Tercüman gazetesinin yayını olarak hazırlanan bu eser Garanti Matbaacılık ve Neşriyat tesislerinde dizilip basılmıştır


Emirin oturduğu şehri ziyaret etmeği arzuluyoruz



Yüklə 1,23 Mb.
səhifə5/11
tarix27.04.2017
ölçüsü1,23 Mb.
#15790
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Emirin oturduğu şehri ziyaret etmeği arzuluyoruz.

  • Buhara'yi görmekle çok iyi edersiniz; Semer. kand'dan daha güzel bir şehirdir, çok sayıda camisi vardır; Emirimiz ilmi desteklediğinden medreselerinde kalabalık bir öğrenci topluluğu bulunur.»

    • Mirza bize, kıyısında kaplanlara raslanan Denav yakınlarındaki bir gölden bahsetti. Bir çok hayvanınkanma girdiklerinden Emir o kaplanların avlanmasını buyurmuştu: üzerine dallar konarak gizlenen çukurlardan ibaret tuzaklar kurulmuştu.

    • Buharalı yanınızdan gecenin geç vaktinde ayrıldı. Bir müddet dinlenebileceğini umduğu Buhara'ya gitmek üzere şafakta atla hareket edeceği için bize vedâ etti. Bir aydan beri Buhara'dan Semerkand ve Karşi'ye bir çok gezi yaptığından bir hayli yorgun düşmüştü.

    • Geceleyin, develerin boynuna asılan çıngırakların sesleriyle uyandık. Dökme kazan ve tencere yüklü bir kervan Karşi'den gelmişti. Sabah olur olmaz sallar Me- zar'ı Şerife gidecek olan kervanı karşı kıyıya geçirecekti.

    • Deveciler Karşi'ye bir taş (1) uzaklıkta Arab- Hane köyündendiler. Beglamış kuyuları civarında rasla- dıklarımız gibi bunlara da Arap deniyordu; çok zengin oldukları söyleniyordu, tüccarlara kiraladıkları sayısız develeri vardı ve hemen hemen tamamen yük taşıma işiyle ilgileniyorlardı.

    • Kervandaki adamlarla sohbet ederken Karşi yönünde dört nala giden dört Afgan atlısı gördük.

    • Bakın neler olmuştu. Afganlar Semerkand'dan sadece Kilif'e kadar yüklerini götürmesi için arabalar ve atlar kiralamışlardı, kendi kıyılarında yüklerini daha ileriye taşıyabilecek araçları bulabileceklerini sanmışlardı. Aldandıklarını görünce Buharalı arabacıları Amu- Derya'yı geçmeye ve kendilerini Mezar-ı Şerife kadar götürmeye ikna için her şeyi denemişlerdi. Bir gün önce onlara çok para, elbise, bol yiyecek içecek vaadet- mişlerdi. Arabacılar da ertesi sabah hazır olacaklarına dair yemin etmişlerdi. Fakat, AfganlIların sözüne en ufak bir güven duymayan ve bir defa ırmağı aştıktan sonra AfganlIların elinde oyuncak olacaklarını ve gözlerini kamaştıran parlak vaatler yerine pekâlâ kılıcın sırtıyla dayak yiyebileceklerini anlıyan arabacılar geceleyin kampı terketmeyi daha ihtiyatlı bulmuşlardı. Uyandıklarında AfganlIlar bir tek arabanın gölgesini bile bulamamışlar, uzaklardan yük develeri getirmek zorunda kaldıklarından yolculuklarının epey gecikeceğini anlamışlardı; işte bu yüzden arabacıların arkasından bu atlıları yollamışlar, onlara çeşitli armağanlar vererek geri dönmelerini temin etmek istemişlerdi.

    • İki saat sonra atlılar hiç bir şey elde edemeden geri döndüler.

    • Bize Kilif'in doğusunda bulunan bir ormandan bahsetmişlerdi. Beraberimizdeki Rus subaylarından biri yerlilerden biri tarafından ormanın varlığını kesinlikle işitmişti. Bir Kilitli Kilif - Şirabâd yolu üzerinde üç taş uzunluğunda fevkalâde güzel.bir orman olduğunu ısrarla belirtti.

    • Hatta evimin kapısı o ormanın ağacından yapılmıştır, diye ilâve etti.

    • Oraya araba ile gittin mi?

    • Hayır; yol sadece atla gidilebilecek kadar düzgündür.

    • Bu kadar bilgilerle gerçeği yakaladığımızı sanmıştık; bu adamın yalan söylediğini veya hiç bir şeyden anlamadığını farkettik. Nitekim, Orta Asya'da bizim anladığımız anlamda orman kelimesinin karşılığı olmaması mümkündür. Bizim kelimenin karşılığı, bu ülkede sürekli. ağaç kesiminden sonra değerini tamamen kaybetmişti. Nesne yok olmuş, sadece kelime kalmış ve bir vahanın kenarında toplanmış iki, üç .yüz ağaçlık bir topluluğa İzafî olarak bu ad verilmişti. Yüz kilometre gittikleri hâlde bir tek söğüt bile göremeyen bu ülke insanları için o gerçek bir orman sayılabilir!

    • KİLİF'TEN ŞİRABAD'A

    • «Eski Amu-Derya'nın görünüşü — Kara Moğol Türkmenler— 1878 kışı — Kara Moğolların sefaleti

    • Tavşan av», fitilli tüfekle av — Bir garip kuş — Saz — Yağmacılar — Ormanda av hayvanlan — Röportaj — Başarıya duyulan hayranlık — Kaplanlardan bahsediliyor — Çeşitli su yolculuğu usulleri, sal, tutum — Gömülü insanlar — Amu Derya'dan Şirabâd'a

    • Hekimin kanunsuz çalışması — ».

    • Amu - Derya üzerinde yer alan Çuşka-Guzar'a doğru hareket ettik. Yol ırmağın hemen yanı başında uzanmıyordu; tuzlu bir vâdi ve çevre dağların kayalarının ufalanmasıyla kumunu alan bir çöl arasından kuzey doğuya doğru gidiyordu., iki saat boyunca atla gidince doğuya doğru dönülüyordu; bir uçurumun kenarı boyunca çıkan sarp bir dağ yolu, uzakta akan Amu -Derya'nın kıyısına inen bir boğaza kadar yükseliyordu. Atların nal sesleri önümüzde kaçışan keklikleri ürkütüyordu; tüfekle bir el ateş iki beyaz kartalın ilgisini çekti; sivri bir tepenin üzerinde geniş kanatlarını a- çarak bir müddet süzüldüler, baktılar, sonra haşmetli bir edâ ile uzaklaştılar.

    • Boğazın alt kısmında, yaklaşık dört kilometre öte-

    • de, saz örgüsünden yapılmış, kelle şekeri biçiminde yirmi kadar kulübe Kulanaşa kışlağını (1) teşkil ediyordu. İçinde Türkmenler oturuyordu. Sert tüylü iri çoban köpekleri kulübelerin çevresinde dolanıp duruyordu; atlarımızın üzerine saldırdılar ve hayvanların bileklerini ısırmaya başladılar. Köpekleri zorlukla kırbaç'a dağıttık. Havlamaları nihayet sahiplerinin dikkatini çekti, sert sesle hayvanlarını çağırdılar.

    • Kulanaşa'dan çıkarken içinde kimse o İmi yan bir kaç saklı gördük, sonra yol Amu-Derya'ya yaklaştı. Taşkın zamanı ırmağın sularını alan arıklar da gözüktü. Şimdi hepsi kupkuruydu. Sazlar, kamışlar ırmak boyunu bir orman gibi kaplamışlardı. Bu orman kekliklerin, tavşanların, yaban domuzlarının tercih ettikleri bir gizlenme yeri olup, kaplanlar serinlemek için yine oraya gelirler. Tünkmenlerin tarıma elverişli bir hâle sokmak istedikleri yerlerde sazlar yanmıştı, işte böyle aydıınlıklardan biri sayesinde Amu-Derya'ya bir bakış fırlatabildik.

    • Güneş alçalmış, ufuk kızarmıştı; ırmağın ortasında çıkmış ve karaya bağlanmış adacıklar üzerinde telli turnaları ve leylekleri sıralar hâlinde dizilmiş olarak görüyoruz; küçük koylarda akıntıdan uzakta yaban ördekleri toplanmışlar ve kendilerini dalgaların çırpınmasında sallanmaya bırakmışlardı. Amu-Derya'ya gelince, bu deniz kadar geniş ırmak keyfince akıyor, kâh sağa, kâh sola dönüyor, bir kıyıya verdiklerini öteki kıyıdan alıyordu. Şurada kıyıyı dolduruyor, ötede oyuyordu. Yüzeyinde sessiz, yalnızlığın sükûnetini bozmadan ovaların arasından akıp gidiyordu. Taşıdığı muazzam su kütlelerini batıya aktarıyordu. İşte kavimlere yol gösteren ilk yüzyıllardaki göçmenlere Batı'mn yolunu açan yaşlı Oxus buydu.

    • (1) Orijinal metinde aynen Türkçe yazılmıştır. (Ç.)

    • Arkamızda Baysun dağlarının son kolları iniyordu; güneş ıssız yamaçları renklendiriyor, kayaların düz yüzlerini parlatıyor ve karlı zirveleri bir hacının sarığından daha beyaz gösteriyordu.

    • Önümüzde güneyde, boz renkli çöl büyük bir hat çiziyordu.

    • Bunca büyüklüğün altında ezilmiş, bakışlarımız şaşkın, bu güçlü tabiatın içinde düşünebilen bir molekül olmaktan mutlu hareketsiz kaldık. Arada sırada, ırmağın sürekli vuruşları karşısında artık direnemiyen bir parça kıyıdan kopup, boğuk bir sesle düşüyordu. Ansızın gagasını şaklatan ve kanatlarını çırpan neşeli bir leylek bizi daldığımız rüyâdan uyandırdı ve konaklamadan önce önümüzde daha bir taşlık (8 km.) yolculuk olduğunu hatırlattı.

    • Küçük kervanımıza erişeceğimiz zaman güneş batmıştı. Bir çeyrek saat içinde, gece geldi, karanlık bastı. Rehber başa geçti ve uzun zaman kızıIderiIi yürüyüşünde onu izledik. Solda bir ışık göründü, köpekler havlıyor, üç yüz metre ötede konuşmalar oluyordu, dizginlerimizi çekerek o yöne döndük. Obadaki av köpeklerinin güçlü bacaklarına borçlu olduğumuz bir tavşanın nefis etinden yemeden yatmadığımız bir Türkmen çadırında geceliyecektik.

    • İzlediğimiz yolun ortasından geçtiği toprak parçası, ırmak ile o yöreye adını veren Kara _ Kamar dağ silsilesi arasına sıkışmıştı. Yirmi yıldan beri Orta Asya'nın bu yöresi, çok yoksul hayatları yüzünden tamamen yerleşik olarak yaşayan Türkmenler tarafından işgâl ediliyordu. Bize Kara . Moğol Türkmenler aşiretine mensup olduklarını soyledjler. Bu insanlar sürülerini kaybettikleri zaman genellikle göçebeliği terkedi- yorlardı; bir kaç yıldan beri, Buharalıların deyimiyie «Ekmek arayanların sayısı giderek artıyordu. Eskiden kuraklık veya şiddetli soğuk sürülerini yok ederse, amacı yağma olan seferler tertip ediyorlar ve yurtlarına kendilerine pek pahalıya mal olmamış koyun ve inekler ile dönüyorlardı. Bazen koyun ararken bir kervana raslıyorlar, hemen kuşatmakta tereddüt göstermiyorlar, fazla cesaretli olanları kılıçtan geçiriyorlar, diğerlerini atlarırvn arkasına bağlıyorlar ve yeteri kadar e- sire sahip olunca bunları Buhara ve Hive köle pazarlarında satıyorlardı. Şimdi Ruslar Semerkand'a, Amu -Derya'nın ağzında hâkim durumda olduklarından yağma gitgide daha zorlaşmaktadır.

    • Elde kılıç sağlanan geçim yerine şimdi sadece topraktan medet ummak gerekiyordu. Türkmen artık çölde kuyuların yakınında av aramaktan vazgeçiyordu. Zaman değişmişti, üzengileri üzerinde dikilerek u- fukta gözükecek olan kervanı gözliyen Türkmen şimdi amaç'ı (1) üzerine eğiliyor ve zorlukla toprağı işliyor.

    • Bir kara Moğol bize, «On yıl kadar önce Amu-Der- ya'yı iyi tanıyan bir çok arkadaşımız Kara Moğollar'- dan bir topluluğu Kara - Kamar yakınlarında yerleşmeye ikna etti. Cesaretle işe koyulduk, toprağı tarıma elverişli bir duruma getirdik, Emir'in bize verdiği buğdayı ektik ve eskiden sazlardan başka bir şey yetişmeyen topraktan ürün aldık. Toprak o kadar verimli değil, fakat Amu-Derya'nın belirli zamanlarındaki taşfan- ları sayesinde fazla zahmet vermeden, kolaylıkla sulanabiliyor. Kışın sular alçalınca Amu'nun kıyılarına geliyoruz, toprağı işleyip, ekiyoruz, sonra dağlardaki karlar eriyip ırmak kabarınca tarlalarımızı suluyor, biz de onun önünden çekilerek yüksek yerlere çıkıyoruz.»

    • «1877-1878 yıllarında korkunç kış hüküm sürdüğü sıralarda Kara Moğollar çof sefil bir hayat içinde yaşıyorlardı. Soğuk ineklerimizi, koyunlarımızı kırmıştı; bir tek buzağı, bir tek kuzu soğuğa dayanamadı. Birgün önce akşamleyin iyi görünen biri ertesi sabah çadırında donmuş olarak görünüyordu. Kimse şimdiye kadar böylesine korkunç bir kış geçirildiğini hatırlamıyordu. iki ay süreyle Amu-Derya üzerinde kaplı buzlardan karşı kıyıya rahatça geçilebildi. Bu bizim için büyük bir yıkım oldu, 1879-1880 kışı da yine çok şiddetli geçti, ve Kara Moğolların sefaleti daha da arttı.»

    • Konakladığımız yerde kötü keçeden dört beş yurttan başka bir şey yoktu. Büyük çoğunluk sazlardan ö- rülmüş sığınaklar altında yaşıyordu, işte bu tür bir sığınağın, —eğer yukarda bir sipoyla ve aşağı kısmında soğuk girmemesi için taşlarla tutturulmuş uçuca iki hasırdan ibaret bir yere sığınak denirse— içinde mevcut eşyalar: çatlak topraktan bir testi, tahtadan iki çanak, kötü bir sandık, bir paket zincir, yerde yatak görevi yapan bir hasır. Haşarattan hiç bahsetmiyeli'm. işte bir adam, bir kadın ve iki çocuğun oturduğu «ev» bu hâldeydi. Kadın haricinde hepsi çıplak başlı ve çıplak ayaklıydı. Pamukludan bir gömlek ve aynı kumaştan bir don giymişlerdi. Kadının başında bir örtü, üstünde de elbise yerine kullandığı, topuklarına kadar uzanan bir gömlek vardı. Elbiselerin pisliği anlatılamaz derecede idi. Üç keçinin sağladığı süt ve çalışmalarının ürünleri ile hayatlarını sürdürüyorlardı.

    • Kara Kamar işçilerinin ne durumda olduklarını mutlaka tahmin edebiliyorsunuz; hiç çalışmayan ve diğerlerinin onlar için ekip, biçtikleri, ürün aldıkları ve bunlara çalışmalarının karşılığında bir ölçek pirinç, bir miktar un, yemek artıkları ve eski elbiseleri verdikleri «zenginler» tarafından yönetilirler.

    • Bir serdar olan en zengininin üç kötü ineği, bir atı, iki keçisi, üç koyunu, sadece bir kaç yerinden delik bir çadırı vardı. Servetleri, taşınır ve taşınmaz maı-larıyla üç yüz frankı geçmez. Diğerlerinin nezdinde saygı duyulan bir mevkii vardır.

    • Türkmenler kara ve su avcılığında mahirdirler. 0- lağanüstü bir maharetle attıkları bir ipe bağlı üç çatallı zıpkınla balık avlamayı tercih ederler; sürek avında tazıları, pusu avında da fitilli tüfekleri kullanırlar.

    • Tazıyla avlanma çok kolaydır. Atlılar sazlık yerlerde dolaşarak tavşanı ova tarafına doğru kaçmaya zorlarlar, bu arada bir süredir aç bırakılmış tazıları tutan yayalar, tavşanı görür görmez köpekleri bırakırlar; atlılar çığlıklar atarak tazıları kovalarlar ve bir kaç dakika içinde «Eşek kulaklı hayvan» tazının dişlerindedir. Dört nala gelen atlılar hemen tavsam tazının ağzından alırlar, kafasını keserek, bunu mükâfat olarak tazıya verirler.

    • Fitilli tüfekle av daha büyük itina ister. Avcı, avlanmak istediği av 'hayvanının davranışlarını iyi bilmek zorundadır. Tavşanın ve kekliklerin su içmek veya yemlenmek için nereye geldiğini biliyorsa kamışların arasına pusu kurar, kendisini gizleyecek şekilde sazları bağlar, sonra tüfeğini çatalın üzerine yerleştirir; tüfeğin ateşleme haznesini barutla doldurduktan sonra kavını. hazırlar; dışardan farkedilmemesi için üzerine toprak 'rengi örtüsütıü örter, örtünün yırtıklarından dışarıya gözleyerek bekler; keklik gelip, her zamanki yerini alınca, topraktaki tohumları gagalamaya veya kursağını suyla doldurmaya başlar ve o zaman avcı çakmağını çakar, önce kav görevi yapan kurumuş bitkileri tutuşturur, sonra barutu patlatacak olan fitile ateş verir ve son derece dikkatle nişan alır, vuracağından emin olunca fitili baruta deydirir ve tüfek patlar. Bazen barut patlamasa da, ateş edildiğinde mutlaka vurur. Türkmenin hedefini şaşırdığı enderdir.

    • Kara Kamar'ın tek fitilli tüfeğine sahip olan aşiretin Nemrud'u silâhı omuzunda asılı ziyaretime geldi.

    • Bu, geniş yüzlü, küçük çekik gözlü iri yarı gürbüz bir adamdı.

    • Beni selâmladı.

    • Muitik'ini (1) göster bakalım, dedim..

    • işte, bak. Şeninkini göstersene.

    • Eski ve üzeri altın tellerle işlemeli silâhı inceledim. Ucunda tüfeği yerden kırk santimetre kadar kaldırmaya yarayan bir çatalı bulunan bir metre otuz santim boyunda namludan ve kabaca yontulmuş nhlamur ağacından dipçikten meydana gelmişti. Namlunun kalınlığı yaklaşık bir santimetre kadardı; dışı altı köşe, içinde dik dört yiv vardı; kalibresi de altı milimetrelikti. Namludan bir demir çubuk vasıtasıyla sokulan kurşun tanesini ancak fırlatacak kadar barut konuyordu. Dipçiğin yanına tutturulmuş bir mil etrafında dönebilen S şeklinde bir demir parçası ucuna pamuktan bir fitil bağlanmıştı; bu parçayı elle barut haznesine sokup çıkarmak mümkündü.

    • Bu arada Türkmen horozlu silâhımı evirip, çeviriyor ve anlamadığı mekanizması karşısında dilini şaklatıp duruyordu.

    • Tüfeğin parçalarını söktüm ve; ona açıklamalarda bulundum.

    • Cevap : Dil şakırdatması ve sallanması.

    • Onu buraya yerleştiriyoruz.

    • Yine dilin şaklaması ve başın sallanması.

    • Namluyu kaldırarak kapatıyoruz, horozu kaldırıyoruz ve ateş etmek için şu madenî tetiğe basıyoruz.

    • Yine dil şaklaması ve başın hareketi.

    • Açıklamalarımdan sonra bir deneme yapıyorum, ateş ettikten sonra süratle tüfeği dolduruyorum.

    • Cakşi ıbeğim. diye nihayet Türkmen cevap ver_ di ve hemen ilâve etti: Bana biraz barut verebilir misin?

    • Bana canlı bir kuş verirsen sana istediğin kadar barut veririm.

    • Barut ver, sana bir tane getireyim.

    • Ona bir kaç atımlık barut verdim, teşekkür ederek yaramdan ayrıldı, iri vücudunu sallayarak uzaklaştı. Arkasından seslendim.

    • «— Hey, sana bir şey sormayı unuttum. Güzel tüfeğin nereden gelmişti?»

    • «— Satın almıştım.»

    • «— Nerede?»

    • «— Pazarda.»

    • «— Hangi pazarda? Karşi'de mi?»Gülerek,

    • Bilmiyorum.»

    • Benim yiğit Abdulzair:

    • «— Tüfeğin yağma malı olduğunu anlamadın mı ?»

    • Türkmen bir müddet sonra yine tüfeği omuzunda geri geldi; her birinin göğsünde bir kurşun, iki kekl'k getirmişti. Ayaklarımın dibine attı.

    • «— Hani canlı kuş?» diye sordum.

    • «— Burada, kaputumun altında;» diye cevap verdi.

    • Kumaşın altında hareket eden bir şey sekiyorum.

    • «— Haydi göster bakalım kuşunu.»

    • Fakat o hiç acele etmiyordu.

    • «— Bana barut vereceğini söylemiştin;» diyerek yavaşça kaputunu araladı.

    • «— Tamam, şimdi sen kuşu göster.»

    • Ve kulaklarından çekerek bir tavşan çıkardı.

    • «— Kuş dediğin bu mu?»

    • «— Ha, Ha, bana barut vereceksin, dostum, söz verdin.»

    • Hep birlikte, kuş yerine bana tavşan getiren Türk- menin kendine olan güveni karşısında kahkahalarımızı tutamadık, önce Abdulzair’in yaptığı şakaları anlamadı, sonra bizimle beraber gülmeye başladı. Alaylarımıza hiç aldırmıyordu; ona barut verilmiş, amacına erişmişti.

    • Amu kıyısında dolaşırken küçük bir koy içine gizlenmiş bir kayık gördüm. Bu, Mezar-ı Şerif'e satmak üzere tuz taşıyan Kara Moğollara aitti. Böylece Kilif'e hatta daha aşağılara kadar uzanıyorlardı. Kayığa iple çekerek akıntıya karşı çıkıyorlardı. Billûr hâlindeki bu tuz onlara dağlardan geliyordu. Aynı zamanda kamış da satıyorlardı. Kamışları hemen toprak hizasında kesiyorlar, bir sal teşkil edecek şekilde topladıklarını deste yapıp bağlıyorlardı. Yanlarına bir kaç günlük yiyeceklerini alarak, bu ilkel araçla mallarına alıcı bulabilecekleri yere kadar ırmakta yol alıyorlardı. Yine ilkel bir kürekle önlerine çıkan engelleri uzaklaştırıyorlar, veya bir kum adasına otururlarsa kurtulmaya çalışıyordu. Mallarını kaplanacak bir evi veya örülecek hasırlara ihtiyacı olanlara sattıktan sonra, keselerinde birkaç kuruş veya pazardan satın aldıkları bir kumaş parçasıyla kıyı boyunca yurtlarına dönüyorlardı. Kamış Türkmen için çok değerlidir. Onunla ısınmak için yakacağını, evini yapacak maddeci ve kurak dönemlerde ot bulamadığı zamanlar, iyi günler gelinceye kadar insanlara ölmiyecek kadar süt veren inek ve keçilerine taze sürgünleri temin etmektedir.

    • Kara Moğollar, kışın kendilerini yağmalamaya gelen Kara Türkmenlerin akınları ile devamlı tehdit altındadırlar. Bunlar eski soydaşlarını yağmadan muaf tutmazlar. Eski Normanlar gibi, yalnız şu farkla ki, onlardan daha az kalabalık ve ağaç azlığından daha az sayıda kayıklara binerek gelirler. Saldırılarını daima geceleyin yaparlar. Yağmacılar ırmağı dikkatle çıkarlarve «çalışacakları» yere gelince, kayıklarını saklarlar.ve son ana kadar kendilerini belli etmezler; sonra karanlıktan yararlanarak, köylerin veya çadırların yan.ina kadar sokulurlar ve koyun, inek, at, kısacası ellerine ne geçerse kaldırırlar. Köpekler havlayarak herkesi uyandırırlar, buzağısından ayrılan bir ineğin böğürtüsü yağmacıların yönünü belli eder, yağmalananlar arkalarından koşarlar, yetişirler, büyük bir döğüş çıkar, bazen ölenler ve yaralananlar olur, iki taraftan birinin kazanması, hâlinde, ya yağmalananlar kendilerinde çalınan malları geri alırlar, ya da diğerleri ganimetleri ile ka- yıklarına erişir ve ırmağa açılırlar. Sınır civanında çalıştıklarımdan, bir gün önce Buhara topraklarında çaldıklarını ertesi gün Afgan kıyısında satarlar veya tersi olur; kendilerine gerekli olan hayvanları veya araç, gereçleri yanlarında altkoyarlar.

    • Okuyucu bazı Orta Asya kaviımlerinin pek de hoş bir hayatları olmadığını anlamıştır. Buna bağla olarak kesesinde bol parası olan bir entrikacının veya bir muhterisin böylesine sefalet içinde yaşayan insanlardan nasıl kendisine taraftar toplayabileceğini de aniı- yacaktır. Herhangi birini tahtından indirmek ve «Devletin dizginlerini» kendi ellerine almak isteyen birisi için bir ihtilâl, bir darbe tertiplemek en kolay şeydir. Herhangi bir Türkmene bir miktar para, sırtına bir kaput altına bir kat ve eline bir kılıç verdikten sonra her gün pirinç, arada sırada koyun yiyebileceğini, çay içebileceğini söyledikten sonra onu istendiği kadar savaşa sokmak 'mümkündür. Nitekim yüzyıllardan beri ihtiraslı, beğler ülkenin altını üstüne getirmişlerdir, ve «Barışjn huzurunu» bilen insanların sayısı fevkalâde az olduğundan bu durumun daha uzun müddet devam etmesi olağandır. Bizim batılı iktisat şartlarımıza göre, bir savaş zenginleştirdiğinden çok daha fazla insanı mahvetrnektedir. Halbuki AsyalIların önemli bir kısmıiçin bu bir eğlencedir. Ülkenin herhangi bir yerinde çatışma olduğu söylenince, herkes atına atlayarak «te. maşa»yı seyretmeye, eğlenmeye koşar. Asıl amaçlan karışıklıktan yararlanarak yağma imkânlar»! aramaktır. Ruslar durmadan güneye doğru ilerlediklerinden bunun artık son bulacağını söyliyebiliriz. (1)

    • 3Î mart akşamı geçiş için bir salın beklediği Çuş- ka Guzar Domuz geçidi} a vardık. Bu mevsimde çok yolcu ve kervan geçiyordu; çalıştırılan altı kayık, Türkistanlı tüccarların kışın Kunduz ve Kulm'a satmak ü- zere götürmeye alışkın oldukları koyunların nakline ancak yetmekteydi. Bu sıralarda, şimdiden ot bürümüş Baysun dağlarından Semerkand'a gitmek üzere gelmekteydiler. Salın yanına geldiğimizde çobanlar uzun yünlü, boylu ve bol etli koyunlar! indirmekle meşguldüler. Karşı kıyıda kayıklara binmek için sıra bekleyen diğer sürüler görülüyor ve hayvanların aptallığından* sabırsızlanan çobanların haykırışları kulağımıza kadar geliyordu.

    • Sal âmiri ilk defa Frenkleri görmekten mutlu, bizi çay içmeye dâvet etti. Ona göre çevrede av hayvanları kaynıyordu; tavşanlar, sülünler, keklikler sazlıklarda bol miktarda mevcuttu; kurt ve yaban domuzu da eksik değildi ve gelişimizden üç gün önce bir kaplan görmüştü. Bu vahşi hayvan, sürüleri izliyor ve yol boyunca haracını alıyordu; diğer zamanlarda sık ormanlık yerlerde kalıyor ve tercih ettiği yiyeceği, yaban domuzunu avlıyordu. Abdulzair'in okumuş birisi olarak takdir ettiği ev sahibimiz çok konuşkan birisiydi. Bizi ilgilendiren ve Surkhân civarında bulacağımızı sandığımız harabeler hakkında kendisine sorular sorduk. O harabeleri biliyordu; hikâyesini anlatmaya kalk-

    • (1) Zaten Türkistanlıların bu şuursuz durumu Rusların istilâsını kolaylaştırmıştır. (Ç.)ti, ve irticalen ortaya koyduğu konuşmasında olaylar ve tarihler aklın almıyacağı bir şekilde birbirine karıştı. Kısaca, Cengiz-Han'ın bu şehirleri inşa ettirdiğini, İskender'in ise onları yakıp, yıktığını söylemek istiyordu. Belki de, kendisi güçlünün ve muzafferin hayranı bir Asyakı izlenimini bırakmamak için yıkıcı rolünü bir Batılıya yüklemekle bize hoş görünmek istemişti.

    • Saldan inen ve Şirabâd yönüne doğru giden bir sürü atlı gördük. Nereden geliyorlardı?

    • Azizlerin türbelerinde duâ ettikleri Mezar-ı Şeriften geliyorlar; dedi.

    • Abdul bunların Buhara Emiri tarafından gönderilen ve AfganlIların Ruslara nasıl davrandığını ve Atodur- rahman'ın konuklara karş.ı cömert olup olmadığını anlamaya çalışan casuslar olduğunu söyledi. Casuslar yavaş yavaş Şirabâd'a geldikçe Beğ olaylardan haberdâr etmek istediği efendisine bir rapor yazıyordu. Rusların içinde bulunduğu kervanın çok yavaş hareket etmesinden, mükemmel eğlenceler tertiplenen Mezar-ı Şerifte çok iyi karşılanacağı bilinmekteydi.

    • Ülkedeki âdete göre yabancıları adım adım izlemek, gözlemek ve Ernir'e bütün olayları ve hareketlerini bildirmek gerekiyordu. Biz de aynı gözetimin etki- si altındaydık. Her şey, on dördüncü yüzyılda bu yöreleri gezen Arap gezgini İ'bni Batutâ'nın Hint kralı hakkında anlattıklarındaki gibi geçmektedir: «Hint kiralının devletlerinin her şehrinde, olanları anlatan ve oralara gelen her yabancıyı kendisine bildiren bir istihbaratçısı vardır. Bir yabacı gelirse, önce onun hangi ülkeden geldiği yazılır; adından, belirgin işaretlerinden elbiselerinden, arkadaşlarından, atlarının ve hizmetkârlarının sayısından, nasıl oturup, yemek yediğinden, kısacası nasıl bir varlık olduğu, meşguliyetlerinden ve göze çarpan meziyetleri ile kusurlarından bahsedilirdi. Kral yabancı hakkında her şeyi bilmelidir ki onu huzuruna kabul etsin; üstelik hükümdarın ona vereceği lü- tûflar meziyetleriyle orantılı olur.»

    • Bu, bir kurum hâline gelmiş muhbirlikten başka bir şey değildir ve Doğulular o konuda başarının doruğuna çıkmışlardır.

    • Emir Abdurrahman'ın hızlı gelişen talihi gibi ö- nemli bir olay bütün konuşmaların konusunu ele geçirmişti. Başka yerlerde olduğundan daha fazla olarak Asya'da, bir gün önce yerilen bir şey ertesi gün utanma duyulmadan övülmektedir. Aslında önemli olan bir insanın varlıklı veya güçlü olmasıdır, yoksa onun bu duruma, nasıl ve hangi yollardan geldiği önemli değildir. Eskiden sürgün olan Abdurrahman Han şimdi güçlü bir imparatorluğun hükümdar! olup, karısı ile çocuklarını büyük bir ihtişamla kendisine iade ediyorlardı. Şu hâlde Allah Abdurrahman Han'a uzun ömürler versin!

    • Abdulzair de genel heyecanı paylaşıyor ve Afganistan yönünde bakarken, kollarını alabildiğine açıyor ve «Ne kadar büyük bir ülkeye sahip!» diyordu.

    • Sal âmiri de bire bin katarak şöyle diyordu:

    • «Abdurrahman'ın hazîneleri çok zengin; oğullarına eşlik eden Ruslara beş bin altın gönderdi; Mezar.ı Şerîf'te müminler için altın işlemeli ipekliden bin kha« lat, kırk pud (1) çay, beş yüz pud şeker, kebab için iyi yağlı binlerce koyun, palav için bilmem ne kadar batman pirinç; sekiz gün boyunca herkese ziyafet verilecek. Ne büyük Emir!»

    • Patronlarının arkasında sözlerini dinleyen kürekçilerin gözleri bu inanılmaz sayılar karşısında hırsla parlamaya başlamıştı. İçlerinden birinin daha önce ziyaret ettiği Mezar-ı Şerîf'e mymkün olsa hemen ha

    • (1) Bir pud 16 kg; bir batman da yerine göre 1 ilâ İ8 pud gelmektedir.

    • reket edeceklerdi. Onun söylediğin gör, «Sulama için bol su mvcut olduğundan olağanüstü verimlilikte, gayet iyi işlenmiş bahçelerle çevrili bir şehirdi.»

    • Bizim topluluk bütün bu insanların pek hoşuna gitmişti ama daha ilerde konaklamak zorundaydık; at bindik. Beğe ödemelerin tutarını teslim edecek olan sal âmiri Şirabâd'da ziyaretimize geleceğine söz verdi.

    • Amu kıyısında plaj gibi uzanan kûmlar arasından geçerken bir adam bize rehberlik ediyordu. Kumun yüzeyi rüzgârın etkisiyle düzgün bir şekilde kırışmış olmasına ve bir halı kadar masum gözükmesine rağmen, üzerinde tesadüfen yürürse içinden çıkılması bir hayli zor olan çok kaygan bir kum çukuruna düşme ihtimali vardır. Yabanî ördekleri yakalamak isterken böyle bir tecrübe başımızdan geçti. Büyük bir talih eseri elimde sadece tüfeğim vardı ve hiç bir şekilde yürümeye çalışmadım; hemen yapılacak olan tek şeyi yaptım: karnımın üzerine yatarak ve bir az da bir yengeç gibi sürünerek, kötü durumdan kendimi kurtardım. At üzerinde olunursa, hayvanı mutlaka yukarı kaldırmak, arka ayakları üzerinde döndürmek ve sağlam bir yer aramak gerekir-. Tehlikeyi sezen hayvan, daima büyük bir enerji ile bu harekete katılır. Önünüzde bir rehber varsa, yapılacak tek şey onu izlemektir; zira ancak o bölgeye ait birisi suyun eskiden beri çekildiği ve kuru kum kabuğunun bir atlıyı taşıyacak kadar sert olduğu yerleri bilebilir. Gözle bir şey farketmenin imkâra yoktur.

    • Konaklıyacağımız yere varmak için,.ırmağın yanında sazlıklar arasında kaybolan dar yollara girdik. Bir müddet bir yolu izledikten sonra sık sık, solda yeni a- çılmış yola girmek zorunda kalıyorduk. Sağ kıyısını açgözlü dişiyle durmadan kemiren ırmak atların izleriyle açılmış yollara yavaş yavaş tecavüz ediyordu. Bir yarım dairenin olduğu yere bir çıkıntı yaratarak.

    • veya bir burnun uzamasını durdurup onu yok ederek kendi kayısında durmadan değiştirip, yerinden oynattığı bir sürü küçük koy oyuyordu; sanki, bir türlü başarıya ulaşamadan kıyısını düzeltmek istiyordu.

    • Akşam üstü sivrisineklerden hiç bu kadar rahatsız olmamıştık; bereket versin geceleyin güney-batı rüzgârı şiddetini arttırdı ve rahatsız edici ziyaretçileri uzaklara götürdü. Bu sivrisinekler çok küçüktü, görülmedikleri ve ancak hissedildikleri doğruydu.

    • Sivrisineklerden artık kurtulmuştuk; şimdi de, falsolu ve yırtıcı sesleriyle, en az yorgunları bile çileden çıkaracak bir ısrarla uluyan çakallar başladı. Nihayet kendi konserlerinden bıkmış olacaklar ki seslerini kestiler, biz de uyuyabildik. Sal âmirinin kaplanlardan bahsetmesinden mi, yoksa uyumak ihtiyacı duymadıklarından nm nedir, derin bir uykudan sonra bir ara uyandığımda bizim adamları hep ateşin başında sohbet ederken gördüm; Büyük Ayı gökte çizdiği dairenin yarısını katetmişti ve onlar hâlâ ateşi söndürmeye niyetli görünmüyorlardı.

    • Adını taşıdığı iranlı kahramanın cesaretine sahip olmıyan yiğitimiz Rüstem, atlanın sırtlarını ateşe döndüklerini, hep aynı noktaya baktıklarını ve uyumadıklarını işaret etti; orada dolaşan büyük bir hayvan olmalıydı.; acaba Çuşka - Guzar'da sözü edilen kaplan mıydı bu? Aldandığım ye beni taklit etmesini söyledim; bir az sonra koyun postundan paltomun içinde kollarımı kavuşturup uykuya daldım; böylece uluyan yirmi çakala, durmadan sokan sivrisineklere nazaran sessiz, ce dolaşan bir kaplanın çok daha az rahatsız edici olduğunu göstermeye çalışıyordum.

    • Ertesi gün sabah, gelişimizden haberdâr olan Şi- rabâd beği tarafından yollanan bir adamın ziyaretini kabuj ettik. Oturduğu yerde fazla eğlenme imkânı bu- lamıyan bu beğ, Batı'dan gelen insanları iyi incelemekve hemen efendisine etraflı tasvirini yapacak bir adamını yollamakta acele etmişti. Beğin adamı ile sohbet ederken, efendisine bol bol iltifatlar yağdırmayı ihmal etmedik. Ayağını üzengisine koyarken Amu üzerinden gelen bir gürültü duyduk: İki Türkmen bir ot yığını Çizerine bağdaş kurmuş akıntının tesiriyle gidiyorlardı; bize yüksek sesle selâmünaleyküm diye bağırıyorlardı; onlara kıyıdan cevap verildi. Her zamanki sorular soruldu:

    • «Nereye gidiyorsunuz?

    • Frenklerle Şirabâd'a.

    • Ya siz?

    • Kerki'ye sazlarımızı satmaya.

    • Allah sizi korusun!

    • Allah sizi korusun!» Hepsi birden, ırmaktaki- ler ve karadakiler, sakallarını sıvazladılar.

    • Biraz sonra Türkmenler bir adanın arkasında kayboldular.

    • Sonra Türkmenlerden az ilkel olmıyan bir denizci daha gözüktü; kıyıdan yaklaşık üç yüz metre ilerde ırmağın ortasında yer alan adalardan birine erişmeye çalışıyordu. Kolunun altında aracını taşıyordu: Boyun ve dizlerin büküldüğü yerde sıkıca bağlanmış, kılları dışarı gelecek şekilde çevrilmiş bir keçi postu, ispanya’da fıçı yerine geçen bu tulumlara şarap doldururlar; Kara Kamar’da daha ziyade su veya derin bir ırmak geçileceği vakit hava ile doldurulur.

    • Yeni gelen dizini yere dayadı, postun sağ ayağını, buğday çuvalının ağzı gibi bütün eliyle kavradı, delik kısmına ağzını dayadı ve kuvvetlice üfledi; nefes alırken parmaklarını sıkarak havanın dışarı kaçmasına engel oluyordu. Bu hareketi bir kaç defa tekrarlaması sonunda keçi postu hava dolarken yuvarlaklaşmaya başladı. Dikkatle o ayağı bağladı, bir eliyle tuluma bastırırken kulağını yaklaştırarak ayaklardan hava kaçıpkaçmadığını kontrol etti, ve aracından artık emin olun, ca suya bıraktı. Sol eliyle sarıldığı tulumu gövdesine bastırdı, sağ eliyle kendisine yön verirken ayaklarını kuvvetle çırparak ilerlemeye başladı; bazen de postun iki arka ayağını elleriyle tutuyor, dümen ve kürek görevi yapan ayaklanı ile suyu köpürtüyordu. Bu usûl sayesinde bizim yüzücü ırmağı enlemesine aştı ve kendi kuvveti ile akıntının hızını iyi hesap etmiş olduğundan, bir hayli yukarda suya girmiş olmasına karşılık aşağı yukarı istediği yere varcb.

    • Gözümüz önünde yüzen Türkmen çok maharetli bir adamdı. Akıntının ortasında dişlerinin ve boşta o- lan tek elinin yardımıyla sakince tulumun bazı yerlerini yeniden bağladığını görünce bir hayli soğukkanlı birisi olduğunu anladım.

    • Gözlerimle izlediğim ve sazlıkta indiğini gördüğüm sülünleri ararken açık havada yerleşmiş bir Türkmen ailesine rasladım. Bir hasır parçası üzerine sırt üstü yatmış baba derin bir uykudaydı; büyük oğul da yatış şekline varıncaya kadar babasını taklit ediyordu; yarı - çıplak, cılız bir kadın olan anne ateşi canlandırmak için saz kesiyor ve on beş yaşlarında gözüken küçük oğul, üzerinde sadece basit bir don, başı çıplak, zayıf ve yanmış sırtını eğerek tencerenin önünde diz çök. müş, pirincin pişmesine bakıyordu; kemikleri çıkmış bir inek kötü otları kemiriyor ve kösteklenmiş bir at, dört ayağı havada uzanmış yatıyordu; güneş bütün bu sefaleti aydınlatıyordu.

    • Bu yoksul insanların bulunduğu yerde toprak ezilmiş göründüğünden bunların bir kaç günden beri burada oldukları anlaşılıyordu. Yoğrulmuş topraktan daire şeklinde küçük bir duvardan ibaret, tencereyi topraktan yukarı tutmak için yeterince yüksek ve altta ya.kıt sokacak bir deliğe sahip ocaklarını inşa etmiş olduklarından orada yerleştikleri muhtemeldi. Yerleşik

    • hayata karar kılan göçebelerin ilk «eşya»sı, yan»ında başlarını koydukları Ocak'tır. Her gün tencerenin etrafında sohbet edecekler, sığınaklarını kuracaklar ve «Kendi öv I er inde» olacaklar.

    • Kara Kamar'da bitki ve böcek mahsulü zayıftı. Ca- pus'ün (1) itina İle ot ve sinek topladığını gören Türk- menler kahkaha ile gülmeye başladılar. Onun hangi amaçla küçük hayvanları bir şişeye koyduğunu anlıya- mıyorlardı; fakat her şeyden eğlenebilen büyük çocuklar olup, bir haylazlık sebebi bulduklarında Capus'u izleyip, ona yardım etmeye başladılar. Ot toplama şi: şeşini gururla getiren Rüstem onlara bu eğlenceyi sunan adamın bir Frenk olduğunu anlatınca, hemen ilk izlenimlerine döndüler, onu esrarlı bir amaç güttüğünü sanarak gülmeyi kestiler,

    • Çuşka Guzar'dan Şirabâd'a gitmek için önce kuzeyde işlenmemiş bir bozkırdan geçmek gerekiyordu; ırmaktan iki buçuk saat mesafede, Amu'nun suları Pa- mirleri istilâ edip kıyıda oturanları geri çekilmeye zorladığında bunların sığındıkları Saklıların çatlak duvarları ile ekili tarlaları gözükmeye başlıyordu, iki veya üç metre yüksekliğinde topraktan sütûnlar ovada serpiştirilmişti; sütûnların içine oyulmuş kaba bir merdiven ile bir düzlük ile son bulanı tepeye çıkılıyordu. Hasat mevsimi yaklaşırken çocuklar, ihtiyarlar, işi gücü olmıyanlar bu sütünün tepesine yerleşirler; ekinleri gagalamaya gelen kuş sürülerini korkutmak için taş atarlar, bağırırlar, el kol sallarlar ve iki tahtayı birbirine vurarak ses çıkarırlar. Bu kanatlı yağmacıların bu bölgeyi sık sık ziyaret ettikleri anlaşılıyordu, zira onlar için dikilen kulelerin sayısı bir hayli kabarıktı.

    • Üç saatlik at yolculuğundan sonra iki yüz evli; veya saklılı bir köy olan Talaşkan'a varılıyordu. Bura_

    • da Özbekler oturuyordu. İzafî bir rahatlık içinde oturuyor sayılırlardı, çünkü komşuları Türkmenlerin korkunç yoksulluğu yaranda bunların hayatları lüks gibi geliyordu. Bir müddet köyün aksakalının evinde kaldık. Atlarımıza saman verdi, bize de kaymaklı süt ile taze ekmek ikrâm etti. Tedavi olmak isteyen bir dostunun gelmesiyle ikindi kahvaltımız son buldu; ilk defa olarak kanunsuz hekimlik yapmak zorunda kalıyorduk, fakat bu sonuncu olmıyacaktı. Kısacası Orta Asya'da hiç bir diplomalı hekime raslamadık, çünkü orada Tıp Fakültesi yoktu. Bizde nasıl baron veya kont olunuyorsa, burada c}a hekim olunuyordu; tedavi etme sırları, ilâçların listesi, Fransa'da soyluların nesillerini gösteren vesikalar gibi babadan oğula geçiyordu.

    • Bize tedavi olmaya gelen sıracalı hasta, ot ve böcek toplayan Frenkler olduğumuzdan bizim bilgimizden kesinlikle emindi. Ona bol bol kızarmış koyun eti yemesini, kalın giyinmesini, soğuk almaktan kaçınmasını, böylelikle daha çok yaşayabileceğini öğütledik. Adamcağız bize bütün kalbiyle teşekkür etti ve Tanrı nın lütfûnun bizim üzerimizde olmasını diledi. Abdul- zair eline iki parça şeker sıkıştırdı.

    • Bu köyün ahalisi Türkmenlerin saldırılarına hedef oluyordu; bu yüzden evleri çok yüksek bir duvardan meydana gelmiş bir müstahkem mevki içinde inşa e- dilmiş olup, köye savunması kolay, küçük bir kapıdan giriliyordu. Yağmacıların Şirabâd’ın surlarına kadar ilerledikleri söyleniyordu.

    • Tos'aşkan'dan çıktıktan sonra, yolun tırmandığı tepelerden, batıda dağlar boyunca, yeşil ağaçlar, toprağı verimli yapan sel yataklarında küçük köyler, ve kuzey -batıda, Şirabâd vahasının saçakları olan ve köyleri temsil eden yeşil bölgeler görülüyordu; uzakta Surk- han'a komşu dağların boz renkli kütlesi farkediliyordu.

    • İlerledikçe tarım faaliyetlerinin arttığım, tarlalarıile uğraşan, çapa sallayan, topraklarına Şirabâd - Derya'nın sularını aktaracak olan arıklar,ı onaran yerlilere daha sık raslanıyordu.

    • Bu ırmak Baysun dağlarından doğuyordu; Buhara devletinin bu bölgesinde karların erimesiyle aynı zamana gelen yağmur mevsiminde Amu-Derya'ya erişebiliyordu. Dağlardan inerken çözdüğü tuzlardan dolayı suyu çok tuzlu olup, ancak taşkın zamanında içilebilir hâle gelir. Bu sırada taşıdığı tuz miktarı aynı kalmakta, fakat su miktarı önemli ölçüde artmaktadır.


    • Yüklə 1,23 Mb.

      Dostları ilə paylaş:
  • 1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin