uzun geliyor, hayal bile edemezsin. Yine de yakınmak 
istemiyorum.. Regina ile Jettel'i birkaç gün sonra burada göreceğim umuduyla 
yazgıma şükrediyorum...
İkiniz için ise çok endişeliyim. Ya Almanlar Polonya'ya girerse? Polanya 
vatandaşlığını seçmeyip Alman vatandaşlığında kalmış olmanız onların 
umurunda bile değil. Onların gözünde hâlâ yahudisiniz, savaşta aldığın 
madalyaların da sana bir yararı olacağını sakın umma. 1933'ten sonra bunları 
hepimiz yaşadık.. Eğer oteli satmış olsaydın, o zaman sen de göç etmeyi 
düşünürdün. Her şeyden önce bunu Liesel için yapmalıydın, henüz 32 yaşında, 
zavallıcık hayatını yaşayamadı bile.
Berlinli eski bir bankacıya (şu anda yaptığı iş, bir kahve üretim çiftliğinde 
çuvalları saymak) Liesel'den söz ettim, hâlen Sohrau'da yaşadığını söyledim. 
Bana, buradaki göçmenler bürosunda bekar kadınlara pek iyi gözle 
bakılmadığını söyledi. Ancak zengin İngiliz ailelerin yanında çocuk bakıcısı 
olarak iş bulabiliyorlar.. Eğer ikiniz için yüz sterlinlik bir garanti verebilseydim, 
göç etmeniz için size ısrar ederdim. Yoksa, Jettel'le Regina'yı buraya 
aldırabilmem bile büyük bir lütuf benim için.
Belki de Leobschütz'deki Baro'yla görüşebilirsin. Barodakiler, son güne kadar 
bana son derece dürüst davrandılar. İşten çıkarıldığımda, o güne kadarki bütün 
vekalet paralarını, benim için muhafaza edeceklerini söylediler.. Senin bir 
otelinin olduğunu ama hiç paranın olmadığını söylersen, baro mutlaka sana 
yardım eder.. Polonya'daki Almanlar'ın yıllarca hangi koşullarda yaşadıklarını 
Leobschütz'te herkes çok iyi bilir.
Bense, Liesel'le bugüne kadar ne kadar az ilgilendiğimi ancak burada 
düşüncelerimle başbaşa kaldığımda fark edebildim. İyi yürekli, fedakâr Liesel, 
annemizin ölümünden sonra, daha iyi bir erkek kardeşe layıktı, sen de 
katlandığın tüm fedakârlıklar için, sana çok şey borçlu olan bir oğula...
Bana bir şey göndermene gerçekten hiç gerek yok. Çiftlikte para vermeden 
sağladığım yiyecekler bana yetiyor. Zamanı geldiğinde bir gün, Regina'yı okula 
göndermeye (okul burada korkunç pahalı, çocukların okula gitme zorunluluğu 
da yok) yetecek kadar para kazanabileceğim bir iş bulacağımı umuyorum. 
Sadece gül tohumlarını gönderirsen sevinirim. Tanrı'mn unuttuğu bu topraklarda 
hiç değilse baba evimin bahçesinde yetişen çiçeklere kavuşmuş olurum. 
Liesel'de şukrutun (sauerkraut bir çeşit lahana) tarifini gönderirse iyi olur. 
Duyduğuma göre buranın toprağı lahana yetiştirmeye uygun.
İkinizi sevgiyle kucaklıyorum.
Walter
27 Şubat 1938, Rongai


Sevgili Jettel'im
Bugün 17 Ocak tarihli mektubun geldi. Keşke Nairobi'den gönderilmiş olsaydı. 
Elime geçmesi mucize. Bu ülkede uzaklıkları hayal bile edemezsin. Komşu 
çiftlik benim çiftlikten 55 kilometre mesafede. Walter Süsskind çamurlu, kötü 
yollardan bana ancak üç saatte gelebiliyor. Yine de Sabbat'ı* birlikte kutlamak 
için her hafta bendeydi. Dindar bir aileden geliyor. Patronu emrine bir araba 
verdiği için çok şanslı. Benim patronum Bay Morrison ise, yerleşmek üzere çöle 
yaptıkları zorlu yolculuktan sonra İsrailli çocukların yayan dolaşmaya 
alıştıklarını söylüyor.. Süsskind beni buraya getirdiğinden beri çiftlikten hiç 
ayrılmadım.
Ne yazık ki burada at yok. Çiftlikteki tek eşek de beni her binişimde sırtından 
fırlatıp atınca, feleğimi şaşırdım. Süsskind halimi görünce gülmekten kırıldı. 
Afrika'daki eşeklere at gibi binilemeyeceğini söyledi. Buradaki eşekler, 
Almanya'da göl kıyılarında görmeye alıştığımız benzerleri gibi kendilerini öyle 
ucuza satmıyorlar anlaşılan.
Buraya geldiğin zaman, yağmurun yatak odasının içine yağmasına herkes gibi 
sen de alışacaksın. İnsanlar hiçbir şey olmamış gibi, sessizce yağmurun altına 
kovalarını koyuyor, sonra suya kavuştukları için bayram ediyorlar. Su çok 
kıymetli. Geçtiğimiz hafta her yer alev alevdi. Heyecandan neredeyse ölecektim. 
Neyse ki Süsskind ziyaretime gelmişti de, fundalık yangınları konusunda beni 
aydınlattı. Böyle yangınlar burada sık oluyormuş.
Breslau'daki günlerin artık sayılı. Hatırlar mısın, bir mayıs ayıydı, gelecek için 
nasıl da büyük hayaller kurmuştuk. Sizi burada göreceğimi düşündükçe bugün 
de aynı heyecanı yaşıyorum. Şimdi ikimiz de tek bir şeyin önemli olduğunu 
biliyoruz bir an önce bugünleri geride bırakmak...
İngilizce derslerine mutlaka devam etmelisin, öğretmeninden hoşlanıp 
hoşlanmaman şu noktada o kadar önemli değil. İspanyolcayı bırakabilirsin. 
İspanyolca sadece, Montevideo için vize alabilseydik gerekecekti. Çiftlikteki 
insanlarla anlaşabilmemiz için Svahili dilini öğrenmemiz gerekecek. Şanslıyız, 
Tanrı bu kez bizden yana. Çünkü Svahili öğrenmesi çok kolay bir dil. Rongai'ye 
geldiğimde tek bir sözcük bile bilmiyordum, şimdi ise Owuor'la anlaşacak kadar 
işi ilerlettim. Evdeki eşyalardan birini elimle işaret ediyorum o da bana adlarını 
söylüyor, pek de hoşuna gidiyor. Bana Bwana diye sesleniyor. Burada beyaz 
adamlara böyle diyorlar. Sen Memsahib olacaksın, Regina da Toto. Toto 
Svahili'cede çocuk demek.
İkinci mektubuma kadar, Svahili dilini daha iyi konuşmayı umuyorum. O zaman 
Owuor'a, çorbayı pudingden sonra yemek istemediğimi söyleyebileceğim. 
Aklıma gelmişken, o pudingi olağanüstü yapıyor. İlkinde ağzımı höpürterek 
şapır şupur yeyince, o da ağzını şapırdatarak beni taklit etti, o günden beri de her 
gün aynı pudingi pişiriyor.
Aslında şu sıkıntılı günlerimde daha sık gülmem gerekir, ama insan yalnızken 
gülemiyor ki. Hele beynine üşüşen anılara direnemediği geceler, hiç...


Keşke sizden bir haber alabilseydim, acaba vapur biletlerinizi alabildiniz mi? 
Vatandan ayrılmanın bu denli önemli olacağı kimin aklına gelirdi ki? Şimdi süt 
sağmaya gideceğim. Daha doğrusu Boy'ların nasıl sağdıklarını seyredeceğim, 
ineklerin de adlarını öğreneceğim. Sırf kendimi unutabilmek için.
Mektuplarımı alır almaz lütfen hemen yaz! Ve lütfen telaşa kapılma. İnan, 
sizleri düşünmediğim bir an, bir gün bile yok.
İkinize kocaman bir öpücük, annene ve kardeşine de..
Senin Yaşlı VValter'in
15 Mart 1938, Rongai
Benim Sevgili Jettel'im!
Bugün 31 Ocak tarihli mektubun geldi. Endişelerin ve korkuların için sana 
yardımcı olamadığımdan, mektubun beni hayli üzdü... Bugünlerde çok üzücü 
şeyler duyduğunu tahmin edebiliyorum. Ama görüyorsun; kaderin sillesini yiyen 
sadece biz değiliz. Üstelik, ülkesini terk eden tek insan da ben değilim. Burada, 
geçimlerini sağladıktan sonra ailelerini getirmek isteyen bir sürü erkek var; onlar 
da aynen benim durumumda, tek şansızlıkları, Rubens gibi kurtarıcı bir 
meleklerinin olmaması. Bana inan, çok yakında birbirimize kavuşacağız. Bu, 
bizim Tanrı'ya borcumuzdur. Hollanda ya da Fransa'ya gitseydik daha mı iyi 
olurdu diye, işi kurcalamanın da bir anlamı yok. Seçim yapacak durumda 
değildik, ayrıca neyin iyi olacağını kim bilebilir?
Regina'yı anaokuluna almak istemiyorlarsa da artık hiç önemi yok. Yıllardır 
tanıdığın insanların sana selam vermemelerinin ise gelecekteki mutluluğumuzda 
bir rolü olmayacak, inan. Önemli ile önemsizi birbirinden ayırmayı öğrenmenin 
zamanı geldi artık.. Bundan sonraki hayatımızda, senin el bebek gül bebek 
yetiştirilmiş olmanın hiçbir değeri yok. Sürgünde, insanın geçmişine bakılmıyor, 
önemli olan erkekle kadının aynı amaç için elele vermesi.. Bunu 
başaracağımızdan eminim. Ah bir gelebilsen ve bir başlayabilsek!.
Her ikinize de kocaman bir öpücük
Senin Yaşlı Walter'in 
17 Mart 1938, Rongai
Sevgili Süsskind
Boy, bu mektubu kaç günde sana ulaştıracak, bilmiyorum. 40 derece ateşle 
yatıyorum kafam yerinde değil. Eğer bana bir şey olursa, yatağımın yanındaki 
sandığın üzerinde bir kutu var, karımın adresini orada bulursun.
Walter
4 Nisan 1938, Rongai
Benim Sevgili Jettel'im!
Özlemle beklediğim, iyi haberini aldığım mektubun bugün geldi. Mektubu, 
Süsskind tren istasyonundan bana getirdi, gözyaşlarına boğulduğumu görünce 
dehşete kapıldı. Gözünün önüne getirebiliyor musun, o koca adam da benimle 


birlikte ağladı. Neyse ki, burada bizi Alman değil de sığınmacı olarak kabul 
ediyorlar. Öyle olunca ağlamaktan utanmıyorsun.
Gemiye bineceğiniz Haziran ayma kadar zaman bana öyle uzun geliyor ki. 
Doğru anımsıyorsam, "Adolf Wormann" lüks bir gemi, bütün Afrika'yı 
dolaşıyor. Demek ki, her limana uğrayıp bir süre orada kalacaksınız, anlaşılan 
yolculuğunuz benim "Ussukuma" gemisiyle yaptığımdan daha uzun sürecek. 
Zamanı olabildiğince iyi değerlendir ve keyif almaya bak, ama ne olur ne olmaz, 
yine de, yeni yılı eylül ayında kutlayan kişilerle ahbaplık kurmayı tercih edin. 
Yoksa bazı tatsız sorunlar çıkabilir. Ben yolculuğum esnasında kamaramdan 
hemen hemen hiç çıkmadım, oysa insanlarla bir arada olmak için son şansımdı.
Yazık! Üç kişilik kamara önerimi dinlemedin. Oysa, burada ihtiyacımız olan 
paradan epey tasarrufumuz olacaktı, kamarada yabancı bir yatak arkadaşının 
çocuğa hiçbir zararı olmazdı. Evet, adı Regina ama, sonuçta kraliçe değil ya, 
bunu artık iyice kafasına koymalı.
Şu anda öyle mutluyum ki, bu yüzden seninle tartışmak istemiyorum. Şimdi 
önemli olan zihnini toparlayarak, sandıkları nasıl yanına alacağınızı düşünmen. 
Onlara çok ihtiyacımız olduğundan değil, ama duyduğuma göre, eşyasını 
sonradan gönderip, hâlâ gelmesini bekleyenler varmış. Buzdolabının bizim için 
ne denli önemli olduğunu korkarım hâlâ anlayamadın. Bu tropik yerlerde 
buzdolabı günlük ekmek kadar gerekli. Bu yüzden mutlaka bir tane tedarik 
etmeye çalış. Süsskind bana Nakuru'dan et getirebilir, ama buzdolabı olmazsa et 
bir günde kokar. Bay Morrison da patron olarak bu işi cok ciddiye alıyor. 
Tavuklar bile ancak kendisi çiftliğe geldiğinde kesiliyor. En azından, 
yumurtalarını yememe izin verdiği için memnunum.
Tebrik ederim, petrol lambasını almışsın. En azından karanlıkta yolu bulmak 
için Bay Morrison'un kıymetli tavuklarıyla yatağa gitmek zorunda 
kalmayacağız. Gece elbisesini almasaydm da olurdu. Burada onu giyecek yerin 
olmayacak. Rubens ayarında insanların, seni kendi topluluklarına davet 
edeceğini sanıyorsan çok yanılıyorsun. Birincisi, burada eski yerleşik zengin 
Musevilerle, bizim gibi çulsuz sığınmacılar arasında büyük bir uçurum var; 
ikincisi Rubens ailesi Nairobi'de yaşıyor, Rongai'den, BreslauSohrau arasındaki 
mesafeden de çok uzakta.
Afrika hakkındaki yanlış hayallerle zihnini bulandırmak istemiyorum. Buraya 
geldiğimde neyle karşılaşacağımı ben de bilmiyordum, Süsskind'in buraya 
geldikten iki yıl sonra doğal gördüğü şeylere ben hâlâ şaşırıyorum. Suaheli'ceyi 
daha iyi konuşmaya başlayınca, Owuor'un benimle nasıl candan ilgilendiğini de 
daha iyi fark etmeye başladım.
Bir ara hastalanmıştım. Bir gün ateşim yükseldi. Owuor, Süsskind'i çağırmam 
için ısrar etti. Süsskind gece geç vakit geldi, hemen teşhisi koydu. Sıtma. Neyse 
ki yanında kinin varmış, kısa sürede iyileştim. Beni gördüğünde sakın korkma. 
Çok zayıfladım, yüzüm de oldukça sarı. Anlayacağın, kız kardeşinin bana 
ayrılırken armağan ettiği, benim de o zaman hiç de gerekli bulmadığım minik 
ayna çok işe yaradı. Ama ne yazık ki aynacık çoğu kez tatsız öyküler anlatıyor.


Hastalandığında, bir doktora telefon bile edemediğin, üstelik ona ödeyecek 
paranın da olmadığı bir ülkede, ilaçların ne denli önemli olduğunu iyice 
anladım. Özellikle tentürdiyot ve kinine gereksinimimiz var. Annen mutlaka 
bizim gibi insanların halinden anlayan ve bu ilaçları almana yardım edecek bir 
doktor tanıyordun Bir çocuğa ne kadar kinin verilmesi gerekir, onu da öğren. 
Seni korkutmak istemem ama, bu ülkede insanın kendi kendisinin doktoru 
olmayı öğrenmesi gerekiyor. Süsskind'in yardımı olmasaydı, işim haraptı. Tabii 
yanımdan bir an bile ayrılmayıp, beni çocuk gibi besleyen Owuor'u da 
unutmuyorum. Owuor sadece bir tek çocuğumun olduğuna bir türlü inanmak 
istemiyor. Kendisinin yedi çocuğu var, yanlış duymadıysam üç tane de karısı. 
Bir düşün, bütün ailesini güvence altına almak zorunda. Ama hiç değilse bir 
vatanı var. Bu yüzden ona çok gıpta ediyorum, okuması olmadığından, dünyada 
olup bitenlerden bihaber olmasına da... İşin garibi, benim Bay Morrison'dan çok 
farklı bir Avrupalı olduğumu fark etmişe benziyor
Regina'ya benden söz et, babasını tanıyacak mı bakalım? Çocuk bu olup 
bitenlerden ne anlayacak ki? En iyisi gemiye bindiğinizde onunla konuşursun. 
Gevezelik etse de artık önemli değil. Fazla veda ziyaretlerine de gitme! 
Üzüldüğünle kalırsın. Babam, Sohrau'ya son defa onları görmeye gitmemenizi 
anlayışla karşılayacaktır. Hatta işine bile gelir. Kaec'i ve anneni benim için öp. 
Ayrılış günü her ikisine de acı gelecektir. İnsan sonunun nereye varacağını 
düşünemiyor.
İkinizi de sevgiyle kucaklıyorum.
Senin Yaşlı Walter'in
4 Nisan 1938, Rongai
Benim sevgili Regina'm!
Bugün özellikle sana yazılmış bir mektup alıyorsun, çünkü baban seni göreceği 
için çok mutlu. Bugünlerde daha da uslu olmalısın, akşamlan dua etmeyi 
unutma, elinden geldiği kadar da annene yardım et. Üçümüzün birlikte 
yaşayacağı çiftlik eminim çok hoşuna gidecek. Burada bir sürü çocuk var. Ama 
onlarla oynayabilmen için önce dillerini öğrenmelisin. Burada her gün pırıl pırıl 
bir güneş var, yumurtalardan minik sevimli civcivler çıkıyor. Geldiğimden bu 
yana iki buzağı dünyaya geldi. Ama bir tek şeyi iyice kafana koy: Afrika'ya, 
sadece köpeklerden korkmayan insanları alıyorlar.. Bu yüzden cesur olmaya 
çalış. Hayatta cesur olmak çikolatadan çok daha önemli.
Yanacıklarında yer kalmamacasına bol öpücükler... Annene, Büyükanneye ve 
Kaete Teyze'ye de birkaçını verebilirsin.
Baban 
1 Mayıs 1998 Rongai
Sevgili babam ve Sevgili Liesel'im!
Gül tohumlarını, Sauerkraut reçetesiyle, Sohrau'dan en yeni haberleri 
gönderdiğiniz mektubunuz dün geldi. Bu mektubun benim için ne ifade ettiğini 


keşke sözcüklere dökebilseydim! Kendimi, sevgili babacığım, bir an için bir 
zamanlar cepheden mektup gönderdiğin o küçük oğlun gibi hissettim. Her 
mektubun cesaret ve vatana sadakat duygularıyla doluydu. Ama en büyük 
cesarete, insanın vatansız kaldığında ihtiyacı olacağı, o günlerde hiçbirimizin 
aklına bile gelmemişti.
Avusturyalılar'in Reich'a getirilmelerinden bu yana, sizler için eskisinden de çok 
endişeleniyorum. Almanların Çekler'e de aynı şansı tanımayacaklarını kim 
bilebilir. Ya Polonya'nın geleceği ne olacak?
Afrika'ya gelir gelmez, sizler için bir şeyler yapabileceğimi sanmıştım. Ancak, 
yirminci yüzyılda insanların bütün dertlerinin geçim ve başını sokacak bir dam 
olabileceğini hiç düşünemezdim. Jettel ve Regina buraya gelene kadar ne yazık 
ki yapacak bir şey yok. Yumurta, tereyağ, süt ve üstüne bir de aylık kazancının 
olacağı bir iş bulmak aslında daha sonra da epey zor olacak.
En azından, göçmenlere danışmanlık yapan bir Musevi bürosuyla temasa 
geçebilirsiniz. Sırf bunun için Breslau'ya bile gitmeye değer. Hiç değilse Jettel'le 
Regina'yı da görmüş olursunuz. Çünkü onların Afrika yolculuğuna çıkmadan 
önce bir kez daha Sohrau'ya gelmelerini istememiştim. Mektuplarından Jettel'in, 
buna çok sinirlendiğini fark ettim.
Ama her şeyden önce sevgili babacığım artık boş hayallere kapılmayın. 
Almanyamız bitti, öldü. Bizim sevgimizi tepti.. Her gün biraz daha yüreğimden 
çıkarıp atıyorum. Sadece bizim Schlesierland'ımız asla boyun eğmeyecek..
Burada vatandan bunca uzakta, dünyada neler olup bittiğini nasıl öğrendiğimi 
belki de merak ediyorsunuzdur. Startler'lerin ayrılırken bana armağan ettikleri 
radyo gerçek bir mucize. Alman kanalını evdeki kadar net alıyorum. Dostum 
Süsskind'in dışında (o komşu çiftlikte yaşıyor, buraya gelmeden önce de çiftçilik 
yapıyormuş) benimle Almanca konuşan tek kişi bu radyo. Acaba Bay Göbbels, 
Rongai'de yaşayan bu yahudinin, anadiline duyduğu özlemi, onun yaptığı 
konuşmalarla giderdiğini duysaydı hoşuna gider miydi dersin?
Bu zevki de sadece akşamları tadabiliyorum. Gündüzleri ise, yerlilerle 
konuşuyorum, hepsinden iyisi bu, bir de ineklere davalarımı anlatıyorum. Melul 
gözlü bu hayvanlar her şeyi öyle iyi anlıyorlar ki.
Süsskind, yaşamı algılamaktaki mizahi içgüdümün, bu ülkede dikiş tutturacak 
denli güçlü olduğunu iddia ediyor. Bunu söylerken korkarım bazı şeyleri 
karıştırıyor. Aslında, Wilhelm Kulas olsaydı iyi bir kariyer yapabilirdi. Burada 
teknisyenlere mühendis diyorlar, çok çabuk da iş buluyorlar, Bense, "ülkemde 
iken adalet bakanıydım" diye iddia etsem bile, bu beni hiçbir yere götürmez. 
Onun yerine ben de, çiftlik hizmetkârıma, "Kalbimi Heidelberg'te bıraktım"* 
şarkısını öğrettim. Her sözcüğü öğrenmekte bu kadar zorlanan birini, yumurta 
pişirme saatinin yerine rahatlıkla kullanabilirsin. Rafadan yumurtalarımı, onun 
sayesinde aynı evdeki kıvamında pişirebiliyorum. Gördüğünüz gibi ben de 
burada küçük başarılarımla avunuyorum. Daha büyükleri ne yazık ki zaman 
alacak.
Hepinizi özlemle kucaklıyorum.


Sizin Walter'mız
25 Mayıs 1938, Rongai
Benim Sevgili İna'm, benim sevgili Kaete'im Bu mektubu aldığınızda, Tanrı izin 
verirse, Jettel ve Regina yola çıkmış olacaklar. Şu anda ne hâlde olduğunuzu 
tahmin edebiliyorum, ama inan, Breslau'yu ve sizleri düşündükçe, neler 
hissettiğimi sözcüklere dökmekte zorlanıyorum. Biz ayrıldıktan sonra Jettel'i 
avutmak için elinizden geleni yaptınız, benim şımarık Jettel'im, tanıdığım 
kadarıyla eminim epey başınızı ağrıtmıştır.
Jettel için endişelenmeyin. Buraya alışacağına inanıyorum. Son yıllarda, 
özellikle de son aylarda yaşadıklarından sonra,
* "leh hab mein Herz in Heidelberg verloren", Almanların sıkça söylediği pek 
sevilen ünlü bir sarkışıdır, Ç.N
eminim bir tek şeyin önemli olduğunu anlamıştır: birlikte ve güven içinde 
olmamız. Biliyorum sevgili İna, benim gibi öfkeli biri, Jettel'in de, suyuna 
gidilmediği zaman hemen ölçüyü kaçıran, dikkafalı, inatçı bir çocuk olması, seni 
her zaman endişelendirmiştir, ama bunların hiçbirinin bizim evliliğimizle bir 
ilgisi yok. Jettel, hayatımın büyük aşkıydı, her zaman da öyle kalacaktır. Bazen 
hayatımı zorlaştırsa da.
Görüyorsun, Afrika'nın hiç batmayan kızgın güneşi insanın dilini nasıl da 
çözüyor, ama zamanı geldiğinde insan bazı şeyleri açıkça söyleyebilmelidir. 
Bence şimdi tam sırası: Sevgili İna'm, yeryüzünde senden daha iyi bir 
kayınvalide daha yoktur.. Sakın kızarmış patateslerinden söz ettiğimi sanma, 
öğrencilik günlerimden söz ediyorum. Evine geldiğimde henüz ondokuz 
yaşındaydım, bana oğlun gibi davrandın. Ne kadar uzun zaman geçti ve ben, 
yaptıklarının karşılığını ne kadar az verebildim!.
Şimdi hepiniz güçlü olmalısınız!. Amerika ile mektuplaşmanızdan çok 
ümitliyim. Her fırsatı değerlendirin. Biliyorum, dualarla aran pek iyi değildir, 
bense Tanrı'nın yardımına sığınmayı ihmal etmiyorum. Umarım bir gün ona 
teşekkür edecek fırsatı bana verir.
Jettel ve Regina burada prensesler gibi ağırlanacaklar. Regina için, sedir 
ağacından baş kısmı taç süslemeli harikulade bir karyola yaptırdım (burada 
yaşamak için hiçbir şeyim yok gerçi ama istediğim kadar ağacı kesebiliyorum). 
Tacı önce kağıdın üzerine çizdim, sadık hizmetkarım ve arkadaşım Owuor, 
elinde bıçağı ile yarı çıplak dev gibi bir adamı getirdi, bizim tacı bir güzel 
yonttu. Bütün Breslau'da eminim böyle güzel bir parçayı daha bulamazsın. 
Yağmur yağdığında Jettel'in ayakları çamura batmasın diye, evle dışarıdaki 
baraka tuvalet arasındaki patikayı tahta döşettim. Burada en küçük bir işi bile 
insanın kendisinin yaptığını görünce, umarım çok şaşırmaz. Evden tuvalete 
gitmek üç dakika sürüyor. İshal olunca tabii daha az.
Belediyeye ve bizimkilere yardım eden kim varsa, herkese selamlarımı ilet, 
kendinize iyi bakın!. Bunları yazmak bana aptalca geliyor ama, insan 
hissettiklerini başka nasıl ifade edebilir ki?


Sonsuz sevgilerimle, Sizin Walter
20 Temmuz 1938, Rongai
Benim sevgili Jettel'im
Bugün Southampton'dan yazdığın mektubunu aldım. Bir başına yaşayan yalnız 
bir adam olarak nasıl rahatladım, nasıl mutlu oldum bilemezsin.. Nihayet, 
nihayet, nihayet... Artık korkmadan birbirimize yazabileceğiz. "Adolf 
Wormann" gemisinin postaları topladığı uğrak limanların adlarını vermeyi akıl 
ettiğin için sana hayranım. Bunu o zaman hiç düşünmemiştim. Demek bu 
mektup Tanca'ya gidecek. Doğru hesapladıysam, orada senin eline geçmiş 
olacak. Nis'e yazmak için zaman çok az. Umarım, çok hayal kırıklığına 
uğramadm. Posta beklemenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim.
Regina ilk siyah adamları Tanca'da görecek. Bizim küçük korkak tavşan umarım 
çok ürkmez. Yolculuk heyecanını yenmiş olmasına çok sevindim. Belki de onu 
olduğundan fazla nazlı sanıyorduk. Senin, ne hâlde olduğunu düşünebiliyorum. 
Annenin Hamburg'a kadar sana eşlik etmesi hoşuma gitti. Ümitsiz bir yüreğin 
hâlâ başkalarını düşünebilmesi ne güzel!
Buzdolabını satın almadın diye tasalanma. Etleri ve tereyağını, bir güzel yeni 
gece elbisenin içine sarar, sonra da hepsini yakıcı güneşte rüzgâra salarız. Şaka 
değil, ipekli kumaşlar içinde olmasa bile, insanlar yiyecekleri burada böyle 
soğutuyor, bizde bir kere deneyebiliriz. Hiç değilse, gece elbisenin bir işe 
yaradığını görünce için rahatlar. Dün muz aldım. Sakın yarım kilo ya da bir kilo 
sanma, koca bir hevenk, üzerinde en az elli muz var.. Regina bunu görünce 
şaşıracak. Burada kadınlar arada bir, ellerinde koca muz hevenkleri ile gelip 
çiftliklere satıyorlar. İlkinde, sadece üç adet muz satın almak istediğimi gören 
bütün siyahiler başıma toplanıp neredeyse gülmekten öleceklerdi. Muz burada 
çok ucuz (hatta bizim gibi, bir işe yaramaz Museviler için bile) ve de yemyeşil, 
ama tadı olağanüstü. Keşke her şeyin tadı burada böyle güzel olsa.
Geleceksiniz diye, galiba Owuor da seviniyor. Üç gündür benimle küstü. Cümle 
kuracak kadar Suahelice'yi öğrendiğimde, her gün aynı pudingi yemek 
istemediğimi itiraf edince, deli oldu. Pudingini ilk yediğim gün ne kadar 
beğendiğimi söyleyip duruyor. Bu tatlıyla ilk tanışmamızda ağzımı 
şapırdattığımı anımsatıp, yüzünde alaycı bir ifadeyle beni süzüp durdu. Ben de 
süt dökmüş kedi gibi kalakaldım. Suahelice'de, "değişiklik" sözcüğünün 
karşılığını, (tabii böyle bir sözcükleri şayet varsa ), elbette bilmiyordum.
Buradaki insanların zihniyetini anlamak epey zaman alacak, ama hepsi de çok 
sevimli, eminim çok da akıllı. En azından insanları bir yere hapsetmeyi ya da 
ülkelerinden kovmayı asla akıllarına bile getirmezler. Yahudiymişiz, 
sığınmacıymışız, ya da kaderin cilvesi bu ya, hem yahudi hem de sığınmacı 
olmamız kimsenin umurunda değil. İyi bir günümde, bazen bu ülkeye 
alışabileceğimi düşündüğüm oluyor. Belki de bu siyah adamların anıları 
unutmaya yarayacak bir ilaçları (ilaca burada Daua diyorlar) vardır.


Şimdi benim için çok ilginç bir olayı anlatmak istiyorum. Bir hafta önce Heini 
Weyl aniden çıkageldi. Hani şu, Tauentzien Meydanında büyük çamaşırhanesi 
olan adam. İşten atıldıktan sonra nereye göç edeceğimizi bilmediğim bir sırada 
babamın tavsiyesi üzerine ona gitmiştim. Adam başına sadece elli sterlin 
istiyorlardı, bu yüzden Heini o zaman bana Kenya'yı önermişti.
Şimdi onbir aydır burada; bir otelde iş bulmayı denedi ama olmadı. Garsonluk 
beyazlara pek uygun bir iş sayılmıyor, daha iyi bir pozisyon için ise İngilizce 
bilmek gerekiyor. Sonunda Kisimu'da bir altın madeninde menajerlik buldu (ki 
burada herkes menajer, ben bile). Kisumu'nun korkunç sıcak bir iklimi var, hatta 
sıtma bölgesi diye de biliniyor, ama o bütün bunlara rağmen iyimserliğini 
kaybetmedi. Rongai, Nairobi'den Kisuma'ya giden yol üzerinde olduğundan, 
cebindeki son parası ile satın aldığı bir arabayla karısı Ruth'la birlikte bize 
uğradı. Bütün bir gece laklak yaptık, Breslau'dan anılarımızı tazeledik.
Owuor'da puding öfkesini unutup, sadece Bay Morrison için kesimine izin 
verildiği halde, elinde bir tavukla geldi. Söylendiğine göre tavuk ayaklarının 
dibine cansız düşüvermiş.
Çiftliğe birinin ziyarete gelmesi ne büyük nimet bilemezsin! İnsan ölmüş de 
yeniden dirilmiş gibi oluyor.
Weyl'ler'in dediklerine göre, Fritz Feuerstein'la iki erkek kardeşi Hirschl 
tutuklanmışlar. Schlesinger'in bir mektubundan, Hans Wohlgemut'la 
kayınbiraderi Siegfried'i de götürdüklerini öğrendim. Bunu çoktandır 
biliyordum, ama Breslau'dan ayrılana kadar sana bu tutuklamaları yazmak 
istemedim. Yahudi bir avukata gitmeyi bir türlü kabullenemeyen, bizim iyi 
yürekli, sadık Greschek'in, Cenova'ya kadar trende bana eşlik ettiğinden de sana 
hiç söz etmedim. O da bana buraya bir mektup gönderdi. Cevaplamadığım için 
umarım beni anlayışla karşılamıştır.
Tanrı'nın ne sevgili kullarıyız, artık çekinmeden, korkmadan birbirimize mektup 
yazabiliyoruz. "Adolf VVörmann" gemisinde, bitişiğinizdeki masada Naziler 
varsın hayranlıkla Hitler'den söz etsinler, kulak asma. Hiç önemli değil! Böyle 
kırılganlıklar zengin insanların harcıdır, bunu artık iyice kafana koy. Sizin için 
söz konusu olan şu anda VVörmann gemisinde olmanızdır, yoksa kimlerle 
seyahat ettiğiniz değil.
Mideni bulandıran bu insanları bir ay sonra görmeyeceksin bile. Owuor'a 
gelince, o zaten insanları nasıl inciteceğini bile bilmez.
Süsskind, patronunun, Mombasa'ya giderken arabasını almasına izin vereceğini 
umuyor. Öyle olursa, ikinizi de gemiden alır, direkt buraya getiririz. Direkt 
dediğime bakma, asfaltlanmamış yollardan en az iki gün, ama bir geceyi 
Nairobi'de Gordon ailesinin yanında geçirebiliriz. Gordon'lar dört yıldır orada 
yaşıyorlar, yeni gelen herkese de her an yardıma hazırlar. Ama eğer Süsskind'in 
patronu, bir sığınmacının ölüm korkusundan aylar sonra karısıyla çocuğunu 
kollarına alma özlemiyle yanıp tutuştuğunu anlayışla karşılamazsa da, sakın 
üzülme. Mombasa'daki Musevi cemaatinden kim olursa, Nairobi'ye giden trene 
sizi koyar, oradan Rongai'ye devam etmenize de yardım eder. Buradaki 


cemaatler mükemmel çalışıyor. Ama ne yazık, sadece ülkeye girişlerde yardımcı 
oluyorlar.
Kavuşacağımız ana kadar, haftaları, günleri değil, artık saatleri sayıyorum. 
Kendimi düğün gecesi gerdeğe girecek damat gibi hissediyorum.
Sevgiyle Sizi Kucaklayan Yaşlı VValteriniz
II. BÖLÜM
Owuor, Regina'yı arabadan indirirken, "Toto" diyerek gülümsedi. Küçük kızı, 
önce hafifçe yukarı fırlatıp, sonra tekrar yakalayarak göğsüne bastırdı. Kolları 
yumuşak, sıcak, gülerken görünen dişleriyse bembeyazdı.. İri gözbebekleri 
yüzünü adeta aydınlatıyordu. Kafasına geçirdiği koyu kırmızı takke, Regina'nın 
uzun yolculuğa çıkmadan önce kek pişirmek için kum sandığına koyduğu 
üstüste geçirilmiş bakraçlara benziyordu. Takkeden incecik püsküllü siyah bir 
ponpon sallanıyor, kenarlarından minicik siyah lüleler sarkıyordu. Owuor'un 
pantolonunun üstüne giydiği uzun beyaz gömlek, uslu çocukların resimli 
kitaplarındaki neşeli meleklerin elbisesine benziyordu. Yassı bir burnu, kalın 
dudakları vardı, kafası kapkara bir mehtaba benziyordu.. Alnına biriken terler, 
güneşin vurmasıyla rengârenk inci tanelerine dönüşüyordu. Regina hayatında 
hiç böyle minik inci taneleri görmemişti.
Owuor'un teninden yayılan bal rayihalı güzel koku, tüm korkulan silip 
süpürüyor, küçücük bir kız adeta yetişkin biri oluyordu. Regina, bedenindeki 
tüm yorgunluğu ve acıları koparıp alan bu büyülü havayı iyice içine çekebilmek 
için ağzını alabildiğine açtı. Şimdi Owuor'un kollarının kendisine güç verdiğini 
daha iyi hissediyor, dilinin çözüldüğünü fark ediyordu.
Regina, güzel, yabancı sözcüğü tekrarladı, "Toto!"
Koca adam, güçlü elleriyle küçük kızı usulca yere indirdi. Kulakları gıdıklayan 
gırtlaktan bir kahkaha patlattı. Birden yüksek ağaçlar yerlerinde şöyle bir 
döndüler, bulutlar dans etmeye koyuldular, kara gölgeler güneşin aklığına 
sığındılar.
Owuor yeniden güldü, "Toto!"... Sesi tok ve sıcacıktı. Regina'mn geceleri hayal 
ettiği, büyük hüzünlü şehirdeki, birbirleriyle fısıldaşan, ağlaşan insanların sesine 
hiç benzemiyordu.
Regina, "Toto!" diyerek sevinçle karşılık verdi.
Gözlerini öyle bir açtı ki, günün aydınlığında ışıldayan noktacıkların ateşten bir 
top olup sonra kaybolduğunu gördü. Baba, küçük beyaz elini annenin omzuna 
koymuştu. Baba ve anneye yeniden sahip olma duygusuyla, Regina'nın aklına 
birden çikolata geldi. Ürkek ürkek kafasını salladı, anında teninde soğuk bir 
rüzgârın temasını hissetti. Acaba çikolatayı aklına getirirse siyah adam bir daha 
hiç gülmeyecek miydi? Yoksul çocuklara artık çikolata yoktu. Babası avukatlığı 
bırakalıberi Regina da yoksullaştığmı biliyordu. Anne gemideyken her şeyi 
anlatmış, aptalca sorular sormayıp, söylenenleri çok iyi kavradığı için de 


Regina'yı övmüştü. Ama şimdi kavurucu sıcakla birlikte nemli olan bu yeni 
havayı solurken, hikâyenin sonunu pek anımsayamıyordu.
Sadece, annesinin beyaz elbisesinin üzerindeki mavikırmızı çiçeklerin kuşlar 
gibi uçuştuğunu görüyordu. Babasının alnında biriken inci tanecikleri de ışıl ışıl 
parıldıyorlardı, gerçi Owuor'un yüzündekiler gibi güzel ve rengârenk değildiler 
ama, yine de Regina'yı eğlendirmeye yetiyordu.
"Gel, çocuğum," Regina annesinin seslendiğini duydu, "bir an önce güneşten 
kaçmalıyız". Babasının elini kavradığını hissetti, ama parmaklar artık onun 
değildi, sıkı sıkı Owuor'un gömleğine yapışmışlardı.
Owuor kızın ellerine vurup, parmaklarını özgürlüğüne kavuşturdu. 
Evin önündeki küçük ağaca tünemiş olan büyük siyah kuşlar bağrışarak 
bulutlara doğru uçuştular, ardından kırmızı toprak üzerine çıplak ayaklarını vura 
vura Owuor da uçar gibi gözden kayboldu. Beyaz melek entarisi uzakta 
rüzgârdan toparlacık olmuştu. Owuor'un gittiğini görmek Regina için kötü oldu.
Göğsünün tam ortasında, her defasında büyük bir üzüntünün habercisi olan o 
keskin acıyı hissetti, aynı anda, annesinin yolculuğa çıkmadan önce kendisine 
söylediklerini anımsadı, annesi ona, "Yeni yaşamında artık ağlamamalısm." 
demişti. Gözyaşlarının akmaması için, gözlerini yumdu. Yeniden açtığında, 
Owuor'un sararmış otlardan kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördü. 
Kollarında küçük bir karaca taşıyordu.
"Bu Saura. Saura, senin gibi bir Toto," dedi. Regina söylediklerinden bir şey 
anlamadığı halde, kollarını açtı. Owuor titreyen hayvancığı ona uzattı. Sırtüstü 
yatıyordu, incecik bacakları vardı. Kulakları, sandıkta koyacak yer kalmadığı 
için, yolculuğa çıkarken yanma alamadığı bez bebeği Anni'ninki kadar 
küçücüktü. Regina o güne kadar bir hayvanı ellememişti. Ama içinde en ufak bir 
korku duymadı. Başını eğdi, saçları küçük karacanın gözlerine değiyordu, 
dudaklarıyla hayvanın alnına bir öpücük kondurdu.
"Hayvancık acıkmış" diye fısıldadı Regina; "benim gibi".
Jettel: "Aman Tanrım, hayatın boyunca bugüne dek böyle bir şey söylemedin."
"Bunu benim karacam söyledi, ben değil."
"Bakıyorum artık bir zenci gibi konuşuyorsun," dedi Süsskind. Gülüşü 
Owuor'unkine benzemiyordu ama, yine de kulağa pek fena gelmiyordu. 
Regina karacayı sıkıca göğsüne bastırdı, şimdi sıcacık bedeninden gelen düzgün 
kalp atışlarından başkaca bir şey duymuyordu. Hayvanın gözlerini kapadı. 
Babası uyuyan hayvanı Regina'nın kollarından alarak Owuor'a uzattı. Sonra 
Regina'yı küçük bir çocukmuş gibi kucağına alarak eve taşıdı.
"Ne güzel!" diye sevinçle bağırdı Regina; "damda delikler var. Bugüne kadar 
böyle bir şey görmedim".
Walter, "Buraya gelene kadar ben de görmemiştim. Hele bir bekle, ikinci 
hayatımızda her şey çok farklı." dedi.
Regina mutlu bir sesle: "İkinci hayatımız öyle güzel ki!" dedi.
Owuor daha ilk günden çağırdığı gibi, karacanın adı Saura kaldı. Saura, küçük 
evin arkasındaki büyük bir ahırda kalıyordu, sıcacık diliyle Regina'nın 


parmaklarını yalıyor, küçük bir teneke kaptan süt içiyordu. Birkaç gün sonra 
körpe mısır koçanlarını dişleriyle çiğneyecek hâle gelmişti. Regina her sabah 
ahırın kapısını açıyordu. Saura hemen yüksek otlar arasından sıçrayarak 
kalkıyordu. Otlamadan dönerken de başını Regina'nın kahverengi pantolonuna 
sürtüyordu.
Akşam güneş gökyüzünden kaybolup, çiftlik siyah mantosuna büründüğünde, 
Regina, annesinden küçük erkek kardeşle, küçük kızkardeşin hikâyesini 
anlatmasını bekliyordu. Küçük karacasının da günün birinde genç bir oğlana 
dönüşeceğini biliyordu.
Saura'nın bacakları tomurcuk açan ağaçların arkasındaki otların boyunu 
geçtiğinde, Regina da, babasının sütlerini sağdığı ineklerin adlarını ezberleyip 
tek tek söyler hâle geldiğinde, Owuor siyah benekli beyaz köpeği çiftliğe getirdi. 
Regina, yıldız parlaklığında gözleri, uzun ve nemli bir burnu olan bu sevimli 
köpeğin boynuna hemen kollarını dolayıverdi. Evden fırlayan anne hayretle 
seslendi: "Hani köpeklerden korkuyordun?".
"Burada korkmuyorum."
"Ona Rummler" adını verelim, dedi Baba. Öyle dokunaklı bir sesle söylemişti 
ki, Regina gülmemek için yutkundu, kıkırdayarak, "Saura gibi güzel bir isim"
"Ama Rummler Alman adı. Oysa sen sadece Suahelice'yi beğeniyordun"
"Rummler de hoşuma gitti"
"Rummler adı nereden aklına geldi" diye anne hayretle sordu, "Leobschütz'deki 
Kreisleiter'in adıydı."
"Ah Jettel anlamıyor musun, biraz eğlenelim. Şimdi günboyu hey Rummler, seni 
pis herif diye seslenir, sonra da kimse bizi tutuklamaya gelmedi diye seviniriz."
Regina içini çekerek, küçük sarkık kulaklarıyla sinekleri kovalayan köpeğin 
koca başını okşamaya koyuldu.
Baba her zamanki gibi anlamadığı şeylerden konuşuyordu. Güldüğü zaman da, 
Owuor'un gülüşleri gibi dağlarda yankılanmıyordu. Regina köpeğin kulağına, 
genç bir prense dönüşen karacanın öyküsünü fısıldarken, baba Saura'nın ahırına 
doğru bir göz attı. Walter Regina'nın öyküsünü duyduğunda Regina'nın bir erkek 
kardeş istediğini anladı.
Rüzgar kulaklarını okşarken, annesiyle babasının durmadan Rummler diye 
seslenmelerini işitiyor, sesleri çok net duyduğu halde, ne söylediklerini doğru 
dürüst anlayamıyordu. Her sözcük, eliyle yakalamaya çalıştığı bir sabun köpüğü 
gibi hemencik sönüp gidiveriyordu.
Regina, Rummler'den hemen sonra çiftliğe gelen Aja'yı da sevmişti. Son 
kızıllığın ufukta kaybolduğu, dikenli akasyalara tünemiş kara akbabaların 
kanatlarından kafalarını çıkardıkları bir sabah, evin kapısına gelmişti. Aja, 
burada çocuk bakıcısının adıydı, önden ve tersten okunduğunda aynı anlama 
geldiği için de Suahelice'deki diğer sözcüklerden daha kolaydı. Aja da, 
Rummler ve Saura gibi Owuor'un bir armağanıydı.
Önlerindeki çimenlikte derin kuyuları bulunan beyaz taştan evlerde yaşayan 
zengin çiftçi ailelerinin hepsinin birer Aja'sı vardı. Ovvuor Rongai'ye gelmeden 


önce, böyle bir çiftlikte, arabası, bir sürü atı, tabii çocuklara bakmak üzere bir de 
Aja'sı olan bir Bwana'nin beyaz adam) yanında çalışmıştı.
Nehrin kıyısındaki kulübelerden birinde yaşayan genç kadını getirdiği gün 
"Aja'nm olmadığı bir ev iyi değildir," demişti. Teşekkür ederken, "senta sana" 
demeyi öğrettiği Memsahib (beyaz kadın) beğenisini Owuor'a gözleriyle 
anlatmaya çalışmıştı. Aja'nm Saura'nınkiler gibi yumuşacık, iri kahverengi 
gözleri vardı. Minicik ellerinin ayaları, Rummler'in derisinden daha beyazdı. O 
da Owuor'un Jaluo kabilesinden geliyordu ama, teni onunkinden daha açıktı. 
Sağ omzuna koca bir düğümle tutturduğu sarı atkı rüzgârdan açıldıkça, küçük 
diri göğüsleri ipe dizilmiş ampuller gibi sürtüyordu. Aja hiçbir şeye ne 
öfkeleniyor ne de sabırsızlık gösteriyordu. Az konuşuyordu ama gırtlaktan 
çıkardığı kısacık sesler bile güzel bir şarkı gibi çıkıyordu.
Regina Owuor sayesinde dillerini nasıl o kadar kısa zamanda ve mükemmel 
öğrendiyse, Aja ile de yaşamına suskunluğu öğrenmek girmişti. Her gün öğle 
yemeğinden sonra, evle mutfak arasındaki avluya çıkarlar ve avludaki ağacın 
gölgeliğinde otururlardı. Sıcak sütle, sahanda yumurtaların kokusunu en güzel 
buradan alabiliyorlardı. Kokuya doyup, damağı ıslanınca da yüzünü usulca 
Aja'nm atkısına sarıyordu. Sonra da kulağı iki yüreğin atışında uykuya dalar, 
güneş gökyüzünden iyice çekilip, gölgeler uzayınca da, Rummler'in yüzünü 
yalamasıyla uyanırdı.
Sonra sıra Aja'nın uzun saplı otlarla küçük sepetleri ördüğü saatlere gelirdi. 
Elleriyle otların arasından ayıklayarak uyandırdığı minik kanatlı hayvancıkların, 
tüm dileklerini Tanrı'ya ulaştiran uçan atlar olduğunu sadece Regina bilirdi. Aja 
işini yaparken bir yandan dilini şaplatır, ama bunu yaparken de dudaklarını hiç 
kıpırdatmazdı.
Gecelerin gürültüleri hep aynıydı. Karanlık bastığında, sırtlanların uluması 
duyulur, kulübelerden zaman zaman şarkı sesleri yükselirdi. Regina yataktayken 
bile bu seslerden nasibini alırdı. Çatıya kadar uzanamayan evin duvarları çok 
alçak olduğundan, kendi odasından annesiyle babasının konuşmalarının her 
kelimesini duyardı.
Fısıldar gibi konuşsalar da, sesleri gündüz olduğu kadar yüksek gelirdi. Kimi 
nisbeten sessiz gecelerde bu sesler arı vızıltılarına bazen de Rummler'in, dilinin 
bir iki hereketiyle çanağını boşaltırken çıkardığı homurtulara benzerdi. Ama 
bazen de sırtlanların ilk ulumalarıyla, birbiri ardından gelen korkulu 
konuşmaların duyulduğu, bitmek bilmeyen uzun ve kötü geceler de olurdu. 
Ancak şafakla beraber korkulu sesler yerini uyanan horozların seslerine 
bırakırdı.
Bu gürültülü gecelerin sabahında Walter inekleri sağan çobanlardan da erken 
ahırlarda olurdu, Jettel de mutfakta uykusuzluktan kızarmış gözleriyle öfkesini, 
tüten ocağın üzerindeki süt kabında söndürürdü.. İşkence gibi geçen bir geceden 
sonra Rongai'nin serin akşamlan bütün bir günün kızgınlığını alarak bulanmış 
zihinleri rahatlayana kadar birbirleriyle hiç konuşmazlardı.


Sonra yaptıklarından utanarak barışırlar, işte o anda çiftlik yaşamının kızlarına 
ne kadar yaradığını fark ederlerdi. Eskiden, yabancılar kendisine sadece 
gülümseyerek bakınca bile, utanarak başını öne eğip, ellerini arkasında 
kavuşturan ürkek çocuk bukalemun gibi değişivermişti. Rongai'deki yaşam 
sağlığına iyi gelmişti. Artık pek ender ağlıyor, Owuor yanındayken de hep
gülüyordu. Sesinde çocukluktan eser kalmamıştı. Walter'i kıskandıracak kadar 
kendinden emin görünüyordu.
Regina'nın Owuor ve Aja ile kendi dillerinde konuşabilmek için Jaluo'ca 
öğrendiğini söylediği gün, Jettel, "Annem zaten hep söylerdi," dedi, "çocuklar 
çabuk uyum sağlarlar."
"Desene senin için de ümit var."
"Bana hiç de komik gelmiyor."
"Bana da."
Walter ani çıkış yaptığına hemen pişman oldu. Eskiden yaptığı masum şakaları 
özler olmuştu. Alaycı tavrı kırıcı olduğundan beri, Jettel'in huzursuzluğu böylesi 
şakaları affedemez hale gelince, iyi günlerinde doğal gördükleri ufak 
kırılganlıklara şimdi ikisi de tahammül edemiyordu.
Jettel'le Walter1 in birbirlerine kavuşma mutluluğu ne yazık ki uzun sürmemişti, 
zaman geçmeden yüreklerini acıtan ümitsizliğin pençesine düşmüşlerdi. İtiraf 
etmekten çekiniyorlardı ama, çiftlikteki yalnızlığın getirdiği zoraki birliktelik 
ikisini de sıkıyordu. Belki de bir başlarına kalsalar daha az acı çekeceklerdi.
Birbirlerine bağımlı olmaya alışmamışlardı. Kendilerinin dışındaki heyecan 
verici değişik yaşantılarla dolu bir dünyanın varlığından habersiz günün her 
saatini birlikte geçirmek zorundaydılar. Evliliklerinin ilk yıllarında iken, alay 
edip burun kıvırdıkları hatta sıkıcı buldukları küçük kasaba dedikoduları, şimdi 
geriye dönüp baktıklarında eğlenceli ve heyecanlı geliyordu. Eskiden olduğu 
gibi, küçük atışmalar sonrasında bir süre için ayrılıp, sonra da anımsadıklarında 
kendilerine masum görünen atışmaları sırasındaki iğneleyici sözleri unutturan 
mutlu kavuşma anları da artık geçmişte kalmıştı.
Walter'le Jettel birbirlerini tanıdıkları günden beri hep kavga etmişlerdi. 
Walter'in, itiraz kabul etmeyen, parlamaya hazır taşkın bir yaradılışı, Jettel'de 
ise; çocukken çok güzel olup, genç yaşta dul kalmış bir anne tarafından 
prensesler gibi el üstünde yetiştirilmiş bir kadının kendine güveni vardı.
Uzun nişanlılık döneminde sıradan, saçma şeyler yüzünden çıkan çatışmaların 
üstesinden gelemeyip hâl yoluna gidememekteki beceriksizliklerinden hep 
yakmmışlardı.. Bu küçük kavgaları ve sonrasında gelen barışmaları, birbirlerine 
olan sevginin bir parçası olarak kabullenmeyi ancak evlilikleri sırasında 
öğrenmişlerdi.
Regina dünyaya gelip altı ay sonra da Hitler iktidar olunca birbirlerine 
eskisinden daha sıkı sarılmışlar, ama kendi yarattıkları bu cennette 
dışlandıklarının o zaman farkına varamamışlardı. Gerçekte ne olup bittiğini, 
şimdi ancak burada Rongai'deki yaşamın tekdüze akışında anlıyorlardı. 
Gençliğin verdiği o inanılmaz güçle, çoktan dışlandıkları bir vatana 


tutunabileceklerine dair hayallerini beş yıl inatla sürdürmüşlerdi. Şimdi 
görebildiklerini o zaman neden fark edememiş olduklarına üzülüp, 
cehaletlerinden, uzağı göremeyişlerinden utanıyorlardı.
Zaman hayallerine galip gelmişti. 1 Nisan 1933'te, Almanya'nın batısındaki 
Musevi işyerlerinin boykotu, durumu kabullenenlerin geleceğe dair umutlarını 
kırmıştı. Yahudi hâkimler görevlerinden, profesörler üniversitelerden 
atılmışlardı. Avukatlar ve doktorlar geçimlerinden olmuşlar, tüccarlar işlerini, 
başlangıçta bu dehşetin uzun sürmeyeceğini zanneden bütün muse viler de 
inançlarını kaybetmişlerdi. Almanya'nın Yukarı Silezya bölgesindeki yahudiler 
ise, Cenevre Azınlıklar Anlaşması sayesinde başlarına gelebilecek felaketlerden 
kendilerini koruyabilmişlerdi.
Walter, Leobchütz'de avukatlık stajına başladığı ve hatta noter olduğu hâlde, 
kendisine neden boykotçu bir asi gibi davrandıklarma bir türlü akıl 
erdirememişti. Oysa hafızasındaki Leobschütz sakinleri (birkaçı dışında, ki 
onların isimlerini sayabilirdi) hep dost canlısı ve hoşgörülü insanlardı. Yukarı 
Silezya bölgesinde de yahudilere karşı giderek artan bir öfke oluşmasına 
rağmen, insanlar yine de yahudi bir avukata gitmekten vazgeçmemişlerdi. Şimdi 
ona biraz tuhaf ve kibirli bir tavır gibi görünüyordu ama o zamanlar, bu insanlar 
kendisini diğer yahudilerle bir tutmadığı için epey böbürlenmişti.
Cenevre Azınlıklar Anlaşmasının sona erdiği gün, Walter avukatlık görevinden 
alınmıştı. Bu, Almanya ile ilk çatışmasıydı ki, bunu bir türlü kabullenememişti. 
Bu darbe ona ağır geldi. Ailesine karşı olan sorumluluk duygusu gibi 
içgüdüsünün de bir daha asla düzelmemecesine iflas ettiği duygusuna kapılmıştı.
Jettel ise, içinde eksilmeyen yaşama sevinci ve çocuksuluğuyla, tehdidin 
büyüklüğünü kavrayamamıştı. Kendisine hayran küçük bir dost ve tanıdık 
topluluğunun odak noktası olmak ona yetiyordu. Çocukken, nasıl olduğunun pek 
de farkına varmadan sadece yahudi arkadaşlar edinmişti, okulu bitirince de 
yahudi bir avukatın yanında staj yapmış, Walter'in KC öğrenci bürosuyla olan 
ilişkileri sayesinde de sadece yahudilerle bağlantı kurmuştu. 1933'den sonra da 
sadece Leobschütz'deki Musevilerle dostluk kurmuş olması onu rahatsız 
etmemişti.. Çoğu annesinin yaşındaydı, Jettel'in gençliği, cazibesi ve dostluğu 
ile hayat buluyorlardı. Üstelik o sıralar Jettel hamileydi ve çocuksu haliyle 
dokunaklı bir görünüşü vardı. Çok geçmeden Leobschütz'lüler tarafından da 
tıpkı annesi gibi şımartıldı, başlangıçta duyduğu korkuların aksine, küçük şehir 
yaşamı hoşuna gitmeye başlamıştı. Sıkılınca da Breslau'ya gidiyordu.
Pazar günleri çoğunluk Tropau'ya gidilirdi. Çekoslavakya sınırında, kısa bir 
yürüyüş mesafesindeydi. Lezzetli şnitzeller ve zengin pasta çeşitlerine olan 
düşkünlüğünün ötesinde, Jettel'e komşu bir ülkeye gezinti yapma hayali bile 
yetiyordu.
Gündelik alışveriş, dost davetleri, Breslau'ya yapılan yolculuklar, sinemaya 
gitmek, sadece yüksek ateşle yatan bir hastanın yatağında dost bir aile hekimi 
tarafından ziyaret edilmesi gibi yaşamsal gereksinimlerin bir gün gelip de 
ulaşılamayacak olması asla Jettel'in aklına gelmezdi. Vatandan göç etmenin ilk 


basamağı olan Breslau'ya gidiş, yahudileri topraklarına almayı kabul edecek bir 
ülkenin ümitsiz arayışları, VValter'den ayrılış ve nihayet onu bir daha 
göremeyip, Regina'yla Almanya'da tek basma yaşamak zorunda kalacağı 
korkusu, Jettel'i aklını bir anda başına getirdi.. Artık hiçbir gelecek vaad 
etmeyen anlık zevklerle geçen o yıllarda neler olup bittiğini sonunda anladı. 
Kendini dünya akıllısı sanıp, insanları anlama konusundaki güçlü içgüdüsüne 
inandığı için, üstüne üstlük sorumsuzluğundan ve iyiniyetli oluşundan adeta 
utanç duydu.
Rongai'de kendi kendisini sorgulayışı, suçluluk duygusu ve huzursuzluğu iyice 
arttı. Jettel, çiftliğe geldiği üç ay içinde ev, ineklerin ahırı ve ormandan başka bir 
şey görmemişti.. Ülkeye geldiğinde, bedenini halsiz bırakan, kafasını 
sersemleten kuraklıktan olduğu kadar hemen ardından başlayan yağmurlardan 
da nefret etmişti. Günlük yaşamını, umutsuzca balçıklarla boğuşmak, mutfaktaki 
ocağı için kuru odun toplamakla sınırlamıştı.
Her an, sıtma ve Regina'nın ölümcül bir hastalığa yakalanması korkusu 
içindeydi. Her şeyden öte, Walter'in işini kaybedip, Rongai'yi terk etmek 
zorunda kalacakları ve barınacak bir yuva bulamayacakları paniği ile yaşıyordu. 
Jettel, gerçekleri görme konusundaki keskin içgüdüsüyle, her gelişinde 
Regina'ya pek de dostça davranmayan Bay Morrison'un, çiftlikte olup 
bitenlerden kocasını sorumlu tuttuğunun da farkındaydı.
Mısırlar önce çok kurumuş, sonra da ıslanmışlardı. Buğdaydan ürün 
alınamamıştı. Tavuklar bir göz hastalığına yakalanmışlardı, günde en az beş 
tanesi telef oluyordu. İnekler yeterince süt vermiyorlardı. Yeni doğan son dört 
buzağıdan hiçbiri iki haftadan fazla yaşayamamıştı. Walter'in, Bay Morrison'un 
isteği üzerine açtığı kuyudan su çıkmamıştı. Büyüyen sadece çatıdaki deliklerdi.
Büyük yağmurlardan sonra Menangai'i kızıla boyayan ilk çalılık yangının çıktığı 
gün kavurucu bir sıcak vardı. Owuor yine de Walter ve Jettel için evin önüne iki 
iskemle attı. "Epeydir uykuda olan bir yangını seyretmelisiniz," dedi.
"Öyleyse sen neden kalmıyorsun?"
"Bacaklarım fırla diyor."
Güneş batımı öncesindeki bir saat için rüzgâr oldukça kuvvetliydi, bulutlar 
çiftliğin üzerine kümelenmiş, yoğun dumanlardan gökyüzü grileşmişti. Kargalar 
tünedikleri ağaçlardan uçtular. Ormandan maymunların sesleri geliyor, sırtlanlar 
zamansız uluyorlardı. Hava keskin ve boğucuydu. Konuşmak zorlaşıyordu ki 
Jettel aniden yüksek sesle "Artık dayanamıyorum." dedi.
"Korkma, ilk defasında ben de ev yanacak sandım ve itfaiyeyi çağırmak 
istedim."
"Ben yangından söz etmiyorum. Artık burada olmaya dayanamıyorum."
"Buna mecbursun Jettel, bize kimsenin yardım edeceği yok."
"Peki burada sonumuz ne olacak? Beş sent bile kazandığın yok, son paramız da 
bitmek üzere. Regina'yı okula nasıl göndereceğiz? Bir çocuk için burada hayat 
yok, bütün gün Aja ile ağacın altında pinekliyor."


"Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Çocuklar buradan epey uzaktaki yatılı okula 
gidiyorlar. Bize en yakın olanı Nakuru'da ve ayda beş sterlin ediyor. Süsskind 
öğrenmiş. Eğer bir mucize olmazsa, birkaç yıl sonra bile bunu verecek gücümüz 
olmayacak."
"Hep bir mucize bekliyoruz."
"Jettel, Yüce Tanrı bizi hiç sıkıntıda bırakmadı. Yoksa burada olup, şimdiki 
durumumuz için yakınmazdın. Çok şükür hayattayız, bizim için en önemlisi de 
bu.Jettel sözleri ağzında geveleyerek, "Bunu artık duymak istemiyorum," dedi. 
"Hayattayız, peki ne için? Buzağıların öldüğünü, tavukların zıbarıp telef 
olduklarını gördükçe, telaşlanıp üzülmek için mi? Kendimi ölüden farksız 
hissediyorum. Bazen bunu istediğim de oluyor."
"Jettel, bunu bir daha söyleme! Tanrı aşkına, günah çıkarmayı bırak!"
Walter ayağa kalkarak, Jettel'i sandalyesinden hafifçe kendine doğru çekti. 
Umutsuzluk ve çaresizlik içinde ne yapacağını kestiremiyordu, öfkesi, bütün 
iyiniyetini, aklıselimini ve hakkaniyet duygularını yoketmişti. Ama sonra 
Jettel'in hıçkırıklarını tutarak sessizce ağladığını farketti. Solgun yüzü ve 
çaresizliği Walter'in yüreğini burktu. Sonunda acıma duygusu galebe geldi, 
serzenişlerini, öfkesini içine attı. Bu kez şefkatle karısını kendisine doğru çekti. 
Bir an kendisini, eskiden vücutlarının birbirine dokunuşunda hissettiği, o 
alışıldık tatlı heyecanın sıcaklığına bıraktı, ama bu ufacık teselliyi bile karısına 
çok gördü, mantığıyla hâlâ direniyordu.
"Başımızı kurtardık. Devam etmek zorundayız."
"Bu da ne demek oluyor şimdi?"
"Jettel," dedi Walter fısıldayarak, gün ışıdığından beri içine attığı gözyaşlarını 
daha fazla tutamayacağını hissediyordu, "dün Almanya'da sinagogları ateşe 
vermişler. Yahudilere ait işyerlerinin camlarını kırmışlar, insanları evlerinden 
alıp ölesiye dayak atmışlar. Bütün gün bunları sana söylemeye çalıştım ama 
yapamadım."
"Nereden biliyorsun? Böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin? Bu lanet olası çiftlikte 
bunları nereden öğrendin ki? "
"Bu sabah saat beşte İsviçre Radyosu'nu dinledim"
"Sinagogları yakamazlar. Kimse böyle bir şey yapamaz."
"Pekâlâ yapıyorlar. Bu şeytanlar yapar. Onların gözünde biz insan bile değiliz. 
Yakılan sinagoglar sadece bir başlangıç. Nazileri artık kimse durduramaz. 
Regina'mn ne zaman ve nasıl okula gideceğinin hiçbir önemi kalmadığını şimdi 
anladın mı?"
Walter Jettel'le gözgöze gelmeye çekindi, sonunda cesaret edip ona baktığında, 
söylediklerinden hiçbir şey anlamadığını fark etti. Oysa ne Jettel'in annesi ve 
Kaete, ne de kendi babası ve Liesel için bu cehennemden kurtulmaları yolunda 
en ufak bir umut kalmıştı. Sabahleyin radyonun düğmesini kapattığı andan 
itibaren Walter, gerçeği söylemeye karar vermişti, ama o an gelince sanki dili 
tutuldu. Yüreğindeki acıdan çok konuşamamak onu kahretmişti.


Walter bakışlarını, Jettel'in titreyen vücudundan güçlükle uzaklaştırmayı 
başardığında, damarlarındaki kan dolaşımının hızlandığını hissetti. Şimdi 
kulaklarına yeniden bazı sesler geliyordu. Köpeklerin havladıklarını, kargaların 
ayakladıklarını, kulübelerden yankılanan konuşmaları ve ormanın 
derinliklerinden davulların boğuk tınlamalarını duyuyordu.
Owuor sıcaktan kavrulmuş otların arasından eve doğru koşarak geliyordu. 
Alacakaranlıkta ışıl ışıl parıldayan beyaz entarisiyle, kanatlarını açmış koca bir 
kuşa benziyordu. Walter onu böyle görünce elinden olmadan gülümsedi.
"Bwana," dedi Owuor soluk soluğa, "Sigi na kuja."
Bwana'nin bakışlarındaki çaresizlik hoşuna gitti. Yüzündeki bu aptal ifadeyi 
seviyordu. Böyle anlarda onu, hâlâ ana sütü emen budala bir eşeğe, kendisini de 
avını yakalamak üzere kafasını uzatan aç bir yılana benzetirdi. Bwana'sindan 
daha akıllı olduğunu bilmek, ağızda henüz çiğnenmemiş bir tütünün leziz tadına 
benzer bir duyguydu Owuor için.
Owuor'un bu zafer sarhoşluğundan ayılması uzun sürdü. Ama heyecanı dinince, 
bir bir sözler dökülüverdi. Ama Bwana'nin hiçbir şey anlamadığını görünce, 
söylediklerini yineledi.
Owuor sadece "Sigi," diyor, pantolonun cebinden zor bela bir çekirgeyi 
çıkarıyordu. Yol boyunca koşarken hayvanı canlı tutmak zor olmuştu ama henüz 
kanatlarını çırpmaktaydı.
"Bu," dedi Owuor, küçük çocuğuna bir şey anlatmaya çalışan bir annenin ses 
tonuyla, "bir Sigi'dir. Sadece bir tane, senin için yakaladım. Diğerleri gelirse, 
burada ne varsa hepsini kemirip, yok edecek."
"Peki ne yapmalıyız?"
"Çok gürültü olmalı. Ama bir ağız yetmez. Sadece senin bağırmanın bir yararı 
yok, Bwana."
"Öyleyse bana yardım et, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum."
"Buradan uzaklara sürebiliriz." dedi Owuor: "Tencere ve kaşıklarlarla, davul 
çalar gibi ses çıkarmalıyız. Ama bardak kırmak daha iyi. Cam kırılmasından her 
hayvan ürker. Bunu bilmiyor muydun Bwana?"
III. BÖLÜM
Çekirgeler tarlalardan uzaklara sürüldükten sonraki gün güneş tepelerin ardından 
yüzünü göstermişti ki, kulübelerde yaşayanlardan, tarlada çalışanlara, hatta 
komşu çiftliktekilere kadar bütün bölge halkı, Owuor'un sadece tencerelere kaşık 
çalan sıradan bir çiftlik hizmetkârı olmadığını görmüşlerdi. O üstün yetenekleri 
olan biriydi. Sigilerle savaşında, Massai'lerin oklarından bile hızlı davranmıştı. 
Ovvuor, bütün erkekleri, kadınları, hatta, analarının eteklerine yapışmadan 
koşabilecek güçte çocukları bile seferber etmişti.
Hepsinin bir ağızdan avaz avaz bağırışları, tencerelere ve demir çubuklara 
vurularak çıkarılan gürültü, en çok da kayalara atıldığında parçalanan camların 
çıkardığı keskin sesler, çekirgeleri, daha mısır ve buğday tarlalarına kadar 


inmelerine fırsat vermeden, taa uzaklara sürmüştü. Küçük hayvancıklar, zavallı 
şaşkın ördekler gibi, oraya buraya kaçışmışlardı.
Büyük zaferinden sonra Owuor'un gözünü uyku tutmadı, arkadaşlarının yüksek 
sesle yaptıkları bütün şakalara da kulaklarını tıkadı, duymazlıktan geldi. Becerisi 
ve yeteneğinden neredeyse sarhoş olmuştu, doğaüstü sihirli bir güce sahip 
olduğunu bilmek onu keyiflendiriyor, her "sigi" dediğinde diline hoş bir tat 
yayılıyordu.
Bu uzun ve olağanüstü gecenin ertesi günü, bakraçtaki son süt tükenmeden 
Bwana inekleri sağmadan döndü. Yumurta pişirme şarkısına henüz başlamış 
olan Owuor'a seslendi. Memsahib, batan güneş rengindeki kırmızı örtüsü 
dizlerinin üzerinde, sandalyesinde oturmuş, gülümsüyordu. Regina, Rummler'in 
başını dizlerinin arasına almış, yerde çömelmişti. Köpeği sarsarak uyandırmak 
üzereydi ki, Owuor odaya girdi.
Bwana'nin elinde kalın siyah bir top vardı. Katlanmış topu açarak ondan bir 
palto yaptı, sonra da Owuor'un elini alarak kumaşın üzerine koydu. Palto, 
yağmurla ıslanmış toprak kadar yumuşacıktı. Yakanın kenarında her iki tarafı da 
kaplayan parlak kumaş, sırta gelen kısımdan daha da yumuşaktı. Paltoyu, 
Owuor'un omuzlarına koyarken, Bwana aynı yumuşak ses tonuyla "Bu senin 
Owuor," dedi.
"Bwana, bana paltonu mu hediye ediyorsun?"
"Bu palto değil, bir cüppe. Senin gibi bir erkek cüppe giymeli."
Owuor hemen bu yabancı sözcüğü dilinin döndüğü kadar söylemeye gayret etti. 
Ne Jaluo ne de Svahili dillerine benzediği için, ağzı ve gırtlağı ile söylemekte 
zorlanıyordu.
Memsahib'le Regina gülmeye başladılar. Rummler de koca ağzını açtı. Ama 
Bwana hâlâ kıpırtısız duruyordu. Gözlerini uzak bir safariye dikmiş, tepesine 
rüzgârın esintileri ulaşamayan, büyüyememiş kısır bir ağaca benziyordu.
Sonunda Bwana'smm sesini duydu: "Bu cüppedir, aklına geldikçe bu sözü 
tekrarla ki benim kadar iyi söyleyebilesin."
Owuor, o günden sonra tam yedi gece bu cüppeyi giydi.. İşini bitirip de 
kulübelerdeki adamların yanma giderken, gizlice bir çalılığın arkasına geçiyor, 
siyah paltosunu sırtına geçiriyordu. Cüppenin; kanatlarını açan bir kartal gibi 
rüzgârdan dalgalandığını gördükçe, çocuklar, köpekler, hatta gözleri iyi görme
yen yaşlı erkekler, korkak tavuklar gibi ayaklıyorlardı. Güneş vurdukça siyah bir 
inci gibi parıldayan, ayışığmda geceden daha karanlık olan cüppesinin bedenine 
temasını her hissettiğinde Bwana'sindan öğrendiği sihirli sözcüğü söylemeye 
çalışıyordu. Güneşin ufukta yükseldiği sekizinci gün, kelime, nihayet Owuor'un 
ağzına attığı küçük bir lokma poşo kadar yumuşamıştı. Eh artık, paltoyla ilgili 
daha çok şey öğrenmenin zamanı gelmişti, zaten epeydir bunun için 
sabırsızlanıyordu.
Mutfaktaki ocağı yaktığı bir sabah, kendisini huzursuzlandıran soruyu bir kez 
daha kafasında evirip çevirdi, sonunda merakı sabrına galebe çaldı ve Bwana'yi 
aramaya koyuldu.


Walter, su deposunun yanında durmuş, eliyle oluklara vururak, daha ne kadar 
içme suyu kaldığını kontrol ediyordu. Owuor merakla sordu, "Cüppeyi ne 
zaman giymiştin?"
"Henüz Bwana olmadığım günlerdeki cüppemdi, Owuor. İşe giderken 
giyiyordum"
"Cüppe," diye tekrarladı Owuor, güzel sözcüklerin iki kez söylenmesi 
gerektiğini Bwana'nin nihayet anlamış olmasına seviniyordu. "Bir adam 
cüppeyle çalışabilir mi?"
"Elbette Owuor, elbette. Ama Rongai'de ben sırtımda cüppemle çalışamam."
"Bwana olmadan önce ellerinle mi çalıştın?"
"Hayır, aklımla. Bir cüppe giyebilmek için akıllı olmak gerek. Rongai'de akıllı 
olan sensin, ben değil."
Mutfağa işinin başına döndüğünde, Owuor, Bwana'nin, o güne kadar çalıştığı 
beyaz adamlardan neden çok farklı olduğunu, artık iyice anlamıştı. Yeni efendisi 
Bwana, öyle sözler söylüyordu ki, tekrarlandığında dili kuruyordu ama, kulakta 
ve akılda kalıyorlardı.
Çekirgelerin yenilgiye uğratıldığı haberi Sabbatia'ya ancak sekiz gün sonra 
ulaşabildi, çiftliğindeki ineklerde ilk kazıklı humma olayları görüldüğü halde, 
Süsskind apar topar Rongai'ye geldi.
Daha arabasından inerken, "Aman Tanrım!" diye haykırdı. "Sen tam bir çiftçi 
olmuşsun. Bunu nasıl becerdin? Ömrüm boyunca bunu başaramadım. Son 
yağmurlardan sonra bu canavarlar çiftliğin yarısını kemirdiler."
Birlikte hoş ve neşeli bir akşam geçirdiler. Jettel özel günler için sakladığı son 
patateslerini çıkardı, Owuor'a Silezya usûlü Himmelsreich yemeğinin* nasıl 
yapılacağını gösterdi, Goethe caddesindeki küçük dükkânda çalışan annesine 
götürdüğü kurutulmuş armutlardan söz etti. O akşam, içi hüzünlü ama yine de 
neşeyle, Breslau'dan ayrılalıberi sırtına geçirmediği kırmızımavi çizgili bluzu ile 
beyaz eteğini giydi. Süsskind onu görünce hayranlığını gizlemedi:
"Senden daha güzel bir kadın düşünemiyorum. Eminim, Breslau'daki bütün 
erkekler peşine düşmüşlerdir."
"Öyleydi,1 diyerek Walter onayladı, kocasının eski günlerdeki gibi kendisini 
kıskandığını görmek Jettel'in hoşuna gitti.
Regina o gece yatağına gitmedi. Şöminenin önünde uyumasına izin vermişlerdi. 
Arada bir kulağına gelen konuşmalardan uyandıkça, Menangai kraterinin** 
şömine, çalı yangınlarından arta kalan koyu renk küllerin de çikolata olduğunu 
hayal ediyordu. Zihninin bir köşesine de bazı sözcükleri depolamaya gayret 
ediyordu. Ezberlemeye epey zorlanmıştı ama, en çok hoşuna giden sözcük, 
Reichsfluchtsteuer olmuştu.***
* Kurutulmuş meyveler, domuz eti ve un köftesi ile yapılmış o bölgenin yerel 
yemeği Ç.N
**  Nakuru'nun kuzeyinde bir krater. *** Reich'tan kaçış için ödenen vergi.
Bu arada Walter, Süsskind'e Leobschütz'deki ilk davasını anlatıyordu, hiç 
beklemediği halde, davası başarıyla sonuçlanmış, bu güzel olayı hayvan kesim 


şenliğinde Greschek'le kutlamışlardı. Süsskind'de Pommern'deki günlerini 
anımsamaya gayret ediyordu ama, yılları, insanları ve yerleri birbirine 
karıştırıyordu.
"Gülmeyin, bir gün sizin de başınıza gelecek. Afrika'da yaşamanın en güzel 
yanı, her şeyi unutmanızdır." dedi sonunda.
Ertesi gün Bay Morrison çiftliğe geldi. Çiftlikteki ürünün çekirgelerden 
kurtarıldığı haberi hiç kuşkusuz Nairobi'de de duyulmuştu. Çünkü Walter'in 
elini sıkmak o güne kadar yapmadığı bir şeydi. Daha da dikkati çeken, önceki 
ziyaretlerinde hiç alışılmadık biçimde, kendisine çay yapan Jettel'in mimiklerine 
bir şekilde karşılık vermesi oldu. Rengârenk çiçek desenli Rosenthal çayını 
yudumluyor, gümüş tutacakla porselen kaseden şeker almak üzere her 
uzandığında beğenisini ifade eder tarzda başını sallıyordu.
Bay Morrison mutfakları ve tavukları ziyaretinden sonra eve döndüğünde 
başındaki şapkasını çıkardı.. Yüzü daha da gençleşmiş görünüyordu; açık sarı 
saçları, çalı gibi kaim kaşları vardı, bir fincan çay daha istedi, bu üçüncü 
oluyordu. Elindeki şeker tutacağıyla bir süre oyalandı, bir ara yine başını salladı. 
Sonra birden ayağa kalkarak, Latince sözlükle Brittanica ansiklopedilerinin 
olduğu dolaba yöneldi, çekmeceden fildişinden yapılmış halka şeklinde bir 
peçetelik çıkararak, Regina'nm eline sıkıştırdı.
Halka öyle güzeldi ki, Regina kalbinin hızlı hızlı attığını hissetti. Bir hediye için 
teşekkür etmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, "senta sana" demekten başka 
bir şey aklına gelmedi, oysa bir çocuğun Bay Morrison gibi nüfuzlu bir adamla 
Suahelice konuşmaması gerektiğini çok iyi biliyordu.
Ama Bay Morrison ağzındaki iki altın dişini göstererek gülünce, pek de yanlış 
bir şey yapmadığını fark etti.. Heyecanla evden dışarı fırladı. Gerçi Bay 
Morrison'u sıklıkla görüyordu ama o güne kadar bir kez bile gülümsememiş 
üstelik daha önce kendisini fark etmemişti bile. Bu kadar değişmiş olduğuna 
göre, belki de karacası insan kılığına girmiş ve Mr. Morrison olmuştur.
Oysa Saura dikenli akasya ağacının altında uyukluyordu. Regina bunu görünce, 
hayal kırıklığına uğradı. Yanılmıştı, değişen bir şey yoktu. Beyaz fildişi 
halkanın içinde sihirli bir güç yoktu demek, bu durum onun güzelliğini doğrusu 
biraz azaltmıştı. Neyse, Regina yine de üzülmedi, Saura'nın kulağına eğilerek, 
"Gelecek sefere," dedi sadece, karacasının kafasını sallamasını bekledi ve sonra 
da ağır adımlarla evine döndü.
Bay Morrison şapkasını kafasına geçirmişti, şimdi her zamanki gibi 
görünüyordu. Sağ elini yumruk yaparak, pencereden dışarı baktı. Bir an için, 
Owuor'un çekirgelerin geldiği günkü haline benzedi, ama onun gibi, cebinden 
kanatlarını çırpan küçük hayvancıklar değil, altı tane kâğıt para çıkardı, tek tek 
masanın üzerine koydu.
"Every month," dedi ve arabasına doğru yürüdü. Önce arabanın çalışmasıyla 
marştan çıkan gürültü, sonra Rummler'in uluması duyuldu, ardından kalkan toz 
bulutunda araba gözden kayboldu.
"Tanrı aşkına, Bay Morrison ne dedi? Sen bir şey anladın mı Jettel?"


"Evet, anladım sayılır. Month ay demek. Bunu çok iyi biliyorum. Kursa 
giderken bu sözcüğü öğrenmiştim. Kelimeyi doğru telaffuz eden tek kişi de 
bendim. Ama öğretmenin bunun için beni tebrik ettiğini ya da hiç değilse 
başıyla onayladığını mı sanıyorsun?"
"Şu anda bu o kadar da önemli değil. Diğer kelime ne anlama geliyor?" 
"Hemen kükreme. Onu da öğrendik ama, anımsayamıyorum."
"Hatırlamalısın. Burada altı sterlin var. Bir anlama gelmeli."
Jettel, "month, ay demek" diye tekrarladı.
İkisi de o kadar heyecanlanmıştı ki, bir süre kâğıt paraları masanın üzerine 
itekleyip, evirip çevirmekle oyalandılar.
Sonunda Jettel'in birden aklına geldi, "Hay Allah, bir sözlüğümüz vardı." Bir 
sandığı karıştırarak, içinden heyecanla sarıkırmızı ciltli bir kitap çıkardı: "İşte, 
İngilizce bin söz" diyerek güldü, "Bin söz İspanyolca da var." 
"Onlar artık işimize yaramaz. İspanyolca Montevideo için gerekiyordu. Sana bir 
itirafta bulunayım mı Jettel? İkimiz de işimizde sıfırız. Hangi kelimeyi 
aramamız gerektiğini bile bilmiyoruz."
Regina bedenini alev gibi saran sıcak bir bekleyişin heyecanıyla yere çömeldi. 
Annesiyle babası durmadan tek bir sözcüğü tekrarlıyorlardı, herhalde 
kendilerine yeni bir oyun bulmuşlardı. En iyisi şimdilik bu oyuna katılmamak ve 
keyfine varmaktı. Bu yüzden Owuor'Ia Aja'yı da çağırmadı. Rummler'in 
kulağını kemirmeye devam ediyordu ki, annesiyle babasının sevinç çığlıklarıyla 
kendine geldi. Birden babasının, "Morrison'un ne söylediğini belki sen 
biliyorsundur," dediğini duydu.
Annesiyle babasının yabancı sözcükler, kafa sallamalar ve omuz silkmeleriyle 
oynadıkları bu oyuna sonunda kendi de katılabilecekti demek, ama biraz da işin 
keyfini çıkarmak istiyordu doğrusu. Anneyle baba, sabırsızlıkla yemek 
verilmesini bekleyen karnı acıkmış Rummler gibi kokuyorlardı hâlâ.. Keyifle 
ağzını açtı, halka peçeteliği eline geçirdi, usul usul bileğine doğru iteledi. 
Anlamadığı sesleri aklında tutmayı iyi ki Owuor'dan öğrenmişti. Ağzını 
açmasına gerek yoktu, sesleri önce belleğine hapsediyor, her istendiği zaman da 
hatırlıyordu.
Morrison'un ne dediğini bu yöntemle hatırladı. "Every month" deyiverdi. 
Annesiyle babası hayret ederek kendisini pohpohlayınca, birden sihiri 
tekrarlamayı unuttu. Yine de babasının, "Sen akıllı bir çocuksun!" diye kendisini 
övmesi hoşuna gitmişti. Bunu söylerken, ibiği kırmızı beyaz bir horoza 
benziyordu, sonra yeniden gözleri sabırsızlıktan kan çanağına dönmüş babası 
oluverdi. Masanın üzerindeki kitabı aldı, sonra tekrar bıraktı, ellerini 
ovuşturarak iç geçirdi, sonunda, "Ben devenin biriyim, değeri sıfır olan bir hiç," 
dedi. "Neden?"
"İnsan sözlükte aradığı kelimelerin harflerini tek tek heceleyebilmeli, Regina."
"Babanın cesareti az, o sadece düşünmesini biliyor, harekete geçen ise hep ben 
oluyorum." dedi Jettel, kitaptan okumayı sürdürdü: "Aver, iddia etmek anlamına 


geliyor. Aviary bir kuş kafesi. Bu daha da saçma. Bir de avid diye bir kelime 
var, hırslı demekmiş."
"Jettel, bütün bunlar saçmalık. Böyle bir yere varamayız." "İnsan içinde 
aradığını bulamıyorsa sözlük ne işi yarıyor?" "Peki öyleyse, ver bana. Bir de 
E'ye bakayım. Evergreen," diye bu kez Walter okumayı sürdürdü, "her dem 
yeşil, demekmiş."
Regina ilk kez babasının Owuor'dan daha tumturaklı tükürdüğünü fark etti. 
Rummler'in başını okşamayı bırakarak, neşeyle ellerini birbirine çırptı.
"Kes sesini Regina. Kahretsin. Bu çocuk oyunu değil. Evergreen olmalı, tabii 
ya, Morrison her zaman yemyeşil olan mısır tarlalarından söz etmiş olmalı. 
Doğrusu çok tuhaf, bunu ondan hiç ummazdım."
"Hayır," dedi Jettel, hafif bir sesle; "Buldum. Gerçekten buldum. Every, her, 
anlamına geliyor. Duydun mu Walter, every month, her ay demek. Başka şey 
olamaz. Acaba Bay Morrison, bize her ay altı sterlin vereceğini mi söylemek 
istedi?"
"Bilmiyorum. Bekleyelim bakalım, bu mucize bir kez daha olacak mı?"
"Hep bir mucize der durursun," diyen Regina, pusuda sabırsızlıkla bekleyen bir 
av gibi atıldı. Acaba babası, annesinin sesini taklit ettiğini fark etmiş miydi?
"Bu kez baban haklı," diye fısıldar gibi konuştu Jettel, "haklı olmalı." Ayağa 
kalkarak Regina'yı kendine doğru çekti yanağına bir öpücük kondurdu. Öpücüğü 
tuz tadındaydı.
Mucize gerçek oldu. Her ayın başında Bay Morrison çiftliğe geliyor, önce iki 
fincan çayını içiyor, tavuklarını ve mutfakları kolaçan ediyor, mısır tarlalarını 
teftiş ediyor, üçüncü fincan çay için eve dönünce de altı kâğıt sterlini tek tek 
usulca masanın üzerine koyuyordu.
Jettel, Rongai'deki yaşamı tamamen değiştiren kader gününden söz açıldığında 
tıpkı Owuor gibi böbürleniyor, "Gördün mü?" diyordu. "Bir İngilizce'yi bile 
öğrenemedikten sonra o güzelim tahsilin ne işi yarar?" Regina da bildiği bu 
sözleri dudaklarını kıpırdatmaksızm içinden tekrarlıyordu.
"Hiçbir işe yaramaz Jettel, hiç, benim cüppem gibi."
Walter bunu söylerken, gözleri artık yorgun görünmüyordu, sıtma geçirmeden 
önceki günlerde olduğu gibi sağlıklı bakıyor, hatta Jettel küçük zaferinin keyfini 
çıkarırken o da gülüyor, "ah benim küçük Owuor"um diye ona iltifat ediyor, 
geceleri de her ikisinin çoktandır kaybettikleri sıcak birlikteliğin tadına 
varıyordu.
Akasya altında oturdukları gün, Regina "Gece bana bir erkek kardeş yaptılar," 
diye anlattı.
"Çok iyi," diye yanıtladı Aja, "çünkü Saura artık çocuk değil."
Akşam olduğunda Walter, "Regina'yı okula gönderelim," diye önerdi. "Süsskind 
gelecek defa Nukura'ya gittiğinde, bunun için ne gerekiyor öğrensin."
"Hayır," diye itiraz etti Jettel, "henüz erken."
"Ama sen değil miydin o kadar ısrar eden! Şimdi ben de istiyorum."


Jettel yüzüne ateş bastığını hissetti, ama yine de sıkılganlığını yenerek, "Ben," 
dedi, "çekirgelerin çiftliği basmadan önce neler olduğunu unutmuş değilim. O 
gün söylediklerini anlamadım sandın, ama düşündüğün kadar aptal değilim. 
Regina yedi yaşma gelince de okumayı öğrenebilir. Şu anda anne ve Kaete için 
paraya ihtiyacımız var."
"Bunu nasıl düşünebiliyorsun?"
"Şimdilik geçinecek kadar paramız var. Neden bir süre daha böyle gitmesin? 
Çok iyi hesabını yaptım. Şayet paraya dokunmazsak, onyedi ayda, anneyle 
Kaete'i buraya getirtecek yüz sterlini biriktirmiş oluruz. İki sterlin de geriye 
kalır. Göreceksin, başaracağız."
"Eğer bir şey olmazsa."
"Ne olacak ki? Burada bir şey olmaz."
"Ama bizim dışımızdaki dünyada, Jettel. Almanya'da durum hiç de iyi 
görünmüyor."
Jettel'in büyük bir şevkle fedakârlığa hazır olması, her ay küçücük bir kutuya altı 
sterlini koyarken paralan tekrar tekrar sayarken duyduğu sevinç, onları 
kurtarmaya yetecek miktarı tam zamanında bir araya getireceğine olan sonsuz 
inanç, Walter'e, günün her saati hatta çoğu zaman geceleri dinlediği haberlerden 
daha dayanılmaz geliyordu.
Breslau ve Sohrau arasındaki mektup trafiğinin arası giderek uzuyordu; 
mektuplar da korkuyu saklamak için gösterilen bütün gayretlere rağmen, 
öylesine endişe doluydu ki, Walter umut etmenin artık bir cinayet olduğunu, 
karısının nasıl olup da hâlâ fark etmediğini kendisine sık sık soruyordu. Bazen 
de onun gerçekten saf ve temiz yürekli olduğunu düşününce üzülüyor ve onu 
kıskanıyordu. Ama bu ezilmişliğin kendi kurtuluşuna bile artık minnettarlık 
duymayacak kadar ona acı verdiği günlerde ümitsizliği, Jettel'e ve onun bitmek 
bilmeyen hayallerine karşı nefrete dönüşüyordu.
Babası, bütün çabalarına karşın, oteli satamadığını, evden hemen hemen hiç 
dışarı çıkmadığını, Sohrau'da hâlen sadece üç yahudi ailesinin kaldığını, 
kendisinin durumunun ise, her şeye rağmen iyi olduğunu ve şikayet etmek 
istemediğini yazıyordu. Sinagog yangınından sonra gönderdiği mektupta, 
"Liesel belki Filistin'e gider," diyordu. "Eğer benim gibi kocamış birinden 
ayrılmaya onu razı edebilirsen." 9 Kasım 1938'den sonra yazdığı mektuplarında 
ise, "Yakında görüşmek üzere," şeklindeki dilek sözcüklerine artık 
rastlanmıyordu.
Breslau'dan gelen mektupların her satırında sansür korkusu seziliyordu. Kaete, 
"Bizi epey sıkıntıya sokan" kimi kısıtlamaların olduğunu yazıyor, her seferinde, 
'aniden seyahate çıkan, bir daha da kendilerinden haber alınamayan" ortak 
dostlardan söz ediyordu. İna, artık oda kiralayamadığını haber veriyor, "Sadece 
belli zamanlarda evden çıkıyorum." diye yazıyordu. Regina'nın eylüldeki 
doğumgünü armağanı şubat ayında postaya verilmişti. Walter dehşetle, şifreli 
mesajın ne olduğunu anlamıştı. Kayınvalidesi ile kayınbiraderinin artık uzun 


vadeli planlar yapmaya cesaretleri kalmamıştı, Almanya'yı terk etme umudunu 
da yitirmişlerdi.
Jettel'i gerçekle yüzleştirmek zorunda olması ona acı veriyordu, ama bunu 
yapmazsa da günah işlemiş olacağını biliyordu. Ama Jettel'in biriktirdiği parayı 
sayarken, istediklerini gerçekleştirmek için çok iyi hesabını yapmış bir çocuktan 
farkı olmadığını gördükçe, kafasından geçenleri söylemeyi her defasında 
erteliyordu. Suskunluğunu yenilgi kabul ediyor, bu konuda zayıf davrandığı için 
de kendisinden nefret ediyordu. Jettel'in arkasından yatağa gitti, önünde durdu.
Zaman durmuş gibiydi. Ağustos ortasında Süsskind'in çiftlik hizmetkârı, elinde 
bir mektupla gelmişti.. Mektup şöyle diyordu: "Sonunda Sabbatia'da lanet olası 
doğu sahili humması görüldü. Bu yüzden şimdilik Sabbat'ı unuttuk. Tek 
yaptığım ineklerim için dua etmek oluyor, ne kadarını kurtarabilirim diye ona 
bakıyorum. Eğer sizin inekler ortalıkta dolaştılarsa, artık çok geç. O zaman 
salgın Rongai'ye de gelmiş demektir."
Walter mektubu ona gösterince, Jettel "Niye?" diye sordu öfkeyle, "Gelemiyor 
mu? Hasta değil ki."
"İnekleri telef olurken en azından çiftlikte kalmak istiyor. Süsskind de işini 
kaybetmekten korkuyor. Her gün yeni sığınmacılar geliyor ve çiftliklerde 
çalışmak istiyorlar. Yerimize kolayca bir başkasını alabilirler."
Süsskind'in cuma günleri çiftlik ziyaretleri haftanın olayı oluyordu, bir nebze de 
olsa yeniden normal bir hayata dönüyorlar, sohbetler ediyorlar, birbirlerine 
birşeyler alıp vererek küçük değişiklikler yapıp vakit geçiriyorlardı. Şimdiyse 
artık o heyecanlardan, sevinçlerden eser kalmamıştı. Yaşamları 
yeknesaklaştıkça, Jettel Süsskind'in Nairobi ve Nakuru'dan getireceği haberleri 
daha bir özlemle bekliyordu. Süsskind, Kenya'ya en son kimin geldiğini, nerede 
iş bulduğunu hep bilirdi. Ama daha çok onun keyifli halini, esprilerini, 
iltifatlarını, geleceğe dair iyimserliğini özlüyordu. Onun bu iyimser hali Jettel'in 
geleceğe olan güvenim de artırıyordu.
Walter bu duruma daha çok üzülüyordu. Çünkü Süsskind onun için, özellikle 
çiftilkte yalnız geçirdiği, üstelik de sıtmalı günlerinde onu sıkıntılardan kurtaran, 
biricik dostu olmuştu. Bunalıma düşmemek, Almanya'ya karşı duyduğu 
dayanılmaz özleme kendini kapıp koyvermemek için bu dostunun kendine 
güvenen güçlü karakterine ihtiyacı vardı. Süsskind onun gözünde, vatansız olma 
yazgısının üstesinden gelmiş bir adamın tek kanıtıydı. Dahası, yaşamla tek 
bağlantısıydı.
Sabbatia'lı Bwana'nin artık çiftliğe gelmemesine Owuor da üzülüyordu. Pudingi 
yerken hiç kimse onun kadar güzel ağzını oynatmıyordu. Sırtında siyah 
cübbesiyle, "Kalbimi Heidelberg'te bıraktım" şarkısını söylerken, yüksek sesle 
gülen bir tek Sabbatia'lı Bwana'ydi. Süsskind'in yine ziyarete gelmediği bir 
günün gecesiydi, Owuor yakındı: Sabbatia'daki Bwana davula benziyor. Davula 
Rongai'de vuruyorum, bana Menengai'den cevap veriyor."
I Eylül akşamı, Walter, "Süsskind'i bizim radyo da özlüyor," dedi. "Aküsü 
bitmiş, Süsskind gelip arabasını çalıştırmazsa, aküyü dolduramayacağız".


"Haberleri artık dinleyemiyor musun?"
"Hayır Regina. Dış dünya bizim için ölü artık."
"Radyo da mı öldü?"
"Evet, o da bitmiş, ölmüş. Şimdi sadece senin kulakların yeni haberleri duyacak. 
Hadi toprağa uzan da bana güzel şeyler anlat."
Sevinç ve gururdan Regina'mn başı döndü. Owuor, ona yağmurdan hemen sonra 
dümdüz ve hareketsiz yere uzanarak topraktan gelen sesleri nasıl dinleyeceğini 
öğretmişti. O günden sonra da, daha görünmeye başlamadan arabaların geldiğim 
duyuyordu ilkinde Süsskind'in arabasının geldiğini söylemiş ama babası bir türlü 
Regina'mn duyduklarına inanmak istememiş ve kızarak; "hadi oradan, saçma!" 
demişti, Süsskind'in gerçekten geldiğini ona haber verdiklerinde ise hiç de utanır 
görünmemişti. Şimdiyse artık kafasına iyice dank etmişti, ölü bir radyodan 
hiçbir ses duyamıyordu, Regina'mn kulakları olmazsa, inekleri sağan yaşlı sağır 
Cheroni'den farkı kalmayacaktı. Regina kendini akıllı ve güçlü hissediyordu. 
Ama buna rağmen Menangai dağlarındaki safariye uzanan seslerin peşine 
düşmek için acele etmedi. Ancak radyonun bozulmasından sonraki akşam 
Regina eve giden taşlı patikaya boylu boyunca uzandı, ama topraktan, rüzgârda 
ağaçların fısıltılarının dışında en ufak bir ses gelmedi. Ertesi sabah da 
sessizlikten başka bir şey duymadı, ancak öğleye doğru kulakları kıpırdadı.
İlk sesi duyduğunda, kaçırmamak için, soluk bile almaya cesaret edemedi. 
İkincisini, bir kuşun bir ağaçtan diğerine uçuş süresindeki kadar kısa bir zaman 
diliminde işitti. Regina önce kulaklarının bu sesi fazla gürültülü algıladığını 
zannetti, duyduğu belki de sadece davulların tamtamlarıydı. Hayal kırıklığıyla 
yerinden doğrulmak istedi, gırtlağı kurumuştu, tam o sırada topraktan gelen 
şiddetli bir sarsıntı onu olduğu yerden öyle bir fırlattı ki, telaşla koşmaya 
başladı. Artık babası, onun, arabayı görmeden, sadece sesleri duyarak gelenleri 
anladığına inanacaktı.
Sesi daha güçlü çıksın diye ellerini ağzına götürerek haykırdı: "Baba çabuk ol, 
ziyaretçimiz var. Ama gelen Süsskind'in arabası değil!"
Dik yamacı soluyarak tırmanan kamyon, o güne kadar Rongai'e gelen 
benzerlerinden çok daha kocamandı. Çıplak vücutlarını birbirine sürterek 
kulübelerinden fırlayan çocuklar eve doğru koşmaya başladılar. Arkalarından 
sırtlarında bebekleriyle kadınlar, ellerinde su dolu su bakalarıyla genç kızlar, 
havlayan köpekleri kovalayarak önlerine sürdükleri keçiler göründü. 
Hizmetkarlar (başıboş) çapalarını fırlatıp atarak, tarlalarını, çobanlar ineklerini 
bıraktılar.
Kollarını başlarının üzerine kaldırarak, yeniden çekirgelerin saldırısına 
uğramışçasına bağırıyorlar, normal zamanlarda kulübelerinden, sadece geceleri 
duyulan şarkıları söylüyorlardı. Meraklı ve coşkulu insanların gülüşleri 
Menangai dağına çarpıp yankılanıyordu. Her şey başladığı gibi aniden 
sessizleşiverdi ve bu sessizlikte kamyonet durdu.
Önce kırmızı topraktan ince bir toz bulutunun havaya yükseldiğini, sonra da 
yere süzüldüğünü gördüler.


Aja ve Owuor'la, Walter, Jettel ve Regina evin önündeki su tankının yanında 
kımıldamadan duruyorlar, korkudan başlarını kaldıramıyorlardı. Ama hepsi de 
şoförün yanındaki adamın kamyonetin kapısını açıp yavaşça aşağıya 
süzüldüğünü gördüler.
Adamın sırtında, haki renkte kısa bir pantolon vardı, altından kıpkırmızı 
bacakları görünüyordu, siyah parlak çizmeleriyle, her adım atışında çimlerdeki 
sinekler uçuşuyordu. Bir elinde, güneşten daha parlak beyaz bir kâğıt tomarı 
tutuyordu, diğer eliyle de başının üzerindeki yassı yeşil tabağa benzer kasketini. 
Yabancı konuşmak üzere ağzını açmıştı ki aynı anda Rummler havlamaya 
başladı.
"Bay Redlich," diye emreder tonda seslendi, "come along. I have to arrest you. 
We are at war."
Henüz kimse yerinden kıpırdamamıştı. Ardından kamyonetten bildik bir ses 
duyuldu, seslenen Süsskind'di. "Tanrı aşkına, söylesene Walter, bilmiyor 
musun? Savaş patladı. Hepimizi gözaltına alıyorlar. Gel, bin arabaya. Regina ve 
Jettel için dert edinme. Kadınlar ve çocukları Nairobi'ye götürecekler."
IV. BÖLÜM
Gençler, tehdit altındaki anavatanları için ne kadar üzülseler de, gittikleri İngiliz 
okullarının ve Oxford'da geçirdikleri eğlenceli gecelerin anıları belleklerinde 
öylesine tazeydi ki, savaşın çıkışı bile onların keyfini bozamıyor hatta 
hayatlarını ilginç hale getirdiğini düşünüyorlardı. Nairobi'deki polis teşkilatında 
ve Afrika'nın diğer bölgelerindeki askeri birliklerdeki görevlerinden dönen 
sömürge yaşamlarının tekdüze gelgitlerinden bıkmış olan asker emeklileri için 
de durum farklı değildi. Şimdi birden işin rengi değişmişti, artık sadece hayvan 
hırsızlığı, yerli kabilelerin zaman zaman patlak veren çatışmaları ya da köklü 
ingiliz ailelerin birtakım kıskançlık kavgaları değildi söz konusu olan, kavga 
şimdi sömürge krallığı için yapılmaktaydı.
Sömürge beş yıldır aralıksız Avrupa'dan sığınmacıları topraklarına kabul etmişti, 
şimdi bu insanlar resmi makamlarla yeni vatanlarını karşı karşıya getirmişti. 
Adları yazılması kadar söylenmesi de zor olan bu insanlar, zaten savaştan önce 
de bozuk şiveleri ve aşırı hrsları yüzünden, ölçülü İngilizler'i yeterince 
öfkelendirmişti. Buna rağmen disiplinliydiler ve yönetilmeleri de kolay 
oluyordu. Yetkili makamlar yine de uzun süre kent düzenini sığınmacılardan 
korumaya özen göstermişler, Nairobi'deki yerleşik toplumsal ve ekonomik 
düzenin bozulmaması için, sığınmacıları çiftliklere yerleştirmişlerdi.
Savaş başka talepleri de beraberinde getirmişti. Sığınmacılar, gerek doğdukları 
ülke, gerekse konuştukları dil, aldıkları eğitim ve kültürleri ile kendilerini; 
konuk eden ülkeden çok, düşmana daha yakm hissedebilirlerdi. Bu durumda 
önemli olansa bu düşünce ve duyguda olan insanların sömürgeye zarar 
vermesini önlemekti. Yetkililer bu nedenle çabuk ve kararlı hareket etmek 
zorunda olduklarını biliyorlardı. Pek de alışık olmadıkları halde bu zor görevin 


de üstesinden kolayca geldiler. Şehirde ve birbirinden uzak mesafedeki 
çiftliklerde düşman varsayılan ne kadar yabancı varsa hepsi üç gün içinde 
Nairobi'deki askerî makamlara teslim edildiler, bunların artık "mültecisığınmacı 
statüsünde olmayıp 'enemy alliens' oldukları da aceleyle ilgili makamlara 
bildirildi.
İlk Dünya savaşında ve aynı benzer deneyimleri yaşamış olanlarla, orduda görev 
yapmış eski subaylar ne yapılması gerektiğini biliyorlardı. Onaltı yaş üzerindeki 
bütün erkekler gözaltına alınıyor, hastalar ve bakıma muhtaç olanlar da yine 
gözhapsinde tutulmak kaydiyle hastanelere bölüştürülüyordu. Nairobi'den yirmi 
mil uzaklıkta Ngong bölgesindeki King's African Rifles ikinci alay 
komutanlığmdaki barakalar acil olarak boşaltılarak hazır hale getirildiler.
Çiftliklerdeki adamları toplamakla görevlendirilen askerler inanılmaz bir hızla 
ve olağanüstü titiz hareket ettiler, 'enemy alliens' harekatının başındaki Albay 
Whidett, elde ettikleri başarılı sonucun ardından yaptığı ilk konuşmada, "biraz 
fazla titiz" diye itiraf etmek zorunda kaldı.
Kamçılanmış vatanseverlik duygularının sarhoşluğundaki genç askerler, baskın 
halindeki tutuklamaları sırasında 'bloody refugees' diye adlandırdıkları 
mültecilerin bavullarını hazırlamalarına bile fırsat tanımamışlar, bu 
işgüzarlıkları yüzünden de üslerini zor durumda bırakmışlar, ama çok da çabuk 
işin içinden sıyrılmışlardı. Üstlerinde sadece bir pantolon, gömlek, şapka, bazısı 
da sırtında sadece pijamasıyla Ngong'a teslim edilmişti. Anavatanda olsaydı bu 
sorun tutuklu kıyafeti ile çözümlenirdi.
Fakat Kenya'da beyazlarla siyah tutukluların benzer kıyafetleri giymeleri âdetten 
sayılmadığı gibi hoş da gelmiyordu. Ülkenin hapishanelerinde bir tek Avrupalı 
olmadığı için diş fırçası, don ya da lif gibi günlük gereksinmeleri karşılayacak 
sıradan şeyler bile bulunmuyordu. Bu durum karşısında savaşın daha ilk 
günlerinde bütçeyi zorlamamak, Londra'daki savaş bakanlığını da tatsız 
sorularla kışkırtmamak için, vatandaşlardan uygun bağışlar yapmaları istendi.. 
"East African Standart" gazetesine bu konuyla ilgili alaycı okuyucu mektupları 
gelmeye başladı.
Ama, gözhapsine alınanların kendi gardiyanları ile aynı haki üniformayı 
taşımaları daha da büyük sıkıntı yarattı. Mecburiyet sonucu oluşan bu durum 
özellikle askerî çevrelerde büyük kızgınlığa neden oldu. Sebepse vatanlarına 
hizmet eden İngilizlerle, potansiyel saldırgan kabul edilen sığınmacıların aynı 
kefeye konulmasıydı. Gazetelerde bu konuya değinen ilginç haberler çıkıyordu, 
güya karşılaştıklarında birbirlerini sırıtarak selamlıyorlar, içlerinden biri 
İngilizce konuştuğundaysa hemen nöbetçi gardiyana, fütursuzca cepheye 
nereden gidileceği soruluyordu. Sunday Post gazetesi okurlarına şu ilginç 
öneriyi de getirmişti, "Sırtında İngiliz üniformasıyla birini gördüğünüzde, 
güvenliğiniz için önce bırakın "God Save the King"* şarkısını söylesin. 
"Standard" Gazetesi de haberi, "skandal" başlıklı bir yorumla vermişti.
Gazete; güvenlik riski gözönünde bulundurularak kadınlarla, çocukların biraz 
bekletildikten sonra alınması gerektiğini


' Tanrı Kralı Korusun.
yazmıştı. Askeri yetkililer, düşmanla herhangi bir bağlantıya geçme olasılığını 
önlemek amacıyla, kameralarla radyolara el koymayı yeterli görmüştü. Diğer 
taraftan 1914 Birinci Dünya Savaşı sırasında da kadınlarla çocukların kamplarda 
toplandığı hatırlatılmıştı. Tüm bunların ötesindeyse, erkeklerin koruması 
olmaksızın savunmasız kadınları çiftliklerde tek başlarına bırakmak İngiliz 
onuruna ve sorumluluk anlayışına hiç de yakışan bir davranış değildi. Sonunda 
bürokratik işlemler bir yana itilip aceleyle karar verildi: Savaş çıktığında hiçbir 
kadın üç saatten fazla bir çiftlikte tutulmayacaktı.
Gözaltına alman kadınlar ve çocukları askeri barakalara yerleştirmek mümkün 
olmadı, ama Albay Whidett tatmin edici bir çözüm buldu: Ülkenin dağlık 
bölgelerinde yaşayan çiftçilerin hafta sonu tatillerini geçirdikleri Norfolk ile lüks 
New Stanley Otelleri, 'enemy alliens' ailelerinin yerleştirilecekleri karargâh 
olarak kullanıldı.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra çiftliklerinden Nairobi'ye getirilen 
kadınlar karşılaştıkları manzaraya epey şaşırdılar. Savaşın soğukkanlı yüzüne 
henüz alışamamış, savaş eğitimi almamış, müşterilerini güleryüzle karşılamaya 
alışmış otel personeli 'enemy alliens' ailelerini de 'hoşgeldin' diyerek büyük bir 
coşkuyla karşılamıştı. Doktorlar, hemşireler, anaokul bakıcıları ve öğretmenlerin 
de aynı otellere yerleştirilmesi için emir verildi. Aileler savaş sebebiyle acil 
olarak çağrıldıkları için zorlu koşullarla karşılacaklarını düşünüyordu. Ama çok 
geçmeden çok özel bir durumla karşı karşıya olduklarını fark ettiler. Ne bulaşıcı 
hastalıklar ne de ruhsal sorunlar vardı. Tek sorun insanların birbiriyle 
anlaşmakta zorluk çekmeleriydi. Bu zorluk en kolay Suaheli diliyle 
çözülebilirdi, ancak, sömürge hükümetinin yetkilileri bu dili buraya yeni 
geldikleri halde onlar kadar iyi bilmiyorlardı.
Norfolk Oteline en son Nakuru, Gilgil, Sabbatia ve Rongai'den insanları 
getirdiler. Jettel, meçhul bir gelecek için duyduğu korkuyu, Walter'den ani 
ayrıksıyla yaşadığı şoku, yolculuğu sırasında aynı yazgıyı paylaşanların 
kendisini teselli eden ve yatıştıran sözleriyle çabuk atlatmış, yalnız ve monoton 
geçen çiftlik yaşantısından sonra beklenmedik bir anda gelen bu durumu adeta 
bir kurtuluş, bir nimet saymıştı. Otelin canlı havası ve zarafetinden öylesine 
büyülenmişti ki, önce diğer kadınlar gibi o da, yaşamındaki bu keskin dönüm 
noktasının nedenini bir an için hafızasından silip atmıştı.
Regina'nın da gözleri kamaşmıştı. Rongai'de, kamyona binmemekte direnmiş, 
onu zorla içeri sokmak zorunda kalmışlardı. Yolculuk boyunca da hep ağlamış, 
durmadan Owuor, Aja, Suara, Rummler ve Babasını çağırmıştı. Ama otelde 
insanın gözlerini kamaştıran parlak ışıklar, yüksek pencerelerdeki mavi kadife 
perdeler, altın çerçeveli tablolar ve gümüş vazolardaki kırmızı güllerle, insan 
kalabalığı ve tablolardan daha da heyecan verici o güzelim kokular... Bütün 
üzüntüleri bir anda yokoluverdi sanki. Ağzı bir karış açılmış, annesinin eteğine 
yapışmış, bir halde beyaz kolalı kepleriyle karşısında duran hemşirelere 
gözlerini dikti.


Akşam yemeği servisi henüz başlamıştı. Yemekte, sadece Norfolk ve Kenya 
değil bütün Afrika'da pek ünlü olan özenle hazırlanmış komple mönülerden biri 
vardı. Daha önce iki lüks gemide deneyim kazanmış Güney Afrikalı şef aşçı, 
Avrupa'nın bir yerlerinde savaş oluyormuş, bu sebeple de yemek salonunda sırf 
kadınlar ve çocuklar oturuyor diye, alıştığı kaliteli standarttan vazgeçmeye 
niyetli değildi.
Bir önceki gün Mombasa'dan özel olarak İstakozlar, yayladan kuzu, 
Naivasha'dan da taze fasulye, kereviz ve patates getirtilmişti. Et yemeği için, 
Norfolk Oteli'nin çok özel nane sosu, Fransız usulü graten, ince bisküvi 
dilimlerinde tropik meyveler ve İngiltere'nin Cheshir, Cheddar peynirleriyle 
donanmış, barış çağrılarına pek de uygun düşen bir peynir tabağı sunulmuştu. 
Aşçı, tabaklar dolusu İstakoz ve kuzu porsiyonlarına el sürülmeden tekrar 
mutfağa taşınmasını, konukların ilk akşamki aşırı yorgunluklarına verdi. Ama et 
ve deniz ürünlerine karşı ısrarlı bir itiraz olunca, Nairobi'deki Musevi 
cemaatinin bir temsilcisinden açıklama yapması rica edildi. O da, Musevi yemek 
tarifleri hakkında bilgi verebileceğini, ama çocukların nane sosunu neden 
tatlılarının üzerine döktüklerine akıl erdiremediğini söyledi. Bunun üzerine 
kendini tutamayan aşçı önce "bloody war"* ardından da 'bloody refugees'e 
lanetler yağdırdı.
Narfolk büyük bir oteldi, ama buna rağmen bu kadar çok konuğu ağırlamaya 
alışık değildi. Bu yüzden odalar ikişerli gruplara ayrıldı, çocuğu olan iki kadın 
bir odayı paylaşmak zorunda kaldı. Yardımcıları için de ayrıca özel oda 
istemeye çekindiler. Norfolk'da aja ve yardımcılar olmadan yaşamak âdetten 
değildi ama bu olağandışı yolculuğa yardımcıları olmadan çıkmışlardı, bu 
yüzden pek de sıkıntı çekmediler. Zaten normal koşullarda otel idaresinin 
prensibi de Avrupalıların siyahlarla aynı yerde kalmaları uygun değildi.
Regina yatağını, kendisinden birkaç ay büyük olan bir kızla paylaştı. İlk gece 
onlar için epey zor oldu, çünkü ikisi de ailesinin tek çocuğuydu ve bu kadar sıkı 
fıkılığa pek alışık değillerdi, ama çok geçmeden korku ve çekingenlikleri geçti. 
İnge Sadler, sırtında Drindl' ile topaç gibi bir çocuktu.** Geceleri de mavi yeşil 
kareli fanila bir gecelikle uyuyordu. Sevimli, başına buyruk Sözcük anlamı kanlı 
savaş ama buradaki kullanımı pis savaştır. Ç.N Bavyeralılar'ın giydiği özel bir 
elbise. Ç.N bir kızdı. Yeni bir arkadaş kazandığı için mutluluğunu gizlemiyordu. 
İlk günler, İngrid'in konuştuğu Bavyera şivesini İngilizce sanmıştı, ama yeni 
arkadaşının konuşmasına çok çabuk alıştı, okuma yazma bildiği için de ona 
gıpta etti.İnge Almanya'da sadece bir yıl okula gitmişti, bildiklerini Regina'ya 
öğretmeye de hazırdı. İnge bazı geceler uyanıp ağladığında her defasında annesi 
onu yatıştırıyordu. Geride bıraktığı yaşamında Owuor nasıl kalbini fethettiyse, 
gündüzleri o kadar enerji dolu ve güçlü göründüğü halde kendi Aja'sı kadar 
yumuşak ve şefkatli bir şekilde kızını teselli eden anne de çabucak Regina'nın 
kalbine giriverdi. Regina Bayan Sadler'e Saura'yı anlattığında, iş sepetinden 
mavi bir yün yumağı çıkararak, ona bir karaca örüverdi.


Sadler ailesi Yukarı Pfalz bölgesinde Weiden'de yaşıyorlardı, savaş çıkmadan 
altı ay kadar önce Kenya'ya gelmişlerdi. İki erkek kardeşinin bir konfeksiyon 
mağazası vardı, üçüncü erkek kardeş ziraatçiydi. Her üçünün eşi de, 
geçmişlerindeki şaşalı yaşamlarını düşünüp dert edinmemeye azimli 
görünüyordu. Nairobi'deki ünlü bir mağazaya kazak örüyorlar, bluz dikiyorlardı. 
Kocalarını da Londiani'de bir çiftlik kiralamaya ikna etmişlerdi. Altı ay sonra ilk 
ürünlerini bile almışlardı.
İnge Weiden'de 9 Kasım faciasını yaşamıştı, anne ve babasının mağazasının 
vitrinlerinin nasıl kırıldığını, kumaşların ve elbiselerin sokaklara atıldığını, 
evlerinin talan edildiğini görmüştü. Babasıyla iki amcası evden zorla alınıp 
götürülmüşler, sille tokat Dachau kampına atılmışlardı. Dört ay sonra eve 
döndüklerinde İnge üçünü de tanıyamamıştı. Norfolk'a geldiklerinin ikinci 
haftasında, geceleri ağladığı için utanan İnge, anne ve babasıyla hiç 
konuşmadığı yaşantısından bazı bölümleri Regina'ya anlattı.
İnge anlattıklarını bitirince, Regina, "Benim babamı kimse dövmedi," dedi.
"O zaman o yahudi değil."
"Bu doğru değil."
"Öyleyse siz Almanya'dan gelmediniz."
"Yoo, Almanya'dan geliyoruz," dedi Regina, "vatanımızdan; Leobschütz, 
Sohrau ve Breslau'dan."
"Almanya'da bütün yahudiler dayak yedi. Çok iyi biliyorum. Almanlardan nefret 
ediyorum."
"Ben de," diye Regina söze karıştı: "Almanlardan nefret ediyorum."
İçinde yeni uyanan bu nefreti, İnge'yi, sokaklara atılan elbiseleri ve Dachau'da 
olanları bir an önce babasına anlatmaya karar verdi. Gerçi babasını, Owuor, Aja, 
Saura ve Rummler'i düşündüğünden daha az aklına getiriyordu, ama vicdanını 
sızlatan ayrılık acısını hissettikçe onu daha da çok özlüyordu. Çünkü toprağa 
uzanıp yattığında, kendilerini Rongai'den uzaklara götürecek olan kamyonetin 
sesini ilk o duymuştu.
Kelebeklerin, kızgın öğle sıcağında üzerlerinde sarı bulutlar gibi uçuştuğu, 
beyaz nilüfer çiçeklerinin salmdığı küçük çayın kenarında oturduklarında, 
İnge'ye ağzındaki baklayı çıkarıverdi: "Savaşı ben çıkardım."
"Saçma, savaşı çıkaran Almanlar. Buradaki herkes bunu biliyor."
"Bunu babama da söylemeliyim."
"O da çoktan biliyordur."
Regina ancak aralarında geçen bu konuşmadan sonra bütün kadınların savaştan 
söz ettiklerini fark edebildi. Epeydir, geldikleri günkü kadar neşeli 
görünmüyorlardı. Sık sık, "bir gün tekrar çiftliğe gittiğimizde," diye 
tekrarlıyorlardı, kadınlardan hiç biri de, Nairobi'ye geldikleri günkü o keyifli ruh 
halini hatırlamak bile istemiyordu. Norfolk'ta karşılaştıkları bu değişik hava 
çiftlik hayatına duydukları özlemi artırıyordu.
Sıska, sevimsiz otel müdürünün adı, Applewaith'di, adını söylemekte zorlanan 
insanlara karşı nefretini saklamaya gerek duymuyordu. O güne kadar özel ya da 


iş hayatında en ufak bir alışverişi olmadığından çocuklardan da nefret ediyor, bu 
yüzden de genç annelerin mutfakta bebeklerinin sütünü ısıtmalarına, bebek 
bezlerini balkonlara asmalarına, çocuk arabalarını da ağaçların altına 
koymalarına izin vermiyordu. Davetsiz konuk, daha da kötüsü "Enemy Alliens" 
gözüyle baktığı kadınlara bu nefret duygusunu da sıkça hissettiriyordu.
Birlikte olma mutluluğunun getirdiği coşkunun ilk heyecanı geçince, kadınlar 
telaş ve suçluluk duygusu içinde gerçekle yüzyüze geldiler. Hemen hepsinin 
Almanya'da akrabaları vardı, şimdi anne ve babaları, kardeşleri ya da dostları 
için artık oradan kurtuluşun olmadığını apaçık görüyorlardı. Artık 
değiştirilemeyecek olan bu kesin sonu bilmek, kendi geleceklerinden de emin 
olamama duygusu karşısında çaresiz kalıyorlardı. Böyle durumlarda, kararları 
tek başlarına alan, ailelerinin sorumluluğunu üstlenen kocalarını özlüyorlardı. 
Aciz olduklarını gördükçe büsbütün çaresizliğe kapılıyorlar, önce aralarında 
küçük çekişmeler başlıyor, sonra da yenilgiyi kabullenip, çareyi geçmişe 
sığınmakta buluyorlardı. İster istemez sürüklendikleri ataletle birlikte her gün 
anılarında yeniden tazelenen geçmiş günlerinde ne kadar mutlu olduklarını 
anlatmakta birbirleriyle yarışıyorlardı. Gözyaşlarından utanıyorlar, dahası, 
"bizim orada" ya da "evdeyken" diye konuşurlarken, çiftlikleri mi yoksa 
Almanya'yı mı kastettiklerini artık pek kestiremiyorlardı. 
Jettel sığınma ve tesselli bulma ihtiyacıyla kıvranıyordu. Rongai'de Owuor'un 
neşeli mizacını, önceden olduğu gibi hiç de münzevi görünmeyen, aksine 
güvenli ve gelecek vaad eden günlerin alışılmış akışını özlüyordu. Walter'le 
yaptığı, geriye dönüp baktığında ise şimdi kendisine bir şakaymış gibi gelen 
kavgaları bile özlüyor, daha adını andığı anda ağlamaya başlıyordu. İçini her 
döküşünde de, "Eğer kocam burada neler yaptığımı bilseydi, beni hemen 
aldırırdı," diyordu.
Jettel'in böyle kendisini umutsuzluğa kapıp koyverdiği günler kadınlar 
çoğunlukla odalarına çekiliyorlardı, ama bir akşam Jettel'in acısı önceki günlere 
göre daha yoğunlaşmış, hıçkırık sesleri dayanılmaz hale gelmişti, birden Elsa 
Conrad ummadık biçimde patlayıverdi, yüksek sesle, "Yaygarayı kes de, artık 
bir şeyler yap!" diye bağırdı, ardından: "Benim kocamı götürselerdi burada 
öylece oturup ağlar mıydım sanıyorsun? Siz genç kadınlar Tanrı hepinizin 
cezasını versin." dedi.
Jettel şaşkınlıktan hıçkırıklarını kesiverdi, "Ne yapabilirim?" diye sordu, sesinde 
ağlamaktan eser yoktu.
Norfolk'a geldikleri ilk günden beri Elsa Conrad, herkesin büyük bir saygı 
duyduğu bir otorite olarak kabul görmüştü. Ne insanlardan ne de tartışmaktan 
çekiniyordu, topluluktaki tek Berlinli'ydi ve üstelik de bir tek o Musevi değildi. 
Dış görünüşü de gösterişliydi. Elsa'nm tombul ve hantal bir görünümü vardı ama 
o kendine özen gösteren bir kadındı, gündüzleri dolgun vücudunu yerlere kadar 
uzun çiçekli elbiselere sarıyor, akşamları da derin dekolteli tuvaletler giyiyordu. 
Başına ateşkırmızısı türbanlar sarıyordu. Bebekler onun türbanlarından öyle bir 
ürküyorlardı ki Elsa'yı her gördüklerinde yaygarayı basıyorlardı. Sabahlan saat 


ondan önce yatağından kalkmıyordu, kahvaltısını odasına getirmeleri için Bay 
Applewaithe'i ikna etmişti.
Hep küçük ayrıntılar yüzünden yakınan kederli annelere, çocuklarla kadınlara 
bıkıp usanmadan öğütler veriyordu. Sadece geldiğinin ilk günlerinde ondan 
biraz ürkmüşlerdi. Hazırcevaplığı insanları kışkırtan tavrını affedilir kılıyor, 
esprileri canlı mizacıyla uyum sağlıyordu. Öyküsünü anlattığı zamansa herkesin 
gözünde bir kahraman oluvermişti.
Elsa Berlin'de bir bar işletiyormuş, hoşlanmadığı müşterilerine asla ödün 
vermezmiş. Sinagog yangınından kısa bir süre sonra bir gün yanında iki kişiyle 
bir kadın barına gelmiş, daha mantosunu çıkarmadan yahudilerle ilgili öfkeyle 
atıp tutmaya başlamış. Elsa kadını hemen yakasından tuttuğu gibi kapının önüne 
koymuş ve ardından bağırmış: "Sırtındaki pahalı kürk nereden geliyor 
sanıyorsun? Onu yahudilerden çaldın, seni pis fahişe!"
Bu olay ona altı ay gözhapsine malolmuş, ardından da hemen Almanya'dan 
sürülmüş. Parasız pulsuz Kenya'ya gelmiş, bir hafta geçmeden de Nanyuki'deki 
İskoçyalı bir çiftin yanına çocuk bakıcısı olarak girmiş. Çocuklarla pek 
anlaşamamış ama gemide kulaktan dolma öğrendiği kırık dökük İngilizce'siyle 
annebabayla nisbeten iyi bir ilişki kurmuş, onlara skat öğretmiş, aşçıya da 
omletin, köfte kızartmasının nasıl yapıldığını göstermişti. Savaş çıktığında ise 
İskoç aile Elsa'dan ayrılırken öyle üzülmüş ki kamyonetle gitmesine gönülleri 
razı olmamış. Norfolk'a kadar onu arabalarıyla götürmüşler, kucaklayıp 
uğurlarken, İngilizlerle Chamberlain'e da lanet yağdırmayı da unutmamışlar.
Elsa zafere alışıktı. Ertesi akşam, gelecek için endişelerini dile getirirken, "Peki 
ne yapmam gerekiyor?" diyen Jettel'i taklit ederek, "Savaş devam ederken, 
kocalarınız tutuklanırken siz burada pinekleyip, sinek mi avlayacaksınız? Ne 
öyle bana aval aval bakıyorsunuz? Siz hiç elüstünde tutulduğunuz günleri 
unutamaz mısınız? Nazik popolarınızı kaldırın da yetkililere bir iki kelime 
yazın. Onlara yahudilerin Hitler yandaşı olmadıklarını yazın, elbet bunu 
anlayacaklardır. İçinizdeki kibar hanımlardan biri mutlak okula gitmiştir, bir 
mektup yazacak kadar İngilizce biliyordur." dedi.
Pek sonuç alınamayacağı bilinmekle birlikte, bu öneri kabul gördü. Çünkü 
herkes İngiliz ordusundan çok Elsa'nın öfkesinden korkuyordu. Elsa, güzel 
konuşmasını bildiği kadar organize etmeyi de iyi beceriyordu, hemen kollan 
sıvadı, yeterli derecede İngilizce bilen dört kadınla, güzel yazısı olan Jettel'i 
mektupları yazmakla görevlendirdi. Mektuplarda insanların durumları hakkında 
bilgi verilecek ve görüşleri açıklanacaktı. Bay Applewaithe, otelden dışarı 
çıkmasına izin verilmeyen insanların mektuplarını postaya vermenin kendi 
görevi olduğunu şaşılacak bir çabuklukla kabul etti.
Eylemin bu kadar çabuk başarıya ulaşacağını Elsa bile beklemiyordu. Askeri 
makamlar mektupların içeriği ve ifade tarzından çok durumun yeniden gözden 
geçirilmesi gerektiği üzerinde durdular. Londra'dan gelen ilk tepkilerden sonra, 
Nairobi'dekiler yaptıklarının doğruluğu ile ilgili bir kuşkuya düştüler: 


sığınmacıları sorgulamadan gözaltına almak mı doğruydu yoksa önce siyasi 
eğilimlerini öğrenmek mi daha akılcı olacaktı...
Üstelik asker tarafından toplanılıp gözaltına alınan çiftçilerin, çiftlik sahiplerine 
hem ucuza çalıştığı hem de sorumluluklarının bilincinde, güvenli insanlar 
oldukları da biliniyordu. "East African Standart" gazetesindeki okuyucu 
sütunları, savaş tutuklularının özellikle de Nairobi'de, neden lüks otellerde 
barındıklarına dair hemen her gün sayısız soruyla dolup taşıyordu.
Norfolk ve New Stanley otellerinin sahipleri de ısrarla onların serbest 
bırakılmalarını istiyordu. Albay Whidett önce esnek davranmanın doğru 
olacağını düşündü. İlk adım olarak evli çiftlerin çocuklarını görmelerine izin 
verdi, sonrasını da düşünecekti. Bay Abblewaithe'in mektupları askeri 
makamlara teslim etmesinden tam on gün sonra askeri kamyonetler yeniden otel 
kapısında göründüler. Kadınları ve çocuklarını, Ngong'daki erkekler kampına 
götürme emrini almışlardı.
Erkeklerin durumu da aynı eşleri gibi olmuştu.. Gözaltına alındıktan sonra, 
yalnızlık ve suskunluklarından kurtulup, yeniden yaşama dönmüşlerdi. Yalnızlık 
ve tekdüzelikten kurtuluşun coşkusunu yaşıyorlardı. Almanya'da son kez 
gördükleri akrabaları ve dostlarıyla yeniden buluşmuşlardı. Gemide birlikte 
yolculuk yaptıkları kader arkadaşları sevinçle birbirlerinin kollarına atılmışlar, 
birbirine tanımayan ıinsanlarsa bazı ortak dostlar keşfetmişlerdi. Günler ve 
geceler, birbirlerine yaptıkları işlerden, umutlarından ve geleceğe ilişkin 
düşüncelerinden söz ederek geçmişti. Beladan sıyrılanlar başkalarının 
çektiklerini duydukça, kendi acılarını unutmuşlardı. Yeniden dinlemeyi 
öğrenmişler, en önemlisi içindekileri sözcüklere dökebilmişlerdi. Sanki bütün 
engeller bir anda yok olmuştu.
Karıları ve çocuklarından başka tek bir kulun bile olmadığı yalnız çiftlik 
yaşantısından sonra, kendilerini birden erkekler topluluğunda bulmaktan hepsi 
de pek memnundu. En azından şimdilik geçim sıkıntıları, sorumlulukları yoktu, 
işten atılma korkuları da kalmamıştı. Konuşmalarına ara verip soluklanmak bile 
yüreklerini rahatlatıyordu. Sessizliğin ardından her defasnda aynı sözü 
tekrarlayan Walter oluyordu, "Nihayet yahudilerin de kendilerini düşünen bir 
kralı var."
Kampa geldiği ilk günlerde, sanki uzun bir yolculuktan sonra, hemencecik içli 
dışlı oluverdiği uzak akrabalarına kavuşmuş gibi oldu. Gilgil'de altı yıldır 
çiftçilik yapan Frankfurt'lu eski avukat Oscar Hahn, Berlin'de doktor olup 
şimdilerde ise Nairobi'deki hastanenin çamaşırhanesini yöneten Kurt 
Piakowsky, Kisumu'da bir altın madeninde menajer olarak iş bulan Erfurtlu diş 
doktoru Leo Hirsch, Walter'in öğrencilik yıllarından dostlarıydı, hepsi de birlikte 
geçirdikleri günlere ait anılardan, ortak arkadaşlarından ve öğrencilik 
zamanlarındaki neşeli günlerinden söz etmeye can atıyorlardı.
Breslau'dan eski dostu Heini Weyl, Kisumu'da yakalandığı sarıhumma ve amipli 
dizanteriye karşın yaşam şevkinden ve şakacı mizacından hiçbir şey 
yitirmemişti. Onun gibi Breslaulu olan Henry Guttmann da herkesçe gıpta edilen 


edilen iyimser mizaçlı bir gençti. Henüz çok gençti, bu yüzden Almanya'da 
mesleğini ve tüm yaşamını yitirmek gibi bir sıkıntısı olmamıştı, küçük bir grupta 
geçmişinden çok geleceği olan birkaç seçilmiş kişiden biriydi. Eldoret'teki 
çiftliğiyle beraber bir yıl içinde sıfırı tüketen Max Bilawasky, Kattowitz'den 
geliyordu ve Leobschütz'ü biliyordu.
Gleiwitz'te iken bisiklet ticareti ile uğraşan Siegfried Cohn, Nakuru'da kazancı 
yerinde bir mühendisti, Silezya'nm katı aksanını İngilizler'in genizden gelen 
tınısıyla düzeltmeyi becererek, yeni yaşamının diline de uyum sağlamıştı. 
Ratibor'da bir ayakkabı mağazası olmuş, Thika'da bir kahve çiftliğine kapağı 
atmış, bir yolculuğu sırasında da Sohrau'da Redlich'lerin otelinde gecelemişti. 
Walter'in babasını çok iyi anımsıyor, Liesel'in güzelliğinden, 
yardımseverliğinden ve yaptığı nefis pastalardan hayranlıkla söz ediyordu.
Gözaltına alman erkeklerin hepsinin anlatacağı çok şey vardı. Belleklerinin 
derinliklerine gömülü bu anıları ruhlarına serin bir çeşmeden akan su gibi 
ferahlık veriyordu. Ama keyifli havaları kadmlarınki kadar uzun sürmedi, çok 
geçmeden gerçekle yüzyüze geldiler. Anadillerini konuşma mutluluğunun ve 
anılarının, kaybettikleri vatan toprağının, kendilerinden zorla alman 
zenginliklerin, yitirilen onurlarının, gurur ve güvenlerinin yerini asla 
alamayacağını çok çabuk fark ettiler.
Alelacele kapatılan yaraları yeniden deşilince öncekinden daha da çok acı 
vermeye başlamıştı.
Dışlanmışlıktan bir an önce kurtulup, Kenya'da kök salıp yerleşmek için 
yüreklerindeki bir nebzecik umut ışığı da savaşın patlak vermesiyle sönüp 
gitmişti. Almanya'da bıraktıkları akrabalarını Kenya'ya getirme hayalleri de bir 
anda suya düşmüştü. Ne kadar imkansız görünse de uzun zaman buna 
inanmışlardı oysa Walter de kabul etmekte ne kadar direndiyse de, babasına, 
kızkardeşi ve kayınvalidesiyle görümcesine artık yitirilmiş gözüyle bakıyordu.
Bir gün derdini Oscar Hahn'a açtı ve: "Bizimkiler Polonyalılardan yardım 
alamazlar. Almanların gözünde ise onlar Polonyalı yahudi. Kader bir kez daha 
ne kadar başarısız olduğumu gösterdi."dedi.
"Sen değil hiçbirimiz başaramadık. Şimdi değil, daha 1933'te. Almanya'ya hep 
inandık ve gerçekleri göremedik, gözlerimizi kapadık. Kendimizi 
koyvermemeliyiz. Sen sadece oğul değil, aynı zamanda bir babasın."
"Kendini asacak ipin parasını bile kazanamayan iyi bir baba."
"Böyle bir şeyi aklından çıkarmalısın" dedi Hahn öfkeyle: "Yaşamak 
isteyenlerimizin birçoğu ölecek, kurtulanların tek seçeneği, çocukları için 
hayatta kalmak. Kurtulmak sadece şans değil, görevimiz de olmalı. Hayata 
güvenmek de. Almanya'yı kalbinden sök at artık. Ancak o zaman yeniden 
yaşama sarılabilirsin."
"Denedim. Ama yapamadım."
"Önceleri ben de böyle düşünürdüm, şimdiyse, sayılamayacak kadar çok fahri 
görevlerde bulunmuş, bomba gibi bir staj yapmış bir zamanların o nazik avukatı 
aklıma geldikçe şaşıyorum, eskiden hayal meyal tanıdığım adam bana yabancı 


geliyor. Hadi, Walter! Artık bırak bunları da, buradaki zamanını değerlendir, 
biraz rahatla, kendinle barışık ol. Buradan kurtulduğumuzda her şeye yeniden 
başlayabilirsin."
"Beni deli eden de bu ya. Kral bize yardım etmezse, ben ve ailem ne olacağız?"
"Hâlâ Rongai de bir işin var."
"Hâlâ demen çok güzel."
"Bana Oha desen nasıl olurdu?" diye gülümsedi Hahn "Karım burası için bana 
bu adı uygun buldu. Bana Oscar kadar Alman adı gibi gelmiyor. Benim Lilly'im 
mükemmel bir kadın. O olmasaydı, Gilgil'deki çiftliği satın almaya cesaret 
edemezdim."
"Tarım işlerinden o kadar iyi anlıyor mu?"
"Hayır, o konser solistiydi. Ama hayatı her yönüyle çok iyi biliyor. Schubert'ten 
liedler söylediğinde, hizmetkarlar zevkten dört köşe oluyorlar. İneklerin de sütü 
bollaşıyor. Umarım yakında sen de tanırsın."
"Sen de Süsskind'in teorilerine inanıyorsun demek?"
"Öyle."
Süsskind, askeri makamların tutumu ve gelecekte neler olabileceği konusunda 
varsayımların yapıldığı tartışmalardan birinde: "Rubens gibi adamlar bütün 
yahudileri 'enemy alliens' gibi görmekten bir süre sonra vazgeçecekler, bizi 
savaş boyunca burada kapalı tutamazlar, göreceksiniz." demişti, "Eminim, yaşlı 
Rubens'le çocukları bizim kendilerinden çok önce Hitler'e karşı olduğumuzu 
İngilizlere çoktan anlatmışlardır."
Albay VVhidett, gerçekten de önceden hiç hazırlıklı olmadığı bir yığın sorunla 
uğraşmak zorunda kalıyordu. Rubens'in beş erkek kardeşinin, tabii babasının da, 
hiç aksatmadan bürosunu ziyaret etmelerinin mi, yoksa Londra'daki savaş 
bakanlığıyla aralarındaki görüş ayrılıklarının mı daha tatsız olduğuna karar 
veremiyordu. Albay savaş çıkana kadar, Avrupa'da olup bitenlerin, Jaluo ile 
Lumbwa arasındaki sürüp giden kabile savaşlarından daha az ilgisini çektiğini 
itiraf etmekten utanmıyordu. Ama onu en çok şaşırtan Rubens ailesini her 
ziyaretine gidişinde, onların tüm olayların şok edici ayrıntılarından haberdar 
olduklarını bildiği halde hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmalarıydı.
Whidett Boarding Okulu'na gittiği ilk yıl karşılaştığı, hırslı bir öğrenci ve son 
derece kötü bir kriket oyuncusu olarak belleğinde kalan Dave ve Benji 
kardeşleri hesaba katmazsa, o güne kadar hiç Musevi tanımamıştı.
Rubens ailesinin kendisinden önce Kenya'yla bağlantısının olması üstelik 
İngilizce'yi de Oxford'un kıdemli öğrencileri kadar mükemmel konuşması 
VVhidett'i ciddi bir şekilde düşündürüyordu. Bu yüzden gönülden istemese de, 
"kendilerine haksızlık yapıldığı" söylenen sığınmacıların kaderiyle ilgilenmeye 
başladı.
Böylece VVhidett, çiftlikte çalıştıkları için düşmanla ilişki kurmaları olanaksız 
görünen sığınmacıların serbest bırakılması önerisini kabul etti. Doğru 
yaptığından pek emin değildi ama, bu kararı özellikle askeri çevrelerde kabul 
görünce epey şaşırdı. Daha sonra alınan kararın gerekli olduğu da anlaşıldı.


Norfolk ve New Stanley'den hareket eden kamyonetler bir pazar öğleden sonra 
kampa geldiler. Sırtlarında haki üniformalarıyla erkekler tel örgülerin önünde 
göründüğünde çocuklar ürkek ürkek el salladılar, anneler de en az onlar kadar 
gergindiler. Kadınların çoğu, üst düzey davetin verildiği bir partiye gider gibi 
giyinmişlerdi. Bazılarının üzerinde en son Almanya'da giydikleri dekolte 
kıyafetler vardı, birkaçı da elinde, çocukların otel bahçesinden kopardığı minik 
solmuş çiçekleri tutuyordu.
Walter uzaktan Jettel'i gördü. Karısının üzerinde kırmızı bir bluz vardı, yolculuk 
için aldığı beyaz eldivenleri de giymişti. Gece elbisesi aklına gelince, öfkesini 
zor tuttu. Aynı anda karısının ne kadar güzel olduğunu fark etti, ama sonra en 
samimi anlarında bile karısına dürüst davranmadığı ve onu kandırdığı aklına 
geldi, nabzının heyecanla attığı günler artık geçmişte kalmıştı. Kendisini bir an 
yaşlanmış, tükenmiş ve güvensiz hissetti.
Regina da ona şimdi yabancı geliyordu. Ayrılmalarının üzerinden henüz dört 
hafta geçmiş olduğu halde kızı sanki serpilmiş, boy atmıştı. Rongai'de Aja ile 
ağacın altına oturdukları günlerden çok daha farklıydı. Walter karısıyla 
konuşacak ortak konular bulmak için, önce karacanın adını hatırlamaya çalıştı, 
ama bir türlü adı aklına gelmedi. O sırada Regina'nm koşarak kendisine doğru 
geldiğini gördü.
Regina tazı gibi sıçrayıp, sıska kollarını babasının boynuna dolaymca Walter, 
birden kızını karısından daha çok sevdiğini fark etti. Gizleyemediği bir suçluluk 
duygusuyla, bu gerçeği asla ikisinin de öğrenemeyeceğine dair kendine söz 
verdi.
"Baba, baba!" diye kulağına haykıran Regina'nm sesiyle, kendine geldi, şimdi 
biraz daha rahatlamıştı. "Bir arkadaşım var artık, gerçek bir arkadaşım. Adı 
Inge. Okumasını da biliyor Annem de bir mektup yazdı."
"Ne mektubu?"
"Gerçek bir mektup işte. Seni ziyaret edebilmemiz için."
"Evet," diye atıldı Jettel, Walter'i kucaklayabilmek için, Regina'yı iyice öteye 
itekleyerek, "Seni serbest bırakmaları için bir dilekçe yazdım."
"Benim Jettel'im ne zamandır dilekçe nedir biliyor?"
"Senin için bir şeyler yapmak zorundaydım. Öylece oturup sinek avlayacak 
değildik ya. Belki yakında yine Rongai'ye dönebiliriz."
"Jettel, Jettel, sana ne yaptılar böyle? Hani Rongai'de ölesiye mutsuzdun."
"Bütün kadınlar tekrar çiftliklerine dönmek istiyorlar."
Jettel'in sesindeki mağrur ifade Walter'i hüzünlendirdi. Dahası yalan söylerken 
ona bakmaya cesaret edememesi pek bir dokundu, ama karacanın adı gibi, 
hoşuna gidecek, onu okşayacak, pohpohlayacak sözcükler bulmakta zorlandı. 
Regina'nm konuştuğunu duyunca rahatladı.
"Almanlardan nefret ediyorum baba, Almanlar'dan nefret ediyorum."
"Kimden öğrendin bunu?"


"İnge'den, babasını dövmüşler, Dachau'daki bütün pencereleri yere indirmişler, 
elbiseleri de sokaklara atmışlar. İnge, Almanlardan nefret ettiği için geceleri 
ağlıyor."
"Almanlar değil Regina, Naziler"
"Naziler de mi var?"
"Tabii var."
"Bunu İnge'ye söylemeliyim. Şimdi Nazile/den de nefret edecek. Naziler de 
Almanlar gibi kötü mü?"
"Sadece Naziler kötü. Bizi Almanya'dan onlar kovdular."
"İnge bunu hiç söylemedi."
"Hadi şimdi git onu bul, babanın söylediklerini ona anlat!"
"Regina'nm aklını büsbütün karıştıyorsun," diye Regina'nın arkasından söylendi 
Jettel ama Walter'in yanıtlamasına fırsat vermeden, "Biliyor musun" diye alçak 
sesle konuşmasını sürdürdü, "savaş çıkalıberi artık annem ve Kaete için hiçbir 
ümit kalmadı."
Walter içini çekti, sonunda karısıyla her şeyi açıkça konuşabileceği için 
rahatladı.
"Evet biliyorum. Babamla Liesel de kapana kıstırıldılar. Sakın bana nasıl 
üstesinden geleceğimizi sorma, ben de bilmiyorum"
Jettel'in ağladığını görünce, dayanamayıp onu kucakladı, epeydir kendisinin 
akıtamadığı gözyaşlarının hiç değilse karısını ferahlattığını düşününce teselli 
buldu. Sonra kafasından geçenleri bir an önce söylemeye karar verdi, korkusuna 
teslim olmamalıydı:
"Jettel, artık bir daha Rongai'ye hiç dönmeyeceğiz."
"Neden? Nereden biliyorsun?"
"Bu sabah Bay Morrison'dan mektup aldım."
Çantasından mektubu çıkararak Jettel'e uzattı. Onun mektubu okuyamayacağını 
biliyordu, ama kendisini toparlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardı. Birkaç saat 
önce Süsskind'in kendisine tercüme ettiği satırları Jettel'in gözleriyle yercesine 
okumasını seyretti.
"Sevgili Bay Redlich" diye başlıyordu Morrison'nun yazdığı İngilizce mektup: 
"Çiftliğimde bugün için bir Enemy Alien'e iş verme imkanımın olmadığını 
üzülerek size bildirmek zorundayım. Kararımı anlayışla karşılayacağına eminim. 
Gelecek için en iyi dileklerimle. Saygılarımla, William. P. Morrison"
Jettel ısrarla anlayamadığı kelimelere bakıyordu.
"Mektuba değil, yüzüme bak Jettel. Morrison işime son verdi."
"Buradan ayrılırsan nereye gideceğiz? Regina'ya ne diyeceğiz? Her gün 
Owuor'la Aja'yı sorup duruyor."
"En iyisi bırakalım Inge söylesin," dedi Walter yorgun bir sesle; "Owuor'u ben 
de özleyeceğim. Hayatımız ayrılıklarla geçiyor."
"Diğerleri de böyle mektuplar aldılar mı?"
"Bizden birkaç kişi.. Ama çoğuna gelmedi"
"Neden biz? Neden hep biz?"


"Kendine bir Nebbich seçtiğin için Jettel. Keşke Amcan Badmann'ın sözünü 
dinleseydin. Daha nişanımızdan önce bunu sana söylemişti. Gel, bırak ağlamayı. 
İşte dostum Oha da geliyor. Çok şanslı, Naziler onu daha 1933'te defterden 
sildiler. Şimdi Gilgil'de bir çiftliği var. Onu tanımalısın, utanmana gerek yok. 
Onun herşeyden haberi var. Hatta bize yardım etmeye söz verdi. Nasıl 
yapacağını bilmiyorum ama, bunu söylemesi bile hoşuma gitti.
15 Ekim 1939 günü, Ngong Kampındaki kara tahtada, sığınmacılar arasında 
farklı yankılar uyandıran, iki duyuru asılmıştı. İngilizler'in "Royal Oak" savaş 
gemisinin bir Alman denizaltı tarafından batırıldığı haberi, askerin kıt 
İngilizce'siyle yazıldığı için, duyuruyu önce çok az kişi anlayabilmiş, Scapa 
Flow körfezinde kimin saldırdığı, kimin zafer kazandığı anlaşılmadığından da 
ilgiden çok şaşkınlığa neden olmuştu. Buna karşılık kusursuz bir Almanca ile 
yazılmış olan ikinci duyuru büyük heyecan yaratmıştı, duyuruda çiftliklerde 
belli ve sürekli bir işi olan Enemy Alliens'ların serbest bırakılabilecekleri 
bildiriliyordu. Birkaç gündür etrafta dolaşan bu söylenti yeni bir haberle 
beslendi; Nairobi'deki askeri makamlar smırdışı edilecek olan erkeklerin Güney 
Afrika'ya sürgün edilmelerini planlıyorlardı.
Uzun aramalardan sonra Walter'i bir baraka tuvaletin arkasında bulan Oha, 
"Şimdi çiftliğime bir menajer bulmak zorundayım" dedi.
"Niye? Birkaç gün sonra buradan gideceksin ya."
"Ama sen gitmeyeceksin."
"Hayır, bana büyük piyango vurdu. Regina'yla Jettel'e de. Kadınlarda ve 
çocukları da mı Güney Afrika'ya gönderecekler?"
"Tanrı aşkına söylesene, sen hiçbir şey anlamaz mısın? Çiftliğimi sen idare 
edeceksin. En azından bir iş bulana kadar. Bir işbirlikçinin bir diğerini işe alması 
eminim yasak değildir. Süsskind, senin için düzenlediğim iş anlaşmasını 
tercüme ediyor.
Süsskind hukuk işlerinden pek anlamadığı, yazışmalar konusunda da acemi 
olduğu halde, Albay Whidett'i memnun etmişti. Albay, savaşın geri kalan 
günlerinde, yaşantısının dengesini bozacak insanlarla uğraşmaya hevesli değildi, 
tek istediği mümkün olduğu kadar çok sayıda sığınmacıyı serbest bırakmaktı. 
Böylece Albay sadece Walter'le Hahn'm kamptan ayrılmalarını sağlamakla 
kalmadı, New Stanley Oteli'nden Lilly'yi, Norfolk'tan da Regina ile Jettel'i 
aldırarak, iki erkekle birlikte Gilgil'e gönderdi.
Ngong'daki son akşam, Walter "Bütün bunları bizim için niye yapıyorsun?" diye 
sormuştu.
Hahn, "Açıkça söylemek gerekirse, aynı öğrenci birliğinden olan bir dostuma 
yardım etmenin görevim olduğunu düşünüyorum," diye cevap vermişti, "ayrıca 
benim için zor bir şey de değil. Üstelik sana çok alıştım, benim Lilly'imin de 
çevresinde yeni dostlara ihtiyacı var."
Hahn'ın çiftliğinin adı Arkadia'ydı. Yumuşak yeşil çimlerle örtülü tepelerde 
dolanan ineklerle koyunları, büyükçe bir sebze bahçesinin içindeki kumlukta 
eşinip duran tavukları, özenle ekilmiş mısır tarlaları, etrafında güller, karanfiller 


ve Afrika menekşelerinin yetiştiği yemyeşil çimenlerin önündeki beyaz taştan 
eviyle, Arkadia tam bir Alman malikanesini anımsatıyordu. Evin etrafını 
çevreleyen yollar taşla döşenmişti, mutfak binasının dış duvarları beyazmavi 
kareliydi, dışarıdaki baraka tuvalet yeşil, evin ahşap kapısı lake boyalıydı.
Yüksek bir sedir ağacının altında, eflatun begonvillerin sarmaladığı bir çardak, 
altında yuvarlak bir masa etrafında dizili sandalyeler vardı. Evin uşağı Manjala, 
yemek servisi yaparken giydiği beyaz Kanzu'sunu, Lilly'nin verdiği gümüş bir 
kemerle tutturmuştu. Lilly bu kemeri hayatının son karnaval şenliğinde 
kullanmıştı. Kanişin adı Bajazzo'ydu, siyah kıvırcık lüleleri, güneşte minik kara 
elmas parçacıkları gibi parıldıyordu.
Walter'le Jettel, Arkadia'ya geldikleri gün, yolda kaybolup da kurtarıcıları 
tarafından "Bir daha sakın ola ki tek başınıza sokaklarda dolaşmayın" uyarısıyla 
evlerine teslim edilen çocuklar gibi şaşkındılar. Sadece ev sahiplerinin 
kendilerini karşılarken gösterdikleri içtenlik değil, evin sıcak, samimi havası da 
onları cesaretlendirmişti. Gözlerini kamaştıran zenginlik, bunca bolluğu birarada 
göremedikleri bir vatanı hatırlatıyordu.
Yeşil deriden yuvarlak masalar, yumurta kabuğu rengindeki perdelerin önünde 
duran Frankfurt tarzı ağır dolap, duvarları gri kadife kaplı minik odacık, çiçekli 
İngiliz keteniyle kaplanmış koltuklar ve dore süslemeli maun komodin, Oha'nm 
annesiyle babasından kalma mobilyaydı, gümüş sofra takımıyla, kristal 
bardaklar ve porselenler Lilly'nin çeyiziydi. Kütüphane ağzına kadar kitap 
doluydu, duvarlara ünlü Hollandalı ressamlardan Frans Hals ve Vermeer'in 
kopya tabloları asılmıştı, oturma odasının duvarında da, bir prensin taç giyme 
törenini temsil eden bir tablo vardı. Regina her akşam bu tablonun önüne oturur, 
Oha'nın anlattığı öyküleri dinlerdi. Şöminenin önünde kırmızı kadife örtülü 
piyano, üzerinde alçıdan bir Mozart büstü duruyordu..
Güneş batar batmaz Manjala elinde renkli kadehlerin içindeki içkilerle görünür, 
hemen arkasından, sanki Lilly her gün Alman kasaplarından, fırınlarından ve 
sömürge dükkanlarından alışveriş yapabilirmiş gibi bildik yemekler servis 
edilirdi. Lilly'nin hizmetkarları çağırırken, ya da tavuklara yem verirken, giderek 
şarkıya dönüşen seslenmeleri, Oha'nun Frankfurt aksanıyla konuşması, Jettel'le 
Walter'e yabancı bir dünyadan sesler gibi gelirdi. Akşamları da Lilly geçmiş 
günlerindeki şarkı repertuvarından parçalar söylerdi.
Kapının önünde uşaklar çömelerek oturur, kadınlarsa sırtlarında bebekleriyle 
açık pencerenin önünde durarak şarkıları dinlerlerdi, Lilly ara verince, kaniş 
arka ayaklarının üzerinde doğrularak geceye doğru melodik havlamalarına 
başlardı. Walter'le Jettel'in geçmiş günlerinde böyle güzel müzikli bir yaşantıları 
pek olmamıştı ama, bu gece konserleri onlara ilaç gibi geliyor, bütün 
sıkıntılarını bir anda unutarak, kendilerini umuda ve gençlik günlerine götüren 
romantik duygulara bırakıyorlardı
Walter'le Jettel'in, Oha'nm konukseverliğinden aldıkları haz kadar, Oha da aynı 
şekilde onların varlığından mutluluk duyuyordu. Çünkü Lilly çevresinde yeni 
dinleyiciler olsun istiyordu, ne kendisi ne de çiftlikteki insanlar artık Lilly'i 


tatmin edemiyordu. Ama Oha yeni konukların evlerine gelmesiyle başlayan bu 
mutluluğun uzun sürmeyeceğini de çok iyi biliyordu.
Lilly'ye; "Bir erkek ailesinin geçimini sağlayabilmeli." dedi bir gün.
"Yine eskisi gibi konuşmaya başladın Oha. Hep bir Alman'dın ve Alman 
kaldın."
"Ne yazık ki öyle. Sen olmasaydın ben de Walter gibi çaresiz bir durumda 
olurdum. Biz hukukçular bir sürü saçmalıktan başka bir şey öğrenmedik."
"Şarkıcı olmak daha iyi."
"O da şayet senin gibi olursa... Aslında ben Gibson'a bir mektup yazdım."
"İngilizce bir mektup mu yazdın?"
"Tercüme edersen İngilizce olacak. Gibson'un Walter'e ihtiyacı olabileceğini 
düşündüm. Ama şimdilik ona bir şey söyleme. Sonra hayal kırıklığına uğrar."
Oha, kendisinden birkaç kez Pyrethrum* aldığı Gibson'u fazla tanımıyordu. 
Onun uzun zamandan beri, Ol'Joro Orok Çiftliği'nde ayda altı sterline çalışmaya 
razı olacak bir adam aradığını biliyordu. Geoffrey Gibson'ın Nairobi'de bir sirke 
fabrikası vardı, Pyrethrum ve keten tohumu yetiştirdiği çiftliğine de yılda dört 
kezden fazla gitmiyordu. Fazla düşünmeden kararını verdi.
Gibson'nun teklifi kabul ettiğini duyan Oha Walter'e, "Tam sana göre bir iş," 
dedi sevinçle, "orada ne inekleri ne de tavukları kesmek zorunda kalacaksın, 
sadece bir ev yapacaksın o kadar."
Küçük bir kamyonetin Ol'Joro Orok tepelerine ulaştıran balçıklı yolu, soluyarak 
tırmanmasından on gün sonra, sedir ağaçlarının arasındaki küçük evin çatısı 
tamamlanmıştı. Hintli marangoz Dijı Jiwan, yeni Bwana'si için, otuz kadar işçiyi 
de yanı
* Tarım ilacı pire otu.
na alarak, kül renkli kaba taşlan üst üste koyup evi yapmıştı. Evin damı, ot, 
tezek ve kerpiçle henüz örtülmemişti ki, Regina dikey uzanan yerli kulübelerin 
aksine bu evde yatay olan kalasların üzerine son kez çıkıp oturabildi.
Regina, siyah saçlı, açık esmer tenli Dijı Jiwan'm kucağında çatının tam ortasına 
tırmandı. Ol'Joro Orok'a geldiği günden beri, henüz dünyadan habersiz bir 
çocukken, Aja'sıyla ağacın altında uzanıp yattığı günlerdeki gibi, bu damın 
üzerinde saatlerce, ses çıkarmadan oturmuştu.
Damın üzerinde, babasının karlı olduğunu iddia ettiği tepelere gözlerini dikerek 
bir süre manzarayı doyasıya seyretti. Sonra bakışlarını karanlık ormana çevirdi, 
güneş doğarken bu ormandan maymunların ayaklamaları, akşamları da Şauri 
kabilesi yerlilerinin, çaldıkları davulların sesleri duyulurdu. Bedeninin iyice 
ısınmaya başladığını hissedince, sesinin var gücüyle aşağıda duran annesiyle 
babasına bağırdı: Ol'Joro Orok'dan daha güzel bir yer yok."
Sesi, bir zamanlar Menangai Yanardağı'ndan gelen yanıttan daha hızlı, daha net 
ve daha yüksek yankılandı. "Ol'Joro Orok'dan daha güzel bir yer yok!" diye 
tekrarladı.
"Bizim kız Rongai'yi çabuk unuttu."
"Ben de unuttum," dedi Jettel; "Belki de burada daha mut luyuz."


"Yok canım, bütün çiftlikler aynıdır. Birlikte olmamız önemli."
"Benden ayrıldıktan sonra kampta korktun mu?"
"Çok," diye yanıtladı Walter, Ol Joro Orok'daki beraberliğin de ne kadar 
süreceğini kendi kendine sordu. "Owuor için üzülüyorum," diye içini çekti, 
"buradaki en iyi dostumuzdu."
"O zaman henüz 'enemy alliens' sayılmıyorduk."
"Jettel, ne zamandan beri alaycı konuşmaya başladın?"
"Elsa Conrad, alay etmenin en iyi savunma silahımız olduğunu söyledi."
"Sen, sen ol kendi silahlarını kullan."
"Burasının sanki Rongai'den daha ıssız olduğuna dair bir his var içimde."
"Benim içimde de... Hele Süsskind yokken."
"Ama bir bakıma iyi," diye Jettel kendini teselli etti, "Oha'yla Lilly'nin 
Gilgil'deki çiftliğine o kadar uzak değil."
"Araba olursa sadece üç saat."
"Ya arabasız?"
"O zaman Loebschütz'e gitmekten daha kolay değil."
Jettel, "Göreceksin yine oraya gideceğiz," diye iddialı konuştu. "Ayrıca Lilly 
bizi burada ziyarete geleceğine söz verdi."
"İnşallah insanların burası için ne söylediklerini gelmeden önce duymaz."
"Ne söylüyorlar ki?"
"OF Joro Orok'a çakalların bile bir yıldan fazla dayanamayacaklarını".
Gerçekten de Ol'Joro Orok, Regina'nm sevdiği birkaç sesle yapılmış 
dermeçatma minik bir dükkandan ibaretti. Dükkanın sahibi Hintli Patel. varlıklı 
olduğu kadar, çevrede korkulan biriydi. Dükkanında un, pirinç, şeker ve tuz, 
kutu içinde yağ, puding, reçel ve baharat satıyordu. Nakuru'dan gelen tacirler 
kendisine uğradığında, onlara Mango, papaya, lahana ve pırasa sunuyordu. 
Dükkanda bunların dışında bidonlarda benzin, lambalarda kullanılmak üzere 
şişelerde parafin, çevredeki çiftçiler için alkol ve ince yün battaniyeler, kısa haki 
pantolonlar ve siyahi yerliler için de kaba kumaştan gömlekler bulunuyordu.
Onun dükkanından alış veriş yapan insanlar sadece dükkanındaki zengin mal 
çeşidi yüzünden değil, aynı zamanda postacılık görevini üstlendiği için de 
insanlar huysuz Patel'i hoş tutuyorlardı. Thompson Şelaleleri, tren 
istasyonundan haftada üç kez gelen araba, postayı Patel'e teslim ederdi. Hele biri 
Patel'i kızdırmaya görsün ki alışveriş yaparken kararsız olan insanlar onu sıkça 
kızdırıyorlardı hemen mektuplarına el konulmak suretiyle cezalandırılırdı. 
Zavallıcığın bu şekilde dış dünyayla bütün bağlantısı kesilmiş olurdu. Kurnaz 
Hintli, kendi memleketlisinin pirince düşkünlüğü kadar, Avrupalılar'ın da 
mektuplara ve gazetelere merakını çabuk keşfetmişti. Bu yüzden onları istediği 
gibi kullanıyordu.
Suratsız ve huysuzdu ama, yine de sığınmacılara karşı içinde küçük bir sempati 
besliyordu. Gerçi fazlaca eli sıkı olmalarından hoşlanmıyordu ama en azından 
işbirlikçiydiler, bu yüzden İngilizler'in onlardan hoşlanmadığını biliyordu. 


Kendisi de İngilizler'den nefret ediyordu, çünkü onu siyahiler gibi küçük 
görüyor ve aşağılıyorlardı.
Patel'in Duka'smdan altı mil uzaklıkta, ekvatordan üçbin metre yükseklikte 
kurulu olan Gibson'un Çiftliği, çevredeki bütün çiftliklerin en büyüğüydü. İlk 
keten tarlası ekilmeden önce, Kimani bu çiftlikte yaşamıştı, buna rağmen bir 
yere giderken hâlâ yolları karıştırır, hangi yoldan gideceğini uzun uzun 
düşünürdü. Kimani 45 yaşlarında, ufak tefek zeki bir Kikuyu yerlisiydi. Çiftlikte 
yapılacak işler için uşaklara o emir verir, Bwana olmadığı zamanlar da kimin ne 
kadar ücret alacağını o tayin ederdi.
Öğleden sonra güneş gökyüzünden yavaş yavaş çekilip gölgeler su deposuna 
düştü mü, Kimani elindeki uzun demir çubukla deponun ince çinkodan 
gövdesine vurarak günlük mesainin bittiğini duyururdu. Her akşam pişirilen 
poşo hamurunun mısır istihkakını o dağıttığı, hem de son derece dakik olduğu
için, çiftlik çalışanları kendisine büyük saygı duyardı. Hatta tarlalarda 
çalışmayan, mısırdan pay almayan nehrin öte yakasındaki Nandi'ler bile 
Kimani'yi sever ve sayarlardı.
Kimani, Gilgil, Thompson's Şelaleleri ve Ol'Kalao çiftliklerinde âdet olduğu 
üzere, kendisinin de bu çiftlikte hep bir Bwana'sı olsun istemişti. Sorumluluğunu 
taşıdığı bu topraklarda bir Bwana olmadıktan sonra, saygınlıkmış, itibarmış 
onun için hiçbir önemi yoktu. Yeni ev gururunu okşuyordu. Akşam mesaisinden 
sonra havaya hafif bir serinlik yayılınca, sırtını, evin hâlâ sıcak olan duvarlarına 
dayardı. Evin mimarı Dijı Jiwan'a yarattığı bu güzellikler için büyük bir saygısı 
vardı, oysa Hintliler'den en az Lumbwa kabilesi yerlileri kadar hoşlanmazdı.
Kimani, gözleri ölü gözünden farksız Bwana ile, içinden çocuk çıkmayacak 
kadar karnı dümdüz olan Memsahib'ten pek hoşlanmıştı. Bu yüzden öteden beri 
yabancılara karşı duyduğu kuşkuyu hemen içinden atıverdi, her zamanki 
suskunluğunu da bıraktı, dili çözüldü. Walter'i ormanın kıyısındaki tarlalara ve 
sadece yağmurlarla beslendiği zaman suya kavuşan nehre kadar götürdü. 
Tarlalarda Pyrethrum'un ve keten tohumlarının ışıldayan mavi çiçeklerini eline 
alarak, Walter'e toprağın ne kadar kırmızı olduğunu, bitkilerin gelişip 
büyümeleri için belli aralıklarda ekilmesi gerektiğini anlatmaya koyuldu. 
Kimani çok geçmeden, Walter'in bunlardan habersiz olduğunu anlamıştı, uzun 
bir safariden gelen Bwana'sı bir erkeğin bilmesi gereken toprak işlerinden 
anlamıyordu.
Dijı Jiwan evi tamamladıktan sonra, yerli kulübelerindeki gibi kubbesi yuvarlak 
bir mutfak yaptı, derin bir çukurun üzerine, birbirinden farklı büyüklükte üç 
delik olan tahtayı oturturken ise son derece isteksizdi. Çünkü bunu Walter'in 
ısrarı ile yapıyordu, tuvaletin tasarımı ona aitti, Kimani'nin tarlalarıyla
övündüğü kadar, Walter de bu tuvaletle gururlanıyordu. Ahşap kapının 
üzerindeki oymalı kalp işlemesi, çiftlikte öyle bir heyecan yarattı ki, Dijı Jiwan 
bir gün bile kullanmadığı halde, sonunda tuvaletle barışmak zorunda kaldı. 
Hintli, yabancısı olduğu bu tuvaleti kullanmıyordu, çünkü dini, ona 
bağırsaklarını iki kez aynı yere boşaltmayı yasaklıyordu.


Mutfak tamamlandığı gün, Kimani yanında erkek kardeşim diye tanıttığı bir 
adamla geldi, adı Kania'ydı, odaları süpürecekti. Tarladan alıp getirdiği 
Kinanjui'in görevi ise yatakları yapmaktı. Kamau'nun işi bulaşık yıkamaktı, 
saatlerce evin önünde oturuyor, güneş vurunca ışıl ışıl olana kadar bardakları 
parlatıyordu. En son kapıda Jogona göründü. Henüz ufacık bir çocuktu, çırpı 
kadar incecik bacakları vardı.
Kimani Regina'ya onun için, "Bir Aja'dan daha iyidir," demişti
"Eskiden bir karaca mıydı?"
"Evet."
"Ama konuşmuyor."
"Konuşacak. Kessu."*
"Ne yapacak?"
"Köpek için yemek yapacak."
"Ama bizim köpeğimiz yok ki?"
"Bugün bir köpeğimiz yok," dedi Kimani, "ama Kessu olacak."
Kessu güzel bir sözcüktü. Yarın, hemen, herhangi bir zaman, belki anlamına 
geliyordu. Kafalarını, kulaklarını ve ağızlarını dinlendirmek isteyenler Kessu 
derlerdi. Sabırsızlığına gem vurmayı bir tek Bwana beceremiyordu. Her gün 
Kimani'ye, Memsahib'e mutfakta yardım edecek bir uşak bulup bulmadığını so
ruyordu, Kimani yanıt vermeden önce dişleri birbirine kenetli, havayı şöyle bir 
içine çekiyor, sonra:
"Mutfakta bir uşağın var ya Bwana." diyordu.
"Nerede Kimani, uşak nerede?"
Kimani her gün yinelenen bu konuşmayı pek seviyordu. Çoğu zaman ağzıyla 
birtakım sesler çıkarıyordu. Bunun Bwana'yi kızdırdığını biliyordu ama bunu 
yapmaktan da bir türlü vazgeçemiyordu. Bwana'yi sükûnetle yola getirmek 
mümkün değildi çünkü. Yolculuğu çok uzun sürmüştü. Kimani'nin duruma 
açıklık getirmemekteki ısrarlı direnişi VValter'in canını sıkıyordu. Jettel'in 
mutfakta yardıma ihtiyacı vardı. Ekmek hamurunu tek başına yoğuramıyor, 
içme suyu dolu ağır bidonları güçlükle kaldırıyordu; bulaşıkçı Kamau'yu 
ikidebir tüten ocağa bakması ya da yemeği mutfaktan eve kadar taşıması için 
bile yerinden kıpırdatamıyordu.
Kendisinden her yardım istendiğinde, "Bu benim işim değil," diyerek, yeniden 
önündeki bardakları parlatmaya koyuluyordu.
Her gün süregelen bu kavga Jettel'in cesaretini kırıyor, Walter'i de 
sinirlendiriyordu. Ev işlerine yardım edecek yeterli sayıda hizmetkarı olmazsa 
çiftlikteki insanların önünde gülünç duruma düşeceğini biliyordu. Onu en çok 
korkutan, Bay Gibson'un bir gün aniden çıkıp gelerek, yeni çiftlik yöneticisinin, 
mutfakta bir yardımcı bile bulamayacak kadar aciz olduğunu göreceği 
düşüncesiydi. İsteğini gerçekleştirmek için çok zamanı kalmadığını 
hissediyordu.
Kimani'yle çiftliklerde turlarken kendisine dostça "Jambo" diye seslenen ya da 
evlerde çalışmak yerine, Memsahib'e mutfakta yardım etmeye hazır görünen 


erkekleri her defasında sorguya çekerek yokluyordu. Ama her gün aynı şey 
oluyordu. İşçiler sıkılgan bir tavırla başlarını öte yana çevirip, Kimani'nin 
çıkardığı seslere benzer bir şeyler homurdanıyorlar, gözleriyle uzaklara bakıp, 
aceleyle koşarak oradan uzaklaşıyorlardı.
İlk kez evde şömineyi yaktıkları akşam Walter, "Sanki bir lanet dolaşıyor 
üzerimizde," dedi. Kania bütün gün şömineyle uğraşmıştı, içini süpürmüş, 
temizlemiş, odunları da önünde piramit gibi kümelemişti. Şimdi de keyifle 
bağdaş kurmuş oturuyordu, şömineyi bir küçük bir kâğıt parçası atarak 
tutuşturdu, hafifçe alevi üfleyerek korlaştırdı, sıcak odaya yayıldı.
"Tanrı aşkına, mutfak için bir uşak bulmak neden bu kadar zor oluyor?"
"Bunu bilebilseydim çoktan birini bulurdum, Jettel."
"Ne biçim kumandansın sen, emret birini bulsunlar."
"Komutan olarak pek deneyimim yok."
"Ah şu senin nezaketin yok mu.. Norfolk'ta bütün kadınlar, kocalarının 
uşaklarıyla nasıl güzel başettiklerini anlatıyorlar."
"Neden bizim bir köpeğimiz yok?" diye Regina araya girdi.
"Baban bir mutfak yardımcısı bulamayacak kadar aptal olduğu için. Annenin 
demin ne söylediğini duymadın mı?"
"Köpek mutfak hizmetkarı değil ki?"
"Tanrı aşkına Regina, bir kez olsun dilini tutamaz mısın?"
"Bunda çocuğun hiçbir kabahati yok."
"Devamlı Rongai'deki bolluktan söz edip sızlanmandan bıktım usandım."
"Ben," diye patladı Regina, "Rongai için bir şey söylemedim."
"İnsan bir şey söylemeden de, bir şey söyler."
Jettel'in birden aklına geldi; "Sen demiyor muydun, bütün çiftlikler birbirinin 
aynıdır diye.." dedi.
"Ama bu Tanrı'nm belası çiftlik için değil. Şöminesi var ama mutfak hizmetkarı 
yok."
"Şömineyi beğenmiyor musun baba?"
Regina'nm karşısındakini kollar gibi konuşması, Walter'in öfkesini alevlendirdi. 
Kendisine çocukça ve gülünç gelen bu ısrarcı tavrı artık ne görmek ne de 
bununla ilgili tek kelime söylemek istiyordu. Pencerenin yanında gece 
kullanılmak üzere hazırlanmış üç lamba duruyordu.
Walter kendisininkini aldı, içine parafin koydu, yaktı, fitilini iyice kıstı, lamba 
şimdi odaya ölgün bir ışık veriyordu.
Jettel korkuyla "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı.
Walter, "Meyhaneye" diye gürleyerek yanıtladı onu ama bir an sonra hemen 
pişmanlık duygusu boğazını tıkadı. "Bir erkek tek başına da işemeye gidebilir," 
diyerek, sanki uzun zaman için veda ediyormuşçasına el salladı.
Gece soğuk ve zifiri karanlıktı. Sadece kulübelerin önünde yakılan ateşin 
uzaktan kırmızı nokta halindeki parıltıları görünüyordu. Ormanın kıyılarından, 
gece geç vakit ava çıkmış bir çakalın ulumaları duyuluyordu. Walter'e, sanki 
çakal kendisiyle alay ediyormuş gibi geldi, elleriyle sıkı sıkı kulaklarını tıkadı, 


ses dinmek bilmiyordu. Gürültü neredeyse onu çıldırtmak üzereydi, bir ara 
köpek havlıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Kimani'ye "Neden bir mutfak 
hizmetkarı bulamıyoruz?" diye sorduğu zaman, onun kendisine aşağılayıcı bir 
tonla cevap verirken çıkardığı seslere benziyordu.
Walter, yavaşça Kimani'nin adını seslendi, aynı alaycı ses daha güçlü bir şekilde 
yankılandı. Beynindeki isyanın yavaş yavaş midesini ağrıtmaya başladığını 
hissetti. Kapının önüne kusmamak için kendini evden dışarı attı. Öğürmek onu 
rahatlatamadı. Alnına biriken terler, ellerindeki uyuşma, gözlerindeki hafif 
perdelenme, ona sıtmayı ve Ol'Joro Orok'da onu doktora götürebilecek bir 
komşusu dahi olmadığını hatırlattı.
Gözlerini ovuşturdu, kuru olduğunu anlayınca biraz rahatladı. Ama yine de 
yüzünde hafif bir ıslaklık vardı sanki, birden göğsünün üzerinde şiddetli bir 
baskı hissetti, bir an sendeledi. Sağ taraftan bu kez daha kuvvetli bir köpek 
havlaması işitince, büsbütün iradesini kaybetti, elindeki lambayı çimlerin 
üzerine fırlattı, vücudu kaskatı kesilmişti. Bir anda tüm bedenim bir ateş bastı. 
Sonra nereden geldiğini tam olarak anlayamadığı bir koku algıladı, ona anılarını 
canlandıran bir koku... İçindeki heyecanı bastırmaya çalıştı. Bir an sonra 
pürtüklü bir dil yüzünü yalamaya başladı, hissettikleri hayal gücünün bir ürünü 
değildi, güzel, tatlı bir gerçekti...
"Rummler," diye fısıldadı Walter, "Rummler, seni lanet olası hayvan. Nereden 
çıktın böyle? Beni nasıl buldun?" Önceleri hiç aklına getirip de köpeğine 
söylemediği okşayıcı sözleri birbiri ardına sıralamaya başladı, köpeğin güçlü 
ensesini kavrayarak kendine doğru çekti, terden buharlaşan derisini kokladı.
Walter heyecandan tüyleri dikenleşen hayvanı, biraz da utanarak büyük bir 
coşkuyla göğüsüne sıkıca bastırıp okşarken, ürkerek çevresine bakmayı da ihmal 
etmedi. Kapıldığı bu duygu selinin sarhoşluğunu herhangi birinin görmesinden 
korkuyordu sanki. Birden bir gölgenin kendisine doğru geldiğini fark etti.
Walter hantal bir hareketle uzandı, çimenlerden lambayı aldı. Bedenini 
sarmalayan olağanüstü sevinç ve sıkılganlıktan ancak sıyrılabildi. Lambanın 
fitilini yükseltti. Önce sadece kara bir buluta benzeyen gölgeyi gördü, sonra 
gölge koşarak gelen, güçlü, kuvvetli bir erkeğin siluetine dönüştü. Günlerdir 
rüzgâr esmiyordu ama Walter, gölgeyi her adım atışta sağa sola savrulan bir 
paltoya benzetti.
Rummler önce inler gibi havladı, ardından daha güçlü sevinçli bir uluma 
duyuldu, bir an başka hiçbir ses duyulmadı, daha sonra bildik bir ses gecenin 
sessizliğini bozdu.
"Kalbimi Heidelberg'de bıraktım" şarkısını söyleyen Owuor lambanın sarı 
ışığında belirdi. Siyah cüppenin altından beyaz maşlahının ucu parlıyordu.
Walter gözlerini kapadı, bitkin bir halde rüyadan uyanmayı bekledi, ama işte 
elleri hâlâ köpeğin sırtındaydı, Owuor'un sesi de yanıbaşmdaydı: "Bwana, 
ayakta uyuyorsun."
Walter kenetlenmiş dişlerini araladı ama konuşamadı. Owuor'un vücudunu 
bedeninde ve cüppesinin ipekli pervazını çenesinde hissetmişti ki, ancak o 


zaman rüyada olmadığını anladı ve kollarını ona doğru açtı. Pürüzsüz cildi, 
geniş burnu ile Owuor'un yüzünü babasına benzetti, birkaç saniye bunun keyfini 
çıkardı.
"Owuor, seni gidi koca herif, nereden geliyorsun böyle?"
"Koca herif..." Owuor yabancı sözcüğü sindire sindire tekrarladı, çabuk 
becerdiği için de keyiflendi. "Rongai'den," diyerek güldü, cüppesinin altındaki 
pantolonunun cebini karıştırdı, küçük, özenle katlanmış bir kâğıt çıkardı. 
"Tohumlan getirdim," dedi, "çiçeklerini artık burada da yetiştirebilirsin."
"Bunlar babamın çiçekleri.."
Owuor "Bunlar babanın çiçekleri' diye tekrarladı, "çiçekler seni aradılar."
"Sen beni aradın Owuor."
"Memsahib'in Ol'Joro Orok'da bir aşçısı yok."
"Evet yok. Kimani ona bir aşçı bulamadı."
"Kimani bir köpek gibi havladı. Onu köpek gibi havlarken duymadın mı, 
Bwana?"
"Evet duydum. Ama niçin havladığını bilmiyordum."
"Kimani'nin ağzıyla konuşan Rummler'di. Sana, onun benimle safaride 
olduğunu söyledi. Uzun bir safariydi Bwana. Neyse ki Rummler'in iyi koku alan 
bir burnu var. Yolu o buldu."
Owuor Bwana'nm yaptığı şakaya inanıp inanmadığını görmek için bir süre 
bekledi, yoksa Bwana'si, hâlâ bir inek kadar aptal mıydı? Safaride bir erkeğin 
köpeğin burnuna değil, zekasına ihtiyacı olduğunu bilmeyecek kadar aptal 
mıydı...
"Owuor Rongai'ye son kez eşyaları almaya geldiğimde sen yoktun."
"Evinden ayrılan bir erkeğin gözleri hüzünlüdür. Gözlerini görmek istemedim."
"Sen akıllı birisin."
"Bunu çekirgelerin geldiği gün de söylemiştin," dedi Owuor sevinçle. 
Konuşurken sanki geçmişi geri getirmek ister gibi uzaklara bakıyordu, yine de 
gecenin karanlığında en ufak kıpırtıları dahi hissedebiliyordu. "Hah işte 
Memsahib kidogo!" diye sevinçle bağırdı.
Kapının önünde Regina göründü. Rummler kızın çıplak bacaklarını yalarken, 
Regina Owuor'un adını birkaç kez bağırarak kucağına atıldı. Owuor onu tekrar 
yavaşça yere bırakırken, Regina köpeğin üzerine eğilip, hayvanın vücudunu 
gözyaşları ve öpücükleri ile ıslattı, bir yandan da durmadan konuşuyordu..
"Regina ne zırvalıyorsun? Söylediklerinden bir tek kelimesini bile 
anlamıyorum."
"Jaluo'ca Baba, Rongai'deki gibi Jaluo'ca konuşuyorum"
"Owuor, Regina'nın Jaluo dilini bildiğinden haberin var mıydı?"
"Tabii haberim vardı Bwana. Jaluo benim anadilim. Burada Ol'Joro Orok'da 
sadece Kikuyular ve Nandisler yaşıyor, ama Memsahib kidogo benim dilimden 
konuşuyor. Senin yerini onun sayesinde bulabildim. Bir erkek, kendi dilinin 
konuşulmadığı bir yere gitmez."


Owuor'un kahkahası ormanlarda ve karla örtülü dağlarda yankılandı. Kulakları 
bu güçlü yankılanmayı ne kadar da özlemişti, derken yine sesini alçalttı. "Bunu 
sen de biliyorsun Bwana," dedi.
V. BÖLÜM
İngiliz sömürgesinin en ünlü göllerinin üzerindeki dik bir yamaca kurulu olan 
Nakuru School, özel okul masrafını kaldıracak güçte olmayan, buna rağmen bir 
eğitim yuvasının geleneklerine bağlı ve iyi bir isim yapmış olmasına değer veren 
çiftçilerin tercih ettiği bir okuldu. Devlet okulu olduğu ve başvuran her 
öğrenciyi seçim yapmadan kabul ettiği için, Kenya'nın ileri gelen saygın 
ailelerine göre, sıradan bir eğitim kurumuydu ama, parasal durumları uygun 
olmayan anne babalar bu okulla yetinmek zorunda kalıyorlardı. Tek tesellileri 
müdürün olağanüstü bir insan olmasıydı, bu, duydukları utancı biraz olsun 
hafifletiyordu.
Müdür, Kraliçe Victoria döneminin İngiliz geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir 
Oxford'luydu. Eğitim konusunda yenilikçi fikirlere açık değildi, sorumluluğu 
altındaki çocukların ruhsal durumlarına anlayış göstermek ya da onları 
rahatlatmak gibi bir düşüncesi de yoktu, bu türden davranışları prensiplerine 
aykırı buluyordu.
Gençliğinde Oxford kürek takımında ve Birinci Dünya Savaşı'nda Victoria Kros 
madalyası ile ödüllendirilen Arthur Brindley, İngilizlerin tipik özelliklerine 
sahip biriydi, son derece ölçülü ve mesafeliydi, anavatanının eğitim sisteminde 
öngördüğü tüm ilkeleri harfiyen uygulardı. Anne babaları, dinlemekten ve 
duymaktan hoşlanmadıkları, zaten pek de anlayamayacakları birtakım terbiye 
kuralları ile sıkmazdı. Okulun parolası ona yetiyordu. Büyük toplantı salonunun 
orta duvarının üzerinde sarı metalden iri puntolarla "Quisque pro omnibus" 
yazılıydı, aynı yazı, öğrencilerin giydikleri okul üniformalarının yakalarına, 
kravatlarına ve keplerinin kurdelelerinin dikilmiş olan armalara da işlenmişti.
Bay Brindley, iki yanında ağır masif yuvarlak sütunlar bulunan okulun beyaz 
taştan yapılmış ana binasındaki odasının penceresinden, dışarıyı seyrederken 
hele bir de iyi günündeyse pek gururlanırdı. Okul yatakhanesi olarak kullanılan, 
ondüle çinko damlı, açık renk ahşaptan yapılmış alçak binalar, ona Wiltshire 
Kontluğunun bir köyünde geçirdiği çocukluk günlerini hatırlatıyordu. Brindley, 
özel okul meraklısı, etiket düşkünü birtakım kendini beğenmişlerin, bu küçük 
evlerle, "personel karargahı" diye alay etmelerini içine sindiremiyordu. Erkek 
öğretmenlerin lojmanlarının arkasındaki gül bahçesiyle, kadın öğretmenlerin 
kaldıkları evler ve hokey sahasının arasında alabildiğine uzanan çimlik de 
zengin İngiliz malikanelerine benziyordu, en azından Brindley'e öyle görüyordu. 
Flamengolarm suya vuran yansımalarıyla pembemsi ışıldayan göl, güzellikleri 
görmeyi seven İngilizler'i cezbetmeye yetiyordu.
Müdür son zamanlarda, İngilizler'in köklü geleneklerine pek de aşina olmayan 
çocukları okuluna almak zorunda kalmıştı. Her geçen gün bunların sayısı da 


artmaktaydı. Çünkü savaş çıktıktan sonra Kenya'daki yetkili makamlar, beyaz 
çocuklar için okula gitme mecburiyeti getirmişti. Sömürge hükümeti, savaş 
tehdidi altında olan anavatandaki eğitim sisteminin aynısını burada da 
uygulamak istemişti ki, bu Arthur Brindley'e göre, anne babaların karar verme 
özgürlüklerini kısıtladığı gibi, gereksiz ve abartılı bir zorlamaydı.
İngilizler'in yaşam tarzına uymayan bu durumu, Arthur Brindley savaşın 
getirdiği kaçınılmaz sonuçlar olarak kabul ediyordu.
Okula gitme zorunluluğu, özellikle de ülkenin merkezindeki Nakuru School'da 
göze çarpan bazı değişiklikler getirmişti. Okul yeni uygulamayla Bur 
kabilesinden çocukları da kabul etmek zorunda kalmıştı, neyse ki bunların 
sayıları çok fazla değildi. Çoğu, Eldoret'deki Afrika okullarına gönderilmişti. 
Çevre bölgelerden Nakuru'daki okula düşenlerin hepsi de serkeşti, İngilizce'leri 
yetersiz olduğu haldejngiltere'ye duydukları nefreti saklamıyorlardı. Yaşıtlarıyla 
anlaşmaya yanaşmadıkları gibi durmadan vatan özlemlerini dile getirmekte de 
sakınca görmüyorlardı. Ama yine de bu küçük asilerle anlaşmak, başlangıçta 
sanıldığından daha kolay oldu. Önemsenmek gibi bir beklentileri yoktu, 
öğretmenler de sadece, bu haşarı küçük asilerin çete kurup okul düzenini 
bozmamaları için onlara gözkulak oluyorlardı.
Sığınmacıların çocukları müdür için daha büyük bir sorundu. Avrupalıların tipik 
veda sahnelerindeki el sallamalar, kucaklamalar ve öpücüklerle anne babaları 
tarafından okula teslim edilen çocuklar, tıpkı Charles Dickens'in romanlarındaki 
acınası küçük kahramanlara benziyorlardı. Okul üniformaları ucuz kumaştan 
yapılmıştı, büyük bir olasılıkla Nairobi'de okul malzemeleri satan dükkandan 
alınmamış, Hintli terziler tarafından dikilmişti. Çocuklardan hiçbirinin 
üniformasında okul arması yoktu.
Bu ise okulda öğrenciler arasında olması gereken eşitliği bozuyordu, aynı 
üniformayı taşımamak eşitlik geleneğine aykırıydı, bu da kayıt sırasında onlara 
öncelik tanınmaması için yeterli bir sebep sayılabilirdi. Ancak müdür, 
yürürlükteki uygulamalara göre hareket etmezse, Nairobi'deki üst düzey okul 
yetkilileriyle tatsız tartışmalara neden olacağını biliyordu, bu da Arthur 
Brindley'in canını sıkıyordu.
Ama yahudi çocuklarının sadece armaları olmadığı için bir tür hedef olarak 
gösterilmeleri de dürüstlük anlayışıyla bağdaşmıyordu. Pazar günleri de ayrı bir 
sorundu, kiliseye giderken kız çocuklarının âdet olduğu üzere beyaz elbiseler 
giymeleri gerekiyordu, ama bu çocukların beyaz elbiseleri yoktu. Müdür, 
kızların kiliseye gitmesi istendiğinde zorluk çıkarma sebeplerinin de bu 
olduğuna emindi.
Bay Brindley'in dost meclislerindeki tanımlamasıyla bu "Lanet olası küçük 
sığınmacılar" bir başka şekilde de müdürün sinirine dokunuyorlardı. Hiçbirini 
gülerken görmemişti, belki de bu yüzden olduklarından daha büyük 
görünüyorlardı, üstelik İngilizler'in ılımlı mizaçlarıyla bağdaşmayan anlamsız 
bir hırsları vardı. Ciddi görünümlü, vaktinden önce olgunlaşmış bu yaratıklar, 
İngilizce'yi kıvırmaya başladıkları anda ki şaşılacak kadar kısa sürede 


beceriyorlardı bunu sadece sportif başarıların konuşulduğu bir toplulukta, 
bilgiçlikleriyle, uzman pedagogları bile tedirgin eden bir işgüzarlıkla hemen 
dikkati çekiyorlardı. Edebiyat ve tarihte oldukça iyi bir üniversite eğitimi 
yapmış olan Brindley düşünsel başarılara karşı önyargılı değildi. Ama uzun 
yılların deneyimiyle çiftçi çocuklarının ders sırasında, insana huzur veren 
ataletini sömürgedeki yaşam biçiminin tipik bir yansıması olarak kabullenmeyi 
öğrenmişti. Hayatında hiç dinle ilgisi olmamıştı. Bu yüzden, çocuklardaki bu 
abartılı öğrenme hevesinin kökünün yahudi dinine mi dayandığı konusu kafasını 
kurcalıyordu. Bu arada yahudilerin küçüklükten beri parayla geleneksel bir 
bağları olduğu savını da düşünmüyor değildi, belki de sadece okul harçlarından 
kurtulmak istiyorlardi. İnsanların özel yaşamlarına burnunu sokmaktan nefret 
ediyordu ama, birçok sığınmacı anne babanın çocukları için birkaç kuruş okul 
parasını biraraya getirmekte çok zorlandıklarını, hatta okulca tayin edilen cep 
harçlığını bile veremediklerini fark etmişti. Söylemesi zor bir adı olan kızla, 
onun altı ay önce Nakuru School'a ilk kez getirdiği üç öfkeli adam da müdüre 
oldukça ilginç görünmüşlerdi. Inge Sadler, okuyup yazabildiği halde, ilk 
geldiğinde bir tek kelime İngilizce konuşamıyordu.. Hatta kızın öğretmeni, 
İngilizce okumayazmayı bilmesinin avantaj değil, tersine engel olabileceğini 
söylemişti. Varlıklı bir evde çay servisi yapan yerli bir hizmetkar 
görünümündeki, bu ürkek kız ilk günler hep suskun kalmıştı.
Neredeyse su gibi İngilizce bilen Inge suskunluğuna son verip konuşmaya 
başladığında, bütün R harflerini kulağı tırmalarcasına ağzında yuvarlayarak 
söylemesine kimse aldırış etmedi. Ardından şaşırtıcı bir gelişme gösterdi. Dil 
bilmeyen bir çocuğu sınıfına almamak için hararetle direnen Bayan Scriver bile 
sonunda İnge'ye iki sınıf atlatmayı kendisi teklif etti. Ders yılı ortasında okulda 
böyle bir değişikliğin yapılması o güne kadar alışılmış bir şey değildi, bu yüzden 
daha az yetenekli öğrencilerin bir iltimas kokusu alabileceği düşüncesiyle, okul 
idaresince bu iş pek hoş karşılanmadı. Bu türden uygulamalar çoğu zaman anne 
ve babalarla istenmeyen tartışmalara yol açıyordu.
Yine, söylenmesi zor bir adı olan Ol'Joro Orok'tan gelen kız öğrenci de, aynen 
Londiani'li küçük gayretkeş gibi Mr. Brindley'in prensiplerini zorlamıştı. Emsal 
gösterip başkalarına açık kapı bırakmak müdürün ilkelerine aykırıydı. Regina 
tıpkı Inge gibi, Nakuru School'a geldiği ilk günler çevresinde olup bitenlere 
sessiz bir seyirci olarak kalmış, birisi kendisiyle konuştuğunda da sadece 
kafasını sallayarak karşılık vermişti. Sonra, Bay Brindley'i şaşırtan bir atakla, 
sadece İngilizce'yi bildiğini değil, bu dilde okuyup yazabildiğini de 
öğretmenlerine göstermişti. Regina da şimdi iki sınıf üste yükselmişti. Sonuçta, 
o güne kadar birbirinden hiç ayrılmayan iki küçük sığınmacı yine buluşmuşlardı, 
herkesin dikkatini çeken bu hırsları kuşkusuz bir süre sonra çevrelerinde 
huzursuzluk yaratacaktı.
Brindley, içinden çıkamadığı böylesi durumları düşündükçe her defasında iç 
geçirirdi. Her zamanki alışkanlığıyla gözlerini biber tarlalarına çevirdi. Sıradışı 
yeteneklere karşı duyduğu öfke birden kendisine çok anlamsız geldi. Ayırım 


gözetmeden bütün öğrencilerine eşit davranma konusundaki prensiplerini 
çiğnemesine neden olan bu iki kız çocuğun, arkadaş çevresinden kendilerini 
dışlamalarını yine de manidar buluyordu. Siyah saçlı iki küçük yabancı, 
beklediği gibi, yine çalıların arasında oturmuştu. Belki de teneffüslerde bile ders 
çalışıyorlar, ders dışında da yasak olduğu halde, aralarında Almanca 
konuşuyorlardı. Müdür bu olasılıkları düşününce büsbütün canı sıkıldı.
Oysa müdür yanılıyordu. Inge Regina'yla, ancak zorda kalınca Almanca 
konuşuyordu. Norfolk'taki bu eski arkadaşıyla, ummadığı bir anda yeniden 
buluşmak onu fazlasıyla mutlu etmişti, üstelik toplumdan dışlanmış bir 
sığınmacı olarak çevresinde fazla dikkati çekmemeyi de kuvvetli içgüdüsü 
sayesinde çoktan öğrenmişti. İnge böylelikle bilmeden Regina'yı da suskun 
dünyasından çıkarmaya yardımcı olmuştu.
Regina ilk kez İnge'nin yanma oturunca, İnge, "Artık İngilizce'yi öğrendin, 
fısıldaşarak konuşmamıza gerek kalmadı," dedi.
"Hayır" diye yanıtladı Regina, "şimdi bizi herkes anlayabilir." Karakterleri farklı 
iki yaşıt kız çocuğu ortak bir yazgıda buluşmuştu. İnge, Regina'yı, kendisini 
yalnızlığın cenderesinden kurtaran iyilik perisi gibi görüyordu. Çünkü Regina, 
okuldaki kız öğrencilerle kolay ilişki kurabiliyordu, bu kızların 
arkadaşlıklarından da hoşlanıyordu ama şimdi İnge'yle birarada olmak ona 
yetiyordu. Kızların başlangıçta çevrelerine uyum sağlayamamalarının tek nedeni 
dil bilmemeleri değildi, ikisi de bunun farkındaydı. Sömürge çocukları 
kendilerine benzemiyordu, karakterleri çok farklıydı. Okulun katı disiplinine pek 
aldırış etmiyorlar, birlikte olmanın keyfini çıkarıyorlardı, geride bıraktıkları 
geçmişleri onları hiç ilgilendirmiyordu, onlar için önemli olan bugünü doyasıya 
yaşamaktı.
Bir zamanlar yaşadıkları çiftliklerden, anne babalarından, üstelik en ufak özlem 
duymaksızın, pek ender söz ediyorlardı. Okula yeni gelen kız öğrencilerin sıla 
özlemini küçümsüyorlar, onlara yabancı gelen her şeyle alay ediyorlar, derslerde 
gösterilen başarılar kadar bedensel zaaflardan da aynı derece nefret ediyorlardı. 
Ne sabahın altısında alınan soğuk duş ve kahvaltıdan önce yapılan mukavemet 
koşusu, ne de öğlen yemeğinde kuzu etinin yanında verilen fırında kızarmış 
patatesler, hatta yaşça büyük erkek öğrencilerin hınzırlıkları, verilen yazılı 
cezalar ve dayaklar, evde anne babaları tarafından katı bir disiplinle yetiştirilmiş 
bu çocukları tembelliklerinden silkeleyebiliyordu.
Pazar günleri evlerine program gereği mektup yazmayı da isteksizce 
yapıyorlardı, İnge ve Regina için ise mektup yazmak, haftanın en önemli 
olayıydı. Ama yine de bir konuda dertliydiler, çünkü anne ve babalarının 
İngilizce mektupları okuyamayacaklarını biliyorlardı, bir öğretmenden yardım 
istemeye de cesaret edemiyorlardı. Inge yazdıklarının anlaşılması için, kâğıtların 
köşelerine çizdiği minik resimlerden, Regina da Svahili'ceden medet umuyordu.. 
İkisi de böyle davranmakla okul düzenine karşı geldiklerini çok iyi biliyorlardı, 
bu yüzden kilisede dua edip yakararak Tanrı'dan yardım diliyorlardı.


Inge her Pazar, "Yahudiler kilisede dua edebilirler," diye Regina'ya anlatıyordu, 
"Dua ederken haç işareti yapmamaları yeter."
Inge kararlı, azimli, pratik bir kızdı, arkadaşı gibi alıngan değildi, ondan daha 
güçlü, kuvvetli ve becerikliydi. Hayalci değildi, Regina gibi hayal kurma ve 
canlandırma yeteneği de yoktu. İki arkadaş, anlaşmak için artık eskisi gibi 
anadillerine başvurmak zorunda kalmayınca, Inge, annesinin masallarını 
dinleyen bir çocuk gibi Regina'nm anlattıklarının tadını çıkarmaya başladı.
Regina en ufak bir ayrıntıyı kaçırmaksızm, büyük bir özlem içinde ve anılarının 
coşkusuyla Ol'Joro Orok'taki hayatını, anne ve babasını, Owuor ve Rummler'i 
anlatıyordu. Huzurlu, mutlu bir dünyanın öyküleriydi bunlar.. Anlattıkça tatlı bir 
sıcaklık bedenini sarıyor, gözlerinde yaşlar birikiyordu, yine de bu öyküler 
umarsız ve zorba bir dünyanın en büyük tesellisiydiler.
Regina karşısındakini dinlemeyi de seviyordu. Londiani'deki çiftliği ve 
Norfolk'ta geçirdiği günlerden çok iyi anımsadığı annesini sorunca, Inge anıların 
denizine dalıyordu. İki çocuk da okuldan nefret ediyordu, sınırlarındaki kız 
öğrencilerden korkuyor, öğretmenlere de güvenmiyordu. Anne ve babalarının 
kendilerinden çok şey beklemelerini ağır bir yük gibi sırtlarında hissediyorlardı.
"Babam, kendisini utandırmamam ve sınıfın en iyisi olmam gerektiğini 
söylüyor," diye anlatıyordu Inge.
"Bunu benim babam da söylüyor," diye Regina kafasıyla onaylıyordu. Tatilden 
bir önceki son Pazar günü de şöyle eklemişti, "Hep babam değil de bir 
Daddy'im* olsun isterdim."
* İngilizce baba, bir İngiliz baba, anlamına geliyor. Ç.N
Regina'nın hayallerinden her zaman biraz çekinen Inge, kesin bir ifadeyle, "O 
zaman baban senin baban olmazdı," dedi
"Yo yine babam olurdu. O zaman ben Regina olmazdım. Daddy'im olsaydı, ben 
de Jariet olurdum. Uzun sarı örgülerim, çok kaim kumaştan yapılmış bir okul 
üniformam olurdu. Janet olsaydım, heryerime de arma koyardım. İyi hokey 
oynayabilirdim ve diğerlerinden daha iyi okuyabildiğim için de kimse gözlerini 
dikip bana bakmazdı.
"Okumayı beceremezdin," diye Inge itiraz etti. "Janet de okuyamıyor. Üç yıldan 
beri burada ama hâlâ birinci sınıfa gidiyor,"
Regina ısrarla, "Ama bu onun Daddy'sinin umurunda bile değildir," dedi, 
"herkes Janet'ten hoşlanıyor."
"Belki de Bay Brindley tatilde onun babasıyla ava gittiği içindir."
"Benim babamla hiçbir zaman ava gitmeyecek."
Inge hayretle sordu, "Senin baban ava gider mi?"
"Yooo, Tüfeği yok ki."
"Benim babam da gitmiyor," diye Inge rahatlamış bir ifadeyle yanıtladı. "Ama 
bir silahı olsaydı, bütün Almanlar7! vururdu. Almanlardan nefret ediyor. 
Amcalarım da onlardan nefret ediyor."
Regina Inge'nin söylediğini düzeltti, "Naziler. Evde Almanlardan nefret etmeme 
izin vermiyorlar. Sadece Nazilerden edebilirim. Ama savaştan nefret ediyorum,"


"Neden?"
"Bütün kabahat savaşta. Bunu bilmiyor muydun? Savaştan önce okula gitmek 
zorunda değildik,"
"İki hafta ve iki gün sonra" diye Inge hesaplamaya koyuldu," her şey bitmiş 
olacak. O zaman evimize gidebileceğiz." O anda aklına gelen bir fikir çok 
hoşuna gittiği için gülerek, "Senle ikimiz yalnızken ve bizi kimse duymadığı 
zaman, sana Janet diyebilirim," dedi.
"Saçma, Bu sadece bir oyun. Kimse yokken ve bizi kimse duymadığı zaman, 
Janet olmak istemiyorum."
Bay Brindley de tatili özlüyordu. Yaşlandıkça üç ay süren okul dönemi bile ona 
çok uzun geliyordu. Artık çocuklarla olan bir hayat ve görüşlerini, düşüncelerini 
ideallerini paylaşmayan kendinden genç meslektaşlarıyla aynı toplulukta olmak 
ona eskisi gibi zevk vermiyordu.
Tatile çıkmadan önce dönem sonu sınav kâğıtlarını okuyup not attığı günlerde, 
gücü öyle tükeniyordu ki, işlerini yetiştiremiyor, pazarları bile çalışmak zorunda 
kalıyordu.
Hayatının mavisiyah mürekkepler arasında gidip gelen bir kısırdöngüye 
dönüştüğünü görüp büsbütün umutsuzluğa kapıldığı hâlde, küçük sığınmacıların 
(yanında kimse yokken onlara hep böyle derdi) her zaman olduğu gibi yine 
olağanüstü bir başarıyla sınavlarda en iyi dereceleri aldıkları dikkatinden 
kaçmıyordu.
Giderek azalan hoşgörüsü onda bir çeşit depresyon yaratsa da, yine de katı 
prensiplerini bırakmıştı. Kendisinin bile şaşırdığı mizacına ters düşen bir inatla, 
bir okulun asıl görevinin öğrencilerini sadece sportif başarılarına yönlendirmek 
değil, onların düşünsel gelişimlerini de eğitmek olduğuna kendisini inandırmıştı.
Bay Brindley genelde kendi kendine konuşmaktan nefret ederdi. Ama şimdi 
yüksek sesle düşünürken elinde olmadan gülümsedi. Aynı anda o güne kadar 
telaffuzunu zor sandığı Regina'nın adının hiç de öyle olmadığını fark etti. 
Sonuçta o da uzun yıllar, hem de zevkle Latince okumuştu. Sadece kafasını
kurcalayan, Almanlar'ın hangi akla hizmet edip, böyle iddialı adlar koyarak 
çocuklarını sıkıntıya soktuklarıydı. Galiba Almanlar hırslı ve biraz da kendini 
beğenmiş bir ulustu, küçük de olsa bazı ayrıntılarla bile dikkati çekmek 
istiyorlardı.
Pencerenin pervazına yığılmış bir yığın dosya arasından Regina'mn yazdğı 
kompozisyonu çekip çıkararak okumaya başladı. Kendisine yakıştıramadığı bu 
davranışından ötürü haklı bir neden bulmak için de kendini hiç zorlamadı. 
Yazının daha ilk satırları merakını uyandırdı, tamamını okuduğunda ise 
hayranlığı arttı.. Sekiz yaşındaki bir çocukta böyle bir anlatıma o güne kadar hiç 
rastlamamıştı. Regina İngilizce'yi sadece yanlışsız yazmakla kalmamıştı, çok 
zengin bir kelime haznesi ve müthiş bir hayalgücü de vardı. Tanımadığı, 
bilmediği bir dünyadaki olaylarla ilgili abartılı betimlemeleriyle okuyanı 
fazlasıyla duygulandıran kıyaslamalar, Brindley'in özellikle ilgisini çekmişti. 
Sınıf öğretmeni Bayan Blandford, sayfanın altına, "Well done!" diye not 


düşmüştü. Tatile çıkma öncesinin sevinciyle olmalı Brindley de heyecanla 
Regina'nın karnesini alarak her zamanki eğik yazısıyla sınıf öğretmeninin 
övgüsünü aynen tekrarladı..
Gerek olmadıkça tek bir çocukla uğraşmak Brindley'in tarzı değildi. 
Heyecanlarının duygusallığa dönüşmesini her zaman çok iyi dizginlemeyi 
becermişti, böyle bir meslekte duygusal olmak budalalıktı. Şimdiyse durum 
farklıydı, Regina'yla kompozisyonu onu rahat bırakmıyorlardı. İsteksizce diğer 
yazıları okumaya başladı, ama bir türlü kafasını toplayıp dikkatini 
yoğunlaştıramadı. İçine pek ender doğan bir duyguyla, istemeye istemeye 
unuttuğunu sandığı bir geçmişe daldı. Peşpeşe gözünün önüne gelen 
görüntüleriyle, geçmişi onunla alay eder gibiydi.
Saat beşte, çay servisini odasına getirtti. Oysa bunu sadece hasta olduğu 
zamanlar yapardı. Okulun toplantı salonundaki akşam ayinine gitmek için acele 
etmek zorundaydı. Kalabalıkta Regina'nm yüzünü seçince çok şaşırdı; sıra 
Paternoster * okumaya gelince kızın diğerleriyle birlikte dua etmeden, sadece 
dudaklarını kımıldattığını fark etti, gülmemek için kendini zor tuttu. Ertesi gün 
Regina'yı yanına çağırttı.
Müdür, çocukların duygularını saklayacak beceriye sahip ve cesur olmalarına 
önem verirdi, bu yüzden küçük kızın ürkek hâli yüreğini sızlattı. Brindley, kıta 
Avrupası'ndaki çocukların çoğunun yeteri kadar sağlıklı olmadığı, bir de üstüne 
okul zamanında sürekli zayıfladıkları aklına gelince müthiş öfkelendi.. Belki de 
yemek alışkanlıkları farklıydı. Evlerinde de mutlaka hanımevladı gibi elüstünde 
tutuluyorlar, sorunlarının çözümünde tek başına bırakılmıyorlardı.
Gençliğinde İtalya'ya yaptığı bir yolculuk sırasında buna benzer çok gözlemleri 
olmuştu, anneler utanç verici bir şımarıklıkla çocuklarını adeta göklere 
çıkarıyorlar, sofrada önlerindeki yemeği yemeye zorluyorlardı. O zamanlar bu 
küçük despot prensleri ve süslü prensesleri kıskandığı aklına geldikçe bugün bile 
hâlâ içerliyordu. Düşüncelerini yine başıboş dalgalanmaya bırakmıştı.. Son 
günlerde bunu sıkça yapıyordu. Kemiğini nereye sakladığını unutan yaşlı bir 
köpeğe benzetti kendini.
"Söyle bakalım gerçekten bu kadar akıllı mısm, yoksa sınıf birincisi olmamak 
seni utandırdığı için mi bu kadar çalışkansın? diye sordu. Sesinin tonundan pek 
hoşlanmadı. Utanarak, "Bunu söylemek benim görevim değil," diye içinden 
geçirdi, kızcağızın bütün suçu sınıfın en iyisi olmak için çok çalışmak olmuştu, 
eskiden olsa bir çocukla böyle konuşmak meslek ahlakına ters düşerdi.
* (Sevgili Babamız) 
Regina Bay Brindley'in sorusunu anlamamıştı. Her sözcüğü tek tek biliyordu 
ama, hepsi bir araya gelince anlam verememişti. Kalbinin hızlı atışlarından 
ürkmüş bir halde sadece kafasını bir o yana bir bu yana çevirip, damağının 
kuruması geçene kadar bekledi..
"Sana derslerinde neden bu kadar iyisin? diye sordum."
"Paramız olmadığı için Sir."


Müdür, Museviler hakkında bir şeyler okuduğunu hatırladı, hemen her konu 
açıldığında paradan söz etmek yahudilerin adetiymiş. Ancak sadece böyle bir 
gerekçeye dayanarak genelleme yapmayı doğru bulmuyordu. Bir an kendisini, 
yeni doğmuş bir hayvan yavrusunun annesini kazayla vurup öldüren avcıya 
benzetti ve aniden tatsız bir sancının midesine saplandığını hissetti. Şakakları da 
zonklamaya başlamıştı.
Tek istediği örf ve âdetleriyle, karmaşadan uzak sakin bir dünyada yaşamaktı. 
Yaşlanmakta olan bir insanın tek dayanağı buydu çünkü. Brindley Regina'yı 
yerine göndermek için bir anlık tereddüt geçirdi, ama sonra, henüz 
başlamadıkları bir konuşmayı bitirmek ona gülünç göründü. Acaba küçük kız ne 
konuşulduğunun farkında mıydı? Hevesli olduğuna göre elbette farkındaydı.
"Babam," diye Regina araya girdi, "ayda sadece altı sterlin kazanıyor, buraya, 
okula ise beş sterlin veriyoruz."
"Bu kadar kesin nerden biliyorsun?"
"Ah evet Sir, bana babam söyledi."
"Sahi mi?"
"Bana her şeyi söyler Sir. Savaştan önce beni okula gönderememişti. Buna çok 
üzüldü. Annem de çok üzüldü."
Mr. Brindley, okul harçlarının miktarını açıklamakta hiç bu kadar 
zorlanmamıştı, üstelik küçük bir kız öğrenciyle, Hintli bir tacir gibi paradan 
konuşmak zorunda kalması ona komik geliyordu. Söyleyeceklerini 
bitiremediğine göre, en iyisi konuşmayı başından almaktı, onurlu ve disiplinli 
bir adam olarak yapması gereken de buydu, yine de merakını yenemeyip sordu.
"Allahın belası savaşın bununla ne ilgisi var?"
"Savaş çıktığı zaman," diye Regina anlatmaya koyuldu, "okula yetecek kadar 
paramız vardı. Şimdi artık teyzemle anneannem için para ayırmamıza gerek 
kalmadı."
"Neden?"
"Almanya'dan Ol'Joro Orok'a gelemiyorlar çünkü."
"Almanya'da ne yapıyorlar?"
Regina yüzünün alev alev yandığını hissetti. Korktuğu zaman yüzünün renginin 
değişmesinin iyi bir şey olmadığını biliyordu. Acaba, Almanya'dan her söz 
açıldığında annesinin ağladığını söylemeli miydi? Belki Bay Brindley ağlayan 
annelerden hiç haberi yoktu, duyunca sinirlenebilirdi. Zaten ağlayan 
çocuklardan da nefret ediyordu.
"Savaştan önce," diyerek yutkundu, "anneannemle teyzem mektup yazmışlardı."
"Little Nell," dedi Brindley alçak bir sesle, nihayet bu adı söyleme cesaretini 
kendinde bulduğu için biraz şaşkın ama aynı anda garip bir şekilde rahatlamış 
hissetti. Regina odasına girdiği anda onu Little Nell'e benzetmişti, ama o zaman 
bunu ona söyleyememişti. Yıllar sonra Dickens'in özellikle bu romanını 
anımsaması garipti. Oysa Little Nell ona göre Dickens'in en kötü romanlarından 
biriydi, fazla duygusal, aşırı melodramatikti, İngiliz mantalitesiyle de hiçbir 


ilgisi yoktu, şimdiyse roman sanki içini ısıtıyordu, hatta güzel bile görünüyordu. 
Yaşlandıkça bazı şeylerin değişmesi çok garipti.
"Müdür yüzünde ciddi bir ifadeyle Little Nell," diye yineledi. Bunu söylemek 
artık ona hiç ters gelmediği gibi eğlendiriyordu da, "demek bu lanet olası okul 
bu kadar pahalı olduğu için derslerinde çok iyisin?"
"Evet Sir," diyerek Regina kafasını salladı. "Babam, parayı sokakta bulmadık 
diyor. İnsan yoksul olunca diğerlerinden daha iyi ve güçlü olmalıdır."
Regina rahatlamıştı. Babasının sözlerini Brindley'in anlayacağı bir dile aktarmak 
kolay olmamıştı. Eh ne de olsa öğrencilerinin adlarını bile aklında tutamıyordu, 
Tanrı bilir dünyada yoksul insanların olabileceğinden bile habersizdi, yine de 
onu anladığını umuyordu.
"Demek istiyorum ki, baban Almanya'da ne yaptı?"
Eli ayağına dolanan Regina yine suskunlaştı, babasının bir zamanlar avukat 
olduğunu acaba İngilizce nasıl söyleyebilirdi? Bulmuştu; "Babam," dedi, "işe 
gittiği zaman siyah bir palto giyerdi, ama çiftlikte onu giymesine gerek yok. 
Paltosunu Owuor'a hediye etti. Çekirgelerin çiftliği bastığı gün."
"Owuor da kim?"
"Bizim aşçı," diyen Regina, babasının ağladığı geceyi anımsadı. Tatlı 
gözyaşlarıydı onlar. "Owuor Rongai'den Ol'Joro Orok'a yürüyerek geldi. 
Köpeğimizi de getirdi. Ben Jaluo'ca bildiğim için yolu bulup, bize kadar 
gelebildi."
"Jaluo mu? Hey Tanrım, o da nesi? "
"Owuor'un konuştuğu dil," diye yanıtladı Regina, şaşırarak. "Çiftlikte Owuor'la 
kendi diliyle konuşan bir tek ben varım. Diğerlerin hepsi KikuyuTu. Daji 
Jiwan'in dışında. O Hintli. Bir de biz varız tabii. Biz Almanız, ama Nazi 
değiliz," diye ekledi telaşla. "Babam her zaman, insanlar kendi dillerinde 
konuşmalıdır diyor. Owuor da böyle söylüyor."
"Babanı çok seviyorsun, değil mi?"
"Evet Sir, annemi de seviyorum."
"Annenle baban karneni görünce sevinecekler, yazdığın güzel kompozisyonu 
okuyunca da."
"Okuyamayacaklar Sir. Ama hepsini onlara ben okuyacağım, kendi dillerinde. 
Almanca da biliyorum."
"Artık gidebilirsin," dedi Brindley, pencereyi açarak. Regina kapıya 
yaklaştığında, ekledi. "Arkadaşlarının burada konuştuklarımızla ilgileneceğini 
zannetmiyorum. Onlara anlatmana gerek yok."
"Hayır Sir, Little Nell bunu yapmayacak."
VI. BÖLÜM
Pazartesi, çarşamba ve cuma günleri Thomson Şelalelerinden Ol'Joro Orok'a 
yola çıkan kamyon, daracık yollardan geçerek tepesine çarpan ağaçların 
dallarından sağa sola yalpa vura vura Hintli Patel'in dükkanına parafin, tuz, iğne 


gibi acil malların dışında, mektup, gazete ve paketlerle dolu bir çuval taşırdı. 
Kimani kamyon gelene kadar dut ağaçlarının gölgesinde oturur beklerdi. 
Uzaktan kendisine doğru sis dalgaları gibi gelen kızıl toz bulutunu hayal meyal 
sezdiği anda, uyuşmuş ayaklarını şöyle bir silkeleyip yerinden doğrulur, 
bedenini atışa hazır bir ok gibi gererdi. Kimani haftanın üç günü tekrarlanan bu 
bekleyişleri seviyordu; çünkü Bwana'si, mısır, keten ve yağmurlardan çok, 
kendisine mal ve posta getiren Kimani'yi önemsiyordu. Bu yüzden de çiftlikteki 
bütün adamlar Kimani'yi kıskanırlardı.
Özellikle de Owuor, her seferinde Kimani'nin posta günlerine el koymaya 
çalışırdı ama her defasında, hakkı olmayan bir ganimete ulaşamayan talihsiz bir 
avcı gibi eli boş dönerdi. Kikuyular'ın kulübelerinde de gerçi bir sürü genç 
vardı, hepsi de Kimani'den daha soluklu ve bacakları da daha güçlü kuvvetliydi, 
Patel'in Duka'sından çiftliğe hiç yorulmadan gidip gelebilirlerdi. Ama Kimani 
zekâsıyla hakkını kimseye kaptırmıyordu.
Sabahın erken saatlerinde kulübesinden fırladığında gökteki yıldızlar daha 
kaybolmamış, gökyüzündeki sisli karanlık hafiften sıyrılıp güneşin yüzünü 
göstermeye başladığı şafak vaktiyse çoktan, pis köpek, Patel'in dükkânına 
varmış olurdu. Kamyon onu değil, hep Kimani kamyonun yolunu beklerdi. Kara 
maymunların beyaz yelelerini savurarak ağaçtan ağaca sıçrayıp gösteri yaptıkları 
uzun ormanlık yol epey zorluydu. İki yağmur mevsimi arasındaki yakıcı 
sıcaklarda, Kimani dükkâna giderken kemiklerinin sızladığını hissederdi. 
Tabanları kor ateşe basmışçasma ale alev yanardı. Günboyu sadece su içtiği 
halde, içindeki sonsuz sevinç onu doyurmaya yeterdi. Memsahib hep yola 
çıkacağının bir akşam öncesinde güzel yeşil şişesini suyla doldururdu.
Mektup gelmediği zamanlar en kötü günlerdi. Patel çiftliğe mektup gelip 
gelmediği sorusunu hayır anlamında kötü kötü kafasını sallayarak cevaplarken, 
tıpkı avının en iyi parçalarını kargalara kaptırmış kurta benzerdi. Bwana için 
mektup ölmeye yatmadan önce içilen birkaç damla su kadar önemliydi. Kimani, 
Patel'in pis kokulu dükkânından elinde sadece un, şeker, ve Memsahibe 
verilmek üzere yarım teneke sarı sıvı yağla döndüğünü gören, Bwana'nm keyfi 
kaçar, beti benzi atardı. Eline tutuşturulan bir tek gazete bile onu neşelendirirdi, 
sevinçli bir iç çekişle küçük gazete paketini alır, Kimani'nin günboyu sadece 
hayvanların bağırtılarıyla tırmalanan kulakları, bu tatlı iç çekişle adeta bayram 
ederdi.
Bwana çiftliğe geleliberi üç kısa iki de uzun yağmur mevsimi geçmişti. 
Bwana'siyla yeni yaşamına başlarken kafasının kesmediği çok şeyi Kimani bu 
süre içinde öğrenmişti. (Her ne kadar yeni doğmuş bir bebek kadar yavaş olsa 
da) Güneşin, geceleri mehtabın, kuruyan bir cildi ıslatan yağmurun ya da don
durucu soğukta gürül gürül yanan bir ateşin, radyodan gelen ve insanda uyku 
bırakmayan seslerin, hatta Memsahibin yatağı ile çiftlikten hayli uzaktaki 
Nakuru'daki okuldan evine gelen kızı Regina'nın sevinçle ışıldayan gözlerinin 
Bwana'yi mutlu etmeye yetmediğini artık biliyordu.


Bwana'nin tek istediği, tek ihtiyacı olan şey gazeteleriydi. Beyni onlarla 
besleniyor, dili onlarla çözülüyordu.
Evden, keten tarlalarıyla yeni açan pyrethrum plantasyonlarına giden yolda 
Bwana durmadan savaştan söz ederdi. Birbirlerini öldüren beyaz adamların bu 
heyecanlı öyküleri, eski zamanlarda Massai kabilesinin, büyükbaş hayvanlarıyla 
karılarını almak için barışçıl komşularıyla yaptıkları savaşları anımsatırdı. 
Anlatılanlar Kimani'nin kulaklarına tatlı tatlı esen rüzgârın okşaması gibi gelir, 
yüreğiyle ise Bwana'nm konuşmalarında geçmişe ait gizli bir hüznü hissederdi. 
Çünkü Bwana'sı Ol'Joro Orok'a yaptığı uzun yolculuğunda kalbini beraberinde 
getirmeyi unutmuştu. Bir keresinde Bwana pantolonunun cebinden üzerinde 
rengârenk lekeleri olan mavi bir resim çıkararak, elinin en uzun parmağını 
minicik bir noktaya koymuştu.
"İşte burası dostum," demişti, "Ol'Joro Orok." Sonra parmağını biraz ileriye 
götürerek alçak bir sesle, "Burada babamın kulübesi vardı. Oraya bir daha hiç 
gidemeyeceğim," diye eklemişti.
Kimani gülmüştü, çünkü kocaman eliyle mavi resmin üzerindeki iki noktaya 
birden aynı anda dokunabilirdi, acaba Bwana'sı ona ne demek istemişti.. 
Kimani'nin, Patel'in dükkânından getirdiği gazetelerin üzerindeki resimler buna 
benzemiyorlardı. Resimleri hep Bwana qna gösterir ve onların ne anlama 
geldiklerini açıklardı.
Resimlerde ağaçlardan da yüksek binalar vardı, ama bu binalar uçaklardan atılan 
silahlarla tıpkı yangından mahvolmuş ormanlar gibi, yerle bir edilmişlerdi. 
Yüksek bacalı gemiler, tıpkı şiddetli yağmurlarla kabaran nehirlerdeki küçük 
taşlar gibi suyun altından gidiyorlardı. Resimlerde hep ölü adamlar vardı. Kimi 
işini bitirip de uyumak istiyormuş gibi sakin, yerde uzanmış yatıyor, kimiyse 
güneşte uzun süre kaldıktan sonra göbeklerinden çatlamış ölü zebralara 
benziyordu. Bütün ölüler silahlarını yanına bırakmıştı, anlaşılan bu silahların 
onlara hiç faydası olmamıştı, çünkü beyazların savaşında her erkeğin mutlak bir 
silahı olurdu.
Bwana savaştan ne zaman söz açılsa hep babasını anlatırdı. Konuşurken de 
Kimani'nin yüzüne hiç bakmaz, gözlerini karlardan tepesini göremediği yüksek 
dağa çevirirdi. Durmadan oyuncağını isteyen sabırsız bir çocuğun sesiyle 
konuşurdu ve "Babam ölüyor" derdi.
Kimani'ye bu sözler, kendi adı gibi bildik gelirdi, ağzını açtığında soracağı 
soruyu çoktan bilirdi:"Baban ölmek mi istiyor?"
"Hayır ölmek istemiyor"
Kimani de her defasında aynı yanıtı verirdi: "Bir erkek istemezse ölmez." 
Önceleri, neşeli olduğu zamanlarda yaptığı gibi, konuşurken dişlerini gösterirdi, 
ama zamanla iç geçirmeye alıştı. Her şeyi bu kadar çok iyi bilen Bwana'smm 
pek de akıllı biri olmaması onu üzüyordu, akıllı olsaydı yaşamak ve ölmenin 
insanların değil, yüce tanrı Mungo'nun işi olduğunu bilirdi.
Bwana, mektuplara yıkılmış binalar ve ölen insanların resimleri olan 
gazetelerden daha fazla düşkündü. Kimani mektupları artık tanımaya başlamıştı. 


Bwana çiftliğe geldiğinde, bütün mektupların aynı olduğunu sanırdı. Şimdiyse 
eskisi kadar aptal değildi. Mektuplar bir ananın karnından çıkan ikiz kardeş 
değillerdi. Tıpkı insanlar gibiydiler, birbirlerine hiç benzemiyorlardı.
İşin sırrı puldaydı.. Pulsuz bir mektubun bir kâğıt parçasından farkı yoktu, en 
kısa safariye bile çıkamazdı. Üzerinde, yüzü kadına benzeyen açık renk saçlı bir 
erkek resmi olan tek bir pul, bir adamın yürüyerek uzun yolculuğa çıkabileceğini 
anlatırdı.. Kimani Patel'in Duka'smdan çoğunlukla böyle mektupları getirirdi. Bu 
mektuplar Gilgil'deki Bwana'dan geliyorlardı. Gilgil'deki Bwana neşeli bir 
adamdı, göbeğini hoplata hoplata gülerdi, eşi Memsahib de bir kanarya kadar 
güzel şakırdı.
Sık sık çiftliğe ziyarete gelirlerdi, büyük yağmurlarda yollar balçığa 
bulandığında Ol'Joro Orok'a gelemedikleri zaman ise mektup yollarlardı. 
Nakuru'dan atılan mektupları, okulda yazmayı öğrenen Memsahib kidogo 
gönderirdi. Sarı zarfların üzerindeki pullar Gilgil'dekilerle aynıydı, ama Kimani 
daha Bwana söylemeden bu mektupları kimin yazdığını bilirdi. Küçük 
Memsahib'ten gelen mektupları gördüğünde gözleri sevinçten ışıldar, o zaman 
derisi korktuğu zamanlardaki gibi koku salmazdı.
Üzerine çok sayıda pul yapıştırılmış olan mektuplar uzaktan gelirdi. Bwana 
bunları Kimani'nin elinde görür görmez, üzerine atladığı gibi alır, hemen zarfı 
yırtarak, okumaya koyulurdu. Bir pul vardı ki, Bwana'nin tepesini attırırdı. Bu 
da kolları bacakları olmayan bir erkeğin resmiydi ama erkek diğerleri gibi 
sarışın değildi. Alnının üzerine düşen perçem, Patel'in leş gibi kokan köpeğinki 
kadar siyahtı. Gözleri küçücüktü, burnuyla dudakları arasında kara tüylerden bir 
topak çalı vardı.
Kimani özellikle bu pula uzun uzun bakmaktan pek hoşlanırdı.
Adam sanki konuşmak istiyormuş, sesiyse dağlardan zor yankılanacakmış 
gibiydi. Bwana bu pulu gördüğünde gözleri yuvalarına çöker, elinde taze 
bilenmiş keskin palasıyla çılgın bir haydutun saldırısına uğrayıp da kendini nasıl 
savunacağını bilemeyen bir adam gibi olduğu yerde taş kesilirdi.
Dudaklarının üzerindeki siyah tüy topaklı adamın resmi Bwana'yi çileden 
çıkarır, bedeni rüzgâra salınmış yelkenli gibi sağa sola yalpalanırdı. Bwana 
içinde kabaran müthiş bir öfkeyle bu mektubu açmadan önce her seferinde 
"Jettel' diye seslenirdi. Sesi artık kendini ölüme terk etmiş bir hayvanınki kadar 
cılız çıkardı.
Kimani, Bwana'nm özellikle de kendisini korkutan bu mektupları almak 
istediğini bilirdi. Mektupsuz günler huzursuz bir çocuk gibiydi, başı göğsüne 
düşüp uyuyakalana kadar, öylece oturur, gün boyu avcuna aldığı kumla oynar 
dururdu. Kimani, böyle zamanlarda, Bwana'sinm, damarlarındaki kanı 
hızlandırarak, bedenini canlandıracak bir heyecana ihtiyacı olduğunu 
düşündükçe, kahrolur, damağı kururdu.
Epeydir de onu heyecanlandıracak böyle bir mektup gelmemişti. Ama keten 
tohumu ürünü toplanmadan bir gün önce Kimani Patel'e, postayı sorduğunda, 
Hintli duvardaki ahşap raftan bir mektup çekip çıkardı. Ancak Kimani hiç de 


memnun görünmedi. Mektubun o güne kadar eve götürdüklerinden farklı 
olduğunu hemencik fark etti.
Zarfın kâğıdı incecikti, Patel'in elinde, sonbahar yapraklarının üzerinde 
yüründüğünde, çıkardıkları ses gibi hışırdıyordu. Üstelik zarf da o güne kadarki 
benzerlerinden küçüktü. Üstünde renkli pul da yoktu. Onun yerine Kimani, 
zarfın ortasında minik kertenkelelere benzeyen, incecik çizgilerle çizilmiş siyah 
bir daire gördü. Zarfın sağ köşesinde kırmızı bir haç ışıldıyordu. Uzun zaman aç 
kalmış bir yılan benziyordu. Uzaktan Kimani'nin üzerine atlayacak gibi 
duruyordu. Bir an, bu kırmızı haçın Patel'in de hoşuna gidebileceğini bu yüzden 
mektubu kendişine vermeyeceğini aklından geçirdi. Ancak Hintli oralı değildi, 
parmağını şeker çuvalına daldırdı diye, bir Kikuyu kadınıyla tartışıyordu, 
küfrederek, mektubu tozlu masanının üzerine koydu.
Kimani ancak ormana vardığında, Patel'in kötü bakışlarından kurtulup kırmızı 
haçı incelemeye koyuldu. Ormanın koyu gölgelerinde, haç dükkândakinden 
daha ışıltılı parıldıyordu, gün ışığında bile hep gecenin renklerini görmeye alışık 
Kimani'nin gözleri için tam bir şölendi bu. Kimani bir gözünü kısıp, kafasını 
salladığında da haç dans etmeye koyuluyordu. Elinde olmadan gülümsedi, 
kendini ömründe ilk kez çiçek gören bir maymun yavrusuna benzetti.
Bu güzel kırmızı haçın Bvvana'sının da hoşuna gidip gitmeyeceğini merak 
ediyordu, yoksa bu da tıpkı siyah saçlı adam gibi yine öfkelenmesine mi yol 
açacaktı? Kafasını ne kadar yorsa da bir türlü karar veremiyordu. Kararsızlığı, 
mektubun gelmesine duyduğu sevinci silip süpürdü, bacakları hantallaştı. 
Yorgunluk belini büktü, gözkapakları ağırlaştı.. Şimdi haç ona dükkânda 
göründüğünden farklı geliyordu. Sanki renkleri kaybolmuştu.
Kimani irkildi. Gecenin iyice yaklaştığını fark etti. Yola lambasız çıkmıştı.. 
Gücünü yeniden toparlayıp acele etmezse, çiftliğe varmadan kurtların sesini 
duyabilirdi. Kendi yaşındaki bir adam için bu hiç de iyi olmazdı. Yolun son 
kalan bölümünü koşmak zorunda kaldı, ilk tarla göründüğünde soluk soluğaydı.
Çiftliğe henüz gece inmemişti. Kamau evin önünde her zamanki gibi bardakları 
parlatıyordu. Batmakta olan güneşin son kızıllığı elindeki bezde yansımalar 
yapıyordu. Owuor mutfağın önündeki tahta bir sandığın üzerine oturmuş, gümüş 
bir çatalla tırnaklarını temizliyordu. Kimani'nin her seferinde kanını kaynatan, 
Bwana'yi da güldüren şarkıyı tutturmuştu.
Küçük Memsahib yanında köpeğiyle, sarı otların arasından sıçraya sıçraya, 
kapısında kalp figürü olan eve koşuyordu. Elinde, henüz yakmadığı, kâğıt kadar 
hafif lambayı sallayıp duruyordu. Kania süpürgesiyle havaya tozdan dairecikler 
çizmekle meşguldü. Pek bir gururlandığı dişleri daha beyaz görünsünler diye 
ağzında minicik bir kamış parçasını çiğniyordu. Bwana her zaman olduğu gibi 
postanın gelmesini pusuda beklerken, evine yaklaşmakta olan düşmanını henüz 
fark etmemiş bir savaşçı gibi dimdik, hareketsiz kapının önünde 
duruyordu.Yanında Memsahib vardı. Sırtındaki siyah kumaştan elbisesinin 
üzerinde minik beyaz kuşlar san çiçeklerin üzerine doğru uçuyorlardı.


Uzun yolu koşmaktan soluk soluğa kalan Kimani, Memsahib'le Bwana'si 
kollarını açarak kendisini karşılarken her zaman içinde duyduğu sevinç bu kez 
sabah sisi gibi, göründüğü anda kayboluvermişti. Tenini yalayan serinliğe 
rağmen ter taneleri hala yüzünden aşağı süzülüyordu. Kimani kendini yaşlanmış 
hissetti, tıpkı çocuklarıyla torunlarını, torunlarıyla kardeşlerini karıştıran yaşlı 
bir adama benzetti...
Bwana'nın omzuna dokunan elinin her zamanki keyifli sıcaklığını duyamaymca 
da şaşırdı. Annesinin memesini arayıp bir türlü bulamayan mızmız bir çocuğun 
sesiyle:
"Mektubu Kızılhaç aracılığıyla göndermişler," diye fısıldar gibi konuştu Walter. 
"Böyle yapılabileceğini bugüne kadar bilmiyordum."
"Kim gönderdi? Söylesene. Mektubu daha ne kadar elinde tutacaksın? Açsana. 
Çok korkuyorum."
"Ben de korkuyorum Jettel!"
"Hadi aç!"
Walter zarfın içinden ince kâğıdı çıkarırken, Sohrau'da şehir parkmdaki 
sonbahar ağaçları aklına geldi. Hatırlamamak için ne kadar direndiyse de, yüreği 
burkularak, tüm ayrıntılarıyla bir kestane ağacının hayali gözlerinin önünde 
belirdi. Aniden melekeleri donuklaştı.
"Babam ve Liesel'den mi?" diye Jettel hafif bir sesle sordu.
"Hayır, annem ve Loete'den. Okumamı ister misin?"
Jettel, evet anlamında başını sallaymcaya kadar geçen zamanı fırsat bilen 
Walter, aceleyle ilk iki satıra göz atarken, karısının yüzünü görmemesi için zarfı 
iyice yüzüne yaklaştırdı. Mektubun büyük bir sıkıntı içinde yazılmış olduğu 
belliydi.
"Canlarım," diyerek Walter okumaya koyuldu, "çok heyecanlıyız. Yarın 
Polonya'ya çalışmaya gidiyoruz. Bizi unutmayın. Annen ve Kaete."
"Hepsi bu mu? Nasıl bu kadar kısa olabilir?"
"Hepsi bu Jettel, hepsi bu kadar. Sadece yirmi kelime yazmaya izinleri var. Bir 
fazlasına nasılsa göz yummuşlar."
"Neden Polonya? Baban her zaman Polonyalıların Almanlar'dan daha kötü 
olduğunu söylerdi. Bunu nasıl yapabilirler? Üstelik Polonya'da savaş var. Orada 
durumları Breslau'dan daha kötü olacak. Yoksa Polonya üzerinden başka bir 
yere göç edeceklerini mi düşünüyorsun? Kuzum bir şey söylesene? "
Jettel'e merhamet edip, son kez yalan söylese acaba günahı affedilir miydi? 
Kendiyle hesaplaşması uzun sürmedi.
Gerçeği daha kolay kabullenebileceği sözcükleri aramaktan vazgeçti, "Jettel, 
şunu iyice kafana koy. Annen böyle olmasını istedi. Aksi halde bu mektubu 
yazmazdı. Boşuna ümide kapılmayalım. Polonya ölüm demek."
Regina o sırada Rummler'le tuvaletten ağır ağır eve doğru geliyordu. Elinde 
tuttuğu lambayı yakmıştı, köpek gül tarhları ile mutfağın arasındaki asfalt yolda 
gölgeleri kovalarken ayaklarıyla eşmeye çalıştığı yerdeki koyu lekeler, uçup 
havalandıkça hırsından uluyordu.


Walter, Regina'nın güldüğünü gördü, ama aynı anda sanki başı 
beladaymışçasına "Anne!" diye seslendiğini duydu. Önce kızının yılan 
gördüğünü zannetti, Owuor bu sabah uyarmıştı. "Olduğun yerde kal!" diyerek 
gürledi. Bağırtılar artıp, karanlıktaki diğer sesleri bastırınca, anne diye 
seslenenin Regina değil, Jettel olduğunu fark etti.
Walter karısına doğru kollarını açtıysa da, ona kadar uzanamadı, sonunda birkaç 
kez adını söyleyebildi. Acıma duygusunu yitirdiği için utanıyor, bu utanç, 
uzuvlarını felç eden paniğe dönüşüyordu.
Ona ebediyet kadar uzun gelen kısa bir süreden sonra Jettel'in artık 
bağırmadığını fark etti. Kolları yana sarkmış, omuzları titreyerek önünde 
duruyordu. Walter sonunda kendini toparlayarak ona dokunup elini tutacak 
cesareti buldu. Sessizce karısını eve doğru götürdü.
Akşam çayını demlemeden mutfaktan çıkmamayı âdet edinmiş olan Owuor, 
gözlerini odun yığınlarına dikmiş, yanan şöminenin önünde duruyordu. Epeydir 
Regina da oradaydı. Lastik çizmelerini çıkarmış, sanki hiç dışarı çıkmamış gibi, 
RummlerTe pencerenin altında oturuyordu. Köpek yüzünü yalarken o ağzında 
bir tutam saçı çiğniyor, gözlerini yere dikmiş, köpeğin ağır vücudunu sık sık 
göğsüne bastırıyordu. Walter kızının o anda ağladığını biliyordu. Ona artık 
herhangi bir şeyi açıklamak zorunda kalmayacaktı.
Jettel "Annem, bir çocuğum daha olursa buraya gelmeye söz vermişti", dedi 
"Regina dünyaya geldiğinde bana söz vermişti. Hatırlamadın mı?"
"Hatırlamadım Jettel, hatırlamadım. Anılar sadece insana acı verirler. Hele 
şuraya bir otur."
"O her zaman sözünü tutardı."
"Ağlamayı bırak Jettel. Bizim gibilerin ağlaması doğru değil. Kurtulduğumuz 
için ödemek zorunda olduğumuz bedel bu. Bu hiçbir zaman değişmeyecek. Sen 
sadece annenin kızı değilsin, aynı zamanda bir annesin de."
"Kim söyledi bunu?"
"Tanrı söyledi. Kampta, umudumu kaybettiğim bir anda Oha aracılığıyla, Tanrı 
söyledi bana. Sen hiç üzülme Jettel. Her şey yoluna gidene kadar çocuğumuz 
olmayacak. Owuor Memsahib'e bir bardak süt getirir misin!"
Owuor odunlardan hangisini şömineye atacağı konusunda kısa bir tereddüt 
geçirdikten sonra yerinden doğruldu. Walter'le konuştuğu halde, Jettel'e bakarak, 
diliyle ağzının içinde geveledi: "Sütü önce ısıtacağım Bwana. Memsahib bu 
kadar çok ağlarsa, bir oğul sahibi olamazsın." Kafasını çevirmeden kapıya 
yöneldi.
Jettel büyük bir şaşkınlıkla, "Owuor" diye seslendi eskisi gibi kararlı bir sesle, 
bunu nereden biliyorsun?"
Regina, "Çiftlikte herkes annemin bir bebeği olacağını biliyor" diye söze karıştı. 
Rummler'in kafasını eteğinin altına sokarak sözlerini sürdürdü: "Babamdan 
başka herkes biliyor."
VII. BÖLÜM


Dr. James Charters, tanımadığı iki kadını o çok sevdiği görkemli avköpekleri 
tablosunun önünde dururken gördüğünde, sol kaşının attığını fark etti. 
Kendisinden en az iki adım ötedeydiler ve sıkmak üzere ellerini uzatmışlardı. Bu 
halleriyle Avrupa'dan geldikleri belliydi. Mürekkep hokkasının yanında duran 
küçük sarı karta kaçamak bir bakış kuşkusunu doğruluyordu. Charters, kartın 
üzerindeki yabancı isimler arasında Stag's Head Oteli'nin, kadın hastanın 
konsültasyonu için yaptırdığı randevu kaydını gördü
Savaş çıktığından beri otellerin danışmalarına artık pek güven kalmamıştı. 
Anlaşılan, sömürge hayatını değiştiren müşterilerini pek değerlendirmeyi 
bilemiyorlardı. Stag's Head Nakuru'daki tek oteldi, burada kalanlar sadece 
çevredeki çiftçilerdi, çocuklarını okula gönderdikleri ya da doktora gidecekleri 
veya bölgedeki yetkili makamlarda işleri olduğu zaman, büyük şehrin tatlı 
hayatından kâm almak üzere, birkaç günlüğüne bu otele gelirlerdi. Charters'ın 
eski güzel günler diye andığı üç sene öncesine kadar, çoğu Amerika'dan gelen 
avcılar da arada bir Stags'a uğrardı. Hepsi de sert yapılı, sempatik çocuklardı, 
jinekologa ihtiyaçları olmadığından, bir doktorun mesleki konularda kaygısızca 
sohbet edebileceği kimselerdi.
Charters yeni hastalarını aslında gereğinden fazla bekletmeyi sevmezdi, 
şimdiyse içinde bastırmakta zorlandığı bir sızlanmayla daha da tatsız şeyler 
düşünmeye başladı.. Nakuru'da yaşamak artık ona zevk vermiyordu. Savaş 
olmasaydı teyzesinin ölümünden ve kendisine kalan beklenmedik mirastan sonra 
Londra'da stajını yapabilirdi. Harley Street öteden beri en büyük hayaliydi. Ama 
Naivaşa'lı bir çiftçinin kızıyla yaptığı ikinci evlilik yüzünden tüm ideallerinden 
vazgeçmişti.. Karısı her defasında onu Londra'ya gitmekten caydırmayı 
başarmıştı, şimdiyse beklenmedik savaş öyle büyük bir panik yaratmıştı ki, artık 
kimse onu Londra'ya yerleşmeye ikna edemezdi. Bu yüzden kendini 
beğenmişlik duygusuyla teselli buluyor, statüsüne yakıştıramadığı hastaları 
kabul etmiyordu.
Charters pencerenin kenarına yapışmış ölü bir sineği dikkatle parmaklarıyla 
kazırken, bir yandan da, yazı masasının önünde üzerleri yeni kaplanmış 
koltuklara teklifsizce gelip oturan iki kadını kaçamak bakışlarla camdan 
gözlüyordu. Muayeneye gelen hiç kuşkusuz genç olanıydı; doktoru böyle zor bir 
durumda bırakan, henüz birkaç haftadır Charters'm yanında çalışan Bayan 
Collins'ti. Yeni işe başlayan kadın son derece savruk olduğu gibi, doktorun 
duyarlı olduğu şeylere karşı da son derece ilgisizdi. Kadınlardan daha yaşlı olanı 
ağzını açıp konuşmasaydı herkes onu mutlaka İngiltere'den gelen bir Lady 
zannederdi, kendisine yönelttiği ipe sapa gelmeyen sıradan konuşmaları 
Charters'a bir nebze dahi ilginç gelmiyordu. Uzun boylu, zayıf, bakımlıydı, 
kendine güvenen bir hâli ve Charters'm kadınlarda pek beğendiği güzel sarı 
saçları vardı. Bu edalı kadın biraz Norveçli'ye de benziyordu.
Muayeneye gelen hasta en az altı aylık hamileydi. Charters'm gördüğü kadarıyla 
kadının durumu, hamileliği normal seyreden kadmlarınkine pek benzemiyordu. 


Sırtında, Charters'a 1930'lu yılların Avrupası'nın modasını anımsatan çiçekli bir 
elbise vardı. Beyaz dantel yakası çok gülünçtü, tuhaftır ki, doktora Kraliçe 
Victoria zamanının küçük burjuva kadınlarını çağrıştırıyordu, bu sınıftan 
birileriyle o güne kadar hiç olmamıştı. Elbisesi daha çok göğsünü ortaya 
çıkarıyordu, top gibi duran karnından, Charters, doğumunun yaklaştığını 
hesaplıyordu. Kadın hamileliğinin ilk ayında mutlaka iki kişilik yemek yemiş 
olmalıydı. Yabancı ulusların insanlarını yanlış alışkanlıklarından hiçbir şey 
vazgeçiremiyordu. Kadının yüzü solgundu, gergin görünüyordu, evlilik dışı 
çocuk bekleyen bir hizmetçi kız kadar da ürkekti, sanki hamilelik kaderin ona 
verdiği ağır bir cezaydı. Kesinlikle acı çekiyor olmalıydı. Charters hafifçe 
öksürdü.. Fazla olmasa bile Avrupalılar'la başarılı deneyimleri olmuştu. Aşırı 
duygusal oluyorlardı, acıya dayanma konusunda da güçlü değillerdi.
Savaşın ilk aylarında Charters Manchester^ yahudi bir fabrikatörün karısına ikiz 
doğum yaptırmıştı. Savaş yüzünden gemi seferleri birden azaltılınca yahudi çift 
zamanında İngiltere'ye dönememişti. Adamlar üstelik son derece de dürüst 
çıkmışlardı, Charters'in meslek çevresinde doktorlar için tazminat parası dediği 
oldukça yüksek miktardaki ücreti sızlanmadan ödemişlerdi. Ama bu olay yine 
de belleğinde kötü bir anı olarak kalmıştı. Yahudi ırkının, genellikle, önemli 
anlarda dişlerini sıkmasını bilecek disipline sahip insanlar olmadığını görmüştü.
Doktor James Charters daha o zamanlar, kendi görüşlerine uymayan hastaları bir 
daha muayene etmemeye karar vermişti. Hele göründüğü kadarıyla, doğru 
dürüst bir hamile elbisesi bile alamıyacak durumda olan bir kadın için asla... 
Bugün düşündüğüyse her iki tarafı da rahatsız etmeyecek bir yol bulmaktı.
Charters birkaç kez pencereyi açıp kapattıktan sonra, yapacak bir şeyi 
kalmayınca yüzünü ziyaretçilerden yana döndü. Hayret, sarışın kadın 
konuşmaya başlamıştı. Tam korktuğu gibiydi. Şivesi berbattı, şimdilerde 
oynamakta olan filmlerdeki Norveç aksanının çekiciliğinden eser yoktu.
Sarışın "Adım Hahn," dedi, "yanımdaki de Bayan Redlich. Kendisini pek iyi 
hissetmiyor. Dört aydan beri..."
Charters ikinci kez hafifçe öksürdü. Bunu özellikle yaptı. Durum iyice açıklığa 
kavuşmadan daha fazla yüz göz olmaya fırsat vermek istemiyordu.
"Lütfen ücreti düşünmeyin."
"Düşünmüyorum."
"Hiç kuşkusuz," dedi Lilly onaylayarak. Mimiklerinin kendisini ele 
vermemesine özen göstererek, sıkılganlığını saklamaya gayret etti. "Ama her şey 
halledildi. Bayan Williamson bunu sizi söylememizi önerdi."
Charters kendini bu adı nereden duyduğunu anımsamaya zorladı. Tanıdığı 
insanların dışında bu ismi nereden duyduğunu hatırlamak için yine aradan bir 
zaman geçti. Bayan Williamson'un hastalarından biri olmadığını söylemek 
üzereydi ki, birden bu adda olan bir diş doktorunun iki yıl önce Nakuru'ya 
yerleştiği aklına geldi. Zavallı Bayan isimdeki Williamson Polo Kulübü'ne 
girmek istemişti de, yahudi olduğundan kabul edilmemişti. Bu yüzden kulüpte 
epey tatsız bir hava olmuştu.. Aynı bugün olduğu gibi, o zaman da doktor daha 


ilk muayenesini yapmaya davranmadan kadın insanı kışkırtırcasma paradan söz 
etmişti.
Charters neredeyse sert bir çıkış yapmak üzereydi ki, Avrupalılar'in, kötü bir 
niyetleri olmadığını sadece patavatsız olduklarını düşünerek kendini 
toparlamaya çalıştı. Bu arada heyecanla anlatmaya devam eden sarışın kadının 
mitralyöz gibi peşpeşe sıraladığı kelimeleri kesemediğini hayretle fark etti. 
Şimdi de Almanya'da bir sürü tanımadığı adamın kafa karıştıran hikâyesini 
dinlemek zorundaydı, büyük bir olasılıkla hamile kadınla yakın bağlantısı olan 
kişilerdi.
Doktor, "Bayan Redlich'in Stag's Head'e gelişi nasıl oldu?" diye Lilly'nin sözünü 
kesti. Herkesin pek bir övdüğü nezaketine uymayan bu sert çıkışına kendi bile 
kızdı.
"Hamileliği baştan beri zor gidiyordu. Arkadaşımın çiftlikte tek başına çocuğu 
doğuramayacağmı düşündük."
Yanıt Charters'a mantıklı göründü, başka soru sormaya gerek yoktu. Hafifçe 
gülümseyerek, içindeki sıkıntıyı yenmeyi başardı.
Jettel'ten yana başını çevirmeden ve yüzüne bakmadan, "Herhalde İngilizce 
bilmiyor değil mi?" diye sordu.
"Pek bilmiyor. Hatta hemen hemen hiç bilmiyor. Bu yüzden birlikte geldik. Ben 
Gilgil'de yaşıyorum,"
"Çok iyi yaptınız. Ama herhalde doğuma kadar burada kalmayacaksınız, 
tercümanlık yapmak için hastanede yanımda durmayacaksınız!"
Lilly kekeleyerek, "Hayır," diye cevap verdi, "bu kadar uzun boylu düşünmedik. 
Bayan Williamson bize yardım edecek doktor olarak sizi tavsiye etti."
Charters bir an durakladı, ama suskunluğu uzun sürmedi, düşüncelerini 
açıklamanın tam zamanıydı "Bayan Williamson epeydir burada yaşamıyor," 
diye yanıtladı: "Yoksa size mutlaka Bayan Arnold'u önerirdi. Kendisi tam sizin 
istediğiniz gibi biri, olağanüstü bir doktordur."
Şık bir çözüm bulduğu için sevindiği halde, kendini tutarak memnuniyetini 
gizlemeyi başardı. İyi yürekli, yaşlı Janet Arnold gerçekten onun kurtarıcısı 
olmuştu. Bazen onun Nakuru'da yaşadığını bile unutuyordu. Yerlileri tedavi 
etmek için hurda Ford'uyla yıllarca en ücra bölgelerdeki çiftliklere gidip 
gelmişti. Yaşlı kız, Florence Nightingale ve dik kafalı İrlandalıların bir 
karışımıydı; İngiliz geleneklerine, aristokratik zevklerine değer vermeyen bir 
karaktere sahipti. Ezelden asi olan Dr. Arnold bir sürü Hintliyi, Gine'liyi (ve 
tabii çok sayıda siyahiyi), tek kuruş bile almadan tedavi etmişti, kırık bir kolun 
tedavisine bile verecek paraları olmayan cebi delik Avrupalılar da elbette 
hastaları arasındaydı. Tabii bu arada Janet Arnold'un, geçkin yaşına, İngiliz 
mizacına uymayan paldır küldür konuşmalarına aldırış etmeyen hastaları da 
vardı.
Sayfalarını çevirmekte olduğu takvimi elinden bırakarak, "Yazık ki size 
yardımcı olamayacağım, çünkü en yakın zamanda güzel bir tatil yapıp, 
dinlenmeyi düşünüyorum," dedi, sonra da gülümseyerek sözlerini sürdürdü: 


"Bayan Arnold'dan memnun kalacaksınız. Kendisi birkaç yabancı dil biliyor, 
belki sizin dilinizi de biliyordur."
Son cümleyi alışılmış nezaketine yakışmayan bir uygunsuzlukla söylediği için 
rahatsız oldu, ardından kendinin de beğendiği bir alçakgönüllükle hemen ekledi: 
"Dr. Arnold için size seve seve bir tavsiye mektubu verebilirim."
"Teşekkür ederim," dedi Lilly. Kabaran hiddetinin biraz dinmesini bekledi, 
sonra, doktorun yapmacıklı sakin ses tonunu taklid ederek ama bu kez Almanca 
olarak, "Seni kendini beğenmiş pis domuz, doktor olacak lanet köpek!" dedi. 
"Biz daha önce de kimsenin yahudileri tedavi etmediğini çok gördük." Charters 
şaşkın bir şekilde kaşlarını oynatarak, "Pardon, ne dediniz?" diye sormuştu ki, 
Lilly çoktan ayağa kalkmıştı bile; kesik kesik soluk alırken, bir yandan da 
omuzlarını dikleştirmeye gayret eden Jettel'i kolundan çekerek sandalyesinden 
kaldırdı. Jettel'le Lilly sessizce odadan çıktılar. Loş koridora geldiklerinde ikisi 
de kıs kıs gülüyordu. Sonra birdenbire sessizleştiklerinde usul usul ağladıklarını 
fark ettiler.
Lilly, Jettel'in doğumuna kadar en az iki hafta Nakuru'da kalmayı planlamıştı, 
ama daha geldiğinin ertesi günü kocasından mektup alınca Gilgil'e dönmek 
zorunda kaldı.
"Oha'dan kurtulur kurtulmaz tekrar gelirim," diye Jettel'i teselli etti. "O zaman 
VValter'i de getiririz. Şu günlerde önemli olan yalnız kalmaman ve boşuna 
kuruntu yapmaman."
Jettel, "Dert etme" dedi, "ben çok iyiyim. Charters'ı bir daha görmeyeceğim ya, 
asıl önemlisi bu."
Lilly'nin sıcak dostluğu, kendisine ilaç gibi gelen iyimserliği olmadan geçirdiği 
bir günün ertesinde Jettel, yalnızlığın dipsiz karanlıklarına gömülüverdi. "Bir an 
önce dönmek istiyorum" diye Walter7 e yazdı. Ama mektuba yapıştıracak pulu 
yoktu, kötü İngilizce'siyle de otel resepsiyonundan pul istemeye utandı. Henüz 
bir hafta geçmişti ki, gönderemediği mektup ona kaderin bir uyarısı gibi geldi.
Çünkü şimdi her şeyi daha farklı görüyordu. Charters ve onun aşağılayıcı tavrı 
hiç de zannettiği kadar kendisini rencide etmemiş, aksine ona uzun zamandır 
kendine itiraf edemediği bir şeyi ortaya çıkaracak cesareti vermişti..
WalterTe ikinci bir çocuk istemedikleri halde, bunu ikisi de bir türlü dile 
getirmeye cesaret edememişlerdi. Düşünceleriyle başbaşa kaldığı şu anda 
yalancıktan sevinçli görünmeye hiç gerek yoktu. Her şey gün gibi ortadaydı, 
bebeği olsun istememişti; acil durumlarda doktor bulamamanın devamlı korkusu 
içindeyken, bir bebekle tek başına bir çiftlikte yaşacak kadar kendini güçlü 
hissetmemişti, ama artık bu zayıflığından hiç de utanmıyordu. Stag's Head 
Otelinin parasını Hahn ailesiyle Nakuru'daki Musevi Cemaatinin ödemesini 
kabul etmektense, bu utanca katlanmak daha kolaydı.
Otelin dinlenme salonlarındaki lüksle büyük tezat teşkil eden, derme çatma 
küçücük oda, Jettel için; kendisini dışlayan bir dünyaya karşı koruyan bir 
sığınak gibiydi. Odasından çıkmamayı tercih ediyordu. Çünkü otel 
müşterilerinden hiçbiriyle ahbaplık kuramıyor, kitaplıktan bir kitap alıp 


okuyamıyordu. Akşam yemeğinden sonra smokinlerini ve tuvaletlerini giymiş 
otel müşterileri ne özel, salonda yapılan radyo yayınlarını bir iki kere dinlemek 
istediyse de, sonra bundan da vazgeçmek zorunda kalmıştı. Elbiselerinden 
sadece ikisi vücuduna oluyordu; cildi kurumuş ve adeta kararmıştı. Saçlarını zar 
zor küçücük bir tasta yıkıyor, diğer müşterilerin bakışlarından sürekli kaçma 
ihtiyacını duyuyordu. Odasından belli zamanlarda çıkıyordu, yemek saatleri, 
doktor ziyareti ve onun ısrarlı tavsiyeleri sonucu bahçede günlük gezintiler...
Bayan Arnold, Jettel'in karnını her yokladığında kıkırdayarak; "Bebeklere 
yürüyüş gerekli," diyordu.
Doktor meslek hayatı boyunca, hep tabiata ve insanın kendi doğasına güvenmiş 
ve inanmıştı. Jettel'in durumundan endişe ediyordu ama bunu ona hiçbir zaman 
hissettirmemişti. Her çarşamba yanından dört pulla birlikte Stag's Head'e 
geliyor, sallantılı masanın üzerine İngilizceİtalyanca sözlükle, Sunday Post 
gazetesinin son nüshasını koyuyordu. Ancak, daha ilk konsültasyonda bunların 
hiçbirinin faydasının olmadığını görmüştü.
Janet Arnold viskiye zaafı olan, üstü başı at gibi kokan ama olağanüstü 
sıcakkanlı bir kadındı. Karşısındakine keyiften çok güven veriyordu. Her 
gelişinde Jettel'i kucaklayarak merhabalaşıyor, muayene sırasında çıngıraklı 
kahkahalar atıyor, giderken de Jettel'in karnını okşuyordu.
Jettel, salaş erkek kıyafetleri giyen, bu ufak tefek tostoparlak kadına, sıkıntılarını 
anlatamıyor, doğal bir seyir izlemediğini sezdiği hamîleliğiyle ilgili olarak 
konuşmakta zorlanıyordu. Aralarındaki dil engelini aşmak kolay olmuyordu.
En kolay Svaheli'cede anlaşabiliyorlardı, ama ikisi de bu dilin, doktor yardımı 
olmaksızın çocuklarını doğuran anne adaylarına daha uygun olduğunun 
farkındaydılar. Bu anne adayları da tabii ki yerli siyahilerdi.. Dr. Arnold, 
maceralı meslek yaşamında kulaktan dolma öğrendiği çeşitli dillerdeki 
sözcüklerle, önemli bulduğu bir kaç uyarıyı anlatmaya çabalıyordu. Jettel'in 
anladığına ikna olana kadarda birkaç dili karıştırarak derdini anlatmaya devam 
ediyordu. Çokça da Afrika dilleriyle ya da Hinducayla konuşmayı deniyordu. 
Bazen de boşuna bir gayretle, çocukluğunda Galler'de öğrendiği dilden medet 
umuyordu. Bayan Arnold Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında henüz genç bir 
doktorken Tanganika'da bir Alman askerini tedavi etmişti. Şimdilerde onu pek 
hatırlamıyordu ama ömrünün son demlerinde Alman asker sık sık "Kahrolası 
İmparator" deyip durmuştu. Almanya'dan geldiğini tahmin ettiği hastalarına 
söylemek üzere bu iki sözcüğü iyice aklında tutmuştu. Bu epey işe de yaramış, 
çok defa karşılıklı gülüşmelerle anlaşma sağlanmıştı ki, Doktor Arnold'a göre bu 
iyileşmeye işaretti.. Hiç değilse bir kere olsun neşeli görmek istediği Jettel'in 
kendi anadiline hiçbir tepki göstermemesine bu yüzden canı sıkılmıştı.
Jettel için, acısını ve ümitsizliğini birileriyle paylaşmak yeni bir deneyim olsa 
bile çiftlikteyken duyduğu konuşma ihtiyacını şimdi artık özlemiyordu. 
VValter'in yokluğunu daha az hissetmesine şaşıyordu, hatta onu kendisinden 
uzakta Ol'Joro Orok'ta olduğunu bilmekten memnun bile oluyordu. Çünkü 
kocasının çaresizliği kendi acizliğini büsbütün artırıyordu, bu yüzden mektup 


almak onu daha çok sevindiriyordu. Mektupları, tasasız günlerindeki sevgi ve 
şefkat sözcükleriyle bezeliydi. Yine de evliliklerinin bir kader ortaklığı olarak 
sürüp sürmeyeceğinden endişeliydi.
Jettel hamileliğinin sonucundan pek ümitli değildi. Daha ilk ayında, Breslau'dan 
gelen annesi ve kız kardeşi için bütün ümitlerini bir anda yok eden mektubun 
şokunu hâlâ üzerinden atamamıştı. Mektubun kendisini de tehdit eden bir 
felaketin işareti olacağının önsezisine karşı mücadeleyi göze alamamıştı. Yeni 
birine hayat vereceğinin, düşüncesi bile ona şaka ve günah gibi gelmişti.
Annesinden sonra öleceğinin alnına yazılı olduğu düşüncesini ne yapsa bir türlü 
kafasından atamıyordu. Sonra içinde karşı koyamadığı bir acıyla, annesiz 
kalacak olan bebecikle nasıl baş edeceklerini bilemeyen Walter'le Regina aklına 
geliyordu. Bazen de Owuor'un gülerek çocuğu koca dizlerinin üzerinde salladığı 
gözlerinin önüne geliyor, sonra birden gece yarısı uykusundan fırlayıp, kocası 
Walter yerine Owuor'a seslendiğini fark ediyordu.
Korku ve hayallerle iyice bunalmaya başladığında Jettel kendisine bunca yakın 
hissedip ulaşılamaz görünen Regina'yı özlüyordu. Nakuru School ile Stag's 
Head arası sadece dört mil kadardı, ama okulun disiplinli yönetimi Regina'nm, 
annesini ziyaretine izin vermiyordu. Aynı şekilde Jettel'in de kızını görmesine 
izin yoktu. Geceleri Jettel tepede okulun ışıklarının yandığını görür ve 
Regina'nm pencerelerden birinden kendisine el salladığını hayal ederdi. Zaman 
zaman daldığı bu hayâllerden gerçek dünyaya dönmesi uzun zaman alırdı.
Anne ve babasından uzun süredir ayrı kaldığı hâlde hiç yakınmayan Regina'da 
aslında üzülüyordu. Otele hemen her gün bozuk bir Almanca ile yazılmış kısa 
mektuplar geliyordu. Regina kocaman matbaa harfleriyle yazdığı mektuplarında 
annesinden pul göndermesini rica ediyordu. Jettel'i kızının ricasından çok, yazım 
yanlışları ve anlaşılmayan cümleler duygulandırıyordu. Her mektup yarı 
Almanca yarı İngilizce "Du must take care von dir, that du nicht grang wirst"1 
diye başlıyordu. Hemen her mektubunda da "Ich will dir besooken, aber ich 
erlaube es nicht. Wir sind hier soldiers"2 gibi yanlışlarla dolu abuk sabuk 
cümleler yer alıyordu. "leh freue mir auf das Baby"3 cümlesinin de her 
defasında altı kırmızı mürekkeple çizilmiş oluyordu, sık sık da "I make wie 
Alexander the Great. Du must nicht have anst4 diye tekrarlıyordu.
Jettel mektupları büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu, çünkü ona gerçekten cesaret 
veriyorlardı. Çiftlikteyken Regina'yla o kadar sık beraber olamadığı için 
üzülürdü, şimdiyse kızının bağlılığı ve kendisine gösterdiği ihtimam, bu sıkıntılı 
günlerinde tek dayanağı oluyordu. Jettel sanki yeniden annesiyle sıkı bir bağ 
kurmuş gibiydi. Aldığı her mektuptan sonra, on yaşındaki Regina'nm artık 
çocuk olmaktan çıktığını daha iyi anlıyordu.
Mektuplarında hiç soru sormuyor, annesiyle babasını üzen her şeyi çok iyi 
seziyordu. Annesinin bebek beklediğini Walter'den önce bilen o değil miydi? 
Doğum ve ölüm hakkında her şeyi biliyor, bir kadının doğum sancıları tuttu mu 
kulübelere koşan ilk o oluyordu. Ama Jettel orada neler gördüğünü kızıyla 


konuşmaya hiçbir gün cesaret etmemişti. Zaten kızıyla pek nadir sıkılmadan 
konuşabilmişti. Ama şimdi Regina'yla dertleşmek için sabırsızlanıyordu.
1  "Kendine iyi bak, hastalanmamaya dikkat et."
2 "Seni ziyaret etmek istiyorum ama, bana izin vermiyorlar, biz burada askeriz."
3 "Bebek için çok seviniyorum."
4 "Tıpkı Büyük İskender gibi yapıyorum, sakın korkma."
Kızma mektup yazmak kocasına yazmaktan daha kolay geliyordu. Bedeninde 
olan değişiklikleri ayrıntılarıyla ona anlatmak ihtiyacmdaydı, ruhsal sıkıntılarını 
yazarak rahatlıyordu da. Otelin mektup formlarını iri, okunaklı yazısıyla 
doldurup da önüne sayfalar yığıldığında, yeniden Breslau'lu küçük Jettel 
oluveriyordu, tıpkı en ufak bir sıkıntısında teselli bulmak için bir üst katında 
oturan annesine sığındığı zamanlardaki küçük Jettel gibi__
Temmuz sonlarında Gilgil'de büyük yağmurlar başlayınca kocasının Hahn'larla 
birlikte otele çıkageleceğine dair son umudu da suya düştü. Nakuru'da günler ve 
geceler sıcaktan kavrulmaktaydı. Otel bahçesindeki çimler alev alev yanıyor, 
kuşlar daha sabahtan ötmez oluyordu. Derin soluk aldığında, tuzlu gölden esen 
keskin havayla insanın safrası kabarıyordu. Öğlen oldu mu tüm yaşam 
duruyordu.
Regina'dan posta gelme olasılığının olmadığı her pazar sabahı, Jettel yataktan 
kalkmamaya ve yemek yemeğe direnir, bütün günü uykuyla geçirmek isterdi. 
Güneş çıktığında nemli sıcak öyle boğucu olurdu ki, Jettel sonunda giyinip 
yatağın ucuna ilişirdi. Hareketsiz, öylece orada otururdu. Kavurucu sıcakta 
neredeyse tüm suyu çekilip kurumuş olan göle saatlerce gözlerini dikerdi, o anda 
bütün isteği kuluçkaya yatmış bir flamingo olmaktı.
Sabahları bitkin ve bıkkın uyanır, alacakaranlık bastı mı huzursuzluğu başlardı, 
ruhsal durumundaki iniş çıkışlar yüzünden gürültülere karşı daha duyarlı olurdu. 
Hizmetkarların mutfakta ateşi yakmalarını, yemek salonunda uşakların çatal 
bıçak şıkırtılarını, bitişik odada küçük köpeğin iniltilerini ve daha otelin ana 
kapısına gelmeden önce her arabanın motor gürültülerini duyardı. Kendisiyle 
aynı koridor üzerindeki odalarda kalan müşterileri pek ender gördüğü halde, 
adım atışlarından, seslerinden ve öksürüklerinden onları tanırdı. Chai, şu çıplak 
ayaklı Kikuyu, sabahları saat on birde akşam üzeri saat beşte çay servisini 
getirdiğinde, Jettel'in kapısını çalmaya gerek kalmazdı, Jettel Chai'in kapıya 
geldiğini tahmin ederdi. Sadece Regina geldiğinde Jettel hiçbir şey duymazdı.
Temmuz ayınm son pazar günüydü, Regina kapıyı üç kez tıkladı, ardından 
yavaşça açtı. Jettel sanki daha önce hiç görmemiş gibi kızma gözlerini dikti. Ne 
bir sevinç gösterisi, ne bir tepki, beyni boşalmış gibiydi, olup bitenleri 
anlamaktan âciz bir uyuşukluk içinde, sadece hangi dilde konuşması gerektiğini 
aklından geçirdi. Sonunda beyaz elbiseyi tanıdı ve Nakuru School'da haftalık 
kilise ziyaretlerinin beyaz elbiseyle yapılmasının âdet olduğunu hatırladı..
Belli günlerde Ol'Joro Orok'a gelerek, Patel'in dükkânının önündeki ağacın 
altına dikiş makinesini kurarak dikiş diken, Hintli terzi bu elbiseyi eski bir masa 
örtüsünden bozarak yapmıştı. Elbisenin boyun kısmında ve kollarındaki pliler 


için kimse onu caydıramamış, bu süsler için de fazladan üç şilin almıştı. Jettel 
bir an, elbise bittiğinde arada geçen konuşmaların her kelimesini anımsadı. 
Walter de elbiseyi görünce, "Redlich'lerin otelinde masa örtüsü olarak kalsaydı 
daha hoşuma giderdi," demişti.
Jettel, VValter'in yüksek ve sert ses tonundan öyle öfkelenmişti ki, hemen 
savunmaya geçmek istemiş, ama sözcükler boğazına tıkanmıştı. İyice 
gerginleşince de, gözlerinden bir anda yaşlar boşanmıştı.
Regina, yüksek ve yabancı bir ses tonuyla "Mami" diye seslendi. Ardından 
fısıldar gibi şefkatle "Anne," dedi.
Avını elden kaçırdığını fark edememiş bir tazı gibi soluyordu. Yüzü yangın 
ormanları kadar kızarmıştı. Alnına bulaşmış kızılımsı bir toz taneciğinden terler 
akıyordu. Saçlarından sızan kirli ıslaklık beyaz elbisesine damlıyordu.
"Regina koşu atı gibi burnundan soluyorsun. Nereden çıkıp geldin böyle? Seni 
buraya kim getirdi? Tanrı aşkına söylesene ne oldu?"
"Ben kendim geldim," dedi Regina sesinde sevinçli bir gururla. "Kiliseye 
giderken kaçıp geldim. Bunu her pazar yapıyorum."
Jetel, Stag's Head'e geldiğinden bu yana ilk kez kendisini bedence ve kafaca 
rahatlamış hissetti, ama hâlâ konuşmakta zorlanıyordu. Regina'nın terlemiş 
bedeninden yayılan tatlı koku, Jettel'in arzusunu kamçılıyor, bir an önce kızının 
terli vücudunu kucaklayarak kalp atışlarını duymaktan başka bir şey 
düşünemiyordu. Kızını öpmeye davrandı ama titreyen dudakları bunu engelledi.
Regina "Kalbimi Heidelberg'de bıraktım" şarkısını söylemeye başladı ve 
sıkılarak birden susuverdi. En basit tonlamayı bile bildiği hâlde beceremedi. "Bu 
Owuor'un şarkısı, onun kadar güzel söyleyemiyorum. Owuor gibi akıllı değilim. 
Bir gece bize geldiğini biliyor musun? Rummle/le. Babam onu görünce ağladı."
"Sen iyi ve akıllı bir çocuksun," dedi Jettel.
Regina, duymaya hasret kaldığı okşayıcı sözleri iyice belleğine yerleştirmenin 
keyfini tattı bir süre. Sonra yatağa annesinin yanına oturdu, şimdi ikisi de 
susuyordu. Birbirlerine sıkıca sarılmışlar, sabırla, yeniden buluşma 
mutluluğunun coşkuya dönüşmesini bekliyorlardı
Jettel aklından geçirdiği sözleri söylemeye henüz cesaret edemiyor, ama sessizce 
kızını dinlemeyi sürdürüyordu. Regina nasıl bir özlem ve özenle kaçış planını 
tasarladığını, gruptaki kızlardan ayrılarak otele nasıl geldiğini anlatıyordu. Uzun 
ve karışık bir hikâyeydi bu, Regina Owuor'un konuşma sanatından kaptığı 
tekrarlarla, hep aynı ses tonuyla anlatmak istediklerini aktarıyor, Jettel ise tüm 
gayretine karşın kızının söylediklerini takip etmekte zorlanıyordu. 
Suskunluğunun Regina'yı yavaş yavaş hayal kırıklığına uğrattığını fark 
ediyordu. Kızma, "Bebek olacak diye neden bu kadar seviniyorsun?" diye 
sormasına, kendi bile şaşırdı.
"Çünkü ona ihtiyacım var."
"Neden bir bebeğe ihtiyacın var ki?."
"Babam ve sen ölünce yalnız kalmamak için."


"Fakat Regina böyle bir şeyi nasıl düşünebiliyorsun? Biz o kadar yaşlı değiliz ki. 
Neden ölelim? Bu saçmalıkları kim aklına soktu?"
"Senin annen de ölecek," diye Regina yanıt verdi. "Babam, kendi babasının da 
öleceğini söyledi. Liesel teyzem de ölecek ... Ama babam, bunları sana 
söylemememi öğütledi, Fam so sorry."
"Büyükannenle büyükbaban ve teyzelerin Almanya'dan çıkamadılar. Bunu sana 
anlatmıştık. Ama bizlere bir şey olmaz. Biz artık buradayız, biz üçümüz."
"Biz dördümüz," diye Regina annesini düzeltti ve memnun bir ifadeyle gözlerini 
kapayarak, "Yakında dört olacağız," dedi
"Ah Regina, bir çocuk sahibi olmanın ne kadar zor olduğunu bilemezsin. Sen 
dünyaya geldiğinde her şey çok başkaydı. Babanın, evin içinde dört dönüp dans 
ettiğini unutamıyorum. Bugün ise her şey öyle korkunç ki."
"Biliyorum," diye Regina başını salladı, "Warimu'nun yanındaydım. Warimu 
neredeyse ölecekti. Karnından, önce bebeğin ayakları çıktı. Ben de ayaklarını 
çekerlerken yardım ettim."
Jettel midesinin bulantısını zorlukla bastırarak; "Ve bunu yaparken korkmadın 
öyle mi?" diye sordu.
Regina "Tabii ki korkmadım," diye yanıtlarken, acaba annesi şaka mı ediyor 
diye aklından geçirdi. "Warimu avaz avaz bağırınca işi kolaylaştırdı. O da hiç 
korkmadı. Hiç kimse korkmadı."
Regina'dan uzun zamandır sakındığı sıcak güven duygusunu hiç değilse biraz 
olsun verebilmek Jettel için işkenceydi, bu işkenceye katlanmak, yenildiğini fark 
etmekten daha zor oldu. Regina ona, kendisi kadar savunmasız göründü.
"Korkmayacağım" dedi.
"Bana söz ver,"
"Söz veriyorum,"
"Bunu bir kere daha söylemelisin. Hepsini bir kere daha söylemelisin" diye 
Regina ısrar etti.
"Bebeğim olunca, korkmayacağıma dair sana söz veriyorum. Bebeğin senin için 
bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum. Diğer çocukların bir kardeşe senin 
kadar sevineceklerini sanmıyorum."
"Biliyor musun," diye Jettel ekledi, "Tıpkı seninle konuştuğum gibi ben de bir 
zamanlar annemle dertleşirdim,"
"Ama sen de Boarding School'da okumuyordun."
Jettel, yeniden gerçeğe dönerken üzüntüsünü göstermemeye gayret etti. 
Yerinden doğrularak Regina'yı kucakladı. "Kaçtığın fark edilirse ne olur?" diye 
sıkkın bir ifadeyle sordu, "Sana ceza vermezler mi?"
"Verirler, ama I don't care."
"Umurumda değil mi demek istiyorsun?"
"Evet, umurumda değil."
"Ama hiçbir çocuk cezalandırılmak istemez,"
"Ben istiyorum," diye Regina güldü. "Biliyor musun bize ceza verdiklerinde, şiir 
ezberlemek zorundayız. Ben de şiiri seviyorum."


"Ben de severek şiir okurdum. Yine çiftlikte buluştuğumuzda sana Schiller'in 
Çan şiirini okurum. Hâlâ ezberimde"
"Benim mutlaka şiirlerim olmalı."
"Ne için?"
"Belki günün birinde beni hapse atarlar. O zaman elimde ne varsa alırlar. 
Elbiselerimi, yemeğimi.. Saçlarımı da keserler. Bana kitap da vermezler, ama 
şiirleri benden asla alamazlar. Onlar benim kafamda çünkü. Kederlendiğimde 
şiirlerimi okurum. Her şeyi kafamda bütün ayrıntılarıyla tasarladım, ama bunu 
kimse bilmiyor. Inge'nin de benim şiirlerimden haberi yok. Ona anlatırsam 
bütün büyü bozulur."
Jettel sırtına bıçak gibi saplanan ve soluk aldıkça daha da şiddetlenen sancıya 
karşın Regina gidene kadar gözyaşlarını tutmayı başardı. Üzüntüsünü bastırdı. 
Her zaman kendisine güvenilir bir dayanak olan umutsuzluğuna dönmek için 
sabırsızlanıyordu ki birden yaşama başkaldırmak için içinde duyduğu 
dayanılmaz istek onu şaşırttı. Jettel, kendisine yol gösteren Regina için 
savaşmaya karar verdi. Uyumaya giderken ona eşlik eden sadece bedenindeki 
ağrılardı.
Aynı gece, doğum sancılan tuttu. Dört hafta erken. Ertesi sabah Doktor Janet 
Arnold bebeğinin ölü doğduğunu haber verdi.
VIII. BÖLÜM
Memsahib'siz geçen son gün Owuor için, taze bir şekerkamışının özü kadar 
tatlıydı, ona dolunaylı bir geceden de daha uzun gelmemişti.. Güneş doğduktan 
hemen sonra Kania'ya, ocakla dolabın ve odun istifinin arasındaki tahta 
döşemeyi kaynamış suyla iyice ovalayarak fırçalattı. Kamau bütün tencereleri, 
bardakları ve tabaklan, Memsahib'in çok sevdiği minik tekerlekli küçük kırmızı 
arabayı da sıcak alkalik katkılı sıvıya daldırarak yıkadı. Jogona köpeğe öyle 
uzun banyo yaptırdı ki, sudan çıktığında nerdeyse küçük beyaz bir domuzcuğa 
benziyordu. Kimani Owuor'un ısrarlarına sonunda boyun eğmek zorunda 
kalarak, çiftlik hizmetkârlarının da yardımıyla, kargaları evin önündeki gül 
ağaçlarının üzerinden kovaladı. Owuor gerçi Bwana ile kargalar hakkında hiç 
konuşmamıştı, ama aklıselimi ona beyaz kadınların da bu konuda siyahilerden 
farklı olmadığını söylüyordu. Karga uğursuzluktu. Ölümü görenler, karga sesini 
ve kanat çırpışlarını duymaktan hoşlanmazlardı.
Owuor boynundaki siyah atkının kumaşı kadar yumuşak bir bezle uzun saplı 
mutfak kaşığını, yüzü parıldayan metala yansıyana dek ovaladı. Kaşık, 
Memsahib'in sevdiği un, tereyağ ve soğanla yapılmış koyu kıvamlı kahverengi 
sosun içinde yeniden yerini bulacaktı. Burnu uzun zamandır duymadığı bu 
kokuyla karıncalanmaya başlayınca, Owuor'un keyfi yerine geldi.
Artık işler, sadece Bwana için çalıştığı Rongai'deki ölü geçen günler kadar kolay 
değildi. Çiftlikte yalnız olduğu zamanlar, çorbasını soğutur, pudingin de 
durmaktan rengi kaçardı. Damağı, fırından çıkan ekmeğin tadını bile alamazdı. 


Memsahib'in karnındaki çocukla Nakuru'ya getirildiği o meşum gün, Bwana'nın 
gözleri artık eskisi kadar Owuor'a heyecan vermez olmuşlardı. O günden sonra 
Bwana'si Tanrı Mungo'nun sesini duyamayan, aklı sadece sızlayan kemiklerinde 
yaşlı bir adama dönmüştü.
Owuor, onu bu hâlde görünce hep, yetenekli bir çobanı olmayan bir öküz arabası 
gibi, Bwana'sinin da aklını idare edecek bir tanrısı olmadığını, düşünmüştü, 
ancak çok geçmeden yanıldığını anladı. Bwana ona ölü çocuğundan söz ederken 
Owner7 dan önce Tanrının adını ağzına alarak "Şauri ja Mungo" demişti. Aç bir 
aslanın önünden kaçan ceylana dişlerini göstermesi gibi, ölüm de Owuor'a 
dişlerini gösterseydi aynı şeyi söylerdi. Ama Owuor, bir insanın çocuğu için 
Tanrı Mungo'yu uykusundan uyandırmasını doğru bulmuyordu. Çocuklara Tanrı 
değil, onları isteyen kişi el uzatmalıydı.
Owuor eve ve mutfağa eski huzur dolu günlerin gelmesini beklerken bir yandan 
da, Bwana'nin geceleri uykudayken, damağındaki tuzları kurutmayı becerecek 
kadar akıllı olmadığını düşünerek üzülüyordu.
Memsahib ve kızı olmadığı günler Bwana kulaklarını sadece radyodaki yayınları 
dinlemek için açardı. Bwana'yi yeniden yaşama döndürme gayretleri o haftalar 
Owuor'u çok yorgun düşürmüştü.. Sırtı taşıyamadığı yabancı yükün altında 
ağırlaşmıştı Bu yüzden uzun bir yolu koştuktan sonra, tek isteği ağacın altına 
uzanıp bulutları seyretmek olan bir adamın keyfiyle, o günü sadece küçük 
MemsahibTe oyalanarak geçinnip kendini avuttu.
Ağacın altında yanyana oturduklarında, Owuor sol gözünü kısarak, gökyüzüne 
baktı ve "Çok iyi," dedi.
Regina da "İyi/'diye tekrarlarken, Owuor'u onun anladığı dilde, yumuşak bir ses 
tonuyla pohpohlamayı ihmal etmedi.
Regina için de Jettel'in doğumdan dönüşünden önceki gün her zamankinden 
farklıydı, ne daha önceki ne de gelecekteki günlere benziyordu. Keten tohumu 
ekili tarlanın kenarına oturmuş, ayaklarıyla sert kırmızı çamuru karıştırıp 
duruyordu. Çamur bedenini ısıtıyordu; OwuorTa yalnız olduğu zamanlar, sadece 
gündüzleri uyumaya alışık olduğu halde, tatlı bir uyku hâli beynini 
uyuşturuyordu. Yine de hayalleri onu bırakmıyordu, yarı kapalı gözlerle 
düşüncelerinin ışıkta rengârenk daireler çizerek gökyüzünde güneşe doğru 
uçuşmalarını seyrediyordu.
Babasının bir gün önce karıkoca HahnTarla Nakuru'ya gitmesi iyi olmuştu. 
Büyük yağmurlardan sonra yollar çamur içinde kalmıştı, kurak aylarda en fazla 
üç saat süren yol, böyle günlerde neredeyse eziyetli bir safari oluyordu.. Regina 
bezgin bir tavırla sırtındaki bluzu çıkardı, pantolonunun cebinden bir Mango 
alıp ısırdı, bunu yaparken o anda kadere meydan okuduğunu fark etti ve kalbi 
hızlı hızlı atmaya başladı. Eğer meyveyi, suyunun bir damlasını bile akıtmadan 
yemeyi başarırsa, Tanrı Mungo bugün ya da en azından birkaç gün içinde 
müthiş bir mucize yaratabilirdi.
Regina, aslında, tanımadığı ama güvendiği bu Yüce Tanrıya, yaratacağı 
mucizeler ya da yapacağı iyiliklerle ilgili talimat verilmeyeceğini çok iyi 


biliyordu. Tevekkülle başını eğerek dileklerini içine attı, yüzünden bir şey fark 
edilmemesi için de epey gayret sarf etti. Bu arada elinde tuttuğu Mango'yu 
unutmuştu. Göğsüne akan ılık sıcaklığı hissedip tenindeki sarı lekeleri görünce, 
Mungo'nun kendisiyle ilgili olumsuz karar verdiğini anladı. Demek güvendiği 
Tanrı, yüreğini daraltan cendereden onu kurtarmaya henüz hazır değildi..
Elinde olmadan yakındı, sonra da Mungo kendisine gücenmesin diye hemen 
gözlerini dağlara çevirdi. Regina yitirdiği kardeşinin yasını unutmak için epey 
mücadele etmiş, yine de becerememişti, kedinin fareyi kovalaması gibi, 
yüreğindeki yası atmaya çalıştıkça, üzüntüsü her defasında geri tepmişti. 
Kafasında dolaşan tilkiler sadece gündüzleri onu rahat bırakmış, geceleri ise 
düşünceleriyle başbaşa kalmıştı; demek annesiyle babasının gelecekteki 
hayatlarında, yine kendisinden başka biri olamayacaktı.
Regina, annesinin kulübelerde yaşayan diğer kadınlara benzemediğini biliyordu.
Kadınlardan birinin çocuğu öldü mü, çok beklemesine gerek yoktu, iki yağmur 
mevsimi arası karnı yeniden şişiveriyordu. Regina, "Acaba annem yeni bir 
bebeğin doğumuna sevinmek için daha ne kadar bekleyecek?"diye aklından 
geçirirken, hırsla Mango'nun çekirdeğini ısırdı, dişleri sızlayınca, bir an 
kafasındaki kötü düşünceler uçuverdi. Ama annesiyle babası aklına gelince 
üzüntüsü yeniden depreşti.
Annesiyle babası, doğanın nimetleriyle ilgilenmezlerdi. Kulakları yağmurun 
sesini duymaz, ayakları sabahları düşen çiğin yeni bir yaşama uyanışını 
hissetmezdi. Babası, Sohrau'dan söz ettiğinde, güzel anılarını anlatır, annesi de 
Breslau'yu safariyi özlediği zamanlar hatırlardı. Regina'nın, okuldayken 
arkadaşlarına "home" tatildeyken ise "bizim orası" diye betimlediği Ol'Joro 
Orok ise annesiyle babasına hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar sadece Ol'Joro 
Orok'ta gecenin karanlık renklerini görürlerdi, genelde konuşmayı sevmeyen 
ancak güldüklerinde sesleri çıkaran insanlar önemli değildi.
"Göreceksin Rummler," dedi köpeğine dönerek, "bir daha bebek 
yapmayacaklar."
Regina'nın sesiyle uyanan köpek, sinek girmiş gibi sağ kulağını oynattı, ağzını 
kocaman açıp esneyerek, silkindi. Sesin yankılanışı onu ürkütmüş olmalıydı.
"Aptal bir leşten farkın yok Rummler," dedi Regina gülerek, "hiçbir şeyi aklında 
tutamıyorsun." Burnunu köpeğin güneşten buharlaşan nemli derisine sürtünce 
biraz rahatladı. Sonra yanında oturan Owuor'a döndü:
"Owuor, biliyor musun, sen çok akıllısın. İnsanın gözleri ıslakken, derisi 
nemlenmiş bir köpeği koklaması iyi oluyor."
"Sen gözlerinle köpeğin derisini ıslattın," dedi Owuor. "Şimdi ikimiz de 
uyuyacağız."
Ertesi gün güneş dağların arkasında henüz kaybolmuşken, Regina uzaktan 
hırlayan bir motorun gürültüsünü duydu. Saatlerce ormanın kenarında oturarak 
tamtam seslerini dinlemiş, karnının altında yavrusunu taşıyan bir anne maymunu 
gıptayla seyretmişti. Henüz çok derinlerden gelen ilk sinyali yakalamıştı ki, 
yerinden fırlayarak, bir solukta yumuşak topraklı yolun sonuna varıp, hareket 


hâlindeki cipin basamağına atlamayı becerdi, yolun son bölümünü birlikte 
katettiler.
Oha direksiyonu kullanırken, bir yandan da kendi ektiği tütünü kokluyordu. 
Yanında, Jettel vardı, vücudundan hâlâ, hastanede üzerine sinen keskin sabun 
kokulan yayılıyordu.. Arkada Lilly, Walter ve Manjala oturuyorlardı. Manjala 
çamura saplanan arabalarla başetmeyi herkesten iyi becerdiğinden, Hahn ailesi 
yağmur zamanlarında onu yanlarından hiç ayırmazdı. Küçük beyaz kaniş köpek 
aralıksız uluyordu, oysa ne henüz akşam olmuştu ne de Lilly her zamanki gibi 
şarkı söylüyordu.
Rüzgâr çıkmıştı, Regina çiftliğe gelene kadar, düşüncelerini toparlayıp, gözlerini 
annesine alıştırmaya çalıştı. Jettel, sanki değişmiş gibiydi. Tatil için çocuklarını 
okuldan almaya gelen zayıf, uzun boylu, İngiliz annelere benziyordu. 
Konuşmuyordu, dudakları kilitlenmiş, belli belirsiz gülümsüyordu. Yüzü 
dolgunlaşmıştı, gözleri doygun inekler kadar sakindi. Cildi eski rengine gelmişti, 
pırıl pırıldı, Regina gayret ettiyse de annesinin cildinin rengini bildiği dillerden 
hiçbiriyle betimleyemedi.
Owuor'la Kimani cipi evin önünde karşıladılar. Kimani konuşmadı, yüzünde en 
ufak bir mimik yoktu, ama sevincin kokusunu almıştı. Owuor önce dişlerini 
göstererek güldü, ardından "Seni aptal herif!" diye üzerine basa basa küfürü 
savurdu, hoşgeldin derken ziyaretçileri böyle karşılamayı ona Bwana'si 
öğretmişti. Güzel, sihirli bir sözcüktü bu. Gilgil'den gelen Bwana Owuor'u çok 
iyi tanıyordu, yine de sanki ilk defa görüyormuş gibi öyle bir güldü ki, zevkten 
dört köşe olan Owuor'un salt kulaklarına değil bütün vücuduna tatlı bir rehavet 
yayılıverdi.
Regina annesini öptü, eliyle dalgalı saçlarını göstererek, hayranlıkla, "Çok 
güzelsin," dedi. Jettel sıkılgan bir ifadeyle gülümsedi. Alnını sıvazlarken, 
günlerce hasretini çektiği eve ürkek bir bakış fırlattı, yine biraz sıkılgan bir ses 
tonuyla: "Çok üzüldün mü" diye sordu.
Regina, "Yok canım, üzülmedim. Biliyor musun, yeni bir bebek yapabiliriz. 
Elbet bir gün," diye yanıtlarken, gözünü hınzırca kırpmak istediyse de 
beceremedi. "Daha çok genciz."
"Regina, şimdi annene bunu söylemenin sırası değil. Önce iyice bir dinlenmesi 
gerekiyor, bunu sağlamamız lazım.. Çok hastaydı. Allah kahretsin, bunları sana 
tek tek anlattım."
Jettel araya girdi, "Onu rahat bırak, ne demek istediğini anlıyorum. Bir gün yeni 
bir bebek yapacağız Regina. Bir bebeğe ihtiyacın olduğunu biliyorum."
"Ve şiirlere," diye Regina ciddi bir ifadeyle onayladı, "görüyorsun ki 
unutmadım."
Akşam şöminedeki ateş hâlâ büyük yağmurların nemli kokusunu taşıyordu, az 
sonra sıcağa yenik düşen odunlar öfkeli kor alevlere dönüştüler. Oha ellerini 
alevlere tutmuştu, birden sanki biri ona seslenmiş gibi dönüp, Regina'yı 
kollarına alarak kaldırdı.
"Nasıl oldu da böyle ileriyi gören bir kızımız var!"


Regina, ateş basan yüzünün kızardığını fark etti. "İleriyi gören" sözünü 
anlamamış gibi, eliyle pencereyi işaret ederek, "Ama pencereler kapalı ve 
çoktan karanlık oldu "dedi
" Sen küçük bir Kikuyu'sun, Madamcık," dedi Oha. "Tam bir laf cambazısın. 
Biliyor musun, güzel bir hukukçu olurdun, ama dilerim kader bunu sana reva 
görmez."
Regina itiraz etti, "Hayır hayır, Kikuyu değil," Owuor'a bakarak, sadece ikisinin 
duyacağı bir ses tonuyla, "Ben Jaluo'yum!" dedi.
Owuor bir elinde bir tepsi tutuyor, diğer eliyle de küçük kanişle, Rummler'i 
okşuyordu. Daha sonra, özel ve güzel günlerde doldurduğu büyük cezveyle 
kahveyi getirerek, minik sandviç ekmeklerle birlikte servis yaptı. Henüz aşçı 
değilken bu ekmekleri ilk olarak Bwana'si beğenerek övmüştü, o zamanlar 
beyaz adamlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu, tek fark ettiği, kabilesindeki 
kardeşlerinden daha esprili olduklarıydı..
Walter "Bunlar ne minik ekmekler böyle," diye hayranlığını belirterek, çatalıyla 
tabağını tıklattı. "Bu koca eller nasıl oluyor da böyle küçük ekmekçikler 
yapabiliyor? Sen Ol'Joro Orok'taki en iyi aşçısın. Ve bu akşam," diye, Owuor'un 
şaşkınlığını görerek, lafı değiştirip sözlerine devam etti, "bu akşam bir şişe de 
şarap açacağız."
"Öyleyse hemen köşedeki bakkala gidip bir şişe alıyorsun," diye gülerek espri 
yaptı Lilly.
"Babam ayrıldığım gün bana iki şişe şarap vermişti. Özel günlerde içelim diye. 
İkincisini kim bilir ne zaman açmak kısmet olacak. İlkini, yüce Tanrı bize 
Jettel'i armağan ettiği için bu akşam içeceğiz. Tanrı'nın bazen kahrolası 
sığınmacıları düşünecek zamanı oluyor."
Regina Rummler'i dizlerinin üzerinden uzaklaştırıp, babasına doğru koşarak 
elini avcunun içine aldı, tırnaklarının etine battığını hissedene kadar sıktı. 
Babasının gözlerinde yaşlar birikmişti. Regina ona bu yüzden hayrandı, 
gırtlaktan gelen bir kahkahayla gülerken bile, rahatça gözlerinden yaşları 
akıtabiliyordu, bunu babasına da söyleyecekti ki, telaştan dili dolanınca onun 
yerine, "Şarap içerken ağlaman mı lazım?" diye sordu
Şarabı, renkli likör kadehlerinden içtiler. Sedir ağacından yapılmış masanın 
üzerindeki kadehler, yağmurdan sonra ilk arıları bekleyen çiçeklere benziyordu. 
Owuor mavi, Reginada kırmızı kadehleri aldılar. Bağazmdan kayıp giden iki 
minik yudumdan sonra Regina kadehi petrol lambasının titrek ışığına tutarak 
yine hayale daldı, elindeki kadeh şimdi periler kraliçesinin ışıldayan şatosuydu. 
Bundan kimseye söz edemeyeceğini düşününce üzüntüsünü içine attı, ama 
Almanya'da perilerin olmadığını çok iyi biliyordu. Sohrau, Leobschütz ve 
Breslau'da perilerin yaşamadığına emindi. Öyle olsaydı annesiyle babası 
kendisine bunlardan söz ederlerdi.
"Ne düşünüyorsun Regina?"
"Bir çiçeği."
"Bu kız tam bir gurme, şaraplardan iyi anlıyor," diye övdü onu Oha.


Owuor şarabın lezzetini hissedebilmek, aynı zamanda ağzında tutabilmek için, 
kadehe sadece dilini daldırıp duruyordu. O güne kadar hiç tatlıyla ekşiyi bir 
arada tatmamıştı. Dilindeki karıncalanmalar yeni bir sihire benziyordu, Owuor 
bunu uzun uzun betimlemek istiyordu ama nasıl başlayacağını bir türlü 
kestiremiyordu.
"Bunlar,", dedi birden kafasına gelen bir esinle. "Tanrı Mungo'nun gülerken 
döktüğü yaşlara benziyor,"
"Assmanshausen Şarapevi'ni her zaman büyük bir keyifle anarım", diyen Oha, 
şişenin etiketini ışığa doğru çevirdi." "Pazarları sık sık oraya giderdik."
"Hem de çok sık," dedi Lilly. Elini yumruk gibi sıkmıştı. "Belki hatırlarsın, 
şarapevinde keyfettiğimiz bir gün pencereden ilk defa SA'ları* yürüyüş 
yaparken görmüştük. Attıkları naralar bugün hâlâ kulaklarımdadır."
"Çok haklısın," diye yanıtladı Oha, barışçıl bir sesle, "geriye dönüp, eskileri 
anmak doğru değil.. İnsanlar bazen meraklı oluyorlar işte. Benim gibi."
WalterTe Jettel bu arada eski günlerindeki keyfili sohbetlerine dalmışlardı, 
kadehlerin Emmy Teyze mi yoksa Cora Teyzenin mi nişan hediyesi olduğunu 
tartışıyorlardı. Karar veremedikleri gibi, Leobschütz'de GuttfreundTerde 
geçirdikleri son akşam yemeğindeki sazan balığının siyah turplu mu yoksa 
Polonya soslu mu olduğunu da hatırlayamadılar. Öyle heyecanlanmışlardı ki, 
eskileri hatırlamakta kendilerine fazla güvendiklerini, düşündüklerini 
aktarmakta epeyce zorlandıklarını geç farkettiler. Guttfreund'lardan en son kart 
1938 Ekimi'nde gelmişti
Jettel: "Bayan Guttfreund çok becerikliydi, her zorluktan sıyrılmasını bilir, 
mutlak bir çıkar yol bulurdu" diyerek o günleri hatırladı birden.
Nazi hücum kıtası askerleri. Ç.N
"Çıkar yol" diye mırıldandı Walter ardından/'artık çıkar yol yok, sadece dönüşü 
olmayan yol var." dedi.
Ama geçmişe dönmüşlerdi bir kez, anıları peşlerini bırakmıyordu: "Belki bu 
yeşil masa örtüsünün de nereden geldiğini bilmiyor sundur," dedi jettel zafer 
kazanmış bir kumandan edasıyla, "Boşuna kafanı yorma, ben söyleyeyim. 
Bilschofski vermişti"
"Hayır yanılıyorsun, Weyl'in mağazasından almıştık."
"Annem her zaman Bilschofski'lerden alışveriş yapardı. Örtü de çeyizimden 
kalmadır. Buna da mı itirazın var?"
"Saçma. Örtü bizim oteldeydi. Kullanılmadığı zamanlarda oyun masasının 
üzerini örtüyordu. Üstelik Liesel Breslau'ya geldiğinde hep VVeyl'de alışveriş 
yapardı." Walte/in ani bir çıkışla "Hadi Jettel, bırak artık bunları!"demesi 
herkesin dikkatini çekti, kadehe uzanan eli titriyordu.
Jettel'e bakmaya çekiniyordu. Karısının Weyl'in ölümünden haberi olup 
olmadığını bilmiyordu. Ülkeden ayrılma düşüncesini bile bir türlü 
kabullenemeyen yaşlı adam tutuklandıktan üç hafta sonra hapiste ölmüştü. 
Walter bu trajediyi bir an için kafasında canlandırmak istediyse de sadece 


dükkânın koyu renkli ahşap kaplamasıyla, Liesel'in otel çamaşırlarının 
üzerlerine işlediği isimler gözünün önüne geldi.
Walter Kenya'ya geldiğinden bu yana ağzına içki koymamıştı. Bu yüzden azıcık 
içtiği şarap başını döndürmüştü, hafiften zonklamaya başlayan şakaklarını 
ovaladı. Birbiri ardından kafasına yığılan görüntüleri belleğinde tutmaya 
çalışmaktan gözleri yorulmuştu. Şöminedeki odunlar hışırtılı seslerle yanarak 
parçalara bölünürken, öğrencilik yıllarının şarkılarını duyar gibi oldu, birlikte 
söylemek isteğiyle birkaç kez Oha'ya baktı. Oha piposunu dolduruyor, bir 
yandan da büyük bir dikkatle, yanında uzanmış olan kanişi gözlüyordu, köpek 
uykusunda koşuyormuş gibi garip hareketler yapmaktaydı.
Jettel kendinden geçmiş bir hâlde hâlâ Bilschofski'lerin zarif masa örtülerini 
anlatıyordu. "Breslau'da Damast marka örtüler için ondan daha iyi bir adres 
bulamazdınız. Annem peçeteleriyle birlikte on iki kişilik beyaz masa örtüsü 
takımını özellikle ona sipariş vermişti."
Lilly de çeyizini anlatıyordu. "Wiesbaden'de satın almıştık. Luisen caddesindeki 
güzel mağazayı hatırlıyor musun?" diye kocasına sordu.
"Hayır hatırlamıyorum," diyen Oha pencereden dışarıya karanlığa doğru baktı, 
"Wiesbaden'de Luisen caddesinin olduğundan bile haberim yok. Eğer böyle 
giderse biraz sonra hepimiz birden "Du schöner Rhein"* şarkısını söylemeye 
başlayacağız. Dilerseniz siz sevgili bayanlar şöyle bir salona geçin ve bir sonraki 
tiyatro galasında ne giyeceğinizi tartışın, ne dersiniz?"
Walter onayladı, "Çok doğru! Biz de Oha'yla sakin sakin önemli hukuk 
davalarının fezlekesini çıkarırız."
Oha ağzından piposunu alarak, "Bu, Polonya sosuyla yapılmış sazan balığını 
tartışmaktan bile daha korkunç!" dedi kendisinin bile şaşırdığı bir sertlikle 
konuşmuştu: "Davalarımdan bir tekini bile hatırlamıyorum. Üstelik bir zamanlar 
çok da iyi bir avukattım. Öyle diyorlardı. Ama o artık bir başka hayatta kaldı."
"Benim ilk vakam" diye Walter konuşmayı sürdürdü, "Greschek'in Krause'ye 
açtığı davaydı. Elli marklık bir iş içindi, ama bu Greschek'in umurunda değildi. 
Onun huyudur, her davaya maydanoz olur, burnunu sokardı. O olmasaydı, 
avukatlık büromu 1933 yılında kapatmak zorunda kalabilirdim. Düşünebiliyor 
musun, Greschek Cenova'ya kadar bana refakat etti.? Oradaki mezarlığı birlikte 
ziyaret ettik.. Tam bana göre bir mezarlıktı."
Ah Benim Güzel Ren Nehrim"
Oha öfkeyle, "Kes artık! Büsbütün aklını mı kaçırdın? Henüz 40'ında bile 
değilsin ve hâlâ geçmişte yaşıyorsun. Carpe diem. Sana bunu okulda 
öğretmediler mi? Yaşamak için öğrenmedin mi?"
"O bir zamanlardı. Hitler yaşamama izin vermedi."
Oha bu sefer daha yumuşak bir sesle, "Peki Hitler'in seni öldürmesine izin mi 
vereceksin? Burada Kenya'nın ortasında seni öldürecek ha. Bunun için mi 
ülkenden kaçtın Walter, Tanrı aşkına, artık bu ülkede kendini evinde, vatanında 
hissetmelisin! Her şeyini bu ülkeye borçlusun. Masa örtülerini, şu saçma sazan 


balıklarını, kahrolası hukuk işlerini ve bir zamanlar kim olduğunu kafandan sil 
at. Almanya'yı da unut. En azından kızını örnek al!"
"O da unutmadı ki!" diye Walter inatlaştı, sonra da neşeli bir sesle, "Regina" 
diye seslendi, "Almanya'yı hala hatırlaybiliyor musun?"
Regina "Evet," diye aceleyle yanıtladı. Cevabını vermeden önce bir sûre bekledi, 
perisini kırmızı likör kadehine uğurluyordu. Bütün gözlerin pür dikkat üzerine 
dikilmesi onu rahatsız etmişti, babasını hayal kırıklığına uğratmak istemeyişinin 
baskısını tüm ağırlığıyla üzerinde hissediyordu.
Regina yerinden doğrularak kadehi masanın üzerine bıraktı. Sadece ingilizce 
konuşan perisi kulağını çekiştiriyordu. Kadehi masaya koyarken çıkan ses onu 
cesaretlendirdi: "Pencere camlarını nasıl kırdıklarını biliyorum," dedi, annesiyle 
babasının yüzündeki hayret ifadesi içini sevinçle doldurdu, "ve bütün kumaşları 
sokaklara attıklarını ve bütün insanların nasıl tükürdüklerini. Ve bir de yangının 
olduğunu... Çok büyük bir yangındı."
"Fakat Regina, bütün bunları sen yaşamadın ki. Bunları sadece İnge gördü.. Biz 
o günlerde orada bile değildik."
" Onu rahat bırak" dedi Oha. Regina'yı kendine doğru çekerek, "Çok haklısın 
kızım" dedi. "Burada bir tek akıllı olan sen varsın. Owuor ve köpeklerin dışında. 
Almanya'dan aklında kalanlar, gerçekten bir yığın cam parçası ile yangınlar ve 
nefretten başka bir şey değil."
Regina, birkaç saniyelik bir suskunluğun ardından bu övgü dolu sözleri bir soru 
sorarak uzatmaya hazırlanıyordu ki, babasının gözlerini gördü. Uzun 
havlamalardan sonra yorgunluktan bitap düşüp yeniden kuyruğunu toplayan bir 
köpeğinki gibi gözleri nemlenmişti. Rummler mehtap olduğu geceler hep ağlar 
gibi ulurdu. Regina, köpeğini^ korkudan vücudu terleyip kokmaya başlamadan 
yatıştırmayı başarırdı.
Babasını Rummler kadar kolay teselli edemeyeceğini düşününce, boğazına bir 
yumru tıkandı, gücünü toparlayarak, boğazmdakileri bir iki öksürükle temizledi. 
Ağlamasını böyle gizlemeyi öğrendiğine sevindi.
"Almanlardan değil" diyerek Oha'nın dizlerine ilişti, "sadece Nazilerden nefret 
etmelisin. Biliyor musun Hitler savaşı kaybederse, hepimiz yine Leobschütz'e 
dönebiliriz."
IX. BÖLÜM
Bwana çiftliğe geleli dört yağmur mevsimi geçmişti. Kimani o gelmeden önce, 
iki karısıyla altı çocuğu ve babasının yaşadığı kulübelerin öte yakasında neler 
olup bittiğinden pek haberi olmazdı. Keten tarlaları, pyrethrum ve 
sorumluluğunu taşıdığı tarlada çalışan boylarla uğraşmak ona yetiyordu. 
Yabancı bir memleketten gelen siyah saçlı Bwana'smdan önce tanıdığı bütün 
açık tenli sarı saçlı Mesungu'lar* Nairobi'de yaşıyorlardı. Onlar da çoğunluk 
yeni ekilen tarlalardan, odunlardan, yağmurlardan, yeni toplanan ürünlerden ve 


çalışanlara verilecek ücretlerden konuşurlardı. Çiftliğe geldiklerinde her gün ava 
çıkarlar, ayrılırken bir Kwaheri bile demezlerdi.
Konuşurken kelimelerden resim yapabilen Bwana'sı** onlara hiç benzemiyordu. 
Bu Mesungular, kendi dillerinden başka bir dil bilmiyorlardı, günlük konuşmada 
kullandıkları çatpat Svahiliceyi konuşurken de ağızlan dillerine dolanıp 
sözcükleri doğru dürüst telaffuz edemiyorlardı. Kimani ise Bwana'yla çok iyi 
anlaşıyordu, kendi erkek kardeşleriyle bile onunla olduğu kadar güzel sohbet 
edemiyordu. Bwana'si gözleri açıkken bile uyuyabiliyordu, öyle bir adamdı o. 
En çok da kulaklarıyla ağ
*   Kendi dilinde, beyazlar anlamına geliyor olmalı Ç.N
** Afrika yerlisi için kullanılan bir tabir, anılarını somut biçimde aktarmak an
lamında.
zindan yararlanırdı. Kimani'nin daha önce gitmediği yolun izlerini kulaklarıyla 
bulurdu. Kimani de her gün ondan bunu yeniden yapmasını isterdi.
Zamanla bu, alışkanlık haline gelmişti. Birlikte çıktıkları her sabah 
yürüyüşünden sonra, sözbirliği etmişçesine, tek kelime konuşmaksızın keten 
tarlalarından birinin yanına otururlar, büyük dağın gözalan beyazlıktaki yüksek 
tepesiyle dalgalarını geçerlerdi. Kimani'nin uzun süre sessiz kalmaktan uykusu 
geldiğinde, Bwana'sının safariyi düşündüğünü bilirdi.
Öyle sessizce oturup güneşin sıcaklığını vücutlarında hissetmek ikisine de iyi 
gelirdi.
Ama Kimani daha çok Bwana'sinm anlattıklarından hoşlanırdı. Kimani için bu 
konuşmalar, gece yağan büyük yağmurlardan sonra kurumuş toprağın yeniden 
hayata dönmesi kadar sihirli bir şeydi. Kimani karnını doyuracak yemekten, 
ağrıyan kemiklerini ısıtmaktan daha çok Bwana'sinm anlattıklarını özlerdi.
Bwana ne zaman konuşmaya başlasa hep savaştan söz ederdi. Ölüler 
memleketindeki kudretli Mesungu'larm yaptıkları savaş Kimani'ye çok şeyler 
öğretmişti, bu sayede hayatı, ailesindeki bütün diğer erkeklerden daha iyi 
tanımıştı. Açgözlü alevlerin insan hayatını nasıl yuttuğunu öğrendikçe, 
Bwana'nin yeniden anlatmaya başlaması için sabırsızlığı artıyordu. Neyse ki 
Bwana'nin suskunluğu çabuk geçiyordu. Kimani'nin, midesinden çok kafasında 
hissettiği açlığını gidermek için, Bwana'dan işittiği güzel sözlerden birini 
söylemesi kafiydi.
Çiftliğin en kuvvetli iki öküzünün güneşin batışını bir daha hiç görmeyeceğine 
kanaat getirdiği gün Kimani "El Alamein"* dedi. Bwana bu sözü ilk kez 
söylediğinde, gözlerini kocaman kocaman açmış, bedeni fırtınanın üfürdüğü 
tarladaki taze fidan
* Almanya anlamında. Ç.N 156
lar gibi oraya buraya savrulup durmuştu, yine de dudaklarından gülümseme 
eksilmemişti. Sonra da Kimani'ye "benim Rafikim"* demişti.
Hayatın sillesini yemiş bir erkek, karşısındaki biri için iyi şeyler düşündüğü 
zaman Rafikim derdi. Kimani, Bwana'nin bu sözü nasıl bildiğine şaşırdı. 


Çiftlikte sık duyulan bir söz değildi, üstelik bir Bwana o güne kadar kendisine 
asla böyle bir şey söylememişti.
"El Alamein" diye Kimani tekrarladı. Önemli şeylerin mutlaka iki kez 
söylenmesi gerektiğini sonunda Bwana da öğrenmişti.
Walter, "El Alamein'in üzerinden bir yıl geçti" dedi ve parmaklarıyla önce on 
sonra da iki işaretini yaptı.
Kimani, sabırsızlandığı zamanlardaki şarkı söyler gibi bir ses tonuyla, "Ya 
Tobruk ne oldu?" diye sordu.
"Tobruk da bir işe yaramadı. Savaşlar uzun sürer Kimani. Durmadan da insanlar 
ölür."
"Bingazi'de de öldüler. Bunu sen söyledin. Her gün ölüyorlar. Her yerde."
"Bir adam ölmek isterse, ona kimse engel olmamalıdır. Bwana. Bunu bilmiyor 
muydun?"
"Ama onlar ölmek istemiyorlar ki. Kimse ölmek istemez."
Kimani, minik bir ot parçasını topraktan yolmaya çalışırken," Babam ölmek 
istiyor," dedi
"Baban hasta mı? Bunu bana neden söylemedin. Memsahib'in evinde ilaç var. 
Oraya gider, ilaçları alırız."
"Babam ihtiyar. Çocuklarının çocuklarını bile saymayı beceremiyor.. İlacın ona 
yararı olmaz. Yakında onu evinden alıp, kulübelerin önüne çıkaracağım."
* Refikim, arkadaşım, dostum anlamında. Ç.N
"Benim babam da ölmek üzere," dedi Walter, "ama hâlâ onun için ilaç bulmaya 
çalışıyorum."
"Onu kulübenin önüne çıkaramıyacağın için, ilaç arıyorsun, dedi. Kimani 
kendine göre teşhisini koymuştu, "bu senin başını ağrıtıyor, üzülüyorsun. Bir 
erkek çocuğu, ölmek isteyen babasının yanında olmalı. Baban neden burada 
değil?"
"Hadi şimdi gel, bunu sana yarın anlatırım. Bu uzun bir hikaye. Üstelik güzel de 
değil. Şimdi Memsahib yemek yapmış, bizi bekliyordun"
Kimani bir kez daha "El Alamein" demeyi denedi. Yarıda kesilen bir safaride 
yeniden yolun başına dönmek her zaman iyi oluyordu. Ne var ki öküzlerin 
öldüğü gün bu sözün bütün sihiri yok olmuştu. Çiftliğe dönerlerken, Bwana'si 
kulaklarını tıkadı eve gidene kadar da yol boyunca bir daha ağzını açmadı.
Kimani ürperdiğini hissetti, oysa öğle saatlerine göre güneş toprağı ve bitkileri 
fazlasıyla ısıtıyordu. Bwana'nm anlattıkları ona yaramamıştı anlaşılan. 
Kulübelerin öte tarafındaki yaşam hakkında çok şeyler bilmek bazen hiç de iyi 
olmuyordu. Bu hayat, ecel vakti gelmeden bir adamı, elden ayaktan kesiyor, 
gözlerinin ferini kaçırıyordu. Kimani yine de çok merak ediyordu, acaba gözü 
dönmüş aç beyaz savaşçılar, Bwana'nin babası gibi yaşlı erkeklere ölmeleri için 
eline bir silah veriyorlar mıydı? Şakaklarını zonklatan düşünceleri ağzını açıp 
dile getiremedi, tek hissettiği hızlanmak için bacaklarının verdiği komuttu. Tam 
eve yaklaşmışlardı ki, unuttuğu ve bitirmek zorunda olduğu bir iş aklına gelmiş 
gibi hızla koşarak uzaklaştı.


Walter, Kimani gözden kayboluncaya kadar dikenli akasya ağaçlarının 
gölgesinde kaldı. Kimani'yle sohbeti, yüreğinin kan dolaşımını artırmıştı, 
heyecanlanmasının nedeni savaştan ve babalarından söz etmeleri değildi. 
Düşünceleriyle, endişelerini ve korkularını karısından çok Ovvuor ve Kimani'yle 
paylaşmaktan daha çok hoşlandığını fark etmiş olmasaydı.
Oysa bebeğin ölü doğmasından sonraki ilk günler durum daha farklıydı. Ortak 
acıları ve kadere duydukları öfke onları yeniden birbirine yakınlaştırmış, 
çaresizlikleri içinde, teselliyi birlikte olmakta bulmuşlardı. Bir yıl geçmeden 
karısı suskun ve münzevi iç dünyasına çekilince, aralarındaki bu bağ 
kopuvermişti. Yüreğinde açılan yaralar, her gün biraz daha iyileşmez biçimde 
derinleşmişti.
Ateşi başına vurmuş ölüm döşeğindeki öküzlerin son defa bir tutam ota 
uzanmak için çırpınışları gibi, geçmiş günlerde dolanmak Walter'i büsbütün 
huzursuzlandırdı, kendini bir an aşağılanmış hissetti, bu utancın verdiği öfkeyle 
eli ayağı boşaldı. Kaderine meydan okumak için Regina gibi saçma hayaller 
kurmaya başladı. Sabahları çiftlikten evlerine, sözde ilaç almak üzere hasta 
işçiler, kadınlar ve çocuklar geliyordu, eğer sıradaki beşinci kişi sırtında 
bebeğiyle bir kadınsa, bütün günü iyi geçecek demekti.
Ya da örneğin, akşam haberlerinde spiker, üçün üzerinde Alman şehrinin 
bombalandığını söylerse, bunu hayra yoruyordu.. Walter'in bu saçma, boş 
inançları, kimi zaman onu cesaretlendiren bazense korkularını depreştiren 
alışkanlıklar hâline geldi. Hayal kurmaktan gerçi o da hoşlanmıyordu ama, 
gerçeklerden kaçmak için tek sığınağıydı; bu kurmaca dünyaya her geçen gün 
biraz daha tutkuyla sarılmaktan nefret ediyor, ruhsal durumundan ciddi olarak 
endişeleniyordu. Ama kendi kurduğu tuzaklardan her defasında çabucak 
kurtuluyordu.
Walter Jettel'in de kendisiyle aynı durumda olduğunu biliyordu. Karısı, son 
mektubu aldığı günden beri annesi aklından çıkmıyordu.. Bir gün onun 
pyrethrum bitkisinin çiçeklerini "yaşıyor, yaşamıyor, yaşıyor yaşamıyor..." diye 
mırıldanarak tek tek koparırken yakalamıştı. Onu bu halde görünce şok 
geçirmiş, kaba bir hareketle karısının elinden çiçeği çekip almıştı. Sonradan bu 
yaptığına pişman olmuştu. Karısı, "neden yaptın bunu, şimdi bugün onun 
durumunu bilemeyeceğim," demişti. Tarlada öylece durup birlikte ağlamışlardı, 
Walter, verilecek cezadan çok, ömür boyu bir daha kimse tarafından asla 
sevilmeyeceğinden korkan bir çocuk gibi hissetmişti kendini.
Kimani çoktan kulübelerin önündeki ağaçların arkasında kaybolmuştu, Walter 
ise hep aynı yerde duruyordu. Dalların hışırtısına, ormandaki maymunların 
seslerine kulak verirken, Regina gibi kendisinin de bunlardan bir nebze olsun 
zevk almayı diliyordu. Hiç değilse eve dönene kadar gerginliğinin geçmesini 
beklerken, ağaçlara tünemiş akbabaları saymaya başladı. Öğlen sıcağında, 
kafalarını kanatlarının altına almış akbabalar, koca tüylerden oluşmuş kara birer 
topa benziyorlardı.


Sayıları çift çıkarsa, keyfini kaçıran huzursuzluğun dışında bugün başka kötü bir 
şey olmayacak demekti, otuzun altında tek sayı bir ziyaretin olacağına, sevimsiz 
kuşların hep beraber uçup gitmesi maaşında bir artışa işaretti.
"Ve şunu da unutmuyorum! diye ağaçlara bakıp bağırdı," siz pis haşaratların 
olmadığı bir tek gün gün bile yok." Sesindeki öfke onu biraz rahatlattı. Bu arada 
ipin ucunu kaçırdı ve akbabaları tek tek sayamaz oldu. Birden, kuş falcısının 
Latincedeki adını bulmak ona daha önemli göründü. Ne kadar zorlandıysa da 
karşılığını bir türlü anımsayamadı.
"Biraz bildiği bir şeyi bile insan burada unutuyor," dedi, kendisine koşarak gelen 
Rummler'e. "Sen söyle bakalım aptal köpek, bizi kim ziyaret edecek?"
Günler bitmek bilmiyordu. Walter gurbete geldiğinin ilk günlerindeki iyimserlik 
tellalı, dostu Süsskind'i özler olmuştu. O zamanki hayatı şimdi ona güzel 
görünüyor, burasıyla kıyasladığında Rongai ona cennet gibi geliyordu. Burada, 
Ol'Joro Orok'ta karısıyla kendisini bunaltan, ama bir türlü dile getirmeye cesaret 
edemedikleri terkedilmişlik duygusunu Rongai'de, Süsskind'in sıcak dostluğu 
sayesinde hiç hissetmemişlerdi.
Hükümet benzini karneye bağlamıştı, işbirlikçilere çiftlikten ayrılırken lazım 
olan belgeleri vermekte de zorluk çıkarıyorlardı. Süsskind'in, gergin sinirlerini 
biraz olsun gevşeten, yaşamlarına renk katan ziyaretleri de seyrekleşmişti. 
Dingin dünyasından çıkarak, Nakuru'dan yeni haberlerle çıkıp geldiğinde, hiçbir 
mantığın sarsamadığı bir inançla, savaşın birkaç aydan fazla sürmeyeceğini 
söylediği zaman, Jettel'le Walter'i hapseden izbe kodesin önündeki parmaklıklar 
kısa bir süre için de olsa açılıveriyordu, karı kocanın yaşamı bir anda 
aydınlanıyordu.. Sadece Süsskind geldiği bu günlerde Jettel yine Walte/in eski 
güzel günlerdeki kadını oluyordu.
Kafası Süsskind'le öyle doluydu ki, aniden çıkıp gelirse ne yapacağını, ne 
söyleyeceğini ve ondan neler dinleyeceğini iyice zihninde tasarlamaya çalıştı. 
Bu arada mutfağın olduğu binadan bazı sesler geldiğine vehmetti. Ama bu 
türden evhamlarını epeydir umursamıyordu zaten günlük gereksinimlerini 
belirleyecek gücü ancak kendinde buluyordu..
Evle mutfak binasının arasındaki yola bakınca, bir arabanın dört tekeri ile 
üzerinde üstü açık bir sandık gözüne çarptı. Kızgın öğle güneşine karşı ellerini 
siper edip, gözlerini kısarak, şaşkın şaşkın baktı. Hahns'ların arabasının dışında 
epeydir buralara başka bir araba gelmiyordu, acaba askeri bir araç mıydı, yoksa 
yine son günlerde sıkça gördüğü hayallerden biri miydi, karar veremedi. Gözünü 
çelen görüntü giderek daha belirginleşti, sonunda Walter su deposuyla kalın 
gövdeli sedir ağacının arasında duranın, gerçekten bir cip olduğunu far ketti.
Eğer bu gelen onu yeniden gözaltına almak üzere Thomson Şelaleleri'ndeki 
polis karakolundan bir memursa hiç şaşırmayacaktı. Ne garip bir rastlantı ki, 
tam da müttfefiklerin Sicilya'ya çıkartma yaptıkları sırada bazı tutuklamaların 
olduğunu duymuştu. Gerçi tutuklamalar sadece Nairobi ve Mombasa 
çevresindeydi... Savaş çıktığı günlerdeki gibi ikinci kez çiftlikten ayrılma 


ihtimali, yine de Walter'e ters gelmedi, ama sonucu ne çıkarsa çıksın, hayatında 
böyle ani bir değişikliğe hazır değildi..
Birden Jettel'in heyecanlı sesini duydu.. Bazen "Martin, Martin" kimi kez de 
"hayır, hayır" diye bağırıyordu. Önünden hızla koşup geçen Rummler, sadece 
yabancı ziyaretçiler geldiğinde yaptığı gibi ulurcasına havlamaya başladı.
Walter, yüksek otlarda ayaklan bodur köklere takılıp birkaç kez tökezleye 
tökezleye koşarken bir yandan da bu adı son defa nerede duyduğunu 
anımsamaya çalışıyordu. Leobschützdeyken mektup getiren, Almanya'dan 
ayrılana dek de kendilerine dostluk gösteren postacıdan başkası aklına 
gelmiyordu.
Yahudilerin sürekli yoğun baskı altında tutulmalarına rağmen adamcağız 1936 
Haziran ayında, karmaşık bir miras olayı için Walter'in bürosuna gelmişti. Her 
gelişinde hep "Heil Hitler" diye selam vermiş, giderken de utanarak 
"Allahaısmarladık" diye vedalaşmıştı. Adam birden gözünün önüne geldi. Adı 
Kari Martin' di, bir bıyığı vardı, Hochkretscham'dan geliyordu. Bir Noel 
gecesinde, Asternweg'e elinde bir kazla çıkagelmişti, tabii kimsenin onu 
görmediğine iyice kanaat getirince. Dürüstlerin hayatta kalabilmesi için 
karanlığa gereksinimi vardı.
Owuor mutfağın küçük penceresine yaslanmış, güneşte dişlerini parlatıyordu. 
Ellerini çırparak, "Bwana!" diye seslendi, şarap içtiği günkü gibi dilini 
şapırdatıp, "çabuk gel. Memsahib ağlıyor, askari daha da çok ağlıyor."
Mutfağa giden kapı açıktı. Parafin çok pahalı olduğu için ancak güneş battıktan 
sonra lamba yakıldığından gündüzleri içerisi neredeyse gece gibi karanlık 
oluyordu. Walter'in gözleri karanlıkta şekilleri seçene kadar epey zorlandılar. 
Şekiller belirlenince, gerçekten de kafasında Leobschütz'deki postacının kasketi 
olan adamı gördü, karısıyla sıkıca birbirlerine sarılmışlar, odanın ortasında 
dansediyorlardı.. Sadece sıçradıklarında ayrılıyorlar, sonra tekrar birbirlerinin 
kollarına düşerek, karşılıklı öpüşüyorlardı. Walter kendini ne kadar zorladıysa 
da bir türlü anlayamadı, acaba karısıyla Martin gülüyorlar mıydı, yoksa 
Owuor'un iddia ettiği gibi ağlıyorlar mıydı?
"İşte Walter!" diye bağırdı Jettel. "Martin, bak, Martin geldi. Kuzum bu kadar 
sıkma beni, neredeyse öldüreceksin. Walter de mutlaka hayal gördüğünü 
sanıyordun"
Walter nihayet adamın sırtındaki haki üniformayla kafasında İngiliz askerlerinin 
giydiği kasketi farketti. Sonra kendisine seslendiğini duydu. Yüzünden önce 
sesini tanımıştı. Karısı önce gürler gibi "Walter," dedi sonra da fısıldayarak; 
"galiba aklımı oynatmak üzereyim. Bugünleri bir daha göreceğimi ummazdım."
Boğazmdaki yumru hızla midesine inen Walter, bacaklarının titremesiyle 
sendeleyince mutfak masasına dayanacak zamanı bulamadı, neyse ki düşmedi. 
Korkuları onu her zaman heyecanlandırırdı, ama şimdi mutluluğun verdiği daha 
büyük bir heyecanla başını Martin Batşinski'nin omuzlarına yasladı. Dostunun 
son beraberliklerinden bu yana geçen altı uzun yılda bu kadar büyümüş 
olacağına bir türlü inanamıyordu.


Owuor, Memsahib'le Bwana'si ve aralarına yeni katılan güzel yüzlü Bwana 
Askari'nin gözyaşlarıyla ıslanan tenini ovuşturdu. Kamau'ya masayla 
iskemleleri, kalın gövdeli ağacın altına koyması söyledi. Bwana'si sırtı ağrıdığı 
zamanlar, yeni çıkan ayın aydınlığı kadar beyaz bir yüzle bu ağacın altına oturur 
sırtını gövdesine sürterdi. Tabaklar, bıçak ve çatallar kirli değillerdi ama Kania 
onları yine de büyük tasın içinde yıkamaya koydu.
Owuor'un sırtında, sadece hoşuna giden konuklar ziyarete geldiğinde giydiği 
Kanzu'su vardı. Ayak bileklerine kadar uzun bu beyaz entarisini belinden, enli 
kırmızı bir kuşakla dolamıştı. Kuşağın kumaşı yumurtadan yeni çıkmış bir 
civcivin tüyleri kadar yumuşacaktı. Owuor'un tam karnının üzerine gelen 
kısımda, Bwana'mn yazıp, Gilgil'deki Memsahib'in kaim bir iğne ve güneş ışığı 
renginde iplikle işlediği kelimeler göze çarpıyordu.
Bwana Askari* Owuor'u, başında, tepesinden siyah püskül sallanan koyu 
kırmızı renkli fesi, belinde işlemeli kuşağıyla gördüğünde, gözleri şaşkınlıktan 
faltaşı gibi açılmıştı. Ardından öyle bir kahkaha attı ki, sesi dağlarda üç kez 
yankılanıp döndü.
"Amah Tanrım, Walter hiç değişmemişsin, hep o eski Walter. Kafasındaki bu 
şapka, belinde, üzerinde Redlich's Hotel yazılı kuşağıyla bu kafiri görseydi, 
baban kim bilir ne kadar sevinirdi. Sohrau son olarak ne zaman aklıma geldi 
bilmiyorum,"
"Ben biliyorum. Bir saat önce,"
"Bugün artık hiçbir şey düşünmeyelim. Sadece Martin'i düşünelim."
"Ve bir de kendimize çimdik atalım, hâlâ yaşıyoruz muyuz diye.."
Breslau'da tanışmışlardı. Walter üniversitede birinci, Martin ise üçüncü 
sömestride okuyorlardı, Jettel yüzünden birbirlerini
* Asker Bwana ÇN 164
öylesine kıskanıyorlardı ki, 1924 yılbaşı balosu olmasaydı, aralarındaki 
olağanüstü dostluk bozulacak, neredeyse ömürboyu düşman kalacaklardı. 
Sonraları üçü de bu baloyu talihin bir cilvesi olarak görmüşlerdi.. Martin'in 1937 
Haziran ayında apar topar Prag'a kaçmasıyla aralarındaki bağ kopmuştu. 
Kaderin gerçekten de bir dönüm noktası olan o baloda Jettel, Silbermann 
adındaki bir doktorda karar kılmış, genç kavalyelerine de herhangi bir açıklama 
yapma gereği duymadan, ellerine pasaportlarını tutuşturmuştu..
İkisi de aynı derecede üzülmüş ve acı çekmişti. Ta ki... Silbermann olaydan altı 
ay sonra Amsterdam'dan varlıklı bir kuyumcunun kızıyla evlenene kadar. 
Martin'le Walter, aralarındaki rekabeti bu defa sadece Silbermann'a yönelterek, 
hayatlarının bu ilk aşk acısına katlanabilmişlerdi. Altı ay sonra Jettel'i teselli 
ederek kollarına alan ise Walter olmuştu.
Martin kırgınlıkları unutacak biri değildi, ama bunu Jettel'e yansıtmayacak kadar 
sağlam bir dostluğu vardı. Walter7le çoğu sömestr tatilini Sohrau'da geçirmişti, 
çünkü bir ara neredeyse Walte/in kayınbiraderi olmak üzereydi. Ancak Liesel'in 
karar vermesi uzun sürmüştü, Martin'de askıda kalan işler karşısında nasıl 


davranacağını bilemediğinden onunla uğraşmaktan vazgeçmişti. Sonunda 
Jettel'in nikah şahidi olmuştu. 1933 yılında Breslau'da avukatlık stajını bırakmak 
zorunda kalarak, bir mobilya firmasının temsilciliğini üstlenince, sık sık 
Leobschütz'e gelmeye başlamıştı, sanki hayatında değişen bir şey olmadığına 
kendine inandırmak istiyordu.. Martin, çoğu zamanını hayal gücünü kullanarak 
en güzel iltifatları bulup, Jettel'i şımartmakla geçirince Walter'in eski kıskançlığı 
yeniden alevlenirdi. Martin'nin Regina'ya ise aşırı bir tutkunluğu vardı.
"Galiba Regina, baba demeden Martin demişti," diye hatırlatınca, Walter.
"Bu kötü belleğin yüzünden seni hep kıskanmışımdır. Bugün bizim için bu altın 
kadar değerli. Ne yazık ki Regina'yı göremeyeceksin. Görseydin çok 
severdir/'dedi.
"Neden göremiyecekmişim? Sırf bunun için buraya geldim."
"Çünkü okulda."
"Aklıma gelmedi değil."
Martin'in Neisse yakınlarındaki küçük bir köyde yaşayan koyun tüccarlığı yapan 
ev, oğullarının yüksek öğrenimi için tüm ihtiyaçlarından feragat eden, babası, 
imparatoruna bağlı koyu bir vatanseverdi Ama beş erkek evladının da  (tıpkı 
İmparator II. Wilhelm'in oğulları gibi, ki her defasında onun adını anmayı asla 
unutmazdı) üniversite eğitiminden önce mutlaka bir zanaat öğrenmelerini 
istemişti. Nitekim Martin, ilk hukuk lisansından önce ilk sınavını tesviyeci 
kalfası olarak vermişti.
Kardeşlerden en küçüğüydü, erken yaşlarda kendini ispatlamış, çelik gibi 
eğilmeyen iradesiyle de hep gururlanmıştı. En iyi arkadaşları arasında bile hep 
kavgacı diye bilinirdi. Bayağılıkları abartılı bir şekilde ortaya sererek, kendinden 
hiç ödün vermemesi Walter'le Jettel'i her zaman etkilemişti. Bunlar şimdi 
üçünün de Ol'Joro Orok'da tekrar tekrar anlatacakları neşeli anılarıydı.
"Seni ne kadar çok andık bilemezsin,"
"Farkındayım," diye yanıtladı Martin, "şöyle bir etrafıma baktığımda sizin hep 
geçmişi konuştuğunuzu görüyorum."
"Prag'dan çıkamayacaksın diye hepimiz çok korktuk."
"Durum kötüleşmeden Prag'dan ayrıldım. O sıralarda bir kitapçıda çalışıyordum 
ama geçinemiyordum,"
"Ya sonra?"
"Önce Londra'ya gittim. Savaş çıkınca beni orada tutmak istemediler. Çoğumuz 
Man adasına gittik, oradan eğer bir zanaat biliyorsak Güney Afrika 
vatandaşlığına geçebilecektik.. Rahmetli babamın hakkı varmış. Bir insanın 
elinde zanaatı varsa eli altın tutar. Aman Tanrım, bu sözü ne kadardır ağzımdan 
çıkmamıştı."
"Peki neden orduya katıldın?"
Martin alnını sıvazladı. Sıkılınca hep böyle yapardı. Parmaklarıyla masayı 
tıklatarak gözlerini çevrede dolaştırdı, sanki birşeyleri saklamak ister gibiydi. 
Hafif bir sesle, "Sadece birşeyler yapmak istedim" dedi, "Ölümünden kısa bir 
süre önceydi, babamı, yanımızda çalışan kızlardan biriyle ilişkisi olmakla 


suçlayıp hapse attıklarında, kafamda birden her şey aydınlanıverdi. İlk kez 
sandığım kadar duyarsız biri olmadığımı fark ettim, Sanki babamın beni asker 
olarak görmek istediği gibi bir hisse kapıldım. Pro patria mori,* eğer ne anlama 
geldiğini hâlâ hatırlıyorsan! Bu tür fedakarlıklar yapmamı eski vatanım benden 
hiç istememişti. Birinci Dünya Savaşı'nda henüz çok gençtim, aziz vatanım bana 
zamanında tekmeyi atmamış olsaydı şimdikini de yaşamayacaktım. Yeni 
vatanım neyse ki yahudiler için aynı şeyleri düşünmüyor."
"Doğrusu şu güne kadar bunu fark etmedim," dedi Walter, "En azından burada 
Kenya'da. Buraya sadece Avusturyalıları kabul ediyorlar. Onları Friendly Aliens 
olarak görüyorlar. Seni nereye atayacaklar ki?"
"Her neyse, birdenbire üç haftalık izne çıkardılar. Bu cepheye gideceksin" 
demektir. Nereye gönderirlerse göndersinler, umurumda değil"
Vatan için ölmek. Ç. N
"Orduda adını nasıl telaffuz ediyorlar?"
"Sadece Barret diyorlar. Adım artık Batşinski değil. Vatandaşlığa kabul 
edilirken doğrusu olağanüstü şanslıydım, yoksa yıllar sürüyor. İşin içine biraz 
rüşvet girdi tabii. Bir memur kızla paslaştım, dağ gibi dosyaların arasından 
dilekçemi çıkarıp, üst sıralara koyuverdi."
"Ben buna asla cesaret edemezdim."
"Başka ne yapabilirdim ki?"
"Adımdan ve vatanımdan vazgeçerdim."
"Ve yabancı kadınlarla ilişkiye girerdin, Ah Walter biliyor musun, sen içimizde 
her zaman en iyisiydin bense, en akıllısı."
Akşam yemeğine oturduklarında Jettel sordu, "Peki bizi nasıl buldun?"
"Daha 1938 yılında, Kenya'ya yerleştiğinizi biliyordum, Liesel bunu 
Londra'dayken bana yazmıştı" diyen Martin, parmaklarıyla yeniden alnını 
sıvazladı, "Belki de ona yardım edebilirdim. O zamanlar İngilizler hâlâ bekar 
kadınları kabul ediyorlardı. Fakat Liesel babasını yalnız bırakmak istemedi. 
Ondan hiç haber aldınız mı?"
Jettel'le Walter bir ağızdan, "Hayır?" diye yanıtladılar.
"Üzüldüm, Ama bir kere de ben araştırayım."
"Annemle Kaete'den bir mektup daha aldık. Onları doğuya transfer edeceklerdi."
"Üzüldüm, aman Tanrım ne aptalca şeylerden konuşuyoruz." Martin gözlerini 
kapayarak, üşüşen anıları kafasından atmaya çalıştı, yine de onaltı yaşındaki 
Jettel'in ilk balo elbisesiyle gözlerinin önüne gelmesini engelleyemedi. Lila, sarı 
ve yeşil renkte metrelerce tafta zihninde dans edip duruyorlardı,
"Gel," dedi şefkatle, Jettel'e doğru eğilerek yanağına bir öpücük kondurdu, 
"Şimdi bana en iyi kız arkadaşım hakkında herşeyi anlat, bilmek istiyorum. 
Eminim Regina, okulunun en iyi öğrencisidir. Yarın da ciple etrafı dolaşırız."
"İşbirlikçiler, permileri olmadan çiftlikten çıkamıyorlar."
Martin gülerek, "Majestelerin bir çavuşu direksiyondaysa buna gerek yok' dedi.
Martin'in yanında Walter ve Jettel, arkada Owuor ve Rummler olmak üzere 
yapılan bu yolculuğun ilk durağı Patel'in dükkânı oldu.. Martin'in küçük bir 


tartışmayı adeta büyük bir savaşa döndürmedeki becerisi sayesinde Patel, 
yıllardır savunmasız insanlara attığı oklarını torbasından çıkararak intikamını 
alma fırsatını elde etti.
Savaş ve beraberinde getirdiği zor yaşam koşullan nedeniyle Patel her yıl bir 
oğlunuu Hindistan'a geri gönderiyor, onun yerine bir diğer oğlunu Kenya'ya 
getirtmek zorunda kalıyordu, bu da öteden beri insan düşmanı olan Patel'i 
insanlardan daha da çok nefret eder hâle getirmişti. Sığınmacılar İngilizce'yi 
Svahili'ce kadar iyi konuşamadıkları için Patil'le sağlıklı bir iletişim 
kuramıyorlardı, Hintli tüccar da, bu nefretini sığınmacılara sergilemekte bir 
sakınca görmüyordu. Kendi karaborsa tezgâhını kurmuştu. Ne istenirse hep en 
azını veriyor ama bedelinden fazla para alıyordu. Walter'le Ol Kaluo'dan gelen 
diğer çiftlik çalışanlarının hepsi, satın aldıkları un, konserve et, pirinç, puding, 
kuru üzüm, baharat, elbiselik kumaş, hırdavat cinsinden eşyalar ve özellikle de 
parafin karşılığında iki misli fiyat ödüyorlardı. Keyfî fiyat artışları resmen 
yasaksa da, Patel işin içinde sığınmacılar olduğu için yetkililerin gözyumacağmı 
hesaba katıyordu. Nitekim resmi makamlar da böylesi küçük hileleri zararsız 
görüyorlardı, üstelik vatanperver duygularına, savaş sebebiyle daha da artan 
yabancı düşmanlığına pek de ters gelmiyordu.
Martin, sığınmacıların çektiği bu sıkıntılardan ve aşağılanmalardan Patel'e 
giderken yolda haberdar oldu. Son dut ağacının önüne geldiklerinde arabasını 
durdurdu, sadece Walter'le Jettel'i dükkâna gönderdi, kendisi de Owuor'la cipte 
kaldı. Patel, Gibson Çiftliği'ndeki bu cebi delik meteliksiz zavalılların ancak 
yanlarında birileri varken dükkânına gelebileceğini hiç düşünemediği için, 
sonradan kendisini asla affetmeyecekti.
Patel elindeki mektubu okuyup bitirene kadar Walter'le Jettel'in yüzüne 
bakmadı. Ne istediklerini sormadan, üzerinde fare pisliği izleri olan un paketini, 
tenekeleri ezilmiş, eğrik büğrük et konservesi kutularını, nemlenmiş pirinçleri 
hiçbir şey söylemeden önlerine dizdi. Müşterilerinin her zamanki utangaç 
halleriyle tereddüt ettiklerini zannedip, bildik bir el hareketiyle, İngilizce olarak, 
alaycı bir ifadeyle;
"Take it or leave it,* dedi
O sırada kapıda beliren Martin öfkeyle, "You bloody fuckin'Indian," diye 
bağırdı, "you damn'd son of a bitch."** İki adımda tezgâhın önüne gelerek et 
konservelerini ve pirinç çuvalını masadan aldığı gibi yere fırlatıp attı. Ardından 
İngiltere'deyken özellikle de orduda öğrendiği ne kadar küfür varsa sıraladı. 
Dükkânın girişinde duran Owuor'la, Walter ve Jettel söylenenlerden bir şey 
anlamadılar ama, Patel'in yüzünü görmek onlara yetti. Suratsız, aksi, sadist bir 
diktatör, birden köpekleşivermişti. Owuor bu olayı o akşam ve daha sonraları sık 
sık anlatacaktı.
Patel, olup bitenleri biraz olsun anlayıp değerlendirmek istiyordu ama, İngiliz 
ordusu hakkında pek çok şey de bilmiyordu.. Kolundaki üç şeritli çavuş apoleti 
ile Martin'in bir subay ol
"Ya al ya da bırak." ** "Seni kahrolası Hintli piç."


duğunu düşünüyordu, onunla tartışmayı göze almayacak kadar da zekiydi. 
Birkaç kilo pirinç ya da bir iki kutu biftek için koca bir müttefik kuvvetler 
ordusuyla ilişkilerini bozmaya niyeti yoktu. Kendisinden bir şey istenmesine 
fırsat vermeksizin, bir paravanla ayrılmış yan odadan, Nairobi'den henüz bir gün 
önce dükkânına gelmiş olan taze gıda maddelerini, üç büyük teneke kutu 
parafini ve iki top kumaşı çıkardı. Ağzı diline dolanarak dört tane de deri kemeri 
yığınların üzerine koydu.
Martin, "Hepsi arabaya gitsin" diye sert bir sesle emir verdi, henüz altı 
yaşındayken evdeki Polonyalı hizmetçi kıza da aynı ses tonuyla emirler 
yağdırdığı bir gün babasından tokadı yemişti. Patel korkusundan bütün malları 
kendisi cipe taşıdı. Owuor elinde sopasıyla dolanıp duruyor, sanki önünde bir 
kadın varmış gibi, ahlâksız köpek Patil'in malları taşımasını seyrediyordu. 
Martin, Walter'e dönerek, "Kumaşlar Jettel için, bütün kemerler de senin. Ben 
kemerimi King George'dan alıyorum," dedi.
"Dört kemeri ne yapacağım Sadece üç pantolunum var, biri de zaten eskidi."
"O zaman birini Owuor'a verirsin, beni hatırlaması için."
Owuor adını duyunca gülümsedi, Bwana Askari* ona kemeri uzattığında 
büyülenmiş gib dili tutuldu.. İki parmağını başına götürerek selam durdu. 
Kardeşlerini görmeye birkaç günlüğüne Ol'Joro Orok'a gelen, Nakuru'daki genç 
askariler de böyle yapıyorlardı.
Yirmi dört saati dolu dolu ve alabildiğine mutlu geçen ilk gün böyle sona erdi. 
Ertesi sabah Naivaşa'ya gideceklerdi.
Martin ona kartpostalı gösterdiğinde Martin biraz kuşkuyla, "Naivaşa kibar 
insanlara göre bir yer," dedi, "Gerçi sokaklarında yahudilere yasaktır yazılı 
tabelaları yok ama isteseler bayıla bayıla koyarlar. Süsskind bana anlatmıştı. 
Patronuyla buraya geldiği gün, adam öğlen yemeği için otele gidince, kendisi 
arabada beklemiş.
"Göreceğiz bakalım," diye yanıtlamıştı Martin.
Naivaşa, küçük ama sağlam evlerden meydana gelen bir şehirdi. Çevresindeki 
zengin bitki örtüsü ve kuşlarıyla, İngiliz sömürgesinin görülmeye değer 
yerlerinden biri olan gölün etrafındaki oteller de İngilizlerin özel kulüplerine 
benziyorlardı. İçlerinde en eski ve lüks olanı Lake Naivasha Hotel'di. Öğlen 
yemeğinde begonvillerle donanmış terasta rosto yediler ve Breslau'dan sonra bir 
daha içemedikleri ilk biralarını içtiler. Walter'le Jettel Almanca konuştukları için 
seslerini yükseltmekten çekmiyorlardı, tehlikeden korkarak annelerinin 
eteklerinin altına sığman çocuklar gibiMartin'in üniformasından medet 
umuyorlardı.
Yemekten sonra gölde yüzen nilüferlerin arasında sandalla bir gezinti yaptılar. 
Otel yönetimi önce çekinmişti ama sonra Martin'nin tehditkar ses tonundan 
etkilenip Owuor ve Rummler için de özel bir kayık verilmesini sağlamıştı. 
Kapıdaki Hintli kavas da, ordu mensuplarının isteklerini özellikle dikkate alması 
konusunda kendisine resmi talimat verildiğini otel girişinde ve çıkışında 
hareketleriyle defalarca vurgulamıştı.


Bir hafta sonra, arabalarıyla Kenya Mount dağının en güzel göründüğü Naro 
Moru'ya giderlerken, Walter, Owuor'la beraber Kimani'yi de yanlarına almak 
için ısrar etmişti.
"Biliyor musun, her gün o dağı birlikte seyrederiz. Kimani benim en iyi dostum. 
Owuor artık aileden biri sayılır. Bir sor bakalım Kimani'ye, El Alamein nedir 
diye."
Martin güldü, "Sen yok musun!" diyerek, Kimani'yi Rummler'le Owuor'un 
arasına oturttu. "Baban bana hep senin yanında çalıştırdığın adamların ahlakını 
bozduğunu söylerdi."
"Kimani'nin ahlâkı bozulmaz. Beni yiyip bitiren korkularımdan aklımı kaçıracak 
gibi olduğum günlerde, tek kurtarıcım Kimani."
"Neden korkuyorsun ki? "
"İşimi kaybetmekten, sonra aklımı kaybetmekten.!!"
"Hiçbir zaman mücadeleci bir insan olamadın. Nasıl oldu da Jettel'le evlendin 
hayret ediyorum."
"Ben onun üçüncü seçeneğiydim. Silbermann'la evlenemeyince, seni istemişti."
"Saçma."
"Hiçbir zaman iyi bir yalancı olamadın martin."
Naro Moru'daki otel eskiden daha güzel günler görmüştü. Savaş öncesi dağcılar 
burada mola verirlerdi. Seferberlik olalıberi ise müşterilerine eskiden olduğu 
gibi donanmlı ve hazırlıklı olamıyordu. Martin'e gelince böyle yerlerde yine 
havasını basıyordu. Hemen bir aşçı bulup getirterek, öğlen yemeğini bahçede 
servis yaptırdı. Owuor'la Kimani otel personeline ayrılan bölümde konuk 
edildiler. Yemekten hemen sonra dönüp dağı seyretmeye geldiler. Jettel 
şezlongta uyuyor, Rummler'de ayaklarının dibine kıvrılmış horluyordu.
"Jettel eski günlerdeki gibi hiç değişmemiş," dedi Martin, sonra aceleyle, "Sen 
de öyle. Eski bıraktığım Walter"sin" diye ekledi.
"Beni bir aynası bile olmayan pis bir yahudi mi sanıyorsun? Biliyor musun, 
Jettel'i pek mutlu edemedim."
"Jettel'i kimse mutlu edemez. Bunu bilmiyor muydun?"
"Biliyordum. Ama belki de zamanında yeterince bilemedim. Yine de onu 
kınamıyorum, sitem de etmiyorum. Kocasını seçmek için yeterince titiz 
davranmadı. Çok zor günlerimiz oldu. Bir çocuğumuzu kaybettik."
"Siz kendinizi kaybetmişsiniz." dedi Martin.
Owuor kulaklarını iyice dikmiş, dağdan esen rüzgarın sesini dinliyordu. Bwana 
askariyi daha önce bu sesle konuşurken duymamıştı, küçük çakıl taşlarının 
üzerinden akıp giden suyun sesine benziyordu. Kimani Bwana'nm sadece 
gözlerini görüyor ve tuz öksürüyordu.
Naro Moru dönüşünün akşamında Martin "Şimdi bir tek Regina'yı görmem 
kaldı," dedi. "Onu görmeden savaşa gitmem. Onu göreceğim diye öyle 
sevinmiştim ki."
"Ancak bir hafta sonra tatile çıkacak."
"Ben de tam o zaman dönmek zorundayım. Onu okuldan nasıl alıyorsunuz?"


"Üç ayda bir bu sorunu yaşıyoruz. O zamana kadar bağrımıza taş basıp 
bekliyoruz. Uslu duruyoruz, eğer bizden memnun kalırlarsa komşu çiftlikteki bir 
Bur kızımızı getiriyor"
Martin tiksintiyle, "Bir Bur mu?" diye tekrarladı, "iş buralara kadar vardı demek. 
Güney Afrikalı bir adamın önünde bunu söyleyemezsin. Bur da kim oluyormuş, 
onu ben getiririm. Tek başıma. En iyisi Perşembe günü. Yarın ona bir telgraf 
göndeririz."
"Böyle bir şeyi yapana kadar, Breslau'daki Belediye Binasının önüne gidilib 
Nazilerin camlarını kırarız daha iyi, bu çok daha kolay olurdu bizim için. Okul, 
çocukların tatilden bir gün önce bile çıkmalarına izin vermiyor. Doktorun 
kendisi bizzat telefon ettiği halde, Regina'nm Jettel'i hastanede ziyaret etmesine 
izin vermediler. Okul hapishaneden beter. Regina pek farkında değil ama biz 
bunu çoktan biliyoruz.
"Hele bekleyip de görelim bakalım, ülkesinden gelen cesur askerlerinin ricasını 
reddetmeye cesaret edebilecekler mi. Perşembe günü şu lanet olası okulun 
önüne gidip, kızı bana verene kadar, "Rule Britannia" şarkısını söyleyeceğim," 
dedi Martin gülerek.
X. BÖLÜM
Bay Brindley elindeki kâğıdı hışırtıyla buruşturup, "Çavuş Martin kim?" diye 
sordu.
Regina tam ağzını açacaktı ki, yanıt aklına gelmedi. Sıkıntıyla dili dolandı, ne 
zaman müdürün odasına gelse, hırsız bekleyen uykusuz bir köpek gibi hep böyle 
huzursuzlanırdı. Adı anımsamak için belleğini zorladı, Bay Brindley'in birkaç 
hafta önce kendisine okumak üzere verdiği bütün kitapları zihninden tek tek 
geçirdiyse de bu isim ona hiçbir şey çağrıştırmadı.
Regina okuldaki arkadaşlarından daha bilgiliydi. Inge'nin bile dünyanın 
gizemlerinden haberi yoktu. Onun perisi, okula gitmek zorunda kaldığı o 
korkunç üç ay boyunca Nakuru'daki karabiber fundalıklarında yaşıyordu, okul 
tatil olunca da Ol'Joro Orok'taki ketenkeneviri tarlaların en büyüğünün hemen 
yanındaki bir Hibiskus çiçeğinin içinde saklanıyordu. İşte bu peri Bay Brindley'i 
ortadan ikiye ayırmıştı.. Herkesin tanıdığı ve korktuğu bir yarısı çocukları 
sevmiyordu, kötüydü, adil değildi, okul disiplini, ceza, sopa ve katılıktan başka 
bir şey bilmiyordu.
Bay Brindley'in Regina'yı da büyüleyen ikinci yarısı ise, uysal ve yumuşacıktı. 
Gariptir, bu yarım adamın adı da Arthur Brindley'di ve David Copperfield'i, 
Nicholas Nickleby'yi, Oliver Twist'i, yoksul Bob Cratchitt ve minicik Tim'ini 
seviyordu, tabii özellikle de Little Nell'i seviyordu. Regina hatta bazen
onun Ol'Joro Orok'daki bloody Refugee'lerden bile hoşlandığından 
kuşkulanıyorsa da bu pek ender oluyordu, çünkü perilerin kendini beğenmiş, 
mağrur insanları sevmediğini biliyordu.


Bay Brindley'in Regina'yı ilk kez Little Nell diye çağırdığından bu yana epey 
zaman geçmişti. Ama Regina sihrin etkisini göstermeye başladığı o günü çok iyi 
hatırlıyordu, sonuçta bir yahudi kız çocuğuna İngiliz adı yakıştırmak çok özel 
bir şeydi
Müdür ev ödevleriyle akşam yemeği arasında günün tek boş geçen saatlerinde 
Regina'yı sık sık odasına çağırırdı. Karşılaştıklarının o korkunç ilk dakikasında 
müdürün ağzı büzülür, gözleri "noel hikayesindeki" pinti Scrooge gibi ateş 
püskürürdü. Regina kapıdan koşarak girip yazı masasının önünde soluğunu 
tutarak beklerken, Brindley sanki onu cezalandırmak için çağırmış gibi bakardı.
Regina'ya saatler gibi gelen uzun bir suskunluğun ardından Brindley yerinden 
doğrulur, dudakları hafif bir solukla açılır, gözlerindeki yangınlar söner, altın 
anahtarlı dolaptan bir kitap çekip çıkarırdı. Bu küçük anahtar çok özel günlerde, 
mavi çiçeklerle bezeli keten tarlalarıyla yeşil tepelerin tanrısı Pan'nm, günün en 
uzun gölgelerinin düştüğü saatlerde çaldığı bir flüte dönüşürdü. Kitap hep 
Dickens'tan olurdu ve koyu kırmızı bir ciltle bağlı olurdu. Regina okul 
kurallarını çiğnediği bir sırada suçüstü yakalanan bir çocuğun ürkekliğiyle, 
kitabı alırken, iki ruhlu müdür hep aynı şeyi söylerdi: "Üç hafta sonra kitabı 
getir ve bana okuduklarını anlat."
Kitabı iade ettiğinde, Bay Brindley'in kendisine sorduğu soruları Regina pek 
ender yanıtsız bırakırdı. Tatilden önceki son dört hafta, Dickens'in sadece 
müdürle kendisine özel olarak anlattığı olağanüstü güzel hikâyeler hakkında Bay 
Brindley'le öyle uzun sohbet ederlerdi ki, Regina akşam yemeğine her defasında 
gecikirdi. Regina'nm nerede olduğunu bilmezden gelen kantin sorumlusu 
öğretmenin verdiği cezalar, etkisine inandığı sihrin kendisine verdiği keyifin 
yanında çok hafif kalırdı.
Bebeğin ölümünden sonrasına gelen tatilde Regina ilk kez babasına bunları 
anlatmayı düşündü, fakat babası perilerin "İngiliz saçmalığından "başka bir şey 
olmadığına inanıyordu. Regina da babasını heyecanlandırmak istemediğinden 
sadece Dickens'den söz ederdi.
Müdür sabırsızlıkla tekrarladı, "Sana Çavuş Martin Barret'in kim olduğunu 
sordum."
"Bilmiyorum Sir."
"Bilmiyorum da ne demek?"
Regina mahcup bir ifadeyle, "Bana verdiğiniz hiçbir kitapta bir çavuş yok," 
dedi. "Yoksa mutlaka gözüme çarpardı Sir. Mutlak aklımda kalırdı."
"Kahretsiz Little Nell. Ben Dickens'tan söz etmiyorum."
"Ah özür dilerim Sir. Bilmiyordum. Yani bilemezdim demek istiyorum."
"Ben burada Bay Barret'den söz ediyorum. Sana bir telgraf göndermiş."
"Bana mı Sir? Bana bir telgraf mı göndermiş? Bugüne kadar hiç telgraf 
görmedim."
"Burada," diyen Müdür, kağıdı uzatarak; "hadi oku bakalım" dedi.
Regina "Perşembe seni almaya geliyorum. Müdüre haber ver" yazan kağıdı 
okurken, birden sesinin Brindley'in duyarlı kulakları için fazlaca yüksek 


olduğunu farketti. "Bir hafta içinde cepheye gideceğim" diye alçak sesle devam 
etti.
Bay Brnidley, "Bu isimde bir amcan var mı?" diye sorarken yüzü bir an için, 
Noel'den bir önceki akşam Scrooge'nunkine benzedi.
"Hayır Sir, sadece iki tezyem var. Almanya'da yaşıyorlar. Her akşam onlar için 
dua ediyorum, ama Almanca olduğu için bunu yüksek sesle yapmıyorum." 
Brindley öfkeli davrandığını, çocuğa haksızlık yaptığını, sabırsız ve haşin 
davrandığını fark etti. Kendinden utandı, öte yandan Little Nell'in, bu kahrolası 
küçük yabancının, yorgun olmadığı günlerde en iç sayfalarındaki bütün haberleri 
dikkatle tek tek okuduğu İngiliz gazetelerindeki, bir yığın çözümsüz sorunu olan 
kızlardan birine benzemesine de gönlü razı değildi. Her gün düzenli bir şekilde, 
savaş çıkalıberi de diğerlerinden daha severek okuduğu African Standard 
gazetesinde neyse ki kendi dünyasının dışında olup bitenlere dair haberler 
olmuyordu.
Brindley kurcalamayı sürdürdü. "Sana bir telgraf gönderdiğine göre Bay Barret'i 
tanıman gerek." Hoşnutsuzluğunu saklamadan, "Her ne hal ise, tatilden beş gün 
önce seni eve alabileceğini sanmasın. Bunun okul kurallarına aykırı olduğunu 
biliyorsun" dedi.
"Oh evet Sir, böyle bir şey istemiyorum. Bana bir telgrafın gelmesi bile kafi. 
Tıpkı Dickens'te olduğu gibi Sir. Orada da zavallı insanlar bir gün aniden mutlu 
oluyorlar. En azından bazen"
"Gidebilirsin," dedi Brindley, kendi sesini duymamış gibi.
"Telgrafı alabilir miyim?"
"Neden almayasm ki?"
Regina çıkarken arkasından kapıyı kapattığında, Arthur Brindley içini çekti. 
Gözlerinden yaşlar akmaya başlayınca, yine üşüttüğünü farketti. Kendisini, 
tatsız, uygunsuz sorunları yüklenmek zorunda kalan duygusal, elden ayaktan 
kesilmiş bir salak gibi görüyordu, yeterince aklını kullanamıyor, yüreği 
hemencik yumuşuyordu. Tek bir çocuk için bu kadar zaman ayırıp
uğraşmaya değer miydi, üstelik eskiden hiç böyle davrandığı olmamıştı. Ama 
Regina'nın üstün yeteneği, okumaya karşı duyduğu aşırı hırs, kendi meslek 
yıllarının biteviyeliği içinde edebiyata yeterince zaman ayıramamış olması, gibi 
nedenler onu gülünç bir ihtirasın tutkulu esiri hâline getirmişti.
Evham yaptığı zamanlar, hiç anlamadığı kitapları önüne yığdığında Regina'nın 
aklından neler geçirdiğini merak ediyor, her görüşmeden sonra da çocuğu bir 
daha yanma çağırmamaya karar veriyordu. Ama kararını uygulayamayınca her 
zaman zayıflıktan nefret etmiş biri olarak, nasıl böyle onursuz davranabildiğine 
müthiş üzülüyordu. Ama gençliğinde hatta orta yaşlarda farkına varmadığı 
yalnızlığı, yaşlılığında iradesini galebe çalıyor, kemiklerinin sodalı gölün nemli 
havasına duyarlılığı kadar duygular karşısında da aynı şekilde hassaslaşıyordu.
Regina telgrafı, perisi için minik bir döşek olacak şekilde dörde katlayarak okul 
üniformasının cebine koydu. Gün boyu telgrafı aklına getirmemeyi denediyse de 
beceremedi.. Cebindeki kâğıt en ufak bir hareketiyle hışırdadıkça, herkesin bu 


esrarengiz sesi duyup kendisine bakacağını sanıyordu.. Üzerine kocaman siyah 
bir damga vurulmuş telgraf tanımadığı bir kraldan gelen bir haber olmalıydı, 
şayet bütün yüreğiyle ona inanırsa, kral mutlaka kendisini ona gösterecekti
Hayaller şatosunun kapısını sürgüleme zamanı geldiğinde, Bay Brindley'in 
kendisine söylediği adı nerden duyduğunu bulmak için belleğini zorlamaya 
başladı, gaddar bir esir tüccarının kölesini kamçılaması gibi düşünceler zonk 
zonk belleğine iniyorlardı. Çavuş Martin Barret adını, annesiyle babasının 
kendisine anlattığı hikayelerde aramanın saçma olduğunu sonunda anladı. 
Yabancı bir ülkeden gelen bu kralın büyük bir olasılıkla ingilizce bir adı vardı; 
ama babasının şimdiki patronu Bay Gibson'la, Rongai'deki patronu Bay 
Morrison'un dışında hiçbir İngiliz'i tanımıyorlardı. Tabii bir de, yahudileri 
muayene etmek istemediği için bebeğin ölümüne sebep olan Dr. Charters vardı, 
ama kendisi için tam da iyi şeyler olurken Charters! işin içine katmak doğru 
değildi.
Müdürün çavuşla ilgili kendisini bir kez daha sorguya çekeceğini umuyor, aynı 
zamanda korkuyordu da. Bütün bir çarşamba günü teneffüse her çıktığında Bay 
Brindley'in odasına giden koridorda dolaşıp durduğu hâlde, onu göremedi. 
Perşembe Regina'nm en sevdiği gündü, o gün Ol'Joro Orok'tan posta geliyordu, 
annesiyle babası da tatilden önceki son hafta okula mektup yazan ender kişiler 
arasındaydı. Mektuplar öğle yemeğinden sonra dağıtılıyordu. Regina'yı da 
çağırdılar, ama eline zarf vermek yerine, öğle nöbeti olan öğretmeni ona, 
"Hemen Bay Brindley'e git," dedi
Okulun yuvarlak sütunlarının tam ortasında durduğunda, sağ tarafta gül tarhının 
arkasında perisini gördü, ona beklediği büyük anın geldiğini haber veriyordu. 
Tanımadığı prenseslere telgrafları gönderen Kral, müdürün odasındaydı. Çok 
iriydi, sırtında buruşmuş haki bir üniforma vardı, saçları fazla güneş almış 
buğday rengindeydi, ışıldıyan koyu mavi gözleri, öğle güneşinde aklaşan 
DikDiks'in derisi kadar aydınlanıverdiler.
Regina büyük bir sükûnetle gözlerini adamın parıldayan siyah çizmelerinden, 
kafasındaki hafif eğik kasketine gezdirdi. İncelemesi bittiğinde, çarpan yüreği 
kafasından geçenlerle aynı şeyi söylüyordu; daha önce hiç bu kadar güzel bir 
erkek görmemişti. Sanki yarısından ikiye ayrılmış aynı adam o değilmiş gibi 
Brindley'e baktı. Müdürün iki yarısı da aynı anda, Owuor, "Kalbimi 
Heidelberg'de bıraktım," şarkısını söylerken gibi kolayca gülecek gibiydi. Yani 
kötü yarı yok olmuştu..
Hayret, Bay Brindley üç dişini gösteriyordu ki, bu onun gerçekten güldüğü 
anlamına geliyordu. "Bu Çavuş Barret," dedi "öğrendiğime göre, babanın çok 
eski bir dostu."
Regina artık bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu, ama ağzından tek kelime 
çıkmadı. Sadece başını salladı. Brindley'in yeniden konuşmaya başlamasına 
sevindi.
"Çavuş Barret, Güney Afrika'dan geliyor, iki hafta sonra da cepheye gidecek. 
Anne ve babanı bir kere daha görmek istemiş, seni de tatil için eve götürmeye 


gelmiş. Bu benim için alışılmamış bir durum. Bu okulda bugüne kadar kimse 
için hiçbir ayrıcalık yapılmadı, gelecekte de öyle olacak, ama sonuçta 
savaştayız, kişisel fedakarlıklarda bulunmayı öğrenmek zorundayız."
Bu cümleyi söylerken Brindley'e cesaretle bakmak daha kolay oldu, aynı anda 
çenesini sıkı sıkı göğsüne bastırdı. Ne zaman fedakârlıklar ve kurbanlardan söz 
açılsa çocuklar vatana bağlılıklarını ve sevgilerini göstermek için hep bunu 
yaparlardı. Regina yine de olup bitenleri şaşkınlıktan ağzı açık izliyordu. Çünkü 
herşeyden önce Bay Brindley'in bu kadar uzun konuştuğunu epeydir 
duymamıştı, ikincisi fedakarlık, savaşın insanlardan yapmasını beklediği bir 
şeydi; genel olarak, bir İngiliz gemisinin battığının acılı haberi geldiğinde, neden 
okulun acil gereksinimlerinden olan defter, kalem, sabahlan reçel ya da akşam 
yemeklerinde puding bulunamamasının açıklamasıydı. Henüz okul bitmeden 
dört gün önce kendisini tatil için eve götürmek üzere gelen Güney Afrikalı bir 
çavuşun nasıl bir fedakarlık olabileceği Regina'nm kafasını kurcalıyordu ama, 
yine de çenesini göğsünün üzerinde tutmaya devam etti..
Bay Brindley kararlı bir sesle, "Seni bugün Ol'Joro Orok'a götürmek üzere gelen 
bir askerimizin arzusunu reddetmeyeceğim," dedi
"Regina, müdüre teşekkür etmeyecek misin?" Regina o anda karıncalanmaya 
başlayan boğazına, bir yavru flamingonun tüyünün takıldığından emindi, yine de 
ihtiyatı elden bırakmayıp, ciddi bir yüz ifadesi takındı. Az kalsın son anda 
kıkırdayarak, bütün büyüyü bozacaktı ki, kendini zor tuttu. Güney Afrika'dan 
gelen bu asker kral, İngilizce sözcükleri tıpkı Oha gibi ağzında eveleyip 
geveliyordu. Koca bir cümlede sadece bir tek kelimeyi doğru söylemişti, o da 
kendi adıydı. "Teşekkür ederim Sir, çok teşekkür ederim Sir." " Little Nell, 
Şimdi git ve Bayan Chart'a, bavulunu hazırlamana yardım etmesini rica et. 
Çavuş Barret'i çok bekletmeleyim. Savaşta zaman çok önemli. Bunu hepimiz 
biliyoruz."
Bir saat geçmeden Regina rahatlamıştı, ciğerlerini şişirerek derin derin soluk 
alıp verdi, okul süresince peşini bırakmayan, nefret ettiği, pırasa, kuzu eti ve 
keskin sabun kokusunu burnundan defedip attı. Bu kokular, Regina'ya göre, bir 
çocuğun, gözlerinde tuz topakları oluşmadan içine atmak zorunda kaldığı 
gözyaşları kadar okul için tehlikeliydiler. Okul kravatının düğümünü çözüp, 
üniformasının daracık eteğini dizleri güneş görene kadar yukarıya sıyırırken, 
rüzgâr tatlı tatlı saçlarıyla oynaşıyordu. Arkasına dönüp her baktığında tepede ki 
beyaz badanalı okul binası giderek belirsizleşiyordu. İrili ufaklı evlerin koyu 
gölgeleri büsbütün gözden kaybolunca bedeni, kanatlarını ilk kez çırparak 
uçmaya hazırlanan yavru bir güvercin kadar hafifledi.
Regina yine de konuşmaya cesaret edemedi Güney Afrikalı Kralın, aklı ve 
yüreğiyle ihanet ettiği bir dileğe dönüşür korkusuyla, Martin'nin yüzüne 
bakmaya da korkuyordu. Sadece Martin'nin direksiyonu tutan ellerine göz 
atabiliyordu, Martin Nakuru'dan çıkıp, arabasının direksiyonunu, Gilgil'in 
yukarıya kıvrılan tozlu yoluna doğru yöneltmişti ki, sordu: "Bu kart horoz neden 
sana Little Nell diyor? "


Regina Kralın Almanca üstelik de babasının ses tonuyla konuştuğunu duyunca 
güldü. "Bu uzun bir hikâye," dedi, "Peri diye bir şey duydun mu?"
"Elbette. Sen doğduğun gün bir tanesi beşiğinin yanında duruyordu."
"Beşik nedir? "
"Şimdi beni dikkatle dinle, sen bana perilerini anlatırsan, ben de sana beşiğin ne 
olduğunu söylerim."
"Peki söyler misin, neden yalan söyledin, babamın arkadaşıyım diye?"
"Uydurmadım, babanla ben çok eski dostuz. O zamanlar daha çok gençtik. 
Anneni ilk gördüğümde hemen hemen senin yaşlarmdaydı."
"Ben de beni kaçırdığını düşünmüştüm."
"Nereye?"
"Okulların ve müdürlerin olmadığı bir yere. Yoksulları sevmeyen zengin 
insanların olmadığı ve de Almanya'dan mektupların gelmediği bir yere," diye 
Regina peş peşe sıraladı.
"Seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. Ama yine de küçük bir yalan 
söyledim, senin okul müdürüne. Ben çiftlikten geliyorum. Annen, baban, 
Kimani ve Owuor'la birlikte çok güzel günler geçirdik. Tabii Rumllerde vardı. 
Seni görmeden de gitmek istemedim"
"Neden?"
"Üç gün sonra gerçekten gitmem gerekiyor. Savaşa. Biliyor musun, seni daha 
küçücükten tanıyorum."
"Ben öbür yaşamımdayken herhalde, bu yüzden hatırlıyamıyorum."
"Benim de öteki hayatımda. Ama ne yazık ki ben hâlâ hatırlayabiliyorum."
"Babam gibi konuşuyorsun."
Martin Regina'yla bu kadar kolay sohbet edebildiğine şaşırmıştı. Regina'ya, 
genelde çocuklarla deneyimi olan bir yetişkinin alışılmış sorularına sormayı 
tasarlamıştı. Oysa Regina 'ran okulunu anlatırken, tıpkı Walter'in gençlik 
yıllarındaki esprileri yapmasına Martin hayran olmuş, on bir yaşındaki bir 
çocuğun olaylara ince bir mizahla yaklaşması onu hayretler içinde bırakmıştı. 
Hayalden gerçeğe şaşırtıcı bir hızla geçişlerine de uyum sağlayarak, onun bir 
dünyadan diğerine gidip gelmesini rahatça takip edebiliyordu. İki öykünün 
ardından Regina uzun bir ara veriyordu. Martin'nin zihninin karıştığını fark 
edince de, bu sefer Martin'i öğrenci yerine koyup öğretmen kimliğiyle 
anlatmaya koyuluyordu.
"Bunu bana Kimani gösterdi," dedi, "ağzın uzun zaman açık kalması kafaya iyi 
gelmiyor."
Thomson Şelaleleri ve Ol'Joro Orok arasındaki taşlı yol giderek daralıp, 
dikleştiğinde Regina, "Güneş kızıl olana kadar burada duralım" diyerek rica 
etti," Şuradaki benim ağacımdır. Onu gördüğüm zaman az sonra evde olacağımı 
biliyorum. Belki maymunlar da gelir. O zaman bir şey dileyebiliriz." "Maymun 
da senin için peri gibi bir şey mi?" "Yeryüzünde periler yok. Ben sadece varmış 
gibi yapıyorum. Babam sadece İngilizler hayal kurarlar diyor ama, bana bunun 
faydası oluyor,"


"Hadi şimdi birlikte hayal kuralım. Baban kaçığın biri"
"Yooo yoo!" diye Regina karşı çıktı, parmaklarıyla haç işareti yaparak, "o bir 
sığınmacı" Bunu söylerken, sesini alçaltmıştı.
"Babanı çok seviyorsun, değil mi? "
Regina "Çok," diyerek başını salladı, ardından telaşla, "Annemi de!" dedi. 
Martinnin, ağacının kalın gövdesine yaslanıp gözlerini kapadığını gördü, o da 
gözlerini kapadı. Kulaklarına yeni uyanan Şauri'lerin tamtamları geliyordu, otlar 
henüz kıpırdamaya başlamamışken yeni çıkan rüzgâr hafiften tenini okşuyordu. 
Eve dönüşün mutluluğuyla bedeni alev alevdi. Rahatlamak için bluzunun önünü 
açtı, nicedir hasret kaldığı sevinç çığlıklarını atarak keyiflendi.
Martin ıslık sesleriyle uyandı. Epey bir süre Regina'yı izlerken huzursuzluğunu 
fark etmedi. Önce, her zamankinden daha şiddetli duyumsadığı yalnızlığının, ne 
olduğunu anlayamadığı gürültülerin, insanı hüzünlendiren dev ağaçlarıyla 
kasvetli ormanın onu huzursuz ettiğini sandı. Yanılmıştı. Asıl neden, çoktandır 
unuttuğu anılarıydı.
İlk aklına gelen tek tek hecelerini bir türlü birleştiremediği yeni İngilizce adı 
oldu, ardından Breslau'ya, Jettel'i tanıdığı ilk günlere döndü. Jettel'in çıplak 
olmasına biraz şaşırdı, ama siyah lülelerinin dalga dalga dans etmesini hayra 
yordu. Yine de hâlâ aklı belleğinden daha öndeydi. En son, savaşı anlatan 
görüntüler gözünün önünde canlanınca, Avrupalı erkeklerin Afrika'yla ilgili 
anlattıkları garip hikayeler aklına takıldı. Hepsi de, geçmişin tüm uzuvlarını felç 
edip, zaman duygusunu kendilerinden çalan anın gelmesinden korkuyorlardı.
Martin "Kahrolası sıcak," diye küfretti. Sessizliği yırtan sesinden ürktü, yanıt 
sadece bir kuştan gelince, o kadar da yüksek sesle konuşmadığını fark ederek 
rahatladı..
Regina annesine benzemiyordu, Jettel'in genç kızlığındaki kadar güzel değildi, 
ama bir çocuğun olması gerektiğinden daha olgundu. Bazı anılarının silbaştan 
yeniden canlanması Martin'i heyecanlandırıyordu. Erkek olduğunu o günlerde 
Jettel kendisine hatırlatmıştı. Regina ise şimdi onda geçmişten çok gelecek 
duygusunu uyandırıyordu.
"Hadi gel," dedi, "yolumuza devam edelim. Bir an önce evde olmak istersin."
"Ben çoktan evime geldim bile."
"Çiftliği seviyorsun değil mi?"
"Evet, ama bu benim sırrım. Annemle babam bunu bilmemeliler. Onlar 
Almanya'yı seviyorlar"
"Bana bir şey için söz verir misin? Çiftlikten ayrılırsan üzülmeyeceksin."
"Neden ayrılacağım ki?"
"Belki baban da asker olur."
"Ne güzel olurdu, seninki gibi bir üniforma da giyerdi. Bay Brindley askerleri 
bekletmek olmaz diyordu. Babam asker olursa beni kıskanırlar. Bugünkü gibi."
"Söz vermeyi unuttun," dedi Martin gülerek, "hani hiç üzülmeyecektin"


Regina bir kez daha Martin'nin insanüstü biri olduğuna inandı. Önemli 
sözcükleri tekrarlamanın ne kadar güzel olduğunu o da biliyordu çünkü. "Neden 
üzülmemi istemiyorsun? "
"Çünkü savaştan sonra seni görmeye geleceğim. Sonra bir kadınsın. Ama daha 
önce cepheye gitmek zorundayım, orada bambaşka bir dünya var, buradaki gibi 
güzel değil. Bu yüzden hiç değilse senin şimdiki kadar mutlu olduğunu bilmek 
istiyorum. Çok şey mi istiyorum?"
"Hayır," diye cevap verdi Regina, "senin hâlâ bir Kral olduğunu düşünüyorum. 
Benim Kralım. Herhalde senin için bir sakıncası yoktur?"
"Kesinlikle yok," diye Martin güldü, "Tanrının unuttuğu bu yerde insan hayal 
kurmayı öğreniyor," Eğildi, Regina'yı omuzlarından tutup yukarıya kaldırdı, 
küçük kızın tenine dokunduğunda yine zaman kavramı alt üstoldu. Kendini önce 
tasasız ve genç hissetti, Regina'nın ağırlığıyla soluğu kesilince de, ne kadar 
yaşlandığını ve budala olduğunu fark etti. Derin bir soluk alıp, üzüntüsünden 
silkelenmek üzereydi ki, Regina'nm sesi fırsat vermedi.
"Ne yapıyorsun?" diye Regina kıkırdadı. "Gıdıklanıyorum,"
XI. BOLUM
1943 yılının Aralık ayı başlarında Albay Whidett'e yeni bir görev için emir 
geldiğinde, bütün neşesi sönüverdi. Mount Kenya'daki Saferi Club için özenle 
hazırlanarak planladığı Noel tatili berbat olmuştu. Üstelik yeni görevi, bütün bir 
askerlik mesleğinin en çetinlerinden biri olmaya namzetti.'. Londra'daki Savaş 
Bakanlığı ona "J Operasyonunun sorumluluğunu vermişti. Bu, Kenya'da üslenen 
askeri güçlerin yeniden yapılanması anlamına geliyordu.
Sömürge hükümeti, anavatan ingiltere ile diğer Commenwealth üyesi ülkelerin 
uyguladığı gibi, İngiliz vatandaşı olmayıp, müttfeklerin davasına dostça 
yaklaşan ve iç güvenlik için de tehdit unsuru oluşturmayan gönüllüleri de 
Majesteleri Kralın ordusuna alacaktı. Bölgedeki sığınmacıların önce "Alman 
karşıtı" bir tavır içinde olduklarını keein olarak teyit edilmesi gerekiyordu. Bu 
zihniyet, iki dünya savaşı deneyimi yaşamış olan Albay Whidett'in kanaatini 
güçlendirir doğrultudaydı, demek ki Savaş Bakanlığında görev almak için 
sağlam bir İngiliz mantalitesine sahip olmak yeterli değildi..
Gelen talimata eklenmiş, oldukça abartılı ayrıntılarla yazılmış bir dipnotta, 
Almanya'dan gelen sığınmacıların bulunduğu mıntıkanın da mutlaka dikkate 
alınması gerektiğine işaret ediliyordu. Albay özellikle talimatın bu bölümünü 
gereksiz, abartılı,dahası şizofrenik bir ruh halinin ürünü olduğunu düşünüyordu. 
Savaş çıktığında geçerli olan kuralların ne olduğunu şimdi de çok iyi biliyordu. 
Sadece Almanya'nın kendi topraklarına kattığı Avusturya'dan gelen 
sığınmacılarla, barbar bir saldırının kurbanı Çekoslovakya ile acınacak bir 
durumda olan Polonya'daki sığınmacılar "müttefiklerin dostu" kabul edilmişler, 
Almanya'dan gelenler ise gözükapalı istisnasız Enemy Alliens olarak 
görülmüşlerdi. Bugüne kadar da, otoritelerin sıkı sıkıya uydukları bu 


prensiplerin dışına çıkmayı gerektirecek herhangi bir olay olmamıştı, en azından 
Kenya'daki askerî otoritelerin ortak görüşü böyleydi.
Albay VVhidett ilk iş olarak ailesini Malindi'ye tatile gönderdi, büyük bir düş 
kırıklığı içinde kendi iznini iptal etti, sömürge yönetiminin gevşek ve laubali 
tarzına asla ödün vermeyen bir disiplin anlayışıyla, kendisini yeni değişikliğe 
hazırladı. Başından beri bu sığınmacılar kendisi için zaten hep sıkıntı kaynağı 
olmuştu, bu yüzden onlarla ilişkilerinde hep ihtiyatlı davranmaya gayret etmişti, 
şimdiyse, merkezden gelen bu talimattan sonra onlara, alışılmış askerî 
yöntemlerle yardım edilemeyeceğini açıkça görmekteydi..
Whidett Londra'dan gelen talimatın, o güne kadar genelde huzurlu olan havayı 
değiştireceğini düşünüyordu. Sömürge yönetimi bunu, Avrupa'dan gelenlerin 
büyük çoğunluğunun dağ çiftliklerinde çok iyi koşullarda yaşamasına 
borçluydu. Bu insanlar bazılarının sandığı gibi, iç güvenliği ilgilendiren 
konularda, herhangi bir risk unsuru oluşturmuyorlardı, üstelik İngiliz ordusuna 
hizmet eden İngiliz çiftçilere gerçek bir destek oluyorlardı, öyle ki VVhidett gibi 
pek çok İngiliz subayı sığınmacıların ne dünya görüşlerini de geçmişlerini 
araştırmak gereğini duymuşlardı.
Savaş zamanlarında dış dünyayla bağlantısı yok denecek kadar az, alabildiğine 
geniş topraklarda, dağınık bir yerleşimi olan Kenya gibi bir ülkede, sadece 
belirli bölgelerde yaşayan insanları Majestelerinin ordusuna hizmete çağırmak 
öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildi. Böyle bir emri yerine getirmekle 
sorumlu olanlar bu konuda epey zorlanacaklardı. Anavatandaki otoritelerin masa 
başında oturup uzaktan birtakım kuramsal kararlar vermesine benzemiyordu.
Genelde mesleki sorunlarından söz etme alışkanlığı olmadığı halde, Albay 
VVhidett, Nairobi'deki subay mahfilinde, kafasından geçen bu sıkıntılarını 
açıkladığı zaman,, "German to the Front" (Almanlar cepheye) esprisi hemen 
kulaktan kulağa yayılıverdi.. Albay doğaçlama oluşan bu espriye müthiş 
öfkelendi. Subayların bu boşboğazlığı kendisinin İngilizler1 e özgü espri 
anlayaşma ters düştüğü gibi, beceriksizliğini, çaresizliğini ayan beyan herkese 
ilan eden ahlâksızca bir ihanetti... Kahrolası İngilizler" e nasıl ulaşacağını 
bilemedi. Acaba bu konuda kafalarından neler geçiyordu, Albay VVhidett bunu 
nasıl öğreneceğini kestiremiyordu.
Albay VVhidett ne yazık ki bu konuyu gereğinden fazla düşünüyordu ama bu 
durum işine yaramadı da değil, birden herşey aydmlanıverdi. Geçmiş yaşamları 
epey karışık olan bu İngilizler, savaş başlarında da ona hayatı epey zehir 
etmişlerdi. Ama o zamanki sıkıntısının, bugünkünün yanında çocuk oyuncağı 
gibi kaldığını, dost çevrelerinde itiraf etmekten çekinmedi. Çünkü 1944 Şubat 
ayında, yani Londra'dan talimatın gelmesinin üzerinden dolu dolu iki ay geçtiği 
hâlde, başını ağrıtan sorunun çözümünü hala bulamamıştı.
Sonunda müthiş espri yeteneğiyle, uygun çözümü buldu "1939 yılında, adamlar 
bize yük kamyonlarıyla teslim edilmişlerdi, biz de onları kamplara sokmuştuk. 
Herhalde Churchill şimdi de bizden çiftliklere gidip bizzat kontrol etmemizi 


istiyor; acaba çiftliktekiler hâlâ sauerkraut yiyip, Heil Hitler diye selam 
veriyorlar mı diye..."
Kötü deneyimleri olduğu halde, Albay, ne tuhaftır ki, yine savaş başladığı yıllara 
ait nostaljik anıları sayesinde kendisini kurtaran bu çıkar yolu bulabilmişti. Tam 
o anda Rubens ailesi aklına geldi. Ailenin bütün fertleri 1939'da gözaltına alman 
sığınmacıların serbest bırakılması için epey bir söz düellosu yapmışlardı.. Albay, 
büyük bir titizlikle incelediği evrak arasında onların adlarına rastladı, istemese 
de ne yazık ailenin desteğine ki ihtiyacı vardı.
Ricadan çok emretmeye alışık olduğundan, sıkılarak yazdığı bir mektupla, 
Rubens ailesiyle görüşmek istediğini bildirdi. İki hafta sonra ofis odasında 
önemli bir görüşme yaptılar. Albay, Rubens'in oğullarından dördünün asker 
olduğunu öğrenince çok şaşırdı. Biri, geri hizmet yapanlar için hiç de cennet 
sayılmayan Burma'da, diğeri İngiliz Hava Kuvvetlerindeydi. Archie ile 
Benjamin önce Nairobi'deki üstde görev almışlardı. David ise evde babasının 
yanındaydı. Demek ki Whidett'in yardım için başvurabileceği iki danışmanı 
vardı.
Whidett; "Bana kalırsa Londra'dakiler her şeyi tüm ayrıntılarıyla düşünemiyor." 
dedi. Rubens'lerle beraber, toplantı salonuna sanki yabancı bir koku girmişti, ilk 
karşılaştıklarında da aynen böyle olmuştu.. Düşüncelerini en doğru nasıl ifade 
edeceğini bilemiyordu, bu yüzden biraz da sıkıntılı, söze girdi, "Demek 
istiyorum ki, buradaki insanların gönüllü olarak kahrolası orduya neden 
katılmaları gerektiğini anlamıyorum, şayet gitmek zorunda değilseler? Üstelik 
savaş buralardan bu kadar uzaktayken."
"Savaş zannettiğiniz gibi, Almanlar'ın eziyet ettiği insanlara uzak değil. "
Whidett ilgiyle sordu: "Eziyet gördüler mi? Anımsadığım kadarıyla, savaş 
çıktığında çoğu buraya gelmişti"
Baba Rubens, "Almanya'da insanların eziyet görmesi için savaşın çıkmasına 
gerek yoktu," zaten diye yanıtladı,
Whidett acele onayladı; "Kuşkusuz hayır."
"Oğullarım neden askere gittiler sanıyorsunuz Sir?"
"Neden askere gidilir diye kafamı pek yormadım doğrusu, şu sefil üniformayı 
neden sırtımda taşıyorum diye de kendimi hiç sorgulamadım."
"Keşke sorgulasaydınız, Albay. Biz bunu yapıyoruz. Yahudiler için Hitler'le 
savaş alışılmış bir savaş değildi. Savaşmak istiyor muyuz istemiyor muyuz 
seçimini içimizden pek azımız yapabildi. Çünkü çoğumuz kendini savunma 
fırsatı bulamadan, vahşice katledildi."
Albay Whidett hoşnutsuzluğunu göstermek istercesine hafifçe içini çekti.. 
Farkettirmedi ama, yazı masasının önünde oturan bu iriyarı adamın ilk 
karşılaştıklarında da aynı şimdiki gibi içaçıcı olmayan ifadeler kullanmaya pek 
bir hevesli olduğunu hatırladı. Yine de deneyimleri ve mantığı ona, yahudilerin 
genelde kendi sorunlarını, olaylara tarafsız kalmayan diğer insanlardan daha 
kolay çözebileceğini söylüyordu.


"Bana söyler misiniz lütfen, şu lanet ülkede, ordunun ani bir kararla kendilerine 
ilgi gösterdiğini duyurmak üzere sizin insanlarınıza nasıl ulaşabilirim?"
Archie'yle Benjamin hemen atıldılar, "Siz bu işi bize bırakın!" Aynı anda 
konuştuklarını farkedince ikisi de yüksek sesle güldü, ardından sanki tek tek söz 
alamıyormuş gibi, yine ikisi birden önerdi: "Şayet sizce bir sakıncası yoksa, 
çiftliklere giderek, ordunun istediğini insanlara açıklarız."
Albay Whidett memnun bir ifadeyle başını eğdi, rahatladığını saklamaya da 
gerek duymadı. Gerçi kural dışı çözümlere karşı her zaman ihtiyatlıydı, ama 
yararı olacağını bildiği ani çözümlere ve uygulamalara itiraz edecek biri değildi. 
Bir ay içinde Londra'dan resmi izin geldi, Archie ile Benjamin ordudaki zorunlu 
hizmetlerinden ayrılarak özel görevlerine gideceklerdi. Albay, baba Rubens'e de 
desteklerinin devamını rica eden nazik bir mektup yazdı. Yaşlı Rubens ikinci 
kez görüşmeye yanaşmadı. Bu Albay'ın da işine geldi, çünkü iki taraf için de 
gereksiz, özel bir görüşme olacaktı.
Yaşlı Rubens, bir sonraki Cuma akşamı ayinininden sonra, genç yahudi 
erkeklerin, konuk edildikleri ülkeye olan şükran borçlarını hatırlatan kısa bir 
konuşma yaptı, zaman yitirmeden de gereken organizasyonu yapmak üzere 
hemen kollan sıvadı. David, Eldoret ile Kisumu arasındaki bölgede yaşayan 
sığınmacılarla bağlantı kuracaktı. Benjamin kıyı bölgelerini tarayacaktı, Archie 
de dağlık arazide çalışmalarını yürütecekti.
Archie, "Sabbatia'dakilerle işe başlayacağım.. Yanıma tercüman almadan yola 
çıkmak istemiyorum."
"Ne demek istiyorsun yani, bizimkiler hâlâ İngilizce öğrenemediler mi?" diye 
sordu kardeşi.
" İnsan orduda gerçekten her gün yeni bir olayla karşılaşıyor. Bizim bölükte 
antika bir Polonyalı var. İki yıl geçtiği halde hâlâ tek kelime bile İngilizce 
bilmiyor." diye yanıtladı Archie. Baba Rubens söze karıştı, "Yaban ellere 
göçetmek zorunda kalsalar bile benim akıllı oğullarımın başına böyle bir şey 
gelmezdi. Hepsi de, Kikuyu çiftliklerinde en mükemmel Oxford İngilizce'sini 
öğrenirdi.
Ol'Joro Orok'da kısa mevsim yağmurları henüz başlamadığından, Archie'nin, ilk 
durağı Gibson'ların çiftliği oldu. Böylece Walterde 1944 Mart ayında Albay 
Whidett gibi yeniden savaşın başladığı günlere döndü. Yaşamının önemli dönüm 
noktası olacak bu haberi yine kendisine Süsskind verdi.
Öğleden sonra geç saatlerde, Süsskind (sırtında başçavuş üniformasıyla) yanında 
Archie çiftliğe geldi. Daha cipten inmeden Walter7 e heyecanla seslendi; 
"Görüşmeyeli ne kadar uzun zaman oldu. Artık bugünden başlayarak buradaki 
günlerini sayabilirsin. Sonunda bizi de istiyorlar." Ardından Jettel'e doğru koştu, 
kadının etrafında fır dönüp dolanırken, bir yandan da gülerek; "Sen de, kellemi 
keserim ki, Nairobi'nin en güzel savaş gelini olacaksın" dedi.
Jettel "Bu da ne demek oluyor yine?" diye sordu.
Walter, "Üç kerede tahmin et bakalım" dedi.


Gün ışıkları yavaş yavaş çiftliği terketmek üzereydi. Rüzgâr şiddetlenmişti, 
Kimani bu yüzden elindeki demir çubukla su tankına her zamankinden 
kuvvetlice vurdu. Ses dağda derinden yankılandı. Akbabalar önce ciyaklayarak 
ağaçlardan havalandılar sonra dönüp yeniden salınan dallara kondular.
Rummler Archie'nin cipin tırmanıp, nemli derisini koltuklara sürtüp ısınmaya 
çalışıyordu. Kamau sırtında taze çimen rengindeki gömleğiyle, mutfaktaki 
sobaya odun taşıyordu. Ormandan akşam davullarının boğuk sesleri 
yankılanıyordu. Henüz batan güneşin etkisiyle hava hâlâ yumuşak ve ılıktı, 
akşamla beraber düşen ilk çiğ tanecikleriyle havayı hafifçe nemlendiriyordu. 
Kulübelerin önünde ateş yakılmıştı, köpekler, ulumaya başlayan çakalların 
kokusuna havlayarak karşılık veriyorlardı.
Walter parmaklarının uyuştuğunu, gırtlağının kuruduğunu hissetti. Gözleri alev 
alev yanıyordu. Çevresindekileri yeni görüyor gibiydi, bildik sesleri de sanki 
yeni duyuyordu. Delice çarpan kalbi onu huzursuzlaştırıyordu. Ne kadar 
mücadele ettiyse de içindeki sızıyı atamadı, yaklaştığını hissettiği nefret edilesi 
ayrılığın acısı, keskin bir bıçak gibi yüreğine saplanmıştı..
Birden sesini yükselterek, "Tıpkı Faust gibi" dedi, "bir yürekte iki ruh."
"Kim gibi?" diye Süsskind merakla sordu.
"Ah yok bir şey. Onu tanımıyorsun, sığınmacı filan değil."
"Onlara artık açıklamayacak mısın?" diye sordu Archie. Sesinde, kent insanının 
sabırsızlığı seziliyordu. Arabadaki köpeği farkedince, ona dönerek gülümsedi. 
Rummler, cipten atlayıp, dişlerini göstererek savunmaya geçti.
Süsskind Archie'yi yatıştırdı, "Açıklamama gerek yok, herkesin çoktan haberi 
var. Biz burada gurbettekiler aylardır, bundan başka bir şey düşünmüyoruz ki. "
"Çiftlikten ayrılmakta neden bu kadar acele ediyorsunuz? Yoksa kahraman 
olmadan savaş bitecek diye mi korkuyorsunuz?
"Hepimizin ailesi Almanya'da."
Archie, Süsskind'in arkasından eve doğru giderken, "Özür dilerim" diye 
kekeledi. Böyle konuştuğuna pişman olmuştu. Dizlerindeki tuhaf 
karıncalanmayı hissedip, oturma ihtiyacını duydu. Gençliğinde, bir terbiyesizlik 
yaptığı zaman babası azarladığında da aynen böyle olurdu. Sandalyelerden 
birine ilişir ilişmez başını kaldırıp çevreye göz gezdirdi. Önce gelişigüzel, sonra 
daha dikkatli bakınca keyfi yerine geldi; duvarda Breslau Belediye Binası'nm 
tablosu asılıydı. Sarı paspartu, siyah çerçevelenmişti.
Archie o güne kadar sadece kendi evindeki tabloları ve resimleri görmüştü, 
yemek salonunda asılı olan büyükbabasının portresi, Londra'daki kuzenleriyle 
safari avına ve çocukluk günlerine ait resimler.. Şimdiyse karşısında duran resim 
ona bambaşka bir dünyayı gösteriyordu, kafalarında kocaman şapkalarıyla bir 
takım adamların selam durmuşlardı, görkemli girişi, ilginç damı ve çok 
pencereli bu bina onu büyülemiş ve şaşırtmıştı. Belediye Binasını gösteren bu 
tablo, o güne kadar varlığından haberdar olmadığı bir dünyaydı sanki. Kendisini 
bir an, babasının yanında çalışan genç hizmetkarlara benzetti, onların da Yahudi 
bayramlarından haberleri olmazdı.


Bu kıyaslama ona gülünç geldi.. Üniformasının, üç beyaz şeridi üzerinde İngiliz 
tacı işli apoletli kolunu çekiştirirken, bir yandan da düşünüyordu; acaba hava 
kuvvetleri, bu etkileyici binanın olduğu şehri de bombalamış mıydı ve acaba 
erkek kardeşi Dan o sırada orada mıydı? Bu düşünce hoşuna gitmedi, böyle bir 
şeyi aklına getirdiği için kendi kendine öfkelendi. Bir sonraki çiftliğe gitmek 
için artık vakit geçti. Geceyi orada geçirecekti.
Jettel Owuor'a kahve pişirmesini söyledi. Archie onun bu kadar iyi Svahali'ce 
konuşmasına şaşırdı. Jettel'den bunu beklemiyordu, neden beklemediğinin 
yanıtını kafasında arayıp da bulamayınca, kendini budala gibi hissetti. 
Gülümseyerek ona baktığında birden Jettel'in ne kadar güzel olduğunu far ketti, 
Nairobi'de tanıdığı diğer kadınlardan da çok farklıydı. Tıpkı siyah çerçeveli 
resim gibi sanki o da yabancı bir dünyadan geliyordu.
Karısı Dorothy olsaydı çiftlikte kesinlikle elbise giymez, ayağına bir pantalon 
geçirirdi, büyük olasılıkla da onun pantolonunu. Archie, Jettel'in yakası epey 
dekolte, siyah elbisesinin üzerindeki kırmızı karelerin gözlerinin önünde 
uçuşmaya başladığını farketti, gözlerini yeniden tabloya çevirdiğinde, bu kez 
minicik pencereler ona daha da büyümüş gibi geldi. Galiba migren ağrılarından 
biri gelmek üzereydi, "acaba bir viski alabilir miyim?" diye sordu.
"Karşılığında burada para vermene gerek yok" dedi Süsskind.
Walter "Süsskind, ne dedi?" diye öğrenmek isteyince:
"Sizin tablo Archie'nin pek hoşuna gitmiş" diye lafı değiştirdi Süsskind.
Jettel, "Breslau Belediye Binası" diye açıkladı. Archie'nin tekrar "sorry" dediğini 
duyunca bu sefer o Archie'ye gülümsedi. Lambalar henüz yanmadığından, 
gencin bakışına karşılık verip vermediğini göremedi. Gençliğinde olsaydı bu 
masum bakışmalar bir flörtün başlangıcı olabilirdi, ama cilve yapmayı çoktan 
unutmuştu..
Akşam yemeğinde kavrulmuş soğan, pirinç pilavı ve kurutulmuş muz vardı. 
Jettel kocasından özür dilemelerini rica etti, "Lütfen konuğumuza ziyarete 
hazırlıklı olmadığımızı söyler misin?"
Walter "Üstelik, Regina'nm ayakkabı numaralan büyüdüğünden bu yana epeydir 
etin yüzünü gördüğümüz yok." dedi. Yaptığı espriyi desteklemek ister gibi 
ardından gülümsemeyi de ihmal etmedi.
Süsskind "Bu Almanlar'in eski ulusal bir yemeğidir," diyerek Jettel'in 
söylediğini tercüme etti, Silezya'nm İngilizce karşılığını öğrenmek için de ilk 
fırsatta sözlüğe bakmaya karar verdi.
Archie önündeki yemeği karıştırmaya üşendi. Birden Boarding School'a 
gidişinin üçüncü yılında başından geçen bir olay aklına geldi; bir keresinde 
yemeğe geç kaldığı için, ceza olarak sütlaç sevmeyen bir kızla ilgili aptal bir 
şiiri ezberlemek zorunda kalmıştı. Şiirin şimdi sadece ilk satırını anımsıyordu. 
Gayret ettiyse de ikinci satır aklına gelmedi.
Yemeğin tadını mümkün olduğunca duymamak için pirinçleri, öncelikle de tuzlu 
muzları çiğnemeden yutmaya karar verdi. Bunu yapmak ona utancını 
saklamaktan daha kolay geldi. Aşın duyarlılığının nedenini bir türlü 


çözemiyordu, belki alışık olmadığı yemekler ya da kendisine oldukça yabancı 
gelen evin havasına karşı içindeki isteksizlikti.. Ancak çok geçmeden asıl nedeni 
keşfetti; ailesiyle, Nairobi'deki diğer yerleşik yahudiler, bugüne kadar 
göçmenlere genelde hep para yardımı ya da akıl hocalığı yaparak destek 
vermişlerdi, ama onların geçmişleri, yaşantıları, sıkıntıları ve duyguları için hiç 
kafa yormamışlardı. Bu sonuca varmak Archie'yi üzdü.
Archie'nin, bunun da ötesinde canını sıkan bir diğer şey, evsahiplerine söylemek 
istediklerini her seferinde tercüme etmesi için Süsskind'e yönelmek zorunda 
kalmasıydı. Tabir caizse canı deli gibi viski içmek istiyordu, ama zaten boş 
mideye üç duble viski yuvarlamış gibiydi. Kendisini, gizlice kapıyı dinlerken 
suçüstü yakalanmış bir çocuğa benzetti. Sonunda nefsiyle mücadelesine yenik 
düştü, evsahiplerine yorgun olduğunu açıklayabildi. Kendisine, Regina'nm 
odasına geçebileceği söylendiğinde rahatladı.
Süsskind gözlerini şömineye dikmişti. Tabağmdaki son pirinç tanelerini 
sıyırmaya uğraşan Jettel, son lokmasını Rummler'in ağzına verdi. Walter 
elindeki bıçağı döndürüp duruyordu. Üçü de sanki, Süsskind'in ziyaretinden 
duydukları sevincin kendilerini rahatlatmasını bekliyordu. Ama sessizlik 
uzadıkça uzadı, hiçbiri üzerindeki gerginliği atamıyordu. Değişiklikleri 
kabullenme alışkanlığını unutmuşlardı, buna en çok şaşıran da Süsskind oldu. 
Yaşam seyirlerinin değişeceği olasılığını düşünmek bile onları ürkütüyordu. 
Boyunduruk altında yaşamaya katlanmak, onu kırmaktan daha kolaydı onlar 
için. Jettel'in, farketmeden dolan gözlerinden yaşlar birden boşanıverdi.
"Bunu bize nasıl yapabilirsin?" diye bağırdı, "Bunca şeye katlandıktan sonra 
nasıl savaşa gidersin? Regina'yla biz ne olacağız?"
"Jettel yine her zamanki gibi olay çıkarma, ordu beni daha çağırmadı bile."
"Ama bir gün çağıracak. Bu piyango da mı bana vurdu?"
"Kırk yaşındayım," dedi Walter, ben de aynı şeyi söyleyebilirim, piyango bana 
mı vurdu!., ingilizlerin savaşı kazanmak için sadece beni beklediklerini 
sanmıyorum."
Yerinden doğrularak Jettel'i okşamaya yeltendi, ellerinin soğuk olduğunu 
farkedince vazgeçti, pencereye yöneldi. Evin nemli ahşap duvarlarından yayılan 
bildik koku birden burnuna her zamankinden daha hoş geldi. Dışarısı zifiri 
karanlıktı, yine de güzellikleri hissedebiliyordu, bugüne kadar sadece Regina'yı 
mutlu eden güzellikleri.. Regina'ya bunu nasıl söyleyecekti? Farkına varmadan 
yüksek sesle düşünmüştü..
"Regina için endişelenmene gerek yok" dedi Jettel ağlamasını sürdürerek: 
"Orduya katılman için zaten her akşam dua ediyor."
"Ne zamandan beri?."
"Martin buraya geldiğinden beri."
"Bunu bilmiyordum."
"Regina'nın ona aşık olduğundan da herhalde haberin yok
"Saçma."


"Regina, Martin'nin kendisine söylediklerini hiç unutmuyor. Onun her sözüne 
çok önem veriyor.. Herhalde Martin'e sen rica ettin, Regina'yı çiflikten 
ayrılırken alıştırması için.. Eskiden beri Martin'le gizli ortaklığınız vardı."
"Hatırladığım kadarıyla Martin'le asıl ortaklık yapan sendin.. Bir zamanlar 
Breslau'da neler olduğundan haberim yok mu sanıyorsun?"
"Hiçbir şey olmadı. Senin yersiz kıskançlıkların ...Her zamanki gibi."
Süsskind, "Çocuklar, kavga etmeyi bırakın?" diye seslendi. "Her şey yolunda 
gidiyor.. Archie bana işlerin nasıl yürüyeceğini anlattı. Önce bir komisyon seni 
çağıracak, orada orduya neden yazılmak istediğini söyleyeceksin. Sakın aptallık 
yapayım deme, İngilizler ikinizin de çiftlikte kalıp ölmek istediğinizi duymaktan 
hoşlanmazlar.
Jettel hıçkıra hıçkıra ağlayarak, "Ben çiflikten ayrılmak istemiyorum," dedi, 
"çiftlik benim evim," Hep yaptığı gibi, bu kez de hiç zorlanmadan, yüzüyle 
sesine, çocuksu bir masumiyet, sahte ve inatçı bir ifade verebildiğine 
memnundu, ancak Walter'in, bu eski numarasını yutmadığını farketmekte 
gecikmedi.
"Jettel, sürgün hayatını, eski bolluk günlerini özlemekle geçirdi.." Walter bunu 
söylerken gözlerini Süsskind'e çevirmişti. Sözlerine devam etti: "Tabii çiftlikten 
uzaklaşmak istiyorum, ama sebep sadece bu değil. Hayatımda, yıllardan sonra 
ilk kez birileri bana ne yapabileceğimi soruyor. İnandığım şeyler için birşeyler 
yapmak isteyip istemediğimi soruyor...Babam her zaman orduya girmemi 
isterdi. O da görevini asker olarak yaptı." Walter'e "İngilizlerden hoşlanmadığını 
zannediyordum" diye itiraz etti Jettel, "neden onlar için ölmek isteyesin ki? "
"Tanrı aşkına Jettel, yaşıyorum, henüz ölmedim. Ayrıca İngilizler benden 
hoşlanmıyor. Ama, eğer beni istiyorlarsa orada olacağım. Belki bir gün aynaya 
baktığımda, hayatta kalan son işe yaramaz yahudi olmadığımı görürüm.. Eğer 
tam olarak bilmek istiyorsan açıkça söyleyeyim, en büyük dileğim bir asker 
olmaktı. Savaş başladığı günden beri hep bunu istedim. Owuor kuzum sen ne 
yapıyorsun orada, koca odunu neden şömineye attın, biraz sonra uyumaya 
gideceğiz?
Owuor Walter'in avukat cübbesini giymişti. Hafif bir sesle ıslık çalarak elindeki 
birkaç dal parçasını da şömineye attı, ciğerlerindeki ılık havayı usulca alevlere 
üfledi. Yavaşça yerinden doğruldu. Konuşma sırası kendisine gelene kadar 
sabırla bekledi.
"Bwana" dedi sonunda, avını yakalamış bir sırtlan gibi dişlerini gösterip gülerek, 
"Bwana," diye tekrarladı, "çiftlikten ayrılırsan ben de seninle gelirim. Rongai'de 
safariye çıktığın günkü gibi seni yine aramaya çıkmak istemiyorum. Askariye* 
gidersen Memsahib'in aşçıya ihtiyacı olacak!"
"Askere gideceğimi nerden biliyorsun?
"Bwana biliyorsun ben kelimelerin kokusunu alırım. Ve bir de gelecekteki 
günlerin... Unuttun mu?"
* Askere


XII. BOLUM
6 Haziran 1944 gününün sabahı, uyandırma çağrısından iki saat önce Walter erat 
mahfilindeydi. Mahfilde henüz kimseler yoktu. Camları açık dar pencerelerden 
içeriye giren ay ışığıyla aydınlanmış gecenin, insanı canlandıran serin havası 
mahfilin ahşap duvarlarında buharlaşıyor, çevreye Ol Joro Orok'taki sedir 
ağaçlarını anımsatan bir koku yayılıyordu. Geceleri karanlık bastı mı şafak 
sökene kadar uyuyamayan Walter, bunu nimetten sayıp, düşünceleri ve 
hayalleriyle başbaşa kalıyordu; rahatça mektuplarını yazıyor, vatanları olma 
şansına sahip, ama bunun değerini bilemeyecek kadar fantazi yoksulu askerlerin 
meraklı bakışlarından uzakta, radyoda Almanca yayın yapan istasyonları 
karıştırarak, günlük haberleri dinliyordu. Sonra da, Nakuru'daki sodalı gölün 
güney kıyısının kavurucu sıcaklarından çok Avrupa'nın soğuk kışında süren 
savaşa daha yakışan kaba haki gömleğini pantolonuna tıkıştırıyor ve mutluluğun 
keyfine varıyordu. Yeni, güvenli bir yaşamın kendisini sonsuz heyecanlandıran 
bir mutluluğuydu bu.
Orduya yazıldığının ilk dört haftasında, musluktan suların akmasına, elektrikle 
aydınlanmaya, günlerin dolu dolu geçmesine hâlâ alışamamıştı, bu yüzden 
epeydir özlemini çektiği hâlde, bu rahat yaşamın zevkine varamıyordu. Boş 
zamanlarında yazı masasının yanma oturarak, telefon aletini seyretmek ona
çocukça bir sevinç veriyordu. Hatta sırf sinyal sesini duymak için arada bir 
ahizeyi kaldırdığı da oluyordu.
Pilleri bitti mi diye dert edinmeden radyo dinlemenin mutluluğunu tadıyordu. 
Hatta, Ol'Joro Orok'a geldiği ilk günden beri kendisine işkence olan ağzındaki 
iki dişi, bölüğündeki diş doktorunun kaba bir şekilde acemice çekmesinden 
sonra duyduğu acı, ona yaşam serüveninde epey yol aldığının kanıtı olarak 
görünmüştü, çünkü doktora para ödemek zorunda kalmamıştı.. Kendisini bitkin 
hissetmediği, bir süredir sıkıntısını çektiği şiddetli ter boşanmalarının olmadığı 
günler, kılıkırk yaran bir titizlikle, değişen hayatının bilançosunu yapmaya 
bayılıyordu.
Walter bu bir ay içinde, Rongai ve Ol'Joro Orok çiftliklerinde geçirdiği beş yılda 
olmadığı kadar çok şey işitmiş, çok konuşmuş ve hatta gülmüştü. Günde dört 
öğün yemek yiyordu. Öğünlerden ikisinde et oluyordu, üstelik cebinden hiçbir 
şey ödemiyordu. İç çamaşırları, ayakkabıları hatta gereksiniminden çok 
pantolonu vardı, sigaralarını askerlerin ucuz tarifesinden alıyor, haftada bir de 
içki alma şansı oluyordu, sırtını iki kez dostça sıvazladığı bıyıklı bir İskoçyalı 
bunu kendisine sağlamıştı. İngiliz Ordusunun özel hizmetlisi olarak aldığı 
parayla, Regina'nın okul masraflarını ödeyebiliyor, ayrıca Jettel için, Nairobi'ye 
bir sterlin gönderiyordu. Bunun dışında ordudan ek aylık yardım da alıyordu. 
Daha da önemlisi Walter, eski korkularından kurtulmuştu. Her an işinden 
atıldığını, hayatının mahvolduğunu bildiren bir mektup gelecek korkusu artık 
çok gerilerde kalmıştı.


Asker dolabında kâğıtlar, mektup zarfları vardı, boş şişelerle dolu kül tablaların 
arasında bir mürekkep hokkası, yanında da mürekkepli kalem duruyordu. Walter 
bunları gördükçe içini sonsuz bir rahatlık kaplıyordu, elini uzatıp kalemi kağıdı 
alarak yazması kafiydi, ilgililer mektuplarını pullayıp istediği adrese gönderiyor 
lardı.
Duvarda VI. George'un sararmış bir fotoğrafı asılıydı. Walter ciddi bakışlı krala 
gülümsedi. Hokkanın içindeki kurumuş mürekkebi sulandırmadan önce, 
musluktan paslı küvete düşen su damlacıklarını saydı, sonra da "Tanrı Kralı 
korusun" şarkısının melodisini ıslıkla çalmaya koyuldu.
"Benim sevgili Jettel'im," diye yazmaya başladı, sonra sanki kaderi zorluyormuş 
hissine kapıldı, ürkerek, mürekkepli kalemi masanın üzerine bıraktı. Yıllardır 
karısına buna benzer sözcüklerle hitap etmediği gibi, bunları hissetmemiş 
olduğunu da farketti. İçinden gelen böylesi bir duyarlılığa memnun mu 
olmalıydı, yoksa utanması mı gerekiyordu, karar veremedi.
Yazmayı sürdürürken herşeye rağmen kendiyle barışıktı. Kalemi sarı kâğıdın 
üzerine bastırarak, "Çok haklısın" diye yazdı, "Tıpkı Breslau'da ülkeyi 
terketmeye hazırlandığın günlerdeki gibi yine rahatça birbirimize mektup 
yazabiliyoruz. Tek fark, şimdi üçümüz de daha güvendeyiz, bundan sonraki 
yaşantımızın bize neler getireceğini huzur içinde bekleyebiliyoruz. Yalnız bir 
konuda senden farklı düşünüyorum, şu anda içinde bulunduğumuz duruma 
özellikle şükretmeliyiz, her zamanki alışkanlıklarımızdan uzaklaşmak zorunda 
kaldığımız için de şikâyet etmemeliyiz. Hiç değilse deneyim kazandık.
Bana gelince. Bütün gün hareket halindeyim, İngilizlerin bugüne kadar bu işleri 
nasıl olup da bensiz başarabildiğine hâlâ akıl erdiremiyorum. Öyle bir 
eğitiliyoruz ki anlatamam, sanki son darbeyi indirmek için bugüne kadar biz 
bloody Refugees'ların gelmesini beklemişler. Galiba benden komando ile 
köstebek karışımı bir görev bekliyorlar. Akşam olduğunda hemen her zaman, 
sıtmaya yakalanırım diye içime bir korku giriyor,umarım yakında bu da geçer. 
Her neyse, bütün gün çamur ve balçıklarla boğuşuyorum, akşam olduğundaysa 
bazen hâlâ hayatta mıyım diye şaştığım oluyor. Ama sakın üzülme. Senin moruk 
iyi dayanıyor, dün başçavuş bana bakıp sanki göz kırptı gibi geldi. Gerçi onun 
da gözleri tıpkı Sohrau'da bizim yaşlı Wanja'nmkiler gibi şaşı.. Başçavuş, 
tabanlarım şişene kadar dayanabiliyorum diye, belki de bana madalya vermek 
istiyordur, kimbilir!.. Tabii adımı doğru dürüst söyleyemediği için bu konuda 
fazla bir açıklama yapamadı.
Ayaklarımın su toplamasına şaşırdıysan, sebebini, söyleyeyim, bana verdikleri 
çizmeler ayağıma küçük geldi. İngilizcem yeterli olmadığı için, tabii bu 
sıkıntımı anlatamıyorum.. Ama kafama koydum bir kere, birliğimdeki hiçbir 
sığınmacıya bana tercümanlık yapması için ricada bulunmayacağım. Belki 
böylelikle en azından İngilizce öğrenirim. Üstelik subay eğitmenler Almanca 
konuşulmasından hoşlanmıyorlar. Neyse ki bana verilen kasketin büyük olup, 
devamlı kafamdan kaydığını, kendileri fark ettiler. Gördüğün gibi, askerlikte de 
dertler bitmiyor. Değişen pek bir şey yok, sadece sıkıntılar şekil değiştirdi.


Bu arada aklıma geldi, Regina'ya da hayatındaki en önemli değişikliği mutlaka 
hatırlatmamız gerekiyor. İşimi kaybetmeyeyim diye artık her akşam dua 
etmesine gerek yok, müttefiklerin bir an önce zafer kazanması için Tanrısına 
yakarsın.. Benim Nakuru askeri üssünde olduğumdan tabii ki haberi yok. 
Herhalde fark ettin, asker mektuplarına göndericinin adresi konulmuyor..
Her ne olursa olsun, doğru karar verdiğimize eminim. Bir gün bana hak 
vereceksin. Hollanda yerine Kenya'ya göçetmekle ne kadar iyi yaptığımızı sen 
de bu arada iyice anlamış olmalısın. Ayrıca burada Görlitz'de bir radyo mağazası 
olan sempatik bir adamla tanıştım. Bir radyo aletini tabii, benden çok daha iyi 
kullanmasını biliyor, bana Hollandalı yahudiler için de fazla umut kalmadığını 
söyledi. Seni evinde ağırlayan evsahiplerinin yanında, sakın bundan söz etme. 
Anımsadığım kadarıyla Bruno Gordon'un, 1933 yılında Amsterdam'a giden bir 
erkek kardeşi vardı.
Umarım, en kısa zamanda Nairobi'de bir ev bulursun, hatta belki de hoşuna 
giden ve hepimize yardımı dokunacak bir iş. Belki bir gün, savaştan sonraki 
hayatımız için biraz para biriktirebiliriz. (O zaman kimsenin askere gereksinimi 
kalmaz, bizim de yeni bir geleceğimiz olur.) Bir gün, Gordon'larm yanında 
kalmaktan kurtulacaksın ve eskisi gibi gönlünce yaşayabileceksin, o zaman 
Nairobi'yi seveceğine ve şehre alışacağına eminim. Seni bilirim, çevrende hep 
insan olsun isterdin. Ben şanslıyım. Çektiğim eziyetlere karşın, burada fazlasıyla 
bunun keyfini çıkarıyorum.
Bizim Birlikteki İngilizler'in hepsi de genç, çok da sempatikler. Gerçi ten rengi 
kendilerinkiyle aynı olan bir adamın nasıl olup da kendi dillerini 
konuşamadığına akıl erdiremiyorlar ama, beni yaşlı bir dinozor gibi 
görmelerinden olacak, kimi de, zaman zaman dostça sırtımı sıvazlıyor. 
Başçavuşun pek insan dostu biri olduğunu sanmıyorum ama buna rağmen, 
Leobschütz'den ayrılalıberi ilk kez kendimi ikinci sınıftan bir insan olarak 
görmüyorum. Bazen, bu ülkenin dilini bilmemenin de yararı olmuyor değil.
Kimani'nin yokluğunu çok duyuyorum. Belki sana aptalca gelecek ama, 
çiftlikten ayrılırken onu bulup da, benim için ne iyi bir dost olduğunu kendisine 
söylemeyemediğim için kendimi bir türlü affedemiyorum. Owuor'la Rummler 
yanında oldukları için sevinmelisin, her ne kadar Owuor, Gordon'un Boy'larıyla 
didişiyorsa da, Ol'Joro Orok'dayken de zaten bizlerin dışında kimseyle 
anlaşamazdı. O bizim için bir parça vatan toprağı sayılır. Gördüğün gibi, eski 
günleri anarken duygusallaşıyorum. Neyse ki İngiliz ordusu son günlerde büyük 
başarılar elde etti de, benim gibi duygusal bir askere tahammül edebiliyor. Hatta 
o asker birkaç İngilizce küfür bile öğrendi ve de özlemle senden gelecek postayı 
bekliyor. Yaşlı Walter'ine hemen yaz!"
Walter, kendine olan güvenini yeniden kazanmıştı, gerçi; Regina'yı düşündüğü 
zamanlar eski yaraları depreşiyor ve özgüveni sarsılıyordu. Umutsuzluğa 
kapıldığı günlerdeki gibi yine başaramayacağından müthiş korkuyordu. Kızının 
Nairobi'de yaşayabileceğini sanmıyordu, çünkü Ol'Joro Orok artık onun vatanı 


olmuştu.. Regina'yı köklerinden söküp almak, yapamayacağı bir fedakarlığı 
ondan istemek düşüncesi ona dayanılmaz geliyordu.
Askere çağrılmış olmakla kızının gözünde korkak durumuna düşmesi gururunu 
rencide etmişti, çaresiz ve umutsuz olduğu günlerde bile bu derece onurunun 
kırıldığını hatırlamıyordu. Çiftlikten ayrılışlarını kızma yazıyla bildirmek 
zorunda kalmıştı. Regina'ya bile bile verdiği ilk acıydı bu.. Okula gönderdiği 
mektupta, Nairobi'deki yaşamı olabildiğince renkli betimlemeye gayret etmişti, 
burada yeni dostlarla tanışılıyor, her gün birbirinden değişik olaylarla günler 
renkli geçiyordu. Ne ki Walter bunları yazarken, aklı hep Sohrau, Leobschütz ve 
Breslau'dan ayrıldığı günlerdeydi, bu yüzden uygun sözcükleri bulmakta 
zorlanmıştı. Regina mektubunu hemen yanıtlamış, ama ayrılacağı ve bir daha 
asla göremeyeceği çiftlikle ilgili tek kelime bile etmemişti. Altını kırmızı 
kalemle çizip büyük harflerle ve İngilizce olarak "England expects every man to 
do his duty. Admiral Nelson"* diye yazmıştı.
* İngiltere her erkeğin görevini yapmasını bekliyor. Amiral Nelson.
Walter, orduya geldiği günden beri yanında bulundurduğu tek kitap olan küçük 
sözlüğün yardımıyla, zor bela cümleyi Almancaya çevirmişti. Henüz sekizinci 
sınıftayken bu cümleyi gördüğünü anımsayarak, bocalamıştı, acaba bu kaderin 
kendisine bir oyunu muydu, yoksa kızı mı kendisiyle dalga geçiyordu. İki 
olasılık da hoşuna gitmedi.
Regina gerçekten böyle mi yetişmişti ya da duygularını göstermeyecek denli 
İngiliz mi olmuştu, belki de sadece babasına küsmüş, yüreği yaralı küçük bir 
kızdı.. Hangisi doğruydu, bilemiyordu ve bu Walter'e müthiş acı veriyordu. Bu 
düşüncelerle kafasını yorduğu zamanlar bir tek şeyi fark etti: Kızını, yeterince 
tanımıyordu, verdiği tepkileri bu yüzden sağlıklı yorumlayamıyordu. Kızıyla 
aynı dili konuşmuyorlardı.
Ağaran günle birlikte etraftan gelen gürültülere aldırış etmeyen Walter 
düşünmesini sürdürdü; şayet İngilizce'yi öğrenmiş olsaydı, Almanca yerine 
kızıyla İngilizce konuşurdu. Çocuklarına, yeni vatanlarında kök saldıklarının 
güvencesini vermek için çoğu sığınmacının böyle yaptığını duymuştu. 
Söylemekte zorlandığı sözcükleri utana sıkıla kekelemesi, el kol işaretleriyle 
derdini anlatmak zorunda kalması, şafağın ilk ışıklarında, gözünde keskin 
çizgileriyle komik bir tablo gibi canlanıverdi.
Walter Regina'nın kendisine güldüğünü duyar gibi oldu, önce hafif, sonra 
meydan okurcasına yüksek sesle. Kahkahaları, nefret ettiği çakalların 
ulumalarını andırıyordu.. Kızının alay ettiğini, kendisinin de bu alaylara çaresiz 
ve savunmasız kaldığını düşünerek paniğe kapıldı. Regina'ya, bugüne kadar 
neler olup bittiğini anlatmalıydı, onları toplum dışına itmek için kimlerin neler 
yaptığını, ayrılmak zorunda kaldığı vatan acısının nasıl yüreğini sızlattığını 
söyleyebilmeliydi, ama bütün bunları ingilizce olarak nasıl açıklayacağını 
bilemiyordu.
Kendini güçlükle toparlayıp sakinleşti, gün boyu buna gereksinimi olacaktı. 
Kendi yarattığı kabustan bir an önce kurtulmak için hırsla radyonun düğmelerine 


çevirdi. Soğuk ter damlacıklarının ensesinden sırtına doğru indiğini fark edince, 
ürperdi, geçmişi peşini bırakmıyordu. Orduya geleliberi ilk kez bunu idrak 
ediyordu. Alnına, vatansızlığın damgası bir kez vurulmuştu, bunu ömür boyu 
silemeyecek, yaşamı boyunca da yabancılar arasında yabancı olarak kalacaktı.
Walter'in kulağına kesik kesik kopuk konuşmalar geldi. Radyo tam açık 
olmadığı halde, sesler yüksek, heyecanlı kimi zaman da neredeyse isterikti, yine 
de kafasının karışıklığına iyi gelmişti. Birden radyodaki haber sunucusunun 
sesinin her zamankinden farklı çıktığını farketti. Walter, tek tek hecelerden 
sözcük üretemeye çalıştaysa da beceremedi. Dolaptan temiz bir dosya kağıdı 
alarak kulağına gelen her sesi harflere dökmeyi denedi. Sonunda ortaya çıkana 
anlam veremedi, spiker kısa aralarla iki sözcüğü birkaç kez tekrarlıyordu, büyük 
olasılıkla "Ajax" ve "Argonaut" tu. Walter, kendisine yabancı gelmeyen her iki 
adı İngilizlerin genizden gelen aksanına karşın anlamış olmasına şaşırdı. 
Gözlerinin önüne, Pless'deki Prensler Okulu ve Gladisch adındaki öğretmen 
geldi öğretmen, Yunanca dersinden sonra ifadesiz bir yüzle defterleri dağıtırdı. 
Walter silkindi, şimdi anılara dalmanın zamanı değildi.. Yumuşak ahşap zeminin 
üzerinden, odasına doğru ayak seslerinin yaklaştığını duydu. Gelen Sergeant 
Pierce'ti.
Güneşle beraber uyanmıştı. Adımları güçlü kuvvetliydi ama, bedeninde hala 
gecenin yorgunluğu seziliyordu.. Çavuş ellerini, gür saçlarının arasında 
gelişigüzel gezdirdi, hareketleri ağır ve hantaldı, güneşe yatmış inek gibi birkaç 
kez gerindi, hantal bir hareketle belindeki kayışını düzelterek, çevresine bakındı. 
Sanki güne başlamak için bir işaret bekliyordu..
Konuşmadan, gözlerini kısmış Walter'e bakarken, doğa koşullarının aşındırdığı 
yıpranmış bir heykeli andırıyordu. Sonra uzuvlarına aniden bir canlılık geldi, 
komik hareketlerledir iki kez yerinde sıçrayarak, hantal çizmeleri neredeyse 
zemine değmeksizin uçarcasına radyoya doğru koştu. Radyonun sesini sonuna 
kadar açarken, ara ara kuvvetli solukları duyuluyordu. Solgun tenine, alışık 
olmadık bir kızıllık, yüzünde de şaşkın bir ifade belirmişti. Çavuş Pierce, 
radyoyu açmak üzere eğdiği hantal vücudunu güçlükle yerinden doğrulttu, iki 
elini pantolonunun dikiş yerlerine koydu, derin soluklarla ciğerlerindeki havayı 
boşaltıp, kulakları tırmalayan keskin bir sesle bağırdı: "They've landet."
Walter olağanüstü birşeylerin olduğunu, çavuşun kendisinden tepki göstermesini 
beklediğini hemen hissetti, yine de ona bakmaya cesaret edemedi, sıkıntıyla 
elindeki kağıda birşeyler karaladı..
Pierce'in kendisini aptal yerine koyacağını bile bile "Ajax" dedi sonunda.
"They've landet' diye çavuş bir kez daha bağırdı, "you bloody fool, they've 
landet". Walter'in omzuna okkalı bir yumruk indirdi, sabırsız heyecanına rağmen 
yine de dostça bir tavırdı bu. Walter'i oturduğu sandalyeden kaldırarak, kötü 
basımlı bir haritanın önüne sürükledi. Harita Kralın fotoğrafıyla, ordudan gelen 
bir duyurunun arasındaki panoya asılmıştı. Pierce, "Here" diye kükredi.
Walterde aynen onun gibi, "Burada!" diye tekrarladı. Bunu söylemek bayağı 
hoşuna gitmişti, hiç değilse bir kez olsun Piere'en dediğini anlamıştı. Çavuşun 


haritanın üzerinde dolaştırıp sonunda Norveç üzerinde karar kılan, etli işaret 
parmağını şaşkın şaşkın izledi.
Walter yüksek sesle, "Norway" diye okurken bir yandan da düşünüyordu; Ne 
olmuştu acaba bu ülkede, sonra Norveç sözcüğündeki son hece acaba gerçekten 
İngilizce'de "ey" diye mi okunuyordu.
Pierce "Normandy, you damn'd fool"* diyerek öfkeyle Walter'i düzeltti. İşaret 
parmağını önce doğuda Finlandiya'dan, güneyde Sicilya'ya kadar getirdi, 
Walte/in hâlâ sessiz kaldığını görünce de, bu sefer dövmeli elini Avrupa haritası 
üzerinde tıklatmaya koyuldu. Sonunda sesinin gücüne güvenen bir adamın en 
son aklına gelebilecek bir şeyi yaparak, mürekkepli kalemi eline aldı, 
beceriksizce "Normandy" sözcüğünü karalamaya çalıştı. Bir yandan da merakla 
Walter'i gözleriyle kolluyordu, ürkek bir çocuk gibi elini ve uzattı.
Walter tek kelime söylemeden, çavuşun işaret parmağını hafifçe yakaladı ve 
Normandiya sahilinin üzerine koydu. Müttefik kuvvetlerin bu sahillere çıkartma 
yaptıklarını ise ancak kahvaltıda Görlitz'li radyo satıcısından öğrenebildi. Pierce 
erlerin her sabahki tam donanımlı alışılmış arazi yürüyüşü yerine Walter^, 
günlük görevini yapmak üzere ofisine çağırdı, çavuşun yüz ifadesi gerçi her 
zamanki gibiydi, ama Walter yine de onun kendisi için olumlu şeyler 
düşündüğünü vehmetti.
Akşam yemeğinde nane soslu kuzu kızartması ile az pişmiş taze fasulye ve 
Fransa'nın mucize yemeklerinden Yorkshire usulü puding servis edildi, 
müttefiklerin Sicilya çıkartmasından beri ilk kez görülen bir ziyafetti bu. Bir 
baştan bir başa küçük, Union Jacks armalarıyla donatılmış mahfilde, yemeğe 
başlamadan önce hep bir ağızdan "God save the king" ve "Rule Britannia", sıcak 
vanilya soslu meyve salatası servis edilirken de, "Keep the Homefires Burning" 
şarkıları söylendi. Askerlerin coşkusu, "It's a Long Way to Tipperary" şarkısıyla 
doruğa ulaştı.
Su bardaklarına konulan konyaktan içilen ilk yudumdan sonra ise, mahzun, 
üzgün gözlerden yaşlar boşandı. Çavuş Pierce havasına girmiştiı. Coşkulu 
askerlerin, şarkı söylemeye ara verildiğinde, zafer haberini ilk ondan duydukları 
için birbiri ardına kendisine yağdırdığı iltifatlar ve övgülü sözler gururunu 
okşuyor, zevkten koltukları kabarıyordu. Ama çavuş Pierce dürüst olduğu gibi, 
kafası da iyi işleyen bir adamdı... Başkalarının zaferini sadece kendisine 
maledilemiyeceğini de unutmuyordu. Böylece, herkesi mutlu eden günün 
haberinin kısa özetini vermeden önce, sofradakilerden "bloody Normandy"nin 
yerinin nerede olduğunu bilen Walte/i alkışlamalarını istedi. Walter'in içki 
kadehinin boş kalmamasına da özellikle kendisi dikkat etti.
Walte/in kadehi boşaldıkça bir konyak, bir viski ile dolduruyor, ağzı var dili yok 
bu Avrupalı'nın sonunda "Cheers" dediğini, hele bunu, çavuşun tipik 
özelliklerinden biri olan güzelim Cocney aksanı ile söylediğini duyunca, 
büsbütün keyifleniyordu.
Konyak, Walter'in günlerdir isyan halinde olan midesine iyi gelmişti; viski ise, 
gerçi her yudumdan sonra, zaten pek anlamadığı sohbeti takip etmesini biraz 


daha zorlaştırıyordu ama, soğuk, tatsız yağlı kuzu etini ağzında geveleyip 
dağıtması için ideal bir içkiydi. Kafasının sersemlediğini hissediyorsa da, 
kulaklarındaki hoş uğultular ona bir şekilde mutlu öğrencilik yıllarını 
anımsatıyordu. Bu yüzden bir süre bu uğultuyu hayra yordu, sonrasında 
üşümeye başladığını farketti. Üşüme hissi önce onu pek rahatsız etmedi, sonuçta 
alkol, tütün ve terle iyice dumanlaşan kafası biraz hafiflemişti, şakaklarının 
şiddetli zonklamalarına da en azından şimdilik dayanabiliyordu.
Ancak çok geçmeden, gözlerinin önünde önce bütün eşyalar sonra insanlar 
dalgalanmaya başladı. Çavuş Pierce gözlerinin önünde aniden kocamanlaştı. 
Yüzü, Walter'in son olarak "Ussukuma" gemisinin güverte balosunda gördüğü 
utanılası kırmızılıktaki balonlardan birine benzedi. Şimdi de müttefik 
kuvvetlerini görüyordu... Normandiya çıkartmasında bu ucuz balonları 
kullanmaları, Walter'e çocukça geldi. Üstelik son derece ihtiyatsız bir davranıştı, 
çünkü balonlar peşpeşe patlayarak havada gamalı haç biçiminde daireler 
çiziyordu, ardından pervasızca ve yüksek sesle "Gaudeamus igutur" şarkısını 
söylenmeye başlayınca Walter büsbütün öfkelendi.
Şarkı bitip de, kafasındaki anılar bir ara durulunca, Walter etrafına bakındı; 
anlaşılan orada bulunanların içinde bir tek kendisi alkole dayanıksızdı. Canı 
sıkıldı. Bedeninden terler boşandı, kendini güçbela toparlayıp, dişlerini birbirine 
kenetledi, sırtını sandalyenin arkalığına dayayarak, olabildiğince dik durmaya 
gayret etti. Dişlerinin arasına sıkıştırdığı soğuk yağlı kuzu etinin ağzında ılık kan 
haline geldiğini hissettiğinde yerinden doğrulmak istediyse de, sığınmacı 
olduğunu hatırladı; gereksiz yere dikkatleri üzerinde toplama endişesiyle 
vazgeçti. Sonunda yerinden hafifçe kımıldamadı, tırnaklarını sıkı sıkı masanın 
kenarlarına geçirdi.
Kulağını tırmalayan yeni gürültüler onu öncekinden de çok rahatsız etti, 
neredeyse sinirlerini dumura uğratacak denli şiddetliydi. Walter Owuor'un 
güldüğünü sonra da babasının kendisine seslendiğini duydu. Ancak korkulu 
iniltilere dönüştüğünde sesleri ayırd edebildi. Babasının Normandiya'da güvende 
olduğunu bilmek Walter'i rahatlattı, fakat kız kardeşinin adını anımsıyamaymca 
biraz canı sıkıldı. Kızkardeşini, kendisini çağırsa bile hiçbir şekilde 
incitmemeliydi.
Bütün bu ayrıntıları hatırlamak Walter'i iyice yordu, hele babasıyla kızkardeşini 
Sohrau'da bir başlarına bırakıp terk ettiği için yıllar sonra, onunla hesaplaşmak 
zorunda kalması da bütün vücudunu ter içinde içinde bıraktı. Şimdi tam 
zamanıydı, Regina'yla karısı Jettel'i kanatları altına alarak onları cehennemden 
çekip kurtardığı için yaşlı Rubens'e teşekkür etmeliydi. Bundan daha uygun bir 
fırsat olamazdı. Ürpermesi geçmişti. Yerinden doğrularak hayatlarını kurtaran 
Rubens'e doğru yürüyordu ki, yere yığıldı, sonrasını hatırlamıyordu.
Walter üç gün sonra kendine geldi. Sadece birkaç dakikalığına uyandığında, 
askeri barakada değilde, Nakuru'daki Ordu Hastanesinde olduğunu fark etti. 
Hastaların, oynak kalçalarına gıptayla bakarak hayran kaldıkları, kısaca Prue 
diye çağırdıkları, onbaşı Prudence Dickinson, Walter uyandığında tesadüfen 


yanındaydı. Ancak kadın, ateşli sayıklamaları sırasında Almanca konuşarak, 
yurtsever duygularını, rencide eden bir adamla konuşmaya kendini adamaya 
niyetli değildi. Almanca konuşulduğunu duymaktansa düşmanla karşılaşmayı 
tercih ederdi.
Pure yine de hastanın alnındaki terleri sildi, aynı dalgın hareketlerle yastığını ve 
zeytin yeşili hasta gömleğini düzeltti, dereceyi Walter'in dişlerinin arasına 
yerleştirdi. Sonra da "Bu kadar zahmete değer mi acaba" diye kendi kendine 
söylendi. İlk kez, bir cümleyi tamamlayarak söylemişti. Hoşlanmadığı hastaların 
yanında yapmadığı bir şeydi bu. Espri anlayışına ve keskin zekasına pek uymasa 
da, kendiyle dalga geçmeyi seviyordu. Şu sefil sömürgede nefret ettiği işine 
dayanabilmesi için tek yapabileceği. Walter yeniden daldı, böylece kendisini 
neyin hasta ettiğini öğrenmek için yegane fırsatı kaçırmış oldu. Ne içtiği konyak 
ya da viski ne de yediği kuzu etiydi onu bu hale sokan. Sıtmaya yakalanmıştı.
Walter, hayatını Çavuş Pierce'in olayı kavrayıp, çabuk hareket ederek, duruma 
el koymasına borçluydu Pierce bir asker olarak alkol konusunda epey deneyimli 
olduğu gibi, çocukluğunda da Londra'nın Slum'larında çok insanın alkol 
hezeyanlarına tanık olmuştu. Bu yüzden tantanayla zaferi kutladıkları gece, 
Walter'in durumuna doğru teşhisi koymuştu. Pierce bu Avrupalı acemi çaylağın 
subay mahfilinde külçe gibi yere düşüp bayıldığını gördüğünde, Walter'i soğuk 
suyla dolu bir tekneye daldırıp çıkarmak isteyen arkadaşlarına kulak asmamış, 
hemen hastaneye sevkettirmişti.. Bu başarısının haberi Nairobi'ye kadar 
duyulmuştu, tam da Normandiya'ya çıkartma yapıldığı bir günde, Pearce'in, 
kafası ayık bir sürücüyü bulması, becerikli bir askerin organizasyon yeteneğinin 
kanıtı olarak alkışlanmıştı.
Aslında şu sıralar Walter'den önce kendisiyle ilgilenmesi için yeterli bir nedeni 
vardı, çünkü başçavuşluğa terfi edeceğine dair ilk söylentiler kulağına 
çalınmıştı.. Buna rağmen bir gün bile Walter'i yalnız bırakmadı. Onun gibi bir 
adam için pek alışıldık bir şey değildi, bu yüzden bazen kendisinin bile anlam 
veremediği bu ilgiden kimseye söz etmemeyi özen gösterdi. Pierce emrindeki 
adamlarından sadece biriyle ilgilenmeyi, ayrıcalık olarak görüyor bu da onu 
rahatsız ediyordu. İlk kez birinin özel yaşamının içine girme nedenini, 
Normandiya'da olup bitenlerden birlikte haberdar olduğu kişinin bu "funny 
Refugee" olmasına yoruyordu. Sığınmacılardan söz açıldığında sıkça "funny" 
benzetmesini yineleyip, "bloody" sözcüğünü ender kullandığı için, arkadaşları 
zaman zaman kendisine takılırdı. Ancak Pierce, dilin incelikleriyle uğraşacak 
biri değildi, bu yüzden düzeltme yapmaya gerek görmüyordu.
Bir hafta sonra Walter'i hastanede ziyaret ettiğinde, onu yatağında, dudakları 
morarmış, cildi irin gibi sapsarı, donuk bir yüzle görünce dehşete kapıldı. 
Walter'in, sevinerek, güzelim Cockney aksanı ile "Cheers" diyerek karşılaması 
ise, Pierce'i büsbütün duygulandırdı. Bu çok anlamlı merhabalaşmanın ardından 
iki erkek sadece birbirlerine sessizce bakmakla yetindiler. Suskunlukları 
uzayınca, Pierce "Normandy" dedi, Walter gülerek karşılık verdi, Pierce bunun 
üzerine ellerini çırptı, yaptığı hareket hiç de komik görünmedi.. İkinci haftanın 


başında Pierce, Görlitz'li radyo satıcısı Kurt Katschinsky'le birlikte ziyarete 
geldi ve hayatında ilk kez, insanların birbirleriyle anlaşmasının ne denli önemli 
olduğunu gördü.
Haki pantolonu dizlerinde, iyi besili, konuşma özürlü, neredeyse kendi ana dilini 
unutmuş görünen, Katschinsky adındaki bu adam, gökten zembille gönderilmiş 
Tanrının bir elçisiydi sanki; Rahatsızlığının sıtma olduğunu anlatınca, Walter 
kendi kendini boş yere suçladığınranlayarak, rahatladı, o ana kadar alkolle 
zehirlendiğini sanmış, budala gibi davrandığını düşünerek sürekli kendini 
suçlayıp durmuştu. Katschinsky, ayrıca çavuşa, Walter'in, birkaç mil uzaklıktaki 
bir okulda oniki yaşında bir kızı olduğunu söyledi. Ağır vakalarda hastanın 
karısını ziyarete getirtmek Pierce'in sorumluluğu olduğu halde, Jettel'in adresini 
bilmediği için bu görevini yerine getirememişti. Birkaç gün sonra Pierce 
yanında Regina ile hastanede göründü.
Walter kızının, parmaklarının ucuna basarak usulca hasta odasına girdiğini 
görünce, hastalığının yeniden nüksedip ateşinin yükseldiğini sandı.. Bu güzel 
hayalin kaybolmaması için aceleyle gözlerini kapadı. Hastalığının ilk günlerinde 
hep babasıyla karısını yatağının başucunda otururlarken görmüş, konuşmaya 
yeltenince de hayaller kayboluvermişlerdi; aynı hataya şimdi bir kez daha 
düşmek istemiyordu.
Walter, şimdi daha iyi anlıyordu, kızı, sığınmacıların başına gelenleri henüz 
kavrayamayacak kadar gençti. Görüşmemeleri ikisi için de daha hayırlıydı, en 
azından sık sık ayrılmak zorunda kalmazlardı. Nasılsa bir gün Regina ona 
teşekkür edecekti.. Walter bütün bunları kafasından hayal ederken, Regina'nın 
hala babasını anlamamakta inat ettiğini sezince, kendini savunmak istercesine 
elleriyle yüzünü kapadı. Hala halusinasyon içindeydi..
"Baba, baba, beni tanımadın mı?" diyen kızının sesiyle kendine gelir gibi oldu.
Sesi öyle uzaklardan geliyordu ki, Walter Leobschütz mü yoksa Sohrau'dan mı 
kendisine seslendiğini ayırdedemedi. Kızını güvence altına almalı, vakit 
geçmeden harekete geçmeliydi. Bunu hissediyordu. Regina diğer Alman 
çocuklarından farklıydı, vatanında kalıp sokaklarda başıboş dolaşması 
tehlikeliydi. Kızının bu tehlikeyi görüp anlamak istememesi, Walter'i 
öfkelendirdi, hiddeti ona güç verdi. Kendisini zorlayarak, kızının yüzüne bir 
tokat vurmalı ve onu kurtarmalıydı.. Yattığı yerden zorlukla doğruldu, kollarını 
arkasına dolamayı başardı. Bedenini aniden bir sıcaklık sardı, kulağının ta 
dibinde Regina'nın sesi çınladı, ses öyle yakındı ki, neredeyse titreşimleri 
duyuyordu.
"Baba, sonunda kendine geldin. Bir daha uyanamayacaksın sandım."
Gerçekle yüzleşmek Walter'i şaşırttı, ama kendine gelene kadar konuşmaya 
cesaret edemedi.. Çavuş Pierce'in yatağının başucunda durduğunu bile 
farketmedi.
"Yaralandın mı?" diye sordu Regina.
"Aman Tanrım, doğru dürüst Almanca konuşamadığını unutmuşum!"
Regina ısrarla sordu: "Yaralandın mı?"


"Hayır, baban sadece sıtmaya yakalanmış olan budala bir asker."
Regina mağrur bir ifadeyle ısrar etti. "Ama o bir asker."
Pierce, "Cheers!" dedi.
"Three cheers for my daddy" diye Regina yükses sesle bağırırken, kollarını da 
başının üzerine kaldırdı, sonra da, tuhaf bir İngilizce konuşan, bu komik askerin 
sağ kolunu yukarı kaldırarak, kendisiyle birlikte koro halinde, "Hipp, Hipp, 
Hooray" diye sevinçle bağırmasını keyifle izledi.
Epey sonra Walter kızına dönerek, "Pierce'e sor bakalım, şu cadaloz hemşire 
neden benden hoşlanmadı, öğrensin."
Çavuş Pierce babasının söylediklerini aktaran Regina'yı büyük bir dikkatle 
dinledikten sonra, Onbaşı Prudence Dickinson'u çağırttı. Önce kadına nazik bir 
şekilde birkaç soru sordu, daha sonra öfkeyle yerinde diklenerek, kollarını 
kalçalarına vura vura, Regina'nın şaşkın bakışları arasında Hemşire Prue'ya "a 
nasty bitch" (seni pis fahişe) diye bağırdı. Kadın yüzü alı alı moru mor tek 
kelime söylemeden salonu terketti.
Pierce "Babana, kadının koca bir eşek olduğunu söyle" dedi Regina'ya ardından, 
"Babanın, sayıklarken Almanca konuşmasına öfkelenmiş. Ama bence bunu 
babana iyleştikten sonra söylersen daha iyi olur." diye ekledi.
Regina alçak bir sesle, "Babam bir şey daha öğrenmek istiyor," dedi.
"Söyle bakalım neymiş."
"Artık asker olamayacak mı diye soruyor."
"Nedenmiş o?"
"Hasta olduğu için."
Pierce ağzında ve gırtlağında bir hareketlilik hissetti, hafifçe öksürdü. Yakışık 
almadığını bildiği hâlde, gülümsemeden edemedi. Nasıl olduysa, küçük kız pek 
hoşuna gitmişti.. Saçları kızıl değildi ve yüzünde de çiller yoktu ama, yine de 
kızkardeşlerinden birini çok andırıyordu, hangisine benzediğini çıkaramadı. 
Belki beşine de benziyordu. Kızları görmeyeli epey olmuştu. Her neyse, 
zenginlerin o kahrolası kibar Oxford aksanı ile konuşan çocuk epey cesurdu.. 
Pierce kızın en çok da cesaretini beğenmişti.
Pierce "Babana söyle, ordunun ona hâlâ gereksinimi var,
dedi.
Regina babasının kulağına eğilerek, "işini kaybetmeyeceksin korkma," diye 
fısıldadı. Çavuş babasının ağladığını görmesin diye de, hemen ona sarılarak 
gözlerinden öptü.
XIII. BÖLÜM
Hove Court Oteli... Kurşuni demirden yapılmış ana kapının iki yanındaki, 
kabuklaşmış palmiye ağaçları, geniş bahçesinde diri, yeşil ve parlak san 
meyveleri ile limon ağaçları, dutlukları, dev kaktüsleri, alabildiğine boy veren 
gülleri; otları kısa biçilmiş çimenlerin çevresine dizili alçak damlı beyaz evlerin 
önündeki koyu mor begonvilleri ile, hemen hemen Nairobi kentiyle aynı 


yaştaydı.. Gözün alabildiğine uzanan bir alanda kurulu bu otel tesisleri, geleceği 
gören Susex'li bir mimar tarafından 1905 yılında inşa edildiği zaman, aileleri 
yanlarına gelip de kendi evlerine taşmana kadar, buraya yeni göç eden hükümet 
görevlilerinin ilk karargâhı olmuştu.
Mr. Malan oteli satın alana kadar, burası fazlaca ingiliz kokan devlet içinde 
devlet gibiydi. Malan otel için yeni tabelalar yaptırırken, epey düşünüp taşınmış 
sonra da otelin adını kaldırmıştı. Bununla da kalmamış, Hove Court'u, sınıf 
ayrımı yapan, etiket düşkünü insanların doğru adresi olmaktan da çıkarmıştı. 
İşinibilir, tecrübeli Bombaylı tüccar, yeni başlayan bir dönemin isteklerinin ne 
olabileceğini bir bakışta keşfetmişti. Artık buraya gelecek müşteriler artık eski 
vatanlarının özlemiyle hayal kuran hükümet görevlileri ile büyük serüvenlerine 
başlamadan önce, kaldıkları otelde şıklık ve konfor arayan safari konukları 
değil, Avrupalı sığınmacılardı. İçgüdüsel bir kurnazlıkla, yaşamın en zor 
dönemlerinde servet edinen Malan, sığınmacılarla iyi ticaret yapılacağını 
sezmişti. Bu insanlar yaşamlarını yeniden kurmak zorundaydılar, çalışkan ve 
becerikliydiler, Kenya'da yeni bir başlangıç yapmak isteyen kendi 
memleketlileri gibi, kanaatkar ve tutumluydular.
Elem ve acıya aşırı duyarlı sığınmacılara eski İngiliz evlerinin geleneksel 
donanımını sunmaya gerek yoktu, düşük fiyatlarla pekâlâ daha iyi hizmet 
götürülebilirdi. 1930'larm ortalarına doğru, Avrupa'dan ilk göçmenler 
geldiğinde, Malan, otelin geniş odalarını değiştirerek, küçük daireler haline 
getirdi. Toplantı salonları ile küçük mutfakları ve banyoları da yıktırıp yerine, 
perdelerin arkasında birer küçük lavabosu olan tek kişilik odalar yaptırdı, genel 
kullanıma açık tuvaletler koydurdu. Geniş bahçenin arka tarafındaki boş arazide 
de, sadece siyahı personelin barındığı, beyaz ondüle teneke damlı pis görünümlü 
küçük kulübelere dokunmadı, onları olduğu gibi bıraktı. Yöresel gelenekleri 
dikkate alan bu uygulama pek beğenildi ve son derecede mantıklı bulundu.
Malan'm kiracıları, gerçi beyaz insanlarda görmeye alışık olunmayan bir 
yoksulluk ve sadelik içinde, neredeyse Bombay'daki akrabaları gibi ilkel 
koşullarda, üst üste bir yaşam sürüyorlardı, ama Malan'in kurnazca hilesi 
sayesinde, bunu hissetmiyorlardı bile. Kendilerini şehrin dışında yaşayan zengin 
İngiliz ailelerinin yaşam düzeyinde, yeni vatanlarına uyuma hazır insanlar 
olduklarını hayal ediyorlardı.
Sabırsız ve heyecanlı bekleyişin ardından, oldukça yüksek olan bir aylık 
ödemeyi yaparak Hove Court'a gelenler uzun süre için buraya yerleşiyordu. 
Hatta bazı ailelerin yıllarca burada yaşadıkları bile oluyordu.
Mr. Malan Avrupa coğrafyasını pek az biliyordu, üstelik serveti olan insanlar 
gibi kimi önyargıları da yoktu. Otel kiracılarımn seçiminde tek bir ölçütü vardı. 
Almanya'dan gelen sığınmacıları yeğliyordu o kadar. Çünkü onlar, örneğin 
kendine pek bir güvenen Avusturyalılardan daha sessiz, sakin insanlardı. 
Polonyalılardan daha temizdiler, her şeyden önce de ödemelerini zamanında 
yapıyorlardı, Malan'ın değişik bir aksanla konuşmasını duyduklarında, kendini 


beğenmiş yerli beyazlar gibi yüzlerini ekşitmiyorlardı; tabii bu arada, dil 
zorluklan olduğu için, Malan'ın nefret ettiği ters sözcükleri de kullanmıyorlardı.
Kendisi zaten İngilizlerden öteden beri nefret ediyordu, savaş çıktıktan sonra 
bile hiçbir şekilde haklarında kötü düşünmediği Almanlar'in, değişiklerden 
korktuklarını da fark etmişti, bu yüzden, kendi aralarında yaşamayı seviyorlardı. 
Çoğu insan da aynı şeyi yapmıyor muydu?
Bunlar Malan'ın işine gelmişti. Hove Court'da alelacele yapacağı bir değişiklik 
ve birkaç basit yenilik onu olsa olsa sadece parasal açıdan biraz zorlardı. Buna 
karşılık bankadaki hesabı ile itibarı her yıl biraz daha arttı, (Hintli iş adamlarının 
küçük çevresi dışında), üstelik sahip olduğu, her gün biraz daha gelişen, 
büyüyen bu otelin, kentin diğer kalburüstü otellerinden farklı 
değerlendirilebileceği olasılığı da onu katiyen rahatsız etmemişti.
Malan, birtakım sıkıntıları, şikâyetleri olan insanlara, özgür bir ülkede 
yaşadıklarını, istedikleri her an otelden ayrılıp başka yere gidebileceklerini 
söyleyerek, onları rahatlatmak amacıyla haftada üç kez otele geliyordu. Hove 
Court'taki hiyerarşik düzenle ilgilenmiyordu. Penceresinin önünde dalbudak 
sarmış bir okaliptüs ağacı ile kan kırmızısı, vanilya sarısı ve pembe karanfillerle 
donanmış minik bir bahçesi olan otelin en güzel dairesinde, yaşlı Mrs. Clavy ile, 
Kaplan adlı kahverengi, kocamış boksör köpeği kalıyorlardı. Köpeğin 
Almanlar'in sert ve kaba seslerine karşı şiddetli bir alerjisi vardı. Bayan Clavy 
ise sevimli biriydi.
Nişanlısı, Birinci Dünya Savaşı'ndan çok önce Nairobi'ye gelmiş, altı hafta sonra 
da sıtmadan ölmüştü. Hoşgörülüydü, çocukları anadillerine göre 
değerlendirmiyor, ayırım yapmaksızın hepsine güler yüz gösteriyordu.
Bir zamanlar Londra'daki Savoy Oteli'nde garsonluk yapan Lydia Taylor, 
oteldeki ikinci İngiliz'di. İngilizcenin dışında başka bir dili konuşan insanlarla 
bir arada yaşamayı umursamayan hâli, böyle bir durumu görmeye alışık 
olmayan sığınmacılara tuhaf geliyordu. Kadının üçüncü kocası kaptandı, üç 
çocuktan sadece biri kendisinin olduğu için, kaptan, çocuklarla karısına Hove 
Court'ta tuttukları iki odanın aylık kirasından başka bir para vermeye 
yanaşmıyordu.
Lydia Taylor'un, Manchester'li bir tekstil tüccarıyla olan kısa süreli ikinci 
evliliğinden kalma derin dekolteli pahalı ipekli elbisesi, üç uşağı ve güneş 
batınımdan sonra, şarkı söyleyerek çocuk arabasını bahçede süren kocamış yaşlı 
Aja'sı, Houve Court'da dedikosu yapılan günlük konulardı. Herkes Mrs Taylor7 
m terasını kıskanırdı. Bebeğini orada emzirir, karanlık bastığında da gür sesli 
genç üniformalı dostlarını burada ağırlardı. Kocası Burma'ya tayin edilip biraz 
olsun soluk aldıktan sonra bu dostları ona toplum içindeki itibarını yeniden 
kazandırmışlardı.
Soğancık çiçeklerini yetiştirdikleri saksılarını koyacak büyüklükteki minik 
çıkmalı pencereleri olan, bahçenin, herkesçe gıpta edilen gölgeli tarafına 
yerleşmiş olan ilk göçmenlerin durumu da fena değildi. Kendilerinden sonra 
gelen sığınmacılar bu yüzden onları müthiş kıskanıyorlardı.


Göçmenlerin arasında kaderin lütfuna mazhar olmuş seçkin bir grup da vardı. 
Stuttgart'dan gelen Schlachter ailesi bunlardan biriydi. SchlachterTerin geçimini 
nasıl sağladığı bilinmiyordu, ravyoli ile yufkayı açarak kendi elleriyle yaptıkları 
makarnanın tarifini sır gibi saklarlardı. Sevimsiz marangoz KellerTe karısı, 
Erfurt'ta bir odun fabrikasının menajerliğine kadar yükselen oğlu, kayınvalidesi 
ve üç çocuğuyla Krakau'dan gelen Leo Slapakda bu talihli göçmenler 
arasındaydı.. Slapak gerçi ikinci el eşyaların satıldığı dükkânından iyi para 
kazanıyordu ama, daha konforlu bir odaya geçerek, yüksek kira ödemek 
istemiyordu.
Hove Court'da en uzun süre kalan konuğun Elsa Conrad olduğu söyleniyordu. 
Gerçi bu pek doğru değildi ama, MalanTa arasındaki rahat diyalog nasılsa onun 
gözündeki saygınlığını artırmıştı. Elsa Conrad savaş çıktıktan sonra otele 
yerleştiği halde, iki tane büyük odası ve Bayan Taylor'unki kadar geniş bir terası 
vardı. Aslında Hove Court'un en eski kiracılarından biri seksen yaşındaki 
Profesör Siegfried Gottschalk'tı; küçük ahşap barakalarda kalan otelin şanssız 
konukları her şeye rağmen onu sempatik buluyorlardı.
Gottschalk Birinci Dünya Savaşı'nda İmparator7 a sağ kolunu feda etmiş biriydi, 
kolunu şimdi hiç hareket ettiremiyordu, ancak böylesine bir kadersizlik onu 
yıldırmamış, doğduğu kentte profesör olarak hizmet vermeyi sürdürmüştü. 1933 
yılının bir ilkbahar günü Frankfurt Üniversitesi'nin gözüdönmüş öğrencileri onu 
caddelerde sürüklemişlerdi. Profesörün tatlı esintili ilkbahar gününün yüreğinde 
açtığı derin yaralar o belleğine kazınmıştı. Oysa, öğrenciler, hayatlarına yön 
veren olağanüstü bir rehber hoca olarak gördükleri Profesörü, kaderin dönüm 
noktası olan o meşum güne kadar, sonsuz bir sevgiyle hayallerinin sıcacık 
dünyasında elüstünde tutmuşlardı.
Gottschalk Hove Court'ta genel eğilimin aksine geçmişteki güzel günlerinden 
ender söz ederdi. Her sabah saat yedide yatağından kalkar, uşakların kaldıkları 
barakaların arkasındaki tepeye kadar yürürdü. Gottschalk bu hizmetkarlara 
"Adlati" derdi. Yürüyüşlerinde kafasında, Almanya'dan göç etmeden önce satın 
aldığı sahra şapkası, sırtında, Frankfurt'tan gelirken beraberinde getirdiği koyu 
renk kostümüyle, boynunda gri kravatı olurdu. Öğlen saatlerinin kavurucu 
sıcağında, hatta yöre adetlerinden olan yemek sonrası dinlenme saatlerinde bile, 
daha hafif giysilere rağbet etmez, aynı kıyafetleri giyerdi.
Hove Court'un kimi konukları, ülkelerinde akademik yaşamla pek ilgileri 
olmadığı için, hali tavrıyla, kafası dağınık ve oldukça garip biri olarak 
gördükleri Gottschalk'a "bizim profesör" diyorlardı. Bizim Profesör Lilly 
Hahn'm babasıydı. Profesör, kızının, Gilgil'deki çiftliğe yerleşmesi için ısrarlı 
yalvarmalarını, "ben çevremde insan görmek istiyorum, hayvan sürücülerini 
değil" diyerek her defasında geri çevirmişti.
Profesör yalnız kaldığında hep düşünür, yaşam üzerine felsefe yapardı: 
apokaliptik süvarilerin (veba, savaş, açlık, ölüm sembolleri) bu anlamsız 
yarışma neden özellikle de kendisi tanık olmuştu ve neden hâlâ yaşamak 
zorunda kalıyordu? On yıldan beri sürekli bu soruyu kendi kendine sormuş, 


yanıtını bulmak için yüzlerce kitap karıştırmıştı. Her şeye karşın hayatından yine 
de şikâyetçi değildi. Ve bir gün kızından onu, hiç değilse birkaç günlüğüne 
heyecanlandıran bir mektup geldi. Kızı babasından, Gordon'larm yanında kalan 
Jettel'i ziyaret ederek, kızıyla birlikte Hove Court'a yerleşebilmeleri için Malan'ı 
ikna etmesini rica ediyordu.
Kızının kendisine yüklediği bu görev, gerçi Kilindini Limanı'na ayak bastığı 
günden bu yana karşılaştığı en çetrefilli meseleydi ama, yaşlı adam yine de 
sevindi; hiç değilse zamanının azıcık bir bölümünü bile olsa, Seneca, Descartes, 
Kant ve Leibniz'in dışındaki yeni insanlarla geçirecekti. Pazar sabahı tam saat 
sekizde, ceketinin yan cebinde küçük bir su şişesiyle Hove Court'un demir 
kapısından neşeyle fırladı. Şoföre nereye gideceğini ingilizce ya da Svahilice mi 
söylemesi gerektiğini kestiremediğinden, otobüse binmeye cesaret edemedi. 
Gordon'lara üç kilometrelik yolu yürüyerek gitti.
Konuksever çiftin, Königsberg'den olduklarını öğrenince sevindi. Amcasının 
yanında tatilini geçirmek üzere gençliğinde sık sık Köngsberg'e giderdi. Jettel'in 
solgun teni, koyu renk gözleri, çocuksu ifadesi ve çalışma odasında asılı duran 
çok sevdiği tabloyu anımsatan siyah lüleleri onu duygulandırdı.
Üçüncü fincan kahvesini içtikten sonra, "Size sadece eşlik etme konusunda 
yardımcı olabilirim," dedi, "herhangi bir iltimas için söz veremem. İngilizce'yi 
bir türlü öğrenemedim çünkü." Çaresizliğinden utanmıştı.
"Ah Bay Gottschalk, Lilly bana sizden o kadar çok söz etti ki. Ne olursa olsun 
benimle birlikte Malan'a gelmeniz bile yeter. Onu hiç tanımıyorum çünkü.
"Onun insanlardan hoşlanmadığını duydum," dedi Gottschalk.
Jettel, "Önemli değil, eminim, siz bana şans getireceksiniz" dedi
"Bir kadından epeydir böyle güzel bir söz işitmemiştim" diyen Gottschalk 
gülümsedi. "Hem de bu kadar güzel olan bir kadından. Yarın size, önce bizim 
Hove Court'u gezdiririm, belki ne yapabileceğimiz orada aklımıza gelir."
İki gün sonra kızına mektupta şöyle yazıyordu: "Bu büyüleyici ülkede bundan 
daha iyi bir fikir olamazdı." Ancak, olaylar kendisiyle değil, rastlantıyla ve Elsa 
Conrad sayesinde gelişti.."
Elsa Conrad, "seni pis çomar" diye küfrederek, ibrikte kalan son suyu Bayan 
Clavy'in boksör köpeğinin su kabına boşalttığı sırada, Gottschalk, çevresinde 
sarı kelebeklerin uçuştuğu duvar dibindeki Hibuskus çiçeklerini Jettel'e 
gösteriyordu. Jettel savaşın ilk günlerindeki canlı, cıvıl cıvıl kader arkadaşını, 
sırtında uzun çiçekli sabahlığı, başında kırmızı türbanından hemen tanıdı. 
Heyecanla, "Aman Tanrım!" diye ona seslendi. "Sen Norfolk'tan Elsa'sm. 1939 
yılında orada gözaltına alınmıştık, hatırladın mı?"
Elsa hemen, "Hayatını bir barda çalışarak geçirmiş biri, gördüğü yüzleri unutur 
mu sanıyorsun?" dedi. Hadi içeri gel. Siz de Bay Gottschalk. Her şeyi dün gibi 
hatırlıyorum.. Kocan avukattı. Cici, ürkek bir çocuğun vardı. Bir çiftlikteydiniz. 
Nairobi'de ne işin var? Yoksa kocandan mı kaçtın?"


"Hayır, kocam orduda," dedi Jettel gururla, "Ben de," diye sözlerini sürdürdü, 
"ne yapacağımı bilmiyorum. Kalacak yerim yok. Regina'da yakında tatile 
çıkacak."
"Bu çaresiz, âciz sesi bir yerden tanıyorum. Hâlâ o çıtkırıldım, avukat eşi misin? 
Anlaşılan henüz büyümedin. Neyse, zararı yok. Elsa, elden geldiğince herkese 
hep yardım etmiştir. Özellikle de savaş kahramanlarına. Malan'a giderken 
yanında mutlak biri olmalı. Sakın gücenmeyin, Profesörcük ama, bu iş için 
doğru adam değilsiniz. Hemen yarın birlikte gideriz. Yine ağlamaya başlama. Şu 
zavallı Hintli, gözyaşlarına kanmaz."
Elsa Conrad, ertesi gün, Malan'm bürosuna giderek, cesur bir askerin karısı 
olarak tanıttığı Jettel'in, düşük bir kira karşılığında kalacak yere gereksinimi 
olduğunu söylediğinde, Malan, hiddet ve gazabını güçlükle bastırabildi. Çok 
sevdiği erkek kardeşi bile kendisinden böyle bir şey istemeye cesaret 
edememişti. Ama kadının didişken huyunu çok iyi bildiğinden, karşı gelmenin 
anlamsız olacağının farkındaydı.. Bu yüzden sesini çıkarmadan, ona bakmakla 
yetindi. Bakışlarında sanki bir uzlaşma seziliyordu. Üstelik Malan, öfkesinden 
kuduran güçlü kuvvetli bir boğa gibi kavgacı olan bu kadını, Normandiya 
çıkartmasından sonra, İngiliz karşıtı Hint gazetelerinde yayınlanan savaş 
gemilerine benzetiyordu ki, bu da onun bir bakıma hoşuna gidiyordu.
Bayan Conrad, Malan'm her zamanki kurnaz haliyle, sözünü kesip kendisini 
susturmasına fırsat vermiyordu. Güçlü sesi Malan'ınkini bastırıyordu. Malan 
suspus kesilmişti, zaten kadın, anlamadığı bir dilde, peş peşe öyle gerekçeler 
ortaya sürüyordu ki, Malan, hiçbirine yanıt veremiyordu. Hepsinden öte Malan 
kalabalık ailesini de düşünmek zorundaydı dizginleyemediği bir öfkeyle her şeyi 
berbat etmemeliydi.
Kafasına sarmaladığı türbanının üzerine iliştirdiği gülünç karanfiliyle bahçeye 
akseusar olarak konulan karanfillerdenbu iri yarı kadın, Malan'm olağanüstü 
durumlar ve özel müşterileri için bazı odaları boş tuttuğunu biliyordu. Ayrıca 
Horse Schoe barının da işletmecisiydi. Bar, vanilyalı dondurması, bol körili 
yerel yemekleri ve samimi havası nedeniyle Nairobi'deki İngiliz askerlerinin 
buluşma yeriydi, mutfağında çalışan personelin hepsi Hintli ve Bay Malan'm 
akrabalarıydı. Malan bütün bunları hesaba katmak zorundaydı.
Böylece asker karısı olayı çabuk çözümlendi. Jettel'in gözlerinin, gençliğinde 
çok sevdiği inekleri hatırlatması Malan'm yüreğini burkmuştu, ayrıca onun 
Almanyalı bir sığınmacı olduğunu öğrenince büsbütün rahatlamıştı. Odayı en 
azından bir sığınmacıya verecekti.. Sonunda Jettel boş odaya yerleşti, köpeğiyle 
uşağını da getirmesine izin verildi. Malan'm karısının erkek kardeşlerinden en 
ufağı şimdilik Horse Shoe barının erkekler tuvaletinde hademelik yapacaktı, 
zaten sağ elinin iki parmağı olmadığı için, Hove Court'ta yerleşmesi zordu.
Jettel, genelde yeni gelenlerin başetmek zorunda kaldıkları birtakım küçük 
tatsızlıklarla karşılaşmadı. Çünkü Hove Court sakinleri, yeni kiracının Elsa 
Conrad'ın koruması altında olduğunu biliyorlardı. Tek yakındığı Nairobi'de 
alışık olmadığı boğucu, bunaltıcı sıcaklardı. Owuor'un küçük elektrikli bir ocak 


üzerinde yemeklerini pişirmek zorunda kalması, "bizim çiftlikteki o muhteşem 
özgürlükten sonra" burada insanların adeta üst üste yaşaması da onu şaşırtan, 
canını sıkan olumsuz değişikliklerdi. Bunlar yetmiyormuş gibi, Elsa Conrad'ın 
durmaksızın "Sürgünden önce her kapıcı bir konttu, ama o günler artık geride 
kaldı. Kendine bir iş bulursan iyi edersin." şeklindeki uyarılarına 
dayanamıyordu.
Regina Hove Court'a ilk tatili için geldiğinde, Jettel yeni yaşamına, dertleşip, 
sıkıntılarını paylaştığı insanlara o kadar alışmıştı ki, kızına her gün, "Burada 
çiftliği unutacaksın, inan bana!" diye söz veriyordu..
Regina, "Çiftliği asla unutmayacağım," diye yanıtladı.
"Baban istese de mi?"
"Babam beni anlıyor. O da Almanya'sını unutmuyor."
"Burada canın hiç sıkılmayacak, her gün otobüsle kütüphaneye giderek istediğin 
kadar kitabı ödünç alabileceksin. Asker yakınlarına ücretsiz veriyorlar.. Bayan 
Conrad kütüphaneden kendisine, kitap getirebilirsen sevinecektir."
"Babam burada değilken, okuduklarımı kime anlatacağım ki?"
"Burada bir sürü çocuk var."
"Kitaplardan çocuklara mı söz edeceğim?"
Jettel sonunda patladı: "Öyleyse okuduklarını şu senin aptal perine anlatırsın,"
Regina dünyadan habersiz olan annesi için, parmaklarıyla çarpı işareti yaptı, 
annesi görmesin diye de ellerini arkasına gizledi. Bu işaret, annesinin perisinden 
haberi olmaması içindi. Tatilinin daha ilk gününde, sevgili perisini bir Guajava 
ağacına yerleştirmişti. Çevresine bayıltıcı hoş bir koku yayan, yeşil meyveli 
ağaca kendi de zorlanmadan çıkmıştı. Sık ve kuvvetli dalları ona güzel bir 
barınak olmuş, Ol'Joro Orok'ta evinde olduğu gibi günboyu hayal kurmuştu. 
Yeni çevresine alışmak onun için kolay olmamıştı. Hele, dudakları cart kırmızı 
boyalı, sırtlarında Housecoats* dedikleri uzun giysileri ile öğleden sonraları geç 
saatlerde bahçede salınarak dolaşan, ağaçtan indiğinde de kendisiyle hemen 
sohbete giren kadınlar onu büsbütün ürkütüyordu.
Jettel ve Regina'yla köpeğinin paylaştıkları, iki yatak, çamaşır leğeni, iki 
sandalye ile üzerinde elektrikli ocak olan küçük loş odanın karşısında Bayan 
Clavy kalıyordu. Regina, Rummler'i okşayarak, ona köpeği Kaplan'dan arta 
kalan yiyecekleri verdiği için ondan hoşlanıyordu. Kadın kendisiyle tek kelime 
konuşmuyor hep gülümsüyordu. Her gün bahçede karşılaştıklarında birbirlerini 
gülümseyerek selamlıyorlar, köpekleri için özel, ince çekilmiş etleri takas 
ediyorlardı. Her gün tekrarlanan bu olay, zamanla alışkanlık hâline geldi, bir 
süre sonra da Regina'nın hayallerini süslemeye başlayarak tatilinin güzel bir 
serüveni oldu. Bitmeyecek gibi gelen uzun tatil günlerinde, eskiden olduğu gibi 
yine hayal dünyasına daldı: Şimdi Rummler ve Kaplan birer at olmuşlardı 
Regina atlara biniyor ve Ol'Joro Orok'a dönüyordu. Ama bir gün, hemen 
yanında iki büyük odalı bir dairede kalan Diana Wilkins, Regina'nm sığınağı 
olan kalenin duvarlarını bir vuruşta yerle bir etti.
• Ev kıyafeti Ç.N


Sıcak ve kavurucu bir gündü, öğle yemeğinden sonra Regina ağacının üzerine 
çıktığında, Diana'yı bir dala tünemiş gördü. Sık yaprakların arasından cildi 
ayışığı gibi parıldıyordu. Uzun sarı saçlı, mavi gözlü, işveli kadının sırtında, 
çıplak ayaklarına kadar uzanan beyaz şeffaf dantel bir elbise vardı. Dudakları 
hafif pembe boyanmıştı, başında beher dilimi rengârenk küçük taşlarla süslü 
altın bir taç ışıldıyordu.
Regina'nın kalbi birden hızlı hızlı çarpmaya başladı, şaşırmıştı, çoktan inancını 
yitirdiğini hâlde, nihayet bir periye hayat verebilmişti demek. Perisi kaçar 
korkusuyla, soluğunu tuttu.Diana, "Buraya bana gelmezsen ben sana gelirim," 
deyince, Regina'yı bu sefer gülme krizi tuttu, sarsıla sarsıla gülünce, utancından 
yüzü kıpkırmızı kesildi. Diana'nın sert aksanı komiğine gitmişti. Sığınmacıların 
konuştuğu İngilizce, Diana'nın aksanının yanında sinek vızıltısı gibi kalırdı.
Diana memnun bir ifadeyle, "Seni hiç gülerken görmemiştim," dedi.
"Nairobi'ye geldiğimden beri hiç gülmedim de ondan.."
"Üzüntü insanı çirkinleştirir. Şimdi yine gülebiliyorsun."
"Sen Prenses misin?"
"Evet, ama buradaki insanlar buna inanmıyorlar."
"Ama ben inanıyorum," dedi Regina.
"Bolşevikler vatanımı benden çaldılar."
"Babamın vatanını da çaldılar."
"Ama Bolşevikler değil."
"Hayır, Naziler."
Diana Wilkins Letonya'dan geliyordu. 1930'lu yılların başında, henüz genç bir 
kızken ülkesini terketmişti. Biri ona Nairobi'de bir tiyatro açılacağını söylediği 
için, Almanya, Yunanistan ve Fas üzerinden Kenya'ya gelmiş ve yerleşmişti.
Hayatı sanat, mesleği dansetmekti, hâlâ, eski güzel günlerine döneceğini hayal 
ediyordu. Şimdiki İngiliz adını ve dulluk maaşını, genç bir subayla yaptığı kısa 
evliliğine borçluydu. Hove Court sakinleri, güzelliğinden çok onun bu iki 
özelliğini kıskanıyorlardı. Kocası olan genç subayı, evliliklerinden kısa bir süre 
sonra, kıskanç bir rakibi tabancasıyla vurmuştu.
Kaldığı daireyi Regina'ya ilk gezdirdiği gün, büyük bir gururla, duvardaki 
kurumuş kan lekelerini göstermişti. Gerçi bu lekeler öldürdüğü sivrisineklere 
aitti ama, viskiden çok romantizme susamış olan Diana'nın sarıldığı tek şey bu 
hayalleriydi. Genç Yüzbaşı Wilkins'in, hayatında, adından başka hiçbir iz 
bırakmamış olması onu kahrediyordu.
"Vurulduğu zaman yanında miydin?" diye Regina sordu.
"Elbette. Ölmeden önce bana, "Göyaşlarm çiğ gibi" demişti.
"Böyle güzel bir söz bugüne kadar hiç duymamıştım"
"Biraz bekle. Bir gün sen de bunları yaşayacaksın. Bir erkek arkadaşın var mı? "
"Evet, bir asker, adı Martin."
"Burada Nairobi'de mi?"
"Hayır, Güney Afrika'da."
"Ve en büyük arzun onunla evlenmek, değil mi?"


Regina, "Bilmiyorum," dedi. Sesinde tereddüt ve kuşku seziliyordu. "Bunu 
henüz düşünmedim. Önce bir erkek kardeş istiyorum."
İlk kez düşüncelerini ve duygularını açıkladığını farkedince ürktü. Çiflikte 
Martin'den ayrıldıktan sonra, onun adını sadece günlüğünü yazarken anıyordu. 
Şimdiyse Martin'le birlikte, ölen bebekten de söz etmişti. Kafası karışmıştı. 
Yüreğindeki fırtına, nehirlerin kurak toprağın susuzluğunu dindirmesi gibi, 
sihirli bir değnek dokunmuşçasma bütün kederini silip süpürmüştü.
Regina sırlarını Diana'yla paylaşmasının ardından günler hızla akıp gitti. Her 
gün annesinin ağlamaklı ricalarını, Elsa Conrad'm da, "kendisine yaşıt bir kız 
arkadaş bulmasını öğütleyen" sözlerini duymaktan bıkmıştı. Annesine;
"Diana'dan hoşlanmıyor musun?" diye sordu bir gün.
"Hoşlanıyorum," dedi Jettel tereddütle, "ama biliyorsun, baban biraz gariptir."
"Neden?"
"Sonuçta o da bir erkek,"
"Bütün erkekler Diana'yı seviyor."
"Sorun da bu ya. Baban, önüne gelen erkekle yatan kadınlardan hoşlanmaz."
Regina, ertesi gün, "Diana bütün erkeklerle yatmadığını söyledi", dedi, "sadece 
onlarla kanepeye gidiyormuş."
"Babana bunu açıklarsın,"
Diana'nm erkek diye sevdiği, bahçede gezinti yaparken kucağında taşıdığı 
minicik köpeği Rippi'yle, uşağı Chepoi'ydi. Regina'nm hayalinde, köpek Riga'lı 
bir prensti, bunu bir tek bilen kendisiydi. Chepoi, Nandi kabilesindendi, yüzünde 
çiçek yarası izi vardı, saçları gri, iri yarı bir adamdı. Narin yapılı elleri 
yumuşacıktı, ama gizil bir güç seziliyordu. Bir kurşunla hayatını kaybeden 
Bwana'si, onu, çılgın bir sığırın saldırısından kurtardıktan sonra, bir baba 
şefkatiyle Diana'nın tüm sorumluluğunu üstlenmişti, Diana ona Bwana'smin 
mirasıydı.
Diana'nm dairesi her gece ona hayran erkeklerle dolup taşardı. Son hayranı da 
gittikten sonra, Chepoi, personelin kaldığı konutların arkasındaki minik 
kulübesinden çıkarak, Diana'nm sigara dumanına boğulmuş, alkol kokan 
sığmağına usulca süzülürdü. Memsahib'in elinden şişeyi alarak onu yavaşça 
yatağına götürürdü. Hove Court'ta, Chepoi'nin Diana'yı yatağına yatırırken 
elbiselerini de kendisinin çıkardığına, hatta gergin sinirlerini şarkı söyleyerek 
yatıştırdığına dair söylentiler de dolaşıyordu.. Ancak Chepoi ağzı var dili yok 
biriydi. Güzel Memsahib'inin koruyucusu olmak ona yetiyordu Bu yüzden 
dilleri kadar kulakları da kötü olan bu insanlarla hiç konuşmazdı.
Tek konuştuğu kişi Regina'ydı. Jettel'in endişelerine, Owuor'un kıskançlıklarına 
aldırış etmiyor, pazara giderken kızı sık sık beraberinde götürüyordu; pazarda et 
alıyor, satıcılarla dişe diş yaptığı uzun pazarlıkların sonunda, gergin gecelerin 
ardından Memsahib'ini güçlendirecek olan yegâne yiyeceği pişirmek üzere 
kocaman lahanalarda karar kılıyordu.
Nairobi'nin merkezindeki pazar, Regina için yepyeni bir dünyaydı. Yeşil 
papayaların yanında ışıldayan turuncu renkli mangolar, kırmızı, sarı ve yeşil 


muz hevenkleri, koyu yeşil dikenli kabuklarıyla ananaslar gözlerini 
kamaştırıyordu. Çiçeklerle, koyu kavrulmuş çekirdek kahve ve taze karıştırılmış 
bahartlardan yayılan mis gibi kokular, bayatlamış balıklar ve kanları damlayan 
etlerin pis kokusuyla karışıyordu. Regina kokulardan burnunun uyuştuğunu, 
kafasının sersemlediğini hissediyordu; güzellik, ilkellik ve sadelikle, iğrençliğin 
sarmaş dolaş olduğu bu farklı dünya, geride bıraktığı, günlere duyduğu acılı 
özlemini sonunda yok etmişlerdi.
Pazarda, sisal kenevirlerinden örülmüş, ebemkuşağı renklerinde, sepet yığınları 
olurdu, yerliler bunlara Kikapus diyorlardı. Zarif fildişi heykelcikler, 
perdahlanıp, üstü cilalanmış siyah ahşaptan, ellerinde uzun mızraklarıyla 
savaşçılar, üzerlerinde, esrarengiz, sihirli insanlar ve hayvan figürlü 
desenleriyle, incilerle işlenmiş top top kumaşlar, deri kemerler göz 
kamaştırıyordu.. Pullu yılan derileri, zebra ve leopard postları, doldurulmuş
sarı gagalı kuşlar, manda boynuzları, Mombasa'dan getirilmiş kocaman midye 
kabukları, fil tüylerinden yapılmış zarif bilezikler, renkli taşlarla bezeli dore 
zincirler, kara gözlü Hintliler'in mahir elleriyle, acele paketlenip, alıcılara 
sunuluyordu.
Hava kurşun gibi ağırdı, pazarda satıcılar ve hayvan seslerinden oluşan konser, 
Thomson's Şelalelerinin gürlemesini bile bastırıyordu. Tavuklar gaklıyor, 
köpekler havlıyorlardı. Başlarında, rengi atmış hasır şapkaları, ellerinde beyaz 
eldivenleriyle, ipek inceliğinde şeffaf, solgun tenli yaşlı İngiliz kadınlar, 
tezgahların arasında dolanıyorlardı. İyi terbiye edilmiş köpekler gibi ellerinde 
kikapus'larıyla uşakları arkalarından geliyordu. Guayanalılar ateşli mizaçlarıyla, 
geveze maymunlar gibi konuşuyorlar, renk cümbüşü turbanlarıyla Hintliler'se, 
ağır adımlarla gezinerek, pür dikkat, mallan gözleriyle inceliyorlardı.
Pazarda, sırtlarında gri pantolonları ve renkli gömlekleri, ayaklarında 
kentsoyluluklarınm simgesi hantal postallarıyla Kikuyular, eski ilkel savaşlara 
gidiyormuş görünümünde sessiz, sakin Somalililer dolaşıyorlardı.. Gözlerinin 
feri gitmiş, çoğu cüzzamm gazabına uğramış, irin kokan dilenciler sadaka 
dileniyorlar, yere tünemiş, ifdesiz, donuk yüzlü anneler, kucaklarında bebelerini 
emziriyorlardı.
Regina, Nairobi'ye ve Chepoi'ye bu pazarda aşık oldu. Chepoi'nin öncelikle iş 
arkadaşı, ve en güvendiği kişiydi artık. Çünkü Kikuyu dilini konuşuyordu ve, 
pazardaki satıcılarla ondan daha iyi pazarlık edebiliyordu. Chepoi, bir Nandi 
olduğu için, dili Svahili'ceye yatkındı. Cebinde arta kalan paradan Chepoi ona 
çoğu kez mango, ya da tadı nefis bir yanmış tahtaya benzeyen közlenmiş mısır 
alırdı. Bir pazar gezisinde de Chepoi, Memsahib' inden izin alarak, kendisine 
minicik renkli incilerle işlenmiş bir kemer vermişti. Tatilinin en güzel günüydü 
bu.
Chepoi, gözlerini açarak "Taşların her biri sihirlidir," dedi.
"Nereden biliyorsun bunu?"
"Biliyorum. İşte o kadar."
"Bir erkek kardeş istiyorum" dedi Regina.


"Baban var mı?"
"Var. Nakuru'da Askari."*
"Öyleyse önce onun Nairobi'ye gelmesini dile," dedi. Güldüğünde, ağzındaki 
sarı dişler parıldıyor, kısık sesi sıcacık oluyordu.
Regina burnunu sıvazlayarak, "Kokun hoşuma gidiyor" dedi.
"Nasıl kokuyorum ki?"
"İyi kokuyorsun. Akıllı bir adam gibi."
"Sen de aptal değilsin," dedi Chepoi, "Gençsin ama hep böyle kalmayacaksın."
Regina sevinçle; "Kemerimdeki ilk taş işe yaradı," dedi. "Bugüne kadar bana 
kimse böyle bir şey söylememişti."
"Hep söyledim, ama sen duymadın. Ben her zaman ağzımla konuşmam."
"Biliyorum. Sen gözlerinle konuşursun."
ince, kırmızı toz bulutuyla kaplı kaktüslerin önünden yürüyerek Hove Court'a 
döndüler. Günün en sıcak saatiydi, ama insanlar henüz izbe kovuklarına 
çekilmemişlerdi. Yaşlı Bay Schlachter, buz parçacıklarını ağzında gevelerken 
bir yandan pencereden dışarıya bakıyordu. Kalbi zayıftı, çok su içmemesi 
gerekiyordu. Herkes bunu biliyordu ama yine de hepsi Schlachter'lerin 
buzdolabını kıskanıyordu.
Regina, koca göbekli, gözleri mahzun, bu yorgun adamın, küçük gümüşi bir 
kaptan buz küplerini alıp ağzına atmasını bir süre seyretti. Sonra düşündü, acaba 
bir küçük inci taneciğinden, kendisi için hasta bir kalp ve bol buz kürecikleri 
dilese miydi? Ama yaşlı Schlachter'in, önünden geçen Bayan Taylor'u görüp de, 
kendisine bakarak; "Ben de böyle atlayıp sıçrayabilmek isterdim" dediğini 
duyunca dileğinden vazgeçti.
Üzerinde açık mavi bir bebe elbisesiyle, pembebeyaz bebek, Bayan Taylor'un ak 
memelerinden süt emiyordu. Regina haset ve kıskançlıkla baktı. Zihnini 
boşaltmak için bir süre, Bayan Friedhaendler'in siyah kıvırcık tüylü kürk 
mantosunu, sopayla vurarak temizlemesini seyretti. Kadıncağız, Kenya'ya göç 
ederken satın aldığı kürkünü bir kez olsun sırtına geçirmemişti.
Bayan Clavy bahçesindeki kırmızı karafilleriyle konuşmaktaydı. Onlara, "size 
ancak gün batımından sonra su verebilirim" diyordu. Regina diliyle dudaklarını 
ıslatarak, tam ona gülmeye hazırlanıyordu ki, Owuor'u gördü. Rummler'le 
birlikte kurumuş bir limon ağacının altında oturmuştu. Köpek tembel tembel bir 
kulağını oynatıyordu. Regina ona seslenirken, bütün gün köpeğiyle 
ilgilenmediği için suçluluk duydu. İncili kemeri aklına geldi. Onu Owuor'a 
göstermeliydi ama, kıskançlığını körüklemekten korkuyordu. Chepoi'yle 
dostluğunu, Owuor'un ölesiye kıskandığını biliyordu çünkü. Owuor'un 
dudaklarını oynattığını, gözlerinin ışıldadığını farketti. Ona doğru koşarken, 
kulaklarında gür sesi çınladı.
Çok sevdiği şarkıyı söylüyordu: "leh hab mein Herz in Heidelberg verloren" 
Nairobi'de seslerin yankı yapmadığını herhalde unutmuş olmalıydı.
Regina, uzun bekleyişin özlemiyle bağırdı:
"Owuor, Owuor, babam geldi mi?"


"Evet, Bwana geldi" diye güldü Owuor, "Askari Bwana geldi", müjdeli haberi 
verirken, yüzünde mağrur bir ifade vardı.
Sihrin etkisini gösterdiği günkü gibi Regina'yı kollarına alıp havaya kaldırarak 
göğsüne bastırdı. Bir an onun yüzüne öylesine yakınlaştı ki, gözkapaklarına 
yapışan tuz taneciklerini gördü.
Alçak bir sesle, "Sen çok akıllısın Owuor," dedi, "çekirgelerin nasıl geleceğini 
hâlâ biliyor musun?"
Çimlerden uçarak koşmak istiyordu, ayakkabılarını çıkarıp attı, sabırsız bir 
telaşla kaldıkları daireye doğru koşmaya başladı. Kapıya öyle bir yüklenrdi ki, 
neredeyse menteşeleri fırlayacaktı.
Annesiyle babası dar bir yatakta birbirlerine sarılmış bir hâlde yan yana 
oturuyorlardı, gürültüyü duyduklarında ani bir hareketle ayrılınca, önlerindeki 
küçük sehpa sallandı. İkisinin de yüzü Bayan Clavy'nin taze karanfillerinin 
rengindeydi. Regina annesinin sesli ve hızlı soluklarını duydu, üstünde bluzuyla 
eteği yoktu. Annesi, iyi günlere döndüklerinde, bir bebek yapacağına dair 
kendisine verdiği sözü unutmamıştı demek. Acaba o iyi günler safariye mi 
çıkmışlardı?
Regina nasıl davranması gerektiğine karar veremedi. Annesiyle babası pazardaki 
tahta heykelcikler gibi hiçbir söylemeden öylece kaskatı duruyorlardı. Regina 
yüzünün kızardığını hissetti. Ağzını açıp konuşmakta zorlandı.
"Baba" diyebildi sonunda. Ardından konuşmasını engelleyen sözcükler inci 
taneleri gibi peşpeşe dökülüverdiler, "yoksa seni işten mi attılar?"
Walter Regina'yı çıplak dizlerinin üzerine doğru çekerek "Hayır," dedi, 
gözlerindeki ateş dinginleşti, gülümseyerek yineledi: "Hayır, Kral George 
benden çok memnun. Bunu sana söylememi özellikle benden rica etti." Kolalı 
haki gömleğinin koluna hafifçe dokunarak iki beyaz şeridi gösterdi.
Regina şaşkın şaşkın, "Demek onbaşı oldun" dedi. Yeni kemerinin küçük 
taşlarından birine eliyle dokundu, korkusunu yenmesi için buna ihtiyacı vardı, 
gücünü toplayarak, sevgiyle babasının yüzünü yaladı. Kendisini her gördüğünde 
sevinçle üzerine atılan Rummler'de böyle yapardı...
Walter, "Corporal is bloody good for a fucking refugee"* dedi. Regina kıkırdadı, 
"You are speaking English, Daddy". **
Ağzından çıkan bu cümle, nefret ettiği, suçluluk duyduğu bir anısını depreştirdi. 
Eskiden hep, başkalarının babasına benzeyen, vatanını kaybetmemiş, İngilizce 
konuşabilen bir Daddy'nin özlemini çekmişti. Şimdi babası acaba bunu 
farketmiş miydi? Nasıl bir çocukluktu kendisininki, düşününce utandı.
"Sergeantmajor (Başçavuş) Pierce'e hatırladın mı?"
"Sergeant", diyerek babasını düzeltti Regina. Rahatlamıştı.
"Hayır Regina, şimdi artık Sergeantmajor. İngilizler de terfi ediyorlar. Bil 
bakalım, ona ne öğrettim!. Artık Lili Marlen'i Almanca söyleyebiliyor."
"Ben de isterdim," dedi Regina. Söylediğinin yalan olduğunu kendi de çok iyi 
biliyordu. Ama Diana her zman, "Yalan, büyük sevginin tadı tuzudur" dememiş 
miydi!


Onbaşılık kahrolası sığınmacılar için iyi bir unvan. ' Baba, bakıyorum İngilizce 
konuşuyorsun.
XIV. BÖLÜM
1945'in 8 Mayısı'nda, radyodaki bütün haber yayınlarının, "Olağanüstü bir olay 
beklenmiyor" cümlesiyle başlamasının nedeni, Mombasa'dan Rudolf Gölü'ne 
kadar tüm ülkede havanın, mevsime göre çok kuru ve sıcak olmasıydı. Özellikle 
de büyük yağmurlardan sonraki ilk ürün zamanı, çiftçilere, dünyadaki 
olaylardan önce, saat başı kendilerini ilgilendiren haberlerin verilmesine dikkat 
ediliyordu. Bu yüzden Nairobi Radyosu bir süreden beri hava durumu 
haberlerine öncelik vermeyi âdet haline getirmişti.
Ne Kral V. George'un ölümü ile VIII. Edward'm tahttan çekilmesi ne de VI. 
George'un taç giymesi ya da İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, bu 
geleneği yıkmaya yeterli nedenler olarak görülmüştü. Radyonun haberlerden 
sorumlu yeni müdürü, bu yüzden Almanlar'ın koşulsuz teslim olmasını 
ayrıcalıklı, olağanüstü bir durum olarak değerlendirmemişti. Sömürge halkı her 
şeye rağmen yine de, zafer sarhoşluğuna gömülmüştü, ama bu, acıları tatmış 
anavatandaki zafer şenliklerinden doğaldır ki çok farklıydı.
Bay Brindley Nakuru'daki okulun baştanbaşa bayraklarla donatılması için 
talimat verince, kolları sıvayan, öğretmenlerle öğrenciler hayal güçlerini 
harekete geçirerek, olmadık yaratıcılıklara imzalatmayı başarmışlardı. Okulda 
rengi soluk tek Union Jack bayrağı vardı, o da her gün nasılsa anabinada sallanıp 
duruyordu. Bunu gören öğrenciler, vakit geçirmeden öğrenci müsamerelerinde 
gösteri yapan maymunlara giydirdikleri kırmızı kostümlerle, iyilerini ayırdıkları 
yatak örtülerini birbirine dikerek bayrak yaptılar.
Minik bayrakçıklarda eksik kalan mavi kumaş için de, gardırobları ağzına kadar 
dolu varsıl çocukların okul üniformaları ile izci giysilerinden yararlandılar. 
Öğrenciler daha sonra, bu fedakârlıklarından duydukları gururun, dikkati 
çekmemesine de büyük gayret gösterdiler.
Sadece bir tek okul üniforması ile rengi iyice atmış bir izci giysisi olduğu için, 
bu vatansever makas operasyonuna sessizce seyirci kalmak, Regina'yı 
üzmemişti. Kader ondan daha büyük fedakarlıklar ya da daha büyük işler 
bekliyordu. Bay Brindley ordu mensuplarının çocuklarını ertesi günkü 
ödevlerinden kurtarmakla kalmamış kendisinden beklenmeyen şefkatli bir sesle, 
tüm öğrencilere talimatını duyurmuştu: Çocuklar, üniformalı babalarına, 
zaferlerini kutlayan, olayların şanına yakışır birer mektup yazacaklardı. O 
babalar ki dünyanın öbür ucundaki savaş alanlarında bunca başarılar 
kazanmışlardı.
Regina'nın, verilen bu ödevle ilgili önce kimi endişeleri olmuş ve epey tereddüt 
etmişti. Babasının üç aydır orduda görev yaptığı, Nairobi'den sadece birkaç 
kilometre uzaklıktaki Ngong acaba Bay Brindley'in dediği gibi gerçekten uzak 
bir savaş alanı mıydı? Ayrıca onu Büyük Britanya İmparatorluğu'na feda etmek 


istemediği için de gizlice utanç duymaktaydı. Üstelik babası, Burma'ya gitmeyi 
kabul etmeyince, Regina büyük bir iç rahatlığıyla Tanrı'ya şükretmişti. Bu 
durumda babasının zaferde payı olması ne derece hakkaniyetliydi?
Bu düşünceler kafasını büsbütün karıştırdıysa da mektubuna, "Benim kahraman 
babam" diye başladı, çok sevdiği şiirin "Theirs but to do and die" satırları ile de 
son verdi. Babasının İngilizce anlatımdaki bu inceliği ve güzelliği layıkıyla 
değerlendirebileceğini pek ummuyordu, hatta Balaclava ve Kırım savaşlarından 
haberi olabileceğini de düşünmüyordu, buna rağmen, dünya tarihinin, belki de 
gidişatını değiştirecek böylesi önemli bir anında, İngilizler'in cesaretini 
övmemeye eli varmamıştı.
Bu arada babasını da memnun etmeyi unutmadı, küçük harflerle Almanca olarak 
şu cümleyi ekledi:, "Bait faren wir nach Leobschutz."*
Bay Brindley anlamadığı şeyleri çoğunluk kuşkuyla karşılardı. Mektuptaki bu 
cümle nasılsa gözünden kaçmıştı. İngiliz şiirinden yapılan ünlü alıntıyı ise 
büyük keyifle okumuş, peşpeşe kafasını sallayarak, memnuniyetini belirtmişti, 
sonra da, Regina'ya, anlatım yeteneği kıt olan öğrencilere, mektuplarını 
yazmalarına yardım etmesini söylemişti.
İngilizler'in etik anlayışına yakışmayan bu davranışıyla, sınıfın kötü 
öğrencilerini zor durumda bırakıp, utandırmıştı. Regina'ya gelince, hayatından 
pek memnundu. Sanki yıllardır düşlediği bir hayali gerçekleşmiş, Victoria Cross 
madalyası almış kadar sevinmişti. Müdür, savaş kahramanlarının çocuklarını 
odasına çay içmeye davet ettiğinde, Regina'dan mektubu bir kez daha okumasını 
istemişti. Brindley, küçük kızın kahraman babaya teşekkür mektubunu okurken, 
Regina'ya övgüleri yağdırmayı da unutmamıştı. Mektubun sonundaki, "Bloody 
good for a fucking refugee" notu neyse ki gözünden kaçmıştı. Regina, Müdürün 
bu tür bayağı ifadelerden nefret ettiğini çok iyi biliyordu.
* Yakında Leobschütz'a gitmek umuduyla, İmlası bozuk bir Almanca Ç.N
Avrupa'daki savaşın sona ermesi, sömürgenin zaferde payı varmış gibi 
Nairobi'de de aynı coşkuyla kutlandı. Delamare Avenue baştan başa bayrak ve 
çiçeklerle donandı, beyazların hemen hemen hiç alışveriş yapmadıkları, ucuz 
mağazaların minik vitrinlerine bile, acele oradan buradan toplanan Eisenhower, 
Montgomery ve Churchill'in fotoğrafları, Kral VI. George'un portresinin 
yanıbaşına asıldı..
Sokaklarda insanlar coşkulu bir sevinçle kucaklaşıyor, ayaküstü oluşturulan 
erkekler korosu, "Rule Britania" ve "Hang out your Washing on the Sigfried 
Line" şarkılarını söylüyorlardı; yaşlı kadınlar şapkalarının kenarlarına ve 
köpeklerinin boyunlarına kırmızıbeyazmavi kurdeleler bağlamışlar; caddelerde 
sevinç çığlıklarıyla dolanan Kikuyu çocukları, "East African Standard" 
gazetesinin özel ekinden kesip yaptıkları kağıttan külahları, kıvırcık saçlarının 
tepelerine geçirmişlerdi. Thor's ve Norfolk'daki New Stanley Hotel 
resepsiyonları, zafer onuruna akşam verilecek ziyafet için başvuruları daha 
öğlen saatlerinde geri çevirmeye başlamışlardı. Akşam, görkemli bir havai fişek 
gösterisi yapılacaktı, ertesi günlerde de zafer geçit törenleri planlanıyordu.


Mr. Malan'm vatansever duyguları kabarmıştı. Buna kiracılarından çok kendi 
şaşırıyordu. Büyük bir coşkuyla Howe Court'un anakapısı önündeki, dipleri ve 
yaprakları neredeyse susuzluktan kabuk bağlamış kaktüsleri bol suyla sulattı, gül 
tarhlarının etrafındaki topraklı yolu iyice tırpanlattı, eski bayrak direğindeki 
Union Jack flamasını göndere çektirdi, oteli aldığı günden bu yana 
kullanılmayan kendi flamasını ise onarttı. Öğleden sonra, sırtında kırmızısarı 
bayramlık giysisi ile Bayan Malan, ağırlaşan dalları toprağa değen okalüptüs 
ağacının altına bir mahagoni sehpa ve arkalıkları ipek kumaştan yapılmış 
iskemleleri koydurtmuş, ergenlik çağındaki dört kızı ile çayını 
yudumlamaktaydı. Tropik iklimde yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızlar, 
aralarında konuşup kıkırdıyor, rüzgârda salman güller gibi kafalarını sallayıp 
duruyorlardı.
Diana, Chepoi'nin öfkeli protestolarına aldırış etmeksizin, sırtında içi görünen 
geceliği, elinde yarı dolu viski şişesiyle çıplak ayak bahçenin içinde çılgın gibi 
dolanıyor, bir yandan da "To Hell with Stalin"* ve "Dammed Bolschewiks"** 
diye bağırıyordu ki, Bayan Taylor'un konuğu olan bir binbaşı, Ruslar'ın 
olağanüstü ve hayranlık uyandıran bir fedakârlıkla zaferin kazanılmasında 
payları olduğunu söyleyerek sert bir sesle onu uyardı. Bunun üzerine Diana, 
ağlayarak kendini bir limon ağacının altına attı, nasıl ağlamasındı, Çat'ın küçük 
kızı olduğuna dair hayatı üzerine yemin ettiği halde, kimseyi, hatta köpeğini bile 
buna inandıramamıştı. Chepoi onu yatıştırmak için hemen yanına koştu, zorbela 
dairesine götürdü. Çocuk gibi kollarında taşırken bir yandan da gücünü yitiren 
aslanın hüzünlü şarkısını mırıldanıyordu.
Profesör Gottschalk son aylarda zayıflamış ve suskunlaşmıştı. Zorlukla 
yürüyordu, sanki attığı her adım ona acı veriyordu, eskisi gibi çocuk 
arabalarındaki bebeklerle şakalaşmıyor, nadiren bir köpeği okşuyor, genç 
kadınlara neredeyse hiç iltifat etmiyordu. Yakınları, ondaki bedensel ve moral 
düşüşün, müttefik güçlerin Alman şehirlerine her gün bomba yağdırdığı 
günlerde başladığını söylüyorlardı. Ancak herkesçe pek sevilen Profesör bu 
konuyla ilgili olarak kesinlikle ağzını açmaya yanaşmıyordu. Zaferin şenliklerle 
kutlandığı gün de, solgun bir yüzle, dairesinin önündeki eski bir mutfak 
taburesine oturmuş, her zamanki gibi elindeki kitabı okuyacak yerde, dalgın 
gözlerini ağaçlara dikmiş, durmaksızın "Benim Güzel Frankfurt'um" diye kendi 
kendine mırıldanıyordu.
Çoğu sığınmacının durumu ondan farklı değildi. Günlerce bitsin diye 
bekledikleri savaşın zaferle noktalanmasından duydukları mutluluğu, sanki dışa 
vurmaktan korkuyorlardı. Bunun kendilerine bu kadar zor geleceğini 
ummamışlardı. İçlerinde bazıları, Almanca bile konuşmak istememiş, neredeyse 
anadillerini unuttuklarına kanaat getirmişlerdi. Mutluluklarını, coşkularını 
açıklama konusunda İngilizce'lerinin de yeterli olmadığını farketmişlerdi. 
Duygularını, rahatça, ağlayarak ifade edebilen insanları bu yüzden 
kıskanıyorlardı. İngiliz komşuları bu gözyaşlarını görünce, bu sefer, 


sığınmacıların hala Almanya'ya bağlı olduklarını düşünüp, İngilizler'in zafer 
kazanmalarına hayıflandıklarını düşünüyorlardı.
Savaşa katılmış olan her asker karısı gibi Jettel'de bu fevkalade gece de 
Walter'le olamadığına önce üzüldüyse de, çabucak teselli buldu. Kocasının iki 
haftada bir yaptığı alışılmış ziyaretlerinde birlikteliklerin tam kıvamında 
olduğunu düşünüyor, böyle özel bir günde de, başka bir değişikliğe gerek 
görmüyordu. Ayrıca vicdanı sızlamayacak kadar da keyfi yerindeydi. Henüz üç 
aydır çalıştığı Horse Shoe barında, müşterilerin her akşam kendisine yağdırdığı 
iltifatlardan, yıllardır özlemini çektiği övgü dolu sözlerinden koltukları 
kabarıyor, ne kadar genç, güzel, çekici bir kadın olduğunu duymaktan müthiş 
hoşlanıyordu.
Barın tezgâhı nal şeklindeydi. Kasasında beyaz kadınlar duruyordu. Alkol 
servisi yapılmadığı halde, kırmızı duvarları, beyaz mobilyaları ile bu sıcak, dost 
mekan yine de bar sayılıyordu. Garsonları yerliler değildi, kadınlar hizmet 
ediyordu, bu yüzden müşterileri çoğunluk erkeklerdi. Barın düzenli ziyaretçileri
olan İngiliz subaylar sıla özlemi çekiyorlar, birileriyle ilişki kurmaya ya da flört 
etmeye can atıyorlardı. Ne Elsa Conrad'ın Berlin şivesiyle bağıra bağıra 
İngilizce konuşmasına ne de Jettel'in kıt İngilizce'sine aldırış ediyorlardı. 
Aksine, sığınmacı kadınların konuşmadan da, cazibelerini sergilemeleri, 
hoşlarına gidiyordu. Karşılıklı güzel bir alışverişti bu. Jettel İngiliz müşterilerine 
sahip olmadıkları "önemli oldukları", duygusunu vererek, gururlarını okşuyor; 
bu insanların samimiyeti ve neşesi de onda, ağır bir hastalığın ardından 
beklenmedik iyileşmeyi müjdeleyen ilaç etkisi yaratıyordu.
Jettel, öğleden sonra geç saatlerde makyajını tazeleyip, saçlarına yeni bir model 
vermeyi denerken ya da ne tuhaftır, hepsinin adı John, Jim, Jack ya da Peter olan 
genç askerlerden birinin, özellikle kendisini heyecanlandıran iltifatını 
anımsamaya çalışırken, aynadaki görüntüsüne her defasında bir kez daha aşık 
oluyordu. Hatta bazı günler neredeyse Regina'nm o ünlü perilerine bile inanası 
geliyordu. Çiftlikteyken, sürekli sarı ya da kül rengindeki, şimdiyse pırıl pırıl 
parlayan cildi, koyu renkli saçlarıyla güzel bir zıtlık oluşturuyordu, gözleri 
övgüyle şımartılmış bir çocuğunki gibi parıldıyorlardı. İyice belirginleşen 
dolgun vücudu, umursamaz görünüşüne kadınsı bir çekicilik katıyordu.
Horse Shoe'de çalıştığı günler, Jettel, Walter'le kendisinin, gelecekten korkan, 
herkes tarafından dışlanmış, geçimini zorbela sağlayan sığınmacılar olduklarını 
unutuyordu, yüreği pır pır mutlu bir sevinçle kaplanıyor, hayatının 
gerçekleriniyse belleğinin olabildiğince gerisine atıyordu. Kendisini, bir 
zamanların, Breslau'daki öğrenci balolarında, tek dansı bile kaçırmayan, 
etrafında hayranlarının fırdöndüğü, ondörtlük genç kız gibi hissediyordu. Ona 
hayranlıkla ıslık çalıp, "benim güzel Memsahib'im" diyen sadece Owuor bile 
olsa Jettel mutlu oluyordu...
Şayet her akşam "Hele bir kere bile kocanı aldat, vücudundaki bütün kemiklerini 
kırarım" diyen Elsa Conrad olmasaydı, Jettel, geleceğe ait hayaller kurduğu 
günlerdeki gibi, başını döndüren bu koketliğe kendisini kapıp koyverecekti; 


hayalinde, Walter kaptan oluyor, Nairobi'nin en seçkin semtinde bir ev 
yaptırıyor, Jettel çevrenin en seçkin simalarını eve davet ediyordu; herkes 
pürüzsüz aksanına hayran oluyor ve onu isviçreli sanıyordu.
Zaferin Horse Shoe'da da coşkuyla kutlanacağını bilen Jettel, ülkelerinden 
uzaktaki bu savaşçılar için kendisinin de hazırlanması gerektiğini düşünmüştü, 
bunu vatani bir görev kabul ediyordu.. Almanlar'm yenildiğine dair ilk haber 
etrafta dolaşmaya başlamıştı ki, vakit geçirmeden banyo yapacakların listesine 
adını yazdırdı. Kendi sırası gelmediği halde, kocasının yıkanma listesine 
alınmasında ısrar eden Bayan Kellerle sıkı bir ağız dalaşından muzaffer çıkmayı 
başardı. Epey bir tereddütten sonra, gece için, o güne kadar sırtına geçirmediği 
gece elbisesinde karar kıldı; Almanya'dan gelirken, kocasının defalarca 
tembihlerine rağmen buzdolabını unutup, onun yerine bu elbiseyi aldığı için, 
Rongai'ye geldiği ilk günden beri Walterle kavga etmişlerdi. Üst kısmı sarı 
beyaz çizgili, sırtı küçük düğmeli, karpuz kollu mavi tafta elbisesini vücuduna 
oturtmak için epey uğraştı. Duvardaki aynaya ısrarla bakıyordu ama eski Jettel'i 
göremedi. Yine de gülümsedi, memnundu.
"Bu elbiseyi giymeyi hep istemiştim" diyerek çenesini aynaya dayadı. Ona 
eğlenceli bir oyun gibi gelen bu inadı çok geçmeden keskin bir bıçağa dönüştü, 
zafer sarhoşu kadının muhteşem portresi parçalanıverdi..
Birden soluk alışları hızlandı, Rongai'deki çiftlik evi gözlerinin önüne geldi. 
Walter büyük bir düş kırıklığıyla, Jettel'in Breslau'dan getirdiği sandığın 
üzerinde oturmuş küfrediyordu. "O şeyi asla sırtına geçirmeyeceksin. Başımıza 
ne işler açtığını bilmiyorsun." Jettel kıkırdayarak, kocasının söylediklerini, önce 
duymazlıktan gelmek istediyse de beceremedi, belleği kaçış yolunu tıkamıştı.
Göğsünü çevreleyen geniş beyaz sarı çizgiler şimdi demirden birer halka olmuş, 
uçlarına asılan kamçılar Jettel'i anılarına sürüklüyorlardı. Walter'in Breslau'ya 
gönderdiği mektubu aldığı günü, tüm ayrıntılarıyla yeniden hatırlıyordu.. Kocası 
mektubunda, göçle ilgili vatandaşlık işlemlerinin tamamlandığını yazmıştı. 
Bunu öğrenince Jettel rahatlamış, hemen annesiyle çarşıya çıkıp, bu elbiseyi 
satın almıştı. Sonra da Walter'in elbiseyi görünce, yüzünün ne hal alacağını 
düşünüp, ana kız ölesiye gülmüşlerdi.
Annesinin kendisinden başka kimseyle bu kadar içten gülmediğini hatırlayınca 
Jettel'in bedenini tatlı bir sıcaklık sarıverdi. Ancak ardından, "Walter'e iyi 
davran, seni çok seviyor" deyişi aklına geldi.. Bu annesini son görüşü olmuştu, 
Hamburg limanında ağlayarak ona el sallarken, görüntüsü uzaklarda giderek 
gözden kaybolmuştu..
Jettel; annesini, onun kendisine olan sevgi ve şefkatini, cesaretini, kendine 
güvenini, hatta o son korkunç mektubu aklına getirmemesi gerektiğini 
hissediyordu. Ama artık ok yaydan çıkmıştı bir kere.
Önce gırtlağı kurudu, ardından bedenine dayanılmaz bir acı saplandı, sırtından 
elbiseyi çıkaracak zamanı bile bulamadan, hıçkıra hıçkıra kendini yatağın 
üzerine attı. Annesine, Walter'e ve Regina'ya seslenmek istediyse de 
kenetlenmiş dişlerini açamadı. Owuor, Delamare Avneue'deki şenliklerden 


Rummlei'ı eve döndüğünde, Memsahib'inin güneşte kurumaya bırakılan deri 
gibi yatağında öylece uzanmış yatarken buldu.
Hafif bir sesle, Jettel'e "ağlama" derken bir eliyle de köpeği okşuyordu.
Owuor memnundu, uzun zamandır, çocuğu gibi bakacak bir Memsahib'i olsun 
istemişti.. Chepoi'nin, sahibesi Diana'yı korktuğu zamanlar yatıştırmasını, sonra 
da yüzünde muzaffer bir ifadeyle dolaşmasını hep kıskançlıkla seyrederdi. 
Nairobi'de yaşamak Owuor'a gerçi heyecan veriyordu ama gözleri 
gördüklerinden keyif aldığı halde, kafası hep bomboştu. Bwana eskisi kadar 
espri yapmıyordu, küçük Memsahib'i Regina ise hep Chepoi'yle beraberdi, 
onunla gülüyor, onunla eğleniyordu. Owuor kendisini silahsız savaşa 
gönderilmiş bir savaşçıya benzetiyordu.
Chepoi'nin kendi Memsahib'ini kollarında bahçeye taşırken gördüğünde, 
kıskançlıktan gözleri çakmak çakmak oluyordu. Hasetten çılgına dönüyordu. 
Gerçi Owuor, Jettel'i sarhoş ya da yarı çıplak bir ağacın altında uzanmış yatar 
vaziyette görmek istemiyordu. Böyle bir durum, onu yıldırım çarpmışa 
benzetirdi. Ama Owuor gibi bir erkek gücünü gösterebilmeliydi.
Jettel, güneş rengi elbisesiyle yatakta uzanmış yatıyordu, şimdi Owuor'un 
düşlediği bir çocuk olmuştu. Yine de garip bir huzursuzluk beynini 
kemirmekteydi. Memsahib'in kırmızı boyalı dudakları, can çekişirken son kez 
ayaklarının üzerinde doğrulmaya çalışan, ağzı kanlı köpüğe bulanmış körpe bir 
ceylanı andırıyordu. Yatağın üzerindeki cansız bedenden yayılan korku, 
zehirlenmiş bir ineğin son sütü gibi kokmaktaydı.
"Owuor artık ağlamak istemiyordum."
"Sadece hayvanlar ağlamaz."
"Keşke hayvan olsaydım."
"Tanrı Mungo bize ne olmak istediğimizi sormaz, Memsahib."
Owuor'un sesi sakin ve şefkatliydi, güven veriyordu, Jettel, onun uzattığı 
bardağı alarak, konuşmadan sessizce suyunu içti. Owuor kadının sırtına yastığı 
koyarken, eli tenine değmişti. Owuor'un soğuk parmakları, bir anda Jettel'in 
içindeki tüm utancı, umutsuzluğu alıp götürdü. Bu an ne yazık ki kısa sürdü. 
Görmek istemediği hayaller, duymak istemediği sözler, eskisinden de güçlü bir 
şekilde belleğini zorluyorlardı.
"Owuor bütün suç bu elbisede," dedi, "biliyor musun VValter'in hakkı varmış. 
Elbise bize uğur getirmedi. Onu ilk gördüğünde ne demişti biliyor musun?"
"Walter, avının izlerini kaybeden öfkeli bir aslana benziyordu," diyen Owuor 
güldü.
"Demek biliyorsun?"
"Çekirgeler Rongai'ye gelmeden çok önceydi. Bwana benim henüz ne kadar 
akıllı biri olduğumu bilmiyordu," dedi Owuor.
"Sen akıllı bir adamsın Owuor."
Owuor bu güzel sözlerin belleğine iyice yerleşmesi için bir süre bekledi. Sonra 
pencereleri kapattı, perdeleri çekti, uyumakta olan köpeği bir kez daha 
okşayarak, Jettel'e döndü ve, "Elbiseni çıkart Memsahib." dedi.


"Neden?"
"İyi bir elbise olmadığını sen söyledin."
Jettel, Owuor'un sırtındaki düğmeleri çözmesine izin verdi. Soğuk ellerini 
yeniden teninde hissetmek, ona güç veriyor, sıkıntılarından kurtarıyordu. 
Bakışlarını üzerinde hissedince, bu samimi durumun güvenini sarsacağını sandı. 
Ama sadece sinirlerinin gevşeyip, rahatladığını fark etti. Owuor'un gözlerinde, 
Rongai'de Regina'yı kollarına alarak, göğsüne bastırıp, arabadan indirdiği 
günlerdeki aynı yumuşak, şefkat dolu ifade vardı.
"Duydun mu Owuor" diye fısıldar gibi konuştu, "savaş bitti."
"Bütün şehirde herkes bunu konuşuyor. Ama bu bizim savaşımız değil 
Memsahib!"
"Hayır Owuor, bu benim savaşımdı. Şimdi nereye gidiyorsun?"
"Memsahib monenu mingi'ye" diye yanıtladı. Owuor kıkırdayarak yanıtladı. 
Elsa Conrad'ı böyle çağırdığı zamanlar, Jettel'in güldüğünü biliyordu. Çünkü bu 
kadın, insanın kulaklarına sığdıramayacağı kadar çok konuşurdu. "Ona gidip, 
senin bugün işe gitmeyeceğini söyleyeceğim!" diye ekledi.
"Olmaz Owuor, gitmek zorundayım."
"Önce kafandaki savaşı bitirmelisin," dedi Owuor, "Bwana her zaman söylerdi: 
Önce savaş bitmeli, diye. Bugün Bwana geliyor mu?"
"Hayır ancak gelecek hafta burada olacak."
"Bu onun savaşı değil miydi?" diyen Owuor ayağıyla hafifçe kapıya vurdu. 
Sabırsızlanmıştı. Bwana'siz günler, kadınsız geçen günlere benziyordu.
"Evet onun savaşıydı. Hadi şimdi git ve çabuk gel, yalnız kalmak istemiyorum,"
"Bwana gelene kadar sana bakarım Memsahib, korkma."
Walter'in kafasındaki savaş Ngong'un sakin, huzur veren doğasında başlamıştı. 
Öğleden sonra saat dörtte, yatak odasındaki pencerenin önünde durmuş, 
dışardaki hareketliliği seyrediyordu. Doğu Afrika Kraliyet Kolordusu Onuncu 
Birliği'den askerler Nairobi'deki zafer kutlamalarına gitmek üzere ciplerine 
biniyorlardı. Walter, kendi isteğiyle akşam nöbetine kalmıştı, birliğindeki 
coşkulu askerlerle, Yüzbaşı McCall, "jolly good chap" diyerek, onu daha önce 
kutlamışlardı.
Walter şenliklere gidecek havada değildi. Almanlar'in yenilgi haberi, onu ne 
sevindirmiş ne de rahatlatmıştı. Çelişkili duygular içindeydi, bundan da 
rahatsızlık duyuyordu, sanki savaşın bitmesi kaderini tayin etmişti.. Herkes 
coşkuyla şenliğe koşarken, Walter aksine o gün yalnız kalmak istemişti. O kadar 
ki, haber vermeden Jettel'i ziyarete gitmek bile içinden gelmemişti.
Walter Ngong'a atanıp da, Jettel Horse Shoe'da çalışmaya başladıktan kısa bir 
süre sonra, evliliklerinde bazı şeylerin değiştiğini gözlemlemişti. Nakuru'dayken 
kendisine sevgi dolu mektuplar gönderen Jettel, Nairobi'de onu beklenmedik bir 
anda karşısında görünce kılını kıpırdatmamıştı. Walter onu çok iyi anlıyordu. 
Karısı çalışırken, kolunda onbaşı şeridiyle, keyifsiz bir suratla, sessiz sakin 
barda oturan bir koca, sırtında subay üniformaları olan kavalyelerin hayran 
hayran etrafında fır döndükleri bir kadının renkli hayatına yakışmıyordu.


İşin garibi duyduğu kıskançlık Walter7 e acı vermekten çok, onu kamçılamış, 
öğrencilik yıllarını hatırlatmıştı. Eflatun kareli balo elbisesiyle onbeş yaşındaki 
Jettel birden gözlerinin önüne gelmişti, erkeklerin kendisine hayran olmasını 
bekleyen güzel, uçarı bir kelebek... Walter üniversitede birinci sömestriye giden 
ondokuzunda bir delikanlıydı, kaderin bir gün sabredenlerin de yüzüne 
güleceğine inanacak kadar da iyimserdi. Ancak bir süre sonra, asker hayatının 
tekdüzeliğinde, romantik kıskançlığı, Breslau'daki anılarla yer değiştirmişti. 
Afrika'nın bunaltıcı havasında, bu kez Breslau'nun içini ısıtan, aydınlık 
görüntüleri beynine üşüşmüşlerdi.
Walter karısının Horse Shoe'da işini bitirmesini beklerken, Jettel'in sinirli hali 
gözünden kaçmamıştı. Onu daha da çok rencide eden, özel ziyaretlerden 
hoşlanmayan barın sahibi Bayan Lyons'nun işkilli bakışları olmuştu. Jettel'in, 
kocasını oyalamak amacıyla bardağına koyduğu buz parçalarını, Bayan Lyons 
kaşlarını kaldırarak saymıştı.
Mrs. Lyons ve Horse Shoe'yu ve oradaki havayı hatırlamak bile, savaşın bittiği 
bu günün akşamında, Walter'in sinirlerini bozmaya yetmişti. Yatak odasındaki 
küçük pencereyi öfkeyle kapattı. Bir süre, üzerinde ölü sinekler olan camdan 
dışarıya baktı, karamsarlığından ve kuruntularından nasıl kurtulacağını 
bilemiyordu. Günlerdir Almanca haber dinlemediği aklına gelince rahatladı, 
şimdi tam zamanıydı. Mahfil şu anda boş olmalıydı, orada iyi bir de radyo vardı. 
Böyle büyük bir zafer akşamında, radyodan gelen birtakım yabancı sesler 
herhalde insanları rahatsız etmezdi.
Walte/in Birliğinde pek az sığınmacı Almanca haberlerden hoşlanıyordu, 
duydukları anda yüksek sesle protestoya başlıyorlardı, İngilizlerin ise pek 
umurlarında olmuyordu. Çoğu İngilizce'nin dışında, haberlerin hangi dilde 
verildiğini bile anlamıyordu. Sığınmacıların, göze çarpmamak, dikkat 
çekmemek için abartılı gayret göstermeleri, bir süre sonra Walter" e komik 
gelmemeye başlamıştı, aksine, geçmişlerini unutmalarındaki becerilerini 
kıskanmıştı. Kendisiyse hep dışlanmış biri olarak kalacaktı.
Ana binadaki mahfile giden yolda Walter, depresyonla noktalanması kaçınılmaz 
olan bu melankoliden kendisini kurtarmaya çalıştı. Anlamını kavramadan 
dersini ezberleyen bir çocuk gibi, kendi kendine, hatta bazen de yüksek sesle 
"bugün insanlık tarihinin en mutlu bir günü" diye defalarca tekrarladı. Budalaca 
bir duygusallık olduğunu bile bile, savaşın başladığı ve Süsskind'in Rongai'ye 
geldiği günü hatırladı.
Anıları depreşince, Süsskind'i yeniden görüp, onunla dertleşmek için, yüreğinde 
dayanılmaz bir arzu belirdi. Afrika'ya geldiği ilk günlerde kendisine kol kanat 
geren dostunu, uzun zamandır göremiyordu, ama ilişkileri hiç kopmamıştı. 
Ordu,yaşı nedeniyle Walter'in cepheye yazılma isteğini kabul etmezken, 
Süsskind Uzakdoğu'ya atanmıştı, orada da hafif yaralanmıştı. Şimdi Eldoret 
üssündeydi. Son mektubu daha beş gün önce gelmişti.           
Süsskind mektubunda, "Galiba, Kral George'un ordusundaki güzel işimizi 
kaybedeceğiz. Kim bilir belki de Kral bize teşekkür babında, yine ülkesiyle 


komşu olacağımız bir görev verir. Ne de olsa büyük bir Kral, eski savaşçılarına 
kendisini borçlu hissediyordur" diye yazmıştı. 8 Mayıs'ın sakin bir öğleden 
sonrasında, Walter, Süsskind'in şaka yollu ya da kendisinin öyle yorumladığı 
sözlerini, ona acımasız ve anlam veremediği bir geleceğe atıf gibi görünmüştü. 
Üniformasını sırtına geçirdiği günden beri asla hayal edemediği bir gelecekti bu 
belki de. Omuzlarını dikleştirerek, kafasını salladı, adımlarını ise sürüklüyordu.
İki saate kalmadan güneş batacaktı. Çaresizliği yüreğine bıçak gibi saplanıyor, 
adeta bedenini acıtıyordu. Kafasından atamayacağı düşüncelerinin, karabasana 
dönüşeceğini, biliyordu. Bitkin bedenini yaşlı akasya ağacının altındaki büyük 
bir taşın üzerine bıraktı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Yüksek sesle. "Walther von 
der Vogelweide"* dediğini farkedince, sarsıldı. Bu Walther de kim ola ki 
diyerek, kafasını kurcaladı, isim ona yabancıydı, içinde bulunduğu durum ona 
öyle komik göründü ki, elinde olmadan güldü. Doğrulmak istediyse de 
beceremedi.. Görmemekte uzun zaman inatla direndiği cennet şu anda bütün 
ihtişamıyla gözlerinin önüne serilmişti, oysa o hâlâ bunun farkında değildi.
Ngong'un, koyu yeşilliklerin ardında yükselen ışıltılı mavilikteki yumuşak 
tepeleri, rüzgarın etkisiyle incecik bir şerit gibi uçuşan bulutların izinde 
uzanmaktaydı. Kamburlaşmış sırtla
* 13. Yüzyılın ortalarında yaşamış ünlü bir Alman lirik ozan ve yazarı Ç.N
rıyla tarih öncesi hayvanları andıran koca kafalı inekler, kırmızı toz bulutlarını 
yararak küçük nehire yol alıyorlardı. Çobanların tiz bağrışları şimdi daha iyi 
duyuluyordu. Uzaktaki bir çitten koca bir zebra sürüsü salıverilmişti. Gergin 
vücutlarındaki siyah beyaz çizgiler güneşten ışıltılı yansımalar yapıyordu.
Sürünün hemen yakınında, zürafalar uzun bedenlerini kımıldatmaksızın ağaç 
kabuklarını kemiriyorlardı. Walter birden, Ngong'a gelmeden önce hayatında hiç 
zürafa görmediğini anımsadı ve onları kıskandığını hissetti, çünkü hep yüksekte 
duran kafalarını kullanarak yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. Kendisine cennet 
gibi görünen doğadan ayrılmak zorunda olması sanki onu rahatsız etmişti. 
Sohrau'dan ayrılalıberi hiç böyle bir duyguya kapılmadığını fark edince kafası 
karıştı.
Gecenin serinliği sinirlerini kamçılıyor, kollarında şiddetli bir üşüme duyuyordu. 
Aydınlık gökyüzünden koca bir yumak gibi düşen karanlık, karşıdaki sıradağları 
bir kez daha görmesini engelliyordu, yönünü şaşırmış gibiydi, düşüncelerini 
belli bir yere odaklandıramıyordu. Walter zihnini zorlayarak, bu kez tüm 
ayrıntılarıyla, Sohrau'yu anımsamayı denediyse de başaramadı, ne pazar yerini, 
ne evini ne de önündeki ağaçları gözlerinin önüne getirebildi, sadece boş bir 
düzlükte babasıyla kız kardeşini gördü. Şimdi Walter onaltısında, Lieselde on 
dört yaşmdaydılar, babasıysa Ortaçağ şövalyelerine benziyordu. Savaştan yeni 
dönmüş, aldığı nişanlan gösteriyor, vatanını zorda bırakarak terkeden oğlundan 
hesap soruyordu.
"I am a jolly good chap" dedi Walter, babasıyla İngilizce konuştuğu için birden 
kendinden utandı.


Anılarıyla bugüne döndü. Şimdi çiftlikteydi, günün geçmesi için, tan 
ağırmasmdan güneş batana dek saatleri sayıyordu. Öfkeden yüzü kızardı.
"Keten tohumlarını ekmek ve ineklerin kıçlarını yalamak için hayatta 
kalmadım," dedi. Bunu hafif ve sakin bir sesle söylemişti ama, her gün barakaya 
gelerek, çöplükte kokuşan artıkları karıştıran, sağ gözünün üstünde kara bir 
lekesi olan beyaz tüylü köpek onu duymuş gibi kulaklarını dikti. Beklemediği bu 
sesi kulaklarından kovmak istercesine önce bir havladı, ardından kuyruğunu 
dikerek bir süre bekledi, sonra da Walter'e doğru fırlayarak, dizlerine yaslandı.
Walter, "Galiba beni anladın" dedi, "Bir köpek asla unutmaz, her zaman da evin 
yolunu bulur."
Köpek alışmadığı bu sıcak ilgiye şaşırmıştı, Walter'in elini yaladı. Burnundaki 
incecik kıllar nemlenmiş, gözleri irileşmişti. Kafasını hafifçe yukarı kaldırıp, 
Walter'in bacaklarının arasına sürttü.
Walter köpeğe dönerek konuşmasını sürdürdü. "Bir şeyi fark ettin mi? Aman 
Tanrım, az önce evim dedim. Sana her şeyi anlatacağım, Dostum. Her şeyi. 
Bugün biten sadece savaş değil, vatanım da kurtuldu. Görüyorsun/ yeniden 
vatanım diyebiliyorum. Kahrolası köpek, durmadan başını sallamak zorunda 
değilsin. Katillerin de işi bitik ve Almanya hâlâ ayakta, dipdiri."
Walter'in sesi hâlâ titriyordu, ama bu sefer korku ve endişeyle değil, coşku ve 
sevinçle... Kurtulmuş olmanın verdiği rahatlama duygusu öylesine güçlüydü ki, 
kafasındaki düşüncelerini sıraya koyup, ruhsal değişimin nedenini çözmekte 
zorlanıyordu. Sürekli ertelediği bir gerçekle yeniden yüzleşmenin ne denli 
önemli olduğunu şimdi daha iyi hissediyordu.
Uyuyan köpeğe dönerek, "Sadece sana söylüyorum, artık evime dönüyorum. 
Başka türlü yapamam. Yabancılar arasında artık daha uzun süre bir yabancı gibi 
yaşayamam. Benim yaşımda bir adam bir yerlere ait olmalı. Bil bakalım ben 
nereye aitim?"
Köpek uyanmıştı, annesi yanında olmadan, yaban ellere cesaret eden yavru bir 
köpek gibi hafiften inledi. Gün ağarmaya başlamıştı, gözlerinin kahverengisi ışıl 
ışıl parlıyordu.
"Hadi gel bakalım, seni gidi son of a bitch.* Bizim Polonyalı mutfakta lahana 
çorbası pişiriyor. Biliyor musun o da sıla özlemi çekiyor, Belki sana verecek bir 
kemik parçası vardır. Bunu hak ettin."
Mahfile gelince Walter radyoda ne kadar düğme varsa hepsini tek tek çevirdi, 
bulduğu sadece müzik yayınıydı. Sonra, kendisinden daha kötü İngilizce 
konuşan Polonyalı'yla yarıya kadar dolu bir viski şişesini boşalttı. Şimdi midesi 
kadar kafası da kızışmıştı. Polonyalı, buharı üstünde lahana çorbasını iki kaseye 
paylaştırırken, Walter'in "Dziekuje" şarkısını söylediğini duyduğunda, 
gözlerinden yaşlar boşandı. Walter, "Bu ne demekti bilmiyorum" anlamına gelen 
şarkının sözleriyle melodisini, akşamdan beri yanından ayrılmayan köpeğe 
öğretmeye karar verdi.
Sonra üçü de uyudu. Polonyalı'yla Walter bir bankın üstüne uzandılar, altına da 
köpek kıvrıldı. Aynı gece saat onda Walter uyandı. Radyo hala açıktı. BBC'nin 


Almanca yayın programında, Üçüncü Alman Reich'inin koşulsuz teslim olduğu 
özet halinde duyuruluyor, ardından BergenBelsen'deki Toplama Kampı'nm 
tamamen boşaltıldığına dair özel haber veriliyordu.
* Köpoğlu anlamına geliyor, Ç.N
XV. BÖLÜM
Regina, trenin açık mavi kadife kaplı oturma yerlerinin üzerindeki bavul rafına 
büyük bir özenle şapkasını yerleştirdikten sonra, her zamanki mekanik 
hareketlerle şapkasının diklenen tüylerini düzeltti. Şapkası ilk göç günlerinde 
duyduğu korku ve hasretle, renk değiştirmiş, koyu mavi olmuştu. Rahatça 
koltuğuna gömülürken, gülmemek için ağzıyla burnunu minik cama dayadı. 
Kendisini bekleyen bunca yenilikler varken, her zamanki alışkanlığıyla önce 
şapkasıyla ilgilenmek ona komik gelmişti. Yolculuk sona erdiğinde, güneşten ve 
sodalı gölün tuzlu havasıyla solmuş, yıllardır kafasında taşıdığı şapkası, sıradan 
bir kafa örtüsünden başka bir şey olmayacaktı. Üstelik kafasına da hep küçük 
gelmişti.
Şapkanın çevresindeki, üzerinde okulun arması olan "Quisque pro omnibus" 
yazılı mavibeyaz çizgili ensiz şerit, yeni sayılırdı. Yazı, sağlam sırma iplikle 
işlenmişti, kompartımına süzülen güneş ışığıyla ışıl ışıl parlıyordu... Regina, 
arma sanki kendisiyle alay ediyormuş gibi geldi. Tatile çıktığı için sevinmek 
istiyordu ama düşünceleri onu rahat bırakmadılar.
insanlara, sırtlarmdaki üniformaları, çocuklara ise ailelerinin gelir düzeyleri ile 
değer biçilen bir toplumdan dışlanmamak için Regina, yıllarca Nakuru 
School'daki bu şapka şeridine sahip olmayı arzu etmiş ama oldukça gecikmeli 
olarak, ancak on üç yaşına girdiğinde, şeridi şapkasına takabilmişti. Tren 
Nairobi'ye girdiği andan itibaren Regina'nın ne şapkasına ne de şeritlere 
gereksinimi olacaktı. Yunan söylencelerindeki savunmasız kurbanlarını yok 
eden aç devler gibi para yutan Nakuru School'da çok değil birkaç saat sonra 
artık kendi okulu olmaktan çıkmış olacaktı.
Tatilden sonra Regina, Nairobi'deki Kenya Girl's High's School'a devam 
edecekti. Bu okuldan da en az önceki kadar nefret edeceğini çok iyi biliyordu. 
Gün bitip de akşam oldu mu, üstüste yığılıp büyüyen küçük sıkıntıları, yine 
silbaştan yeniden başlayacaktı; Regina'nın adını bir türlü becerip 
söyleyemedikleri için yüzlerini buruşturan öğretmenlerle kendi yaşıtı öğrenciler; 
iyi hokey oynamak, hiç değilse kurallarını öğrenmekteki tüm gayretlerinin boşa 
gitmesi; sporda başarısız biri için, topun hangi kaleye düşeceğini bilmek sanki 
marifetmiş gibi bir tavır takınmak, sınıfın en iyilerinden biri olmanın sıkıntısı ya 
da daha kötüsü, yine sınıf birincisi olmak; bu sıkıntıların hepsini yeni okulunda 
da aynen yaşayacaktı. En acı olanı ise, bir anne ve babaya sahip olup, onları çok 
sevmesiydi. Onları sevdiği için hep başarılı olmak zorundaydı, okulun saygın, 
ama göze çarpmayan bir parçası olma şansı yoktu..


Regina valizinin aşınmış derisini düzeltirken düşünmeye devam ediyordu; 
Nakuru'da geçirdiği beş yıl içinde, sahip olmayı hep arzu ettiği, sonunda 
bulduğu tek arkadaşı Inge'nin kendisiyle Nairobi'de aynı okulda okuması büyük 
şanstı. Inge epeydir Drindl (Bavyeralılar'm ulusal giysisi) giymiyordu; inatla, 
sadece tek dil bildiğini söylerken de yüzü Regina'nmki gibi kızarmıyor, yalnız 
İngilizce konuşuyor, bir Alman adının olması onu çok utandırıyordu. Ancak çay 
saatlerinde, Regina'nın, annesinin eliyle yapıp gönderdiği Kochkaese'yi (bir çeşit 
Alman yöresel, keki) İngiliz çocukların bayıldığı baharatlı keke tercih ediyordu, 
Jettel'in kekini severek yiyordu. Bir İngiliz gibi duygularını saklamayı öğrendiği 
halde, uzun zamandır görmediği annesiyle babasına kavuştuğunda, İngiliz usulü 
soğukça el sallamak yerine, sevinçle koşup onları kucaklıyordu. Hepsinden 
önemlisi, Regina'ya hiçbir zaman, "annesiyle babasının dışında neden başka 
akrabası olmadığı" ya da okulun toplantı salonundaki akşam duasında "neden 
gözlerini kapatıp, dudaklarını kıpırdatmadığına benzer, aptalca sorular 
sormuyordu.
Inge aklına gelince, Regina tren penceresinin kahverengi perdesine bakıp iç 
geçirdi. Kendisiyle beraber Nairobi'ye tatile çıkan diğer kızlara gelince, onlar 
geleceklerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Kendilerini ait hissettikleri birer 
evlerinin ve öz anadillerine sahip olmanın verdiği huzurlu güvenle, incecik, tiz 
sesleriyle heyecanlı sohbetlere dalmışlardı. Ama Regina artık sınıf arkadaşlarını 
kıskanmıyordu. Nasılsa onları bir daha görmeyecekti. Pan ile Jennifer 
Johannesburg'da özel bir okula başvurmuşlardı, Helen'le Daphne Londra'ya 
gideceklerdi, Nakuru School'daki bitirme sınavını veremeyen Janet'i ise, 
Sussex'de at yetiştirme çiftliği olan zengin bir teyze bekliyordu. Regina şimdi 
daha da rahatlamış olarak içini çekti.
Trenin, basık istasyon binasının gölgesini arkasında bırakarak hareket ettiğini
ancak kompartımanı iyice aydınlanınca farketti. Pencerenin yanma oturup, eski 
okulunu son kez rahatça görebildiği için memnundu. Gerçi kendisini, 
boyunduruğundan çok geç kurtulmuş bitkin bir öküze benzetiyordu ama olsun, 
yine de okuluna veda etmeliydi. Bu ayrılışı, Ol'Joro Orok'ta çiftliği terk edişine 
benzememeliydi. O zaman neler olacağından habersizdi, orada geçirdiği günleri 
değerlendirmeyi de bilememişti.
Tren ağır ve gürültülü yoluna devam ediyordu. Okulun, beyaz badanalı binaları, 
günün yeni başlayan kavurucu sıcağıyla buharlaşan havanın etkisiyle, kızıl 
kumlu tepelerde pırıl pırıl görünüyorlardı, bu binalar o zamanlar henüz yedi 
yaşındaki Regina'yı öylesine ürkütmüşlerdi ki, uzun zaman, tek arzusu Alis 
Harikalar Diyarı'ndaki gibi büyük bir çukura gömülüp kaybolmak olmuştu. Gri, 
oluklu çinko çatıları olan küçük evler hatta okulun kalın sütunlu ana binası, artık 
kendini güvende hisseden Regina'ya şimdi eskisinden küçük görünüyorlardı.
Regina, hayalperest olduğunu çok iyi biliyordu, ancak yine de Bay Brindley'in 
penceresinin önünde durup, elindeki beyaz mendilini bayrak yaparak uzaktan 
kendisine salladığını hayal etmekten, yine de alıkoyamadı. Müdür aklına gelince 
keyfi kaçtı, Bay Brindley"i çok özleyeceğini düşünerek aylardır huzuru 


kaçmıştı, özleminin bu kadar çabuk büyüyebileceği ise hiç aklına gelmemişti. 
Müdür tatile çıkmadan bir gün önce onu bir kez daha yanına çağırmıştı. Çok bir 
şey söylememişti. Tartışmak istediği bir konuya, kafasında en uygun sözcükleri 
bulmaya çalışıyor gibi Regina'ya bakmakla yetinmişti. Sonunda dilini tutamayan 
yine her zamanki gibi Regina olmuştu.. O günü düşününce yüzünün yandığını 
hissetti. Aralarındaki o güzel sessizliği bozmuş, kekeleyerek, "Size teşekkür 
ederim, Sir, her şey için teşekkür ederim," demişti.
Bay Brindley de "Giderken yanına alacağın şeyleri unutma," demişti. Sanki 
safariye çıkıp dönmeyecek olan Regina değil de kendisiydi. Sonra/'Little Nell" 
diye mırıldanmıştı yavaşça. Regina da, gırtlağı düğümlenip yutkunması 
zorlaşınca acele yanıtı yapıştırmıştı, "Hiçbir şeyi unutmayacağım Sir". Sonra 
farkında olmaksızın, "No Mr. Dickens" diye ekleyince, ikisi de aynı anda 
gülerek öksürmüştü. Ağlayan çocuklardan hoşlanmayan Bay Brindley neyse ki 
Regina'nın gözlerindeki yaşları fark etmemişti.
Artık bugünden itibaren, Nicholas Nickleby'yi, küçük Dorrit'i ya da Bob 
Cratchitt'le ve elbette Little Nell'i tanıyan ne Bay Brindley ne de başka biri 
olacaktı. Bunu düşününce, boğazına kızaran tavuk kılçığı kaçmış gibi bir 
karmcalama 'hissetti. Martin aklına gelince aynı duyguyla bu kez beyni 
zonklamaya başladı. Martin'in adı kulaklarında henüz çınlamıştı ki, gözlerinin 
önündeki sis perdesi aralanarak, altından keskin oklar zihnine uçuverdiler.
Sırtında üniformasıyla Martin'nin kendisini okuldan almaya geldiği günü, 
birlikte ciple çiftliğe gitmek üzere yola çıktıklarını, eve varmadan önce de bir 
ağacın altına uzandıklarını tüm ayrıntılarıyla anımsadı. Acaba bu büyülü sarışın 
Prensle o gün mü yoksa daha sonra mı evlenmeye karar vermişti? Acaba Martin 
kendisini bekleyeceğine dair söz verdiğini anımsıyor muydu? Kendisi sözünde 
durmuş, Ol'Joro Orok'u düşündüğü zamanlar hiç ağlamamıştı. En azından hiç 
gözyaşı dökmemişti.
Büyük bir üzüntünün öncekini unutturması Regina için yeni bir deneyimdi, ama 
böyle bir deneyim hiç de kötü sayılmazdı.Tren sarsıldıkça, Regina tek tek 
sözcükleri zihninde belirleyebiliyor, fakat toparlayıp bir türlü cümle haline 
getiremiyordu. Tam büyülü Prensine, adının Regina değil de Little Nell 
olduğunu söyleyip, Martin de, bunca zaman sonra bile hala kulaklarından 
gitmeyen o muhteşem gülüşüyle gülmüştü ki, ilk vagon soluyarak Naivaşa 
istasyonunda durdu. Lokomotifin püskürttüğü buhar, istasyon şefliğinin, küçük 
açık sarı binasını, nemli beyaz bir tül gibi sarıverdi. Duvarlardan sarkan 
Hibiskus çiçeklerinin bile renkleri değişti.
Vagonun çevresine doluşan, beyaz sarilerine sarmalanmış şişik karınlı, 
gözlerinin feri kaçmış, ikibüklüm olmuş sırtlarında ağır muz hevenklerini 
taşıyan yaşlı, cılız Kikuyu kadınları kompartımanın pencerelerini tıklıyorlardı.. 
Tırnaklarını cama vururken, iri dolu taneciklerinin içi boş su bidonlarını 
dövmesine benzer sesler çıkıyordu. Kadınlar, tren kalkmadan bir an önce 
sırtlarındaki muzları satmanın telaşmdaydılar. Yılanı deliğinden çıkartan, 
kışkırtıcı, yalvaran bir sesle, muzlarını pazarlıyorlardı. Regina, sağ elini yukarı 


kaldırarak, parası olmadığı anlamına gelen bir işaret yaptı; ama kadınlar bir türlü 
anlamak istemiyorlardı. Bunun üzerine camı indirerek onlara Kikuyu dilinde 
bağırdı: "Param yok. Bir maymun kadar yoksulum."
Kadınlar gülerek, geceleri kulübelerinin önünde tek başlarına oturan erkekleri 
gibi kollarını göğüslerine vurarak, çığrıştılar. Kavurucu iklim ve yaşam 
koşullarından iki büklüm olmuş, başında, mavisi ışıl ışıl türbanıyla, dişsiz, ufak 
tefek bir Kikuyu kadını, ki içlerinde en yaşlısı oydu, omuzlarındaki taşıyıcı deri 
kayışları çözüp, ağır muz hevengini yere indirdi, arasından kocaman yeşil bir 
muzu çekip çıkararak, Regina'ya uzattı.
"Maymunun için" dedi, bunu duyan bütün kadınlar, at kişnemesine benzer bir 
gülüşle kıkırdadılar. Bu arada, kompartımandaki diğer beş kız da merakla 
Regina'ya bakıp aralarında gülüştüler. Belki de Regina'nm Kikuyu kadınlarıyla 
konuşmasını doğru bulmamışlardı. Bu düşüncelerini açıklamalarına gerek yoktu, 
gözleriyle birbirleriyle anlaşıyorlardı zaten. Üstelik kendilerini başkalarını 
onaylamadıklarını ima etmeyecek denli de yetişkin birer insan kabul ediyorlardı.
Kadın muzu pencereden içeriye uzattığında, nasırlaşmış parmağı bir an için 
Regina'nın eline değdi. Yaşlı kadının teni güneş, ter ve tuz kokuyordu. Regina 
kendisine tanıdık gelen, epeydir de özlediği bu kokuyu olabildiğince burnunda 
tutmaya çalıştı; ancak tren Nyeri istasyonunda durduğunda, güzel günlerin 
doyumsuz anılarından artık eser kalmamıştı, gözlerini acıtan minik tuz 
taneciklerinden başka...
Nyeri istasyonunda bir yığm adam bekleşiyordu, renkli örtülere sarılmış ağır 
denkler, taşıyorlardı, ellerindeki geniş sepetlerde kahverenkli kese kağıtlarında 
mısır unu, üzerlerinden kanlar akan et parçaları, tabaklanmamış hayvan derileri 
taşıyorlardı.
Seslerinde, dağlık bölgelerin melodik yumuşaklığı yoktu. Yüksek sesle 
bağırdıkları halde söyledikleri anlaşılmıyordu. Bütün erkeklerin ve kadınların 
ayaklarında sanki fırtınadan sonra gökyüzünde beliren ebemkuşağmdan kesilip 
yapılmış, rengarenk ayakkabılar, sırtlarında da yine alacalı gömlekler vardı. 
Erkekler ellerinde tavuk tutuyorlar, kadınlarsa, çiftliklerindeki ineklerini 
sürermişcesine arkalarından ağır denkleri sürüklüyorlardı. Genç erkeklerden 
bazılarının bileğinde gümüşi renkte saatler göze çarpıyordu, çoğunun elinde de 
her zaman görülen kalın sopa yerine birer şemsiye vardı. Bu genç erkeklerin 
gözleri kızgın hayvanlar kadar öfkeli bakıyordu, adımlarından ise güçlü 
oldukları seziliyordu.
Alınlarındaki ve kollarındaki dövmeler, karanlıkta bile dan seden yıldızlar gibi 
parıldayan bilezikleriyle Hintli kadınlar, ikinci sınıf kompartımanlarda yolculuk 
edeceklerini bile bile, yüklerini, sessiz siyahilerin yardımıyla vagona 
yerleştiriyorlardı. Yıllarca Afrika'da yaşadıkları halde, trenin hâlâ tam vaktinde 
kalkacağından emin olamayan beyaz tenli, haki üniformalı askerler birinci sınıf 
kompartımana binmek için acele ediyorlardı. Uygun adım marş yürürken bir 
yandan da savaş sonrası pek bir ünlenen "Don't fence me in" şarkısını 


söylüyorlardı. Genç Hintli kondüktör yüzlerine bakmadan onlara kompartımanın 
kapısını açtı. Lokomotif keskin bir düdük sesiyle hareket etti.
Uzun gölgelerini yayan öğleden sonrası güneşinde, Nyeri çevresindeki yüksek 
dağlar, dinlenmeye çekilmiş devleri andırıyorlardı. Ceylan sürüleri sıçrayarak su 
kaynaklarına sekiyorlar, şebekler, toprak renkli kayalıklara tırmanıyorlardı. Başı 
çeken tiz sesli maymunun poposu uzaktan pempe pempe ışıldıyordu. Yavru 
maymuncuklar annelerinin karnındaki torbalarına asılmışlardı. Maymunları 
kıskanç gözlerle seyreden Regina, "Keşke ben de kalabalık bir ailesi olan bir 
çocuk maymun olabilseydim" diye geçirdi aklından. Ancak çocukluk günlerinin 
tatlı oyunu ne yazık ki çoktan büyüsünü yitirmişti.
Ngong'un ilk dağları göründüğünde, yine düşüncelerine daldı, acaba annesi vakit 
bulup, onu gardan almaya gelecek miydi, yoksa Horse Shoe'deki işini 
bırakamadığı için yerine Owuor'u mu gönderecekti? Annesinin kendisine zaman 
ayırması kuşkusuz ona güzel bir armağan olurdu, ama üç aylık bir ayrılıktan 
sonra Owuor'u tekrar görmek de onu sevindirecekti. Owuor'la, eski günlerindeki 
gibi, sadece ikisinin anladığı bir dilde sözcük oyunları ve şakalar 
yapabileceklerdi. Ne var ki son tatilinde, kendisini karşılamaya sadece 
Hausboy'un gelmesine biraz canı sıkılmıştı. Bu kez durumun farklı olacağını 
düşününce sevindi, treni Nairobi'ye vardığında, sınıf arkadaşlarını da bir daha 
görmeyeceğine seviniyordu.
Regina, annesinin Köngisberg usulü ekşili köfteleriyle yine kendisini 
şımartacağını çok iyi biliyordu, ardından "Bu maymunlar memleketinde kaperi 
yok ki" diye yakmacaktı. Herkesin pek sevdiği yemek bu cümle söylenmeden 
asla sofraya gelmezdi. Regina'da her defasında sormayı unutmazdı, "Kapari 
nedir?"
Böylesi alışkanlıklar, Regina'ya evin bir parçası olduğu hissini verirdi, tatilden 
eve her dönüşünde, yaşamında hiçbir şeyin değişmediğini görmek onu mutlu 
ediyordu. Annesiyle babasının, dönüşünün çok özel bir gün olması için 
ellerinden gelen tüm çabayı göstereceklerini düşünmek, Regina'yi hepsinden çok 
heyecanlandırdı. Onu bekleyen şefkatli ellere okşayacak kadar yakınlaşmıştı 
sanki. Tatile çıkmadan önce, annesinin kendisine yazdığı son mektubunda, 
"Senin için büyük bir sürpriz hazırladık, çok şaşıracaksın!" diye yazdığı aklına 
geldi.
İlk palmiyeyi görene kadar, sürprizin ne olduğunu düşünmemeye karar verdi, 
sevincini eve saklayacaktı. Ne varki, geldiği yolun neredeyse iki katı bir hızla 
son mesafeyi alan tren çoktan Nairobi'ye varmıştı bile.. Regina pencereden 
dışarı bakacak zamanı dahi bulamadı. Valizini en son kendisi aldı, önce 
kompartımanındaki diğer kızların inmesini bekledi, sonra, kararsız bir halde 
trenin önünde durarak, kendisini kimin karşılamaya geldiğini anlamak için 
çevresine bakındı. Bekleyiş ona ebediyet kadar uzun geldi. Önünde sadece 
beyaz şapkalardan bir duvar örülmüştü. Kulağına gelen heyecanlı bağırışlar 
duymak istediği sesler değildi. Korkuyla merak arasında bocalayan Regina, 
eskisi gibi birden güveninin kaybolduğunu hissetti, annesi tatilinin başladığı 


günü unutmuş olabilirdi ya da Owuor evden geç çıktığı için zamanında gara 
gelememişti.
Kalbi göğsünden fırlayacakmış kadar hızlı çarpan Regina paniğe kapıldı, sonra 
da kendisine yakıştırmadığı ve durumu abarttığı için utandı, birden Hove Court'a 
otobüsle gidecek parasının da olmadığı aklına geldi. Hayal kırıklığıyla 
bavulunun üzerine oturdu, telaşla okul üniformasının eteğini düzeltti. Gözlerini 
umutsuzca bir kez daha uzaklara çevirdi. Birden Owuor'u fark etti. Peronun öte 
yanında, koca boyuyla, sakin ve kendinden emin, sırtında avukat cübbesiyle 
gülerek öylece duruyordu. Regina Owuor'un rayları geçerek, kendisini 
karşılayacağını bildiği halde, ona doğru koşmaya başladı.
Henüz yanma varmış ve dilinin ucuna gelen şakaları söylemeye hazırlanıyordu 
ki, birden onun yalnız olmadığını fark etti. Bir tahta yığınının arkasına 
saklanmış olan Walter'le Jettel, yerlerinden doğrulmuş, heyecanla ellerini 
kollarını sallıyorlardı. Regina tökezleyerek bavulunun üzerine düştü, bavulunu 
düzelterek, koşmaya devam etti, kollarını açarken, bir yandan da önce kimi 
kucaklayacağını düşünüyordu. Sonunda üçünü birden kucaklamaya karar verdi.. 
Birden annesinin ayaklarındaki dışarı fırlamış damarları farketti. Şaşırarak 
durdu. Yanılmamıştı, babası çavuş olmuştu, annesi de hamileydi.
Mutluluktan uçuyordu, öyle ki bacakları ve zihni adeta uyuşmuştu. 
Bacaklarındaki uyuşukluk çabuk geçti, ama yüreğindeki coşkuyla solukları tatlı 
bir melodi gibi çıkıyordu. Mutlu tablonun kaybolmaması için bir an bile 
gözlerini açmak istemiyordu. Owuor'a koşarken gözlerini kapadı. Başını, onun 
yıpranmış cübbesinin pürtüklü kumaşına dayadı, kumaşın minicik deliklerden 
teni görünüyordu. Burnunda onu çocukluğuna döndüren anıların kokusunu, 
yanıbaşmda çarpan yüreğini duyunca gözlerinden yaşlar boşanıverdi.
Kendini toparlayıp konuştuğunda, "Bu yaptığını hiç unutmayacağım," dedi. 
Regina annesinin hamileliğini ima etmişti.
Jettel gülerek, "Sana söz vermiştim" dedi.Sırtında, Nakuru'da bebeğini 
beklerken giydiği aynı elbise vardı. Elbise, o günkü gibi göğsünün üzerinde 
gerilmişti.
Regina kafasını sallayarak itiraf etti: "Bense unuttuğunu sanmıştım."
"Nasıl unutabilirim? Buna hiç izin vermedin ki."
"Biraz da benim yardımım oldu." dedi Walter
"Biliyorum Çavuş Redlich," dedi Regina kıkırdayarak. Yerde duran şapkayı 
güçbela kafasına geçirip, sağ elinin üç parmağını havaya kaldırarak, izci 
selamına geçti.
" Ne zaman oldu?"
"Üç hafta önce."
"Şaka ediyorsun galiba, Mami çok şişmanlamış."
"Üç hafta önce baban çavuş oldu. Annen dördüncü ayma girdi," diye Walter 
düzeltti.
"Ve bana hiçbir şey yazmadınız. Hiç değilse dua ederdim,"
Jettel, "Sana bir sürpriz yapmak istedik," dedi.


Walter ekledi. "Önce emin olmak istedik, zaten dua etmeye de başladık."
Owuor sanki sürprizi yeni duymuş gibi, ellerini çırparak gözlerini Memsahib'in 
karnına çevirince, dördü birden sessizce birbirine baktı; her biri bir diğerinin 
aklından geçenleri biliyordu. Ardından Walter, Jettel ve Regina, sevgilerini ve 
şükran duygularını birleştirmek istercesine, kolkola girdiler. Çocukluk rüyası 
gerçek olmuştu artık.
Hove Court'un demirden kapısının önündeki palmiyeler, son büyük yağmurların 
sularıyla hâlâ ıslaktı.. Owuor pantolonundan kırmızı bir bez çıkartıp Regina'nın 
gözlerini bağladı. Kız onun sırtına binip kollarını boynuna doladı. Saçları 
eskisinden daha yumuşaktı ama hala Rongai'deki gibi güçlü kuvvetliydi. Owuor 
dilini şaplatarak, hafif bir sesle, "Memsahib kidogo" dedi, onu ağır bir çuval gibi 
bahçenin içinden, gül tarhının önünden geçirerek eve taşıdı.
Regina görmesini engelleyen bez parçasına rağmen, Guavayana ağacından 
yayılan mis kokuları ve ağacın dallarından birine yerleşmiş olan perisinin hafif 
bir sesle, geceleri elmas gibi parlayan yıldızın şarkısını mırıldandığını 
duyuyordu. Yine fantazileri canlanmıştı, perisi hibuskus çiçeklerinden kırmızı 
bir elbise giymişti, dudaklarının arasında da gümüşî bir flüt vardı. Ağacın 
önünden geçerlerken Regina alçak bir sesle: "Sana teşekkür ederim," dedi. Jaluo 
dilinde söylemişti, Owuor güldü.
Soluk soluğa Regina'yı sırtından indirip, gözlerindeki bezi çözdü. Burası 
nemlenmiş ahşap kokan, küçük ve Regina'ya yabancı bir mutfaktı. Kız küçük 
ocağın üzerindeki sadece mavi emayeden tencereyi tanıdı. Tencerede 
Königsberg usulü ekşili köfteler vardı. Alman masallarındaki tatlı bulamaç 
kadar beyaz koyu bir sosun içinde yüzüyorlardı. Sevinçle havlayarak yan 
odadan çıkan Rummler soluk soluğa Regina'nın üzerine sıçradı. Walter'le Jettel 
bir ağızdan, "Bu bizim dairemiz," dedi, "İki oda ve eviyesi olan bir mutfak."
Regina, Rummler'in geldiği yöne yürürken, "Bu nasıl oldu?" diye sordu.
Walter, gazetede okuyarak, ezberlediği kaba bir İngilizce'yle ağzı diline 
dolanarak "Boşalan daireleri öncelikle askerlere veriyorlar," diye açıkladı. 
Regina babasının konuşmasını duyunca, gülmesini zor tuttu, "Hurra!" diye 
sevinçle bağırdı, "demek artık sığınmacı olmaktan kurtulduk."
Walter "Yoo!" diye hemen düzeltti, bunu söylerken gülüyordu, "Yine 
sığınmacıyız ama. Eskisi gibi bloody değiliz."
"Bebeğimiz sığınmacı olmayacak ama Papi."
"Bir gün gelecek artık hiçbirimiz sığınmacı olmayacağız. Bunun için sana söz 
veriyorum," dedi Walter.
"Şimdi söz vermenin zamanı değil," dedi Jettel isteksizce, "Gerçekten bugün 
değil."
"Bugün Horse Shoe'ya gitmiyor musun?"
"Artık çalışmıyorum. Doktor yasakladı."
Bu cümle Regina'nın kafasını kurcaladı, çoktandır unuttuğu anılar, korku ve 
çaresizlikten örülmüş bir duvar gibi önüne dikilirken, yanan gözlerinin önünde 


minik noktalar uçuşmaya başladı. "Bu seferki iyi bir doktor mu?" diye sordu 
"Yahudileri de tedavi ediyor mu?"
Jettel "Elbette" diye onu yatıştırdı. Walter de "O bir yahudi!" diye kelimelerin 
üzerine basarak vurguladı.
"Ayrıca güzel bir erkek," diye Diana seslendi. Kapıda belirmişti. Sırtındaki açık 
sarı elbisesi yüzünü, yeni çıkmış bir mehtap kadar solgun gösteriyordu. Regina 
önce kadının sarı saçlarında ışıl ışıl parıldayan Hibiskus çiçeklerini gördü, perisi 
ağaçtan inmiş de karşısında duruyordu sanki. Ama Diana'nın öpücüğünde, 
perisindeki Guave değil viski tadı vardı.
"Hep böyle dağmığımdır," diye kıkırdayan Diana, eliyle Regina'nın saçlarını 
okşarken, kucağındaki köpeği yere indirmeyi unuttu.
"Bir bebeğimiz olacak. Duydun mu? Artık geceleri hiç uyuyamayacağım," dedi 
Regina büyük bir gururla.
Owuor, belinde işlemeli geniş kuşağı, uzun beyaz maşlağıyla, konuşmadan 
akşam yemeğini servis yaparken. Servis sırasında konuşmaması gerektiğini, 
Kisuma'daki ilk Bwana'sindan öğrenmişti..Gözlerindeki ifade buna rağmen, 
saygın bir İngiliz çiftlik evinin ağır sakin havasına pek yakışmıyordu. 
Gözbebekleri tıpkı çekirgeleri kovaladığı akşamki gibi kocaman kocamandı.
Jettel, çatalıyla tabağmdaki ekşili köfteleri karıştırırken yakındı, "Bu maymunlar 
ülkesinde kapari yok."
Regina keyifle, "Kapari nedir?" diye ağzında geveleyerek sordu. Özlemini 
gidermenin mutluluğunu yaşıyordu.
Sonra merakla sordu: "Bebeğimizin adı ne olacak?"
"Kızılhaç'a yazdık" diye babası cevap verdi.
"Ne demek bu anlamadım?"
Walter sanki köpeğe elindeki bir yiyeceği vermek istiyormuş gibi, kafasını 
masanın altına soktu. Oysa köpek arkasında duruyordu. Walter'in de elinde 
zaten bir şey yoktu.
"Büyük annen ve babanla ilgili bazı şeyleri öğrenmek istiyoruz Regina. Onlara 
ne olduğunu bilmeden, bebeğe onların anısına, Max ya da İna adını koyamayız. 
Biliyorsun, bizde çocuklar hayatta olan akrabalarının adını alamazlar." diye 
yanıtladı Walter.
Babasının yüzündeki ciddi ifade ıstıraplı bir hal almıştı. Annesinin gözleri ise 
nemlenmişti. Regina'nın kafasında korkuyla öfke birbirlerini galebe çalma 
savaşı veriyorlardı. Çekinmeden, 'Almanlardan nefret ediyorum' diyebilen 
Inge'yi kıskandı.
Kaplumbağa yavaşlığında topladığı gücünü tek bir soruya yoğunlaştırdı: Şu 
Königsberger ekşili köfteler nasıl olup da acılı tuzlu koca bir topak olup 
boğazına oturmuştu? Sonunda babasına bakmaya cesaret etti, bakışında, yardıma 
muhtaç küçük bir çocuk ifadesi vardı.
XVII. BÖLÜM


Savaştan sonra, sömürgedeki en tutucu çevrelerce bile, hoşgörülü ve dünyaya 
açık olmak felsefesi, İmparatorluğun epey insanını feda ettiği yeni çağın, 
olmazsa olmaz, kaçınılmaz gerekleri olarak, kabul görmüştü. Daha doğrusu 
geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olanlar, aynı görüşte birleşmişlerdi; kimi aceleci 
ve hatta tatsız sonuçlanabilecek abartılı girişimler, her zaman ölçülü olan 
İngilizler'in sağduyusu sayesinde önlenebilmişti. Nitekim Kenya Girl's High 
School'un Müdiresi Janet Scott, bazı endişeli ebeveynlerle görüşmeleri 
sırasında, okulunun yatılı kısmına çok az sayıda sığınmacı çocuğu alabileceği 
gerçeğini söylememeyi yeğlemişti. Oysa, toplum içinde, yatılı bölüme göre daha 
az saygınlığı olan gündüzlü enstitüde böyle bir uygulama yapılmıyordu. 
Mantıktan çok duygusallığın ağır bastığı bir toplumsal dönüşümün yaşandığı bu 
günlerde, yatılı kısmın, yüksek tabaka İngilizler'in köklü ideallerine koşulsuz 
bağımlı kalan bir standartı koruduğu, kısa zamanda etraftan duyulmuştu.
Bayan Scott, bu zor sorunu, çok zarif bir şekilde çözümlediğini, yüzünü 
pembeleştiren bir gururla, sadece, kendiyle aynı görüşü paylaşan insanların 
olduğu tanıdık çevrelerde, dile getiriyordu. Okula, otuz milden daha az uzaklıkta 
oturan öğrenciler, ancak dilekçe vererek ve çok özel koşulları yerine getirmek 
kaydıyla, bu ünlü yatılıya girebiliyorlardı. Diğer kızlarsa, sadece DayScolars 
(gündüzlü öğrenciler) olarak kabul ediliyorlar, bu koşullarda da doğaldır ne 
öğretmenleri ne de sınıf arkadaşları tarafndan, okulun asıl üyeleri gibi muamele 
görüyorlardı.
Ancak anneleri aynı okulda okumuşsa ya da babaları kesenin ağzını açarak, 
cömertçe okula yardım yapmışlarsa, ender de olsa, yatılıya kabul edilme ilkesi 
değiştirilebiliyordu.. Bu düzenlemeyi yaparken, tutucu unsurları da gözardı 
etmemek için, çözümde son derece pratik ve de diplomatik davranılıyordu.
Örneğin Bayan Scott, "Garip," diyordu yüksek sesle, "özellikle de sığınmacılar 
kentlerde kalmaya pek meraklı oluyorlar, galiba bu yüzden de çoğu yatılıya 
gelmeyi düşünmüyor. Zavallılar, belki de fazla duygusallar, yatılıda kendilerini 
dışlanmış hissedeceklerini sanıyorlar. Güzel de, sonuçta onlara acaba nasıl 
yardım edebiliriz? Janet Scott sadece, yanlış anlaşılmayacağından emin olduğu, 
kendisine tanıdık ve bildik bir çevredeyken, gerçek düşüncesini açıklamaktan 
çekinmiyor ve "Neyse ki bazı insanlar, bu ayrımcılıklar konusunda daha 
deneyimli," diyordu.
Regina, iki aydır DaySchoolar olarak devam ettiği okulda Janet Scott'u sadece 
bir kez o da uzaktan görmüştü. Kendisi artık toplumsal saygınlığı olmayan 
sıradan bir gündüzcüydü. Oysa sömürgedeki okul hayatında toplumsal saygınlık 
her şeyin üstünde, ön planda gelmekteydi.
Toplantı salonundaydılar Japonya'nın yenilgisinin kutlandığı gündü. Çok sayıda 
gündüzlü öğrencinin gelmesinin beklendiği bir sırada, Bayan Scott'la yüz yüze 
gelip daha yakından tanışması için herhangi bir neden de olmamıştı.
Aralarındaki bu zoraki mesafe Regina'nın Bayan Scott'a olan takdir duygularını 
azaltmamıştı. Aksine ona saygısı büyüktü üstelik de ona müteşekkirdi. Bayan 
Scott Regina'dan sadece ölçülü davranmasını bekliyordu, ki Regina zaten okul 


hayatında buna alışıktı, ona müteşekkirdi çünkü çıkardığı bir yönergeyle, öteden 
beri nefret ettiği yatılı okul hayatına olan önyargılarından onu kurtarmıştı.
Owuor da tanımadığı Bayan Scott'a minnettarlık duymaktaydı. Her gün pazara 
giderken artık minicik bir torba yerine, yanına iki koca kikapusla* alışverişini 
yapıyordu. Eski günlerinde olduğu gibi, koca kazanlarda yemek pişirdiği için 
zengin Memsahib'lerin uşaklarından utanmasına da gerek kalmamıştı. Daha da 
önemlisi üç kişinin hayat öykülerine kulak kabartmak zorunda da değildi. 
Çiftlikteki o günler çoktan geride kalmıştı. Akşamları, yemeği, yuvarlak bir 
masayla, içinde küçük Memsahib'in uyuduğu bir hamağın bulunduğu salona 
taşırken, başarılı bir avcının rahatlığı içinde, "Artık safarinin yorgun insanları 
değiliz." diyordu.
Regina da ilk lokmayı ağzına atarken, aynı cümleyi, vurgulamalarını da doğru 
yaparak, keyifli bir ses tonuyla tekrarlıyordu. Her gece salıncaklı yatağına 
uyumaya gitmeden önce de, umutsuzluk ve özlemle dolu bunca yıldan sonra 
dualarını duyarak, isteklerini yerine getiren cömert Tanrı Mungo'ya bildiği en 
güzel kelimelerle teşekkür ediyordu. Dersten önce ve sonraki iki saatlik otobüs 
yolculuğu, ona ödemek zorunda kaldığı en hafif bedel oluyordu. Çünkü, anne ve 
babasından üç upuzun ay ayrı kalmayacağını çok iyi biliyordu.
Daha güneş doğmadan personel kulübelerindeki ışıklar da yanmadan, önce, 
babasıyla Delamare Avenue'ye giden ağzına kadar dolu otobüse biniyor, oradan 
da, salt yerlilerin kullandığı şehirden gelen daha da kalabalık olan otobüse 
aktarma yapıyordu.
Walter, Brighton'da, dört çocuğu ve aile yaşamıyla ilgili üzücü anıları olan 
Yüzbaşı McDowell'e defalarca yazılı dilekçeyle başvurduktan sonra, Jettel'in 
hamileliğinin altıncı ayında eve çıkma iznini alabilmişti. Her gün Birliğindeki 
Posta ve Haberleşme Bölümündeki görevine gidiyor, ancak akşam geç saatlerde 
Hove Court'a dönüyordu, Regina'yla Sinagoga gitmek için sadece cuma günleri, 
çoğunluk tam zamanında, evde oluyordu. Walter, sığınmacılık yaşamının 
umutsuz günlerinde, sinagoga gitmeye tövbe ettiğini kızma söylediği halde, 
çocukluğunun bu dinsel geleneğine yeniden dört elle sarılınca, Regina, 
babasının bunu yeni doğacak bebeği için yaptığını sanmıştı.
Ne var ki babası ona, "Bunu senin için yapıyorum, nereye ait olduğunu 
bilmelisin. Artık zamanı geldi," demişti. Babasından bunun açıklamasını 
istemeye cesaret edememişti, ama her olasılığa karşı cuma geceleri Tanrı 
Mungo'yla gizli haberleşmelerine son vermişti.
Aralık ayının bir cuma günü, palmiyelerin arkasındaki limon ağaçlarına henüz 
varmamıştı ki, babasının heyecanlı sesini duydu. Kendi aralarında doğru dürüst 
İngilizce konuşamayan, çevreye uyum sağlama gayretleri yüzünden Sabbat'lan* 
hep ihmal eden apartıman sakinlerinin pişirdikleri tavuk çorbasıyla, tatlı su 
balığının kokuları bile henüz burnuna gelmemişti. Babasının bu kadar erken 
saatte eve gelmesi alışılmış bir şey değildi, ama büsbütün de aykırı bir durum 
yoktu.. Acele karar verip, huzursuzlanmamalıydı.


Yine de her zamankinden hızlı koşarak bahçeyi geçti, ani bir kararla da karınca 
ordusunun arasından dairesine giden kısa yolu seçti. Korkusu bacaklarından 
daha güçlüydü. Beyninden midesine doğru iniyor, gözlerinin önüne, görmek 
istemediği bir sürü görüntüler uçuşuyordu. Dikenli çitteki daracık delikten 
sürünerek içeri süzüldüğünde, mutfak kapısı açıktı. Annesiyla ba
* Yahudilerin kutsal günü 276
basını, kendisinin daha önce hiç denemediği, ama çok iyi bildiği bir şeyi 
yaparlarken gördü. Öğleden sonraydı, günün yakıcı sıcaklığıyla ortalık kıvıl 
kıvıl kaynıyordu, nemli havanın etkisiyle, annesinin her hareketi giderek daha 
ağırlaşıyordu, Regina buna rağmen annesiyle babasının dans ediyor olduklarını 
anladı.
Bir an Martin'le annesinin Ol Joro Orok'ta dans ettikleri günü hatırladı. Acaba 
yine aynı mucizeyle mi karşılaşacaktı? Martin, Prens olduğu günlerdeki gibi 
beklenmedik bir sürprizle ziyaretlerine mi gelmişti? Yüreği soluk soluğaydı, 
hayal dünyası, köşelerinde minik yakut taşların parıldadığı yıldızlarla bezenmiş 
bir geleceğe doludizgin koşmaktaydı. Birden yuvarlak masanın üzerinde duran 
sarı bir zarf gözüne ilişti. Regina zarfın üstündeki damgaların arasından yazıyı 
okumaya çalıştı, ancak her kelime İngilizce olduğu halde, hiçbirinden bir anlam 
çıkmıyordu. Aynı anda babasının, kanatlarında ilk yağmur damlacıklarını 
hisseden bir kuşun tiz sesiyle;"Almanya'dan ilk mektup geldi," diye seslendiğini 
duydu. Walter'in yüzü kızarmıştı ama, korku ifadesi yoktu, gözleri berrak, ışıltılı 
bakıyorlardı.
Mektup, asker postasıyla Almanya'nın İngiliz işgalindeki bölgesinden 
gönderilmişti. "Walter Redlich. Farmer in the Surrounding of Nairobi" adresine, 
Greschek gönderici adıyla gelmişti. Hove Court Müdüriyet Bürosundan 
mektubu getirerek, bilmeden büyük bir sevince neden olan Owuor, gönderenin 
adını, dili dişlerine yapışmadan, söylemeyi becermişti.
Gülerek, "Greschek" demiş ve zarfı hamağın içine koymuştu, sonra da, zarfın, 
gençken Kisumu'da gördüğü gemiler gibi hamaktaki sallanışını gözleriyle takip 
etmişti. Sesini de hamak gibi dalgalandırarak "Greschek'den geliyor" diye 
yinelemişti.
"Bizim Josef sonunda başardı," diyen, Walter sevinçle bağırdı. Regina ancak 
şimdi babasının gözlerinden yaşların çenesine damladığını fark edebildi, "Josef 
kurtuldu. Beni de unutmamış. Greschek'in kim olduğunu biliyor musun?"
"Krause'ye karşı Greschek!" diye Regina sevinçle onayladı. Ona göre bu cümle 
dünyadaki en sihirli sözcüktü. Bunu söylediği zaman, babası hemen gülerdi. 
Aralarındaki harika bir oyundu bu, ama bir gün babasının gülerken, tekmelenmiş 
bir köpek gibi mahzunlaştığmı fark etmişti. O günden sonra da, zaten anlamını 
bilmediği bu üç sözcüğü, belleğinin bir yerlerine gömmüştü.
Sıkılarak, "Unuttum," diye sözlerini sürdürdü, "ne olduğunu unuttum. Ama 
Rongai'deyken hep bunu söylerdin. Greschek Krause'ye karşı."
"Umarım öğretmenlerin aptal olduğunu düşünmüyordun Oysa gerçekten akıllı 
bir çocuksun."


Kulağına hoşgelen övgü sözleri Regina'yı rahatlattı. Şımarmadan, ektiği 
başarının semeresini nasıl alabilirim diye kafa yorarken, sonunda aklına geldi: 
"Hatırladım, Greschek Almanya'dan ayrılırken, Roma'ya kadar seninle beraber 
gelmişti."
"Cenova'ya kadar, Roma'da liman yok. Okulda bunu size öğretmediler mi?" 
diyerek kızının sözlerini düzelten Walter mektubu Regina'ya uzattı. Babasının 
elinin titrediğini görünce, hemen anladı, babası bedenini alev alev saran aynı 
heyecanı kendisinin de duymasını bekliyordu. Ama mektubun üzerindeki 
incecik yazılmış harfleri görünce gülmesini tutamadı. Harfler, bir süre önce bir 
kitapta rastladığı Maja'lann yazışma benziyordu. "Alman olduğun zamanlarda 
sen de böyle mi yazmıştın?" diye sordu babasına.
"Ben hâlâ Almanım," dedi babası.
Jettel "Kızcağız, Sütterlin'i nasıl okusun?" diye çıkışarak söylendi, eliyle 
Regina'nın alnını okşayarak bütün sıkıntısını alıverdi. Eli sıcacık, yüzü alev 
alevdi, karnındaki toparlak o yana bu yana hareket halindeydi.
"Biliyor musun, Regina, bebek de çok heyecanlandı," diyerek güldü, "mektup 
geldiğinden beri deli gibi tekmeleyip duruyor. Greschek'den gelecek bir 
mektubun beni bu kadar heyecanlandıracağı kimin aklına gelirdi? Ne komik bir 
adamdı, bilemezsin. Ama yine de Leobschütz'te yaşayan birkaç namuslu 
insandan biriydi. Onun hakkında, kimseye laf söyletmem. Yolculuğa çıkmadan 
önce, şaşkın şaşkın hazırlanmaya çalışırken, bavulumu yapmama yardım etsin 
diye bana Grete'sini göndermişti. Bu iyiliğini hiç unutmadım."
Tek bir mektupla tüm anıları yeniden canlanınca, Walter'le Jettel, geçmişte 
sadece ikisinin olan dünyaya sığınmışlardı. Sedirde birbirlerine sokulmuş, elele 
oturuyorlar, tanıdık isimleri tek tek anıyor, iç geçirerek kederleniyorlardı.
Çok geçmeden yine karşılıklı iddiaya girdiler. Greschek'in dükkanının 
Jaegerndorfer, evinin de Tropauer Caddesi'nde mi olduğu ya da acaba bunun 
tam tersi mi olduğunu tartışırlarken, neredeyse saç saça baş başa kavgaya 
tutuştular. Ne Walter Jetten, ne de Jettel Walter^ ikna edebildi, sonunda eski 
neşelerini bulup barıştılar..
Neyse ki, doktor Müller'in muayenehanesinin Tropauer Caddesi'nde olduğu 
görüşünde birleştiler. Ama az sonra keyifli hava Doktor Müller yüzünden 
yeniden bulandı. Eski kırgınlıkları su yüzüne çıktı. Jettel, Regina'nın 
doğumundan sonra memesindeki iltihaplanmanın Müller'in hatası olduğunu 
iddia ederken, Walter öfkeyle karşılık verdi: "Sen kabahatliydin, ona bir şans 
daha tanımadan, hemen Ratibor'daki doktoru getirttin.
Aklıma geldikçe, bugün hâlâ canım sıkılır. Biliyorsun, Müller'le aynı öğrenci 
birliğinde arkadaştık."
Regina soluğunu tutmuş, olanları gözleriyle izliyordu. Doktor Müller yüzünden 
annesiyle babasının Massai'ler gibi savaşa tutuşacaklarından emindi. Massai 
kabilesinde bir ineğin çalınması savaş için yeterli nedendi. Neyse ki hemen 
rahatladı, bu kez çatışmada zehirli oklar kullanılmamıştı. Hatta, Sohrau'dan 
getirip, özel durumlar için sakladıkları son şişe şarap, aralarındaki tartışmayı 


daha da ilginç hâle soktu. Şişenin açılıp açılmaması konusunda farklı görüşler 
ortaya atıldı. Jettel şarabın içilmesinden yanaydı, Walter ise karşı çıkıyordu, 
sonra Jettel görüşünü değiştirince, Walter de değiştirdi. Neyse ki öfkelerini 
odaya taşımadan, ortak bir karara vardılar: "En iyisi biraz daha bekleyelim, belki 
bizim için daha iyi, özel bir gün olur."
Owuor kahve pişirsin diye mutfağa gönderildi. Kahveyi, kapağı pembe güllü, 
beyaz bir güğümle getirirken, sol gözünü kırptı, bu, "Bazı şeyleri çok iyi 
biliyorum ama söylemiyorum," anlamına geliyordu. Owuor küçük ekmek 
hamurlarını, Bwana'sıyla, Memsahib'i mektubu görüp, çocuklar gibi sevindikleri 
zaman, çoktan fırına atmıştı.
Ekmek tabağını masaya koyduğunda, Memsahib, her zaman yaptığı gibi, 
hayretini gizlemedi. Bwana'si da "senta sana" demek yerine, gözlerini üç kez 
hızlı hızlı açıp kapayarak, "Hadi gel Owuor, şimdi gel de Memsahib kidogoya 
mektubu okuyalım" dedi.
Owuor'un yemek yemesine artık gerek kalmamıştı. Memsahib'in kendisine 
verdiği onur ona yetmişti, midesine ama daha çok beynine yayılan tatlı bir 
sıcaklık onu doyurmuştu. Keyifle hamağa oturdu. Kollarını dizlerine dolayarak, 
şarkı söyler gibi "Greschek" dedi. Yavru ceylan derisi kadar yumuşak bir cildi
olan Bwana'simn gülüşü, güneşin son ışıltılarıyla kulaklarında çınladı.
Walter mektubu okumaya başladı: "Sevgili Doktor, hâlâ yaşıyor musunuz 
bilmem. Leobschütz'te bir arslana yem olduğunuza dair söylentiler dolaşıyor. 
Savaşı sağ salim atlatmayı başardım. Grete'de aynı şekilde. Ama ikimiz de 
Leobschütz'den ayrılmak zorunda kaldık. Polonyalılar bize sadece bir günlük 
süre tanıdılar. Ruslardan daha kötüydüler. Şimdi Marke'de yaşıyoruz. Harz'ın 
çirkin bir köyü. Hehhenwitz'den de küçük. Bize burada Polack ve Ostpack 
diyorlar ve savaşı sadece bizim kaybettiğimizi düşünüyorlar. Yiyecek 
konusunda sıkıntımız var ama, diğer insanlardan daha çok çalıştığımız için, yine 
de durumumuz onlardan iyi. Aslında varımızı yoğumuzu kaybettik. En kısa 
zamanda yeniden toparlanmayı umuyoruz. Bu gayretimiz buradakileri 
kızdırıyor. Greschek'i tanırsınız, ikimiz de canımızı dişimize takıp çalışıyoruz. 
Grete hurda demir topluyor, ben de satıyorum. Hatırlıyor musunuz, Grete'ye 
karşı dürüst davranmadığımı söylerdiniz. Ben de Almanya'dan göçederken, 
yolda, hemen onunla evlendim, şimdi de çok memnunum.
Lanet olası savaş çıkana kadar sık sık Sohrau'ya giderek, babanla kız kardeşini 
ziyaret ediyordum, geceleri onlara yiyecek taşıyordum. Durumları çok kötüydü. 
Grete her pazar onlar için kilisede dua etti. Ben dua edemiyordum. Tanrı olan 
bitenleri görüp de eğer hiçbir şey yapmamışsa, dualar ne işe yarar ki? Duaları da 
işitmez, duymaz bile. SA birlikleri* Bacharach'ı sokaklarda sürükleyerek, alıp 
götürdüler. Siz Breslau'dan henüz ayrılmıştınız. Bir daha da ondan hiç haber 
alamadık.
Umarım bu mektup elinize ulaşır. Bir İngiliz askerine çelikten bir miğfer bulup 
verdim. Adam biraz Almanca biliyordu,mektubu size göndermeye söz verdi. 


Sözünü tutar mı bilmem? Ama başka çarem yoktu, çünkü bizim mektup 
göndermemize izin vermiyorlar.
Almanya'ya dönecek misiniz? Cenova'da bana, "Greschek, bu domuzlar gidince 
ben de dönerim," demiştiniz. Artık zencilerin yanında ne işiniz var? Sonuçta bir 
Avukatsınız. Nazi olmayanlara şimdi iyi iş veriyorlar, daha da çabuk ev 
bulabiliyorlar. Buraya gelirseniz, Grete Doktor hanıma yine taşınmasına yardım 
eder. Almanya'nın batısındaki bu insanlar, bizim kadar çalışkan değiller. Hepsi 
tembel. Üstelik de aptal. Zaman bulursanız, lütfen bana yazın! Eşiniz Doktora ve 
kızınıza selamlarımı iletin. Köpeklerden hala korkuyor mu? Saygılarımla, eski 
dostunuz Josef Greschek."
Walter mektubu okumayı bitirdiğinde, sessizliği bozan, sadece Rummler'in 
düzenli horlamalarıydı. Elinde hâlâ zarfı tutan Owuor merak ediyordu, acaba 
neden, Bwana'sının duymak istediği şeyleri bu adam kendisi söylemiyordu da, 
bu kadar uzun bir safariye yolluyordu..Bwana'ya bunu sormak istediyse de, onun 
bedeniyle orada, kafasıyla ise başka yerde olduğunu görünce vazgeçti. 
Owuor'un, akşam yemeğini hazırlamak üzere zorlukla ayağa kalkarken inlemesi, 
köpeği uyandırdı.
Epey sonra Walter, "Artık şeytanın ayağı kırıldı. Belki bundan sonra oralardan 
daha çok haber alabiliriz." dedi. "Leobschütz'ü ise artık bir daha görmeyeceğiz," 
dediğindeyse sesi bu kez bezgindi.
Bahçeden kadınların sesleri geliyordu. Sanki her cuma adetmiş gibi, Jettel, 
Walter ve Regina uyumaya gittiler. Regina duvarın öte yanındaki annesiyle 
babasının konuşmalarını duyuyordu, ama bilmediği yabancı insan ve cadde 
isimlerini takip etmekte zorlanıyordu. Henüz dalmıştı ki, Greschek'in garip 
yazısı gözünün önüne geldi, ardından, duvarın arkasından kulağına gelen bölük 
pörçük sözlerin ok ve yaylara dönüşüp hızla üzerine uçmakta olduğunu sandı. 
Kendini savunamadığı için öfkelendi, günlerden kutsal cuma olduğu halde, 
yüreğine taş basarak, uzun uzun Tanrı Mungo'yla konuştu.
Ertesi gün Nairobi'de görülmedik bunaltıcı sıcaklar, haberlerde ilk sırayı aldı. 
Sıcak, yaralı bir aslan kadar öfkeli ve acımasızdı. Otları, çayırları, çiçekleri, 
hatta kaktüsleri bile kurutmuş . tu, özsuyu çekilen ağaçların boynu bükülmüş, 
kuşlar ötmez olmuştu; köpekler azgın ve ısırgan, insanlarsa kolu kanadı kırık, 
bezgindi. Otel sakinleri, pencerelerinde pahalı perdeler olan dayalı döşeli 
dairelerinde bile duramamışlar, kendilerini büyük ağaçların gölgelerine 
atmışlardı. Epeydir belleklerine gömdükleri, albümlerinde ve anılarındaki, 
Almanya'dan kış manzaralarını, utanarak, ama çaresiz ve tutkulu bir hüzünle 
birbirlerine göstererek, teselli buluyorlardı.
1945 yılının son günü o kadar sıcak oldu ki, otellerdeki vantilatör sayısı yemek 
listesinden önce ilgi çeker oldu. Çoğu otel, vantilatör sayısıyla müşterileri 
çekmeye çalışıyordu. Ngong'da yılların en büyük fundalık yangınında çalılıklar 
alev alev tutuşmuş, Hove Court'ta zorunlu su kısıntısı yapılmış, çiçeklere su 
verilmemişti. Owuor bile, yemek pişirirken sık sık alnındaki terleri silmek 


zorunda kalıyordu. Kısa yağmurlardan ümit kesilmişti, Temmuz'dan önce 
sıcakların azalacağını kimse beklemiyordu artık..
Jettel ise yakınmayacak kadar bitkindi. Hamileliğinin sekizinci ayından sonra 
zaten büsbütün her şeyden elini eteğini çekmişti, çevresindekilerin tesellilerine, 
öğütlerine kulaklarını tıkamıştı. Sabahın sekizinde Regina'nm Guaven ağacının 
altına sığınıyordu.. Doktor Gregory onu her muayene edişinden sonra,çok kilo 
aldığını, hareket etmesi gerektiğini söylediği halde, Owuor'un, bir kraliçenin 
tahtı gibi beyaz kumaşlarla süsleyerek ağacın altına getirdiği sandalyesinde, 
saatlerce kımıldamadan oturuyordu.
Owuor'un yaratıcılığına hayran kalan Houve Court'taki kadınlar da, Jettel'e 
gerçek bir kraliçe muamelesi yapıyorlar, her gün düzenli bir şekilde onu ağacın 
altında ziyaret ediyorlardı. İçlerinden pek azı, Jettel'in Breslau'nun sağlıklı kış 
havasını ballandıra ballandıra anlatmasını sabırla dinlerken, Jettelde bir an önce 
kendi geçmişine sığınmak için sabırsızlanıyordu. Bu onda vazgeçemeyeceği bir 
alışkanlık haline gelmişti. Bunaltıcı sıcağın karnındaki bebeğe zarar verip yine 
ölü doğacak korkusundan çok, çevresindeki yabancı dünyanın üzerindeki 
baskısını daha dayanılmaz buluyordu.
Elsa Conrad'a, "Biri bana bir şey anlatırken kafamı toparlayamıyorum," diye 
günah çıkarmıştı.
"Saçma, anlatılanlara kulak vermeyecek kadar tembelsin de ondan.. Artık 
kendine gel. Dünyada çocuk bekleyen tek kadın sen değilsin."
Bir gün de "Kavga etme yeteneğimi bile kaybettim," diyerek Walter'e yakınınca, 
kocası onu, teselli etmişti,
"Üzülme ileride her şey düzelir. Hayatının hiçbir döneminde bu alışkanlığını 
unuttuğunu görmedim."
Ancak, Regina okuldan gelerek, ağacın altına yanma oturduğu zaman, Jettel, 
biraz kendine geliyor, uykuyla umutsuzluk arasındaki bocalamalarından 
kurtulabiliyordu. Regina' ran periler dünyası onu biraz rahatlatıyordu. Walter 
inanmadığı halde, perisiyle paylaşmaktan vazgeçmediği isteklerini anlattıkça, 
Jettel yüreğinin hafiflediğini hissediyordu. Hele kızının, yeni doğacak bebekten 
söz ederkenki coşkusu, ağırlaşan bedenini gevşetiyor, Nakuru'da geçirdiği 
talihsiz hamilelik günlerindeki gibi kızma bağlılığı, yakınlığı artıyordu.
Şubat ayının son Pazar günü, Jettel hayatı boyunca bir daha asla unutamayacağı 
acımasız bir gerçekle yüzyüze geldi. Sabahın erken saatlerinde henüz değişen 
bir şey yoktu. Kahvaltıdan sonra Jettel ahlaya pof laya kendini ağacın altına atı. 
Walter radyo dinlemek üzere dairede kaldı. Öğle üzeri, Owuor, su isteyen 
Jettel'in seslenmelerine karşılık vermedi. Oysa normal olarak hep kadına yakın 
bir yerlerde olurdu. Jettel ondan ses çıkmayınca, bir bardak su getirmesi için 
Regina'yı mutfağa yolladı. Regina da dönmedi. Susuzluğu dayanılmaz bir hâl 
alıp da boğazı yanmaya başlayınca, sonunda Jettel ayağa kalkmak zorunda kaldı. 
Öylesine isteksizdi ki, uzuvlarının kaskatı kesildiğini hissetti, kendisine 


yakıştırmadığı, biraz da komik gelen mıymıntı hâlini üzerinden atmayı 
denediyse de beceremedi.
Yavaşça bir ayağını diğerinin önüne atarak yürümeye gayret etti, her adımında 
Owuor ya da Regina'nm ortaya çıkacağını, yolun geri kalan kısmını tek başına 
gitmek zorunda kalmayacağını umuyordu. Hiçbirinin gelmediğini görünce, 
kızıyla Owuor'un yine her zamanki gibi çiftlik hikayelerini dalmış 
olabileceklerini düşünüp, öfkelendi. Çünkü, çiftlikten bahsedilmesini hep 
çaresizliğine ihanet gibi görüyordu.
Kapıyı açtığında önce Owuor'u gördü. Mutfakta, başını eğmiş duruyordu. 
Jettel'in geldiğini farketmemiş görünüyordu, kendi kendine konuşuyor gibi alçak 
sesle birkaç kez "Bwana" dedi. Perdeler çekilmişti. Odadaki bir iki eşya 
ağırlaşan havanın etkisiyle, ölgün ışığın altında, çıplak, ıssız doğada kaba ağaç 
kütüklerini andırıyordu. Walter'le Regina, birbirlerine sarılmış, sedirde 
oturuyorlardı. Şaşkın çocuklara benziyorlardı. İkisinin de yüzü solgun, gözleri 
kıpkırmızıydı.
Jettel gördüğü manzaradan öylesine dehşete kapıldı ki, hiç biriyle konuşmaya 
cesaret edemedi. Bakışları donuklaştı. Üşüdüğünü hissetti, aynı anda, günlerdir 
özlediği soğuğun, tenine iğne batmış gibi acı verdiğini farketti.
Regina, "Babam bunu önceden hep biliyordu," derken hüngür hüngür ağlıyordu
"Kapa çeneni. Hiçbir şey söylemeyeceğine söz vermiştin. Anneni 
heyecanlandırmamalıyız. Bebek doğana kadar bekleyelim."
Jettel "Ne oldu?" diye sordu. Sesi kararlı çıkmıştı, birden, nedenini 
açıklayamadığı bir utançla sarsıldı, yine de haftalardan beri ilk kez kendini daha 
güçlü hissediyordu. Hatta sırtının ağrımasına aldırış etmeden köpeğin üzerine 
eğildi, elini kalbine götürdüyse de, atışlarını duyamadı. Sorusunu yineleyecekti 
ki, Walter'in, beceriksizce bir telaşla, bir kâğıt parçasını pantolonunun cebine 
sokuşturmaya çalıştığını fark etti.
Umutsuz bir sesle, "Greschek'in mektubu mu?" diye sordu.
"Evet," diyen Walter yalan söyledi.
"Hayır!" diye Regina bağırdı. "Hayır."
Owuor sonunda dayanamadı, güç almak istercesine duvara yaslandı, "Bwana'nm 
babası öldü. Kız kardeşi de" dedi.
"Ne oldu? Bütün bunlar da ne demek oluyor?"
"Owuor'dan her şeyi duydun işte. Sadece ona söylemiştim."
"Bunu ne zamandır biliyorsun?"
"Mektup, Greschek'in mektubundan birkaç gün sonra geldi. Bana Kampta 
verdiler. Rusya'dan gönderildiği için, ordu sansüründen kazasız belasız geçtiğine 
sevinmiştim, bu yüzden size söylemeye de gerek kalmamıştı. Okuyunca 
ağlamadım. Hatta biraz öncesine kadar da ağlamamıştım. Ancak Regina'ya 
yakalanınca, mektubu ona okumak zorunda kaldım.. Okumak istemiyordum ama 
beni zorladı. Tanrım, çocuğun önünde öyle utanıyorum ki!"
"Mektubu ver," dedi Jettel yavaşça, "benim de bilmem lazım."


Pencerenin yanına gitti. Sararmış kâğıdı açtı, büyük harfleri gördü, önce 
gönderenin adıyla adresini okumaya çalıştı.
"Tarnopol nerede?" diye sordu, yanıtı beklemedi. Belki de birden her şeyi 
öğrenmek istememişti, düşeceği dehşete karşı bir şekilde kendini savunmaktı 
yaptığı.
"Sayın Bay Doktor Redlich" sözcülerini yüksek sesle okudu, devamına sıra 
gelince, duraksadı, bundan sonraki satırlarda gözlerinden artık en ufak bir lütuf 
beklemediğini fark edince ürperdi.
Okumayı sürdürdü. "Savaştan önce, Tarnopol'de Almanca öğretmenliği 
yapıyordum. Babanızla kız kardeşinizin ölüm haberini size bildirmek zorunda 
kaldığım için çok üzgünüm.. Babanız Max Redlich çok iyi tanırdım. Benimle 
Almanca konuşabildiği için bana güveniyordu. Elimden geldiği kadar ona 
yardım etmeye çalıştım. Ölümünden bir hafta önce bana adresinizi vermişti. O 
zaman, şayet kendisine bir şey olursa, size bildirmemi istediğini anlatmıştı.
Babanızla kızkardeşiniz epey tehlikelere maruz kalıp, yoksulluk çektikten sonra 
Tarnopol'a gelmeyi başarmışlardı. Alman işgalinin ilk günlerinde henüz onlar 
için biraz umut vardı. Burada bir okul binasının bodrum katında saklandılar. İlk 
fırsatta Sovyetler Birliği'ne gitmek istiyorlardı. Ama sonra 17 Kasım 1942 günü 
iki SS polisi babanızı cadde üzerinde vurdu. Acı çekmeden öldü.
Liesel de bir ay kadar sonra okulun binasından zorla alınarak Belsec'e getirildi. 
Artık onun için hiçbir şey yapamadık, bir daha da ondan haber almadık. Bu 
Belseck'e yapılan üçüncü sevkiyattı. Gidenlerden kimse dönmedi. Haberiniz var 
mı bilmem, Liesel ülkeden kaçarken bir Çek'le evlenmişti. Erwin Schweiger 
kamyon şoförüydü, Rus ordusu onu zorla askere alınca, babanızla Liesel'i 
terketmek zorunda kaldı.
Babanız sizinle gurur duyuyordu, sizden bana çok söz etmişti. Yazdığınız son 
mektubu hep göğsünün üzerindeki cebinde saklıyordu. Birlikteyken sık sık o 
mektubu okuyor, ailenizle birlikte sizin, çiftlikte güvenli bir hayat sürdüğünüzü 
düşünüyorduk. Babanız cesur bir adamdı, bir gün sizi göreceğine dair Tanrıya 
sonsuz güveni vardı. Tanrı lütfunu ondan esirgemesin!
Size böyle bir mektubu yazmak zorunda kaldığım için tüm insanlık adına 
utanıyorum, dininize göre, evladın, babasının ölüm gününde dua okuması 
adetmiş. Dua etmenin sizi teselli edeceğini bilirsem, görevimi 
gerçekleştirdiğime kanaat getirip rahatlayacağım.
Babanız bana her zaman sizin iyi kalpli bir insan olduğunuzu söylerdi. Tanrı sizi 
korusun. Bana Tarnopol'a cevap yazmayın. Dışarıdan gelen mektuplar burada 
sorun oluyor. Karınız ve sizin için dua edeceğim."
Jettel, onu rahatlatacak yaşların boşalmasını beklerken, mektubu özenle katladı, 
ancak gözleri hâlâ kupkuruydu. Bağırmadığına hatta tek kelime bile 
söylememesine şaşırdı. Kendini, sadece bedenindeki acıyı duyan bir hayvana 
benzetti. Yavaşça ve çekinerek, WalterTe Regina'nm arasına ilişti, terden ıslanan 
hamile elbisesini düzeltti. Kocasıyla Regina'yı okşamak üzere davrandıysa da, 
kolunu kaldıramaymca, karnını sıvazlamakla yetindi.


Birkaç yıl sonra büyükannesiyle dedesinin nerede olduklarını soracak bir çocuğu 
dünyaya getirmek acaba günah mıydı?
Jettel'in kafasını şimdi bu soru kurcalıyordu.. Walter7 e baktığında, içindeki 
isyanı onun da hissettiğini farketti, anlamış gibi kafasını sallıyordu.. Kocasının 
çaresiz direnişinde teselli buldu. Sesinde umutsuzluğun en ufak bir belirtisi 
olmaksızın: "Bebeğimiz bir oğlan olacak, artık ona bir ad bulduk" dedi.
XVIII. BÖLÜM
Cehennemi sıcakların etrafı kasıp kavurduğu en eziyetli günlerde bile, kişisel 
servetlerinden çok rahatlarını düşünen Howe Court sakinlerinin çoğu, yorgun ve 
bitap düştükleri 6 Mart gecesinde bu huzuru bulamamıştı.. Odaların ve suit 
dairelerin çoğunda güneş doğarken lambalar hala yanıyor; Aja'larını (dadı) ve 
süt şişelerini isteyen bebeklerin ağlamaları gece yarısından önce duyulmaya 
başlıyorduk; görev, sorumluluk ve düzen konusundaki tüm melekelerini yitirmiş 
uşaklar, henüz kuş cıvıltılarının duyulmadığı erken saatlerde, şaşkın ve telaşlı, 
sabah çayının suyunu ocağa koyuyorlardı; köpekler gökteki mehtaba, her 
gördükleri gölgeye, kurumuş ağaçlarla, sinirli insanlara havlıyorlar, öfkelerini, 
sahipleriyle dalaşarak çıkarıyorlardı. Radyo en son Avrupa'da savaş sonrasında 
görülen bir coşkuyla plaklarını avaz avaz bağırtırcasına çalıyordu; kulakları yarı 
sağır Miss Jones bile, gürültüden rahatsız olduğunu söylemek üzere, sırtında 
geceliğiyle, kapısı kapalı müdüriyet bürosunun önüne gelmişti.
Memsahib kidogo ile odada yalnız olan Owuor ise, ne yemeğe ne de bir hafta 
önce Kisumu'dan getirttiği genç kadının yanına gitmişti. Güneş battıktan üç saat 
sonra, bütün örtüleri ve minderleri silkelemiş, tahta yer döşemelerini, köpeğin 
tüylerini fırçalamış, sonra da, Memsahib'in verdiği törpüyle ellerinin tırnaklarını 
törpülemeye koyulmuştu. Memsahibi kendisi evdeyken bunu yapmasına asla 
izin vermezdi.
Şimdi de midesinde ve göğsünde hissettiği bir basınçla, Regina'nm hamağına 
uzanmış, dinlenmeye çalışıyordu, beyninde uçuşan görüntüler yüzünden gözüne 
uyku girmiyordu. Zaman zaman, ormanda çocuğunu arayan bir kadının 
söylediği hüzünlü şarkıyı tuttursa da, sonunda melodi gırtlağına gelip 
takılıyordu. Regina üzerinde beyaz okul bluzu ve yumurtasından yeni çıkmış 
civciv kadar özen isteyen giri renkli eteğiyle, annesiyle babasının yatağına 
uzanmıştı. Büyük bir gayretle, "David Copperfield'i, sonuna kadar okuyup 
bitirmeye niyetlenmişti. Hatta bir bardak su için bile yerinden kalkmamıştı. Ama 
daha ilk iki paragrafında, birbirinin içine geçen harfler, kor alev dalgaları 
halinde gözlerinin önünde uçuşmaya başlamışlardı. Belindeki sihirli kemerinin 
renkli taşlarını durmaksızın ovuşturmaktan elleri ter içinde kalmıştı. Amacı az 
konuşan Tanrı Mungo'ya dileğini duyurmaktı. Mungo'nun, bu kez ölümünün 
ardından gözyaşlarını döktüğü bebeğin onun yanında değil, kendi yanında 
olmasını istiyordu. Bu dileğini, en güzel hangi sözcüklerle Mungo'ya aktarıp, 
onu ikna edebileceğini kestiremiyor, bu yüzden de ağzını açmaya korkuyordu.


Walterle Jettel, akşam yemeğini bırakıp ellerinde küçük bir valizle, çılgınca bir 
telaşla, Mr. Slapak'm arabasıyla gideli beri, Regina yüreğini saran korkuyla 
mücadele halindeydi. Zihnindeki belirsizlik, fırtına sonrası azan çağlayan gibi 
barsaklarında öfkeyle gurulduyordu. Gırtlağına oturan yumrunun, midesine 
inmekte olduğunu farkedince, koşarak Owuor'un yanma gitti, parmaklarıyla, 
kendisine güven veren omuzlarını üzerinde gezdirerek. "Bugünün iyi bir gün 
olacağına inanıyor musun?" diye sordu.
Ovvuor hemen gözlerini açtı, ömründe sadece bu bir tek cümleyi söylemeyi 
öğrenmiş gibi, "Biliyorum, iyi bir gün olacak.." dedi..
Sabahın saat üçünde Elsa Conrad penceresinin önündeki kamelyaları sularken, 
yaşlı bir bunak gibi küfürler savurunca, öfkeyle balkonuna fırlayan Mrs. Taylor 
sessiz olması için bağırarak, onu uyardı. Neyse ki kavga etmediler, çünkü Mrs. 
Taylor, uygun İngilizce küfürleri aklından geçirip, düzgün bir aksanla 
söylemeye hazırlanıyordu ki, Profesör Gottschalk'ı gördü. Elinde, her sabah 
yediği yulaf bulamacı olan minik porselen kabı, başında şapkasıyla karanlık 
bahçede gezintiye çıkmıştı. Kadınların ikisi birden, sözleşmiş gibi aynı "Çattık 
belaya" deyip, adamın aklından şüphe ettikleri anlamında, parmaklarıyla 
alınlarını tıkladılar.
Bu arada Chepoi de daha gün ışımadan çok önce, Diana'nın yanındaki iki subayı 
evlerine postalamıştı. Hayal kırıklığına uğrayan gençler, ünlü Bayan Wilkins'in 
işvelerini gözleriyle bile olsa takdir edip, hayranlıklarını açıklama fırsatını 
bulamamışlardı. Dianada henüz şafak sökmeden pencereye çıkmıştı. Başında 
renkli taşlarla süslü altın tacı vardı. Hayırlı bir gelecek umuduyla, Moskova'da 
ilk ve son kez sahneye çıktığında başına koyduğu bu taç, ne yazık ki beklediği 
geleceği getirmemişti. Balkondaki koltuğuna oturup, sevdiği parfümü köpeğine 
püskürtünce, hayvan sonunda burnunu korumaya almak için, alışılmadık bir 
öfkeyle sahibinin parmaklarını ısırıverdi.
Diana köpeği parfümüyle ıslattığı yetmiyormuş gibi, "boklu Stalin" diye bağırıp, 
yorgun düşen zavallı hayvanın onurunu da kırdı. Herşeye karşı duyduğu gizli 
nefretin yarattığı derin bir acı ve öfkeyle, böğüre böğüre ağlıyordu. Salim 
kafayla olsa, bu nefretinin "Bolşevikler'den" kaynaklandığını söyleyebilirdi. 
Sonunda Chepoi'nin yatıştırıcı sözlerine teslim oldu. Bir iki çekişmeden sonra, 
uşağın viski şişesini elinden almasına da sesini çıkarmadı. Yeni bir şey olursa, 
kendisini uyandıracağı sözü üzerine de yatağına girdi.
Saat beşi bir geçe, otelden beş mil uzaklıktaki Eskotene Nursing Home, 
Hastanesi'nde, Max Ronald Paul Redlich dünyaya gözlerini açtı. Howe Court'ta 
bu anm önemine işaret edecek en ufak bir hareket görülmedi.
Boğuk bir gök gürültüsüyle aynı anda bebeğin ilk çığlıkları duyuldu. Hemşire 
Amy Patrick bebeği arabasına yerleştirip, çocuğun iki buçuk kilo olan 
ağırlığıyla, hecelemesi zor uzun adını bir kâğıda not ederken, donuk gözleri 
parlayarak, "Bu bir mucize" deyip gülümsedi..
Uykusuz geçen üç geceden sonra iyice bitap düşen ebenin, sıradan bir doğum 
vakası için biraz abartılı kaçan gülüşünün, çocukla ya da, anneyle bir ilgisi 


yoktu. Kaldı ki, annenin berbat aksanı, epey zor olan doğum sırasında, Hemşire 
Amy'nin hassas kulaklarını, oldukça rahatsız etmişti. Amy Patricks'in coşkulu 
tepkisi, aslında, anlaşılır bir şaşkınlığın dışavurumuydu: Bir gün önce 
yayınlanan hava raporu haberlerinde en ufak bir şekilde belirtilmediği halde, 
aniden boşanan yağmur Nairobi'yi, tarihinde görülmedik kavurucu sıcaklarından 
bir anda kurtarıvermişti. Ebenin "mucize" dediği buydu ve bu mucize onu 
öylesine rahatlatmıştı ki, bebeğin göbek bağını keserken, memnun bir ifadeyle, 
"Aman Tanrım, beyimiz küçük bir İngiliz'e benziyor" diyerek İngilizvari 
esprisini patlatmıştı.
Gökten gelen nimet, gecikmiş bir yağmur dönemine göre ne yazık ki pek hasisti. 
Üzerinde bir haftadan çok konuşulmayacaktı. Yine de bütün kuşların kanatlarını, 
çinko çatıları, dikenli akasyaların en üstteki dallarını hiç değilse tozlardan 
armdırmıştı. Ama yağmurların yağması, daha çok, gece uykularından isteyerek 
fedakârlık eden insanların Max Redlich'in dünyaya gelmesinin olağanüstü bir 
olay olduğuna dair inançlarını kuvvetlendirmişti. Bebek ikinci kuşak 
sığınmacılar için bir umut ışığı olabilirdi.
Regina ile Owuor, Walter'in eve döndüğünü önce farketmediler. Sıkışan kapıyı 
açmak için yumruklamalarını, uyuyan köpeğin üzerinden atlarken de ettiği 
küfürleri ikisi de duymadı. Ancak, ani bir emirle göreve çağrılan iki askerin, 
henüz daldıkları uykudan fırlamalarıyla çıkan gürültüyle irkildiler. Askerler 
boğazlanan tavuklar gibi feryat ediyorlardı. Owuor ayağıyla kapıyı iterek içeri 
daldı. Bwana'si, iki eliyle kavradığı paslı bir kovanın önünde diz çökmüş 
inliyordu.
Regina babasına doğru koşarak, onu sırtından kavrayıp kucaklamaya çalıştı, 
dehşetten neredeyse tüm vücudu uyuşmuştu. Walter kızının kollarını göğsünün 
üzerinde hissedince, kökleri susuzluktan kuruyup, yapraklarına düşen yağmur 
damlacıklarıyla yeniden hayat bulan ağaç gibi yerinden doğruldu.
"Nihayet Max geldi," dedi soluk soluğa, "Bu kez Yüce Tanrı sesimizi duydu."
Kısa bir sessizliğin ardından Regina sürekli başını sallamaktan daha anlamlı bir 
şey yapmak için, babasının söylediklerinin iyice kulaklarına yerleşmesini 
bekledi. Zorlu bir yarım dakikacık... ve seller gibi boşanan yaşlar. Regina, 
sonunda gözlerini açabildiğinde, babasının da ağladığını gördü, yüzünü 
babasınınkine bastırdı; gözlerinden dökülen sevincin sıcak tuzlu taneciklerini 
onunla paylaşmak istiyordu.
Owuor gülerek "Max," dedi. Dişleri loş bir odada yeni yanmaya başlayan mum 
ışığı gibi parıldıyorlardı. "Şimdi bir Bwana kidogo'muz var."
Bir süre üçü de konuşmadı. Sonra Owuor tane tane, düzgün bir ifadeyle, bebeğin 
adını tekrarlarken, Bwana'si omuzlarına dostça vurarak, çekirgeleri kovaladığı 
günkü gülüşüyle "Sen Benim Rafikimsin" dedi..
Bwana boğuk ve hafif bir sesle, "dostum, arkadaşım" anlamına gelen bu güzel 
sözü ne zaman söylese, Owuor müthiş gururlanıyordu.
Owuor sordu. "Çocuğu gördün mü? İki sağlam gözü ve on parmağı var mı? Bir 
çocuk bir maymun gibi olmalı."


"Benim oğlum maymundan güzel. Onu, kucağıma aldım. Bugün öğleden sonra 
onu Memsahib kidogo da gördü. Owuor seni de oraya götürmek istiyordum 
ama, hastanedeki hemşirelerle, doktor izin vermediler. Oysa senin de yanımda 
olmanı istiyordum.
"Ben bekleyebilirim Bwana. Unuttun mu? Dört yağmur mevsimi bekledim."
"Diğer çocuk ne zaman öldü, çok iyi biliyorsun değil mi?"
"Bunu sen de biliyorsun, Bwana".
Kızıyla hastaneye giderken yolda, "Bazen bu lanet olası kentte tek dostumun 
Owuor olduğunu düşünüyorum," dedi
"İnsanın hayatında tek bir dostu olması yeter."
"Yine nereden buldun bu sözü? Şu senin budala İngiliz perilerin mi söyledi?"
"Bu sözü, benim budala İngiliz Dickens söyledi Ama Bay Slapakda biraz bizim 
dostumuz sayılır. Sana arabasını ödünç verdi. Yoksa şimdi otobüsle gidecektik."
Regina, koltuğun parçalanmış minderinden çekip çıkardığı at kılının sert ucuyla 
babasının kolunu gıdıkladı. O güne kadar babasını direksiyon başında 
görmemişti, hatta araba kullandığını bile bilmiyordu. Babasına bunu söylemeyi 
aklından geçirdi, ama nereden böyle bir düşünceye kapıldığını belki de 
açıklayamayacaktı, onu rencide edebileceği endişesiyle vazgeçti. "İyi araba 
sürüyorsun," demekle yetindi.
"Sen daha dünyada yokken araba kullanıyordum."
"Sohrau'da mı?" diye sordu Regina, temkinli.
"Hayır Leobschütz'deyken. Greschek'in Adle/ini kullanıyordum. Tanrım^ keşke 
Greschek'de bu günümüzü görebilseydi.
Ford, sarsıla sarsıla, tepeyi tırmanırken arkasında incecik kırmızı kumlardan 
yoğun bir toz bulutu bırakıyordu. Arabanın sol yanında ve önünde cam yoktu, 
çürümüş, paslanmış tepesindeki kocaman deliklerden güneş vuruyordu. Regina, 
bir an kendisini Martin'nin cibinde sandı. Şimdi karşısında Ol'Joro Orok'un loş 
ormanlarını her zamankinden daha net görebiliyordu, sonra gözlerinin önüne, 
Martin'nin, sapsarı saçları, çakmak çakmak yıldızların uçuştuğu açık mavi 
gözleri geldi..
İçinde duyduğu aynı coşkuyla, geçmişe geri döndü, ama sevinci kısa sürdü, 
özlemi hep beklemekle geçen günlerle doluydu, bunu hatırlayınca, vücuduna 
ateş bastı. Üşüşen hayalleri kafasından atmak için derin bir soluk aldı.
"Seni çok seviyorum," dedi sonra babasına fısıldarcasma.
Eskotene Nursing Home, açık mavi pencereleri olan sade görünümlü bir 
binaydı. Yüksek kapısının iki yanındaki sütunların üzerinden, güneş batımında, 
göğün rengini alan güller sarkıyordu. Bina, nilüfer çiçeklerinin arasından, altın 
balıkların yüzdüğü bir havuzu olan parkın içindeydi. Park yemyeşil bir çim 
halıyla kaplıydı. Dallarına konmuş, sığırcık kuşlarının, mavi ışıltılı kanatlarıyla 
adeta minicik yelpazeler oluşturduğu yüksek sedir ağaçları, sabah yağan 
yağmurun etkisiyle havaya buharlarını salıyordu. Demir çitin yanındaki ana 
kapının önünde, denizci mavisi üniformasıyla geniş omuzlu bir askari iki eliyle 
kalın tahtadan bir sopayı kavramış, nöbet tutuyordu. Ayaklarının dibinde, ağız 


ve çene çevresindeki kılları ağarmış, boz renkli bir İrlanda kurt köpeği 
uyuklamaktaydı.
Bu pahalı özel klinik, sığınmacı bebeklerinin dünyaya gözlerini açmasına, 
gönülsüz de olsa, yardımcı oluyordu. Doktor Gregory ise, bu konuda 
kendisinden asla ödün vermezdi, oysa normal zamanlarda son derece uyumlu 
biriydi. Doktorların, siyah yerlilerin yattıkları koridorlardan geçmek zorunda 
kaldıkları Devlet Hastanesinde, asla hastalan tedavi etmeye yanaşmazdı. 
Hamileliği sırasında Jettel'den aldığı vizite ücreti, kadıncağızın Horse Shoe'de 
çalışırken köşeye koyduğu bütün parayı yutmuştu, doğum ve Eskotene 
Hastanesi'ndeki yatak parasının faturasını da hiç kuşkusuz, bir çavuşun doğum 
parasına ayırdığı maaşı karşılayacaktı.
Keselerine güvenmeyen hastalar bile, bütün bunlara karşın Doktor Gregory'yi, 
hastalarıyla ilgilenen, vicdanlı biri olarak görüyorlardı. Doktor, dost çevresinde 
olduğu zamanlar, Jettel'in konuşma tarzına nasıl alıştığını, gülerek, büyük bir 
hoşgörüyle anlatmıştı. Böylesine bir hoşgörü onda pek rastlanmayan bir şeydi 
aslında. Bir süre sonra R harfini tıpkı hastası gibi ağzında yuvarlayarak 
söylediğini farketmişti. Alması gereken ücretin geri kalan yüklüce kısmı için, 
Jettel'in yaşını ve hamileliği sırasında çıkabilecek pürüzleri öne sürerek, gizlice 
Nairobi'deki Musevi Cemaatini devreye soktuğunu da ona hissettirmemişti. 
Doktor zaten, yıllardan beri yaşlı Rubens'le birlikte cemaatin yönetimindeydi. 
Polonyalı adını, telaffuzu kolay İngilizce bir adla değiştirdiği zaman bile, 
Musevi olduğunu hiçbir zaman saklamamıştı..
Doktor, gençliğinden beri mesleğinin yanısıra meraklarını da hiç ihmal etmemiş, 
ikisini birarada götürmeyi becermişti. Bir merakı da golftu. Eskotene Hastanesi, 
golf sahasına giden yolun üzerinde olduğundan, günde iki kez hastalarını ziyaret 
ediyordu. O gün de Walter'le Regina hastaneye geldiklerinde Jettel'in
yanındaydı. Doktoru görünce, ikisi de ne yapacaklarını bilmez bir halde, şaşkın 
şaşkın, eşikte durakladılar. Babayla kızın çaresiz görünümleri, babanın az sonra 
iç burkan bir yaltaklanmaya dönüşen sıkılganlığı; çocuksu çelimsiz bedeni, 
yaşamın erken deneyimleriyle vaktinden önce olgunlaşan yüzüyle, karşısında 
duran küçük kız, doktoru fazlasiyle duygulandırmıştı.
Babakızın birbirlerine karşı hissedilir bağlılıkları, ona komik ve modası geçmiş 
gibi gelmişti. Hatta doktora büyükbabasının anlattıklarını çağrıştırmıştı. Buna 
rağmen, kendisini rahatsız eden garip bir utanmayla, bu küçük ailenin yazgısıyla 
daha yakından ilgilenmesi gerektiğini düşündü. Londra'nın East End'inde küçük, 
rutubetli bir dairede oturan yaşlı adamı yıllardır hiç aklına getirmemişti. 
Büyükbabası köklü geleneklerine bağlı kalan bir adamdı, kendisi ise o zamanlar 
ateşli bir tıp öğrencisiydi ve ailesinin bu geleneklerinden kurtulmaya 
çalışıyordu. Doktorun bu heyecanı, kendisini kaptırmayacak denli kısa sürdü.
Biraz abartılı, yüksek bir ses tonuyla, "come on" diye seslendi. İlgi ve samimiyet 
bekleyen Avrupalılarca özellikle böyle konuşmaya alışmıştı. Sözlerini 
sürdürürken, duygusallıkla açıklayabileceği sıcak bir ilgiyle, biraz da çekinerek, 
bu kez daha alçak bir sesle ekledi: Massel tow. Dostça Walter'in sırtına vurdu, 


zihni başka yerlerde, kayıtsız bir tavırla, Regina'nm saçlarını okşarken, eli 
farketmeden kızın yanağına uzandı, sonra da aceleyle odadan çıktı.
Doktor kapıyı arkasından henüz kapatmıştı ki, Regina Jettel'in kollarındaki 
minicik başı ancak o zaman farkedebildi. Bebeğin başında, siyah tüylerden bir 
taç vardı. Babasının soluklarıyla, yeni doğanın hafif vızlamalarını, sesleri yutan 
bir sis perdesinin arkasından duyuyor gibiydi. Jettel tatlı sözlerle bebeği
yatıştırmaya uğraşıyordu. Regina önce doya doya gülmek istedi, en azından, 
sınıftaki yaşıtlarının hokey maçlarındaki sevinç çığlıklarını atabilirdi, 
beceremedi, gırtlağından pek zayıf bir hırıltı çıktı sadece.
"Hadi gel," dedi Jettel, "bebeği ikimiz de epeydir bekliyorduk."
Walter çocuğu Regina'nın kollarına bırakırken, "Sıkı tut, yenisini bir daha 
yapamayız." diye kızını uyardı. "Bu erkek kardeşin Max', derken, sesi alışık 
olmadık resmi bir tonda çıkmıştı, "bağırdığını ilk kez bugün duydum. Ne 
istediğini çok iyi biliyor. Büyüyünce sana iyi bakacak. Benim kızkardeşime 
bakmamdan daha iyi" dedi Walter.
Max gözlerini açmıştı. Maviş maviş ışıldıyorlardı, yüzü Rongai'deki körpe mısır 
koçanların rengindeydi, teninden yeni pişmiş poşonun hoş kokusu yayılıyordu. 
Regina, kokuyu içine çekmek istercesine burnunu kardeşinin alnına dokundurdu. 
Böyle bir mutluluğu hayatında bir daha hiç tadmayacağından emindi. Perisiyle 
işi bitmişti, onu bir daha rahatsız etmemek üzere, "hoşçakal" dedi. Acı 
duymaksızın, duraksamadan yapılan kısacık bir vedaydı bu.
"Ona bir şeyler söylemek istemez misin?"
"Onunla hangi dilde konuşacağımı bilmiyorum."
"Henüz tam bir sığınmacı değil, bu yüzden anadilini duymak onu rahatsız 
etmez."
"Jambo," diye fısıldadı Regina, "Jambo, bwana kidogo!" Babasının kelimelerden 
irkildiğini görünce, pişmanlık duygusuyla, çekinerek, "Şimdi kardeşim 
gerçekten benim mi oldu?" diye sordu.
"Hepimizin.."
Geceki konuşmaları hatırlayan Regina, "Owuor'u da sayıyor musun?" diye 
sordu.
"Tabii, Owuor bizimle kalabildiği sürece."
Regina, merak ettiği, dilinin ucuna kadar gelen soruyu sormaktan vazgeçti, 
sonra kardeşinin üzerine eğilerek, "Bugün söylemeyeceğim," dedi, ama sihirli 
sözcükleri zihninde yinelerken, neredeyse gülecekti ki, kendisini zor tuttu. 
Babasıyla annesinin, oğullarının Owuor'un konuştuğu dili, öğrenmeye 
başladığını fark etsinler istemiyordu. Tepkisini sevinç çığlıkları atarak gösterdi..
Güneş çoktan gökyüzünden çekilmişti, Owuor'sa hâlâ mutfağın önüne oturmuş, 
başı dizlerinin arasında, gözkapaklarmm altında uyukluyordu ki, araba sesiyle 
irkildi. Araba, balçık ve taşların yıprattığı bir traktör kadar gürültü çıkarıyordu. 
Bwana'sı gelmişti. Ama Owuor, sahibi, arabayı düzenbaz Slapak'a teslim edene 
kadar daha bir süre bekleyecekti, ancak saatleri saymaya alışık değildi, tek 


bildiği gelecek güzel günleri saymaktı. Hantal bir hareketle, önce kolunu, sonra 
da başını, arkasındaki gölgeye uzattı, sonra yeniden uykusuna daldı.
Slapak arabanın anahtarlarını vermeye gelen Walter'le Jettel'i, nemli kundak 
bezleriyle, lahana çorbası kokan küçük odasına aldı. O da sevinçliydi. Yeni 
emeklemeye başlayan dördüncü çocuğunun ardından bir oğlu daha dünyaya 
gelmişti..
Hove Court'ta çoğu kimse, Leon Slapak'ı, kârlı çıkacağını bilse, para için 
annesini bile satan, işini bilir kurt bir işadamı olarak görüyorsa da, kalbi temiz, 
dindar bir adamdı. Slapak'a göre, Tanrı iyi insanlara hep güzel şeyler ihsan 
ederdi. Srtında yabancı bir üniforma ile karşısında duran bu askere de her zaman 
sempati duymuştu. Alçakgönüllü, içten biriydi, gözlerinde gerçek bir savaşın 
değil, yaşam savaşının acısı ve hüznü seziliyordu. Slapak Walter'e her 
görüşünde selam verir, Walter'in şükran duygularıyla selamına karşılık 
vermesinden mutluluk duyardı.. Çünkü, özlemini çektiği vatanındaki insanları 
anımsıyordu.
Komşularının çoğu kez küçümsediği ve hakir gördüğü Slapak, mendiliyle özenli 
bir şekilde ovaladığı votka dolu bir kadehi Walter7in eline tutuşturdu, kendisi de 
şişeden bir yudum aldı, ardından Walter7 in tek sözcüğünü bile anlamadığı 
cümleleri sıraladı. Doğu Avrupa ülkelerinden gelen sığınmacıların konuştukları, 
Lehçe, Yidiş ve İngilizce karışımı bir dildi bu.. Slapak, tüm içtenliğiyle ve buz 
gibi içkiyle kendisini şımarttıkça, ağzından çıkan sözler, ona giderek Sohrau'yu 
anımsatıyordu. Çünkü Slapak, önce İngilizce sonra da Yidiş'ten vazgeçmiş, 
Lehçe konuşmaya başlamıştı. Lehçe'yi becerebilmiş olmak da, Slapak'ı 
mağazasında hiç ummadığı iyi bir alış verişi yapmışçasına gururlandırıyordu.
Dünyaları ayrı, ama acıları ortak iki erkek, karşılıklı anılarını anlatarak, güzel bir 
akşam geçirdiler. Üstelik çok iyi anlaşmışlardı. Slapak, konuğu kendisiyle aynı 
yaşta olduğu halde, Walter^, baba duasıyla uğurlarken, armağanlarını vermeyi 
de unutmadı. Yeni doğan bebeğe, kendisinin en erken bir yıl sonra ihtiyacı 
olacak bir çocuk arabası ile, bir paket kundak bezi, Regina'ya da, en az on beş 
sterlin değerinde kırmızı kadife bir elbise...
Kısa yoldan dairesine dönerken, Walter, "Oğlumun doğumunu, kendisiyle doğru 
dürüst bir çift laf bile edemediğim bir adamla kutladım." diye hayıflanıyordu. 
Çocuk arabasına bir tekme indirdi. Lastikleri çürümüş tekerlekler, taşların 
üzerinde gıcırdadılar. "Belki gün gelir, bütün bu olup bitenlere gülerim," diye 
söylendi. Slapak'ı ziyareti aslında onu rahatlattığı halde, yine de kısıtlı yaşamı 
için sembolik bir şeydi. Bu duygularını Regina'ya anlatmak istiyordu, ama nasıl 
yapacağını kestiremedi.
Regina da o sırada, zihninden geçen karmaşık düşünceleri açıklamamak için 
kendisini zor tutuyordu, sonunda dayanamayıp dilinin altındaki baklayı çıkardı: 
"Max'i benden çok seviyorsun diye üzülmüyorum. Artık çocuk değilim."
"Nereden çıkardın bu saçmalığı şimdi? Sen olmasaydın bu zor yıllara 
dayanabilir miydim sanıyorsun? Bunu nasıl unutabilirim? İyi bir baba olmaya 
çalıştım. Ama sana sevgiden başka bir şey veremedim."


"Bu da bana enough"* Enough sözcüğünün Almanca karşılığını bulamamıştı.. 
Sanki çok lazımmış gibi, babasının ayağıyla tekme attığı çocuk arabasının 
arkasından koştu, araba okaliptüs ağacına bindirmeden yakaladı, tekrar koşarak 
babasının yanma geldi, onu kucakladı. Babasının bedeninden yayılan alkol ve 
tütün karışımı kokuyla gelen, birine güvenle yaslanma duygusunun tatlı 
sarhoşluğuna kendini bırakıverdi..
"Seni dünyadaki bütün insanlardan çok seviyorum," dedi.
"Ben de seni. İstersen bunu kimseye söylemeyelim. Hiçbir zaman."
"Hiçbir zaman," diye söz verdi Regina.
Owuor, hastanedeki eli sopalı askari gibi, kapının önüne dikilmiş onları 
bekliyordu/'Bwana," dedi gururla, "ben bir Aja buldum."
"Bir Aja mı? Seni küçük domuz, bizim Aja ile ne işimiz var ki? Nairobi, 
Rongai'ye benzemiyor.. Rongai'de, Bwana Morrison Aja'nm parasını veriyordu. 
Kadın zaten onun çiftliğinde yaşıyordu. Nairobi'de ise Aja'ya parasını ben 
ödemek zorundayım. Bunu da yapacak durumum yok. Sadece sana yetecek 
kadar param var. Zengin bir adam değilim. Bunu biliyorsun.
"Bizim çocuğumuzun, diye Owuor yanıtladı, diğer çocuklardan hiçbir farkı yok. 
Hiçbir çocuk Aja'sız büyüyemez. Memsahib de böyle köhne bir çocuk arabasını 
bahçede gezdiremez.
h Yeter.
Ben de çocuğuna bir Aja bile almayan birinin yanında çalışamam."
"Seni koca Owuor" diye, takıldı Walter.
Owuor, "Aja'nın adı Chebeti, ona çok para vermeyeceksin. Her şeyi anlattım." 
Konuşurken, her sözcüğü tek tek vurguluyordu.
"Ona ne söyledin?"
"Her şeyi Bwana."
"Ama Chebeti'yi henüz tanımıyorum bile."
"Ben tanıyorum Bwana. Bu yeter"
Mutfak kapısının önüne oturmuş olan Chebeti ayağa kalktı. Uzun boylu ve 
zayıftı, sırtında, çıplak ayaklarını örten uzun, geniş, mavi bir elbise vardı, 
uçlarından bağlanmış, şal gibi omuzlarından aşağıya sarkıyordu. Beyaz bir 
kumaşı, turban biçiminde başına sarmalamıştı. Görünüşünde, Jaluo kabilesi 
kadınlarına özgü güven seziliyordu, hareketleri ağır ve zarifti. Walter7 e elini 
uzatırken, ağzını açtı ama tek kelime söylemedi.
Regina karanlıkta, bu yabancı gözlerin akını seçemedi, ama kadının teninden 
yayılan kokunun Owuor'unkiyle aynı olduğunu hemen far ketti.
"Chebeti iyi bir Aja olacak Baba," dedi. "Owuor sadece iyi kadınlarla yatar."
XIX. BÖLÜM
Captain Bruce Carruthers yerinden fırladı, ayağıyla yerdeki bir böceğin üzerine 
basarak öldürdü, pencere kenarında sivrisinek sandığı bir tatarcığı parmaklarıyla 
ezdikten sonra, tekrar sessizce yerine oturdu. Çavuşla yapacağı görüşmeden 


önce, yazı masasının üzerindeki kağıt yığınlarının arasında özel bir mektubu 
aramak zorunda olması iyice keyfini kaçırıyordu. İngilizce'yi kötü bir Hintli gibi 
konuşan, Krala selam dururcasma önüne dikilen bu çavuş, ona karşı nedenini 
açıklayamadığı bazı önyargıları olsa da, Yüzbaşıya antipatik gelmiyordu. 
Carruthers'in en ufak bir disiplinsizliğe tahammülü yoktu, hele kendisinin sebep 
olduğu düzensizlikten büsbütün nefret ederdi. Hoşlanmadığı görevlerin hep 
kendisine verilmesinin nedenini bir türlü çözemiyordu. Tartışmalardan kaçan 
onun gibi bir adamın, emrindeki askerlere duymak istemedikleri şeyleri 
söylemek zorunda kalmasına bu yüzden müthiş öfkeleniyordu.
Tek istediği, sisli bir sonbahar günü Princess Street'de gezinerek, kışın gelmekte 
olduğunun ilk belirtilerini teninde hissetmekti. Şimdiyse ordudan terhis 
başvurusunun, "yeni bir emre kadar ertelendiği"ni öğrenmişti. Üstelik bundan en 
geç kendisinin haberi olmuştu. İki gün önce, postadaki bir yığın evrak arasından 
emri arayıp bulmuştu. O andan itibaren de kafasına iyice dank etmişti; Afrika, 
sadece kalbini değil, çok genç bir kadını da Edinburgh'ta beş uzun yıl tek başına 
bırakan kendisi gibi birine, uygun bir ülke değildi. Üstelik karısı mektuplarını 
giderek daha uzun aralıklarla yanıtlıyor, gecikmelerin nedenine ise inandıcı bir 
açıklama getirmiyordu.
Captain Carruthers, gözlerinde, İskoç çoban köpeğinin, teslimiyetçi meyus 
ifadesiyle, karşısında duran bu komik Çavuş'a, ordudaki görev süresini 
uzatmasına Majestelerinin pek olumlu bakmadığını açıklamak zorunda 
kalmasını, bu yüzden talihin garip bir cilvesi gibi görüyordu.
"Bu herif neden Almanya'ya gitmek ister ki?" diye homurdandığı sırada 
Walter'in sesiyle irkildi.
"Ben orada yaşıyorum orası benim vatanım, Sir."
Walter'in kapıya vurduğunu duymamış, yüksek sesle düşündüğünü de fark 
etmemişti, son zamanlarda sıkça başına geliyordu bu..
"İngiliz işgal ordusunda görev yapmak istiyordunuz sanırım?"
"Evet Sir,"
"Fena fikir değil. Galiba Almanca da biliyorsunuz. Oralı olmalısınız."
"Evet Sir."
"Öyleyse tam bu işe uygun bir adamsınız, şu fucking Jerries'leri hizaya getirecek 
biri."
"Öyle sanıyorum Sir."
"Londra'dakiler böyle düşünmüyorlar ama," dedi Carruthers, "eğer düşünme 
yetenekleri varsa tabii," dedi, sesinde gizli bir alay seziliyordu. Espri yaparak 
zaman kaybettiğini fark edince, mektubu konuşmadan Walter'e uzattı. Kendini 
beğenmiş Londra bürokrasisinin birtakım anlaşılmaz, çetrefilli sözlerle aktardığı 
emri, Walter'in yüzünde üzgün bir ifadeyle okumasmı, sabırla seyrettikten sonra, 
"Oradakiler" dedi, sonradan pişman olduğu, kesin bir tavırla, "İngiliz pasaportu 
olmayan askerlere işgal kuvvetleri ordusunda görev vermiyorlar. Sahi, 
Almanya'da ne yapmak istiyordunuz?"
"Ordudan ayrıldıktan sonra, Almanya'da kalmak istiyorum."


"Neden?"
"Almanya benim vatanım Sir," diye Walter kekeledi, "bunu söylediğim için, 
sorry Sir."
Captain dalgın bir ifadeyle, "Zararı yok," dedi.
Konuşmayı daha fazla sürdürmeye artık gerek kalmadığını gördü. Görevi, 
adamlarını kendilerini ilgilendiren konularda bilgilendirmek, kararları 
kavradıklarına iyice kanaat getirmekti. Ancak böyle bir görevi normal 
zamanlarda yerine getirmek daha kolaydı. Yabancı askerler ve zenciler söz 
konusu olunca işin rengi değişiyordu.. Captain alnına konan bir sineği başını 
sallayarak kovaladı.
Her zamanki gibi kafasını sallayarak Çavuş'u yerine postalayıp, cebelleşeceği şu 
sersem sivrisineklerle başbaşa kalabilirdi ama bunu yapmadı. Sonradan 
düşündüğünde, bunun nedenini belki de çavuşla aynı kaderi paylaşmış olmasına 
yorumladı. Karşısındaki adam, vatanından söz etmişti. Bruce Carruthers'in 
kafasını da aylardır bu duygusal sözcük kurcalıyor, ciddi ciddi huzurunu 
kaçırıyordu..
"Benim vatanım İskoçya" derken, birden yine yüksek sesle düşündüğünü 
zannetti, "ama Londra'da oturan çılgının biri, benim bu Tanrının cezası 
Ngong'da çürüyüp gitmemi istiyor. Kafasına koymuş bir kere."
"Evet, Sir."
"İskoçya'yı biliyor musun?"
"Hayır, Sir."
"Olağanüstü güzel bir ülke. Sağlam havası, iyi viskileri, güvenebileceğin iyi 
insanları olan bir ülke. İngilizlerin İskoçya hakkında birşey bildikleri yok, 
Kralımızı bizden alıp, bağımsızlığımızı çaldılar." Bunları söylerken, "evef'le 
"hayır"dan başka söyleyecek bir şeyi olmadığı anlaşılan bu adamla, İskoçya ve 
1603 yılında olup bitenler hakkında tartışmanın ne kadar gülünç olduğunu fark 
etti. Konuyu değiştirerek, sordu:
"Sivilken mesleğiniz neydi?"
"Almanya'da avukattım, Sir."
"Sahi mi?"
"Evet, Sir."
"Ben de avukatım," dedi Captain. Bu cümleyi en son, lanet olası orduya girerken 
söylemişti. Ummadığı bir merak saikasıyla, biraz da istemeyerek sordu, 
"Öyleyse ne işiniz var tanrı aşkına, bu maymunlar ülkesinde? Bir avukat 
mesleğinde kendi anadilini kullanır. Neden Almanya'da kalmadınız?"
"Hitler beni istemiyordu.."
"Neden?"
"Ben yahudiyim, Sir."
"Doğru. Burada yazılı. Şimdi de Almanya'ya gitmek istiyorsunuz? Toplama 
kamplarında olup bitenlere dair şu korkunç haberleri okumadınız mı? Hitler 
insanlarınıza korkunç şeyler yapmış."
"Hitler'ler gelirler ve giderler, ama Alman halkı her zaman kalır."


"Hayret, birden İngilizce konuştunuz. Nasıl da güzel söylediniz!"
"Bunu Stalin söyledi, Sir."
Askerlik yıllarında Yüzbaşı bir şeyi çok iyi öğrenmişti: kendisinden istenen asla 
daha fazlasını yapmamak, dahası başkalarının dertlerini sırtlanmamak. 
Şimdiyse, karşılaştığı durum, ne kadar garip olsa da, müthiş hoşuna gitmişti. 
Aylardan beri ilk kez biriyle, eli ayağı düzgün bir konuşma yapıyordu. Üstelik, 
bu Çavuşla, birliğindeki Hintli teknisyenden daha iyi anlaşabileceğini de hiç 
ummamıştı. Hintli eline yazılı bir kağıt verildi mi her defasında kendini 
aşağılanmış hissederdi.
"Almanya'ya gidiş ücretinizi ordunun vereceğini düşünüyorsunuz herhalde. 
Bunu zaten hepimiz isteriz."
"Evet Sir, bu benim tek şansım."
"Ordu, her askeri ailesiyle birlikte vatanına göndermek zorundadır," diye 
açıkladı Yüzbaşı, "Bunu biliyorsunuz herhalde?"
"Özür dilerim Sir, ne dediğinizi anlamadım."
"Eğer orada yaşıyorsanız, ordu sizi Almanya'ya göndermek zorundadır."
"Bunu kim söylüyor?"
"Talimatnamede yazılı,"
Yüzbaşı yazı masasının üzerindeki kâğıtları karıştırdıysa da aradığını bulamadı. 
Sonunda çekmecesinden sık aralıklarla yazılmış, sararmış bir kâğıt çıkardı. 
Walter'in metni okuyabileceğini sanmıyordu, yine de talimatnameyi ona uzattı; 
şaşkınlıkla, biraz da duygulanarak, Walter'in, resmi dille yazılmış, anlaşılmaz 
olduğu kuşku götürmeyen metnin içeriğini bir hamlede kavradığını fark etti. 
"Sözünün eri bir adam," diyen Carruthers güldü.
"Özür dilerim, Sir, yine ne dediğinizi anlamadım."
"Zarar yok. Yarın Almanya için terhis dilekçeni veririz. Acaba şimdi ne 
söylediğimi anladınız mı?"
"Ah evet, Sir."
"Aileniz var mı?"
"Bir karım ve iki çocuğum var. Kızım on dört yaşında, oğlum da bugün sekiz 
haftalık oldu. Size çok teşekkür ederim, bana nasıl bir iyilik yaptığınızı 
bilemezsiniz."
Carruthers düşünceli bir şekilde yanıtladı. "Galiba biliyo
rum.
Sonra da, alaycı bir ifadeyle ekledi: "Ama fazla umutlanmayın, orduda işler 
kaplumbağa hızında gider. Buradaki lanet olası zenciler bunu nasıl söylüyorlar?"
Walter heyecanla, "Pole, Pole"* diye yanıtladı, sözcüğü iki kez yineleyince 
Owuor aklına geldi. Caruthers'm başını salladığını görünce, acele odadan çıktı..
Walter açıklayamadığı karmaşık duygular içindeydi.. Eskiden başarısızlığı itiraf 
etmeyi ileri görüşlülük olarak yorumlardı, şimdiyse birdenbire bunun 
sorumsuzca bir züppelik olduğunu düşünüyordu. Yine de, içinde küçük de olsa 
umut kıvılcımı yeşermişti, ne umutsuzluk ne de gelecek korkusu artık bu 
kıvılcımı söndürebilirdi. Bunu hissediyordu.


Walter, Hove Court'a döndüğünde, coşkuyla güvensizliğin karışımı bir 
duygunun etkisiyle hâlâ sersem gibiydi. Anakapınm önüne geldiğinde, kendisine 
ebediyet kadar uzun gelen bir süre kaktüslerin arasında durakladı. Önce kaktüs 
çiçeklerini saymaya koyuldu. Her bulduğu sayıyı dörde katlayıp hesaplamayı 
denediyse de beceremedi. Diana'ya uğrayıp, iyimser telkinleriyle, özellikle 
viskisiyle moral bulma isteğine de epey direndi. Ağır ve sessiz adımlarla 
ilerlerken, Chebeti'yi gördü. Yeni Aja, Jettel'e hamileliği sırasında, güven, teselli 
ve gölgelerini veren ağacın altında, kucağında bebekle oturuyordu. Rahatlamıştı.
* Yavaş, yavaş.
Oğlu, Chebeti'nin açık mavi elbisesinin içine büzülmüş, güven içinde yatıyordu. 
Uzaktan bebeğin sadece kafasındaki minicik beyaz keten başlığı görünüyordu. 
Kadının çenesine okşarcasına değen başlık, sakin bir okyanusta hafif rüzgâra 
kapılmış bir gemiyi andırıyordu. Regina, çimlerin üzerinde bağdaş kurmuştu, 
başında limon ağacı yapraklarından yapılmış bir çelenk vardı. Şarkı söylemesini 
bilmediği için, Aja ve erkek kardeşine, çocuk şarkısını, boğuk ve törensel bir ses 
tonuyla okuyordu. Metinde sık sık nakaratlar vardı.
Walter kızının söylediklerinin tek kelimesini bile anlamadığına önce öfkelendi, 
sonra, İngilizce metni resitatiflerde Jaluo diline çevirmiş olduğunu fark etti. 
Chebeti, bildiği bir iki sesi yakaladı mı, hemen ellerini çırpıyor, melodik ve hafif 
gülüşlerle gırtlağını temizliyordu. Kadın iyice coşunca, Max'in minik bedeni 
kımıldadı, uyanmıştı, sanki davetkâr hoş seslere kulak veriyordu. Chebeti 
uyuması için bebeği yeniden sallamaya koyuldu.
Owuor, koyu yeşil yapraklı bir sedir ağacının altında oturmuş, dikkatle bebeğin 
hareketlerini izliyordu. Yanında, Chebeti'nin işe başladığı gün satın aldığı, 
kabzası aslan başı oymalı bir baston duruyordu. Dişlerinin arasındaki körpe 
şeker kamışını, ısırarak kemiriyor, sonra uzun saplarını tükürüyordu. Bir yandan 
da sol eliyle, Rummler'i okşuyordu. Köpek uyuklarken bile kendisini rahatsız 
eden sinekleri kovalamakla meşguldü.
Böylesine uyumlu, dolu dolu bir tablo, Walter^ çocukluğundaki kitaplarda 
gördüğü resimleri anımsatmıştı. Ama sonradan güldü. Avrupa'nın sıcakları 
insanları buradaki gibi esmerleştirmiyordu hem, sedir ağaçlarıyla, limon 
ağaçlarının altında da oturmuyor lardı..
Hava boğucu nemin etkisiyle iyice ağırlaşmıştı. Walter buna rağmen aldığı her 
soluğun tadına varıyordu. Tüm kötülüklerden arınmış saflığıyla, kendisini 
büyüleyen bu manzarayı belleğine nakşetmek için gizli bir istek duymuştu ki, 
geldiğini farkeden Regina'nın kendisine seslenmesiyle, rüyasından silkilendiğine 
memnun oldu. Kızı ona el salladı, o da eliyle karşılık verdi.
"Baba, Max'a ona yakışan bir ad bulduk. Owuor ona askari ja ossjeku diyor."
"Bu kadar küçük bir çocuk için fazla abartılı bir isim."
"Askari ja ossjeku ne demek herhalde biliyorsundur? Gece askeri anlamına 
geliyor."
"Gece nöbetçisi demek istiyorsun."


"Günün bu saatinde sıcaktan kaynayan dairede ne yapıyor?"
"Çok heyecanlı ve telaşlı," diyen Regina kıkırdadı. Babasının ses tonlarıyla, göz 
işaretlerinden anlamadığı, sonradan aklına geldi. Huzursuzlandığını fark edince, 
hemen pişman oldu. "Max gazeteye çıktı. Okudum" deyiverdi.
"Neden bunu hemen söylemedin?"
"Annemin nerede olduğunu sormadın ki. Chebeti, eğer bir erkeğin aklı safaride 
olursa, kadın çenesini tutmalıdır, diyor."
Walter "Dünyadaki bütün zencilerden de kötüsün" diye küfretti. Sabırsız bir 
telaşla sesini yükselterek söylemişti bunu.
Hızla dairesine koşarken, rahatı kaçan Owuor yerinden doğruldu. Ağzında 
gevelediği şeker kamışı parçasıyla, elindeki bastonu yere attı, uyuşmuş 
uzuvlarını gevşetmeye bile zaman bulamamıştı. Rummler de uyanmıştı, dili bir 
karış dışarıda, hantal bacaklarının olabildiğince gücüyle, Walter'in peşinden 
seyirtti.
Walter koşmasını sürdürürken seslendi:
"Hadi gazeteyi göster bakalım Jettel!. Bu kadar çabuk olacağını 
düşünmemiştim."
"İşte burada. Gazeteye haberi verdiğini neden bana söylemedin?"
"Sürpriz olsun istedim. Regina doğduğunda sana bir yüzük hediye etmiştim. 
Max için sadece gazeteye bir ilan verebildim."
"Ne ilan ama! Yaşlı Gottschalk elinde gazeteyi gelince nasıl sevindim 
bilemezsin. İlandan çok etkilenmiş. Düşünsene, kimbilir kimler okuyacak."
"Umarım okurlar, işin özü de buydu zaten. Gazeteyi okumuş olan bir tanıdık 
buldun mu bari?"
"Henüz bulmadım. O şerefi sana bırakmak istedim. Her zaman sen ilk 
olmuşsundur."
"İyi haberleriyse hep sen buldun."
Gazete sayfaları açılmış olarak pencerenin yanındaki küçük bir taburede 
duruyordu. Her rüzgâr estiğinde, incecik sarı kâğıtları, sanki bildik, ama dünya 
durdukça her zaman varolacak umut ve düş kırıklıklarının melodisini fısıldar 
gibiydi hışırdıyorlardı.
Walter "Bizim trompetler" diye espri yaptı.
"Ben de giderek Regina'ya benzedim," diyen Jettel, eski günlerindeki cilvesiyle 
başını eğerek konuşmasını sürdürdü "anlatılmayan, olmamış öyküleri duymaya 
başladım."
"Jettel, galiba yaşlılığında yazar olacaksın."
Açık pencerenin önünde durup, kireç sıvalı duvarların üzerinden taşan menekşe 
renkli begonvilleri seyrederken, karı koca birbirlerine iyice sokulmuş olduklarını 
farketmemişlerdi. Evliliklerinde, birinin diğerinin görüşünü hoşgörüyle kabul 
ettiği ender anlardan birini yaşıyorlardı.
"Der Aufbau" diğerlerinden farklı bir gazeteydi. Amerika'da Almanca olarak 
yayınlanan gazete, savaş öncesi ve sonrasında dünyadaki bütün mültecilerin 


sözcülüğünü yapmıştı. Her sayısı, zülfiyâre dokunsa da, geçmişin köklerine 
inmekten, yelkenini, anıların, kederli, acılı fırtınalarına salmaktan çekinmiyordu.
Gazetede çıkan bir iki satır bile, yazgıyı değiştirmeye yetiyordu. Haberler ve 
makalelerden önce ilk okunan, daima kayıp ve aile ilanları oluyordu. 
Vatanlarından göç ettikten sonra bir daha birbirlerinden haber almayanlar bu 
ilanlar sayesinde yeniden buluşuyorlardı. Anavatandaki ilgililere yapılan 
uyarılar sayesinde, ölmüş olduğu sanılanlar yeniden yaşama dönüyorlar, gazete, 
insani yardım örgütlerinin resmi açıklamalarından önce davranıp, cehennemden 
kimin sağ salim kurtulduğunu, kimin çıkamadığını bildiriyordu. Avrupa'da savaş 
biteli on bir ay olduğu halde, savaşı atlatanların gerçeklerden haberdar 
olabilecekleri tek kaynak çoğunluk hala "Aufbau" gazetesiydi.
Walter şaşkınlıkla, "Aman Tanrım, kocaman bir ilan," dedi, "Sayfanın ta 
tepesine kadar gidiyor. Ne düşünüyorum biliyor musun? Gönderdiğim mektup, 
bizi eskiden tanıyan birinin eline geçmiş olmalı, bize iltimas geçmiş. Düşünsene, 
adam New York'ta yaşıyor ve birden bizim adımızı, Leobschütz'den geldiğimizi 
gazetede okuyor. Aslanlara yem olmadığımızı da böylece öğreniyor."
Walter hafifçe öksürdü. Kendisini mahkemede savunma kürsüsü önündeymiş 
gibi hissediyordu.. Sanki bir suçu itiraf ediyordu. Düşünceyi çabucak kafasından 
attı. Jettel'in ilanı ezbere bildiğinden emin olduğu halde, birkaç satırlık metni 
yüksek sesle okudu: "Dr. Walter Redlich ile Perls doğumlu, (önceki adıyla 
Leobschütz) eşi Henriette, oğulları Max Ronald Paul'un doğumunu bildirirler. 
P.K 1312, Nairobi, Kenya Colony. 6 Mart 1946. Buna ne diyorsun Jettel? Senin 
kocamışın yine Doktor Bey oldu. Sekiz yıldan sonra ilk kez."
Birden, yüzbaşıyla yaptığı konuşmayı ve ordunun vereceği parayla Almanya'ya 
gitme şansının olabileceği haberini Jettel'e vermek aklından geçti. Ana karısına 
bunu uygun sözcüklerle anlatması gerekiyordu, üstelik dönüşü olmayan bu yola 
gitmekte kesin kararlı olduğunu, Jettel'i incitmeden söyleme cesaretini kendinde 
bulabilmeliydi. İyiniyetini zorlayarak, bir an için, Jettel'in kendisini 
anlayacağını, hatta uzgörürlüğünü takdir edeceğini düşlediyse de vazgeçti, eski 
deneyimleri, yanıldığını göstermişti.
Almanya'ya dönme isteğini ilk kez ona açıkladığı günden sonra, karısının 
kendisini anlayışla karşılamayacağını artık biliyordu. O günü takip eden 
günlerde, ipe sapa gelmez birtakım önemsiz tartışmalar yüzünden, aralarında 
akıl ve mantığın alamayacağı tatsız kavgalar olmuştu. O sıralar, karısının bu 
uzlaşmaz halini neredeyse kıskanınca kendisini aşığalanmış gibi hissetmişti.
Yüreğinde bir daha kapanmayacak yaralar açacak acının üstesinden gelecek 
gücü kendinde bulamayacağından ne çok kuşku duymuştu, nedenlerini 
araştırınca da dönüp dolaşıp hep aynı noktaya gelmişti; bütün suçu, anadiline, 
köklerine ve mesleğine tekrar kavuşmak istemesiydi.Çiftlikteki hayatı aklına 
gelince, ne denli eziyetli olursa olsun, bir an önce Almanya'ya dönme isteği 
büsbütün kamçılanıyordu.
Jettel onun gibi düşünmüyordu. Şimdiki yaşamlarının kendileri için tek şans 
olduğuna inanan ve Almanya'dan nefret eden sığınmacılarla birarada olmak onu 


memnun ediyordu. Diğerlerinin de kendisi gibi düşündüğünden emindi ya da en 
azından öyle olmasını istiyordu, hayatında hiçbir şeyin değişmesini istemiyor, 
değişikliklere direniyordu. Afrika'ya gelirken de öyle olmamış mıydı, 
Almanya'da geçirecekleri her günün kendileri için büyük bir tehlike olduğunu 
bile bile, sonuna kadar direnmekte ısrar etmişti.
Breslau'daki günleri hatırlamak Walter'in düşüncelerindeki doğruluğu bir kez 
daha kanıtlıyordu. Jettel'in "Annemden ayrılmaktansa ölürüm daha iyi!" dediğini 
duyar gibiydi. Karısı, kaynanasının pelüş sedirine oturmuş ağlıyordu, 
gözyaşlarından perdelenen yüzünde inatçıçocuksu bir ifade vardı. Walter, 
evliliklerinde, o günden bu yana hiçbir şeyin değişmediğini, şimdi büyük bir düş 
kırıklığıyla daha net görebiliyordu.
Jettel yanlışlarından ve hatalarından utanıp, pişman olacak bir kadın değildi. 
Yaşamının her anında ve döneminde inatla aynı yanlışları, hataları tekrarlıyordu. 
Ne var ki, Jettel'i bugün ikna edebilmek Walter için dünden daha zordu. Elinde, 
ailesini kurtarmak isteyen bir adamın ileri sürebileceği inandırıcı nedenleri 
yoktu. Hala terkedilmiş, vatanından kovulmuş biriydi, kişiliksiz, gurursuz bir 
adam olarak damgalanabilirdi. Birden içinden isyan edip öfkelenmek geldi, 
fakat hissettiği sadece kendine acıma duygusuydu, yorulmuştu.
Sesi tok ve kararlı çıksın diye, birkez daha gırtlağını temizleyip öksürürken, 
kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Gücünün giderek azaldığını farketti. Karısına 
vatanından, evlerine dönmek isteğinden söz etmeye çekiniyordu, korkusu ve 
tereddütü onu büsbütün çaresizleştiriyordu. En iyisi karısına, yeni öğrendiği 
İngilizce sözcüğü söylemekti. Bu ona akıllıca göründü.
"Repatriation"* deyiverdi.
Jettel isteksizce, "o da ne demek?" diye sordu. Bu kelimeyi, bilmek zorunda 
olup olmadığını düşünürken, bir yandan da aklından başka şeyleri geçiriyordu; 
acaba bebekle, Aja'yı eve mi çağırsaydı, yoksa daha önce Owuor, kundak 
bezlerini kaynatmak üzere suyu ocağa mı koysundu. Günün bu saatinde,bunları 
düşünmek, onu doğum öncesinde olduğundan daha çok yoruyordu, sıkıntıyla iç 
geçirdi.
"Ah bir şey değil. Sadece Yüzbaşı'nm bugün bana söylediği şeyleri kafamdan 
geçiriyordum. Bütün gün yaşlı domuzun yazı masasında duran bir talimatnameyi 
saatlerce aramak zorunda kaldım."
"Ya demek bugün ona gittin? Seni terfi ettirmesi gerektiğini umarım ona 
söyleme fırsatın olmuştur. Bu konularda fazla girişken biri olmadığını Elsa bile 
söylüyor."
"Jettel, artık şunu iyice kafana koy, sığınmacılar çavuşluktan daha üst unvana 
yükselemezler. Fırsatlardan yararlanmaktaki becerime de lütfen inan."
O günden sonra, Jettel'le Almanya hakkında sakin bir ortamda konuşma şansı 
olmadı. "Der Aufbau" gazetesinden buna fırsat kalmadı. İlanın gazetede 
yayınlanmasından altı hafta sonra ilk mektubu aldılar. Bu ve daha sonra gelen 
bütün mektuplarda hep geçmişten, geçmişte yaşanan acılardan söz ediliyordu, 
sonunda, Walter karısına gelecek hakkında mutlu bir tablo çizme cesaretini 


yitirdi, zaten kendisi de en iyimser olduğu günlerde bile gelecekle ilgili oldukça 
temkinliydi.
İlk mektup Şanghay'da yaşlı bir kadından gelmişti. Şöyle diyordu: "Beni güzel 
Mainz'dan buralara sürdüler.. Şimdi, Sayın Doktor, sizin sayenizde içimde 
minicik bir umut ışığı yandı; bir erkek kardeşim var, başına neler geldiğini 
öğrenmek istiyorum. Kendisinden en son 1939 Ocak ayında haber alabildim. 
Paris'ten yazdığı mektupta, oğlunu görmek umuduyla Güney Afrika'ya gitmek 
istediğini söylüyordu. Kuzenimin Güney Afrika'daki adresini ne yazık ki 
bilmiyorum, o da benim Şanghay'da yaşadığımı bilmiyor. Afrika'da tanıdığım 
tek insan sizsiniz. Erkek kardeşimle karşılaşmanız kuşkusuz büyük bir rastlantı 
olurdu, ama bizlerin hayatta kalması da rastlantı değil mi? Hepimiz hayatımızı 
rastlantılara borçluyuz.. Size ve oğlunuza mutluluklar diliyorum, umarım bize 
layık görülen bu dünyadan daha iyisinde büyüme olanağı bulur."
Bunu, Walterle Jettel'in tanımadıkları insanlardan gelen bir yığın mektup izledi, 
hepsi de, izini kaybettikleri yakınlarından, akrabalarından haber almayı umud 
ediyordu.. Avustralya'dan bir erkek "Eniştem 1934 yılında Buchenwald'da 
öldürüldü," diye yazıyordu, "kız kardeşim de bunun üzerine iki küçük çocuğuyla 
Ratibor'a taşındı, orada bir dokumacı tezgâhında iş buldu. Kızılhaç arşivinde 
yapılan araştırmalardan sonuç alamadık, sürgün kayıt listelerinin hiçbirinde 
kızkardeşimle çocukların adlarına rastlayamadık. Kız kardeşim bir keresinde 
Leobschütz'den söz etmişti, bu mektubu size bu yüzden yazıyorum. Belki onun 
adına rastlamışsınızdır ya da Ratibor'da hayatta kalmış olan yahudilerle bir 
bağlantınız vardır. Bu ricamın budalaca bir şey olduğunu biliyorum, ama henüz 
umudumu yitirmedim."
Ertesi gün buna benzer bir başka mektubu okuyan Jettel hayretle, "Ben de 
Leobschütz'ü kimse bilmez sanırdım," dedi, "Hiç değilse bir gün, güzel bir haber 
duysak bari"
Walter'de canı sıkkın yanıtladı, "Auschwitz'in Yukarı Silezya'ya ne kadar yakın 
olduğunu ben de ancak şimdi farkettim. Bu beni epey uğraştıracak."
Uzak diyarlardan Nairobi'ye uzanan bu acılarla boş umutlar, karı kocanın salt 
kendi yaralarını yeniden deşmekle kalmamıştı, mektupta yazılanları okudukça, 
hisleri adeta dumura uğramıştı.
Walter sonunda dayanamayıp, oğluna dönerek, "Gördün mü yediğin haltları," 
dedi, "Bir ilan yüzünden başımıza neler geldi?"
Mayıs ayının bir cuma günüydü, Regina, Owuor'un sepetinden bir mektup aldı. 
"İlse adında biri Amerika'dan yazmış," diye annesiyle babasına haber verdi..
İlse'yi İngilizce aksanıyla söylemişti, Jettel elinde olmadan güldü. "Almanya'da 
bu adda biri yok, ver bakalım şu mektubu."
Regina atıldı/'Sakm zarfı yırtma! Amerika'dan gelen zarflar çok güzel oluyor." 
Birden annesinin yüzünün sarardığını, ellerinin titrediğini gördü.
Jettel hıçkırarak, "Sakın ağladığımı sanma Regina," dedi, "bunlar sevinç 
gözyaşları, mektup gençlik arkadaşım ilse Schotlaender'den geliyor. Yaşadığına 
inanamıyorum."


Birlikte pencerenin yanına oturdular, Jettel ağır ağır mektubu okumaya koyuldu, 
her heceyi içine sindirmek istiyordu. Regina bazı sözcükleri anlamıyordu, 
birtakım yabancı adlar, mısır tarlasındaki çekirgeler gibi kulaklarında dolanıp 
duruyorlardı. Annesinin her güldüğü ya da ağladığında aynı tepkiyi vermekten 
yorulmuştu, yine de onun heyecanı, üzüntüsüyle sevincini kamçılıyor, yeniden 
canlanıyordu. Ovvuor çayı vakitsiz, demlemeye" koymuştu, yabancı ülkelerden 
mektupların geldiği günler için sakladığı, mendillerini dolaptan alarak, hamağa 
uzandı. Anlaşılan ağlamaya hazırlanıyordu.
Jettel mektubu dördüncü kez okuduğunda, ikisinin de gücü tükenmişti, ne Jettel 
ne de Regina'nın konuşacak takati kalmıştı.. Ancak öğle yemeğinden sonra 
kendilerine gelebildiler.
Mektuptan Walter'e nasıl söz edeceklerini bilmiyorlardı, sonunda hiçbir şey 
söylemeden mektubu her günkü postayla birlikte yuvarlak masanın üzerine 
koymaya karar verdiler. Henüz akşam olmamıştı ki, Jettel daha fazla 
dayanamadı, telaşla kendini evden dışarı attı. Sıcağa aldırış etmeden Regina'yı, 
Max'i, Aja'yla köpeği de yanma alarak doğru otobüs durağına yollandı.
Walter onları görünce, otobüsün durmasını beklemeden, yere atlarken, merakla 
sordu: "Owuor'a bir şey mi oldu yoksa?" korkmuştu.
"Hayatının en güzel ekmeklerini pişiriyor," dedi Jettel.
Walter hemen anlamıştı. Kendini, sevincini, hediye paketini açtıktan sonrasına 
saklayan bir çocuğa benzetti. Önce Jettel'i, sonra Regina'yı öptü, oğlunun başını 
okşadı, sonra da Chebeti'nin sevdiği "Don't face me in" şarkısının melodisini 
ıslıkla çalmaya koyuldu. Sonunda sordu:" "Kim mektup gönderdi?"
"Tahmin bile edemezsin"
"Leobschütz'den biri mi?"
"Hayır,"
"Sohrau'dan mı?"
"Hayır,"
"Söyle artık, yoksa patlayacağım."
"New York'tan ilse Schotlaender. Yani Breslau'dan.."
"Zengin Schotlaender'ler mi? Hani şu Tauentzien Meydanı'nda oturan aile? "
"Evet. ilse benim smıfımdaydı."
"Aman Tanrım, onu yıllardır aklıma getirmemiştim."
"Ben de. Ama o beni unutmamış."
Jettel Walter7 e mektubu, otobüs durağında okuması için ısrar etti. Caddenin 
kenarında iki bodur akasya ağacı vardı.. Chebeti ağaçları gösterdikten sonra, 
Memsahib lafını bitirir bitirmez, çocuk arabasından bir örtü aldı, dudaklarında 
Bwana'sının güzel melodisini mırıldanarak, örtüyü ağaçlardan yüksek
olanının altına serdi. Gülerek, Max'i arabasından çıkardı, çocuğun yüzünde 
oynaşan gölgeleri bir süre seyrettikten sonra, küçüğü bacaklarının arasına uzattı. 
Koyu renk gözlerinde menevişler ışıldıyordu.
Sevinçle seslendi, "Bir mektup, bir mektup... büyük sulardan yüzerek geldi. Onu 
Owuor getirdi."


Regina küçük bir kız çocuğu gibi babasına yalvarıyordu, "Oku baba, lütfen 
yüksek sesle oku!"
"Annen sana mektubu defalarca okumuştur," "Evet, ama okurken o kadar çok 
ağladı ki, hiçbir şey anlamadım."
Walter okumaya başladı. "Benim sevgili, sevgili Jettel'im. Annecik dün elinde 
"Aufbau" gazetesiyle eve geldiğinde aklım çıkacak sandım. Hâlâ heyecanım 
geçmedi, şu anda sana mektup yazdığıma inanamıyorum. Oğlunuzun doğumu 
için ikinizi de bütün kalbimle kutluyorum, dilerim bizim yaşadıklarımızı 
yaşamaz. Kızınla bizi Breslau'da ziyaret ettiğiniz günü daha dün gibi 
anımsıyorum. Regina o zamanlar henüz üç yaşında ürkek bir çocuktu. Herhalde 
şimdi çoktan genç bir kız olmuştur, Almancayı da unutmuştur. Daha doğrusu 
Almanca konuşmuyordun. Buradaki sığınmacı çocukları anadillerinden 
utanıyorlar. Haksız da değiller..
Sizin Afrika'ya göç ettiğinizi biliyordum, ama sonradan izinizi kaybettim. 
Anlatacak o kadar çok şey var ki, nereden başlayacağını bilemiyorum. Aslında 
bizim hikâyemiz pek uzun değil. 9 Kasım 1938 günü, hayvan herifler, evimizi 
talan ettiler, akciğer iltihabıyla yatağında hasta yatan iyi yürekli babacığımı 
caddede sürükleye sürükleye götürdüler. Onu son görüşümüz oldu. Dört hafta 
sonra da hapiste öldü. Hâlâ o günleri düşünürken umutsuzluk ve çaresizlikten 
kahroluyorum, hayatım boyunca yaşadıklarımı unutmayacağım. O günlerde hep 
ölmek istedim, her seferinde annem engel oldu..
Babamın her arzusunu daha söylemeden gözlerinden okuyan, bu ufak tefek, 
narin kadın, babamdan miras kalan ne varsa hepsini paraya çevirdi. Amerika'da 
uzaktan akrabası olan bir kuzeni, bizim için yeminli yazılı bir belge sağladı. Kim 
bize yardım elini uzattı, gemiye nasıl bindik? Bugün bile hâlâ bilmiyorum. Bu 
konuda birileriyle konuşmaya da cesaret edemedik. İnsanlara veda etmeye dahi 
korktuk. Kimseye güvenimiz kalmamıştı çünkü (Wertheim'da kızkardeşin 
Kaete'i uzaktan gördüm, ama yüzyüze gelmedik), ülkeden ayrılmak istediğimiz 
duyulursa, işler büsbütün sarpa saracaktı. Son gemiyle Amerika'ya geldik. 
Yanımıza birkaç değersiz anı eşyasının dışında bir şey almadık. Aldıklarımızın 
içinde bize en çok yarayan, sevgili Anna'nın verdiği yemek kitabı oldu. İyi 
yürekli Anna'cık korkmadan gizli gizli ziyaretimize gelirdi.
Etrafımızda aşçılar ve hizmetçiler görmeye alışıkken, iki elektrik ocağı olan 
küçük bir odaya sığınmak zorunda kaldık. Önce, sığınmacılara yemek 
pişirmekle işe başladık.. Rafadan bir yumurta için suyun kaç dakika kaynaması 
gerektiğinden bile haberimiz yoktu. Yine de Schottlaender'lerin varlıklı 
günlerinde sofraya gelen yemekleri yapmayı bir şekilde becerebildik. Bizi 
ayakta tutan, yemek pişirmedeki hünerimiz değildi tabii, yaşama sevincimizin 
tek kaynağı, annemin sonsuz iyimserliği ve hayal gücüydü.
Yemeklerden sonra sofraya tatlı yerine, annemin anlattığı, Breslau'daki yahudi 
sosyetesinin dedikoduları gelirdi. Varını yoğunu kaybeden, hayatta kalma savaşı 
veren bu insanların birtakım saçma sapan, anlamsız dedikoduları, nasıl büyük 
bir merakla dinlediklerini görseydin şaşırırdın. Bugün hala evyapımı


reçellerimizi, keklerimizi, salatalık turşularını, ringa balığı tuzlamasını 
satıyoruz. Ben bir kitapçı dükkânında tezgahtarlık yapıyorum, İngilizcem hâlâ 
pek iyi olmamakla birlikte, en azından okuyup yazabiliyorum ki burada pek 
önemseniyor. Bir zamanlar yazar olmak istemiştim, hatta biriki küçük başarılı 
çalışmam bile olmuştu. Şimdi hepsini çoktan unuttum. Gençlik hayallerim sana 
bu mektubu yazarken aklıma geldi. Hatırlar mısın bilmem, okuldayken edebi 
metinlerin yazılmasında sana yardım ederdim.
Breslau'dan biriki kişiyle görüşüyoruz. Grünfeld kardeşlerle sık sık buluşuyoruz. 
Ailenin garın yanında bir tekstil toptancı mağazası vardı, Silezya'nın neredeyse 
yarı nüfusuna mal gönderiyordu. Wilhelm'le Siegfried, 1936 yılında New York'a 
gelmişlerdi. Annesiyle babası Almanya'yı terk etmek istemeyince, Naziler onları 
bir yerlere sürgüne gönderdi. Silberman (cilt doktoruydu, dil sınavını 
veremediği için, şimdi küçük bir otelde kapıcılık yapıyor) ve Olschewski'ler 
(eczacıydı, sadece kızkardeşiyle çocuğunu kurtarabildi), burada "dördüncü 
Reich" dedikleri bize yakın bir semtte yaşıyorlar. Ben geçmişle bütün bağlarımı 
kestim, ama annemin aklı hâlâ eskilerde.
Jettel, seni Afrika'da hiç gözümün önüne getiremiyorum. Korkak bir mizacın 
vardı.. Hatta arılar ve örümceklerden bile korkardın. Eğer doğru hatırlıyorsam, 
giyimine de çok düşkündün. Şık elbiseler giyemeyeceğin bir işte çalışma 
düşüncesi bile hoşuna gitmezdi. Yakışıklı kocanı da çok iyi hatırlıyorum. İtiraf 
edeyim ki, seni ondan hep kıskanmışımdır. Güzelliğini ve erkeklerin yanındaki 
başarılarını da...Bana gelinca... henüz ikimiz de on iki yaşındayken, arada bir 
kavga ettiğimizde bana hep "kızkurusu kalacaksın" diye takıldın, bu öngürün 
doğru çıktı, yaşlı bir kızkurusu olarak kaldım, ama bana evlenme teklifi yapacak 
kadar gözleri kör biri çıksaydı bile, kabul etmezdim.
Benim için bunca fedakârlık yapan anneciğimi asla yalnız bırakmazdım.
Sana bir şey daha anlatmak istiyorum. Bizim eski okul hademesi Barnowsky'yi 
hatırlıyor musun? İlkbahar oldu mu, bahçıvanla, bizim Gretel'in çamaşırlarını 
taşımasına yardıma gelirdi. Babam yetenekli olan en büyük oğlunun okul 
masraflarını karşılardı, bizim bundan haberimizin olmadığını zannediyordu. İyi 
yürekli Barnowsky'nin göç edeceğimizden nasıl haberi oldu bilmiyorum, ama 
ayrılmadan önceki son akşam birden çıkageldi, bize yolculuk nevalesi olsun 
diye, sosis getirmişti. Bize o kadar iyilikleri oldu ki, şimdi artık eskisi gibi bütün 
Almanlardan nefret edemiyorum.
Mektubumu artık bitirmeliyim. Yazmaktan hoşlanmadığını biliyorum, yine de 
bu mektubumu yanıtlarsın diye umuyorum. Bilmek istediğim o kadar çok şey 
var ki. Annem, Kenya'da, Breslau'dan başka tanıdıklar var mı diye çok merak 
ediyor. Eski hikâyeler beni sadece üzüyor. Babam öldüğünde, benim de bir 
parçam öldü. Biliyorum dinimizde şikâyet etmek günah. Hayatta kalanlarımızın 
hiçbiri ruhunu kurtaramadı. Eski arkadaşın ilse'ye hemen yaz."
Walter mektubu gömleğinin cebine koyarken, gölgeler iyice koyulaşmış, 
uzamışlardı. Ayağa kalktı, Jettel'i de yerden kaldırdı, bir şey söylemek ister gibi 
durakladılar, sonra karşılıklı hafifçe başlarını sallamakla yetindiler. Otobüs 


durağından Hove Court'a giden kısa yolda, sadece Chebeti'nin şarkı söylediği 
duyuluyordu. Açlıktan iyice keyfi kaçmaya başlayan bebeği, yatıştırmaya 
uğraşıyordu. Hafif bir sesle hoş bir melodiyi mırıldanıyordu. Şarkısının 
Memsahib'le Bwana'nm gözyaşlarını dindirdiğini görünce keyiflendi. Yüzünde 
memnun bir ifadeyle, gülerek "Yarın yine bir mektup gelecek. Yarın iyi bir gün 
olacak" dedi..
XX. BÖLÜM
Chebeti'nin, fazla yufka yürekli olması yüzünden, küçük Max'm, yürümeye 
başladıkları zaman bile hâlâ meme emen kendi kabilesinin çocuklarına 
benzediğine dair söylentiler dolanmaktaydı. Max bu nedenle hantal ve güçsüz 
kalmıştı. Ama altıncı ayına girdiği gün Max, ummadık bir şekilde bu 
söylentilere son vermeyi başardı. Chebeti'nin küçük askari, bu konuda epey 
karamsar olan bilgiç Alman anneleri utandıran bir gayretle, dadısının yardımı 
olmaksızın bebe arabasında doğruluverdi. Bir pazar günü öğleden önceydi. Altı 
kilo ağırlığındaki bebeğin bu becerisi ne yazık ki pek kimsenin dikkatini 
çekmedi, Hove Court'un bahçesi buna uygun bir mekan değildi çünkü.
Kadınların çoğu, zengin mönülü pazar sofra geleneğini burada da hâlâ 
sürdürüyordu. Giderek pek bir popüler olan Brunch sözcüğü, buranın âdetlerine 
yabancı olduğundan, aslında bunu yaptıkları için biraz da utanıyorlardı. Bugün 
de vazgeçemedikleri pazar yemeği için kolları sıvamışlardı, mutfak personelinin 
yemek pişirmesini denetlerken bir yandan bayatlamış etin kalitesizliğinden 
yakınıyorlardı. Erkeklerse, "Sunday Post" gazetesiyle cebelleşiyorlardı, 
gazetenin kullandığı arı dil, edebi olma iddiası ve Londra'daki yüksek tabakayla 
ilgili anlaşılması zor haberler, çoğu sığınmacının yeteneğini zorluyordu, 
okumaya zaman zaman ara vererek streslerini atmaya çalışıyorlardı.
Owuor her zamanki gibi sık sık pencereye gidip dışarı bakmış olsaydı, küçük 
Max'in bebek arabasında neredeyse ayaklandığını görebilecekti. Epeydir, 
geceleri sakin sakin uyuduğu halde, Owuor ona hâlâ ısrarla "askari" diyor ve 
küçüğüyle müthiş gururlanıyordu. Mahsul öncesi çok yağmur yiyen patateslerin 
suda dağılmalarından telaşa kapılmış, ilk avına çıkan genç bir Massai gibi 
mutfakta dolanıp duruyordu. Bu yüzden, kendisini gururlandıracak olan, 
bahçedeki o müthiş sahneyi kaçırmıştı.
Chebeti de o sırada çocuk bezlerini ütülemekteydi, Owuor'un erkeklik gururuna 
pek dokunuyordu bu. Ağır kömür ütüsüyle uğraşmak onun işiydi çünkü, bir 
Aja'nın görevi sadece çamaşır yıkamaktı. Jettel'le Walter7 e gelince, ikisi de 
yorgun olduğundan bir önceki akşam başladıkları kavgalarını ertelemişlerdi, 
Jettel, 'repatration' sözcüğünün ne anlama geldiğini kocasından öğrenince, zaten 
konuşacak bir şeyleri kalmamıştı.
Karı koca Profesör Gottschalkı'ı ziyarete gitmişlerdi. Profesör ayağını 
incittiğinden beri, yemeğini ve dünyada olup biten yeniliklerle ilgili haberleri 
haftalardır dostları getiriyordu, ne radyoları ne de gazeteleri takip edebiliyordu.


Böylece kardeşi Max'in sadece Diana'nm köpeğini dikkatini çeken bir enerjiyle, 
sevinç çığlıkları atarak hayatının yeni bir hamlesine kalkıştığına sadece Regina 
tanık olabildi.
Max o ana kadar minicik bir bebekti, ufkunu genişletmek istediğinde yattağı 
yerden gözlerini gökyüzüne diker, büyüklerinin kendisini kaldırmasını beklerdi. 
Şimdiyse bir kuşun tehlike anında kanat çırpması kadar kısa bir zamanda, ne 
olup bittiğini öğrenmek için insanların gözlerine bakan, meraklı küçük bir insan 
oluvermişti.
Çocuk arabası, bir zamanlar Regina'nm İngiliz perisinin yuva yaptığı Guajava* 
ağacının gölgesinde duruyordu. Ancak peri sınıf farkı gözettiğinden, bir 
sığınmacı çocuğun dilekleriyle ve üzüntüleriyle artık pek ilgilenmiyordu. Regina 
bu yüzden ancak güneş batıp gölgeler düşmeye başladığında, hayallerinin 
sığmağı olan bu ağacın altına geliyordu.
Max gözlerini şaşkın şaşkın gece parıldayan ay gibi kocaman açarak, sıcak 
yastığından doğrulduğunda, Regina yeni bir şey keşfetti. Belleğine gömdüğü 
anıları, sadece iyi bildiği ve tanıdığı bir kokunun yeniden canlanabileceğini ilk 
kez bütün açıklığıyla görüyordu. Bunu farkedince biraz kafası karıştı. Çoktan 
geride bıraktığı o günlerin hoş kokusunu yeniden duyunca, üzüntüyle burnu 
karıncalanmaya başladı. Bu perisine yapılan bir çağrıydı. Ama onu isteyip 
istemediğine karar veremiyordu. Evetle hayır arasında bocalıyordu.
Sonunda kararlı bir sesle, "Hayır," dedi, kardeşine bakarak, "ona artık ihtiyacım 
kalmadı. Şimdi sen varsın. Sana bir şey anlatıldığında hiç değilse gülüyorsun. 
Perimle olduğu gibi, seninle de ingilizce konuşabilirim. En azından yalnız 
kaldığımız zamanlar. Yoksa Svahili dili daha mı hoşuna gider?"
Regina ağzını açıp keyifle serin havayı içine çekti. Max hayatından memnundu, 
kardeşinin midesindeki guruldamaları duyunca, Regina onun "Aja" dediğini 
hayal ederek, kıkırdadı:
"Sakın babam duymasın. Oğlunun ilk söylediği kelimenin Svahili olduğunu 
duyarsa deli olur. Seninle Almanca konuşmak, sana vatanını anlatmak ister. 
Hadi, bir kere Leobschütz de bakalım, ya da hiç değilse Sohrau diyebilirsin."
Regina çocukça davrandığını fark etmişti. Kendini, gereksiz çığlıklarıyla 
hemcinslerinin iştahını kabartıp, sonra da onlarla ganimetini paylaşmak zorunda 
kalan acemi bir akbabaya benzetti. Hayal dünyasıyla daldığı girdaptan, yara 
almadan düzlüğe çıkamayacaktı. Eskiden, yanıt vermeden bütün dileklerini 
yerine getiren perisiyle oynadığı güzel oyun artık bozulmuştu, annesiyle 
babasının, Ol'Joro Orok'daki çakalların her geceki ulumalarına benzeyen 
bitmeyen kavgalarını anımsatıyordu.
Babasının Almanya'nın lafını ettiği anda, üzülüp kedere garkolduğunu daha o 
zamanlardan biliyordu. Ama bir süre sonra Almanya herkes için tehlikeli 
olmaya başlamıştı. Regina'nın çocukken, anlamadığı ama korkması gerektiğini 
bildiği kelimelerden daha da büyük tehlikeydi, en azından Regina öyle 
hissediyordu, annesiyle babasının tartışmaları hep Almanya yüzünden çıkıyordu 
çünkü. Bu acımasızca kavgaya kulaklarını tıkayamadığı günler, bir ayrılık sözü 


duyuyor, bu da ona çiflikten ayrılışından da daha büyük acı veriyordu, Martin'e 
söz verdiği hâlde, bütün gayretine rağmen çiftliği unutamamıştı.
Regina'yı korkutan, sadece babasıyla annesinin kötü sözlerle birbirlerini 
üzmeleri değildi, Almanya konusunda kendisinin de karar vermesini istiyorlardı, 
ya aklıyla ya da yüreğiyle hareket edecekti. Aklı annesinden yanaydı, yüreği ise 
babası için çarpıyordu.
Regina "Biliyor musun askari?" diyerek, Owuor ve Chebeti'nin çocukla yalnız 
kaldığı zamanlarda yaptıkları gibi, Jaluo'ca konuşmaya başladı, "ileride senin de 
başına gelecek bu.. Biz diğer çocuklara benzemiyoruz, onlardan farklıyız. Başka 
anne babalar çocuklarıyla hiç konuşmaz, onlara bir şey anlatmaz, bizim 
annemizle babamız ise bize her şeyi söylüyorlar. Dillerini tutamayan bir 
annemiz ve babamız var."
Ayağa kalktı, sert çalıların çıplak ayaklarını iğnelemesiyle kan dolaşımının 
hızlandığını hissetti, sonra koşarak yeni açan Afrika menekşelerine seyirtti, 
aralarından bir eflatun çiçeği seçip kopardı. Tekrar arabanın yanına dönerek, 
elinde özenle tuttuğu narin çiçeği, okşarcasına bebeğin yüzüne sürmeye 
koyuldu. Max sonunda viyaklamaya başladı, sanki Jaluo ve Svahili karışımı bir 
dilde iki hecelik bir ses çıkardı.
Kardeşini kucağına alan Regina kulağına eğilerek fısıldadı. "Eğer kimseye 
söylemezsen" diye İngilizce konuşmasını sürdürdü, "sana bir sır vereceğim. Dün 
annem, kimse beni katillerin ülkesine zorla götüremez diye bağırdı, ben de 
onunla ağlamaya başladım. Annesiyle kızkardeşini hatırlamıştı. Biliyor musun 
onlar bizim anneannemiz ve teyzemizdi. Sonra babam anneme dönerek, "herkes 
katil değil" diye bağırdı. Babamı öyle yüzü sararmış, titrerken görünce, içim 
acıdı.. Bu sefer onun için ağladım. Zaten hep böyle oluyor. Kimin yanında 
olacağımı bilmiyorum.. Beni anlıyorsun değil mi, en rahat seninle 
konuşabiliyorum. Ne iyi, bir Almanya'nın olduğundan bile henüz haberin yok."
O sırada Walter uzaktan seslendi, "Regina, kardeşinin kafasını yine o ünlü 
İngilizce şiirlerinle mi dolduruyorsun, yoksa beynine başka saçmalıkları mı 
sokuyorsun?" Karadut ağaçlarının arkasından Regina'ya doğru geliyordu.
Regina kızaran yüzünü, yukarıya kaldırdığı kardeşinin küçük bedeninin arkasına 
gizledi, kurduğu tuzağa düşen bir avcıya benzetti kendini. Owuor ona hep 
"Leopar gibi gözlerin var. Her şeyi uzaktan görebiliyorsun," derdi. Oysa bu kez 
yanılmıştı. Babasının geldiğini fark etmemişti.
"Yaşlı Gottschalk'ı ziyarete gittiğini sanıyordum" dedi, kekeleyerek.
"Evet ziyaretine gittik. Sana selam gönderdi, en kısa zamanda seni yeniden 
görmek istiyor. Mutlaka onu ziyaret etmelisin Regina, ihmal etme. Yaşlı adam 
giderek daha yalnızlaşıyor. İstemesini beklemeden, ona mümkün olduğu kadar 
yardım etmemiz lazım. Kendimizden başka verecek bir şeyimiz de yok zaten. 
Annen dairesine çekildi. Ben de çocuklarım beni görürse sevinirler diye 
düşündüm. Ama görüyorum ki, bizim kız suçüstü yakalanan bir yumurta 
hırsızına benziyor."


Walter'in hayal kırıklığını gören Regina pişmanlık duydu. Uzuvlarında derman, 
ağzında dişi kalmamış, güçsüz, yaşlı bir kadın gibi yerinden doğrularak Max'i 
arabasının minderine yerleştirdi, çekingen ve ürkek bir tavırla, babasına doğru 
gidip onu sıkı sıkı kucakladı, sanki kollarının gücüyle, babasını, öğrenmesini 
istemediği düşüncelerden uzaklaştırmak istiyordu. Geçen geceki gerginlik, 
yüzünden çok bedeninin titremesinden anlaşılıyordu. Regina içinde sonsuz bir 
üzüntüyle, vicdanın sızladığını hissetti, babası için üzüldüğünü ona da 
hissettirmek için, kafasında uygun sözcükler bulmaya çalışırken, Walter ondan 
önce davrandı:
"Biliyor musun Regina, annenle babanı seçerken pek dikkatli davranmamışsın," 
diyen Walter bir ağacın altına oturdu, "seni yine yabancı bir ülkeye götürmeye 
hazırlanıyorlar." "Gitmek isteyen sensin, annem istemiyor."
"Evet Regina ben istiyorum, gitmeye de mecburum. Ve bu konuda bana sen 
yardım edeceksin!"
"Ama ben henüz bir çocuğum."
"Çocuk değilsin, bunu sen de biliyorsun. En azından işimi kolaylaştırmama 
yardım et. Seni mutsuz kılarsam kendimi asla affetmem."
"Neden Almanya'ya gitmek zorundayız? Başkaları gitmiyor. Inge babasının 
gelecek yıl İngiliz olacağını söylüyor. Sen de j olabilirsin.. Üstelik ordudasın, o 
değil."
"Inge'ye Almanya'ya dönmek istediğimizi mi anlattın?"
"Evet, anlattım."
"Peki ne söyledi?"
"Hiçbir şey söylemedi. Artık benimle konuşmuyor."
Walter "Çocukların bu kadar acımasız olabileceğini bilmezdim. Ben bunu sana 
asla yapmazdım," diyerek mırıldandı. "Beni anlamaya çalış Regina, Inge'nin 
babası belki bir İngiliz pasaportu alabilir, ama sırf pasaportu var diye İngiliz 
sayılmaz. Söyle bakalım, bir İngiliz ailesinin onu evine davet edeceğini hiç aklın 
kesiyor mu? Örneğin senin şu çok değer verdiğin okul müdiresi.."
"O asla davet etmez."
"Yalnız o değil, kimse davet etmez. Gördün mü? Benim olmayan yabancı bir adı 
taşımak istemiyorum. Nereye ait olduğumu iyice bilmeliyim.. İnsanların 
dışladıkları, hakir gördükleri bir bloody refuge olmak istemiyorum artık. Burada 
kalırsam, hep zoraki kabul gören, insanların katlanmak zorunda kaldıkları biri 
olacağım, hep dışlanacağım. Ne demektir bu, anlıyor musun?"
Regina düşünceli, alt dudağını ısırdı, yine de hemen yanıtladı, "Evet 
anlayabiliyorum" Nakuru ve Nairobi'deki okul hayatında neler yaşadığını, orada 
neler öğrendiğini acaba babası hiç sezmiş miydi?
"Burada herşey daha kötü," dedi sonunda, "Nakuru'dayken sadece Alman ve 
yahudiydim, şimdiyse hem Alman, hem yahudi hem de bloody DayScholar'im. 
Bloody Refugee olmaktan daha da berbat bir şey, inan bana baba."
"Bunları bize hiç anlatmadın!"


"Yapamadım, çünkü önce uygun sözcükleri kafmada bulamadım, sonra da seni 
üzmek istemiyordum. "Eski günlerindeki yalnızlığını anımsayarak bir süre 
konuşmadı, sonra. "Ayrıca da artık hiçbir şeyi umursamıyorum" diye ekledi.
"Maxda okula başladığında aynı şeyler başına gelecek. Umarım o da senin kadar 
hoşgörülü biri olur da, babasının beceriksizliğini anlayışla karşılar."
Babasını seven çocuk gitmiş, yerine ona hayranlık duyan yetişkin bir kadın 
gelmişti, Regina duygularmdaki değişikliği babasının anlamasını istemiyordu, 
ama gözlerinin kendisini ele verdiğine emindi. Babası annesinin sandığı kadar 
aptal, hayalperest ve zayıf biri değildi. Korkak da değildi, annesinin, her kavga 
ettiklerinde iddia ettiği gibi zorluklardan kaçmıyordu. Bwana gücü yerinde bir 
savaşçı, aynı zamanda tam bir erkekti, gereksiz yere ağzını açmayacak denli de 
akıllıydı. Galip geldiğini bildiği anda, en vurucu oklarını çıkarıyor, insanların en 
hassas noktalarını keşfettikten sonra, son darbeyi indiriyordu. İşte bu korkusuz 
Bwana, şimdi Regina'yı tam isabet kalbinden vurmuştu, aşk tanrıçası Amor gibi 
yüreğinin en derin yerinden hem de Odysseus kadar kurnaz bir manevrayla... 
Regina gülsün mü ağlasın mı kestiremedi...
"Kelimelerle savaşacaksın demek."
"Hayatımda tek bildiğim şey bu.Yine aynı şeyi yapmak istiyorum. Ve bunu sizin 
için yapacağım. Bana ancak sen yardım edebilirsin."
Babasının ona yüklediği ağır bir sorumluluktu bu. Son kez itiraz etmeyi 
denediyse de, birden ormanda yolunu kaybedip, kurtarıcı ışığı bulmuş gibi oldu. 
Yüreğine dolanan kalın ipin sonu görünmüştü, en uzun bölümüyse babasının 
elindeydi.
Walter, "Eve dönersek üzülmeyeceğine dair bana söz ver, dedi." Bana 
güveneceğine söz ver."
Babasını bunu söylerken aynı anda anılar birbiri ardına Regina'nın beynine 
üşüştüler. Şimdi Ol'Joro Orok ormanlarının kokusunu duyuyordu, çimlerin 
üzerine uzanmıştı, beklemediği bir dokunuşun sıcaklığını, ardından yüreğini 
inciten acıyı hissetti. Evet, Martin'i hatırlamıştı. Hemen babasına,
"Bunu Martinde söylemişti. Prens olup beni okuldan almaya gaeldiği zaman. 
Bana çiftlikten ayrılırsan sakın üzülme, demişti. Ona söz vermiştim. Bunu 
biliyor muydun?"
"Bir gün çiftliği unutacaksın, bunun için sana söz veriyorum. Bir şey daha 
Regina, artık Martin'i unut. Ona göre çok gençsin, sana uygun biri değil. Martin 
hiçbir zaman, kendinden başkasını sevmedi. Bir zamanlar annenin de aklını 
başından almıştı. Annen de o sıralar senin yaşlarmdaydı. Sana hiç yazdı mı?"
Regina telaşla, "Yazacak" dedi.
"Aynı baban gibisin. Her şeye inanan zavallı bir budala. Martin'den bir daha 
kimbilir ne zaman haber alırız? O Güney Afrika'da kalacak. Onu unutmaksın. 
İnsanın hayatında ilk aşkın hiç önemi yok, zaten böyle de olmalı.."
"Annem, senin ilk aşkın olmuş. Bana kendisi söyledi."
"Peki sonra ne oldu?"


"Max'la ben dünyaya geldik," diye yanıtladı Regina. Nihayet babasını 
gülümsetmeyi başarmıştı.
Dairelerine giderlerken yolda, "Almanya'ya gidersek Owuor ne olacak? Bizimle 
gelebilecek mi?" dedi.
"Bu sefer gelemeyecek. Çok üzüleceğiz ve yüreğimiz sızlayacak, ama onu hiç 
unutmayacağız. Bunu sana söylemek zorundayım Regina, çünkü artık çocuk 
değilsin. Sadece çocukları kandırabiliriz."
Öğle yemeğinde gözyaşlarını saklamak ona zor gelmedi. Owuor suda dağılan 
patatesleri, bol biberli ve bol tuzlu bir bulamaç yapmıştı.
Perşembe günü Regina, Diana'nın doğum gününe bir hediye almak üzere Chepoi 
ile çarşıya çıktı, Shakespeare'in bir şiirinden ayaküstü çevirdiği dizelerle 
Owuor'un kabaran kıskançlığın yatıştırmak için epey uğraştıktan sonra, Profesör 
Gottschalk'ı ziyarete gidebildi. Yaşlı adam, düşüp ayağını incittikten sonra ilk 
kez kapının önündeki Kennedy sandalyesinde, sırtında siyah kadife ceketiyle 
oturuyordu. Dizlerindeki örtünün üzerinde sevdiği kitap duruyordu. Regina 
kitabı her gördüğünde adeta büyülenirdi, heyecandan üzerindeki yazıları bile 
okuyamazdı. Kitap uzun süredir okunmuşa benzemiyordu, deri ciltli kapağı 
tozlanmıştı.
Aslında yaşlı adamın kitabı okumaktan zevk almadığını fark edince içinin 
daraldığını hissetti. Gottschalk, gözlerini, meyve vermeyen limon ağaçlarının 
olduğu safarideki bir dünyaya çevirmişti sanki, oysa sağlığında sık sık bu 
ağaçların altında gezinirdi. Onu son gördüğünden bu yana, kafasındaki siyah 
şapka sanki daha büyümüş, şapkanın altındaki yüzüyse iyice ufalmıştı, buna 
karşın sesi hâlâ eskisi kadar güçlüydü. "Geldiğine sevindim, zaman giderek 
daralıyor/'dedi.
Regina izcilikte öğrendiği bir nezaketle, "Tatilde olduğum için gelebildim" dedi.
"Ben de bir zamanlar tatil yapardım."
"Siz her zaman tatildesiniz."
"Hayır, memleketimdeyken tatile çıkardım sadece. Burada bütün günler 
birbirinin aynı. Yaz kış hep aynı. Özür dilerim Lilly, ne demek istediğimi 
anlayamazsın. Henüz çok gençsin."
Regina Profesör'ün kendisini kızıyla karıştırdığını fark edince, bunu hemen ona 
söylemek istedi, çünkü buranın geleneklerine göre bir başkasının adını ödünç 
almak iyi sayılmazdı..Ama bu kadar karmaşık bir öyküyü, Owuor'un anadiliyle 
yaşlı adama nasıl anlatacağını kestiremedi.
"Babam da sizin gibi konuşuyor," diye fısıldadı.
"Merak etme, o da çok geçmeden artık böyle konuşmayacak.Buraya veda edip, 
yeni bir hayata başlamaya kendini hazır hissediyor." Hafifçe göz kırptı, yüzünde 
sevinç belirtisi sezilmiyordu; "Baban akıllı bir adam. Hâlâ umutlu. Yüreğindeki 
ses insanı asla aldatmaz, umudunu boşa çıkarmaz."
Regina hava kararmadığı halde, teninin hafiften ürpermesine anlam veremedi. 
Çok geçmeden anladı. Onu ürperten profesörün gülüşüydü. Ava çıkamayan yaşlı 
çakalların gece ulumalarına benziyordu. Profesör acaba kaç yaşında diye 


aklından geçirdi, neden yaşlı insanlar hep anlaşılması zor şeyler söylerlerdi ki, 
antik söylencelerdeki gizemli masalları bile anlamak daha kolaydı.
Profesör sordu: "Almanya'ya gideceksin diye seviniyor musun?"
"Evet" dedi Regina, ardından parmaklarını çaprazladı, ağzından kaçırdığı 
yalanın zehirinden vücudunu koruması içinbunu ona Owuor öğretmişti. Şimdi 
de yalan söylemişti çünkü..Regina Profesörün, kafasının başka yerlerde 
olduğunu çoktan sezmişti. Sanki Regina'ya değil de kendine kendine bir şeyler 
anlatıyordu. Regina buna hiç şaşırmadı. Babasıyla da aynı şey olmuyor muydu, 
karşısındaki dinlemese bile bir insan mutlaka yanında konuşacak biri olsun 
isterdi..
Gottschalk "Keşke sizin yerinizde ben olsaydım," dedi. "Düşünsene, 
memleketindesin, kendi evindesin, sokağa çıktın, etrafındaki bütün insanlar 
Almanca konuşuyor. Çocuklar bile. Bir şey soruyorsun, hemen anlıyorlar ve 
cevaplıyorlar."
Regina konuşmak için ağzını açtıysa da hemen vazgeçti. Bir süre bekledi, acaba 
profesör, kendisinin iskemlesinin hemen yanında, yerde oturduğunun farkında 
mıydı?
Yaşlı adam, sessizliği bozdu, yumuşak bir sesle,"Frankfurt öyle güzel bir şehirdi 
ki... Hatırlıyor musun? İnsan nasıl olur da Frankfurt'lu olmaz," derdin hep, 
henüz küçücük bir kızken. Duyanlar da hep gülerdi. Tanrım ne mutluyduk o 
zamanlar. Ve de çılgın. Gittiğin zaman vatana benden de selam götür. Onu 
unutmadığımı söyle. Unutmayı çok denedim, ama beceremedim."
"Söylerim," dedi Regina, şaşkınlığını anlamaması için öksürmeğe başladı.
"Beni ziyarete geldiğin için de teşekkür ederim. Annene söyle, şan dersine geç 
kaldın diye, sakın sana kızmasın," Yaşlı adam hâlâ kızı Lilly'le konuştuğunu 
zannediyordu.
Regina, gözkapaklarmın altından sızan tuz damlacıkları kuruyana kadar 
gözlerini açmadı. Etrafı net görmesi epey sürdü. Gözlerini açtığında, profesör 
uyumuştu. Sesli solukları rüzgârın uğultusunu kesiyordu, siyah şapkası 
devrilmiş, burununa değiyordu..
Regina kurumuş toprağın üzerinde çıplak ayakları kelebekler kadar hafif 
koşarken yine de gürültü yapmamak için parmaklarının ucunda sekiyordu. 
Yolun yarısına geldiğinde, dönüp arkasına baktı, profesör'ün hâlâ sakin bir 
şekilde uyuduğunu görmek onu nedenini anlayamadığı bir şekilde sevindirdi. 
Almanca "hoşça kal" yerine "Kwaheri" dediğini profesörün duymadığını 
biliyordu çünkü..
Akşam olmuştu. Howe Court sakinleri, Gottschalk'ı hâlâ sandalyesinde sakin 
sakin oturur görünce hayret ettiler. Profesörün, Afrika gecelerinin serinliğinden 
nefret ettğini hepsi biliyordu çünkü. Çok geçmeden, öldüğü söylentisi, hızla 
etrafta yayıldı, sanki ormanlardan gelen davul seslerinin yankılanmasıyla haber 
bu kadar çabuk duyulmuştu.
Defin töreni ertesi gün yapıldı. Günlerden cumaydı. Yahudi âdetlerine göre, ölü 
Sabbat başlamadan önce gömülmeliydi. Profesörün kızıyla damadı Gilgil'den 


geleceklerdi, oysa o bölge yağmur mevsiminin gazabına uğramıştı, yollar 
çamurlu ve balçık içindeydi. Cenazeye yetişmeleri zordu. Profesörü tanıyan 
yakınları ve dostlarının bütün ısrarlarına rağmen, Haham inadını sürdürerek, 
töreni ancak öğleye kadar erteleyebileceğim söyledi. Kurallara bu kadar sıkı 
sıkıya bağlı olmasının cemaatte yarattığı öfkeyi anlayışla karşıladığını yüzünde 
yumuşak bir gülümsemeyle ifade ettiyse de, inadından vazgeçmedi, "Profesörün 
son yolculuğunda, yakınlarını yanında hissetmesinin en doğal hakkı olduğu" 
yolundaki anlaşılabilir bir İngilizce'yle yapılan uyarılara da kulak asmadı. Elsa 
Canrad öfkeyle, "Eğer duayla vakit geçirmek yerine, radyoyu dinlemiş olsaydı, 
GilgilNairobi yolununun balçık içinde olduğunu öğrenirdi.. Profesör gibi bir 
adamın akrabaları yanında olmadan gömülmesi doğru değil." dedi.
Walter ise arayı bulmaya çalışıyordu, "Haham gibi dindar insanlar olmasaydı, 
burada tek bir yahudi kalmazdı. Profesör yaşasaydı bunu anlayışla karşılardı" 
dedi.
Elsa öfkeyle "Canın cehenneme, başkalarını hep hoşgörmek zorunda mısın?" 
diye konuşmasını sürdürdü.
Cemaat çaresiz bir şekilde bekleşiyorken, güneş de henüz tepedeyken, Lilly'le 
Oscar Hahn çıkageldiler. Haham, duanın ardından, İngilizce kısa bir konuşma 
yaptı, orada bulunanların çoğu İngilizce'yi yeterince anlayamadığından daha da 
çok öfkelendi.
Sırtında haki bir pantolon, bedenine sıkıca sarılan koyu renkli dar bir ceketle, 
kravatsız cenazeye gelen Oscar'in, pantolonunda ve alnında hâlâ çamur izleri 
vardı. Hala soluk soluğaydı. Lilly, tavuklara yem verirken giydiği pantolonuyla 
gelmişti, başında kırmızı bir turban vardı, sinirinden, mezarlığın kapısı önüne 
park ettiği arabasının kapısını bile kapamayı unutmuştu. Son iki yıldır, kocası 
Hahn kadar kadar yaşlanmış ve semizlenmiş olan köpeği ahlaya puflaya 
Lilly'nin arkasından koşuyordu. Regina'nın çatlak sesinden tanıdığı Manjala, 
ağaçların arkasından köpeğine seslenirken, "seni et obur Rumuruti yılanının 
oğlu" diye yörenin en ağır küfürüyle hayvana lanetler okuyor, "Kötülükleri 
affedici Tanrı Mungo'nun laneti üzerinde olsun" diye de tehditler savuruyordu.
Regina, gülmesini zor tuttu, aklı profesörde olduğu için, Lilly ile Oha'yı 
görmekten duyduğu sevinci belli etmemeye çalıştı. Bir sedir ağacının altında 
Walter'le Jettel'in arasında duruyordu. Lilly'nin, yüzünde geç kalmış bir insanın 
üzgün ifadesiyle koşarak geldiğini görünce, kızının şan dersine 
yetişemeyeceğini düşünen Profesörün endişeleneceği aklına geldi. Önce gülmek 
istedi, sonradan ölmüş bir adam için böyle saçma düşünceleri kafasından 
geçirdiğine utandı, korkuyla dudaklarını ısırdı, gözleri hâlâ kuru olduğu halde, 
yaşların yüzünden aşağıya süzüldüğünü hissetti.
Lilly mezara ulaşıp rahat bir soluk almıştı ki, kaniş sevinçli havlamalarla, 
kokusundan tandığı Regina'nın bacaklarının arasına sokuldu. Regina hem 
kendisini hem de köpeği sakinleştirmek için onu okşamaya koyuldu, hareketli 
trafik hahamın da dikkatini çekmişti, bir soluyan köpeğe birde Regina'ya 
bakarak, sıkıntıyla dudaklarını ısırdı.


Oha, hafif bir sesle sesle ölülere yapılan duayı okumaya başladı, annesiyle 
babası öleli epey zaman geçtiğinden, dua metnini anımsamakta zorlanıyordu, 
telaşlanıp heyecanlanınca da yanlış sesler çıkarıyordu. Bu arada, Oha'nm zorda 
kaldığında, mezarın yanıbaşında duran ufak tefek bir adamın yardımına 
başvurmaktan sıkıldığı cemaattekilerin gözünden kaçmamıştı. Kimsenin 
tanımadığı bu adam tören başladığında mezar taşının arkasında belirivermişti.
Kafasında siyah yüksek bir şapkası olan sakallı yabancı, sığınmacıların her defin 
törenine özellikle gelirdi, çünkü çoğu sığınmacı gerçek bir Ortodoks 
olmadığından, ölü duasını ezbere akıcı bir şekilde söylemeyi beceremiyordu, 
bunu deneyimlerinden çok iyi biliyordu.
Oha son sözcüğü de zor bela kekeleyip, ölü duasını bitirince, toprak 
küreklenerek mezar acele kapatıldı. Hahamın halinden acelesi olduğu 
anlaşılıyordu.. Mezardan ayrılmak üzereydi ki, Lilly kendisini teselli edenlerin 
kollarından kurtulup, bir çocuk ürkekliğinde hahama yanaşarak alçak bir sesle, 
"Bir defin törenine şarkının yakışık almayacağını biliyorum. Ama babamın çok 
sevdiği bir şarkıyı ruhu için söylemek istiyorum, izin verirseniz," dedi.
Lilly'nin yüzü solgundu, ama "leh weiss nicht, was soil es bedeuten" şarkısını 
söylerken, sesi berrak ve gür çıkıyordu, ta uzaklarda grimavi ışıldayan Ngong 
dağlarından yankılanıyordu.. Birkaç kişi Lilly'ye eşlik ederek, melodiyi birlikte 
mırıldandı. Şarkının son dizesinin ardından gelen sessizliğin yarattığı törensel 
hava, kanişi bile etkilemiş görünüyordu, Lilly şarkı söylerken ona her seferinde 
uluyarak eşlik eden köpek suspus kesilmişti. Regina önce cemaatteki 
büyükleriyle birlikte melodiyi mırıldanmaya, sonra da onlar gibi ağlamaya 
kendisini zorladıysa da ikisini de başaramadı. Babası cenazeye gelmeden önce 
birkaç uygun Almanca kelime öğretip, onunla defalarca egzersiz yaptığı halde, 
Regina, Oha ve Lilly'ye söyleyecekleri tümden unutmuştu.
Jettel, Lilly ile Oha'yı akşam yemeğine davet etti. Owuor onlara büyük bir 
gururla Max'i göstererek, ona neden askari dediğini, ballandıra ballandıra 
ayrıntılarıyla açıklamaya çalıştı. Gilgil'deki Memsahibi Lilly'nin tavada 
yumurtaları nasıl istediğini hatırlamak onu daha da gururlandırdı. Yumurtanın 
sarısı iyi pişmiş, akı hafif kızarmış olacaktı. Ölmeden önce babasıyla konuşan 
son kişinin Regina olduğunu Lilly'ye söyleyen de Owuor oldu.
"Regina büyük safariye babanızla gitti," dedi.
Oysa Regina, Profesörle görüşmesinin gizli kalmasını istemişti, bu yüzden 
Owuor'un boşboğazlığına canı sıkıldı, ama sonradan onun sırrını açıklamakla 
akıllıca bir iş yaptığını farketmekte gecikmedi. Lilly "Onun yanında olduğuna 
sevindim" dedi. "Neler konuştuğunuzu belki bana anlatırsın" diye ekledi..
Jettel Max'i yatağına götürüp, iki erkek bahçede gezintiye çıktıklarında, Regina 
Profesör öldükten sonra zihnine kilitlediği cümleleri anımsamaya çalıştı. 
Özellikle de şu cümle aklına geldi: "Bir insan nasıl olur da Frankfurt'lu olmaz."
Regina Profesörün kendisini Lilly' ile karıştırdığını söylemeye önce cesaret 
edemedi. Sonradan, boğazını sıkan bir kıskaçtan bir an önce kurtulmayı ister 
gibi, aceleyle ağzından baklayı çıkarıverdi. Lilly bunu duyduğunda, cenazeye 


geldiğinden beri ilk kez yüzü güldü. Babasının şan dersiyle ilgi söylediklerini 
duyunca gülmesi büsbütün arttı. "Tipik babam," dedi, "her zaman, şan dersine 
geç kalmamdan korkardı."
Geceyi Profesörün odasında geçirmek üzere Oha'dan ayrılırken de, Regina'ya 
dönerek, "Bundan böyle, hiçbir zaman sahip olamadığım, küçük kız 
kardeşimsin," dedi.
Ertesi sabah kahvaltıda Regina'ya, "Bizimle Arkadia'daki çiftliğe gelir misin? 
Annenle babana söyledim, onayladılar." deyince Regina şaşırdı.
"Olmaz," diye önce itiraz etti. Ancak ağzıyla hayır derken, ateş basan bedenine 
engel olmadığını fark etti, gözlerindeki coşkulu isteği saklayamadığı için de 
utandı.
"Neden olmasın? Tatildesin."
"Tekrar bir çiftlikte olmak beni de sevindirirdi, ama Max'm yanında olmak 
istiyorum.. Ona henüz yeni kavuştum."
Oha gülerek, "Merak etme, Max dün gece bana Gilgil'i görmek istediğini 
söyledi," dedi.
XXI. BÖLÜM
Gilgü'de günler yabanıl ördeklerin Naivaşa Gölü'ne yaptıkları uzun safariden de 
daha çabuk geçiyordu. Zamanın hızlı akışına, Regina sadece ilk günler direndi. 
Bir türlü mutlu olamaması onu huzursuzlandırınca, yeşilmavi ışıltılı tüyleri olan 
ördekleri gözlemeye koyuldu. Gökyüzünde koşuşan bulutların altından 
süzülerek yolalan kuşlar, Arkadia Çiftliği'ndeki o eşsiz sihrin birer parçasıydılar 
sanki, çiftliğin üç sırrı vardı, bu sırlardan bir teki bile çözümlenmemişti henüz...
Tepeleri fırtınalar ve kavurucu sıcaklardan aşınmış dağlarla, mısır, pyrethrum ve 
keten tohumunun yetiştiği, gözün alabildiğine geniş tarlalar arasında uzanan 
topraklarda ne bir çit ne bir çukur göze çarpıyordu. Bu sonsuzluğun tek hakimi 
olan Tanrı Mungo, Gilgil'deki insanları yönetiyordu, hem de Ol'Joro Orok'dan 
da daha güçlü bir şekilde. Gilgü'de yaşayanlar kanaatkar insanlardı, kendilerine 
ve hayvanlarına bir lokma yiyecekleri olsun, onlara yetiyordu. Beyazların, ne 
emirleri ne de paralarıyla kendilerini ehlileştirmelerine izin veriyorlardı, çiftlik 
yaşamının herşeyinden haberdardılar, çiftliktekilerin ise onlar hakkında tek 
bildikleri şey, sadece varolduklarıydı..Hayatlarını kimsenin yardımı olmaksızın 
kendi başlarına geçiren, sadece güvendikleri insanlan yanlarına yaklaştıran bu 
gururlu insanların ölmesine ve yaşamasına karar veren tek güç Tanrı 
Mungo'ydu.
Otlayan koyun sürüleri, küçük kayalıkların arasından sıçrayarak koşuşan keçiler, 
doyduklarını pek ender kafalarını sallayarak gösteren inekler, yan yana dizili 
beyaz taşlı minik kulübeler var oldukları günden bugüne Tanrı Mungo sadece 
yağmur gürlediği zamanlar sabahın erken saatlerinde sesini duyururdu, ama 
orada ve her yerde gücünü hissettirirdi. Bu uyumlu tablonun yarattığı 


imparatorlukta, kulübelerinde yaşayan uşakların sahip oldukları tarlalar 
uzanmaktaydı..
Tarlalarda insan boyunu geçen tütün bitkileri, gizemli etkisini sadece yaşlıların 
bildiği şifalı otlar, rüzgâr estiğinde aralarında sessizce söyleşen kaim yapraklı, 
bodur mısır koçanları yetişiyordu. Sabah erken saatlerde ve öğleden sonraları, 
sırtlarında rengârenk heybelerinde bebekleriyle, kabak kafalı, çıplak göğüslü 
genç kadınlar çalışmaya geliyorlardı. Çapalarını çimlere bırakıp, bebeklerini 
emzirmeye koyduklarında, kabuk bağlamış tabanlarındaki ışıldayan böcekleri 
tavuklar gagalamaya başlıyorlardı. Tarlada çapa sallarken erkekler gibi pek 
ender şarkı söylüyorlardı: uzun suskunluklarına ara verip de, memeden doyan 
çocukları gülmeye başladığında, aralarında kıkırdaşarak, çoğunluk 
MemsahibTeri ve Bwana'larmin dedikodusunu yapıyorlardı.
Arya söylediği zamanlar, sesi ağaçların üzerinden dağlara ulaşan Lilly, Regina 
için, beyaz bir sarayın güzel kraliçesiydi, sarayında yabancı dünyalardan gelen 
temsilcileri ağırlıyordu. Sarayın kocaman pencereleri vardı, gece olana kadar 
günün yakıcı sıcaklığı pencerelerden içeriye süzülüyor, minicik yağmur 
damlaları camlara vurduğunda kocaman bilyelere dönüşüyordu. Manjala'nm 
sürekli gözetemindeki iki Kikuyu gencinin her gün pırıl pırıl olana kadar 
sildikleri camlarda, güneş ışınları Afrika cennetinin hiçbir yerinde olmadığı 
kadar rengârenk yansımalar yapıyordu.
Yanan odunların çıtırdamaya başlamasıyla anında renk değiştirip pembeleşen bir 
taştan yapılmış şöminenin bulunduğu oturma odasında, Oha'nm tüttürdüğü 
pipodan munis yüzlü bir kral çıkıyordu. Kocaman yuvarlak bir karnı, Regina'nın 
anlam veremediği bir yükün altında ezilen ağır kemikleri olan kral yine de 
kolayca, pipodan yükselen kül renkli minik tütün dumanlarının tepesine kadar 
tırmanarak, oradan evi takdis ediyordu.
Sadece şömineden çıkan yüksek alevlerin odayı aydınlatıp, kızılımsı bir dumana 
boğduğu akşamlar da oluyordu. Hâlâ ormanların kokusunu taşıyan sedir 
ağaçlarıyla taze yakılmış şeker kamışlarından yayılan mis kokular uzun süre 
odayı terk etmiyordu. Böyle geceler suskun sihir perileri yola çıkmış olurlardı. 
Onlar insanların seslerini duymuyorlardı, ama gözleri hep başı sonu olmayan 
uzun safarilerdeydi.
Sonra koyu ahşap çerçeveli resimlerden kadınlar ve erkekler süzülürdü. Beyaz 
küçük pileli yakalıkları, bellerinde enli turuncu renkli kuşaklar, kafalarında 
yüksek siyah şapkalar olan iyi besili erkekleri, ciddi görünümlü kadınlar takip 
ederdi. Ağır mavi kadifeden kıyafetler içindeki kadınların boyunlarında, yeni 
çıkan ay kadar parlak beyaz incilerden birer kolye, başlarında beyaz dantel 
işlemeli boneler olurdu. Çocuklar, bedenlerine sımsıkı yapışan ince ipekten bir 
giysi ve başlarında, dikiş yerleri minicik incilerle işlenmiş berelerle 
görünürlerdi. Gözleriyle değil, hep dudakları ile gülerlerdi.
Gizemli renkler dünyasından gelen bütün bu insanlar sadece bir dakika koyu 
yeşil koltuklara gömülürlerdi. Sonra Burlann genizden gelen konuşmasına 


benzer bir sesle aralarında fısıldaşırlar, yeni doğan bir bebeğin ilk sevinçli 
çığlığı kadar hafif bir gülüşle, tekrar taş duvarların içindeki yerlerine dönerlerdi.
Regina akşamlan bu aristokrat insanların, daracık çerçevelerinden kaçışını hayal 
ederken, kendisini fırtınayla kumsala sürüklenen masallardaki deniz kızlarına 
benzetirdi, yürümeyi unutmuş, yine de denize dönmeye cesaret edemeyen deniz 
kızlarına...
Gündüzleri ise, pembe beyaz kokulu bezelye çiçeklerinin sarmaladığı evin dış 
cephesinin gölgeliğindeki, kol dayanakları aslan kafası oymalı, geniş sandalyede 
oturduğunda, yağmurdan hemen sonra gökyüzünde dans etmeye koyulan bulut 
kümelerini seyre koyuluyordu, o zaman Regina kendini sırtında ağır dünya 
yuvarlağını taşıyan bir harita gibi hissediyordu.
Bu üç dünyanın kesiştiği noktada olduğunu hissetmek Regina'yı 
heyecanlandırıyordu. Şayet Mungo her birine değiştirilmeyecek bir şekil 
vermeyi denemiş olsaydı, üç dünyanın birbirinden hiç farkı kalmayacaktı.. Aynı 
dili konuşmadıkları ve kavga sözcüğünde bile uzlaşma sağlayamadıkları hâlde, 
insanlar nasıl birbirlerini anlayabiliyorlarsa, bu üç farklı dünya da karşılıklı 
birbirlerini tolere ediyorlardı.
Kızılımsı ışıldayan dağlardan vadiye uzanan otlar, o kadar güneş yemişlerdi ki, 
yağmur mevsiminde yeşillenmeleri kolay olmayacaktı. Sararmış fundalıklar, 
sanki sıcaktan kavrulmuş ekinleri gözlerden saklarcasına renk değiştiriyorlardı. 
Bu doğaya olmadık bir yumuşaklık veriyordu. Zebraların bedenlerindeki kaim 
çizgiler, güneş batana kadar ışıl ısıldılar, şebeklerin kaim derileri toprak rengi 
battaniyeleri andırıyordu.
Güneşin pırıl pırıl olduğu gökyüzünün en aydınlık günlerinde, maymunlar 
birbirlerine sokulup hareketsiz bir yumak olurlardı, Regina ışığın gölgeye 
tahammül edemediği böyle günlerde, hemen yanı başında geviş getiren inekleri 
ancak sırtlarındaki kamburdan fark edebiliyordu. Ne gün ne de gece olduğu 
anlaşılan bazı saatlerde de gözlerindeki meraklı bakışlarını saklayacak denli 
deneyimli olmayan yeni yetme şebekler, evin yakınma kadar sokularak, herbiri 
kendine özgü sesler çıkarırlardı.
Orman, en sondaki mısır tarlasının arkasmdaydı. Burada, tepeleri köklerinden 
onlarca yüksekte sedir ağaçları ile incecik dalları olan bodur, dikenli akasyalar 
vardı. Ormandan gelen davul seslerinin yankısı, öfkeli rüzgârı bile bir süre 
sustururdu. Nairobi'deyken özlemini çektiği bu sesler Regina'nm kulaklarını her 
şeyden çok okşuyordu. Her davul sesi Regina'yı korkusundan uzaklaştırır, 
kendisini gerçekte artık tamamen evine dönmüş bir Odysseus gibi hissederdi.
Rüzgâr, güneş ve yağmuru teninde hissedip, gözlerini ufka çevirdiği zamanlar 
Regina, herşeyi unutarak, kendini o güne kadar tatmadığı tatlı bir sarhoşluğun 
kollarına bırakırdı. Bildiği, bilmediği, hayal ve gerçek her şey belleğinden 
silinir, babasının yeni adımını attığı geleceği düşünme yeteneğini yitirirdi. 
Lilly'nin şehrazat kılığına girdiği uzak bir dünyadan bir sürü karmaşık 
görüntüler kafasına üşüşürdü.


Chebeti, ısıtılmış süt şişesini küçük gümüş bir tepsi içinde getirip, Regina şişeyi 
kardeşinin ağzına her dayadığında, önünde cennetin kapısı açılırdı, kapının 
anahtarı sadece sarayın sahibesinde olurdu. Chebeti yere oturarak, uzun ince 
ellerini elbisesinin kumaşmdaki iri sarı çiçek desenlerinin üzerine koyardı. 
Regina süt şişesini emen bebeğin ilk ağız şapırtısını duyduktan sonra, Max'a ve 
Chebeti'ye, Lillyinin kafasını şişiren öyküleri anlatmaya koyulurdu. Sesinin 
tonu, tıpkı okulda Kipling'in vatana sadakat şiirini okuduğu zamanlardaki gibi 
ciddi ve resmi olurdu.
Gilgil'de süt bile sihirliydi. Sabahları sütü esmer Antonia getirirdi. Şarkı 
söylemesine izin verilmediği için, bir kemanın cazibesine kapılıp ölüme 
sürüklenmişti. Küçük askarin öğle yemeğini, ChoChoSan adında beyaz bir kadın 
getirirdi. ChoCho San elinde Regina'nm babasının hançerini tutmuş, "Ehrenvoll 
sterbe"* şarkısını söylerdi; akşamları ise Max, Konstanze'ın anlattığı bir öyküyle 
uykuyu dalardı, o sırada Lilly "Traurigkeit ward mir zum Lose"** aryasını 
söyler, kaniş köpek ulur, Oha 'da ceketinin kaba kumaşıyla gözlerindeki yaşları 
silerdi.
Gilgil'e geldikten birkaç gün sonra, Regina, Lilly'nin sevdiği bütün şeylerin 
hayvan kılığında olduklarını farketti. Bu hayvanların, diğer ineklerden farkı 
yoktu. Ama adlarını ancak Lilly ile Oha söyleyebiliyordu, başkalarının dili 
dönmüyordu, her adın da bir anlamı vardı.. Kulağa hoş gelen bu adlar, Lilly 
konuştuğu zaman, gırtlağından şarkı gibi çıkıyordu ama çiftlikteki diğer 
insanların kafasını ve dilini karıştırıyordu. Hiçbir inek, Svahili, Kikuyu ya da 
Jaluo dilini anlamıyordu. Chebeti yanma Max'i da alıp kendisine eşlik ettiği 
zamanlar, Regina Ariadne, Aida, Donna, Anna, Gilda ve Melisande adlarının 
nereden geldiğini bulmak için ineklerle konuşuyordu. Ama büyülenmiş olan 
inekler, kulakları yokmuş, ya da duymuyormuş gibi, aldırış etmeksizin sırtlarını 
güneşe dönüyorlardı. Anlaşılan ancak Lilly'nin ağzından onların sırlarını 
çözmek mümkün olacaktı. Sonuncu ineğin adı Arabella'ydı. Ama Arabella aynı 
zamanda, Lilly'nin cennetinde, bir Hibuskus çiçeği kadar nazik ve duyarlı 
davrandığı ilk inekti. Regina bunu hissetmişti.
Regina bir gün dayanamayıp sordu. "Arabella'yı neden bir bebekmiş gibi 
konuşuyorsun."
Onurunla öl. * Keder benim kaderimdi.
"Ah çocuğum, sana nasıl anlatsam bilmem ki? Arabella, gördüğüm son 
operaydı. Oha'yla ben sırf bu opera için kalkıp Dresden'e gitmiştik. Hayatımızda 
bir daha böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum.. Dresden Opera binası da 
rüyalarım gibi yok oldu gitti."
Oysa Lilly sabah kahvaltısından daha bir saat önce kendisine, "Hiç rüya 
görmüyorum," demişti, bu yüzden Regina Lilly'nin yakınmasından pek bir 
anlam çıkaramadı. Ama yine de Arabella hikayesini dinledikten sonra, sadece 
ineklerin değil, Lilly'nin de bir sırrı olduğunu sezmişti. Büyüleyici bir sesi olan 
bu kraliçe gerçi gür bir sesle dolu dolu gülüyor ve gülüşleri küçücük yemek 
salonunda bile yankılar yapıyordu ama gözlerindeki yaşları saklamakta çoğu kez 


zorlanıyordu. Sonra Lilly'nin yüzünde, kurumuş topraktan akan incecik su 
kanallarına benzer minicik kırışıklar beliriyor, dudakları morarıyor, cildinin 
derisi şeffaflaşıyordu.
Oha da görünüşe bakılırsa, aynı dertten acı çekiyordu. O da yüreğinden gelen bir 
içtenlikle gülüyor, hayvanlarına seslendiği zaman heyecandan göğsü körük gibi 
inip kalkıyordu, ama Lilly'nin Arabella itirafından sonra, Regina onu da daha 
farklı görmeye başlamıştı. Oha, çocukluğundaki o munis, dost, sevdiği koca 
adam değildi artık.
Oha tavuklara ve öküzlere birtakım adlar takmıştı. Horozları Cicero, Catalina ve 
Sezar'dı, tavuklarına ise erkek ismi veriyordu, hepsinin vatanı Roma'ydı. En 
güzellerinin adı Antonius, Brütüs ve Pompeyüs'dü. Lilly onları yem vermeye 
çağırdığında, Oha çoğu zaman koltuğunda oturur, şöminenin rafından hep aynı 
kitabı alarak, sayfalarını sessizce çevirerek okurdu. Bir ara boğulurcasma 
yüksek sesle gülerdi. Regina onu bu halini gözlemlerken, hep aklına Owuor 
gelirdi. Açık gözle uyumanın beyne zarar verdiğini ona bir sır gibi ilk açıklayan 
Owuor olmuştu..
Öküzlere ise bestecilerin adlarını vermişti. En güçlü çekim öküzlerinin adları 
Chopin ve Bach'ti; boğanın adı Beethoven, henüz dört saat önce doğan erkek 
yavrusu Mozart'tı. Ana Desdemona küçük buzağıyı doğururken sancıları hafif 
olunca, aniden nefesi tıkanmış, Manjala erkek kardeşini yardıma çağırmıştı. 
Mutlu gecenin sonunda, Lilly büyük bir merasimle, zorbela kurtarılan küçük 
buzağıya adını, Regina'nm koymasını istedi
Oha hemen karşı çıktı: "Neden Regina! Buranın yabancısı o. Oysa hayvan adını 
ömrü boyunca taşıyacak. "
"Aptal olma," dedi Lilly, "çocuğun keyfini kaçırma."
Regina, Lilly'nin Oha'nın ganimetinin bir parçasını önüne attığını farketmişti. 
Elini ineğin başının üzerine koydu. O anda kafasına üşüşen anılar hemen 
saldırıya geçtiler. Annesinin ölü bebeğiyle erkek kardeşinin doğumunu 
düşününce, Gilgil'deki hayvanların müzikle büyülenmeleri gerektiğini 
unutmuştu. Güçlü yavru buzağın doğumu da epey zor olmuştu. Ona uygun bir 
ad bulmalıydı, birden sevinçle bağırdı: "David Copperfi
eld!"
Oha itiraz edercesine kafasını salladı, onda pek rastlanmayan ani bir hareketle 
Manjala'nın elindeki parafin lambasını devirdi, öfkeli bir ses tonuyla "Saçma," 
dedi. Titreyen ışıkta gözleri daha küçülmüş görünüyordu, dudakları hırsla 
birbirine yapışmıştı, Regina ilk kez Oha ile Lillyinin tartıştığına tanık oluyordu 
gerçi annesiyle babasının kavgaları kadar sert ve uzun süren bir tartışma değildi 
bu.
"Küçüğe Jago adına verelim" diye önerdi Lilly.
"Ne zamandır boğa yavrularına sen ad takıyorsun," dedi Oha, sert bir sesle, "Ben 
Mozart'ı sevmiştim, bundan asla vazgeçmem."
Ertesi sabah Oha yine eskisi gibi koca göbekli, munis, sevimli dev adam 
olmuştu. Gözlerini Lilly'den kaçırıyordu, Regina'ya dönerek: "Dün akşam kötü 


bir niyetim yoktu," dedi, bir yandan papayanın siyah çekirdeklerini sayarken 
sözlerini sürdürdü, "ama biliyor musun, hayvana bir İngiliz adı verseydik komik 
olurdun. Gülerek, "Ayrıca o söylediğin adamı da hiçbirimiz tanımıyoruz."
Regina gülerek karşılık verdi, "Ziyanı yok." Nezaketi kendisini bile şaşırtmıştı, 
özür dilediği zamanlardaki alışkanlığıyla İngilizce konuşmuştu. Sıkılarak 
"David Copperfield," diye açıklamaya koyuldu; "benim eski bir arkadaşım. 
Little Nell de arkadaşım."
Bir an konuşmasını sürdürsün mü diye tereddüt etti, acaba Little Nell hikâyesini 
de Oha'ya anlatmalı mıydı? Ama onun kafası başka yerlerdeydi. Oha yanıt 
vermeyince, Regina fark ettirmeden içini çekti, rahatlamıştı..
Bütün bunlar olurken, içinde, ışıldayan bardaklar, etrafı altın yaldızlı beyaz 
kaselerle, dans eden zarif porselen heykelciklerin bulunduğu vitrinin yanında 
oturan Manjala, koca vücuduyla yerinden doğruldu, beyaz Kanzu'nun uzun 
kollarından ellerini dışarı çıkararak, önce ağır, sonra da hızlı bir şekilde 
masadaki tabakları toplamaya koyuldu. Tabakları ellerinde sanki dans 
ettiriyordu. Max arabasından doğrulmuş, tabakların her şıkırtısına, ellerini 
çırparak eşlik ediyordu.
Chebeti, çıplak ayaklarının dibine kıvrılmış olan köpeği öteye itti, gözleri yarı 
yarıya kapalı yan yan Manjala'ya baktı. Uşak çıkardığı gürültüyle onun rahatını 
bozmuştu. "Küçük askari susadı," diyerek, şişeyi almaya gitti.
Lilly pantolonun cebinden, minik taşlarla süslü altın çerçeveli aynasını çıkarıp, 
dudaklarının etrafını, sırtındaki kırmızı bluzun bir parçasına benzeyene kadar 
kadar kalemle boyadı, eliyle havada bir öpücük işareti yapıp, "Desdemona'ya 
gitmek zorundayım," dedi.
Regina gülerek "Ve tabii Mozart'a," dedi. Bu adı, İngilizce vurgusuyla 
söylemeyi becermişti, yeniden güldü. Lilly'nin, kardeşi Max'in başına bir 
öpücük kondurduğunu görünce, uzuvlarındaki ağırlığın ve kafasınana, gece 
boyunca üşüşen düşüncelerin aniden uçup gittiklerini hissetti.
Şimdi ormandan günün ilk davul seslerini duyuyordu. Dışarıda güneş tozları 
renklendirmişti. Regina gözlerini kısarak pencereden baktı, doğadaki görüntüler 
değişsin istiyordu. Zebralar ta uzaklarda incecik birer çizgi gibi görünüyorlardı. 
Göğün mavisi tuvale çalınmış bir renk lekesiydi sanki, dikenli akasyaların yeşili 
kaybolmuş, sedir ağaçlarının renkleri kararmıştı.
Regina Max'i arabasından aldı, başını omuzlarının üzerine yaslayarak, 
kulaklarına bir şeyler fısıldadı.. Merakla kardeşinin tepki vermesini bekledi, 
sevgisini anlayacak kadar akıllı olduğuna inanıyordu. Elinde süt şişesiyle 
Chebeti içeri girip, biberonu bebeğin ağzına dayadığında, odada hâlâ bir sesslik 
vardı..
Şişe boşaldığında Oha, Regina'ya dönerek, "Senin David Copperfield'ini 
kıskanıyorum," dedi.


Oha cümlesinin sonundaki iki sözcüğü o kadar zorlanarak söylemişti ki, Regina 
gülmesini zor bela öksürüğe çevirebildi. Yaptığına utanmıştı, "Fam sorry" diye 
İngilizce özür diledi. Bu kez bile bile İngilizce konuşmuştu.
Oha, Regina'yı rahatlatmak için, "Çekinecek bir şey yok," dedi, "Senin yerinde 
ben olsaydım, berbat İngilizceme ben de gülerdim. Bu yüzden David 
Copperfield'i tanımak istiyorum." "Neden?"
"Kendimi biraz olsun evimde hissedeyim diye."
Regina Oha'nm ne demek istediğini anlamak için heceleri önce tek tek ayırdı, 
sonra birbirine ekledi. Hatta kendi diline bile çevirdi. Ama kelimeler Oha'nm 
gırtlağından çıkıyordu, bu yüzden cümlenin arkasındaki anlamı çözemedi. Yine 
de:
"Burada evindesin," dedi
"Öyle denebilir."
"Burası senin çiftliğin," diye Regina üstüne gitti. Oha'nm kendisine bir şeyler 
söyleyeceğini hissetti, vazgeçtiğini görünce, tekrarladı." Burada evindesin. 
Burası senin çiftliğin. Burada herşey çok güzel"
"Pro transeuntibus. Regina. Ne demek biliyor musun?"
"Hayır anlamadım, babam okulda öğrendiğim Latince'yi ancak köpeklerin 
anlayabileceğini söylüyor."
"Köpekler değil. Kediler. Nairobi'ye gittiğinde, pro transeuntibus'un ne 
olduğunu babana sor. Sana ne olduğunu çok iyi açıklayabilir. O akıllı bir adam. 
İçimizde en akıllısı, ama kimse bunu itiraf edemiyor."
Regina, Oha'nm ses tonundan ve bakışından anlamıştı, babası gibi o da şimdi 
kendi köklerini, vatanını, Almanya'yı anlatmaya başlayacaktı. Bundan pek 
hoşlanmasa da dinlemeye hazırlandı. O sırada Lilly odaya girdi. Gülerek, 
"Buzağı, adının hakkını verdi," dedi.
Oha, "Yoksa Mozart. Küçük Bir Gece Müziğini", mi söylüyor?" diye güldü.
Lilly müziği mırıldanarak kıkırdarken, kocasının sevincinin sadece sözlerinde 
kaldığını sezdi. Alkışlamak istiyormuş gibi ellerini birbirine ovuşturdu, sonra da 
"Bugünü kutlamak için şık giyinmeliyim" dedi.
"Tabii sakın ihmal etme" diye onayladı Oha.
Regina Oha'ya kaçamak bir göz atınca, onun hâlâ, çıktığı uzun safariden 
dönmediğini, karaşınını hâlâ oralarda olduğunu anladı, Lilly ise hiçbir şeyin 
farkında değildi. Regina'nın vücudundan aniden ter boşandı, duymaması 
gereken şeyleri kulağını duvara dayayıp gizlice dinleyen bir çocuğa benzetti 
kendini. Eski acılı günlerini hatırlayıp üzüldüğü zamanlarda babasına yaptığı 
gibi, Oha'nm da yanına giderek onu teselli etmek için bir süre kendiyle savaştı. 
Bacakları direniyordu, sonunda yerinden kalktı.
"Max'i alıp biraz dışarı çıkacağım," dedi, bebeği bir kolunun altına sıkıştırdı, boş 
kalan eliyle de Oha'nın saçlarını okşadı..
Sandalyenin aslan oymaları güneşten iyice ısınmışlardı.. Sedir ağaçlarının 
gövdeleri ve kökleri gece yağan yağmura doymuşlardı. Ağacın dallarından biri 


sallandı mı Regina maymun mu var diye bakıyordu, ama duyduğu sadece 
yavrularına seslenen ana maymunların bağırtılarıydı.
Bir süre, çocukken Owuor'la aralarında geçen tatlı tartışmaları düşündü, zebralar 
mı yoksa maymunlar mı daha akıllıdır diye karşılıklı atışırlardı, kalbi hızlı hızlı 
çarpmaya başladığında, Owuor'un yerini babası aldı. Gilgil'e geldiğinden beri ilk 
kez evini özlüyordu. Özlem sözcüğünü birkaç kez kendi kendine yineledi, önce 
İngilizce, sonra isteksiz, Almanca olarak.
İki genç çoban çocuğu Mozart'ı çayırlara salıverdi. Çobanlar ineklerin dilinden 
anlıyorlardı, insanların konuşmalarına kulak astıkları yoktu. Desdemona 
emzirmek üzere yavrusunu koca kafasının altına sokarak, ana şefkatiyle 
buzağının yumuşacık tüylerini yalamaya koyuldu. Bir sığırcık kuşu, 
Desdemona'nın sırtına tünedi. Tüylerinin mavisi göz kamaştırıyordu.
O sırada sarı güllerin arkasından Lilly göründü, boyun kısmı kat kat pliseli 
beyaz bir elbise giymişti. Tanrı Mungo onu çağırmış da, gökyüzüne uçacak gibi 
bir hâli vardı. Buzağının sütü emmesini seyretti bir süre, sonra primadonna 
havasında, başını yukarıya kaldırıp, ellerini de iki yanına açarak, "Dies Bildnis 
ist bezaubernd schön" aryasını söylemeye başladı.
Kuşlar susmuştu, rüzgâr da Lilly'nin şarkısının cazibesine daha fazla 
dayanamayıp, melodilere eşlik etti. Sesler dağlara uçup yankılandılar. Son ses 
kulağında yankılanmıştı ki Regina gerçekle yüz yüze geldi, yanılmıştı, yuvasına 
dönen mutlu Odysseus değildi.. Gilgil'de duyduğu sadece siren sesleriydi.
XXII. BÖLÜM
23 Ekim 1946
Konu: Hessen Eyaleti Adli İşler Bölümüne,
9 Mayıs 1946 tarihli başvuru dilekçeniz.
Hessen Devlet Bakanlığı Adalet Bakanı Wiesbaden Bahnhof Cad. 18
Sayın Bay
Dr. Walter Redlich
Hove Court 1312 NairobiKenya/Wiesbaden
Çok Sayın Bay Dr. Redlich!
Hessen Eyaleti Adli İşler Bölümünde memuriyetinizle ilgili 9 Mayıs tarihli 
dilekçenizin 14 Mayıs'da alınan bir kararla kabul edilmiş olduğunu size 
bildirmekten memnunluk duymaktayız. Şimdilik Frankfurt Kenti Sulh 
Mahkemesi'nde hakim olarak göreve başlayacaksınız, Almanya'ya döner 
dönmez lütfen en kısa zamanda, Sulh Mahkemesi Başkanı Bay Dr. Karl Maaş'la 
bağlantı kurun. Kendisi konudan haberdardın. Frankfurt'a yerleşmek istediğiniz 
tarihi ona kesin olarak bildirmenizi rica ediyoruz. Maaşınız, Leobschütz'deki 
avukatlık görevinizden uzaklaştırıldığınız 1937'den sonraki yıllar da dahil 
edilerek hesaplanlanmıştır.


Hessen Adalet Bakanlığı'nda şahsen sizi tanıyorlar.. Özgür ve bağımsız bir 
adalet sisteminin yeniden inşasında görev yapma isteğiniz ülkemizin genç 
demokrasisi için büyük umutlar vaadetmektedir.
Size ve ailenize en iyi dileklerimizi iletir, saygılarımızı sunarız.
Hessen Devlet Bakanlığı Adalet Bakanı adına Dr. Erwin Pollitzer
Diğerlerinden çok daha önemli olan bu mektubu da yine Owuor getirmişti.
Bwana'nin titreyen elleri, kalın sarı zarfı açarken, yüzünün renginin aniden 
değişmesi, Owuor'u durumu anlamasına yetmişti. Dahası, zarfı gördükleri anda, 
Memsahib'le Bwana'sinin korkuyla, vücutlarından yayılan ekşimsi ter kokusu ve 
gözlerinde alevlenen sabırsız telaşları da onları ele vermişti..Salonun 
sessizliğinde, Bwana'yla Memsahib'in solukları, ormandan gelen davul sesleri 
kadar gürültülü duyulmaktaydı.
Owuorda heyecanlanmıştı, bedenindeki titremeleri, gözükapalı ezbere bildiği 
eşyayı elleriyle yoklayarak yatıştırmaya çalışırken, bir yandan da göz ucuyla, 
mektubu okuyan Bwana ile Memsahib'i gözlüyordu. Sonunda cesaretle gözlerini 
kaldırıp baktığında, ikisinin de yüzünün korkudan bembeyaz olduğunu farketti. 
Ta uzaklardan gelen diğer mektupları aldıkları zaman da aynen böyle olurlardı. 
Ama yine de Bwana ile Memsahib bir şekilde Owuor'un eskiden tanıdığı, bildiği 
insanlar değildi, ona yabancıydılar.
Sedirin üzerine oturmuşlar, susamış hastalar gibi durmaksazm dudaklarını bir 
açıyor bir kapatıyorlardı. Az sonra iki kafa birleşip bir kafa olmuş, birleşen iki 
vücut da adeta koca bir yaşamı içine alıp taşlaşan bir dağ oluvermişti. Tepeye 
yükselen güneşin yakıcı ışınlarından korunmak için birbirlerini arayan, gölge 
vurunca da bir türlü ayrılmak istemeyen DikDiks'ler gibiydi ikisi de. 
Birbirlerinden ayrılamayan DikDiks'lerin görüntüsü Owuor'u rahatsız etti. 
Gözleri yanmaya dudakları da kurumaya başladı.
O anda Regina'nın yağmur zamanlarından önce Rongai'deyken kendisine 
anlattığı öykü aklına geldi. Çekirgelerin çiftliğe akın ettiği o unutulmaz günden 
çok önceydi. Hikâye şöyleydi: Bir genç büyüyle karaca olmuştu, kız kardeşi ne 
yapsa sihri bozamıyor, bir yandan da onun avcıların tuzağına düşmesinden 
korkuyordu. Ama insanların diliyle kardeşiyle konuşamadığından, ona bu 
korkusunu bir türlü anlatamamış, karaca da herşeyden habersiz kendisini 
koruyan çalıların arasından fırlayıp, avcıların tuzağına yakalanmıştı
Bu hikâyeden sonra, Owuor, konuşmanın ne kadar önemli olduğunu anlamış, 
uzun zaman suskun kalmanın insanlar için, kulakları sağır eden gürültüden daha 
tehlikeli olabileceğini öğrenmişti. Boğazına bir şey takılmadığı halde, kuvvetli 
bir sesle öksürdü. Bwana'yla Memsahib'i orada olduğunu farketsinler istiyordu.
Neyse Bwana'si karaca gibi sesini kaybetmemişti, sadece kelimeler ağzından 
biraz zorlukla çıkıyordu.
"Aman Tanrım, Jettel, bu günleri göreceğime inanmazdım. Hayır hayır gerçek 
olamaz.. Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bana rüya görmediğimi, bu rüyadan 
hemen uyanmayacağımı söyle. İstediğini söyle, yeter ki ağzını aç."


"Annemle babam balayılarını VViesbaden'e yapmışlardı" diye Jettel fısıldayarak 
yanıt verdi, "Annem sık sık Schwarzer Bock barından söz eder, babamın nasıl 
küp gibi sarhoş olduğunu anlatırdı. Babam şarabı kaldıramaz, annem de bu 
yüzden her seferinde müthiş öfkelenirdi."
"Jettel kendine gel! Ne olduğunu kafan almıyor mu? Bu mektubun bizim için ne 
anlama geldiğini biliyor musun?"
"Pek değil. Wiesbaden'de kimseyi tanımıyoruz ki."
"Anlamıyor musun, bizi istiyorlar. Artık dönebiliriz. Korkmadan evimize 
dönebiliriz. İşe yaramaz, bir hiç olan adam artık tarihe karıştı."
"Walter korkuyorum, çok korkuyorum!"
"Ama önce bir oku bakalım, Dr. Bayan. Beni hâkim yaptılar. Beni... 
Lobschütz'deki avukatlık görevinden ve noterlikten atılan beni hâkim yaptılar. 
Burada Kenya'da miskin herifin biriydim, ülkemde ise beni hakim yapıyorlar. 
Kenya'daki son pislik, ülkesinde bir hakim oldu."
Owuor gülerek, "Pislik mi? Bu sözcüğü unutmadım Bwana. Rongai'deyken bir 
kez daha söylemiştin," dedi.
Bwana sesinde öfke olmaksızın gürleyerek, bir yandan da ayaklarını yere 
vurarak usta bir dansör gibi tepinmeye başladığında Owuor yeniden güldü. 
Gözleri cam kadar donuk,, omuzları ufacık bir ağırlıkla hemen çöküveren adam 
gitmiş yerine, ilk kez baldırlarındaki gücü keşfeden bir boğa gelmişti.
"Jettel bir düşünsene, Almanya'da geçim derdi olmayan bir devlet memuru, 
üstelik de bir hakim. Onurlu başı yükseklerde. Kimse onu işinden atamıyor. 
Hastalandı mı da işine gitmiyor, yatağında istirahat ediyor, yine de maaşını 
alıyor. Kimse tanımasa bile sokakta gördüler mi bir hakime selam verirler." İyi 
günler Hakim bey, Hoşça kaim Hakim Bey, karınız hanımefendiye selamlarımı 
iletin hakim bey. Bunları unutmuş olamazsın Tanrı aşkına birşeyler söylesene!."
"Sen hiç hakimlikten söz etmemiştin. Ben senin yine avukat olmak istediğini 
sanıyordum."
"Avukatlık daha sonra da gelebilir. Hâkim olursam yeni bir çıkış yapabilirim. 
Almanya memurlarını kollar.. Devlet lojman bile veriyor. Bundan böyle 
hayatımız daha kolay olacak."
"Alman şehirlerinin bombardımandan yerle bir olduğunu sanıyordum. 
Hâkimlere nerede ev verecekler ki?"
Böyle bir şeyi akıl edip de söylediği için Jettel kendiyle gurur duydu.. 
Tekrarlamak istediyse de, sonradan vazgeçti, sıkıntıyla saçlarını çekiştirmeye 
koyuldu. Heyecanı geçince, gençliğinde ne kadar kendine güvenen biri olduğu 
aklına geldi ve yanaklarına tatlı bir sıcaklık yayılıverdi. Annesi ona. "Benim 
Jettel'im belki okulun en iyi öğrencisi değildi ama, pratik hayatta kimse onun 
eline su dökemez," derken ne kadar doğru söylemişti.
Annesinin sesinin tonunu anımsayınca, Jettel elinde olmadan hafifçe gülümsedi. 
Eski günleri anmak bir an onu hüzünlendirdi, sonra da iyi bir iş yaptığına kanaat 
getirdi; tek bir cümleyle kocasına ne kadar hayalperest biri olduğunu 


hatırlatmıştı, hayattaki diğer önemli şeyleri umursamayan bir hayalperest. Ancak 
Walter'in yüzündeki kararlı ifadeyi görünce önce şaşırdı, sonra da öfkelendi.
"Almanya'ya gideceksek, neden hemen şimdi gitmek zorundayız?" diye itiraz 
edecek oldu.
"İşin başından itibaren orada olmalıyımki, ancak o zaman gelecek için bir şeyler 
yapabileyim.. Bir ülke ya batarken, ya da bataktan çıkarken insanın şansı olur."
"Bunu kim söyledi? Kitap gibi konuşuyorsun."
"Rüzgâr Gibi Geçti' romanında okumuştum. O bölümü hatırlamadın mı? 
Üzerinde tartışmıştık. Beni epey etkilemişti."
"Ah Walter bıktım senin bu memleket hayallerinden. Burada ne kadar 
mutluyduk. İstediğimiz her şeye sahibiz."
"Boğaz tokluğuna buradayız, bunun dışında bir şeye ihtiyacımız oldu mu, 
başkalarının eline bakmak zorundayız. Max dünyaya geldiğinde, yahudi 
cemaatinin yardımı olmasaydı ne doktora ne de hastaneye verecek paramız 
vardı. Rubens, bizden biri hastalandığı zaman da umarım aynı bonkörlüğü 
gösterir."
"Hiç değilse burada bize yardım edecek insanlar var. Frankfurt'ta kimseyi 
tanımıyoruz."
"Afrika'ya geldiğimizde kimi tanıyordun ki? Ve ne zaman mutlu olduk, bir 
düşün bakalım. Topu topu iki kez. Ordudan ilk parayı aldığım zaman. Bir de 
Max doğduğunda. Hiçbir zaman değişmeyeceksin. Benim Jettel'im hep aynı 
kaldı, hâlâ bolluk günlerinin özlemini çekiyor. Sonunda haklı çıkan yine ben 
oluyorum."
"Buradan ayrılmak istemiyorum. Artık genç değilim, hayata yeniden 
başlayamam."
"Buraya gelirken de aynı şeyi söylemiştin. O zamanlar henüz otuzundaydın, seni 
dinlemiş olsaydım bugün çoktan hepimiz ölmüştük. Bugün de söylediklerine 
boyun eğersem, ömür boyu yabancı bir ülkede sevilmeyen birer hiç olarak 
yaşamımızı sürdürürüz. Kral George da beni sonsuza kadar Birliğinde tutamaz 
ya."
"Bütün bunları, senin o lanet olası Almanya'ya dönmek istediğin için 
söylüyorsun. Babanın başına gelenleri unuttun mu? Ben unutmadım. Annemin 
kanıyla sulanan toprağa asla ayak basmam, kendimi ona karşı sorumlu 
hissediyorum."
"Bırak bunları Jettel. Günaha giriyorsun. Ölüleri rahat bırakmazsak Tanrı bizi 
asla affetmez. Bana güvenmelisin. Göreceksin başaracağız. Sana söz veriyorum. 
Ağlamayı kes artık. Bir gün bana hak vereceksin, senin düşündüğün kadar da 
uzun sürmeyecek bu."
"Katillerin arasında nasıl yaşayabileceğiz?" diye Jettel hıçkırmaya koyuldu, 
"Burada herkes senin bir çılgın olduğunu düşünüyor, yapılanları unutmamalıyız 
diyor. Kocasının bir hain olduğunu duymak bir kadının hoşuna gider mi 
sanıyorsun? Diğerleri gibi sen de burada bir iş bulabilirsin. Ordu bu insanlara 
yardım ediyormuş. Herkes bunu biliyor."


"Bana bir iş önerdiler. Cibuti'de bir çiftlikte. Oraya gitmek ister miydin?"
'Cibuti'nin nerede olduğunu bilmiyorum ki."
"Gördün mü. Ben de bilmiyorum. En azından Kenya'da değil, ama Afrika'da bir 
yerde."
Walter bir an bocaladı, içinde epeydir hissetmediği bir arzuyla karısını çocuk 
gibi kollarının arasına alıp, tüm korkularından arındırmak istedi. Onu daha da 
çok kahreden, karısıyla aynı acıyı paylaşmalarıydı. İkisi de geçmişin üstesinden 
gelemiyordu. Karısı kadar o da kendisini geçmişe karşı savunmasız 
hissediyordu. Geçmiş, geleceğe duyduğu umuttan her zaman daha ağır 
basıyordu.
Gözlerini yere çevirerek, "haklısın, hiçbir zaman unutmayacağız" dedi. "Eğer 
tam olarak bilmek istiyorsan söyleyeyim Jettel, nereye gidersek gidelim, her 
yerde mutsuz olmak artık bizim yazgımız oldu. Bunun sebebi de Hitler7dir. 
Hayatta kalmayı başardık ama artık hiçbir zaman normal yaşantımızı 
sürdüremiyeceğiz. Yalnız şunu da bil ki, mutsuz da olsam, bana saygı duyulan 
bir yerde yaşamayı yeğlerim. Almanya Hitler demek değil. Bunu bir gün sen de 
anlayacaksın. Söz yine dürüstlerin olacak."
Ne kadar dirense de, Walter'in yumuşak ses tonu ve çaresizliği Jettel'i 
duygulandırmıştı. Kocasının ellerini çaresizlikle pantolonun ceplerine 
sakladığını görünce, kafasında birkaç uygun sözcük bulmaya gayret etti, onu 
yeniden incitmek mi yoksa teselli etmek mi istediğine karar veremeyince, 
susmayı yeğledi.
Bir süre Owuor'un ütü yapmasını seyretti. Yanaklarını şişirerek çamaşırların 
üzerine tükürüyor, sonra da ağır demir ütüyü havada kavisler çizdirerek, çocuk 
bezlerinin üzerine indiriveriyordu.
Ütüden çıkan minik buhar dalgacıklarını, özlemini çekeceği mutlulukların 
simgesi olarak görüp içini çeken Jettel, "Bunca zaman burada yaşamaya 
alışmıştım. Hizmetkarlar olmadan bir küçük çocukla nasıl başederim? Regina 
hayatında eline süpürgeyi almadı."
"Tanrı'ya şükür, eski formuna kavuştun. İşte benim kanlı canlı Jettel'im yine 
karşımda duruyor. Geleceğimizle ilgili ne zaman bir karar almak zorunda 
kalsak, her seferinde hizmetçi bulamayacaksın diye korkarsın. Bu sefer bunu 
düşünüp dert edinmene gerek yok Doktor Bayan. Almanya, iş arayan insanlarla 
kaynıyor. Bugünden sana umut vermek istemem ama, kutsal olan her şeyin 
üzerine, sana bir hizmetçi kız bulmaya söz veriyorum."
Owuor, ütülediği mis kokulu çamaşırları, düzgün bir şekilde üstüste 
yerleştirirken sordu, "Bwana, valizleri sıcak suyla yıkayayım mı?"
"Neden soruyorsun?"
"Valizlerine safari için ihtiyacın olacak. Memsahib'in de.."
"Bunu nereden biliyorsun Owuor?"
"Ben her şeyi biliyorum Bwana."
"Ne zamandan beri?"
"Epeydir."


"Ama bizim konuştuklarımızı anlamıyorsun ki."
"Rongai'ye geldiğinizi, kulaklarımla duydum, Bwana. Artık o günler yok."
"Teşekkür ederim, dostum."
"Bwana, sana hiçbir şey vermedim, yine de bana teşekkür ediyorsun."
"Yok Owuor, bir tek sen bana verdin."
Onu utandıran acıyı bir an için yeniden içinde hissetti, şimdi eski acılarına bir 
yenisi daha ekleniyordu..Almanya'sı artık o eski bildik Almanya değildi. 
Vatanına, ona tekrar kavuşmanın coşkusuyla değil, yüreğinde derin bir keder ve 
elemle ayak basacaktı. Bunu biliyordu.
Owuor'a veda etmek, onu en az, önceki ayrılıklar kadar üzecekti. Birden gidip 
onu kucaklamak için dayanılmaz bir istek duydu. Onun yerine, Jettel'in saçlarını 
okşamakla yetindi, hafif bir sesle, "Her şey yolunda gidecek, merak etme," dedi.
"Ah Walter, her şeyin birden ciddileştiğini şimdi Regina'ya kim söyleyecek? O 
henüz bir çocuk, buraya o kadar bağlı ki!"
"Ben çoktandır biliyordum bunu," dedi Regina.
"Nerden çıktın böyle? Ne kadardır burada durup bizi dinliyordun?"
"Bütün gün Max'la bahçedeydim" dedi Regina, "ama ben gözlerimle de 
duyuyorum."
Walterde, "Oysa babanla annen gözlerine inanamadılar" diye yanıtladı, 
Wiesbaden'den aldıkları mektubu ima etmek istemişti, sonra Jettel'e dönerek 
sordu," Senin yaşlı sünepe kocanı Hessen Adalet Bakanlığı'nda kim tanıyabilir 
ki, Jettel hiç düşündün mü? Bir türlü aklımdan çıkmıyor bu."
Gerçekten de hayatının dönüm noktasını belirleyen akıl almaz rastlantı üzerinde 
epey kafasını yorduğu halde, işin içinden bir türlü çıkamamıştı, geçmişi ne kadar 
kurcaladıysa da, sonuca ulaşamamıştı..
Walter sekiz gün sonra Yüzbaşı Carruthers'in odasındaydı. Hessen Adalet 
Bakanlığı'ndan gelen mektubu Regina'nın yardımıyla güçbela İngilizce tercüme 
etmişti. Şimdi kendisini ilk bitirme sınavına iyi hazırlanmış bir öğrenci gibi 
hissediyordu. Böyle bir kıyaslama yapacağı iki hafta önce aklına bile gelmezdi, 
bunu düşününce keyfi yerine geldi.
Yüzbaşı bezgin bir tavırla önünde duran mektupları karıştırıp, piposunu özenle 
doldurmuş, öfkeli hareketlerle sıkışan pencereyle cebelleşmesini henüz bitirmişti 
ki, Walter kendini birden rahatlamış hissetti, şu andaki durumu, 
yüzbaşmmkinden çok daha iyiydi. Kendine güveni gelmişti çünkü.
Yüzbaşı da aynı şeyleri düşünüyordu; "Son karşılaşmamızdan bu yana sanki 
epey değişmiş gibisiniz. Söylediklerimi anlamayan adamla siz acaba aynı kişi 
misiniz?"
Walter onun ne demek istediğini anlamıştı ama yine de emin
değildi.
"Evet, ben Çavuş Redlich, Sir,"diye sıkılarak onayladı.
"Siz kıta Avrupalıları, neden espriden anlamazsınız bilmem? Hitler'in savaşı 
kaybetmesine şaşmamalı."
"Sorry Sir, anlamadım."


"Hah ilk karşılaştığımızda da aynen böyle olmuştu. Siz sorry diyordunuz, ben de 
baştan alıyordum, "Yüzbaşı bir an gözlerini kapadı. "Sizi son olarak ne zaman 
görmüştüm?"
"Tam altı ay önce Sir."
Yüzbaşı, ilk görüşmeden bu yana daha yaşlanmış ve mahzunlaşmış 
görünüyordu; kendi de bunun farkındaydı. Sebebi sadece, her sabah uyandığında 
midesinin ağrıması, akşamları da son bir kadeh viskiden sonraki keyifsizliği 
değildi.. Yaşamın hassas dengelerini korumak için kendi yaşında bir insanda 
olması gereken melekeleri yitirmişti, bu da onu huzursuz ediyordu. Artık eskisi 
kadar ölçülü ve titiz davranamıyordu. En önemsiz küçük ayrıntılar bile Bruce 
Carruthers'i haddinden fazla rahatsız ediyordu. Örneğin, şu anda önünde duran 
adamın adını belleğinde tutabilmek için bile utanılası bir gayret harcıyordu.
Bunun da ötesinde, Carruthers şansının artık kendisine eskisi kadar lutüfkâr 
davranmadığını her geçen gün biraz daha iyi görüyordu. Ava çıktığında 
dikkatini bir noktaya yoğunlaştırmakta zorlanıyor, sık sık vatanı İskoçya'yı 
düşünüyor, çok sevdiği golf, kendi gibi, gençliğinde bilim yapmayı hayal eden 
bir adama aptalca bir zaman kaybı gibi geliyordu. Günlerce bekledikten sonra 
gelen mektupta karısı, artık ayrılığa daha fazla dayanamayacağını, boşanmak 
istediğini yazmıştı, bu mektubun hemen ardından da ordudan gelen lanet olası 
talimatta, Ngong'daki görevine devam etmesi gerektiği bildirilmişti.
Yüzbaşı, isyan duygusuyla içi kabarıp kafasının karıştığını farkedince vücudu 
kasıldı. Bu da son zamanlarda sık sık oluyordu. Yılgın bir tavırla 
"Yanılmıyorsam, terhisinizin hâlâ Almanya'ya çıkmasını istiyorsunuz?" diye 
sordu.
Walter "Ah evet Sir" diye hemen yanıtı yapıştırdı, çizmelerini birbirine vurarak 
hazır ol durumuna geçmeyi de bu arada unutmamıştı, "bu yüzden buradayım."
Carruthers karşısındaki adamla ilgili garip bir meraka kapıldı. Mizacına pek 
uygun düşmüyordu hatta kendisine yakıştırmıyordu ama, garip bir şekilde 
kendisine eğlenceli geliyordu.. Bu tuhaf adamın sorularını yanıtlama şekli, ilk 
görüştüklerinden farklıydı.. Herşeyden önce aksanı değişmişti. Gerçi duyarlı
bir kulağı, hâlâ rahatsız ediyordu ama, nasılsa daha iyi bir İngilizce 
konuşuyordu. En azından ne dediği anlaşılıyordu. Kara Avrupası'ndan gelen bu 
hırslı çocuklarla başa çıkmak gerçekten zordu. Kendi yaşıtları sadece yaşamayı 
düşünürlerken, bu insanlar kitaplara boğulup yabancı dil öğreniyorlardı."
"Almanya'da ne yapacağınızı biliyor musunuz?"
"Hakim olacağım Sir," diyen Walter mektubun tercümesini uzattı.
Yüzbaşı şaşırmıştı. Bütün İngilizler gibi o da gurur ve hırstan nefret ederdi, ama 
mektubu okuduktan sonra sakin ve samimi bir ses tonuyla, "Fena değil," dedi.
"Evet Sir."
"Şimdi de fucking Jerrys'ler ucuz bir hakime gitsinler diye, İngiliz ordusunun bu 
meseleyle ilgilenmesini istiyorsunuz?"
"Pardon Sir, ne dediğinizi anlayamadım!"


"Ordunun Almanya'ya gidiş masraflarınızı karşılamasını istiyorsunuz, değil mi? 
Böyle düşünüyordunuz."
"Bunu siz söylediniz Sir."
"Ben mi söyledim? Bana öyle korkarak bakmayın. Majestelerinin ordusunda 
öğrenmediniz mi, bir Yüzbaşı ne söylediğini her zaman bilir. Tanrı'nın unuttuğu 
bu ülkede, hiçbir şeyden haberi olmasa bile.... Bu ülkede hepimiz nasıl 
ahmaklaştık, biliyor musunuz?"
"Ah evet Sir, çok iyi biliyorum."
"İngilizlerden hoşlanıyor musunuz?"
"Evet Sir. Onlar benim hayatımı kurtardı. Bana yaptıkları iyiliği asla 
unutmayacağım."
"O zaman neden gitmek istiyorsunuz?"
"İngilizler benden hoşlanmıyor"
"Benden de. Ben İskoçum çünkü."
Bir an ikisi de sustu. Bruce Carruthers, İngiliz bile olmayan lanet olası bir 
çavuşun nasıl olup da eski mesleğine dönmeyi başardığını düşündü, Glasgow'da 
büyükannesi olan kendisi gibi Edinburgh'lu bir yüzbaşı ise bunu becerememişti.
Bu arada Walter, yüzbaşının "yeniden vatandaşlığa kabul edilme" konusuna 
değinmeden, görüşmeyi bitirmesinden korkuyordu. Birden korkuyla Jettel 
gözünün önüne geldi, kocasının hiçbir şey elde edemediğini öğrenince acaba ne 
derdi? Yüzbaşı, sağ eliyle önündeki kâğıt yığınlarını karıştırırken, sol eliyle de 
bir sineği öldürdü, sonra zihninde başka hiçbir düşünce yokmuş gibi, yerinden 
doğruldu. Duvarda öldürdüğü sineği eliyle kazıdı, piposunu ağzından alarak, 
"Almanzora'ya ne dersiniz?" diye sordu.
"Sir, anlamadım,"
"Hay allah, Almanzora bir gemi. Mombasa ile Southampton arasında sefer yapar 
ve askerleri vatanlarına taşır. Sizin çocuklar içki ve kadından başka bir şey 
bilmezler."
"Bu doğru değil Sir."
"Önümüzdeki yıl 9 Mart'tan önce bu yaşlı gemi için ne yazık ki kontenjanım 
yok. İsterseniz Mart ayma bir şeyler yapabilirim. Sizinle başka kim vardı? Kaç 
karınız ve çocuğunuz var?"
"Bir karım ve iki çocuğum var Sir. Size çok teşekkür ederim Sir. Bana ne büyük 
iyilik yaptığınızı bilemezsiniz."
"Galiba, bunu bir kez daha duymuştum," diyen Carruthers gülümsedi. "Bir şeyi 
daha öğrenmek istiyorum.. Nasıl oldu da İngilizce konuşabiliyorsunuz?"
"Bilmiyorum. Sorry Sir. Bunu ben de fark etmedim."
XXIII. BÖLÜM
Sığınmacılar kendilerini yeni bir yaşamın beklediğini düşünüyorlardı, bu 
duygular içinde, o güne kadar görülmedik bir birliktelik ruhuyla 1947 yılını yeni 
yıldan iki gün önce Howe Court otelinde birarada kutlamayı kararlaştırdılar. 


Çoğu sığınmacı bir an önce İngiliz vatandaşlığına geçmeyi umut ediyordu, bu 
yüzden sabahtan akşama durmadan, United Kingdom, Empire ve 
Commonwealth sözcüklerini ezberlemeye çalışıyordu. Kendilerine zor gelen bu 
sözcükleri doğru aksanla ve vurguyla söylemekte her ne kadar başarılı 
olamasalar da inatlarını sürdürüyorlardı. Son iki ayda vatandaşlığa geçen dört 
çiftle iki bekar erkek, en azından resmi olarak 'bloody refugees' statüsünden 
kurtulup, İngiliz adlarına kavuştular. Özgüvenlerini kazanmak için adlarının 
değişmesi maddiyattan daha önemli görünüyordu bu sığınmacılara..
VVohlgemuths ailesinin yeni adı Welles, Leubuschers'ler de Laughtons olmuştu 
Siegfried ile Henny Schlachter ise kökleriyle bağlarını büsbütün kopartmışlardı. 
Komşularının "'Butcher"* adını almaları yolundaki iğneleyici önerilerini kabul 
etmeyip, Baker** adını seçmişlerdi. En çok şaşırdıkları ise, bazı sığınmacıların 
başvurulan, sebep gösterilmeden reddedilirken, İngiliz
İngilizce kasap anlamında Ç.N. Francı.
vatandaşlığına ilk kabul edilenlerin arasında özellikle Schlachter ailesinin 
olmasıydı. Oysa yeni anadillerini öğrenmek için diğerlerinden daha çok gayret 
göstermedikleri gibi, kendilerini kabul eden yeni vatanlarına da özel bir katkıları 
olmamıştı. Neyse ki Schlachter ailesini kıskananlar çabuk teselli buldular; 
ailenin İngiliz pasaportu almasının sırrı dil sınavını yapan İrlanda'lıdaydı, bu 
İrlandalı güya sınav sırasında Schlachter'lerin Şvab lehçesini, pek ender 
rastlanan kelt aksanıyla karıştırmıştı..
Yeni Yıl partisine doğal olarak Bayan Taylor'la Miss Jones da davet 
edilmişlerdi, ordudan yeni terhis edilmiş kendi hâlinde Rodezyalı bir albay da 

Yüklə 0,75 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin