Don Kişot’u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın
macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en
iyi anlayan insanım bu dünyada.
Biraz da kâğıt almak istemez misiniz efendimiz? Kâğıt
mı? Ne kâğıdı? Kâğıt, efendimiz yazmak için. Ne yazmak
için? Benim büyük ve mustarip bir ruhum yok ki Olric.
Ben on ikinci dereceden resmî bir Türk vatandaşıyım. Töre-
lerime bağlıyım. Yazamam ben. Ben fakir bir Turgut’um.
Turgutların en önemsizi. Şimdiye kadar yaptırdığım bütün
tahliller normal çıktı; böyle bir şeye rastlanmadı. Ben, düz
bir çizgi üzerinde sürüp giden yaşantımın, bazı beklenme-
dik olaylar -bunlara olay demek de fazla iyimserlik olur-
nedeniyle küçük titreşimler göstermesi üzerine, aslında çok
zayıf olan bağlarımı kopararak -buna koparmak dersem
fazla kötümserlik olur- süresi ve sonu belirsiz bir atılışa,
benden başka kimsenin farkına varmayacağı bir kavgaya
sürüklenmeye karar vermek için elindeki imkânlarla dü-
şünmeye çalışan bir macera heveslisi, bir karınca, bir ne bi-
leyim, böyle şartlar altında herkesin aptallık sayacağı bir te-
şebbüsün basit bir noktasıyım. Beni ilerde kimse tarihe sor-
mayacak. Belki bir soran bulunur, efendimiz. Belki günün
birinde kendini, gene sizin gibi önemsiz sayan biri, çağınızı
merak eder, bütün belgeleri karıştırır. Bugünden kalan her
şeyi araştırmaya kalkışır. Sayısız belge inceler, bugünün
özellikleri hakkında sayısız bilgi edinir. Gene de sonunda,
bakarsınız, bir eksiklik duygusu kalır içinde, size benzediği
için. Sizin gibi, yani kendi gibi birinin ne düşünmüş ne
duymuş olduğunu, nasıl bir insan olarak yaşadığını merak
eder bakarsınız. Saçma! Benim gibi bir adamsa bu sayın
araştırmacı, benim gibi bir adamın arkasından belge gibi bir
soğukluk bırakmayacağını da bilir; böyle bir davranıştan
hırs duyacağını bilir. Bunu çok konuştuk, artık bırakalım
Olric. Bu sayın incelemeciye sıra gelinceye kadar eleştiri
581
kargaları cesedimi didik didik mi etsin istiyorsun? Bu bel-
geye ondan başka önem verecek biri çıkmayacaktır ki efen-
dimiz. Ne bugün, ne yarın, ne de bu adam sizi buluncaya
kadar kimse sizi rahatsız etmeyecektir. Herkes kendi başı-
nın çaresine baksın Olric. Size de yardım eden olmadı mı
efendimiz? Aynı şey değil Olric. Ben kendim bulup çıkar-
dım bir sürü karmaşıklığın içinden onları Olric. Bu adam
da öyle yapacak efendimiz. Yalnız, bu karmaşıklığın içinde
sizden de bir şey bulunmalı. Ben de öyle karışık yazarım ki
hiçbir kelimesini anlamaz. Beni, olduğumun tam tersi ola-
rak değerlendirir. Ben de içimden ne kadar sevinirim. Ne
anlamsız bir araştırma. Ben böyle adamları sevmem Olric.
Sizin gibi bir adam efendimiz. Ben, benim gibi olanlardan
hiç hoşlanmamışımdır. Ne sıkıcı bir karşılaşma olurdu. Bu
kadar şiddetle karşı koymanızdan, bu düşüncenin size çok
yabancı gelmediği kanısındayım efendimiz. Öztürkçe ko-
nuşan bir Olric: seni gülünç buluyorum. Yeter artık: bu ko-
nuşmayı çok uzattık. Kitapçı farkedecek. Masanın üstüne
bir Gorki daha koyun efendimiz: ağzı kapanır. Adamın ağ-
zını açtığı yok Olric. Kâğıt da alın biraz: kitapçı sevinir. Ye-
ni bir yazar doğuyor, diye mi? Beni kandıramazsın Olric:
gülünç olurum sonra. Biraz önce gülünç olmayı göze alan
ve bu nedenle rahmetli Don Kişot’u örnek veren siz değil
miydiniz? Kitaplar senin terbiyeni bozuyor Olric.
Buradan bir an önce çıkmalıyız. Ayrıca, bütün kitap kurt-
larımızı burada dökmeyelim. Çok para harcamayalım bir-
den. Sevgili ailemizden gizli biriktirdiğimiz paralarımızı da
çabuk bitirmeyelim. Bir organımızı kaybetmiş gibi oluruz.
Henüz yerini nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz bir or-
gan, bu para denen şey. Bu parayı kimse bilmediği halde,
gene de bankadan çekerken heyecanlandım Olric. Oysa bu
çok gizli bir hesabımızdı. Küçük hesaplar, diyeceksin belki.
582
Henüz o kadar cesur değilim belki. Seni de nasıl gizledim
uzun süre. Başlamak için böyle gizli hesaplara ihtiyacım
vardı. Kitapları, camlı tezgâhın üstüne yığdı. Kitapçı da, ki-
tapçılarda bulunmayan bir içgüdüyle, belki bu adamla fazla
konuşmamak gerektiğini sezmişti. Adam kitapların parasını
hesapladıktan sonra, Turgut, bir paket de kâğıt istedi. Bir
kelime söylemek yok Olric. Peki efendimiz. Kitapları sar-
dırmadı. Kitapçıyla birlikte onları arabaya taşıdılar, arka ka-
nepenin üstüne yığdılar.
Turgut adama, bir açıklama yapmış olmak için, uzun bir
yolculuğa çıktığını, bu yolculuğun ne kadar süreceğini bil-
mediği için, yolda okumak üzere bu kitapları aldığını söyle-
di. Bir inceleme yapması gerekiyordu. Bütün ülkeyi dolaşa-
caktı. Adamı konuşturmamak için, bu incelemenin antro-
pomorfolojik olduğunu söyledi. Anadolu’nun sosyomorfo-
lojik değil de antropomorfolojik bir incelemeye konu olma-
sını üniversitede bazı arkadaşları eleştirmişlerdi; fakat Tur-
gut, haklı olduğu kanısındaydı. Kitapçı da böyle kültürlü
bir insanla görüşüp ona kitap sattığı için sevindiğini söyle-
di. Turgut gibi, bu kasabaya gelip kazı yapan birçok genç
tanımıştı. Turgut şimdilik, yerüstündeki bulgularla yetine-
ceğini, olmazsa, yeraltına da ineceğini açıkladı. Kitapçı da,
kazı yapacaksa, muhakkak bu kasabaya uğramasını tavsiye
etti. Almanlar bile en çok burasını beğeniyorlardı. Turgut
giderken adama el salladı: allahaısmarladık Bizim Kitapçı.
Kasabayı hızla geride bıraktı.
Güneş yükselmişti. Yağmur tabiata bir dirilik getirmişti:
otlar, üstlerindeki yağmur sularını silkeleyerek gövdelerini
dikleştiriyorlar, güneşe doğru uzanıyorlardı. Tabiatın sürek-
liliğini bozan asfalt yol üzerinde suların pırıltısı yavaş yavaş
kayboluyordu. Tabiatın bitip tükenmek bilmeyen hareketi-
ni görmek için tembel gözlere ihtiyaç var, diye düşündü.
583
Arabayı yavaşlattı. Deniz kaybolmuştu; yolun altında, ince
bir su kıvrılarak akıyor, ilerde, ağaçların arasında kaybolu-
yordu. Eski yoldan kalmış bir kilometre taşının yanından
ayrılan bir yolun başında, bir tabelanın üstünde bir köy adı
vardı. Bu toprak yola saptı ve yolun yanından yavaşça tarla-
lara inerek suyun ağaçlar arasında kaybolduğu yere geldi.
Durdu, arabadan çıktı, portatif iskemlesini çıkardı. Arka
kanepeden Don Kişot’u aldı, iskemleye oturdu, sırtını ara-
baya dayadı; okumaya başladı.
Kısa bir süre okuduktan sonra, gözkapaklarının ağırlaş-
maya başladığını hissetti. Alışkanlıktan olacak, kötü alış-
kanlıktan. Meslekte de yeniyim: acemilikten olacak. Ayağa
kalktı; suyun yanına geldi, başını ıslattı; ıslak ellerini boy-
nunda dolaştırdı. Mendilini ıslattı, başına koydu. Henüz ra-
hatlama isteğinden kurtaramadım kendimi. Çabuk teslim
oluyorum medeniyete. Ağaçların arasında dolaştı. Bodur
bir ağacın iki kalın dalının arasını beğendi; otomobilden bir
minder aldı, bir sıçrayışta ağaca çıktı. Çevikliğimi gördün
mü Olric? Filozoflar atlet olsaydı, ya da atletler filozof...
durumun fazla değişeceğini sanmıyorum. Ben de efendi-
miz. Yazık. Tarzan’ın bize anlatacak ne kadar şeyi birikmiş-
tir. Kim bilir? Tarzan gibi çok yazar var, efendimiz. Eşsiz
maceralarını sürükleyici bir biçimde yazmışlar. Bu kitapları
bile, midesi sağlam olmayan insanlar okuyor Olric. Tarzan
ne derdi bunları okusaydı? Sıkılırdı herhalde efendimiz.
Doğru: aydınlardan başka hiçbir kalabalık kendi hakkında
yazılan eserleri okuyacak sabrı gösteremez. Aman bizi de
ne güzel anlatmış, ne kadar da böyleyiz, demezler herhalde.
Derler efendimiz derler. Demesinler o halde Olric. İnsanları
artık olmaları gerektiği gibi düşünmek istiyorum. İnsanlar,
artık aydınlara verdikleri umumi vekâletnameyi geri alsın-
lar istiyorum. Bütün bunlar çok söylendi efendimiz. Bütün
bunlar artık yapılsın istiyorum. Bu insanlardan biri, şimdi
584
yanınızda olsaydı canınız çok sıkılırdı, sanıyorum. Onlar da
artık sıkılsınlar kendilerinden: böyle olsun istiyorum. Ara-
mızdaki duvarları yıksınlar istiyorum. Duvarları yıkmayı
akıl ederlerse sıkıcı olmamayı da becerirler Olric. Yapamaz-
lar, efendimiz. Alice’in dünyasında kahramanlar bir konu-
nun içinden çıkamayınca, hemen başka bir konuya geçer-
ler. Biz de öyle yapalım Olric. Ben de insanları ve özellikle
işin içinden çıkamayan insanları seviyorum Olric. İnsanlar-
la görüşmek istiyorum: acaba kabul günleri ne zaman, bili-
yor musun? Sizden çekinecekler efendimiz. Olsun. Ben bir
kutu şeker yaptırırım giderken. Zor, oyunu bozar. Üstümü-
ze başımıza çekidüzen veririz. Sabahtan beri kimseyle çatış-
madık Olric. İyi bir işaret bu. Onlara anlayacakları bir bi-
çimde sesleniriz. Çeşitli hileler buluruz derdimizi anlatmak
için. Bir şey söylerken başka bir şey demek isteriz. En ol-
madık şeyin içinden çıkarız. Ne bileyim, mesela, limon şe-
kerlerinin içine küçük mâniler yazarız; derdimizi anlatırız
usul usul. Vatandaşın hem ağzı tatlansın, hem beyni sulan-
sın: öğrenmek istersen iyiyle fenayı, seyreyle bir kenardan
yalan dünyayı. Olmadı. Alışacağız. Zamanla. Arıyorsan ah-
laktaki manayı, muhakkak okumalısın İsa’yı. Buna da san-
sür izin vermez: yabancı din propagandası. Bu yüzden
adamcağızı beyaz perdede göremiyoruz. Buldum: iki tane
düzen vardır, birini ortadan kaldır. Geleceğinizi tehlikeye
atıyorsunuz, efendimiz. Sabırlı olmalıyız. Kimseye zararlı
olmayan bir mâni bulacağız sonunda. Dolaştım yedi düvel
dört iklim, bulamadım bir tane daha Selim. Henüz dolaş-
madınız efendimiz. Anlaşıldı: incitmek istemiyorsan efendi-
ni, tuzlayıp tenekeye bas kendini. Sırtını ağaca dayadı, oku-
maya devam etti.
Acıkıncaya kadar okudu. Yemek vakti gelmiş Olric. Bir
kasabaya ulaşalım da “Bizim Lokanta”da karnımızı doyura-
lım. Artık her şey bizim.
585
Yemekten sonra kasabanın sokaklarında yürüdü, vitrinle-
re baktı. Kaymakamı da ziyaret ederdik ama henüz şöhreti-
mizi duymamıştır; gereken hüsnü kabulü göstermez belki.
Ölü Canlar’daki Çiçikov gibi hissediyorum kendimi. Hükü-
met konağıyla Adliye binasının arasındaki gökyüzü parça-
sında önemli bir yer tutan şu beyaz buluta benzetiyorum
kendimi Olric: esen rüzgâra göre biçim değiştiriyorum. Ha-
fif, beyaz ve yuvarlak bir Turgut’um ben. Pamuk gibiyim:
köşelerimi kaybediyorum yavaş yavaş. Bak: Adliye de, kar-
şısında dura dura zamanla Hükümet konağına benzemiş.
Ceza hakimi de kaymakama, ya da belediye başkanına ben-
ziyordur muhakkak. Birbirlerine can sıkıntısı yüzünden kö-
tülük etmeye çalışırlar; benzemediklerinden değil. Belediye
başkanı iyice ayırır kaymakamdan kendini: biz onun gibi
mekteplileri çok gördük, der. Bizim gibi basit insanların zor
anlayacağı soyut kavramlar üzerinde tartışırlar önce, Olric.
Tahsisat, derler. Nasıl bir şeydir bu tahsisat; bilinmez. Kim-
se bu güne kadar yüzünü görmemiştir tahsisatın. Tahsisat
yüzü görmüyoruz, derler. Bu sözden biliyorum bir yüzü ol-
ması gerektiğini. Aslında çok yüzsüzdür bu tahsisat. O ka-
dar yazılır, çizilir: tahsisat istenir. Bana mısın demez. Uzun
süre gelmez. Tahsisat yok derler. Sonra, tahsisat geldi der-
ler. Gene kimse görmez tahsisatı. Bir de bakarsınız tahsisat
bitmiş, işler bitmeden. Tahsisat olsaydı diye dövünürler.
Tahsisat olmadan nasıl icraat olur? İşte bir soyut kavram
daha. İcraat. Mesela, içindeki bulanık suda, kırmızı olduk-
larını tahmin ettiğim balıkların yüzdüğü şu havuz bir icra-
attır. Hükümet meydanında görülen beyaz boyalı, buzlu-
camlı fenerler icraattır. Tahsisat, verilir; icraat, yapılır. Ayrı
ayrı fiillerdir bunlar. Yazıyı merkeze gönderen memura so-
ruyoruz: tahsisat nedir? Hayretle yüzümüze bakıyor: Anka-
ra’dan gelir, diyor. İstediğimiz cevabı alamadan üzülerek
ayrılıyoruz. Hükümet Konağı eski bir bina Olric. Çünkü
586
kapısı ortada. Bayındırlık Müdürlüğü gibi yeni bir bina ol-
saydı kapısı yandan olurdu. En yeni binalardaysa kapının
nerede olduğu belli değildir Olric. Henüz kasabalara böyle
yenilikler girmiyor. İnsan ruhunu sıkan simetriden kurtul-
mak için yalnız, kapı yana alınıyor. Şimdilik tahsisat bu ka-
dar. Bu yan kapılara da güvenilmez. Vatandaşa onları da ka-
parlar. Vatandaş hangi kapıdan mı girer Olric? İlk bakışta
zor anlarsın onu sen. Vatandaş olmadan o kapıyı bulmak
güçtür. Meydandaki banklardan birine oturdu. Sırtımızı bir
banka dayadık, yüzümüzü güneşe verdik, eshabı mesalihin
memurların karşısında ter döktüğü bir günün bu saatinde
dalga geçiyoruz. Biz de geçtik o yollardan Olric. Kefaretimi-
zi ödedik. Şimdi düşünüyorum da... diye başlayan sözler
vardır ya: işte ondan. İnsan gerçekten anlayamıyor; anlata-
biliyor ancak. Cebinden kitabını çıkardı. Küçük bir tarih
düşürülmesini rica ediyorum sayın belediye başkanı. Meali
ilişiktir: 19.. yılında, Turgut Özben, hükümet meydanında-
ki bu bankta, Don Kişot’u okumuştur. Küçük madeni bir
plaka olsun: sarıdan. Okumaya daldı.
Biraz okuduktan sonra kalktı, meydanın çevresindeki
kahvelerden birine doğru yürüdü. İçeri girdi. Kahvede hoş
bir serinlik vardı. Karanlık ve dinlendirici bir serinlik. Orta
şekerli bir kahve. Beye bir orta yap. Kelime tasarrufu. Gün-
de yedi bin altı yüz on iki şekerli kahve sözü biriktiriyorlar.
Kahve fincanını beğendi. Taş gibi kulpsuz bir şey. Keloğla-
na benziyor. Radyo, bilgi programlarını veriyor. Ocakçı ve
garson dikkatle dinliyorlar. Bir üçgenin kaç köşesi olduğu-
nu öğreniyorlar. Programdaki çocuk incecik sesiyle; büyük
hayretler içinde öğreniyor matematiği. Kart sesli bir adam
da ona öğretirmiş gibi yapıyor. Tekrarlatıyor. Arada müzik.
Eğitimsel. Çocuk, kelimeleri uzatarak, yayarak konuşuyor.
Adam da öyle. Dinleyenler bir güzel içlerine sindirsinler di-
ye kelimeleri hamur gibi yoğurup açıyorlar: demeeek bir
587
üçgeniiiin üç köşesiiii... Kocaman adamlar, bir çocuğun,
büyümüş de küçülmüş bir çocuğun, kendilerine ders ver-
diğini düşünmeden, eğilmişler radyonun üstüne: üçgeni
dinliyorlar. Matematik piyesi oynuyorlar Olric. Babası, öğ-
renci olan oğluna, arada bir aferin, diyor. Ocakçı, kendi bil-
miş gibi sevinçli: gülümsüyor. Bat dünya bat. Böyle giderse
her mahallede bir Dostoyevski çıkacak Olric. Dünya borsa-
larında Dostoyevski hisseleri düşecek. Her hafta bir Kara-
mazov, yeraltınız kadar yeraltı. Ne diyelim? Ne dersin Se-
lim? Bizim anlamadığımız birşeyler dönüyor. Herkes mari-
fetini ortaya döküyor. Yabancı ülkelerde öğrendikleri en
son numaraları yapıyorlar. Paralel doğrular neden kesişmi-
yormuş bakalım? Bunu da ben yanıtlayayım babacığım. Pe-
ki Serap sen söyle. Paraleeel doğrulaaar... Peki uzatmalar
da mı pedagojik? Şimdi hep birlikte tekrarlayalım çocuklar.
Matematik korosu. Paralel doğrular koral senfonisi. Geçen
dersimizde görmüş olduğunuz... İşte matematik de sonun-
da sevimli bir insan oldu çıktı. Yüzyılların asık suratlı ihti-
yarı çoluk çocuğun maskarası oldu. Bilimin de romantik
bir yanı kalmadı Olric. Neydi bizim zamanımızda... şimdi
elektronik beyin diye bir amca var: insan onun yanında in-
san olduğundan utanıyor. Herkes onu çok seviyor; mate-
matik emekliye ayrıldı. Bir hafiye gibi izliyor bu elektronik
beyin insanı Olric. Sen bundan yirmi dört yıl önce, karşı-
dan karşıya geçerken sağına bakmışsın da soluna bakma-
mışsın, diyor. Ceza vereceksin: sökül paraları. İki yıl önce
de buzdolabının ikinci taksitini vereyim mi, vermeyeyim
mi diye evinde yirmi dört dakika düşünmüşsün. Artık her
şeyi peşin ödeyerek alacaksın. Kim bilir Olric: belki bizim
de şimdi düşündüklerimizi değerlendirmektedir. Sakın su-
ratını asayım deme: şıp diye resmini çekiverir. Bütün yurda
dağıtırlar. Biz biraz azgelişmişiz de henüz bu amcanın ni-
metlerinden bütünüyle yararlanamıyoruz. Sayın vatandaş-
588
larım! Bütün kurtlarınızı hemen dökün; yoksa kurt sayımı
başlayacak pek yakında.
Saat üçe geliyor Olric. Güneş daha yüksekteyken çıkalım
yola. Garsonu rahatsız etmemek için parayı, fincan tabağı-
nın yanına yavaşça bıraktı. Kapıyı sessizce açarak çıktı: kül-
türleri bozulmasın. Allah derslerinizde zihin açıklığı versin,
sayın ocakçı ve sayın garson. Meydanın kenarındaki araba-
sına bindi. Parke yollarda, sarsılarak, karışık trafik işaretle-
rine uymaya çalışarak ilerlemeye başladı. Kasabanın dışına
çıkınca birden durdu. Bu acelemiz nedir Olric? İnsanlar-
dan, bütün insanlardan kaçıyor muyuz yoksa? Onların içi-
ne çıkmaktan korkuyor muyuz? Üstüme doğru gelip, de-
mek sensin diye parmaklarını sallamalarından mı korkuyo-
rum? Direksiyona yaslanarak bir süre düşünceye daldı. Da-
ha on saat bile olmadı. Bu kadar erken kuşkuya kapılma-
malıyım. Yanından bir araba hızla geçti: Samim’in arabası.
Acaba beni gördü mü? Kendine kızdı: elbette görür. Yolun
ortasında durulur mu böyle? Hükümet meydanında gör-
mez de burada görür. Kim durur hükümet meydanında?
Buraya kadar izimi sürdüler. Yok canım. Görseydi dururdu.
Aptalın biridir: belki beş yüz metre sonra kavramıştır. Bu
araba da zamanla dert olacak başımıza Olric. Yazık. Olduk-
ça para ederdi sanıyorum. Bir an önce kurtulalım şu kasa-
badan. Uğursuz geldi. Bozuk yolda yavaş yavaş ilerlediler.
Yol, kasabadan çıkınca ikiye ayrılıyordu. Solda, kasaba-
nın içindeki gibi, bozuk bir yol vardı. Turgut, bu yolun ba-
şında durdu, arabadan indi. Yolun kenarındaki yazıyı oku-
du. Eskiden şehir bu yolun üzerindeymiş: altı yüzyıl önce.
Bakalım nereye götürecek bu yol bizi? Sola saptı. Dönerek
giden bir yol; arazi de, şoför diliyle, tatlı bir meyille yükse-
liyordu. Eskiler daha akıllıymış: gidip o çukura gömmemiş-
ler kendilerini. Bir düzlük merakıdır gidiyor. Bu kadar ara-
ba varken yokuştan korkuyoruz gene. Aman evlerimiz düz-
589
lükte olsun. Olsun, olsun da su bassın. Sel götürsün. Tepe-
nin üstüne çıktılar. Harabelerin arasında bir iki köy evi gö-
rünüyordu. Sokaklar boştu. Otomobilin gürültüsüne bir iki
kadın pencerelerden başlarını çıkardılar. Bir süre arabaya
baktılar; sonra oynayan çocuklarını çağırdılar. Otomobili
incelemek isteyen çocuklar isteksiz adımlarla toprak duvar-
lı bahçelerine girdiler. Turgut arabasını evlerin uzağında,
bütün ovayı gören bir yerde durdurdu. Bu manzarayı bıra-
kıp aşağı inmişler. Gittikçe eskici oluyoruz Olric. Ne yapa-
lım efendimiz. Yeniliklere yetişemiyoruz. Doğru. Nefes ne-
fese kalıyoruz. Erkeklik bizde kalsın. Olup bitenleri de izle-
miyoruz. Eskiye bağlılığımız bir şey bildiğimizden değil.
Eskisi bundan kötü olamaz ya, diyoruz. Tam da bilmiyoruz
yeniyi. Onlar utansınlar Olric. Biz gene işin kolayına kaça-
lım. İşimiz pek de kolay değil, efendimiz. Kimseyi kandıra-
madıktan sonra neye yarar Olric? Daha denemedik efendi-
miz. Evet, bu millet... Burada yaşayanlar, altı yüzyıl önceki-
lerden altı yüzyıl geride Olric. Altı yüzyıl önce gelseydik
herhalde böyle karşılanmazdık. Peki Olric, hemen yanların-
da duran harabelerden, evin, duvarın nasıl yapılacağını gör-
müyorlar mı? Okumak için uygun bir yer burası. Rahatsız
etmezler. Ne zaman okumaya başlayacaksınız efendimiz?
Neyi Olric? Biliyorsunuz efendimiz. Arabadan çıktı, bagajı
açtı telaşla. Nasıl bekleyebildim bu kadar saat? Kutuyu açtı:
içinde ciltli iki defter duruyordu, orta kalınlıkta. Ayrıca bir
iki kâğıt. Defterlerden, üsttekini aldı. Eski bir duvardan ka-
lan taş yığınına sırtını dayayarak yavaşça yere oturdu. Siyah
kapağı açtı: Selim’in yazısı. İlk satırlarda düzgün gidiyordu
yazı. Sayfanın altına doğru dağınıklaşmış. Sayfanın sol üst
köşesinde bir tarih. Selim’in sağ olduğu bir dönemin tarihi.
Günlük tutmuş, o kadar yıl sonra. Bana yardımcı ol Selim.
590
|