Amin Maalouf


Part Kralı Artaban'ın başkenti değil miydi? Kitaplarda güzellikleri ile övülmedi



Yüklə 0,62 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/2
tarix23.12.2022
ölçüsü0,62 Mb.
#77503
1   2
Amin Maalouf - Semerkant.pdf ( PDFDrive )


Part Kralı Artaban'ın başkenti değil miydi? Kitaplarda güzellikleri ile övülmedi 
mi?
— Kitaplar ne diyor bilemem, ama ben burada doğdum. Tam yetmiş yıl önce. 
Sadece yabancılar İsfahan'dan söz eder. Ama onu bugüne dek görmedim.
İhtiyar, pek o kadar abartmamıştı. İsfahan adı, ne zamandan beri tek bir kentin 
adı değil, birbirinden bir saat mesafede, biri Cay diğeri Yahudiye olmak üzere iki 
ayrı kentten oluşan bir mahallin adı idi. Bu iki kentin ve çevresindeki köylerin 
gerçek bir kente dönüşmesi için, XVI. yüzyılı beklemek gerekecekti. Hayyam'ın 
zamanında henüz kurulmamıştı ama, on iki millik kale surları tüm bu yöreyi 
çepeçevre korumak üzere yapılmıştı.
Ömer ile Hasan geç vakit kente girdiler. Tirah Kapısına yakm bir kervansarayda 
yatacak yer bulmuşlardı. Buraya gelir gelmez, tek kelime bile konuşmadan, yatıp 
derin bir uykuya daldılar.
Ertesi gün Hayyam, Büyük Vezire gitti. Sarraflar Meydanında, gezginin ve 
satıcının her türlüsü vardı. Andaluzlu, Çinli, Yunanlı, hepsi sarrafların çevresinde 
toplanmış, onlar da terazilerinin başına geçmiş Kirman'dan, Nişapur'dan, 


Sevilla'dan gelen bir dinarı tırnakları ile kazımakta, Delhi'den gelen bir tanka 'yi 
koklamakta, ya da değeri yeni düşürülmüş olan bir Konstantiniye nomisma'sına yüz 
buruşturmaktaydılar. Hükümet Konağı ve Nizamülmülk'ün resmi konutu olan Divan 
Kapısı, hemen oracıktaydı. Günde üç ya da beş kez Büyük Vezirin onuruna borazan 
çalmmaktaydı ama bu Şatafata karşın dileyen kapıdan rahatça girip çıkmaktaydı. 
Büyük toplantı odasma gidip, İmparatorluğun en güçlü adamma yaklaşmaları ve 
gözyaşı dökmeleri ya da bir istekle bulunabilmeleri zor değildi. Ancak burada, 
nizam'm çevresinde duran muhafızlar, gelenleri sorguya çekip, can sıkıcıları 
uzaklaştırmaktaydılar.
Ömer, kapının eşiğinde durdu. Odayı, çıplak duvarları, üç katli yer halılarını 
inceledi. Orada bulunanlara çekingen bir selam verdi. Nizam'ın çevresinde her 
türlü insan vardı. Nizam ise bir Türk
60
61
subayı ile konuşuyordu. Nizam göz ucuyla, yeni geleni gördü, dostça gülümsedi, 
oturmasını işaret etti. Beş dakika sonra Ömer'e yaklaşıp, iki yanağından ve 
alnından öptü.
— Seni bekliyordum dedi. Vaktinde geleceğini biliyordum. Sana o kadar 
anlatacaklarım var ki...
Sonra Ömer'i elinden tuttu, yalnız kalabilecekleri küçük bir odaya götürdü. Yerde 
duran koca bir minderin üzerine yanyana oturdular.
— Bazı söyleyeceklerim belki seni şaşırtacaktır ama umarım sonunda davetimi 
kabul ettiğin için pişman olmayacaksın.
— Hiç Nizamülmülk'ün kapısından giren, pişman olmuş mudur?
Vezir acı bir gülümseme ile:
— Olmuştur, dedi. Kimilerini gökyüzüne kadar yükselttim, kimilerini yerle bir 
ettim. Her gün hayat ve ölüm dağıtıyorum. Tanrı beni, niyetime göre 
yargılayacaktır. Her kudretin kaynağmda O vardır. En yüce iktidarı bir Arap 
halifesine devreden O'dur. Halife de onu bir Türk Sultanına, Sultan da bir Acem 
vezire vermiştir. Başkalarının bu iktidara boyun eğmesini istiyorum. Senden ise 
Hâce Ömer, düşlerime saygı göstermeni istiyorum. Evet, önünde uzanıp giden bu 
muazzam topraklar üzerinde en güzel, en zengin, en istikrarlı, en iyi korunan 
devleti kurmak istiyorum. Her eyaletin, her kentin, içinde Allah korkusu olan, adil, 
vatandaşlarının şikâyetlerine kulak veren yöneticilerce yönetilmesini istiyorum. 
Kurt ile kuzunun yanyana su içebilecekleri bir devlet düşlüyorum. Ama düşlemekle 
kalmıyor, o devleti inşa ediyorum. Yarın İsfahan mahallelerinde bir dolaş. Bir alay 
işçinin temel atıp bina yaptığını, bir sürü sanatkârın arı gibi çalıştığını göreceksin. 
Her yanda imarethaneler, camiler, kervansaraylar, kaleler, saraylar yükseliyor. 
Yakında her önemli kentte bir büyük okul bulunacak. Adma "Nizamiye Medresesi" 
denilecek. Bağdat'daki açıldı bile. Planlarını ellerimle çizdim, tedrisat programını 
ben hazırladım, en iyi öğretmenleri seçtim. Her öğrenciye burs verdim. Gördüğün 
gibi, bu imparatorluk muazzam bir şantiye, yükseliyor, genişliyor, zenginleşiyor. 
Tanrı bize, yaşanmaya değer bir devir bahşetti.


Kumral bir uşak içeriye girdi, eğildi, gümüş tepsinin üzerindeki buz gibi gül 
şerbetlerini sundu. Ömer birini aldı. Dudaklarına değdirdi. Niyeti, şerbetin 
keyfini yavaş yavaş çıkartmaktı. Nizam ise bardağını bir yudumda dikmişti. 
Konuşmasını sürdürdü:
— Burada olmandan çok memnunum ve çok onurlandım.
Hayyam karşılık vermek istedi ama Nizam onu durdurdu:
— Seni pohpohladığımı sanma. Ben ancak Tanrı'yı övecek kadar güçlüyüm. Ama 
biliyorsun Hoca Ömer, bir imparatorluk istediği kadar büyük, kalabalık ve zengin 
olsun, daima adam yokluğu çekilir. Uzaktan baktığmda bir sürü yaratık, bir dizi 
kalabalık, bir yumak kitle! Oysa, dört bir yana dağılmış orduma, ezan okunduğunda 
camiye gelenlere, çarşıyı dolduranlara, hatta divanıma baktığımda, bu adamlardan 
tek birinde acaba ussallık, bilgelik, bağlılık, doğruluk var mıdır diye sorarım. 
Bunun cevabını bulmak için, önce kalabalığın seyrekleştiğini sonra geriye 
kalanların eriyip bittiğini görmek zorunda kalırım. Yalnız bir adamım ben Ömer, 
umutsuzca yalnız! Divanım boş, sarayım da öyle. Bu kent de boş, bu imparatorluk 
da! Alkışlayacaksam, hep bir elim arkada alkışlamak zorunda kalacakmışım gibi 
geliyor. Senin gibileri Semerkant'dan getirtmek bir yana, gelmeleri için 
ayaklarına gitmeye hazırım.
Ömer, mahcup, "Estağfurullah!" gibilerden bir şeyler mırıldanacak oldu, Vezir 
sözünü kesti:
— İşte benim düşlerim ve kaygılarım bunlar. Günler ve geceler boyu, bunları 
anlatmaktan usanmam ama seni dinlemek istiyorum. Bunlar seni etkiledi mi? 
Bunları gerçekleştirmek için yanımda olmak ister misin?
— Tasarıların heyecan verici, güvenin ise onurlandırıcı!
— Benimle çalışmak için ne istersin? Açık söyle. Ben seninle nasıl konuştuysam, 
sen de öyle davran. Ne istersen, verilecektir. Sakın çekinme, çılgınca 
cömertliğimden yaralanmaya bak.
Vezir güldü, Hayyam ise gülümsemeyle yetindi.
— Yokluk çekmeden çalışmalarımı sürdüreyim, bana yeter, dedi. Yiyip içeceğim, 
barınacağım olsun yeter. Daha çoğunu istemem.
— Barınman için sana İsfahan'ın en güzel evlerinden birini vereceğim. Sarayım 
yapılana kadar benim oturduğum evdi. Bahçeleri, bostanları, halıları, uşakları, 
odalıkları, cariyeleri ile senindir. Harcamaların için on bin dinarın olacak. Bu para, 
ben yaşadıkça, her yılın başında sana ödenecektir. Yeterli olur mu?
— Artar bile. Bu kadar para ile ne yapacağımı bilemem. Hayyam içtenliklidir ama 
Vezir kızmıştır:
— Ne yapacağını bilemez misin? İstediğin bütün kitapları sabrı alır, tüm şarap 
testilerini doldurur, bütün sevgililerini mücevhere boğar, kalanı da fakirlere 
sadaka diye dağıtır, Mekke kervanlarına yardım eder, adına bir de cami 
yaptırırsın.
62
63
Tokgözlülüğünün ve alçak gönüllülüğünün, ev sahibinin hoşuna gitmediğini anlayan 
Hayyam, heyecanla atıldı:


— En büyük emelim bir rasathane kurmaktır. Güneş yılının uzunluğunu tam olarak 
ölçmek istiyorum.
— Kolay! Gelecek haftadan sonra, bu konuda ödenek alırsın. Rasathanenin yerini 
seçersin, bir kaç ay içinde yapılmış olur. Ama söyle bana, istediğin başka bir şey 
yok mu?
— Tanrım! Başka ne isteyebilirim ki?
— O zaman belki ben de senden bir şey isteyebilirim?
— Bana verdiklerinden sonra, ne kadar minnet duyduğumu göstermenin bir yolunu 
bulursam, ne mutlu bana!
Nizam uzatmadı:
— Sır sakladığını, az konuştuğunu, bilge bir insan olduğunu, dürüstlüğünü, adil 
olduğunu, her konuda doğru ile yanlışı ayırabildiğini, sana güvenilebileceğini 
bilirim. Senden çok hassas bir görev yapmanı isteyeceğim.
Ömer en kötüsünü beklerken, en kötüsü onu bekliyordu.
— Seni Sahib-i Haber olarak atayacağım.
— Sahib-i Haber mi? Ben mi? Casusların başı yani?
— İmparatorluğun İstihbarat Teşkilatının başkanı. Hemen ce-vap verme. Senden 
beklediğim, iyi insanları ihbar etmen, mümin- lerin evlerini dinletmen değil. Söz 
konusu olan, herkesin huzurlu yaşamasını sağlamak. Bir ülkede, en basit yolsuzluk, 
en ufak halssizlik hükümdar tarafından bilinmeli ve suçlu, kim olduğuna 
bakılmaksızın, cezasını bulmalıdır. Şu ya da bu eyaletin kadısı ya da valisi, 
yoksulun sırtından küpünü dolduruyor mu diye nasıl bileceğiz? Adamlarımız 
aracılığı ile! Çünkü zarara uğrayanlar korkularından şikâyet edemezler!
— Ama bu adamların, kadılar ya da valiler tarafından satın alınmamaları, suç 
ortakları olmamaları gerekir!
— Sahib-i Haber'in görevi, işte bu yoldan çıkmışları bulup, onları azletmektir.
— Böyle namussuzlar varsa, işin doğrusu bunları kadı ya da vali yapmamak değil 
mi?
Hayyam bunu safiyetle söylemişti ama Nizam bunu alay gibi aldı. Aniden ayağa 
kalktı:
— Tartışacak değilim, dedi. Sana ne verebileceğimi ve senden ne beklediğimi 
söyledim. Git, önerimi düşün. Eğrisini doğrusunu tart. Cevabını yarın getirirsin.
64
XIII
Düşünmek, tartmak, değerlendirmek, bir karara varmak, Hay-yam'ın o gün 
yapamayacağı şeylerdi. Divan'dan çıkar çıkmaz, çarşının dar ve dolambaçlı 
yollarına daldı. Her adımda, sokak biraz daha kararıyor, kalabalık daha yavaş 
hareket ediyor, konuşmalar ve küfürler birer fısıltı gibi çıkıyor, satıcılar ve 
dükkân sahipleri sanki birer maskeli oyuncu, birer uyurgezer rakscı oluveriyordu. 
Ömer, bir sağa bir sola yalpa vura vura ilerliyordu. Birden, ormanlıktaki düzlük 
misali, aydınlık bir meydancığa çıkıverdi. Güneş gözlerini kamaştırdı, doğruldu. 
Nefes aldı. Ona ne oluyordu böyle? Sanki cehenneme zincirlenmiş bir cennet 
sunmuşlardı. Nasıl evet desin, nasıl hayır desin? Büyük vezirin huzuruna hangi 
yüzle çıksın, kenti hangi yüzle terketsin?


Sağ tarafmda açık bir meyhane kapısı gördü. Kapıyı itti, birkaç tozlu basamaktan 
indi, alçak tavanlı, loş bir yere vardı. Zemin nemli topraktı, oturma yeri var mı yok 
mu belli değildi, masalar da pisti. Kum şarabı istedi. Pürtüklü bir testi içinde 
getirdiler. Uzun süre, gözleri kapalı, şarabı koklayıp, içine çekti.
Genç, gençliğimin güzel günleri, Unutmak için içerim şarabı. Acı mı? Öylesi gider 
hoşuma, Bu acılıktır ömrümün tadı.
Birden aklına bir şey geldi. Bunu akıl etmek için, meyhane diplerine gitmesi 
gerekiyormuş meğerse! Burada, bu pis masada, üçüncü ya da dördüncü kadehten 
sonra aklına gelecekmiş meğerse! Hesabı çarçabuk ödedi, hatırı sayılır bir bahşiş 
bıraktı, kendini dışarıya attı. Gece olmuş, herkes dağılmıştı. Çarşının han sokağı 
ağır bir cümle kapısı ile korunuyordu. Ömer'in, kervansaraya var-mak için 
dolaşması gerekti.
Ayaklarının ucuna basarak odasma girdiğinde, Hasan çoktan
65
uyumuştu. Ömer, bu ciddi ve acılı yüzü uzun süre incelendi. Aklına bin çeşit soru 
geldi. Cevaplarını aramak zahmetine katlanmadan, her birini defetti. Kararını 
vermişti, kimse bu kararı değiştiremezdi.
Kitaplarda yer almış bir öyküdür. Üç arkadaştan söz eder. Derler ki: Binli yılların 
başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer 
Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan 
Sabbah.
Derler ki, her üçü de Nişapur'da okumuştur. Ama doğru değildir bu! Nizam, 
Ömer'den otuz yaş büyüktü, Hasan da tahsilini Nişapur'da değil, Rey'de ve 
doğduğu kent olan Kum'da yapmıştır.
Gerçek, Hayyam'ın elyazması kitabında yer alıyor mu? Derler ki bu üç adam ilk 
kez İsfahan'da, Büyük Vezir'in Divanında buluşmuştur ve kaderin cilvesine bakın 
ki bu buluşma Hayyam'ın çabalarıyla gerçekleşmiştir.
Nizam, küçük odasına çekilmişti. Kapı aralığından Ömer'in yüzünü görür görmez, 
cevabının olumsuz olacağını anladı.
— Demek ki tasarılarım seni ilgilendirmiyor. Hayyam sıkılarak ama kararlı bir 
biçimde cevap verdi:
— Çok yüce olan düşlerinin gerçekleşmesini dilerim. Ama benim katkım, senin 
önerdiğin biçimde olamaz. Giz ile gizi açığa çıkaran arasmda, ben gizden yanayım. 
Bana bir konuşmayı nakletmeye gelen muhbire söyleyeceğim ilk söz, "Onu kendine 
sakla, sus konuşma. Anlatacakların ne seni ne de beni ilgilendirir. Bir daha da 
evime gelme" olur. Ben insanlarla ve olaylarla başka açıdan ilgilenirim.
— Kararını saygı ile karşılıyorum. Devletin, salt bilim ile uğraşanlara da ihtiyacı 
vardır. Sana vaat ettiğim ev de, altın da, rasathane de senindir. Gönül rızası ile 
verdiğimi asla geri almam. Seni, yapacaklarıma ortak etmek istedim. Yine de, 
tarihçilerin, "Ömer Hayyam, Nizamülmülk ile aynı dönemde yaşadı. Büyük vezire, 
onun gözünden düşmeden hayır diyebilen ender kişilerdendi" diye yazmaları ile 
avunurum.
— Senin bu büyüklüğünü bir gün ödeyebilecek miyim bilmem?
Ömer sustu. Bir an duraksadı.


— Belki, olumsuz cevap verişimi, yeni karşılaştığım birini tanıştırmakla 
giderebilirim. Çok akıllı, çok bilgili, çok becerikli birini.
Sahib-i Haber görevi için biçilmiş kaftan gibi geldi bana. İsfahan'a, yanında 
çalışmak ümidiyle geldiğini söyledi.
— Bir tutkulu, bir hırslı adam, diye söylendi Nizam. Benim kaderim de bu! 
Güvenilir birini buluyorsun, ihtirassız çıkıyor ve iktidarın gücünden çekiniyor. 
Verdiğim göreve atılmaya hazır biri çıktığında da, sabırsızlığı beni ürkütüyor.
Nizam bıkkın gibiydi:
— Peki bu adam kim?
— Hasan bin Ali Sabbah. Ama hemen uyarayım: Kum kentinde doğmuş.
— Yani bir Şii imam? Aldırmam. Bütün aşırılıklara karşı olsam da... Yardımcılarım 
arasmda en iyilerinden bir kısmı Ali mezhebin-dendir, en iyi askerlerimden 
bazıları Ermeni'dir, veznedarlarım da Yahudi'dir. Onlardan güvenimi de himayemi 
de esirgemem. Bir tek İsmaililerden çekinirim. Arkadaşın İsmaili mezhebinden 
değildir, umarım?
— Bilmiyorum. Hasan buraya kadar benimle geldi. Dışarıda bekliyor. İznin olursa, 
onu çağırayım, kendin sorabilirsin.
Ömer, birkaç saniye yok oldu, sonra arkadaşı ile geri geldi. Hasan, hiç de 
etkilenmiş görünmüyordu. Yine de sakalının altında, çenesinin titrediğini farketti 
Hayyam.
— Hasan Sabbah'ı takdim ediyorum. Böylesine sıkı sarılmış bir sarığın altında bu 
denli bilgi bulunması, görülmüş şey değildir.
Nizam gülümsedi:
— Demek çevremi bilginler almış. Bilginlerle düşüp kalkan hükümdar, 
hükümdarların en iyisidir denir. Öyle değil mi?
Bunu Hasan yanıtladı:
— Yine denir ki: hükümdarlarla düşüp kalkan bilginler, bilginlerin en kötüsüdür.
Büyük bir kahkaha sesi duyuldu. Kısa ama içten olan bu gülüş, onları bir an için 
yakınlaştırdı. Ama Nizam, kaşlarını çatmış, ciddileşmişti. Her türlü Acem 
palavrasmı içeren laf ebeliğinden bir an önce kurtulup, Hasan'a ondan 
beklediklerini anlatmak için sabırsızlanıyordu. Daha ilk sözcüklerden itibaren, 
kanları kaynaştı, Ömer'e sessizce çekilmekten başka yapacak iş kalmadı.
Böylece, Hasan Sabbah, Büyük Vezir'in vazgeçemediği yararcılarından biri 
oluverdi. Sahte tüccardan, sahte dervişten, sahte acılardan oluşan ve Selçuklu 
İmparatorluğunu baştan aşağı dola-
66
67
şan bir muhbirler şebekesini kısa zamanda kurmuştu ve her saray da, her çarşıda, 
her evde kulağı vardı. Komplolar, dedikodular, söylentiler rapor ediliyor, açığa 
çıkarılıyor, oyunlar bozuluyordu.
Nizam, ilk günler çok memnundu. Bu korkunç şebekenin ipleri kendi elindeydi. O 
güne dek; bu işe soğuk bakan Melikşah'a varıp, övüneceği sonuçlar sunuyordu. 
Aslında, Melikşah huzursuzdu. Babası Alpaslan, böyle bir siyaset gütmemeyi 
tavsiye etmemiş miydi? "Dört bir yana muhbir yerleştirecek olursan, sana sadık 


olan gerçek dostların bundan kuşkulanmayacak, düşmanların ise tetikte, 
önlemlerini almış olacaklardır. Zaman geçtikçe, muhbirleri etkilemeye 
çalışacaklar, gün gelecek dostlarının aleyhine, düşmanlarının lehine raporlar 
almaya başlayacaksın. İyi olsunlar, kötü olsunlar, sözler birer ok gibidirler. Bir 
kaçını bir arada fırlattın mı, biri mutlaka hedefi bulur. Sonunda, kalbini dostlarına 
kapatır, düşmanlarına açarsın. Yanına gelip kurulanlar, düşmanların olur. O zaman, 
gücünden geriye ne kalır?"
Ama Melikşah'm muhbir kullanmanın yararı konusundaki kuşkuları, hareminde onu 
zehirlemek istiyen bir kadının yakalanması ile yok oldu. Hasan Sabbah, 
Melikşah'ın yanından ayıramadığı adamı haline geldi. Sultan ile Hasan arasmdaki 
bu sıkıfıkılık, Nizam'in hiç hoşuna gitmiyordu. Bir kere, her ikisi de gençti. Cuma 
günleri düzenlenen şölen sırasında, iki delikanlı, Veziri ihmal ederek 
eğleniyorlardı.
Bu şölenlerin birinci kısmı, resmi ve ciddi bir biçimde cereyan ederdi. Nizam, 
Melikşah'ın sağında otururdu. Okuma yazması olanlar, bilginler, çepeçevre dizilir, 
Hint ya da Yemen kılıçlarını methederler, Aristo'nun yazdıklarına kadar her 
konuda tartışırlardı. Sultan bir süre bu konulara ilgi duyar, sonra bakışları 
donukla-şırdı. İşte o zaman Vezir, gitme vaktinin geldiğini anlar, diğerleri de onu 
izlerdi. Onların yerini sazcılar, rakkaseler, oyuncular alır, şarap testileri dolar, 
içki sofrası da, hakanın keyfine göre uzun ya da kısa sürerdi. Güçlü vezirinden 
vazgeçmeyen Sultan öcünü eğlenmekle almış olurdu. Günü geldiğinde "baba"sını 
nasıl vuracağını tahmin etmek için, çocuksu bir taşkınlıkla ellerini nasıl çırptığını 
izlemek yeterliydi.
Hasan, Sultan'ın Vezir'den nefret etmesi için elinden geleni yapmaktaydı. Nizam 
hangi konularda erişilmez sayılıyordu? Bilgisi ile mi? Ussallığı ile mi? Tanrı ve 
İmparatorluğu savunma yeteneği ile mi? Hasan, kısa bir sürede benzeri bir 
yetenek sergiliyordu. Vezirin sadakati mi söz konusuydu? Sadık olduğunu 
göstermek-
ten kolayı yoktu. Sadakat, yalancı ağızlardaki kadar doğru olamaz.
Hasan, Melikşah'ın dillere destan pintiliğini harekete geçirmeyi de iyi biliyordu. 
Sürekli biçimde Vezir'in yaptığı harcamalardan söz ediyor, aldığı yeni giysileri, 
Vezir'in yakınlarının aldıkları eşyaları anlatıyordu. Nizamın iktidarı ve şatafatı 
sevdiği bir gerçekti. Hasan ise sadece iktidarı seviyordu. Dünya nimetlerinden el 
etek çekmiş biri olarak görünmeyi iyi beceriyordu.
Melikşahı iyice körükledikten sonra, ateşi yakmayı kararlaştırdı. Olay, bir 
cumartesi günü, taht odasında meydana geldi. Sultan, öğleye doğru, baş ağrısı ile 
uyanmıştı. Canı son derece sıkkındı. Vezirinin, Ermenilerden oluşan muhafızlarına 
altmış bin altın dağıttığını öğrenmiş, fena içerlemişti. Haber, tabii ki, Hasan ve 
şebekesi aracılığı ile kendine ulaşmıştı. Nizam, sabırla, ayaklanmayı önlemek için 
birlikleri beslemek gerektiğini en ufak bir ayaklanmada, harcamanın on misli 
fazlasını harcamak gerekeceğini anlatıyordu. Melikşah ise, avuç dolusu altın 
saçmakla, sonunda maaş verilemeyecek duruma düşüleceğini, ayaklanmanın işte o 
zaman başlayacağını söylüyordu. İyi bir hükümet, altınını, ihtiyaç duyulacak günler 
için saklamamalı mıydı?


Nizam'm on iki oğlundan biri, söze karışmanın yerinde olacağını düşündü:
— İslam'm ilk günlerinde Halife Ömer, fetihlerde sağlanan altınları saçmakla 
suçlandığında şöyle demişti: "Bu altın bize Tan-rı'nın lütfü değil mi? Tanrı'nın 
daha fazlasını bahşedeceğine inanmıyorsanız, hiçbir şey sarfetmeyiniz. Bana 
gelince, Allah'ın cömertliğine inanıyorum. Müslümanların iyiliği için sarfedebilece-
ğim altından bir tekini bile kasamda tutmam."
Melikşah'ın böyle bir davranışta bulunmaya hiç niyeti yoktu. Hasan'ın kafasına 
soktuğu bir düşünce, nicedir içini kemiriyordu. Emrini verdi:
— Hazineme giren her bir kuruşun ve sarfedilen her bir akçenin ayrıntılı hesabını 
istiyorum. Sonuç ne zaman hazır olur?
Nizam çökmüş gibiydi.
— Bu hesabı verebilirim ama, zaman alır, dedi.
— Ne kadar zaman, hoca?
Sultan'ın "Ata" değil de "Hoca" demesi dikkati çekti. Gerçi saygılı bir sesleniş 
biçimiydi ama, gözden düşmenin işareti de sayılabilirdi. Nizam, şaşırmış, 
anlatmaya çalışıyordu:
— Her eyalete bir muhasip göndermek ve uzun hesaplar yap-
68
69
mak gerekecek. Tanrı'nın inayeti ile, geniş bir imparatorluğa sahi-; biz. Böyle bir 
çalışmanın sonucunu iki yıldan önce almamız zordur.
Hasan, saygılı bir biçimde yaklaştı:
— Efendimiz, dedi. Olanak verilir ve Divan'ın bütün evrakının verilmesi 
emredilirse, böyle bir çalışmayı kırk gün içinde tamamlarım.
Nizam cevap vermek istediyse de, Sultan ayağa kalkmıştı. Büyük adımlarla kapıya 
gitti ve:
— Pekâlâ, dedi. Hasan, Divan'a girecektir. Divan kalemi onun emrinde olacak. 
Onun izni olmadan hiç kimse kaleme giremeyecek. Kırk gün sonra bu iş bitmiş 
olacak.
70
XIV
O günden sonra, bütün imparatorluk büyük bir telaşa düştü, idari kesimlerde 
çalışma yürümez oldu, birliklerin ayaklanacağı haberleri gelmeye başladı, iç 
savaştan söz edilir oldu. Nizam'ın İsfahan'ın bazı mahallelerini silahlandırdığı 
söyleniyordu. Çarşıda esnaf malını gizler olmuş, belli başlı çarşıların kapıları 
kapatılmış, özellikle kuyumcular dükkânlarını öğleden sonraları açmaz olmuşlardı. 
Divan'da gerginlik büyüktü. Koca Vezir kalemini Hasan'a bırakmak zorunda 
kalmıştı ama, ikameti hemen yanı başındaydı. Arada sadece küçük bir bahçe vardı. 
Ancak bu küçük bahçe, gerçek bir karargâha dönüşmüştü. Nizamın kişisel 
korumaları, tepeden tırnağa silahlı olarak kol geziyorlardı.
Ömer son derece sıkkındı. Ortalığı yatıştırmak için araya girmek istiyor, uzlaşma 
yolları arıyordu. Nizam onu kabul etmeye devam ediyordu ama "zehirli hediyesi" 
için sitem etmekten kendini alamıyordu. Hasan'a gelince, evrakların içinde 
kaybolmuştu ve Sultana sunacağı sonucun telaşı içindeydi. Hasan geceleri, bir 


avuç adamının ortasında, Divan'ın toplandığı odanın halısından başka yere 
yatmıyordu. Kader gününden üç gün önce, Hayyam son bir girişimde bulunmak 
istedi. Hasan'ın yanına gitti, onu görmek için diretti. Ancak Sahib-i Haber 
toplantıda olduğu için, bir saat sonra gelmesi söylendi. Kapıdan çıkacağı sırada, 
tepeden tırnağa kırmızılar içinde bir harem ağası yanına gelip:
— Hoca Ömer beni izlemek lütfunda bulunurlar mı? diye sordu. Bekleniyorsunuz.
Adam onu çapraşık yollardan, bir takım merdivenlerden geçirdikten sonra, bir 
bahçeye soktu. Hayyam, böyle bir bahçenin olabileceğini aklına bile getirmemişti. 
Tavus kuşları serbestçe dolaşıyordu. Kayısı ağaçları çiçek açmıştı. Bahçedeki 
çeşmenin arka tarafından geçip sedef işlemeli bir kapının önüne geldiler. Ağa 
kapıyı açtı. Ömer'i buyur etti.
Burası, duvarları ipek kumaşla kaplı geniş bir odaydı. Dip ta-
71
rafta, bir perdenin örttüğü, tonozlu bir girinti göze çarpıyordu. Perde kıpırdadı, 
orada birinin durduğu açıktı. Hayyam içeri girince, hafif bir kapı tıkırtısı 
duymuştu. Bir kaç saniye bekledi. Sonra bir kadın sesi duydu. Ses yabancıydı ve 
Türkçe konuşuluyordu. Ses kısıktı ama sözler kaya gibi sertti. Hayyam ne 
söylendiğini anlamadı, konuşanın sözünü kesmek istedi, Farsça konuşulmasını rica 
etti, ya da Arapça, ya da daha tane tane konuşulmasını... Ama bir perdenin ardına 
gizlenmiş bir kadınla konuşmak kolay değildi. Kadının sözlerini bitirmesi için 
bekledi. Ardından bir başka ses:
— Sultanımızın eşi, hanımım Terken Hatun, buraya geldiğin için sana teşekkür 
ediyor, dedi.
Bu kez Farsça konuşulmuştu. Ömer sesi tanıdı. Bağırmak istedi ama ağzından 
sevinçli bir mırıltı döküldü:
— Cihan!
Kadın örtüyü kaldırdı, peçesini açtı ve gülümsedi ama Ömer'in yaklaşmasını elinin 
bir hareketiyle önledi:
— Hatun, Divan'daki kavgadan endişe duyuyor. Huzursuzluk artıyor. Kan 
dökülecek. Hakanımız dahi çok kaygılı, yanına yaklaşılmaz oldu. Harem, Hakanın 
öfkeli bağırmaları ile titriyor. Bu durum böyle süremez. Terken Hatun iki tarafı 
barıştırmak için, senin büyük çaba sarfettiğini biliyor. Senin başarılı olmanı çok 
istiyor ama pek ümidi yok.
Hayyam başıyla onayladı. Cihan devam etti:
— Terken Hatun, iş bu noktaya vardığına göre, iki rakibi saf dışı bırakıp, yönetimi 
huzur sağlayacak birine vermenin daha doğru olacağını düşünüyor. Sultanın, 
çevresini sarmış entrikacılara değil, akıllı, bilgili, çıkarcı olmayan, mantıklı birine 
ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Hakanımız seni çok takdir ettiği için, Büyük Vezir 
olarak senin atanmanı önermek istiyor. Sen atanırsan bütün ülke rahatlayacak. 
Ama böyle bir öneride bulunmadan önce, senin onayını almak istedi.
Ömer, kendisinden bekleneni bir süre kavrayamadı. Sonra haykırdı:
— Tanrı aşkına, Cihan, beni mahvetmek mi istiyorsun? Beni, imparatorluğun 
ordularına kumanda ederken, bir emirin kellesini uçururken, bir köle 
ayaklanmasını bastırırken görebiliyor musun? Beni yıldızlarımla başbaşa bırak.


— Dinle beni Ömer. İşleri yönetmeye niyetin olmadığını biliyorum. Sen sadece 
orada bulunacaksın. Kararları başkaları verip uygulayacak!
— Yani gerçek vezir sen olacaksın, hanımın da gerçek Sultan. İstediğin bu, öyle 
değil mi?
— Bundan niçin rahatsızlık duyuyorsun? Onuru sana, tasası bize ait olacak. 
Bundan iyisi can sağlığı!
Terken Hatun, öneriyi yumuşatmak için araya girdi, Cihan söylediklerini çevirdi:
— Hanımım diyor ki: Senin gibi adamlar siyasete sırt çevirdikleri için, bu kadar 
kötü yönetilmekteyiz. Çok iyi bir vezir olabilecek bütün niteliklere sahip olduğunu 
söylüyor.
— Ona de ki: Yönetmek için gerekli olan nitelikler ile, iş başına gelmek için gerekli 
olan nitelikler arasında fark vardır. İşleri iyi yönetmek için, kendi işlerini unutup 
sadece başkalarına, özellikle en yoksul olanlara bakacaksın; iktidara gelmek 
içinse, insanların en aç gözlüsü, en bencili, kendi dostlarının bile gözünün yaşına 
bakmayanı olacaksın. Ben ise kimseyi incitemem!
İki kadının tasarısı öylece yarım kaldı.
Ömer önerilerini red etti. Zaten bir işe de yaramazdı. Nizam ile Hasan'ın karşı 
karşıya gelmeleri önlenemez olmuştu.
O gün kabul odası bir arenaya benziyordu. Orada bulunan on-beş kişi, birbirinin 
hareketini gözlemekteydi. Her zaman taşkın mizacı ile tanınan Melikşah bile alçak 
sesle konuşuyor ve her zamanki gibi bıyığını çekiştirip duruyordu. Arada bir, iki 
gladyatöre bir bakış fırlatıyordu. Hasan, siyah buruşuk giysileri, siyah sarığı ile 
ayakta duruyordu. Sakalı sanki her zamankinden daha uzundu, avurtları çökmüş, 
gözleri Nizam'ınkilerle karşılaşmaya hazır ama uykusuzluktan ve yorgunluktan 
kıpkırmızı idi. Arkasında bir kâtip, geniş bir kurdele ile bağlanmış bir sürü evrak 
taşıyordu.
Büyük Vezir, kıdemine duyulan saygıdan ötürü, oturmaktaydı. Giysileri beyaz, 
sakalı kır, alnı kırışıktı. Sadece gözleri genç, hareketli ve parlaktı. Oğullarından 
ikisi yanında duruyordu. Çevrelerine kinci bakışlar fırlatıyorlardı.
Sultan'ın hemen yanında duran Ömer bitkin ve kaygılı idi. Kafasının içinde, 
herhalde söylemeğe hiç fırsat bulamayacağı sözleri tasarlayıp duruyordu.
Melikşah:
— Hazinemizin durumu hakkında bugün bilgi verme vaadinde bulunulmuştu. Hazır 
mı? diye sordu.
Hasan eğilerek selam verdi.
— Sözümü tuttum. Her şey hazır, dedi.
72
73
Kâtibine döndü, adam yanına geldi ve ona evrakı verdi. Sab-bah okumaya başladı. 
İlk sayfalar, uzun teşekkürler, hayır duaları, bilgece söylenmiş cümlelerle 
doluydu. Âdet böyle idi. Orada bulunanlar daha fazlasını bekliyorlardı. Sonunda iş 
oraya da geldi. Hasan:


— Her eyaletin, her ünlü ve büyük kentin, Sultanımızın Hazinesine ne verdiğini 
tam olarak hesap ettim. Düşmandan elde edilen ganimeti de değerlendirdim. Bu 
paraların nasıl sarfedildiğini artık biliyorum, dedi.
Boğazını temizledi, okuduğu sayfaları kâtibine uzattı, diğerini aldı. Okumak üzere 
gözlerinin hizasına getirdi, dudakları aralandı, sonra kısıldı. Sayfayı uzaklaştırdı, 
diğer sayfalara baktı, kızgın bir biçimde evrakı karıştırmaya başladı. Kimseden 
ses çıkmıyordu. Sonunda Hakan sabırsızlandı:
— Ne oluyor? Seni dinliyoruz, dedi.
— Efendimiz, gerisini bulamıyorum. Sayfaları sıraya koymuştum, ama aradığım 
kâğıt aradan kaymış olacak. Onu bulacağım.
Aramaya devam etti. Durumdan yararlanan Nizam, üst perdeden konuşmaya 
başladı:
— Herkesin başına gelebilir. Genç dostumuza bu yüzden kızmamak gerek. Böyle 
bekleyip duracağımıza gerisini dinleyelim.
— Haklısın ata, gerisini dinleyelim.
Herkes, Hakanın Vezirine yeni baştan "ata" dediğini farketmişti. Bu yeniden göze 
girdiğine işaret mi sayılmalıydı? Hasan utançtan kıvranırken Vezir, lehindeki 
durumu daha da sağlama bağlamak istedi:
— Kaybolan sayfayı unutalım. Hakanımızı bekletmek yerine, kardeşimiz Hasan'ın 
bazı önemli kent ve eyaletlere ait rakamları vermesini öneriyorum.
Hakan onayladı. Nizam devam etti:
— Örneğin, aramızda bulunan Ömer Hayyam'ın memleketi Nişapur'u ele alalım. Bu 
kent ve eyalet, acaba hazineye ne getirmiş?
Hasan:
— Hemen sunayım, dedi.
Ayaklarına kapanmak ister bir hali vardı. Alışkın bir biçimde dosyaya el attı. 
Otuzdördüncü sayfayı çıkartmak istedi. Nişapur'a ait ne varsa, bu sayfaya 
yazdığını biliyordu. Boşuna.
— Sayfa yok, kaybolmuş... diyebildi. Çalmışlar... Kâğıtlarımı karıştırmışlar.
74
Nizam ayağa kalktı. Melikşah'ın yanına vardı ve kulağına:
— Efendimiz en yetenekli hizmetkârlarına, işlerin zorluklarını bilen ve oluru 
olmazdan ayırabilenlere güven duymazsa, sonunda ya bir deli, ya bir şarlatan ya 
da bir cahil tarafından işte böyle hakarete uğrar, diye fısıldadı.
Melikşah, müthiş bir oyuna getirildiğine, bir saniye olsun, kuşku duymuyordu. 
Tarihçilerin belirttiklerine göre, Nizamülmülk Hasan'ın kâtibini satın almış, bazı 
sayfaları yok etmesini, bazılarının yerini değiştirmesini emretmiş ve böylece 
rakibinin sabırla ve özenle yaptığı çalışmaları boşa çıkartmıştı. O istediği kadar 
komplo yapıldığını söylesin, çevresindeki gürültü sesini bastırıyor, Sultan da oyuna 
getirilişinin, dahası vezirinin vesayetinden kurtulma girişiminin başarısızlıkla 
sonuçlanmasının kusurunu Hasan'da buluyordu. Askerlerine onu tutuklamalarını 
söylemiş ve anında idamını emretmişti.
Ömer ilk kez söz aldı:


— Efendimiz merhamet etsinler. Sabbah belki kusur işlemiştir, belki çok aceleci 
ve çok işgüzar olmakla günah işlemiştir, ki bu yüzden kovulması gerekir, ama 
kimseye büyük bir kötülüğü dokunmamıştır.
— Öyleyse gözlerine mil çekilsin. Demiri kızdırın.
Hasan ses çıkarmıyordu. Ömer yeniden söz aldı. Kendisinin işe soktuğu bir adamın 
öldürülmesine ya da gözlerine mil çekilmesine gönlü razı olamazdı:
— Efendimiz diye yalvardı. Genç, gözden düşmüş olmanın tesellisini okumada 
bulacak bir adama, bu cezayı uygun görmeyin.
Bunun üzerine Melikşah:
— İnsanlarm en bilge olanı, en saf yürekli olan senin için Hoca Ömer, kararımdan 
vazgeçiyorum. Hasan Sabbah sürgün edilecek ve ömrünün sonuna kadar uzak 
beldelerden birinde yaşayacaktır. İmparatorluk topraklarına bir daha asla ayak 
basmayacaktır, dedi.
Ama Kum kentinin adamı geri gelecek ve görülmemiş bir intikam alacaktır.
75
İKİNCİ KİTAP
HAŞHAŞÎLER CENNETİ
Cennet de cehennem de senin içinde. Ömer Hayyam
1) Başlığın aslı: "Paradis des Assassins", yani "Caniler Cenneti" dir. Ancak, 1090 
yılında Hasan Sabbah tarafından kurulan ve haşhaş kullanmalarından ötürü Haş-
haşin (Haşhaşiler) adı verilen gizli örgüt, Fransızca Assassins (Caniler) 
sözcüğünün kökeni olarak bilinir. Konumuz dolayısı ile Cani yerine Haşhaşi sözcüğü 
daha uygun görülmüştür. (Ç.N.)
XV
Aradan yedi yıl geçti. Gerek Hayyam, gerek İmparatorluk için görkemli yedi yıl! 
Son barış yılları!
Üzerinde asma yaprakları olan çardakta sofra kurulmuş, üzerine Şiraz'ın, kokusu 
kıvamında, en iyi beyaz şarabı konmuş, sürahinin çevresinde binlerce pırıltısı olan 
kâseler dizilmişti. İşte haziran akşamları, Ömer'in kameriyesinde görülegelen 
manzara! Önce hafif olandan başlamalı. Şarap ve çerez. Sonra karışık olanı 
tatmalı: yaprak dolmaları, ayva tatlıları. Hafif esinti, Sarı Dağları aşıp, çiçekli 
meyve bahçelerinden gelir. Elinde udu ile Cihan, hafiften tıngırdatır. Rüzgâra 
eşlik eder udunun sesi. Ömer kadehini kaldırdı, uzun uzun içine çekti. Cihan onu 
izliyordu. En büyük, en kaygan, en koyu renkli pestili seçti, erkeğine verdi. Bu, 
meyveler dili ile "Hemencecik bir öpücük" demekti. Ömer eğildi, dudakları 
birbirine değdi, kaçtı, yeniden buluştu, ayrıldı, birleşti. Parmakları dolandı. 
Hizmetçi kız geldiğinde, acele etmeksizin ayrıldılar, her biri kendi kadehine 
döndü. Cihan gülümseyerek mırıldandı:
— Yedi yaşamım olsaydı, birini mutlaka burada geçirir, şu kerevete uzanır, şu 
şarabı içer, parmaklarımı şu kâseye daldırır, mutluluğu şu tekdüzelikte bulurdum.
Ömer:
— Bir, ya da üç, ya da yedi yaşamım olsaydı, her birini burada geçirir, elim 
saçlarında şuraya uzanırdım, diye yanıtladı.


Birlikte ama birbirlerinden değişik idiler. Dokuz yıllık sevgili, dört yıllık karı koca 
idiler ama düşleri aynı çatı altında değildi. Cihan zamanı yutuyor, Ömer yudum 
yudum tadına varıyordu. Cihan'ın arzusu, dünyaya egemen olmaktı. Hanımının 
kulağı idi, ha-rurrtı da Sultan'm kulağı! Gündüzleri Sultanm hareminde düzenler 
kuruyor, tüm haberlere el koyuyor, yatak odası dedikodularına kulak kesiliyor, 
zehirleme kuşkularından haberdar oluyordu. Heyecanlı, hareketli, coşkulu idi. 
Akşamlan ise kendisini aşkın mut-
79
luluğuna kaptırıveriyordu. Ömer açısmdan durum farklıydı . Bilimin zevkine, zevkin 
bilimine varıyordu. Geç kalkıyor, aç karnına bir kadeh sabah içkisini içiyor, daha 
sonra çalışma masasma geçerek yazıyor, hesap yapıyor, çizgiler ve resimler 
çiziyor, yine yazmaya koyuluyor, sonra gizli kitabına bir kaç satır şiir 
döktürüyordu.
Gece olduğunda, evinin üst katına yaptırdığı gözlem kulesine çıkıyordu. Sevdiği, 
elleriyle bakıp onardığı aletlerine kavuşması için bahçeden geçmesi yeterliydi. 
Arasıra, kentten gelip geçmekte olan bir bilgin olurdu yanında. İsfahan'da 
bulunduğu ilk üç yılını, -rasathaneyi kurmakla geçirmişti. Yapı, gereçler, birer 
birer denetiminden geçmişti. Ömer, 21 Mart 1079'da büyük törenlerle ilan edilen 
yeni Celali takvimini hazırlamak için de, büyük emek sarfet-mişti. Onun yaptığı 
hesaplamalar sonucu kutsal Nevruz bayramının tarihinde bir takım değişiklikler 
olduğunu, Balık burcunun ortasına rastgelen yeni yılın Koç burcunun başlangıcına 
kaydırıldığını, bu değişiklikten sonra İran ay adlarının burç adı aldıklarını ve 
böylece Favardin'in Koç ayı, Esfand'ın Balık ayı diye çağrıldığını hangi İranlı 
unutabilir? 1081 yılının Haziran'mda İsfahan'da ve bütün İmparatorluk 
topraklarında oturanlar, yeni takvimin üçüncü yılını yaşamaktaydılar. Bu takvim 
resmi olarak Sultan'ın admı taşı-sa da, halk arasında "Ömer Hayyam Takvimi" 
olarak bilmiyordu. Kim, sağlığında böyle bir onura sahip olabilir? Kısacası, Hayyam 
otuzüç yaşma geldiğinde, tanınan ve sevilen bir insan olmuştu. Onun, şiddetten ve 
hükmetmekten nefret ettiğini bilmeyenler için de, çekinilen ve korkulan bir 
insan...
Bütün bunlara karşm, onu Cihan'a yaklaştıran neydi? Bir ayrıntı ama önemli bir 
ayrmtı: ikisi de çocuk istemiyordu. Cihan, ardında bırakacağı bir varlığın yükünü 
kesinlikle taşımak niyetinde değildi. Hayyam da, hayranı olduğu Suriye'li şair 
Ebu'l-Alâ'nın sözlerini aynen benimsemişti: "Beni döllendirenin günahını 
çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek."
Bu tutumu bizi yanıltmamak, Hayyam hiç de kötümser biri değildi. Şu satırları 
yazan o değil midir?: "Acın sonsuz olduğunda, dünyanın kararmasmı istiyecek 
olduğunda, yağmurdan sonra parıldayan yeşilliği, bir çocuğun uykudan uyanışını 
düşün." Ömer çocuk sahibi olmak istemiyorsa, yaşamın güçlüğünü düşündüğü 
içindir. "Dünyaya hiç gelmemiş olana ne mutlu!" deyip dururdu.
Görüldüğü gibi, ikisinin çocuk yapmak istemeyiş nedenler
80
aynı değildi. Cihan ihtiraslı olduğu, Ömer de ihtirassız olduğu için çocuk 
istemiyordu. Ama bir erkek ve bir kadın olarak, İran'daki bütün erkeklerin ve 


bütün kadınların kınadıkları bir davranışla, birbirlerine bağlı idiler ve birinin ya da 
diğerinin kısır olduğu söylentisine aldırmadan aralarında müthiş bir ortaklık 
kurmuşlardı.
Ama bu, yine de sınırları olan bir suç ortaklığı idi. Cihan, hiç bir ihtirası olmayan 
bir insan olan Ömer'den değerli fikirler alıyor ama kendi yaptıkları hakkında ona 
asla bilgi vermiyordu. Yaptıklarını Ömer'in onaylamayacağını biliyordu. Bitmeyen 
kavgalar yaratmak kime yarardı? Gerçi Hayyam Saraya uzak bir insan değildi. 
Saray hayatını, dalaverelerini ne kadar küçümsese de, bazı kaçınılmaz 
yükümlülükleri olduğunu biliyordu. Arasıra Cuma yemeklerine girmesi, bazı hasta 
Emirleri muayene etmesi, Melikşah'a takvimi hakkında bilgi vermesi ve yıldız 
falma bakması gerekiyordu. Melikşah da herkes gibi, ne yapması ve ne yapmaması 
gerektiği konusunda yıldız falma danışırdı. "Ayın 5'inde seni gözleyen bir yıldız 
var, Saray'dan dışarı çıkma, Ayın 7'sinde, hiçbir biçimde kan aldırma, ilaç içme. 
Ayın 10'unda sarığını tersinden sardır. Ayın 13'ünde kadınlarından hiçbirine 
yanaşma." Sultan, bu söylenenlere karşı çıkmayı asla düşünmezdi. Ömer'in elinden 
kendi yıldız falmı alan Nizam da, iyice inceler ve harfiyen uyardı. Yavaş yavaş 
başkaları da, bu ayrıcalıktan yararlanmaya başladı; mabeyinci, İsfahan'ın büyük 
kadısı, hazinedarlar, bazı amirler, bir takım zengin tüccarlar sıraya girdi; bu da 
Ömer için bir hayli iş demekti, özellikle ayın son on günü ve gecesi! İnsanlar fala 
öylesine düşkündüler ki... talihli olanlar Ömer'e baktırabiliyor, diğerleri daha âz 
tanman gökbilimcilere başvuruyordu. Genellikle de bir din adamına gidiliyor, o da 
Kur'an'ın bir sayfasını rasgele açarak bir ayet okuyordu. Meraklarının cevabını bu 
ayette bulmak kalıyordu onlara! Bir karar öncesinde olan yoksul kadınlar ise, 
çarşıya gidip ilk duydukları sözcükten bir anlam çıkartmaya çalışıyorlardı.
O gece Cihan:
— Terken Hatun, Tir ayı için falının hazır olup olmadığını sordu, dedi. Ömer 
dalgındı.
— Bu gece hazırlarım. Gökyüzü berrak, yıldızlar gizlenmiyor, rasathaneye gitme 
vakti, diye yanıtladı.
Kalkacağı sırada içeriye bir hizmetçi girdi ve:
— Kapıda bir derviş var dedi. Geceyi geçirmek için konukseverliğinize sığınmak 
istiyor.
Ömer:
81
— Gelsin, diye izin verdi. Merdiven altındaki küçük odayı ver, sonra söyle bizimle 
yemeğe otursun.
Cihan, yabancının girmesine olanak tanımak için başını örttü, ama hizmetçi yalnız 
döndü:
— Odasında dua etmeyi tercih ediyor. Bu mektubu size vermemi istedi.
Ömer kâğıdı okudu, sarardı. Bir robot gibi ayağa kalktı. Cihan meraklandı:
— Kim bu adam?
— Birazdan dönerim.
Kâğıdı bin parçaya ayırdıktan sonra, hızlı adımlarla çıkıp küçük odaya yöneldi, 
içeri girip kapıyı kapattı. Bir an durdu, sonra bir kucaklaşma ve bir sitem:


— İsfahan'da işin ne? Nizamülmülk'ün bütün adamları seni arıyor.
— Seni ayartmaya geldim.
Ömer yüzüne baktı, adamın aklının başında olup olmadığından emin olmak 
istiyordu. Ama Hasan güldü, tıpkı Hayyam'la karşılaştıkları kervansaray odasında 
güldüğü gibi:
•— Merak etme. Mezhep değiştirtmeyi düşüneceğim en son insan sensin. Ama 
saklanmam gerekiyor. Sultan'ın müneccimi, Vezir'in danışmanı Ömer Hayyam'ın 
evinden daha güvenli sığınak mı var?
— Sana duydukları nefret, bana duydukları sevgiden büyük. Evime hoş geldin ama 
burada olduğundan kuşkulanırlarsa, seni kurtarabileceğimi sanma.
— Yarın uzaklara gitmiş olacağım. Ömer kuşkulandı:
— Öç almaya mı geldin?
Ama öteki, onuruna dokunulmuşçasma sıçradı:
— Ben kişisel bir öç peşinde değilim, benim peşinde olduğum, Türk egemenliğini 
yıkmak!
Ömer arkadaşına baktı, siyah sarık yerine şimdi beyaz sarıklıydı ama her yanı 
kuma bulanmıştı giysileri kaba ve eskiydi.
— Kendinden pek emin görünüyorsun; oysa bana göre, sürgün edilmiş, izi sürülen, 
evden eve gizlenen ve tüm silahı şu çıkın ile şu sarıktan ibaret olan bir adamsın. 
Bir de kalkmış, Doğu'dan Batı'ya uzanan bir İmparatorlukla boy ölçüşmeğe 
kalkışıyorsun.
— Sen olandan söz ediyorsun, ben olacaktan. Selçuklu İmparatorluğunun karşısına 
Fedailer dikilecek. Örgütlü, korkunç bir güç
82
olarak! Sultanları ve vezirleri korkudan titretecek. Sen ve ben doğduğumuz vakit, 
yani aradan çok zaman geçmedi, İsfahan Acemlerin ve Şiilerin elindeydi ve 
Bağdat'taki halifeye hükmünü geçiriyordu. Bugün ise, Acemler Türklerin uşağı 
durumunda ve Nizamülmülk bu uşakların en aşağılık olanı. Dün nasıl idiyse, yarın da 
öyle olamaz mı?
— Zaman değişti Hasan, şimdi güç Türklerde, İranlılar yenik düştü. Bazıları, 
Nizam'ın yaptığı gibi, güçlülerle uzlaşmaya çalışıyor; diğerleri, benim yaptığım 
gibi, kitaplara sığınmaya bakıyor.
— Başkaları da savaşıyor. Belki henüz bir avuç insan, ama yarın sayıları binleri 
bulacak, kalabalık, kararlı, yenilmez bir ordu olacak. Ben, Yeni Görüş'ün 
havarisiyim. Hiç ara vermeden, ülkeyi boydan boya katedeceğim, hem ikna hem 
zor yoluna başvuracağım ve Yüce Tanrının inayeti ile kokuşmuş iktidarı yerle bir 
edeceğim. Hayatımı kurtarmış olan sana söylüyorum Ömer: pek yakında dünya, 
anlammı pek az kişinin kavrayabileceği olaylara tanık olacak. Sen anlayacaksın, ne 
olup bittiğini kavrayacaksın, bu dünyayı kimin sarstığını, bu kargaşanın nasıl son 
bulacağını bilecek-
sin.
— inandığın şeylerden kuşku duymuyorum ama, Melikşah'ın Sarayında Türk olan 
Sultanın gözüne girebilmek için Nizamülmülk ile rekabete giriştiğini anımsıyorum.
— Yanılıyorsun. Ben, artık ima ettiğin o aşağılık adam değilim,


— Benim bir şey ima ettiğim yok, sadece birkaç tutarsızlığa değiniyorum.
— Bu tutarsızlıklar, geçmişimi bilmenden kaynaklanıyor. Görünüşe bakarak hükme 
varmanı eleştirmiyorum ama, sana gerçek öykümü anlattığımda olaylara başka 
türlü bakacaksın. Ben eski bir Şii ailesindenim. Bana her zaman, İsmaililerin 
mezhep sapkını oldukları söylendi. Ta ki günün birinde bir dervişe rastlayana 
kadar... Benimle tartıştı, inancımı sarstı. Ona boyun eğerim korkusuyla 
konuşmamaya karar verdiğimde hastalandım. Öylesine hastalandım ki, son 
saatimin geldiğini sandım.,Bunda bir hikmet var dedim, Yüce Tanrı'dan bir işaret! 
Yaşarsam, İsmailiye mezhebine girmeğe ahdettim. Ertesi gün iyileşmiştim. 
Ailemde, bu kadar çabuk iyileştiğime kimse inanmadı, bir anlam veremedi. Tabii 
verdiğim sözü tuttum ve and içtim. İki yıl sonra, bana bir görev verdiler. 
Nizamülmülk'ün yanma girecek, Divan 'ında yer alacak ve zorda olan İsmaili 
kardeşlerimi koruyacaktım. Böylece Rey'den çıkıp İsfahan'a vardım ve yolda, 
Kâşan'da bir kervansarayda konakla-
83
dim. Küçük odamda Nizam'ın yanına nasıl gireceğim diye düşü-
nüp dururken, kapı açıldı. Kim girdi dersin? Hayyam! Büyük Hay-
yam, onu bana Allah göndermişti.
Ömer şaşkındı:
Bir de Nizamülmülk bana, senin İsmailiye mezhebinden olup olmadığını sordu 
da, ben de "sanmam" dedim!
— Yalan söylemedin, bilmiyordun! Şimdi biliyorsun. Hasan durdu, sonra:
— Beni yemeğe davet etmemiş miydin? dedi.
Ömer kapıyı açtı, hizmetçiye seslendi, yemek getirmesini söyledi, sonra soru 
sormayı sürdürdü:
— Yedi yıldır, böyle sufi kılığında mı dolanıp duruyorsun?
— Çok dolaştım. İsfahan'dan çıkınca, beni öldürmek istiyen Nizam'ın adamlarınca 
izlendim. Kum'da onlardan kurtuldum, arkadaşlarım beni sakladılar. Sonra Rey'in 
yolunu tuttum- Orada bir İsmaili Mısır'a, kendisinin de gitmiş olduğu medreseye 
gitmemi tavsiye etti. Daha önce, Şam'a gitmeden, Azerbaycan'a uğradım. Mısır'a 
kestirmeden gitmeyi tasarlıyordum ama Kudüs çevresinde Türkler ile Mağribiler 
arasında savaş vardı. Bu yüzden kıyıdan gidip, Beyrut, Saida, Tir ve Akra'dan 
geçmek zorunda kaldım. Orada bir gemiye binip İskenderiye'ye ulaştım. Orada 
Ebu Davut başkanlığında bir heyet tarafından karşılandım.
Hizmetçi içeri girdi. Yere bir kaç çanak koydu. Hasan dua eder gibi yaptı, 
hizmetçi çıkınca konuşmasına devam etti:
— Kahire'de iki yıl kaldım. Medrese'de kalabalıkçaydık ama aramızdan sadece bir 
avuç insan Fatımi ülkesinin dışmda iş görmeye layık bulunmuştu.
Hasan fazla ayrıntıya girmek istemedi ama çeşitli kaynaklardan derslerin iki ayrı 
yerde görüldüğü biliniyordu. Dinin ilkeleri El-Ezher'de, ulemalar tarafından, 
bunları yayma teknikleri de Halife Sarayında öğretiliyordu. Fatımi Sarayının 
önemli kişilerinden biri olan dervişlerin başı, öğrencilerine insanları inandırma 
yöntemlerini, bir görüşü geliştirme sanatını, mantığa olduğu kadar duygulara da 
nasıl hitap edileceğini öğretiyordu. Birbirleriyle iletişimde hangi gizli şifreyi 


kullanacaklarını da... Her dersin sonunda, öğrenciler onun önünde diz çöküyor, o 
da başlarının üzerinden, İmam'm imzasmı taşıyan bir fetva geçiriyordu. Daha 
sonra, daha kısa bir ders başlıyor ama o sadece kadınlara veriliyordu.
Hasan:
— İhtiyacım olan bütün bilgiyi Mısır'da öğrendim, dedi.
Hayyam:
— Bana, onyedi yaşıma geldiğimde her şeyi biliyordum, dememiş miydin?
— Onyedi yaşıma kadar bilgi birikimi yaptım. Sonra inanmayı öğrendim. Kahire'de 
inandırmayı öğrendim.
— Peki, inandırmak istediklerine ne söylüyorsun?
— Onlara, öğretecek hoca olmadıkça din işe yaramaz, diyorum. Bizler "Allah'tan 
başka Tanrı yoktur" derken, hemen ardından "Muhammed O'nun Resulüdür" diye 
ekliyoruz. Neden? Çünkü Tek bir Tanrı var derken, kaynağını belirtmeyecek 
olursak yani bir gerçeği bize öğretenin adını vermezsek, anlamı kalmaz. Ama o 
adam, o resul, o peygamber, uzun süre önce öldü, yaşadığını ve bize söylenen gibi 
konuştuğunu nereden bileceğiz? Ben ki senin gibi Eflatun ve Aristo okudum, kanıt 
gerek diyorum.
— Ne kanıtı? Bu konuda gerçekten kanıt olabilir mi?
— Siz Sünniler için aslında kanıt yok. Sizler, Muhammed'in mirasçı bırakmadığına, 
Müslümanları kendi başlarına bıraktığına, en güçlü ya da en kurnaz olanın 
kendilerini yönetmelerini kabul edeceklerine inanırsınız. Bizler ise, Resulün bir 
mirasçı, sırlarını bilen bir halef bıraktığına inanırız: o da damadı, yeğeni, 
neredeyse kardeşi İmam Ali'dir. Ali de bir mirasçı gösterdi. Meşru İmam'ların 
soyu işte böyle oluştu. Onlar aracılığı ile Muhammed'in Resullüğünün ve Tek 
Tanrı'nın varlığının kanıtı günümüze kadar devredildi.
— Bütün bu anlattıklarında, diğer Şiilerden ne farkın var, anlayamıyorum.
— Benim inancım ile aileminki arasında çok büyük fark var. Onlar, yeryüzüne 
adaleti getirecek olan ve gerçek müminleri ödüllendirecek olan Gizli İmam gelene 
kadar, düşmanlarımızın egemenliğine sabırla katlanmamız gerektiğini öğrettiler 
bana. Oysa ben, şimdiden harekete geçmek, bu ülkede İmamımızın "zuhuru" için 
gerekli ortamı her yoldan hazırlamak gerektiğine inanıyorum. Ben, bütün 
Zamanların İmamı'nı kabul edecek duruma gelmesi için dünyayı düzenlemek üzere 
gönderilen Öncü'yüm. Peygam-ber'in benden söz ettiğini biliyor muydun?
— Senden mi? Kum doğumlu Hasan bin Ali Sabbah'tan mı?
— "Kum'dan bir adam gelecek, insanlara doğru yola germeleri Çağrısında 
bulunacak, çevresine adamlar toplayacak, hiçbir rüzgâr, hiçbir fırtına onları 
dağıtamayacak, savaşmaktan yılmayacaklar, zaaf göstermeyecekler ve Tanrı'dan 
güç alacaklar" demedi mi?
84
85
— Ben böyle bir şey söylediğini bilmiyorum. Oysa Hadisleri okumuştum.
— Sen istediklerini okumuşsun. Şii'lerin ellerinde başka Hadisler var.
— Ve senden söz ediyor, öyle mi?
— Bekle ve gör.


86
XVI
Yuvalarından fırlamışçasma koca gözlü adam, gezginciliğine devam etti. Hiç 
yorulmayan bir derviş olarak İslam ülkelerini, Belh'i, Merv'i, Kaşgâr'ı, 
Semerkant'ı dolaşıp durdu. Her yerde vaaz verdi, tartıştı, inandırdı, örgütledi. 
Bir fedai bulmadan, beklemekten usanmış Şiiler'i ve Türk egemenliğinden 
şikâyetçi Acem ya da Arapları çevresinde toplamadan, o kentten ayrılmadı. 
Hasan'ın ordusu gün geçtikçe büyüyordu. Onlara "Batıni" deniliyordu, yani gizli 
işlerin adamları! Onlara din sapkını, Allahsız da deniliyordu. Ulemalar tehdit 
üzerine tehdit savuruyorlardı: "Onlara katılanların vay hallerine! Kanlarını 
dökmek, bahçe sulamak kadar sevaptır."
Ses tonu yükseliyor, şiddet sözde kalıyordu. Savah kentinde bir vaiz, diğer 
müslümanlar gibi camide değil de ayrı olarak toplananları ihbar etmiş, onları 
polisin cezalandırmasını istemişti. Onse-kiz tarikatçı tutuklanmıştı. Bir kaç gün 
sonra muhbir bıçaklanmış olarak bulundu. Nizamülmülk ibret olacak bir ceza 
verilmesini istedi. İsmailiye mezhebinden bir marangoz yakalandı, işkence edildi, 
çarmıha gerildi, sonra da ölüsü kent sokaklarmda gezdirildi.
Bir tarihçi "O vaiz İsmaililerin öldürdükleri, o marangoz da verdikleri ilk kurban 
oldu" diye yazdı. İlk zafer de Nişapur'un güneyindeki Kain kentinde alındı. 
Kirman'dan altı yüz tüccar, hacı ve önemli miktarda yük getiren bir kervan 
gelmekteydi. Kain kentine yarım günlük yolda, yüzleri maskeli, silahlı adamlar yolu 
kesmişlerdi. Kervancı onları haydut sanmış, haraç verip kurtulmak istemişti. Oysa 
durum farklıydı. Yolcular bir kale-kente götürülmüş, bir kaç gün tutulmuş ve 
mezhep değiştirmeleri istenmişti. Bazıları kabul ettikleri için serbest bırakılmış, 
diğerleri öldürülmüştü.
Kervan olayı, ardından gelecek şiddet olaylarının sadece küçük bir habercisiydi. 
Katliam, karşılıklı öldürme eylemleri, her kentte, her kasabada, her köyde 
cereyan ediyor ve "Selçukluların barış düzeni" aşınmaya yüz tutuyordu. İşte 
unutulmaz Semerkant krizi o sıralar patlak verdi. Bir tarihçi "Olayların ardında 
Ebu Tahir var" diye kestirip attı. Oysa işler o kadar basit değildi.
87-
Gerçi, Ömer Hayyam'ın eski velinimeti, günlerden bir Kasım | günü çıkıp 
İsfahan'a gelivermişti. Tirah Kapısından kente girer girmez doğruca arkadaşının 
evine varmış, o da minnetini belirtebilmenin mutluluğu içinde, evini ona açmıştı. 
Geleneksel nezaket sözleri kısa kesilmiş ve Ebu Tahir yaşlı gözlerle:
— Nizamülmük'ü hemen görmem gerek demişti.
Hayyam kadıyı hiç bu halde görmüş değildi. Onu yatıştırmaya çalıştı: 
— Vezire bu gece gideriz. O kadar vahim mi?
— Semerkant'tan kaçmak zorunda kaldım.
Kadı sözlerine devam edemedi, tıkandı, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Son 
görüşmelerinden bu yana yaşlanmıştı, cildi kırışmış, sakalı beyazlaşmış, sadece 
kaşları kapkara kalmıştı. Ömer teselli edici birkaç söz söyledi, Kadı kendine geldi, 
sarığını düzeltti, sonra:
— Hani şu Kesik Yüz denilen adamı hatırlıyor musun? diye sordu.


— Ölümüme susamış adamı nasıl unuturum;?
— En küçük bir farklı düşünce sezinleyince zıvanadan çıktığını hatırlıyorsun değil 
mi? İsmailiyelilere katıldığı üç yıldan beri, eskiden Gerçek Din'i savunmak için 
gösterdiği gayretkeşliği, bu kez O'nun hatalarını kanıtlamak için gösteriyor. 
Yüzlerce, binlerce kişi peşinde gidiyor. Sokağın hâkimi o; kendi yasasını esnafa 
zorla kabul ettirdi. Kaç kez Han'ı görmeğe gittim. Sen Nasır Han'ı tanımıştın, 
aniden öfkelenir, anında sakinleşirdi. Allah rahmet eylesin, her duamda ona da 
okuyorum. Şimdi yeğeni Ahmet işbaşında. Toy, kararsız, ne yapacağı belli olmayan 
biri. Ne yönden yanaşacağımı bilemedim hiç. Kaç kez bu yobazların yaptıklarından 
şikâyet ettim, beni hep bir kulağı ile dinledi, canının sıkıldığını göstermeyi de 
ihmal etmedi. Hiçbir şey yapamayacağını anlayınca, milis kuvvetlerinin 
komutanlığını ve bana yakm olan bazı yargıçları çağırdım, îsmailiyelilerin 
hareketlerini yakından izlemelerini istedim. Kesik Yüz'ü izlemek üzere üç gönüllü 
çıktı. Amacım Han'a ayrıntılı bilgi vererek gözlerini açmaktı. O sırada adamlarım 
tarikatçıların reisinin Semerkant'a geldiğini haber verdiler.
— Hasan Sabbah mı?
— Ta kendisi! Benimkiler îsmailiyelilerin toplandıkları Ghatfar mahallesinde 
Abdak sokağının iki başını tuttular. Sabbah, kılık değiştirmiş olarak dışarı 
çıktığında üzerine çullandılar, kafasına bir çuval geçirip bana getirdiler. Onu 
hemen Saraya götürdüm. Yaptı-
88
ğım işi beğenileceğini sanıyordum. Han ilk kez ilgi gösterdi, adamı görmek istedi. 
Sabbah huzuruna çıkartıldığında, ellerinin çö-zülmesini ve onunla yalnız kalmak 
istediğini söyledi. Han'ı o tehlikeli yobaza karşı uyarmak istedim ama fayda 
etmedi. Adamı, doğru yola gelmesi için inandırmak istediğini söyledi. Görüşmeleri 
uzayıp gitti. Arasıra Han'ın adamlarından biri kapıyı aralayıp bakıyordu. Görüşme 
devam ediyordu. Gün ağardığında, ikisinin yanyana namaza durdukları görüldü. 
Aynı sözleri bir ağızdan tekrarlıyorlardı. Adamlar, onlara bakmak için birbirlerini 
itekleyip duruyorlardı.
Ebu Tahir bir yudum şerbet içtikten sonra devam etti
— Gerçeği kabul etmek gerekiyordu. Semerkant'ın Efendisi, Maveraünnehir'in 
Hükümdarı, Karahanlıların Vâris'i tarikata girmişti. Gerçi bunu açıklamış değildi 
ve Gerçek Din'e bağlıymış gibi görünüyordu ama, çevresindeki danışmanların 
yerini İsmaililer almıştı bile. Sabbah'ı yakalatan kuvvet komutanları teker teker 
öldürüldü. Benim muhafızlarımın yerini, Kesik Yüz'ün adamları aldı. Bana yapacak 
ne kalmıştı? İlk hacı kafilesi ile yola çıkmak ve İslam'ın kılıcını taşıyan 
Nizamülmük ile Melikşah'a durumu anlatmaktan başka?
Aynı akşam, Hayyam Ebu Tahir'i Nizam'a götürdü. Onları başbaşa bıraktı. Nizam 
sessizce kadıyı dinledi, yüzü gölgelendi. Kadı konuşmasını bitirdiğinde:
— Semerkant'taki felaketin ve hepimizi tehdit eden belanın gerçek sorumlusu 
kim, biliyor musun? diye sordu. Seni buraya getiren adam?
— Ömer Hayyam mı?


— Başka kim olabilir? Onu öldürtebileceğim gün, Hasan Sab-bah'ın hayatını Hoca 
Ömer kurtardı. Onu öldürmemizi engelledi. Şimdi bizi öldürmesini 
engelleyebilecek mi bakalım?
Kadı ne diyeceğini bilemiyordu. Nizam içini çekti. Kısa, sıkıntılı bir sessizlik oldu.
— Ne yapalım dersin?
Soruyu soran Nizam'dı. Ebu Tahir'in cevabı hazırdı. Tane tane söylemeğe başladı:
— Selçuklu bayrağının Semerkant üzerinde dalgalanmasının zamanı geldi.
Vezirin yüzü karardı:
— Sözlerin altın değerinde dedi. Yıllardır, İmparatorluğun Maveraünnehir'i 
içermesi, Semerkant ve Buhara gibi zengin kent-
89
leri kapsaması gerektiğini tekrarlayıp duruyorum. Boşuna. Melik-şah dinlemek 
istemiyor.
— Oysa Han'ın ordusu çok zayıf. Emirlerine maaş veremiyor, kaleleri harabeye 
dönmüş durumda.
— Bunu biliyoruz.
— Melikşah, babası Alpaslan gibi, nehri geçecek olursa, aynı akıbete uğramaktan 
mı korkuyor?
— Katiyyen.
Kadı daha başka soru sormadı. Bir açıklama bekledi. Nizam:
— Sultan ne nehirden, ne rakip bir ordudan korkuyor. Onun korktuğu bir kadın! 
dedi.
— Terken Hatun mu?
— Melikşah nehiri geçecek olursa, onu yatağına almayacağını, Harem'i cehenneme 
döndüreceğini söylemiş. Unutma ki Semer-kant, Terken Hatunun vatanı. Nasır 
Han ağabeyi idi, Ahmet Han da yeğeni. Maveraünnehir onun ailesine ait. Atalarının 
kurduğu saltanat son bulacak olursa, onun da saray kadınları arasındaki konumu 
değişir ve oğlunun Melikşah'a vâris olma olasılığı ortadan kalkar.
— Ama oğlu daha iki yaşında!
— İyi ya, çocuk ne kadar küçükse, anası o denli savaşmak zorunda!
— Anladım dedi Kadı. Sultan asla Semerkant'ı almak istemeyecek.
— Bunu söylemedim. Ama bunun için fikrini değiştirmek gerekir. Ne var ki, 
Hatunun silahlarından daha güçlü silahlar kullanmamız gerekecek.
Kadı kızardı. Nazikçe gülümsedi, yine de önerisinden vazgeçmedi:
— Size anlattıklarımı Sultan'a tekrar etmem yetmez mi? Hasan'ın çevirdiği 
dolapları ona anlatmam yetmez mi?
Nizam:
— Hayır, diye kestirip attı.
O an tartışamayacak kadar düşünceliydi. Kafasında bir plan oluşmak üzereydi. 
Kadı sessiz, vereceği kararı bekliyordu. Vezir:
— Yarın sabah Sultan'ın Harem'ine gidip, baş harem ağasını görmek istediğini 
söyliyeceksin. Semerkant'tan geldiğini ve Terken Hatun'a ailesinden haber 
getirdiğini söyliyeceksin. Memleketinin bir kadısı, hanedanının sadık bir 
hizmetkârı olduğun için, seni kabul edecektir.


90
Kadı başıyla onaylamak gereğini bile duymadı. Nizam devam
etti:
— Kabul odasma girdiğinde, yobazlarm Semerkant'ı ne hale getirdiğini anlatacak 
ama Ahmet'in onlara katıldığını söylemeyeceksin. Tam aksine, Hasan Sabbah'ın 
tahtını tehlikeye soktuğunu ve ancak bir mucizenin onu kurtarabileceğini 
söyleyeceksin. Beni görmeğe geldiğini, ama seni gereği gibi dinlemediğimi, hatta 
Sultan'a bunları anlatmaktan seni vazgeçirmek istediğimi söyleyeceksin.
Ertesi günü, strateji hiçbir engel görmeden aynen uygulandı. Terken Hatun, 
Semerkant'ı kurtarmak için, Sultan'ı ikna etmeyi üzerine alırken, Nizamülmülk 
buna karşı çıkar gibi yapıyor ama bir yandan da seferberlik hazırlığında 
bulunuyordu. Bu kandırma savaşı sonunda Maveraünnehir'i almaktan, Semerkant'ı 
kurtarmaktan çok, İsmaililerin bozgunculuğu yüzünden sarsılan saygınlığına 
yeniden kavuşmak istiyordu. Bunun için de kesin ve etkili bir zafere ihtiyacı vardı. 
Yıllardan beri, casusları Hasan'ın yerinin bilindiğini, yakalanmasının an meselesi 
olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı ama, asi ele geçmiyor, en ufak bir karşılaşmada 
adamları adeta buharlaşıp yok oluyorlardı. Bu nedenle Nizam, yüzyüze savaşmanın 
yollarını arıyordu. Semerkant ona, hiç ummadığı bir anda bu fırsatı verdi.
1089 ilkbaharında, ikiyüz elli bin kişilik bir ordu, filleri ve silahları ile harekete 
geçti. Onu harekete geçiren yalanlar ve entrikalar bir yana, her ordunun yaptığı 
işi yapmaya hazırdı. Önce Buhara'yı ele geçirdi sonra Semerkant'a yöneldi. 
Kentin kapısına geldiklerinde, Melikşah Ahmet Han'a, duygulu bir üslupla, 
kendisini yobazların ellerinden kurtarmaya geldiğini yazdı. Han, soğuk bir ifadeyle 
"Saygıdeğer biraderimden böyle bir isteğim olmadı" diye cevap verdi. Melikşah 
şaşırdı ama Nizam hiç heyecanlanmadı: "Han, hareketlerinde özgür değil, yokmuş 
gibi davranalım" dedi. Zaten ordunun geri gidecek durumu yoktu, Emirler 
paylarına düşecek olanı istiyorlardı, her halde elleri boş dönecek değillerdi.
Daha ilk günlerden itibaren, kule muhafızlarından birinin ihaneti ile saldırganlar 
kente sızmışlardı. Batı'da, Manastır Kapısının yakınında mevzilendiler. 
Savunucular ise güneye, Kiş Kapısının yanma çekildiler. Halkın bir kısmı Sultan'ın 
birliklerini tutmaya karar vererek, onları beslemeye, teşvik etmeye girişti. 
Diğerleri ise, inançlarından ötürü, Ahmet Han'dan yana oldular. Savaş iki hafta
91
bütün şiddeti ile devam etti. Ama sonucu belli idi. Kubbeler mahallesinde bir 
dostunun evinde gizlenen Ahmet Han ile tüm İsmaili liderler esir alındı. Sadece 
Hasan, bir lağım kanalından kaçmayı başardı.
Tabii kazanan Nizam oldu ama Sultan'ı ve Hatun'u kandırarak! Saray ile ilişkileri, 
onanmaz biçimde bozuldu. Melikşah, Ma-veraünnehir'in en ünlü kentlerini ele 
geçirmekten memnun olduysa da, aldatılmış olmanın ezikliğini fazlasıyla duydu. 
Hatta birlikler için verilen geleneksel zafer ziyafetini vermeyi red etti. Nizam, 
duyması gerekenlere "pintilik" demekle yetindi.
Hasan Sabbah'a gelince, bu yenilgiden önemli bir ders çıkarttı. Hükümdarları 
kazanmaktan vazgeçip, insanlığın o güne kadar tanıdığı en korkunç terör örgütünü 
kurdu. Bu örgüte Haşhaşiler Tarikatı denildi.


XVII
Alamut. Bir kaya üzerinde bir kale. Altı bin ayak yükseklikte. Manzara olarak: 
Çıplak dağlar, unutulmuş göller, dik yarlar, dar boğazlar. Bu boğazlardan en 
kalabalık ordu bile, ancak tek tek geçerek girebilir. Bu kayalıkları en hızlı 
kurşunlar bile delip geçemez.
Elburz Dağları'nm karları, ilkbahar olup da eridiği, ağaçları yerlerinden ettiği için 
"deli ırmak" diye adlandırılan Şah-Rû, hâkimdir yöreye. Yaklaşanın vay haline, vay 
kıyılarında konaklamaya yeltenen orduya!
Nehirden ve göllerden hergün kaim bir sis tabakası yükselir, uçurumu olduğu gibi 
kaplar, yer ortasmda öylece asılı kalır. Orada bulunanlar için Alamut kalesi, 
bulutlar okyanusunda bir adadır. Aşağıdan bakıldığında da cinlerin sığınağı!
Yerli deyişe gire Alamut: "Kartal Yuvası" demek. Anlatıldığına göre, bu dağları 
denetlemek için bir kale yaptırmak isteyen bir hükümdar, oralara terbiye edilmiş 
bir kartal bırakmış. Kuş gökyüzünde dolanıp durduktan sonra bu kayanın üstüne 
konmuş. Sahibi de en iyi yerin burası olduğunu anlamış.
Hasan Sabbah da tıpkı o kartal gibi yaptı. Adamlarını toplayacağı, okutacağı, 
örgütleyeceği bir yer bulmak için bütün İran'ı dolaştı. Semerkant olayından sonra 
büyük kentleri zaptetmenin hayal olduğunu, Selçuklular ile anında çatışmaya 
girmek zorunda kalacağını, bunun da İmparatorluğun lehine olacağını anlamıştı. 
Ona gereken başka bir yerdi, girilmez, alınmaz, ulaşılmaz, dağlık bir sığınak!
Maveraünnehir'de ele geçen bayraklar İsfahan sokaklarında sergilendiği sırada, 
Hasan da Alamut dolaylarında bulunuyordu. Burası onun için bir esin kaynağı oldu. 
Daha Alamut'u uzaktan görür görmez, kendi yükselişinin, devletinin doğuşunun 
gerçekleşeceği yerin ancak burası olacağını anlamıştı. Alamut o sıralarda pek Çok 
kent gibi, içinde birkaç askerin, birkaç köylünün, bir o kadar da esnafın, aileleri 
ile birlikte yaşadıkları tahkim edilmiş bir yerdi.
92
93
Başında, Nizamülmülk'ün atadığı, adı Mehdi Alayit olan bir vali bulunuyordu. 
Adamm bütün derdi ceviz, üzüm ve nar yetiştirmek ve sulamada kullanacağı suyu 
bulmaktı. İmparatorluktaki çalkantılar uykusunu hiç kaçırmıyordu.
Hasan önce, Alamut'lu birkaç müridini oraya salıverdi. Adamlar vaaz vermeğe ve 
mezhep değiştirtmeye başladılar. Birkaç ay sonra lidere, durumun elverişli olduğu 
haberini gönderdiler. Hasan, her zaman olduğu gibi, sufi bir derviş kılığında kente 
girdi. Çevreyi dolaştı, teftiş etti, denetledi. Vali bu mübarek adamı huzuruna 
kabul etti. Neyin hoşuna gideceğini sordu. Hasan:
— Bana bu kale gerek, diye yanıtladı.
Vali gülümsedi, dervişin şakacı bir adam olduğunu sandı. Ama konuğu hiç de 
gülümsemiyordu:
— Ben bu yeri almaya geldim. Karargâhrndaki bütün adamlar benden yana, dedi.
Sonrası ne duyulmuş ne görülmüştür. Özellikle îsmaililer tarafından tutulmuş o 
günlerdeki tutanakları incelemiş olan doğubi-limcileri, yanılmadıklarından iyice 
emin olmak için, onları birkaç kez okumak zorunda kaldılar. Bir de biz görelim:


XI. yüzyıl sonlarındayız, tam olarak 6 Eylül 1090 tarihinde. Haşhaşilerin dâhi 
kurucusu Hasan Sabbah, 166 yıl boyunca Ta-rih'in en korkunç tarikat merkezi 
olacak kaleyi ele geçirmek üzeredir. Oysa şuracıkta, valinin karşısında oturmuş, 
sesini yükseltmeden:
— Alamut'u almaya geldim diye tekrarlayıp durmaktadır.
— Bu kale bana Sultan adına verildi. Onu almak için para verdim.
— Ne kadar?
— Üç bin altın dinar!
Sabbah bir kâğıt alıp yazar: "Alamut kalesinin bedeli olarak Mehdi Alayit'e üçbin 
altın dinar ödensin. Bize Tanrı yeterlidir. Koruyucuların en iyisidir." Vali 
endişelendi. Derviş kılıklı bu adamm imzasının bu miktarda bir parayı ödetmeye 
yetmeyeceğini düşündü. Damgan kentine vardığında, hiç beklemeden altınını aldı.
XVIII
Alamut'un alındığı haberi İsfahan'a geldiğinde, telaş yaratmadı. İs-hafan daha 
çok, Nizam ile Saray arasındaki çekişmeyle meşguldü. Terken Hatun, ailesine 
karşı giriştiği eylemden ötürü, Nizam'ı af-fetmemişti. Melikşah'ı, güçlü 
vezirinden kurtulması için sıkıştırıyordu. Sultanm, babası öldüğü vakit bir vasi 
sahibi olması çok doğaldı, çünkü o tarihte daha onyedi yaşındaydı, oysa bugün 
otuz-beş yaşında olgun bir erkek olarak işlerin yönetimini ata'sına bırakamazdı, 
İmparatorluğun gerçek efendisinin kim olduğunun öğrenilmesinin zamanı gelmişti! 
Semerkant olayı, Nizam'ın gücünü kanıtlamak, efendisini aldatmak ve herkesin 
önünde onu küçük düşürmek istediğini göstermemiş miydi?
Melikşah harekete geçmede duraksayıp dururken, bir olay karar vermesini 
çabuklaştırdı. Nizam, Merv valiliğine kendi torununu atadı. İddialı, dedesinin 
gücüne güvenen delikanlı, herkesin önünde yaşlı bir Türk Emirine hakaret etmişti. 
O da ağlayarak Me-likşah'a şikâyete gelmişti. Çileden çıkan Sultan, Nizam'a şöyle 
bir yazı gönderdi: "Sen benim yardımcımsan, bana itaat etmen ve yakınlarının 
adamlarıma çatmalarmı önlemen gerekir; yok kendini, benimle eş düzeyde iktidar 
ortağı sanıyorsan^ bilesin ki bundan böyle, gerekli kararları verme hakkı bana 
aittir."
İmparatorluğun önemli adamları ile gönderilen mesaja Nizam şöyle yanıt verdi: 
"Sultan'a sorun, bugüne kadar onun ortağı olduğumu ve şayet ben olmasaydım bu 
güce erişemeyeceğini bilmiyor mu? Babası öldüğünde işleri benim ele aldığımı, 
diğer taht vârislerini benim saf dışı bıraktığımı, bütün asileri etkisiz kıldığımı 
unuttu mu? Ülkenin en uç sınırına kadar sözü dinleniyorsa, benim sayemdedir. 
Evet, gidin söyleyin, külahının kaderi, benim hokkamın kaderine bağlıdır."
Heyettekiler donakaldılar. Nizamülmülk gibi akıllı bir adam, nasıl oluyor da 
Sultana, kendini azlettirecek hatta kellesini uçurtu-racak sözler 
söyleyebiliyordu? Küstahlığı delilik derecesine mi varmıştı?
94
95
O gün bu davranışın nedenini tam olarak bilen bir tek adam vardı, o da Ömer 
Hayyam'dı. Haftalardan beri Nizam, kendisini iş yapamaz, gece uyuyamaz hale 
getiren korkunç ağrılardan şikâyetçiydi. Ömer onu uzun uzun muayene ettikten 


sonra, Ni-zam'da, çokça vakit bırakmayan, bir doku kanseri teşhis etmişti. 
Hayyam'ın bu acı gerçeği dostuna söylediği gece, çok hazin bir geceydi.
— Ne kadar zamanım kaldı?
— Birkaç ay.
— Daha fazla acı çekecek miyim?
— Acını hafifletmek için sana afyon verebilirim ama o zaman da sürekli uyuklar ve 
çalışamazsın.
— Yazı da yazamaz mıyım?
— Uzunca konuşma da yapamazsın.
— Öyleyse acı çekmeği yeğlerim.
Her cümleden sonra uzun süren bir sessizlik oluyordu.
— Ahretten korkar mısın Hayyam?
— Neden korkayım? Ölümden sonra ya hiçlik var ya da günahların bağışlanması.
— Ya yapmış olabileceğim kötülükler?
— Günahın ne denli büyük olursa olsun, Tanrı'nın bağışlaması daha büyüktür.
Nizam'ın içi rahatlamış gibiydi:
— İyilik de yaptım. Camiler, okullar yaptırdım, dinsizlikle savaştım.
Hayyam sözünü kesmediği için devam etti:
— Yüz yıl sonra, bin yıl sonra, beni hatırlayacaklar mı?
— Nereden bilirsin?
Nizam kuşkuyla Ömer'e bakıp devam etti:
— "Hayat yangına benzer. Oradan geçen, alevleri unutur, rüzgâr külleri üfürür, 
yaşamış olan insandır" dememiş miydin? Ni-zamülmülk'ün kaderi de bu mu olacak 
dersin?
Nefes nefeseydi. Ömer susuyordu.
— Arkadaşın Hasan Sabbah, ülkeyi baştan başa geçip, benim Türk'lerin uşağı 
olduğumu söylüyor. Gelecekte de söylenen bu mu olacak dersin? Beni, Arilerin yüz 
karası olarak mı anacaklar? Sultana otuz yıldır kafa tutan ve istediğini yaptıranın 
ben olduğum unutulacak mı? Orduları zaferler kazanırken başka ne yapılabilirdi? 
Bir şey söylemiyorsun?
Dalmış gibiydi:
96
— Yetmiş dört yıl, gözlerimin önünden geçiyor. Onca düş kı-rıklığı onca pişmanlık, 
başka türlü yaşamak istediğim onca şey!
Gözleri kısılmış, dudakları büzülmüştü:
— Vay haline Hayyam! Hasan Sabbah onca-kötülük yapabiliyorsa, senin 
yüzündendir!
Ömer, şöyle demeyi çok isterdi:
— Seninle Hasan'm nice ortak yönleriniz var! Bir davayı benimseyecek olursanız— 
ki o ister bir İmparatorluk kurmak, ister İmam'ı hükümdar kılmak olsun— sonuç 
elde etmek için öldürmeyeceğiniz adam yoktur. Oysa benim için ölümle 
sonuçlanacak her dava, dava olmaktan çıkar. İstediği kadar güzel olsun, benim 
gözümde çirkinleşir, değersizleşir, bayağılaşır.


Ömer haykırmak istedi ama kendini tuttu, arkadaşını kaderi ile başbaşa bırakmayı 
yeğledi.
Bu korkunç geceden sonra Nizam kaderine razı oldu. Artık var olmayacağı 
düşüncesine alışmıştı. Devlet işlerinden uzaklaşmış, Siyasetname adını verdiği 
kitabına kendini vermişti. Bu, dört yüz yıl sonra Batı için Machiavelli'nin Prens 
adlı eseri ne ise, Müslüman Doğu için aynı paralelde, yönetme sanatı ile ilgili eşsiz 
bir yapıttı. Ancak ikisi arasında önemli bir fark vardı: Prens, siyasette düş 
kırıklığına uğramış, iktidardan yoksun kalmış bir adamın eseriydi, oysa 
Siyasetname, İmparatorluk kurmuş bir insanın eşi olmayan deneyiminin meyvesi 
idi.
Kısacası, Hasan Sabbah uzun süredir düşünü kurduğu ele geçirilmez sığınağını 
fethettiği sırada, İmparatorluğun güçlü adamının Tarih'teki yerini almaktan 
başka arzusu kalmamıştı. Sultana sonuna dek kafa tutmaya hazır, hoşa giden 
sözcükler yerine gerçeği yansıtan sözcükler kullanmayı yeğliyordu. Hatta artık, 
görkemli bir ölüm, çapma uygun bir ölüm beklediği söylenebilirdi. Bunu da elde 
edecekti.
Melikşah, Nizam'dan dönen heyeti kabul ettiğinde, söylenenlere inanamadı:
— Benim ortağım, benim eşitim olduğunu söyledi, öyle mi? Elçiler, sıkkın bir halde 
onaylayınca, Sultan patladı. Vasisini
kazığa oturtmaktan, canlı canlı doğramaktan, kalenin burçlarından 
sallandırmaktan söz etti. Sonunda Terken Hatun'a varıp, Nizam'ı tüm 
görevlerinden alacağını ve ölmesini istediğini söyledi. Ancak işi, Nizam'a sadık 
askeri birliklerin tepkisini yaratmadan çözümlemek gerekiyordu. Terken ile Cihan, 
çareyi bulmakta gecikmediler. Madem ki Nizam'ın ölümünü istiyenlerin başında 
Hasan Sabbah
97
vardı, o halde Sultan'ın üzerine kuşkuları çekmeden, bu iş bu yolla yapılamaz 
mıydı?
Alamut'a bir birlik gönderildi. Birliğin başmda Sultana sadık bir Emir 
bulunuyordu. Görünürde, İsmaililerin elindeki kaleyi almak söz konusuydu ama 
aslında, kuşku uyandırmadan görüşmede bulunmak amaçlanıyordu. Olayların akışı 
en ince ayrıntısına kadar gözden geçirildi. Sultan'ın, Nizam'ı İsfahan ile Alamut 
arasında bulunan Nihavend'e getirmesi kararlaştırıldı. Oraya gelindiğinde, 
Haşhaşiler işini bitireceklerdi.
O günden kalma metinlere bakılırsa, Hasan Sabbah adamlarını toplayıp şöyle 
demiş: "Bu ülkeyi, Nizamülmülk denilen beladan kim kurtaracak?" Aralarından, 
Arrani denilen biri "ben" dercesine elini göğsüne bastırmış, Alamut reisi de ona 
bu görevi vererek "Bu, iblisin ölümü, mutluluğun başlangıcıdır" demiş.
Bütün bunlar ola dursun, Nizam evine kapanmıştı. Yanına varıp gelenler, gözden 
düştüğünü öğrenince onu yalnız bırakmışlardı. Bir tek Hayyam ve Nizamiye 
muhafızları evine girip çıkıyorlardı. Nizam, vaktinin büyük bir kısmını yazmakla 
geçiriyordu. Büyük bir çabayla kalemine sarılmıştı ve arasıra Ömer'e, yazdıklarını 
gösteriyordu.


Hayyam, metni okurken bazen gülümsüyor, bazen surat asıyordu. Nice büyük 
adam gibi Nizam da, ömrünün sonbaharında, oklarını savurmaktan, hıncını 
çıkartmaktan kendini alamamıştı. Hele de Terken Hatun'dan... Kırküçüncü Bölüm, 
"Perde Arkasındaki Kadınlar" adını taşıyordu. Nizam şöyle demekteydi: "Eski 
günlerden birinde, krallardan birinin eşi kocasına hükmedermiş. Bunun sonucu 
olarak karışıklıklar ve anlaşmazlıklar çıkmış. Daha fazlasmı söylemeyeceğim, 
herkes bu örneği başka çağlarda da bulabilir. Bir işte başarı elde edilmek 
isteniyorsa, kadınların dediklerinin aksini yapmak gerekir."
Daha sonraki bölümlerden altısı İsmaililere ayrılmıştı. Şöyle bitiyordu: "Bu 
mezhepten söz ettimse, dikkatli olunmasmı uyarmak içindir... Sultanm sevdiği 
kişileri, bu imansızlar yok ettikleri vakit bu sözlerimi hatırlayın. Meydana gelen 
kargaşada hükümdar bilmelidir ki söylediklerim doğrudur. Tanrı Efendimizi ve 
Devletimizi kötülüklerden korusun!"
Sultan tarafından bir haberci gelip onu, Bağdat'a yapılacak bir yolculuk için 
çağırdığında, Vezir kendisini neyin beklediğinden emin gibiydi. Veda etmek üzere 
Hayyam'ı çağırttı.
Ömer:
— Senin durumunda bu kadar uzun yola çıkmamalısın dedi.
— Benim durumumda artık hiçbir şey farketmez. Beni öldürecek olan yol değil.
Ömer ne diyeceğini bilemedi. Öpüştüler ve vedalaştılar. İster ince işlerin doruk 
noktası, bilinçsizliğin en üst aşaması, ister aşırı sapıklık denilsin, gerek Sultan, 
gerek Vezir ölümle oynamaktaydı. Ölüm "noktasına" gelmeden önce, Melikşah 
"babasına" şöyle dedi:
— Daha ne kadar yaşayacağını sanıyorsun? Nizam hiç duraksamadan cevap verdi:
— Uzun, çok uzun zaman. Sultan öfkeliydi:
— Bana karşı küstahlığını geçsek bile, Tanrı'ya karşı da küstahsın! Yüce İradesi 
belli olduğu halde, nasıl böyle konuşursun? Yaşama da Ölüme de hükmeden O'dur!
— Böyle konuştum, çünkü geçen gece bir rüya gördüm. Peygamberimizi gördüm. 
Ne zaman öleceğimi sordum. İçimi rahatlatan bir cevap aldım.
Melikşah sabırsızlandı:
— Nasıl bir cevap?
— Peygamberimiz bana dedi ki: "Sen, İslam'ın temel direğisin. Çevrene iyilik 
yapıyorsun, senin varlığın müminler için değerlidir, ölüm vaktini seçme ayrıcalığını 
sana veriyorum." Ben de dedim ki: "Tanrı korusun, kim böyle bir seçimde 
bulunabilir ki? Hep daha çoğu istenir ve en uzak tarihi seçmiş olsam bile, o gün 
yaklaşıyor korkusu ile yaşar ve bir ay ya da yüz yıl sonra olsa bile, o günün 
öncesinde korkudan tirtir titrerim. Tarihi ben seçmek istemiyorum. İstediğim 
tek şey, Sultan Melikşah'ın ardma kalmamaktır. Onun büyüdüğünü, bana baba 
dediğini gördüm, onun öldüğünü görmek mutsuzluğunu ve acısmı tatmak istemem." 
Peygamberimiz kabul buyurdular. "Sultandan kırk gün önce öleceksin" dediler.
Melikşah bembeyaz kesildi, titredi, neredeyse kendini ele verecekti. Nizam 
gülümsedi:
— Gördün mü? Hiç de küstah değilim. Artık uzun süre yaşayacağımı biliyorum.


Sultan, o sırada vezirini öldürtmekten vazgeçti mi? Geçseydi pek iyi yapmış 
olurdu. Çünkü rüya bir ima bile olsa, Nizam müthiş önlemler almıştı. Yola çıkmadan 
bir gün önce, muhafız subayları, Nizam öldürülecek olursa, düşmanlarından 
hiçbirini sağ koymayacaklarına dair Kitap üzerine yemin etmişlerdi!
98
99
XIX
Selçuklu İmparatorluğu, dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde, bir kadın 
iktidarı eline alma cüretini gösterebilmişti. Perde arkasında oturmuş, Asya'nın bir 
ucundan diğerine orduları sevkediyor, beyleri, vezirleri, kadıları, valileri atıyor, 
halifeye yazılacak mektupları yazdırıyor ve Alamut'un reisine elçiler 
gönderiyordu. Birliklere emirler yağdırdığını görüp de söylenen komutanlara: 
"Bizde savaşan erkeklerdir, ama kime karşı savaşacaklarını kadınlar söyler" 
diyordu.
Haremde ona "Çinli" denilirdi. Semerkant'da, Kaşgâr asıllı bir ailedendi ve tıpkı 
ağabeyi Nasır Han gibi, karışık soydan gelmediği yüzünden anlaşılıyordu. Ne 
Arab'ın Sami çizgilerini, ne Acem'in Ari çizgilerini taşıyordu.
Melikşah'ın en kıdemli karısı idi. Onunla evlendiğinde Melikşah dokuz, kız da onbir 
yaşındaydı. Sabırla olgunlaşmasını beklemişti. Çenesindeki ayva tüylerini okşamış, 
bedeninde ilk uyanış-mayı görmüş, uzuvlarının gerildiğine, pazılarının şiştiğine 
tanık olmuştu. En sevilen, en sayılan ve özellikle sözü en çok dinlenen gözdeydi. 
Melikşah, bir aslan avı sonunda, kanlı bir yarışmanın bitiminde ya da Nizam ile 
yorucu bir çalışma yaptığı bir günün akşamında, huzuru Terken'in kollarında 
bulurdu. Üzerindeki tülleri çıkartır teni tenine değer, oynaşır, kükrer, keşiflerim 
ya da sıkıntılarını anlatırdı. "Çinli", kızışmış kaplanını sarmalar, okşar, onu bedeni 
ile bir kahraman gibi karşılar, uzun süre içinde tutar ve tekrar içine çekmek 
üzere koyuverirdi. Bir fetih gibi nefes nefese, olanca ağırlığı ile kendini 
koyuvermiş Sultanını, zevkin doruğuna çıkartmasını bilirdi.
Sonra usulca ince parmaklarıyla kaşlarını, gözkapaklarını, dudaklarını, kulak 
memelerini, nemli boynunu okşardı; kaplan bitkin düşerek mırıldanır, ağırlaşır, 
doymuş bir kedi gibi gülümserdi. Terken'in sözleri ruhunun derinliklerine kadar 
işler, Terken Melik-
100
sah'ı övücü sözler söyler, çocuklarından, yaptığı işlerden söz eder, şiirler okur, 
öğüt verici meseller söyler; Melikşah onun yanında bir saniye olsun sıkılmaz ve 
her geceyi onunla geçirmeye ahdederdi. Terken'i kendine göre, hoyratça, sertçe, 
çocukça, hayvanca sevmektedir ve son nefesine kadar sevecektir. Zaten Terken 
de en ufak bir isteğinin geri çevrilmeyeceğini bilir. Neyi nasıl fethedeceğini 
söyleyen Terken'dir. Bütün imparatorlukta Terken'in tek rakibi Nizam'dır ve 
1092 yılına gelindiğinde, artık işini bitirmek üzeredir.
"Çinli" mutlu mudur? Nasıl olsun ki? Sırdaşı Cihan ile başbaşa
kaldığında, ağlamaya başlamaktadır. Bunlar bir annenin gözyaşla-rıdır. Haksızlığa 
lanetler yağdırmaktadır ve kimse onu, bu yüzden suçlamamaktadır. Oğullarından 
büyüğü Melikşah tarafından veliaht tayin edilmişti; bütün gezilere katılıyor, 


bütün törenlerde hazır bulunuyordu. Babası onunla o kadar övünüyordu ki, her 
yere taşıyor, bütün kentleri gezdiriyor, yerini alacağı günden iftiharla söz edip 
duruyordu. "Hiçbir sultan, oğluna bu kadar büyük bir İmparatorluk 
bırakmamıştır" diyordu. Terken'in çok mutlu olduğu o günleri karartacak hiçbir 
neden yoktu.
Sonra, veliaht öldü. Ani, acımasız, vurucu bir ateş. Kanı alındı, lapa konuldu, ne 
yapıldıysa fayda etmedi, iki gün içinde yuvarlanıp gitti. Nazar değdi diyenler, 
hatta zehir verildi diyenler oldu. Yasa boğulan Terken, yine de kendini toparladı. 
Yas bittiğinde oğullarından ikincisini veliaht ilân ettirdi. Melikşah'ın çocuğa kanı 
çabuk ısındı, dokuz yaşında olmasına karşın ona görülmedik sıfatlar verdi. Zaten 
devir de görkem ve gösteriş devriydi: "Kralların Kralı, Devletin temel direği, 
Müminler Emiiinin Muhafızı" gibi sıfatlar hiç de garipsenmiyordu. Uğursuzluk, 
nazar, ne denilirse denilsin, yeni veliaht da ölüme yenildi. Ağabeyi gibi aniden ve 
onun gibi kuşkulu biçimde...
"Çinli"nin bir oğlu daha vardı ve Sultan'dan onu da veliaht ilan etmesini istedi. 
Ama bu kez iş o kadar kolay değildi; çocuk bir buçuk yaşındaydı ve Melikşah'ın 
her biri daha büyük üç oğlu vardı. İkisi bir cariyeden olmaydı ama üçüncüsü 
teyzezadesinden olma Berkyaruk idi. Onu nasıl saf dışı bırakabilirdi? Hangi 
gerekçe ile? Anadan ve babadan Selçuklu kanı taşıyan bir şehzade kadar 
veliahtlığa layık olanı var mıydı? Nizam da böyle düşünüyordu. Türklerin 
aralarındaki çekişmeleri düzene sokmak isteyen, her zaman hanedanın devamına 
önem vermiş olan Nizam, son derece sağlam gerekçelerle, en büyük oğlun veliaht 
ilan edilmesi için ısrar
101
etmişti. Ama boşuna. Melikşah, Terken'e karşı çıkmaktan çekinmisti. Terken'in 
oğlunu seçemediğine göre, kimseyi veliaht göstermeyecekti. Babası gibi, bütün 
ailesi gibi tahta bir vâris bırakmadan ölmeyi yeğliyordu.
Terken huzursuzdu, ancak kendi soyundan biri vâris ilan edil-diği takdirde rahat 
edecekti. Bu yüzden, tutkularına set çeken Ni-zam'ın gözden düşmesini, 
herkesten çok o istiyordu. İdam ferma-nını elde etmek için, her yolu denemeğe 
hazırdı. Haşhaşiler ile ya-pılan görüşmeleri günü gününe izlemesinin nedeni de 
buydu. Sul-tan'a ve Vezir'e Bağdat yolunda eşlik ediyordu. İnfaz sırasında orada 
bulunmak istiyordu.
Bu, Nizam'ın son yemeği idi. İsa'nın son akşam yemeği gibi onunkisi de bir iftar 
yemeği idi. Ramazanın onuncu akşamında. Üst düzey görevlileri, saray erkânı, ordu 
komutanları, hepsi alışılmadık biçimde az yiyordu. Sofra, muazzam bir yurdun 
içinde kurulmuştu. Kölelerden bir kısmı meşale tutuyordu. Büyük gümüş sahanlar 
içinde en iyi deve veya kuzu parçaları, en besili keklik butları dizi dizi serilmiş, 
üzerlerine altmış aç el uzanmıştı. Etler parçalanıyor, bölünüyor, yutuluyordu. 
Önlerine güzel bir parça geldiğinde, ikram olsun diye yanlarında oturanlara 
veriyorlardı.
Nizam az yiyordu. O gece, her zamankinden çok ağrısı vardı. Göğsü alev alevdi. 
Karnının içini, görünmez bir devin eli kucaklı- | yordu. Dik durmak için büyük çaba 
sarfediyordu. Yanıbaşmda oturan Melikşah, ikram edilen her parçayı kemirmekle 


meşguldü. Arasıra vezirine bir bakış fırlatıyordu. Korktuğunu sanmış olmalıydı. 
Birden elini bir incir tabağına uzattı, en olgun olanlarından birini seçti ve Nizam'a 
uzattı. Nizam kibarca inciri aldı, dişlerinin ucu ile dişledi. Tanrı tarafından, 
Sultan tarafından ve Haşhaşiler tarafından üç kat mahkûm edildiğini bilince, bir 
incirin tadı ne fark eder?
Sonunda iftar yemeği bitti, gece bastırdı. Melikşah aniden ayağa kalktı, bir an 
önce "Çinli"sinin yanına varmak istiyordu, vezirinin nasıl yüzünü ekşitip durduğunu 
anlatacaktı. Nizam ise dirseklerinin üzerinde doğruldu, zorlukla ayağa kalkabildi. 
Hareminin çadırı uzak değildi, teyzesinin kızı ona esaslı bir yatıştırıcı hazırlamış 
olacaktı. Atacağı adımların sayısı yüzü geçmezdi. Çevrede her zamanki gürültüler 
vardı. Askerler, hizmetçiler, seyyar satıcılar, arasıra bir cariyenin kıkır kıkır 
gülmesi...Yol ne kadar da uzun görünüyordu. Tek başına sürüklenir gibiydi. Her 
zaman yanında bir
kaç insan olurdu ama, gözden düşmüş bir adamla kim birlikte görünmek ister? Her 
zamanki dilekçe sunucuları bile görünürlerde yoktu, gözden düşmüş bir ihtiyardan 
kim ne istiyebilirdi?
Yine de bir adamın yaklaştığı görüldü. Sırtında yamalı bir palto vardı. Bir takım 
dualar mırıldanıyordu. Nizam kesesini yokladı ve üç altın çıkardı. Daha hâlâ ona 
gelebilen şu adamı ödüllendirmek gerekirdi.
Bir parıltı, bir bıçak parıltısı, her şey bir anda oluverdi. Nizam, elin hareket 
ettiğini gördüğü anda, hançer giysisini, etini delip ciğerine saplandı. Bağırmak 
fırsatı bile olmadı. Sadece bir şaşırma, son bir nefes... Yere yıkılırken, o parıltıyı, 
o uzanan kolu ve o tükürük saçan ağzı görebildi: "Bu armağan sana Alamut'dan!"
İşte o an çığlıklar yükseldi. Katil kaçtı, çadır çadır arandı, bulundu, hemen orada 
boğazı kesildi, ayaklarından sürüklenip ateşe atıldı.
Bunu izleyen yıllarda, Alamut fedaileri hep aynı biçimde öldürüldüler, ne var ki 
artık kaçmaya gerek görmüyorlardı. Hasan onlara: "Düşmanlarımızı öldürmek 
yetmez. Bizler katil değil, infazcıyız. İbret olsun diye açıkça iş görmeliyiz. Bir 
kişiyi öldürmekle, bin kişiye dehşet salıyoruz. Yine de infaz etmek, dehşete 
düşürmek yeterli değildir. Ölmesini bilmek gerekir. Çünkü öldürmekle 
düşmanlarımızı harekete geçmekten caydırıyorsak, ölmekle halkın hayranlığını 
kazanıyoruz. Bize katılacak olanlar işte o halkın arasından çıkacak. Ölmek, 
öldürmekten önemlidir. Biz kendimizi savunmak için öldürüyoruz, mezheplerini 
değiştirmek ve fethetmek uğruna ölüyoruz. Fethetmek bir amaç, kendimizi 
savunmak bir araçtır" demişti.
Bunu izleyen günlerde toplu öldürmeler, genellikle cumaları, camilerde, herkesin 
biraraya geldiği namaz vakti yapılıyordu. Kurban, ister bir vezir, ister bir 
şehzade, ister din adamı olsun, ezan vakti çevresi kalabalık, halkın gözü üzerinde 
olur. Alamut fedaisi, oralarda bir yerlerde, en şüphe çekmiyecek kılıkta 
bekliyordur. Örneğin, saray muhafızı kılığındadır. Bütün gözler, seçilen kurbanın 
üzerinde olduğu sırada, darbeyi indirir. Kurban yıkılır, celladı kıpırdamaz. 
Öğretilen sözleri haykırır, meydan okuyan bir hal takınır, çileden çıkmış 
muhafızların kendisini paramparça etmelerini bekler. Mesaj verilmiştir; kim 


öldürülmüşse, onun yerine geçen kişi artık Alamut'a daha hoşgörülü 
davranacaktır; halk arasından da On, yirmi ya da kırk kişi onlara katılacaktır.
102
103
Bu inanılmaz sahneleri görenler, Hasan'ın fedailerinin afyonlu olduklarını tekrar 
edip durmuşlardır. Ölüme gülümseyerek gitmeleri, başka türlü nasıl açıklanır? 
Haşhaşın etkisinde oldukları görüşü, giderek ağırlık kazanır. Bunu Batı'ya duyuran 
da Marco Polo olur. İslam aleminde, bunlardan olmayanlar, onlara haşhaşiyun adını 
takmışlardır. Yani "haşhaş içiciler." Bazı doğubilimcileri bu deyimi, Avrupa 
dillerinde katil ya da cani anlamına gelen "assassin" sözcüğünün kökü saymışlardır. 
"Haşhaşiler"in yani "Assassins: Katiller"in öyküleri daha da ürkütücüdür.
Gerçeğin bir diğer yüzü vardır: Hasan adamlarını, Dinin Esasına bağlı anlamına 
gelen "Esasiyun" diye çağırmaktan hoşlanır-mış. Anlamını kavrayamamış olan 
gezginlerin bu sözcüğü haşhaşiyun ile karıştırdıkları söylenir.
Sabbah'ın bitki tutkunu olduğu, bitkilerin tedavi edici, dingin-leştirici, uyarıcı 
özelliklerini tanıdığı bilinirdi. Kendisi de bitki yetiştirip, adamlarını hasta 
olduklarında tedavi eder, her birine uygun ilacı hazırlardı. Beyindeki öğrenme 
gücünü artıran reçetesi ünlüydü. Bal, ceviz ve kişniş karışımı bir şeydi. Görüleceği 
gibi pek basit bir ilaç! İnatçı ve cazip geleneklerine rağmen gerçeği kabul etmek 
gerekir: Haşhaşilerin, çok bağnaz bir imandan başka uyuşturucuları yoktu. Ve bu 
iman, öğretilerin en bağnazı, örgütlerin en etkilisi, görev anlayışının en katısı ile 
sürekli pekiştiriliyordu.
Hiyerarşilerinin doruk noktasında Hasan Sabbah bulunuyordu, Büyük Usta, Yüce 
İmam, tüm Sırların Bilicisi diye tanınan! Çevresinde bir avuç propagandacı-
misyoner bulunurdu. Bunlara dai denilirdi. Aralarından üçü, Hasan'm 
başyardımcıları idi. Bu yardımcılardan biri, İran'ın doğusuna, Horasan'a, 
Kuhistan'a ve Maveraünnehir'e bakardı; ikincisi, İran'ın batısına ve Irak'a; 
üçüncüsü de Suriye'ye bakıyordu. Bu ekibin hemen altında refik denilen, 
hareketin yöneticileri vardı. Mükemmel bir eğitim görmüşlerdi; bir kaleyi, bir 
kenti hatta bir eyaleti yönetebilecek durumdaydılar. En yeteneklileri, günü 
geldiğinde misyoner çıkartılıyordu.
Hiyerarşinin en alt basamağında lassek'ler, yani örgüt üyeleri vardı. Bunları ne 
eğitime ne eyleme yetenekleri olurdu. Sadece mümin idiler. Çoğunlukla Alamut 
çevresindeki çobanlardan, kadınlardan ve yaşlılardan oluşurlardı.
Sonra mucip ler yeni acemiler gelirdi. İlk eğitimlerinden sonra, yeteneklerine 
göre yönlendirilirlerdi. Ya mümin olurlar, ya refik olurlar ya da o zamanın 
Müslümanlarına göre Hasan Sabbah'ın gerçek gücünü oluşturan "fedai" sınıfına 
seçilirlerdi. Büyük Usta
104
onları, iman sahibi, beceri ve direnç sahibi kişiler arasından seçerdi. Bunların 
okuma düzeyleri düşük olurdu. Misyoner olabilecek birini asla fedailer sınıfına 
almazdı.
Fedai'nin eğitilmesi, Hasan'ın büyük önem verdiği hassas bir işti. Hançerini 
saklamayı bilmek, aniden çıkartmayı becerebilmek, kurbanın tam kalbine 


saplayabilmek ya da kurban zırhlı ise şah damarını kesmek; posta güvercinlerini 
kendine alıştırmak, şifreleri akılda tutmak, Alamut ile süratli ve gizli haberleşme 
sağlamak, bazen bir yörenin lehçesini öğrenmek, yöresel şive ile konuşmasını 
bilmek, yabancı bir çevreye sızabilmek, bir çevreyle bütünleşmesini 
becerebilmek, infaz saati gelene kadar kuşku çekmemek, avı bir avcı gibi izlemek, 
yürüyüşünü, giyinişini, alışkanlıklarını, gezdiği yerleri akılda tutmak, yanına 
yaklaşılması zor biriyse yakınları ile ilişki kurup geliştirmek gibi şeyler öğretilirdi. 
Kurbanlardan birini öldürmek için, iki fedainin iki ay süresince, keşiş kılığı ile bir 
manastıra kapandıkları anlatılır. Bukalemun gibi renk değiştirme yeteneği, basit 
bir haşhaş kullanımı ile açıklanamaz. Her şeyden önce, tarikata girenin, çileden 
çıkmış kitlelerin onu param parça etmek üzere üstüne geldiğinde, ölümle burun 
buruna gelecek kadar imanlı olması gerekir.
Hasan Sabbah'm, Tarih'in en korkunç ölüm makinasını yarattığını kimse 
yadsıyamaz. Yine de bu kanlı yüzyılın sonunda, bu örgütün karşısına bir başkası 
dikildi. O da katledilen Vezir'e bağlı olanların Nizamiye'si idi ki o da, belki daha 
kurnaz ve daha az gösterişli yöntemlerle ölüm saçmış ve etkileri, diğeri kadar 
yıkıcı olmuştu.
105
XX
Kalabalık, Sabbah'ın fedaisinden arta kalan parçalara hücum ettiği sırada, 
Nizam'ın henüz soğumamış cesedi başında ağlayan beş subay, her bir ağızdan: 
"Rahat uyu efendimiz; düşmanlarından hiç biri ardına kalmayacak" diye and içti.
Kimden başlamak gerekiyordu? Kara listeye alınanların sayısı çoktu ama, Nizam'ın 
talimatı açıktı. Beş subay, birbirlerine danışma gereği duymadılar. Ellerini cesedin 
üzerine uzatıp, dizlerini yere dayadılar. Hastalıktan tüy gibi olmuş ancak ölümün 
ağırlığı çökmüş cesedi birlikte kaldırdılar ve usulünce evine taşıdılar. Ağlamak için 
bir araya toplanmış olan kadınlar, ölüyü görünce ulumaya başladılar. Subaylardan 
biri öfkelenip: "Öcü alınmadıkça ağlamayın" diye bağırdı. Ağlayıcılar korkarak 
sustu, hepsi subaydan yana döndü. O uzaklaşmıştı bile. Tekrar çığırtkanlıklarını 
sürdürdüler.
Bir süre sonra Sultan geldi. İlk bağrışmalar başladığında Ter-ken'in yanındaydı. 
Haber alması için gönderdiği bir harem ağası titreyerek döndü: "Nizamülmülk imiş 
efendimiz. Bir katil saldırmış. Geri kalan ömrünü sana vermiş efendimiz," dedi. 
Melikşah ile Terken bakıştılar. Sultan ayağa kalktı. Karaçul paltosunu sırtına aldı, 
karısının aynasına bakıp yüzünü tokatladı, ölünün yanına koştu. Son derece şaşkın 
ve üzgün görünmeyi ihmal etmedi.
Kadmlar, ata 'sının yanına varması için ona yol verdiler. Eğildi, bir dua okudu, 
başsağlığı diledi ve için için sevinerek Terken'in yanına döndü.
Melikşah'ın tutumu garipti. Vasisinin kaybı ile işleri ele alacağı, İmparatorluğu 
kendisinin yöneteceği beklenirdi. Öyle olmadı. Aşırılıklarını frenleyen adamdan 
kurtulmanın sevinciyle kendini eğlenceye verdi. İş toplantıları kesiliverdi, elçi 
kabullerine son verildi, günler cirit ve av, geceler içki alemleri ile geçmeğe 
başladı.


Daha da kötüsü, Bağdad'a vardığında halifeye: "Kışları burasını başkentim yapmak 
istiyorum. Sarayından çık, kendine yer ara"
106
diye haber göndertti. Ataları üçbuçuk asırdır Bağdat'ta yaşamış olan 
Peygamber'in Halifesi, işlerini yola koymak için bir aylık süre istemek zorunda 
kaldı.
Terken, otuz yedi yaşına gelmiş, dünyanın yarısına egemen bir hükümdara 
yakışmayan bu hafifliklerden endişe duyuyordu ama, Melikşah da buydu işte, 
hafifliklerine göz yumup, kendi otoritesini kurmaya kalktı. Emirler ve memurlar 
artık ona başvuruyorlardı. Bunlar, Nizam'a sadık adamların yerlerini almıştı. 
Sultan'a, iki oyun ya da iki içki kadehi arasmda, sadece işin onaylanması kalıyordu.
18 Kasım 1092 günü, Melikşah Bağdat'ın kuzeyinde, ormanlık ve bataklık bir 
yörede ava çıkmıştı. Attığı oniki oktan sadece biri hedefi vuramamıştı, 
yanındakiler övgü yarışçıdaydılar. Açık hava ve yürüyüş, Sultan'ın iştahını açmıştı. 
Bunu küfürlerle belirtti. Köleler işe koyuldular. Oniki kadar köle vardı ve vurulan 
hayvanları temizleyip, kesip, biçip şişe geçiriyorlardı. En yağlı parça hükümdara 
aitti. Eliyle alıp dişliyor, bir yandan da mayalandırılmış içkisini içiyordu. Arasıra 
da bir turşu atıştırıyordu. Bu onun en sevdiği yiyecekti ve aşçısı her gittikleri 
yere turşu taşırdı.
Birden korkunç bir karin ağrısı ile avaz avaz bağırmaya başladı. Yanındakiler 
titrediler. Sultan hırsla bardağını fırlattı, ağzındakini tükürdü. İki büklüm 
olmuştu. İçi boşaldı, sayıklamaya başladı, bayıldı. Çevresindekiler şaşkın, 
korkudan titriyorlardı. İçkiye kimin zehir koyduğu hiçbir zaman öğrenilemedi. 
Yoksa turşuya mı? Yoksa av etine mi? Ama insanlar hesapladılar: Nizam öleli 
otuzbeş gün olmuştu. "Kırk güne kadar" dememiş miydi? İntikamcıları zamanı 
ayarlamasını bilmişlerdi.
Terken Hatun, olayın cereyan ettiği yere bir saatlik mesafede, Saltanat 
karargâhında bulunuyordu. Hareketsiz ama henüz ölmemiş olan Sultanı bulunduğu 
yere getirdiler. Tüm meraklıları uzaklaştırıp sadece Cihan'ı ve iki üç sadık 
adamını bir de Saray hekimini alıkoydu.
— Efendimiz iyileşebilecek mi? diye sordu
— Nabız hafifliyor. Tanrı ışığına son verdi, sönmeden önce titreşiyor. Dua 
etmekten başka yapacak bir şey yok.
— Yüce Allah'ın buyruğu buymuş. Söyleyeceklerime kulak verin.
Bu sözleri dul kalacak bir kadın tavrıyla değil, bir imparatoriçe edası ile söyledi.
107
— Bu çadırın dışında hiç kimse, Sultanın artık aramızda olmadığını bilmeyecek. 
Yavaş yavaş iyileştiğini, dinlenmesi gerektiğini, kimsenin kendisini göremiyeceğini 
söyleyin sadece.
Terken Hatun'un öyküsü kadar kısa ve kanlı bir öykü olamaz. Daha Melikşah'ın 
kalbi durmadan, adamlarına, o sırada dört buçuk yaşında olan Sultan Mahmud'a 
sadakat yemini ettirdi. Sonra Halifeye bir haberci göndererek, kocasının 
öldüğünü, oğlunun verasetini onaylanmasmı istedi. Buna karşılık Halife, ülkesinde 


rahat bırakılacak ve İmparatorluk topraklarında okunan hutbelerde adı saygıyla 
anılacaktı.
İsfahan'a doğru yola çıktıklarında, Melikşah öleli birkaç gün olmuş ama, "Çinli" 
haberi birliklerden gizlemeyi sürdürmüştü. Ceset, altı atm çektiği ve üzeri çadırla 
örtülü bir arabaya konulmuştu. Ama hile sürüp gidemezdi. Tahnit edilmemiş 
ceset, çürüyüp varlığını belli etmeden canlılar arasında daha fazla kalamazdı. 
Terken ondan kurtulmak istedi ve böylece: "Sayılan ve sevilen Sultan, Yüce 
Şehinşah, Doğu'nun ve Batı'nın Hükümdarı, İslam'ın ve Müslümanların temel 
direği, Dünyanın ve Ahiretin Medar-ı iftiharı, Fetihler Babası, Yüce Tanrı'nın 
Halifesinin tek dayanağı" bir gece yarısı, alelacele, bir yolun kenarına 
gömülüverdi. O gün bugün kimse mazarını bulamadı. Tarihçiler böylesine güçlü bir 
hükümdarın, duasız, törensiz, gözyaşsız gömüldüğü ne görülmüştür ne 
duyulmuştur, diye yazdılar.
Sultan'ın yok olduğu duyuluverdi ama Terken mazereti bulmuştu: Ordunun ve 
Saray erkânının başkentten uzak olduğu bir sırada haberin, düşman tarafından 
duyulmasmı istememişti. Aslında, oğlunu tahta oturtmak ve dizginleri ele 
geçirmek için vakit ka-zanmıştı.
O günün tarihçileri yanılmadılar. İmparatorluk birliklerinder söz ederlerken: 
"Terken Hatun'un Orduları" diyorlardı. İsfahan'dan söz ederlerken: "Hatun'un 
başkenti" diyorlardı. Çocuk Sultan'a gelince -ki neredeyse unutulmuştu- "Çinli'nin 
çocuğu" diyorlardı.
Terken'in karşısına Nizamiye subayları dikilmişti. Kara liste nin ikinci sırasında 
Terken Hatun vardı. Melikşah'tan hemen sonra! Şah'ın büyük oğlu Berkyaruk'ı 
destekliyorlardı. Çevresinde toplanıyor, tavsiyelerde bulunuyor, savaşa 
hazırlıyorlardı. İlk çatışmalar lehlerine sonuçlanmış, Terken, çevresi kuşatılan 
İsfahan'a çekilmek zorunda kalmıştı. Ama yenilgiyi kolay kolay kabul edecek
108
kadınlardan değildi. Kendini savunurken, ünü günümüze kadar gelen hilelere 
başvurmuştu.
Örneğin eyalet valilerine şöyle yazmıştı: "Dulum, reşit olmayan, adım atmasını 
öğretecek bir babası olmayan bir çocuğun sorumluluğunu taşıyorum. Kim, senden 
daha iyi bu işi yapabilir ki? Birliklerinin basma geçip, doğru buraya gel, İsfahan'ı 
kurtaracak, bir fatih gibi kente gireceksin. Seninle evleneceğim, iktidar senin 
olacak." Hile tutmuştu. Valiler, emirler Azerbaycan'dan, Suriye'den koşup 
geldiler, İsfahan kuşatmasını kaldıramadılarsa da, Sultan'ın rahat aylar 
geçirmesini sağladılar.
Terken, Hasan Sabbah ile de ilişki kurdu: " Sana Nizamülmülk'ün kafasını vaad 
etmemiş miydim? Sözümde durdum. Şimdi sana İmparatorluğun başkenti 
İsfahan'ı sunuyorum. Bu kentte pek çok adamın olduğunu biliyorum. Niye 
karanlıkta yaşasınlar? Ortaya çıkmalarını söyle, altın ve silah sahibi olabilecek, 
açık açık vaaz verebileceklerdir." Gerçekten de, tüm o baskı yıllarından sonra, 
İsmaililer su yüzüne çıktılar. Tarikata girmeler çoğaldı. Bazı mahallelerde, Hatun 
adına silahlı çeteler kurdular.


Terken'in en son hilesi, en korkunç olanıydı: Yanındaki emirler, günün birinde 
karşı karargâha gittiler ve Berkyaruk'a Hatunu terk ettiklerini, birliklerinin 
isyana hazır olduğunu, kendileriyle birlikte kente girecek olursa, bir işaretleriyle 
ayaklanmayı başlatabileceklerini söylediler. Terken ve oğlu öldürülecek, 
Berkyaruk tahta rahatça oturacaktı. Yıl 1094'tür ve tahta hak iddia eden kişi 
henüz onüç yaşındadır. Öneri hoşuna gitmiştir. Emirlerinin bir yıldır kuşattıkları 
halde ele geçiremedikleri kenti, tek başına almaya gidecektir! Hiç duraksamamış, 
ertesi gece gizlice karargâhtan çıkarak, Terken'in adamları ile Kahab Kapısmda 
buluşmuştur. Kapı, sihirliymişçesine kendiliğinden açılmıştır. Kararlı adımlarla 
içeriye girmiş, çevresindekilerin keyfini zafere yormuştur. Adamlar yüksek sesle 
güldüklerinde susmalarını söyler, onlar da saygıyla, söz dinler gibi yaparak, 
makaraları koyuverirler.
Bu kadar neşenin kuşku verici olduğunu farkettiğinde artık çok geçtir. Onun 
hareketsiz hale getirip, ellerini, ayaklarını, gözlerini bağlarlar, Harem Kapısına 
götürürler. Başağa uyanarak, Terken'e haber vermeğe koşar. Oğlunun rakibi 
hakkında kararı verecek olan odur. Boğmak mı gerekecek yoksa sadece gözlerine 
mil çekmek mi? Ağa, loş koridorlardan geçtiği sırada, bağrışmalar, ağlaşmalar, 
çığlıklar duyar. Yasak bölge olmasına rağmen, subaylar meraklanıp içeriye girerler 
ve geveze bir hizmetçiden haberi alır-
109
lar: Terken Hatun yatağında ölü bulunmuştur. Yanında, onu boğan kuş tüyü yastık 
durmaktadır. Güçlü kuvvetli bir harem ağası sırra kadem basmıştır. Onu hareme 
alan hizmetçi, birkaç yıl önce Nizamülmülk'ün tavsiyesi ile geldiğini hatırlar.
XXI
Terken Hatun yandaşları, garip bir çıkmazla karşı karşıya idiler. Bir yandan 
Sultanları ölmüştü, öte yandan en büyük rakibi ellerinde tutsaktı. Bir yandan 
başkentleri kuşatılmıştı, öte yandan kuşatan ellerine düşmüştü. Onu ne 
yapacaklardı? Çocuk Sultan'ın sorumluluğunu, Terken yerine Cihan üstlenmişti. O 
güne kadar binbir görüş sahibi olduğu halde, Harun'un kaybı ile üzerine bastığı 
toprak kaymıştı. Kime başvurmalı, kime danışmalıydı? Ömer'den iyisi bulunamazdı.
Ömer geldiğinde, Cihan'ı Terken'in yatağına oturmuş, başı eğik, saçları dağınık 
durumda buldu. Çocuk Sultan, baştan aşağı ipek kaftanı ve ipek sarığı ile yanı 
başında oturuyordu. Minderinin üzerinde hareketsizdi. Yüzü kırmızı ve sivilceli, 
gözleri yarı kapalı, canı sıkılıyormuş gibiydi.
Ömer Cihan'a yaklaştı. Sevecenlikle elini tuttu, avucuyla yüzünü okşadı. Alçak 
sesle:
— Terken Harun'u söylediler. Beni çağırtmakla iyi ettin dedi. Saçlarını 
okşayacakken, Cihan elini itti:
— Seni, beni teselli edesin diye çağırtmadım. Önemli bir konuda danışmak 
istedim.
Ömer bir adım geri attı, kollarını kavuşturdu ve dinlemeğe başladı:
— Berkyaruk'a tuzak kurulmuştu, şimdi bu sarayda tutsak. Onu burada tutup 
tutmama konusunda adamlarımız ikiye bölündü. Bazıları, özellikle bu tuzağı 


kurdukları için hesap verme korkusu içinde olanlar, onu öldürmek istiyor. Bazıları 
da onunla anlaşıp tahta geçirmek istiyor, gözüne girmek ve yapılanı 
unutturmaktan yan&! Bir kısmı da onu rehin tutup kuşatmacılara karşı pazarlık 
konusu yapmak istiyor. Sence ne yapmalıyız?
— Beni kitaplarımdan bunu sormak için mi ayırdın? Cihan öfkeyle ayağa kalktı:
— Konu yeterince önemli değil mi sence? Hayatım buna bağlı.
110
111
Binlerce insanın, bu kentte, bu İmparatorlukta yaşayanların kaderi bu karara 
bağlı. Ve sen, Ömer Hayyam, bu kadar basit(!) bir şey için rahatsız edilmek 
istemiyorsun!
— Evet efendim, bu kadar basit bir şey için rahatsız edilmek
istemiyorum!
Kapıya doğru gitti, kapıyı açacakken tekrar Cihan'a döndü:
— Bana hep suç işlendikten sonra danışılıyor. Şimdi dostlarına ne söylememi 
istiyorsun? Çocuğu bırakın desem, yarın boğazlarını kesmek istemeyeceği ne 
malum? Rehin tutun ya da öldürün desem, onlarla suç ortağı olurum. Beni bu 
kavganın uzağmda tut Cihan, sen de uzağında kal.
Ona acıyarak baktı.
— Bir Türk sultanının veledi bir başka veledin yerine geçiyor, bir vezir, bir 
diğerini deviriyor, Tanrı aşkına Cihan, ömrünün en güzel yıllarını bu canavarların 
kafesinde nasıl geçirirsin? Bırak birbirlerini boğazlasınlar, birbirlerini 
öldürsünler. Güneş daha mı az parlayacak, şarap daha mı tatsız olacak?
— Yavaş konuş Ömer, çocuğu uyandıracaksın. Yan odalarda dinleyen vardır.
Ömer diretti:
— Beni görüşümü almak için çağırtmadın mı? Açıkça söylüyorum işte: bu odadan 
çık, bu saraydan çık, arkana bakma, veda etme, eşyanı bile toplama, gel, elini ver, 
evimize dönelim, sen şiirlerini yazarsın, ben yıldızlarımı incelerim. Her gece, 
çıplak, koynuma girersin, şarabın kokusu bize şarkılar söyletir, bizim için dünya 
durur, onu görmeden, onu duymadan üzerinden geçeriz, ne çamuru ne de kanı 
bulaşır ayağımıza.
Cihan'ın gözleri buğulandı.
— O masum günlere geri dönebilsem, tereddüt eder miydim? Ama artık çok geç. 
Çok ileri gittim. Yarın, Nizamülmülk'ün adamları İsfahan'ı ele geçirecek olurlarsa, 
beni bağışlamazlar. Kara listelerinin en başında benim adım var.
— Nizam'ın en yakın dostuydum. Seni korurum, evime girip karımı almazlar.
— Gözlerini dört aç Ömer. Bu adamları tanımıyorsun sen, tek düşünceleri öç 
almak. Dün, Hasan Sabbah'rn kellesini kurtardığın için suçladılar seni; yarın 
Cihan'ı sakladığın için suçlarlar ve benimle birlikte seni de öldürürler.
— Olsun, yine de birlikte oluruz, kendi evimizde! Kaderimde seninle ölmek varsa, 
buna katlanırım.
Cihan doğruldu:


— Ben katlanmam! Ben bu sarayda, bana sadık adamlarla birlikte artık bana ait 
olan bir kentte yaşıyorum. Sonuna kadar savaşacağım, öleceksem bir sultan gibi 
ölürüm.
— Sultanlar nasıl ölürlermiş? Zehirlenerek mi, boğularak mı, boğazlanarak mı? 
Yoksa doğururken mi? Şatafat, felaketi önlemez.
Uzun süre sessizce bakıştılar. Sonra Cihan yaklaşarak Ömer'in dudaklarına, ateşli 
olmasına çalıştığı, bir buse kondurdu. Kısa bir süre onun kollarında kaldı, ama 
Ömer kendini çekti. Buna benzer veda sahnelerine dayanamıyordu. Son bir kez 
yalvardı:
— Aşkımıza en ufak bir önem vermeye devam ediyorsan, benimle gel Cihan. 
Bahçede sofra kurulu, Sarı Dağlar'dan kopup gelen hafif bir esinti var. İki saat 
içinde sarhoş olup gider yatarız. Hizmetçilere, İsfahan sahip değiştirirken bizi 
uyandırmamalarını tembih ederim.
112
113
XXII
O gece İsfahan rüzgârları kayısı kokuyordu. Ama sokaklar ölüydü! Hayyam 
rasathanesine kapanmıştı. Genelde, oraya girer, gözlerini gökyüzüne diker, 
usturlabının pürüzlü tekerini eline alıp dünyayı unuturdu. Ama bu kez öyle 
olmamıştı. Yıldızlar sessizdi, ne bir müzik sesi, ne bir mırıltı, ne de sır verme...
Ömer ısrar etmedi, susmaları için bir nedenleri olmalı idi. Eve dönmeye karar 
verdi, ağır adımlarla yürüyordu. Ellerinde kâh çimlere kâh asi bir fidana konan çiy 
tanecikleri vardı.
Şimdi ışıkları söndürmüş, yatağına uzanmıştı. Kollarında hayali bir Cihan, gözleri 
şaraptan ve ağlamaktan kıpkırmızı... Sol yanında, yerde bir sürahi, bir gümüş kupa 
duruyor, eliyle uzanıp düşünceli bir yudum alıyordu. Kendi kendine, Cihan ile, 
Nizam ile hayali konuşmalar yapıyordu. Özellikle de Tanrı ile. Çözülmekte olan bu 
evreni O'ndan başka kim tutabilir?
Ömer, başı buğulu, bitkin, ancak şafak sökerken dalabildi. Kaç saat uyumuştu? 
Ayak sesleriyle uyandı. Güneş yükselmiş, perde aralığından gözlerine girer 
olmuştu. Ancak o zaman, kapının eşiğinde gürültüyle gelmiş olan adamı gördü. 
Uzun boylu, bıyıklı bir adamdı. Eliyle kılıcının kabzasını okşuyordu. Başındaki sarık 
acı yeşil renkteydi. Omuzlarına Nizamiye ordusunun kısa üstlüğünü atmıştı. 
Hayyam esneyerek:
— Kimsin? Uykumu bölme hakkını nereden buldun? diye sordu.
— Üstadım, beni Nizamülmülk'ün yanında hiç görmediniz mi? Onun muhafızı idim, 
onun gölgesi idim. Bana Ermeni Vartan derler.
Ömer anımsadı, ama içi rahat etmedi. Boynuna dolanmış bir ip, ta barsaklarına 
kadar onu sıkar gibiydi. Korktuğunu belli etmek istemedi.
— Muhafızı ve gölgesi mi dedin? Onu korumak sana düşmez miydi?
114
— Uzak durmamı emretmişti. Öyle bir ölümü istediğini bilmeyen yok. O katili 
öldürsem bile bir başkası türerdi. Efendim ile kaderi arasına girecek kişi miyim?
— Ne istiyorsun?


— Geçen gece birliklerimiz İsfahan'a sızdı. Karargâh bize katıldı. Sultan 
Berkyaruk kurtarıldı. Artık burası onun kenti. Hayyam bir hamlede ayağa kalktı:
— Cihan!
Bu bir çığlık ve aynı zamanda kaygılı bir soruydu. Vartan bir şey söylemedi. 
Endişeli yüzü, askerce tavrına hiç uymuyordu. Ömer, gözlerinde sanki korkunç bir 
itiraf gördü. Subay mırıldandı:
— Onu kurtarmayı çok isterdim. Yüce Hayyam'a eşini sağ salim getirmekle 
övünmüş olacaktım. Ama geç kalmıştım. Bütün saray halkı, askerler tarafından 
öldürüldü.
Ömer subayın üzerine atıldı:
— Bana bunu haber vermek için mi geldin?
Öbürünün eli hâlâ kılıcının kabzasındaydı. Kınından çıkarmadı.
İfadesiz bir sesle devam etti:
— Ben başka bir şey için geldim. Nizamiye subayları senin ölmen gerektiğine 
karar verdiler. Arslanı yaraladığın takdirde, işini bitirmek gerekir diyorlar. Seni 
öldürme görevi bana verildi.
Hayyam aniden duruldu. Son anda vekarını kaybetmemek! İnsan kaderinin bu 
doruk noktasına ulaşmak için yaşamlarını feda etmiş nice bilge vardır! Yaşamak 
için savunmaya geçecek değildi. Aksine, korkusunun her saniye azaldığını 
hissediyor, daha çok Cihan'ı düşünüyordu. Onun da vakur kaldığından emindi.
— Karımı öldürenleri asla affetmezdim, ömür boyu onların düşmanı olurdum, 
günün birinde kazığa oturtulacaklarını düşlerdim. Benden kurtulmak istemekte 
haklısınız.
— Benim düşüncem bu değil üstadım. Karar veren beş subaydık. Hepsi ölümünü 
istedi, bir ben muhalif kaldım.
— Hata etmişsin. Arkadaşların daha akıllıca davranmışlar.
— Seni Nizamülmülk ile çok sık gördüm. Baba oğul gibiydiniz. Karının 
davranışlarına rağmen seni hep sevdi. Aramızda olsaydı, seni mahkûm etmezdi. 
Karını da, senin hatırın için affederdi.
Hayyam adamı süzdü, sanki onu yeni fark eder gibiydi:
— Madem ölmemi istemiyorsun, öldürmeye neden sen geldin?
115
— Adaylığımı koyan ben oldum. Diğerleri seni öldürürlerdi. Benim niyetim seni 
kurtarmak. Yoksa seninle böyle durup konuşur muydum?
— Arkadaşlarına nasıl açıklayacaksın?
— Açıklamayacağım. Gideceğim. Seninle birlikte.
— Bunu, sanki uzun zamandan beri verilmiş bir karar gibi, ne kadar sakince 
söylüyorsun!
— Ama doğru. Ben düşünmeden hareket etmiyorum. Nizamülmülk'ün en sadık 
hizmetkârı idim, ona inancım tamdı. Tanrı isteseydi, onu korumak için canımı 
verirdim. Ama çok eskiden beri, Efendim öldüğü takdirde ne oğullarına, ne 
vârislerine hizmet etmemek, askerlikten ayrılmak kararı vermiştim. Ölüm biçimi, 
ona son bir hizmette bulunmamı gerektirdi: Melikşah'ın ölümünde benim de 
parmağım var ve bundan pişmanlık duymuyorum. Vasisine, atasına, onu doruğa 


çıkartmış adama ihanet etti, ölmeyi hak etmişti. Öldürmem gerekti, yine de katil 
olmadım. Bir kadını asla öldürmezdim. Arkadaşlarım Hayyam'ı da kara listeye 
alınca, yaşam biçimimi değiştirmenin, bir keşiş ya da gezginci ozan kılığına 
girmenin sırası geldi diye düşündüm. Beni dinlersen üstadım, alacağını al ve bir an 
evvel bu kentten uzaklaşalım.
— Nereye gitmek için?
— İstediğin yere. Her yerde peşinden gelirim, bir mümin gibi. Kılıcım 
hizmetindedir. Ortalık yatışınca döneriz.
Subay atları eyerlerken, Ömer de elyazması kitabını, yazı takımını, matarasını ve 
bir kese altınını aldı. İsfahan'ı boydan boya geçtiler, batıdaki Mazbin mahallesine 
kadar askerler tarafından durdurulmadılar. Vartan'ın tek bir sözü ile kapılar 
açılıyor, nöbetçiler saygı ile yol açıyorlardı. Bu denli kolaylık, Ömer'in tuhafına 
gitti ama yine de yol arkadaşına soru sormadı. Şimdilik ona güvenmekten başka 
çaresi yoktu.
Yola çıkalı bir saat olmuş olmamıştı ki, çığrından çıkmış bir kalabalık Hayyam'ın 
evini yağmalamaya ve ateşe vermeye başladı. Öğleden sonra olduğunda rasathane 
çoktan yerle bir edilmişti. Aynı anda Cihan'ın bedeni, Saray duvarının dibinde 
toprağa verilmişti.
Yattığı yeri belirten hiçbir işaret yoktu.
Semerkant Elyazması'ndan bir alıntı:
"Üç arkadaş, İran'ın yüksek yaylalarında geziniyordu. Karşılarına bir pars çıktı. 
Yeryüzünün en vahşi yaratığı idi.
116
"Pars üç adama uzun uzun baktı ve onlara doğru koşmaya başladı. Birincisi, en 
yaşlı, en zengin, en güçlü olanıydı. Haykırdı: 'Bu yörelerin efendisi benim, bana ait 
toprakları bir hayvanın altüst etmesine asla izin vermem.' Yanındaki iki av 
köpeğini parsın üzerine saldı. Köpekler parsı ısırdılar, ama bu onu daha güçlü kıldı. 
İki köpeği de öldürdü ve sahiplerine saldırdı, karnını deşti."
"Nizamülmülk'ün kısmetine düşen buydu.
"İkincisi kendi kendine: 'Ben bir bilim adamıyım, herkes beni sayar, neden 
kaderimi bir parsla köpeklere terk edeyim?' dedi, arkasını dönerek savaşın 
sonucunu beklemeden kaçıp gitti. O günden beri bir mağaradan diğerine, bir 
kulübeden diğerine, pars onu izliyor inancı ile dolaşıp duruyor.
"Ömer Hayyam'ın kısmetine düşen buydu.
"Üçüncüsü bir iman adamıydı. Parsa ellerini açarak yaklaştı, gözleri hükmediyor, 
ağzı laf yapıyordu: 'Bu topraklara hoş geldin. Arkadaşlarım benden zengindi, 
onları soydun; benden gururluydu, başlarını eğdirdin' dedi. Hayvan dinliyordu. 
Büyülenmiş, yola gelmiş gibiydi. Üçüncü adam onu evcilleştirmeyi becerdi. O 
günden sonra hiçbir pars ona yaklaşamadı, insanlar da uzak durdu."
Semerkant Elyazması şu sonuca varıyor: "Karışıklıklar başlamaya görsün, kimse 
durduramaz, kimse kaçamaz, bazıları da yararlanmanın yollarını arar. Hasan 
Sabbah, yeryüzündeki vahşeti evcilleştirmeyi herkesten iyi becermiştir. Kendi 
minicik diyarı Alamut'a sığınmak için, çevresine korku salmıştır."


Hasan Sabbah, kaleyi ele geçirince, onu dış dünyadan yalıtlamak için çalışmalara 
girişti. Her şeyden önce, düşmanın sızmasını önlemek istiyordu. Akıllıca yapılmış 
binalar ve yörenin olağanüstü özellikleri sayesinde, iki tepe arasındaki geçitleri 
kapattı.
Ama Hasan için bu kadarı yeterli değildi. Saldırı ile Alamut'u ele geçirmek 
olanaksız bile olsa, saldırganlar onu açlığa ve susuzluğa mahkûm edebilirlerdi. Bu 
çoğu kuşatmanın elde ettiği sonuç olmuştur ve Alamut kalesi pek az içme suyu 
kaynağına sahip olduğu için, zayıftır. Büyük İmam bunun da yolunu buldu. Suyunu 
komşu derelerden alacak yerde, dağları delerek, görülmedik boyutlarda sarnıçlar 
yerleştirtti. Yağmur ve kar sularını bu sarnıçlarda toplattı. Kalenin kalıntıları 
gezildikte, Hasan'ın inzivaya çekildiği büyük odada, boşaldıkça dolan ve doldukça 
suları asla taşma-
yan "mucize havuz"u görmek mümkündür. Erzak için de, Büyük İmam, içinde yağ, 
sirke, bal muhafaza
117
edilen kuyular açtırdı. Bir yıl yetecek kuru yemişler, kuzu yağı, kavurma, arpa 
kodurtmayı ihmal etmedi. Bunca erzak, kuşatmacıların dayanma gücünü aşıyordu, 
özellikle kış aylarının onca sert geçtiği yörede...
Böylece Hasan, kusursuz bir kalkana sahip olmuştu. Bu önlemlerle mutlak bir 
savunma silahı edindi. Kendisine bağlı fedailerle de mutlak bir saldırı silahına! 
Ölmeye hazır olana karşı ne gibi önlem alınabilir? Her türlü savunma caydırıya 
dayanıyordu ve bilindiği gibi önemli kişiler, her saldıranı korkutacak yapıda 
muhafızlara sahipti. Ama saldırgan ölmeye hazır ise? Şehit olmakla cennetin 
kapılarını açtığına inanmışsa? Büyük İmam'ın şu sözleri aklından hiç çıkmıyorsa: 
"Siz bu dünya için değil, öteki dünya için yaratılmışsınız. Hiç balık, denize atılma 
tehdidinden korkar mı?" Hele fedai, kurban edeceği adamın çevresine 
sızabilmişse? Onu durduracak hiçbir şey yapılamaz. Günün birinde Hasan, 
valilerden birine: "Ben Sultan kadar güçlü değilim ama, sana onun 
verebileceğinden daha fazla zarar veririm! diye yazmıştı.
Akla gelebilecek en esaslı savaş araçları ile donanan Hasan Sabbah, kalesine 
çekilmiş ve bir daha oradan hiç ayrılmamıştı. Yaşam öyküsünü yazanlar, ömrünün 
son otuz yılında evinden iki kez, o da dama çıkmak için ayrıldığını yazmışlardır. 
Sabah akşam, yıpranmış ama asla değiştirmediği bir hasırın üzerinde oturur, 
öğretir, yazar ve fedailerini düşmanın peşine salardı. Günde beş kez, aynı hasırın 
üzerinde, ziyaretçileri ile birlikte namaz kılardı.
Alamut kalıntılarını hiç gezmemiş olanlara söylemek gerekirse, bu kale sadece zor 
alınan bir yer, bir kayanın tepesinde bir kenti en azından bir kasabayı 
barındıracak büyüklükte bir yayla olmaktan ibaret olsaydı, tarihte bu denli ün 
salmazdı. Haşhaşiler döneminde doğudaki dar bir tünelden aşağı kaleye varılırdı; 
meydanı geçtikten sonra yukarı kaleye ulaşılırdı. Yukarı kale, yatık bir şişeye 
benzerdi, geniş yanı doğuda, dar yanı batıdaydı. Dar yanı sıkı korunurdu. Hasan'ın 
evi, işte bu dar boğazın uçundaydı. Tek penceresi bir uçuruma açılırdı. Kale içinde 
kale idi.


İşlettiği kanlı cinayetler, çevresinde oluşan efsane, tarikatı ve kalesi nedeniyle, 
Haşhaşilerin büyük İmam'ı, Doğu'da ve Batıda sürekli korku salmıştı. Her İslam 
kentinde yüksek görevliler öldürülmüş, haçlılar da önemli kayıplar vermişti. Ama 
terörün, önce Alamut'ta hüküm sürdüğü, genellikle unutulmaktadır. 
Sıkıyönetimden beter ne olabilir? İmam Hazretleri, müminlerinin her sani-
118
yesini kendisi düzenlemek iddiasındaydı. Ne kadar çalgı aleti varsa yasaklanmıştı; 
en küçük bir kaval derhal ateşe atılır, sahibi prangaya vurulur, kırbaçlanır ve 
sonunda topluluktan atılırdı. İçkinin cezası daha ağırdı. Hasan'ın öz oğlu, bir 
akşam babası tarafından çakır keyif yakalanınca, ölüme mahkûm edilmişti; 
annesinin yalvarmalarına karşın sabaha karşı kafası uçurulmuştu. İbret olsun diye! 
Hiç kimse, tek bir yudum şarap içemez olmuştu böylece.
Alamut adaleti, çabuk işleyen, baştan savma bir adaletti. Anlatıldığına göre, 
Hasan'ın ikinci oğlu, bir adam tarafından suçlanmış, eğrisi, doğrusu 
araştırılmadan, Hasan sonuncu oğlunun kellesini uçurmuştu. Birkaç gün sonra, 
gerçek suçlu itiraf etmiş, o da kellesinden olmuştu.
Büyük İmam'ın yaşam öyküsünü yazanlar, adaletini ve tarafsızlığını göstermek 
için, oğullarının öldürülüşünü örnek gösterirler; bütün bu cezalar sayesinde 
Alamut halkının örnek bir hal aldığını, ahlak ve erdem timsali olduğunu belirtirler. 
Buna inanmak zor değildir. Yine de bazı kaynaklardan, bu idamların ertesi günü, 
Hasan'ın tek karısının ve kızlarının ona karşı çıktıklarını, Hasan'ın onları 
Alamut'dan kovdurduğunu ve haleflerine aynı şeyi yapmaları tavsiyesinde 
bulunarak, kadın etkisi ile doğru yoldan sapmamaları gerektiğini söylediğini 
öğrenmiş oluyoruz.
Dünyadan elini ayağını çekmek, çevreden kopmak, etrafmda bir taş ve korku 
duvarı örmek Hasan Sabbah'ın saçma düşü idi.
Yine de, bu boşluktan bunalmaya başlamıştı. En güçlü kralların bile bir delisi, bir 
soytarısı vardır. Katı havayı yumuşatırlar. Çekik gözlü adam ise, onanmaz biçimde 
yalnızdı, kalesine kapanmış, evine kapanmış, içine kapanmıştı. Konuşacak kimsesi 
yoktu, sudan konular, sessiz uşaklar, büyülenmiş müminler vardı.
Tanımış olduğu bütün insanlar arasında, dostça değilse bile mertçe konuşabildiği 
tek insan Hayyam'dı. Ona yazdı. Gururlu ifadesinin ardında korkunç bir yeis vardı:
"Bir kaçak gibi yaşayacağın yerde, neden Alamut'a gelmiyorsun? Senin gibi ben de 
acı çektim; şimdi ise acı çektiriyorum. Burada korunursun, bakılırsın, sayılırsın. 
Yeryüzünün bütün emirleri gelse, saçının tek teline dokunamaz. Muazzam bir 
kütüphane kurdum. En nadide eserleri bulur, okur, yazarsın. Burada huzura 
kavuşursun."
119
XXIII
İsfahan'dan ayrılalı, Ömer Hayyam tam bir kaçak ve bir parya gibi yaşadı. 
Bağdat'a gittiğinde, Halife onun halka konuşma yapmasını ya da kapısına yığılan 
hayranlarını kabul etmesini yasaklamış, Mekke'ye gittiğinde, ona karşı olanlar 
ağız birliği ile "Hoş görünme umresi" yapmakla suçlamışlar, Basra'dan geçtiğinde, 
Kadı'nın oğlu, nazikçe ziyaretini kısa kesmesini istemişti.


Gelecek can sıkıcı görünüyordu. Kimse dehasını, bilgisini yadsımamaktadır; nereye 
gitse, okur yazarlar, aydınlar çevresine toplanmaktadır. Gökyüzü bilimine, cebire, 
tıbba hatta dine ait sorular sormaktadırlar. Ama gelişinden birkaç gün ya da 
birkaç hafta sonra ona karşı komplo düzenlenmekte ve hakkında inanılmayacak 
hikâyeler uydurulmaktadır. Ona zındık veya sapık denmekte, Hasan Sabbah ile 
olan arkadaşlığı anımsatılmakta, Semerkant'daki gibi büyücülükle,suçlanmakta, 
konuşmalarını yarıda kesen bozguncular üzerine saldırtılmakta, onu konuk 
edeceklere ceza verileceği tehditleri yapılmaktadır. Aslında, Hayyam da ısrarcı 
olmamaktadır. Havanın ağırlaştığını hisseder etmez bir rahatsızlık uydurarak 
ortalarda görünmemekte ve hemen ardından piliyi pırtıyı toplamaktadır. Yeni bir 
kente doğru, oradaki günlerinin de bir önceki kadar kısa ve rasgele olacağı bilinci 
içinde yola çıkmaktadır.
Yanında Vartan'dan başka kimsesi olmadan, barınacak bir dam, bir koruyucu hatta 
bir sanatsever arayışı içindedir. Nizam'ın bağlatttığı yüklü maaşı, onun ölümünden 
beri alamadığı için, hükümdarların, valilerin yıldız fallarına bakarak geçinmek 
zorunda kalmaktadır. Hep sıkıntı içinde olduğu halde, parayı baş eğmeden almasını 
bilmektedir.
Anlatıldığına göre, Ömer'in beşbin altın dinar istemesi üzerine şaşıran bir vezirin:
— Ben bu kadar para almıyorum, onu biliyor musun? deyişine, Hayyam:
— Çok doğal, diye yanıt vermiştir.
— Nedenmiş?
120
— Çünkü benim gibi bilginlere yüzyılda bir rastlanır. Oysa senin gibi vezirlerden, 
her yıl beş yüz adet atanacak adam bulunur.
Tarihçiler, vezirin kahkayı basıp tüm isteklerini yerine getirdiğini yazarlar. 
Ömer'in yazdığı ise şudur: "Benim kadar mutlu bir sultan, benim kadar mutsuz bir 
dilenci yoktur."
Aradan yıllar geçer. Hayyam, 1114 yılında Horasan'ın başkenti Merv'dedir. Merv, 
ipekli kumaşları ve bir süreden beri siyaset yapması yasaklanmış medresesi ile 
ünlüdür. Parlaklığını yitirmiş sarayına biraz canlılık katmak isteyen yerel 
hükümdar, çevresine o günün ünlü kişilerini toplamak çabasındadır. Büyük 
Hayyâm'ı nasıl çekeceğini bilmektedir: İsfahan'dakinin eşi bir rasathane 
kurmasını ister. Ömer, altmışyedi yaşına geldiği halde, hâlâ bunun düşünü 
kurmaktadır, öneriye dört elle sırılır. Bina bir tepenin üzerinde, bir çiçek 
bahçesinin ortasında, Bab-ı Sencan mahallesinde yükselmeğe başlar.
Ömer, iki yıldan beri mutludur, canla başla çalışır; meteoroloji dalında şaşırtıcı 
deneyler yapar, gökyüzünü iyi tanıdığı için beş günlük hava tahminlerinde bulunur. 
Matematik alanında da öncül kuramlar geliştirir; Öklid geometrisi dışındaki 
geometrilerin dâhi bir öncüsü olduğunun anlaşılması için XIX. yüzyılı beklemek 
gerekecektir. Aynı zamanda, Merv bağlarının olağanüstü ürünü sayesinde aşka 
gelip, Rubaiyat'ını yazmayı sürdürmektedir.
Bütün bunların, tabii ki bir bedeli vardır... Saray törenlerine katılmak, her 
bayram, her sünnet, her av veya savaş dönüşü hükümdara saygılarını sunmak, 
divan 'da sık sık hazır bulunmak, duruma göre bir nükte yapmaya ya da bir 


darbımesel söylemeye hazırlıklı olmak zorundadır. Bu işler onu yormaktadır. Bilgin 
bir ayı postuna büründüğü hissine kapılmaktan başka, çalışma masasmda daha 
verimli geçirebileceği bir zamanı yitirmenin huzursuzluğunu duymaktadır. Üstelik, 
hiç hoşlanmadığı kişilerle karşılaşmak olasılığı da büyüktür. Tıpkı, onu çekemeyen 
birinin, gençlik günlerinde yazdığı bir dörtlüğü bahane edip kendisine çattığı o 
soğuk şubat gününde olduğu gibi... O gün divan'da sarıklılar çoğunluktadır. 
Hükümdar, ağzı kulaklarında çevresine bakınıp durmaktadır.
Ömer geldiğinde, din adamlarının pek sevdiği tartışma konusu çoktan açılmıştır: 
"Dünya, bundan iyi yaratılabilir miydi?" Bunu "evet" diye yanıtlayanlar zındıklıkla 
suçlanmaktadır çünkü Yüce Tanrı'nın daha iyisini yapamadığını ima ettikleri ileri 
sürülmektedir.
121
İnsanlar birbirini çekiştirmekte, tartışmaktadır. Ömer, her birinin el yüz 
hareketini gözlemektedir. Ama konuşmacılardan biri, onun adını ortaya atar ve ne 
düşündüğünü sorar. Ömer hafifçe öksürür, daha konuşmasına fırsat kalmadan, 
kentte bulunuşuna sinirlenen Merv Kadısı, yerinden fırlar ve onu parmağı ile 
suçlarcasına:
— Bir Allahsızın dinimiz konusunda fikir yürütebileceğini bilmiyordum, der.
Ömer bezgin ama aynı zamanda endişelidir. Gülümseyerek:
— Bana Allah'sız demek yetkisini sana kim verdi? En azından, beni dinledikten 
sonra konuş, der.
— Seni dinlemem gerekmez. "Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen Sen, Sen ile 
ben arasında ne fark kalır ki, söyle?" diye yazan sen değil misin? Böyle şeyler 
söyleyen adam Allahsız değil midir?
Ömer omuz silkti:
— Allah'ın var olduğuna inanmasaydım, O'na hitap etmezdim.
Kadı alaylı sorar:
— Bu biçimde mi?
— Çetrefilli sözlerle sultanlara ve kadılara hitap edilir, Yaradan'a değil. Tanrı 
uludur, bizim eğilip bükülmemize, yaltaklanmamıza ihtiyacı yoktur. Beni düşünür 
yaratmıştır, ben de düşünüyorum ve düşüncemin ürününü gizlemeden O'na 
açıklıyorum.
Topluluktan onama sesleri yükselince Kadı tehditler mırıldanarak çıktı. Hükümdar 
güldüyse de endişelendi, bazı yerlerde bunun acısının çıkartılmasından ürküyordu. 
Yüzü asılınca, ziyaretçiler dağıldılar.
Ömer, Vartan ile birlikte eve döndüğünde, Saray hayatına da, tuzaklarına da, 
kofluğuna da sövüp durdu. Kendi kendine, Merv'den bir an önce ayrılmaya karar 
verdi. Vartan hiç telaşlanmadı, üstad yedinci kez gitmekten söz ediyordu. Ertesi 
gün olduğunda ise, sakinleşiyor, araştırmalarına koyuluyordu. O gece Ömer, 
kitabına şunları yazdı:
Şaraba karşı ver sarığını,
Pişman olma, yün takkeyi geçir başına
Sonra kitabını her zaman soktuğu yere gizledi, yatağı ile duvarın arasına! 
Uyandığında rubai'sini yeniden okumak istedi. Bir söz-


122
cüğü düzeltmek istiyordu. Kitabını eliyle yoklayıp, buldu. Açtığında, uyurken 
sayfaları arasına konulmuş notu buldu. Hasan Sabbah'tan geliyordu.
Ömer o saniye, el yazısını, imzayı tanıdı. "Kaşan kervansarayındaki arkadaşın" 
diyordu. Kırk yıl önce, aralarında böyle bir parolayı kararlaştırmışlardı. 
Okuduğunda bir kahkaha attı. Yan odada henüz uyanmış olan Vartan, Üstadını 
neyin eğlendirdiğini anlamaya geldi.
— Sunturlu bir davet aldık. Ömür boyu bakılacağız, konuk edileceğiz, korunacağız.
— Hangi hükümdar tarafından?
— Alamut hükümdarı? Vartan irkildi. Kendini suçladı:
— Bu mektup buraya kadar nasıl gelebildi? Yatmadan önce bütün kapılara baktım.
— Hiç kendini yorma. Sultanlar ve halifeler bile kendilerini savunmaktan 
vazgeçtiler. Hasan sana bir haber ya da bir hançer göndermek isterse, emin ol 
sana ulaşır. Kapın ister ardına kadar açık olsun isterse de mühürlü!
Vartan mektubu yüzünün hizasına kaldırdı, kokladı, sonra bir kaç kez okudu:
— Bu iblis belki de haksız değil. Sen en iyi Alamut'ta korunursun. Üstelik Hasan 
senin eski dostun.
— Şimdilik en eski dostum Merv şarabı!
Ömer çocuksu bir sevinçle kâğıdı binbir parça yapıp havaya fırlattı ve 
saçılmalarına bakarken:
— O adamla ortak neyimiz var ki? diye sordu. Ben hayatı seviyorum, o ölümü. Ben 
"Sevmesini biliyorsan, güneş doğmuş ya da batmış ne umurun?" diye yazıyorum. O 
ise adamlarına aşkı, musikiyi, şiiri, şarabı ve güneşi yasak ediyor. Bir de üstelik 
cennet vaad etmeğe kalkışıyor! İnan bana, kalesi cennetin kapısı olsaydı, ben 
cennetten vazgeçerdim. Bu sahte dincilerin inine asla ayak basmam.
Vartan oturdu, ensesini kaşıdı, sonra:
— Madem cevabm bu, o halde ben de sana eski bir sır vereyim, dedi. Acaba hiç 
kendi kendine, İsfahan'dan kaçarken askerler bizi neden saf saf, zorluk 
çıkarmadan koyuverdiler diye düşündün mü?
— Hep merak ettim. Ama yıllardır senden sadakat ve sevgi gördüğüm için, geçmişi 
kurcalamak istemedim.
123
— O gün, Nizamiye subayları seni kurtaracağımı ve seninle kaçacağımı biliyorlardı. 
Bu benim tasarladığım planın bir parçasıydı.
Konuşmasını sürdürmeden önce, Hayyam'ınkiyle birlikte kendi kadehini doldurdu.
— Nizamülmülk'ün kendi eliyle yazdığı kara listenin başında, asla 
yakalayamadığımız adamın, Hasan Sabbah'ın adı yazılıydı. Cinayetin baş sorumlusu 
o değil mi? Planım basitti. Alamut'a sığınırsın ümidiyle seninle gelecek, kim 
olduğumu söylemeden beni yanına almanı istiyecektim. İslam'ı ve tüm dünyayı bu 
iblisten kurtarma fırsatı geçecekti elime. Ama o karanlık kaleye ayak 
basmamakta inat edip durdun.
— Bütün bu zaman içinde yine de yanımda kaldın.
— Başlangıçta, sabretmek yeterlidir sandım. Onbeş kentten kovulduktan sonra 
Alamut yolunu tutmaya razı olabilirdin. Sonra yıllar geçti, sana bağlandım, 


arkadaşlarımdan her biri İmparatorluğun bir yanına dağıldı. Bu konudaki 
kararlılığım zaafa uğradı. İşte şimdi de sen Ömer Hayyam, Hasan Sabbah'ın 
hayatını ikinci kez kurtarıyorsun.
— Sızlanıp durma, belki de seninkisini kurtardım.
— İninde iyi korunduğu bir gerçek. Vartan'ın canının sıkılması, Hayyam'ı 
eğlendirdi:
— Oysa sen bana planını söylemiş olsaydın, seni Alamut'a götürürdüm.
Vartan yerinden fırladı:
— Sahi mi söylüyorsun?
— Hayır. Otur yerine. Sırf seni üzmek için söyledim. Hasan'ın yapmış olduğu 
şeylere karşın şu an nehirde boğulduğunu görsem, onu kurtarmak için yine de 
elimi uzatırdım.
— Bense kafasını suyun içinde tutardım. Ama davranışın içimi rahatlatıyor. İşte 
böyle bir adam olduğun için yanında kaldım. Bundan hiç pişman değilim.
Hayyam dostunu uzun uzun kucakladı:
— Hakkındaki kuşkularımın dağılmasından dolayı çok mutluyum. Artık yaşlandım, 
yanımda güvenebileceğim birine ihtiyacım var. Şu elyazması kitabım yüzünden. 
Sahip olduğum en değerli şey o! Dünyaya meydan okumak için Hasan Sabbah 
Alamut'u inşa etti: ben ise sadece şu kâğıttan şatoyu inşa ettim ama Alamut'tan 
çok yaşayacağma inanıyorum. Benim iddiam, benim övüncüm de
124
bu! Öldüğümde kitabımın değer bilmez ellere düşme olasılığı kadar beni ürküten 
bir şey yok!
Törensel bir tavırla kitabını Vartan'a verdi.
— Açıp bakabilirsin, çünkü artık sende kalacak! Arkadaşı heyecanlandı:
— Benden önce bu ayrıcalığa sahip olan oldu mu?
— İki kişi. Biri, Cihan'dı. Semerkant'da kavga ettiğimiz gece. Diğeri de Hasan'dı. 
İsfahan'da aynı odayı paylaştığımızda.
— Ona o denli güveniyor muydun?
— Aslını istersen hayır. Ama canım sık sık yazmak istiyordu, sonunda görüp 
kitabın varlığını keşfetti. Ben yokken, gizliden okuyabileceği için açıkça 
göstermeyi yeğledim. Sır saklayacağına da inanıyordum.
— Sır saklamasını çok iyi biliyor. Ama daha çok bunu sana karşı kullanmak için.
Şiir kitabı, gecelerini Vartan'ın odasında geçirir oldu. En ufak tıkırtıda eski asker 
sıçrıyor, kılıcına davranıyor, kulaklarını dikiyordu. Evin her odasını tek tek kontrol 
ediyor, sonra bahçeye çıkıp evin çevresini dolaşıyordu. Dönüşünde yine de 
uyuyamıyor, masasındaki kandili yakıyor, bir dörtlük ezberliyor, sonra da onun 
anlamını çözmek ve üstadın bu şiirleri hangi koşullarda yazdığını anlamak için 
derin düşüncelere dalıyordu.
Uykusuz geçirdiği birkaç geceden sonra aklına geleni Ömer de iyi karşıladı. 
Sayfanın, Rubailer'den boş kalan kısmına, bu kitabın öyküsünü yazmak ve bu yolla 
Hayyam'ın da hayat öyküsünü yazmış olmak. Nişapur'daki çocukluğu, 
Semerkant'taki gençlik yılları, İsfahan'da ün kazanması, Ebu Tahir, Cihan, Hasan, 
Nizam ve diğerleri ile tanışması. Böylece, Hayyam'ın gözetiminde, bazen de onun 


yazdırması ile öykünün ilk sayfaları yazılmış oldu. Vartan sıkı çalışıyordu. Her 
sererinde, on, yirmi kez bir başka sayfaya yazıyor, sonra onu ince, dikkatli, köşeli 
bir yazı ile temize çekiyordu. Ama bu özen günün birinde, bir cümlenin tam 
ortasında kala kalacaktı.
O sabah Ömer erken uyandı. Vartan'a seslendi, cevap alamadı. Sevecenlikle 
"uykusuz bir gece daha geçirdi" diye düşündü. Dinlenmesi için üstelemedi, kendine 
bir kadeh doldurup bahçeye çıktı. Çiçeklerin üzerindeki çiy damlacıklarını 
üflemekle oyalandı, sonra olmuş dutlardan kopardı, içkisine meze yaptı.
Eve dönmeğe karar verdiğinde bir saat geçmişti. Vartan'ın kalkma zamanıydı. Ona 
sesleneceğine odasına girdi. Vartan, boğa-
125
zı kesilmiş, yerde yatıyordu. Gözleri ve ağzı, son bir çağrıda bulunmak istercesine 
açıktı.
Masanın üzerinde, kandil ile yazı takımının arasında, cinayet kaması kıvrılmış bir 
kâğıda saplanmış duruyordu. Ömer, kâğıdı alıp açtı, şöyle yazıyordu:
"Kitabın senden önce Alamut'un yolunu tuttu."
126
XXIV
Ömer Hayyam, dostunun ölümüne, diğerlerine ağladığı gibi aynı vakarla, aynı 
sabırla, aynı acı ile ağladı. "Aynı şaraptan tattık ama benden iki üç kadeh önce 
sarhoş oldular."
Ama neden yalan söylemeli? En çok kitabının kaybına üzüldü. Gerçi yeni baştan 
yazabilirdi, virgülüne kadar anımsayabilirdi. Ama Hayyam'ın, kitabının 
kaçırılmasından çıkarttığı bir ders vardı. Bundan böyle asla geleceği elinde 
tutmaya bakmayacaktı; ne kendi geleceğini ne de şiirlerininkini...
Hayyam bir süre sonra Merv'den ayrıldı. Alamut'a gitmeyi asla düşünmüyordu, 
doğduğu kente doğru yola çıktı. "Artık serseriliğe son vermenin sırası geldi. 
Nişapur, ömrümün ilk durağı idi, son durağı olması doğal değil mi?" diyordu. Artık 
orada yaşayacaktı. Yakınları, kızkardeşi, saygılı bir enişte, yeğenleri ve ömrünün 
sonbaharında bütün sevgisini verdiği kız yeğeni ile birlikte, kitaplarının arasında. 
Artık yazıyor, ustalarının kitaplarını okuyordu.
Bir gün, her zaman olduğu gibi odasında İbn-i Sina'nın Tedavi adlı kitabını 
okurken, sağır bir acı içini yaktı. Elindeki altın kürdanı sayfanın arasına koydu, 
kitabı kapattı, yakınlarını çağırıp vasiyette bulundu. Sonra duasını şu sözlerle 
bitirdi: "Tanrım, elimden geldiğince Seni algılamak istedim. Senin hakkında 
bildiklerim, Sana ulaşmanın tek yolu olduysa, beni affet!"
Gözlerini bir daha açmadı. 4 Aralık 1131 idi. Ömer Hayyam seksen dört 
yaşındaydı. 18 Haziran 1048'de şafak vakti doğmuştu. O devirde doğum tarihinin 
bu kadar kesinlikle bilinmesi görülmüş şey değildi. Ama Hayyam bu konuda bir 
gökbilimcinin hassasiyeti ile davranmıştı. Annesinden bilgi edinmiş, İkizler 
burcundan olduğunu anlamış ve dünyaya geldiği saatte Güneş'in, Merkür'ün ve 
Jüpiter'in konumlarını saptamaya çalışmıştı. Tarihçi Belh'te bildirmek üzere 
kendi doğumunu böyle saptamıştı.
Çağdaşlarından yazar Nizami Aruzi şöyle anlatır:


127
"Ömer Hayyam'a, ölümünden yirmi yıl önce Belh'te rastladım. Köle Tüccarları 
sokağında oturan eşraftan birinin evinde konuktu. Ününü bildiğimden, bir sözünü 
kaydetmek üzere onu bir gölge gibi izledim. Böylece "Mezarım her ilkbahar kuzey 
rüzgârının çiçek saçtığı bir yerde bulunacak" dediğini duymuş oldum. O sıra bu 
sözcükler bana saçma geldi; ama onun gibi bir adamm gelişigüzel konuşmadığını da 
biliyordum. Hayyam'm ölümünden dört yıl sonra, Nişapur'dan geçtim. Bir bilim 
ustasına duyulması gereken saygıyı duyduğumdan mezarını ziyarete gittim. Bir 
rehber beni oraya götürdü. Mezarı bahçe duvarının dibindeydi, şeftali ve armut 
ağaçlarının dalları kabrin üzerine uzanmış, çiçeklerini boydan boya üzerine 
dökmüştü. Kabrin üzerinde sanki çiçeklerden bir halı vardı."
Denizde boğulan su damlacığı, Toprakta eriyen toz zerreciği, Bu dünyadan 
geçişimiz nedir ki? Değersiz bir böcek, Bir göründü, bir yok oldu.
Ömer Hayyam haklı değil. Söylediği kadar geçici olmadığı gibi, yeni yeni var 
oluyor. En azından dörtlükleri var oluyor. Zaten şair, kendisi için istemeye 
cesaret edemediği ölümsüzlüğü, onlar için istememiş miydi?
Hasan Sabbah'ın odasına girmek ayrıcalığına sahip olanlar, duvar oyuklarının 
birinin önündeki bir kafeste bir kitabın saklandığını farkedebilirlerdi. O kitabın 
ne olduğunu bilmezler, Büyük İmam'a sormaya cesaret edemezlerdi. O kitabı, 
sözle anlatılması olanaksız gerçekleri içeren kitapların bulunduğu büyük 
kütüphaneye vermemesi için kendine göre nedenleri olduğunu düşünürlerdi.
Hasan seksen yaşında öldüğü vakit, halefi olarak tayin ettiği kişi İmam'ın odasına 
geçip oturma cesaretini gösteremedi, hele de esrarengiz kafesi hiç açamadı. 
Kurucularının ölümünden nice yıl sonra bile Alamut halkı, oturduğu yerin 
duvarlarından bile ürkmüşlerdir. Hayaletine rastlarız korkusu ile, artık kimselerin 
oturmadığı o semtte dolaşmaktan bile korkarlardı. Tarikatçıların yaşamları, 
Hasan'ın vermiş olduğu talimat doğrultusunda sürüp gitmekteydi; topluluk üyeleri, 
sürekli çilekeş durumundaydılar. Hiçbir gevşeme, hiçbir rahatlama söz konusu 
değildi ve dış dünyaya
128
karşı reisin ölümü ile hiçbir şeyin değişmediğini göstermek için bile olsa daha 
fazla cinayet ve şiddet oluyordu.
Buna gönülden mi katlanıyorlardı? Her geçen gün daha az. Mırıltılar yükselmeye 
başlıyordu. Hasan'ın sağlığında Alamut'a gelmiş olan "eskiler" arasında değil tabii, 
onlar en ufak bir gevşemenin ağır cezalarla sonuçlanacağı korkusunu üzerlerinden 
atmış değillerdi. Ama bunların sayıları gün geçtikçe azalıyordu. Artık kalede 
bunların oğulları ve torunları da yaşıyordu. Gerçi her birinin daha beşikteyken 
beyinleri yıkanmış, Hasan'ın dediklerine harfiyen uymaları istenmişti ama, çoğu 
giderek karşı koyar olmuş, hayatı yaşamaya başlamışlardı. Hatta bazıları, tüm 
gençliklerini her türlü eğlencenin yasak olduğu bir çeşit garnizon-manastır 
karışımı bu yerde neden geçirdiklerini sorar olmuşlardı. Öylesine ağır bir ceza 
görmüşlerdi ki, herkesin önünde düşüncelerini belirtmemeye özen göstermeye 
başlamışlardı. Tabii ki herkesin önünde, çünkü gizli toplantılar evlerde yapılır 


olmuştu. Gençler, bir oğul, bir kardeş ya da bir kocayı asla geri döndürmeyen bir 
görev uğruna kaybetmiş kadınlar tarafından teşvik edilir olmuşlardı.
Bu gizli, bastırılmış özlemleri dile getiren bir adam ortaya çıktı sonunda. Ondan 
başka kimse buna cesaret edemezdi. Hasan'ın halef olarak atadığı adamın torunu 
idi; babası öldüğünde Tarikat'ın dördüncü reisi olacaktı.
Kendisinden öncekilere oranla avantajı, Kurucu'nun ölümünden sonra doğması ve 
onun dehşetini yaşamamış olmasıydı. Hasan'ın odasını merakla geziyor ve o denli 
olmasa bile bütün diğerleri gibi büyülenmiş oluyordu. Hatta bir kez, onyedi 
yaşmda iken, yasak odaya girmiş, içerde bir tur atmış, büyülü havuza yaklaşmış, 
buz gibi suyuna elini değdirmiş ve Elyazması'nın durduğu duvar oyuğunun önüne 
dikilmişti. Kitabı açmak istemiş sonra vazgeçip arka arka yürüyerek odadan 
çıkmıştı. Bu ilk ziyaretinde, bu kadarı yeterliydi.
Veliaht, Alamut sokaklarında dolaştığında, kendisine çok yaklaşmasalar bile yine 
de çevresinde toplanıyorlardı. Bir takım dualar okuyarak... Veliaht'ın da adı 
Sabbah gibi Hasan idi ama onu görenler: "İşte Kurtarıcı, işte Münci, ne zamandır 
beklenen kişi!" diye fısıldıyorlardı. Bir tek şeyden korkuluyordu: Eskilerin 
duygularını biliyor, veliahtın ihtiyatsızca konuşmalarından iktidara gelmesini 
önlemelerinden ürküyorlardı. Gerçekten de babası dilini tutmasını söyleyip 
duruyor hatta zaman zaman onu dinsizlikle suçluyordu. Hatta anlatılanlara göre 
babası, oğlunun yandaşlarının iki yüz elli-
129
sini öldürtmüş, iki yüz ellisini de, arkadaşlarının cesetlerini sırtlarında taşımakla 
cezalandırarak Alamut'tan kovmuştu. Ama babalık sevgisinden bir nebzecik 
nasibini almış olmalıydı ki, Hasan Sabbah'ın yaptığını yapmadı.
Baba 1162 yılında öldüğünde, asi oğlu hiçbir zorlukla karşılaşmadan onun yerine 
geçti. Uzun zamandan beri ilk kez, Alamut'un loş sokaklarında gerçek bir bayram 
yaşandı.
Ama acaba beklenilen "Kurtarıcı" o muydu? Acıları dindirecek o muydu? O ise 
hiçbir şey söylemiyordu. Alamut sokaklarında düşünceli düşünceli dolaşmaya 
devam ediyor ya da Kirman'lı kütüphanecinin sevecen bakışları altında saatlerce 
kütüphaneye kapanıyordu.
Bir gün, kararlı adımlarla Hasan Sabbah'ın dairesine gitti, hızla kapıyı açtı, 
duvardaki oyuğun önünde durup bütün gücü ile kafes kapağa asıldı. Kafes yerinden 
çıktı, toz ve taş parçacıkları yere saçıldı. Hayyam'ın kitabını aldı, üzerine vurup 
tozunu yok etti ve koltuğunun altına sokup, odadan çıkıp gitti.
Sonra, odasına kapanıp okuduğunu, tekrar tekrar yeniden okuduğunu anlattılar. Bu 
durum yedi gün sürdü, yedi günün sonunda tüm Alamut halkının toplanmasını 
emretti. Kadın, erkek, çocuk, hepsini alabilecek tek yer olan meydan'da 
topladılar.
Günlerden 8 Ağustos 1164'tü, Alamut güneşi başlara ve yüzlere vurmuştu ama 
kimse korunmayı düşünmüyordu. Batı yönünde bir kürsü dikilmiş, dört bir yanına 


muazzam bayraklar asılmıştı: biri kırmızı, biri yeşil, biri sarı ve biri beyaz. 
Bakışlar o yöne çevrildi.
Birden, O göründü. Kar beyazı bir giysi içindeydi, genç ve ufak tefek olan karısı 
arkasında duruyordu ve yüzü açıktı. Gözlerini yere dikmiş, yüzü sıkılmaktan al al 
olmuştu. Bu görüntü son kuşkuları da yok etti, herkes: "Kurtarıcı O" diye 
mırıldandı.
Vakur bir biçimde kürsüye çıktı, müminlerine selam verdi ve yeryüzünde o güne 
dek duyulan en tuhaf konuşmayı yaptı:
— Dünyada oturan herkese sesleniyorum: Cinler, insanlar ve melekler! Çağdaş 
İmam'ınız sizi kutsuyor, geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı af ediyor. Şeriat'ı 
kaldırdığını ilân ediyor, çünkü Diriliş vaktidir. Tanrı sizi Şeriat ile zora koştu, 
cenneti hak edesiniz diye. Hak ettiniz. Bugünden itibaren cennet sizindir. Artık 
Şeriat yok. Bütün yasaklar kaldırılmıştır! Bütün mecburiyetler yasaklan-
mıştır! Beş vakit namaz yasaktır. Madem ki artık cennetteyiz ve Tanrı ile sürekli 
iletişim halindeyiz, o halde sadece belirli saatlerde O'na başvurmamıza gerek 
yok; beş vakit secde etmekte direnecek olanlar Diriliş'e inanmayanlardır. Artık 
dua etmek, secde etmek, inançsızlıktır!"
Kur'an'ın cennetin içkisi diye nitelediği şaraba izin çıkmıştı, içmemek günahtı.
O tarihte yaşamış olan bir Acem tarihçisi: "Önüne gelen saz çalmaya hatta 
mimberin basamaklarma çıkıp şarap içmeye başladı" diye yazar. Hasan Sabbah'ın 
Şeriat adına uyguladığı sıkı yönetime tepkiydi bu. Daha sonra, Kurtarıcı'nın 
halefleri, onun bu mesihçi coşkusunu ılımlaştırmışlardı ama Alamut bir daha asla 
eskisi gibi olmamıştı. Hayat daha yaşanır biçime girmiş ve İslam kentlerini 
dehşete düşüren cinayetler son bulmuştu. İsmaili'ler son derece köktenci bir 
tarikat iken örnek bir hoşgörü sergiler olmuşlardı.
Kurtarıcı, Alamut'lulara ve çevre halkına iyi haberi verdikten sonra Asya ve 
Mısır'daki İsmaili topluluklarına elçiler gönderdi ve onlara eliyle imzaladığı 
belgeler yolladı. Elçileri, herkesin kurtuluşu kutlamalarını istediler. Kurtuluş günü, 
üç ayrı takvime göre saptanıyordu: Peygamberin Hicri takvimi, Makedonyalı 
İskender'in takvimi ve her iki âlemin en değerli bilgini; Nişapur'lu Ömer'in 
takvimi.
Alamut'da, Kurtarıcı Semerkant Elyazması'nın bir bilge kitap olarak saygı 
görmesini emretmişti. San'atkârlar kitabı resimler, minyatürler ile süslemişler, 
altın mahfazısını bir kuyumcu gibi işlemişlerdi. Hiç kimse kitabı kopya etmek 
iznine sahip değildi. Kitap, kütüphanede sürekli olarak bir rahlenin üzerinde 
duruyordu, merak edenler gelip bakıyordu.
O güne kadar Hayyam'm sadece gençliğinde ihtiyatsızca kaleme aldığı bir kaç 
dörtlüğü bilinmekteydi. O günden sonra, diğerleri de öğrenildi, ezberlendi, tekrar 
edildi ve bazıları ciddi değişikliklere uğradı. O tarihte tuhaf bazı olaylar da oldu: 
Şairler başlarına dert açabilecek şiirler yazdıkları her sefer, onları Hayyam'a 
yüklüyorlardı. Böylece Hayyam'ın Rubaiyat'ına yüzlerce sahtesi eklendi. Öyle ki, 
kitaba bakmadan, eğrisini doğrusundan ayırmak olanaksızlaştı.
Acaba Alamut kütüphanecileri, Elyazması Kitabın öyküsünü, Vartan'ın bıraktığı 
yerden Kurtarıcı'nın emriyle mi yazmaya devam etmişlerdi? Hayyam'ın ölümünden 


sonra Haşhaşileri etkilemiş olduğunu ve değişmelere neden olduğunu bu Kitap'tan 
öğre-
130
131
niyoruz. Olaylar yüzyıl bu biçimde sürüp yazıldı, sonra birden aniden kopuverdi. 
Moğolların istilası başlamıştı.
Cengiz Han yönetimindeki ilk akın, hiç kuşkusuz Doğu'daki en yıkıcı akındı. Pekin, 
Buhara, Semerkant gibi ünlü kentler yerle bir edilmiş, halkı öldürülmüş, insanları 
hayvan gibi boğazlanmış, kadınları subaylara peşkeş çekilmiş, esnaf 
köleleştirilmiş, geriye kalanlar kılıçtan geçirilmişti. Sadece, Büyük Kadı'nın 
çevresindeki azınlık kurtulmuş, bir süre sonra Kadı da Cengiz Han'a bağlılığını ilân 
etmişti.
Bu felakete karşın, Semerkant yine de ayrıcalıklı bir kent gibiydi çünkü bir süre 
sonra, bu enkazın içinden yükselerek Timurlenk'in başkenti olacaktı. Oysa kendini 
toparlayamayan nice kent vardı. Özellikle, dünyanın bu kesimindeki bütün kültürel 
etkinliklerin yoğunlaştığı Horasan'ın üç büyük merkezi Merv, Belh ve Nişapur bu 
durumdaydı. Buna Rey'i de eklemek gerekir. Doğu'daki Tıp merkezi sayılan bu 
kentin adı bile unutulacaktır. Yerine bir başka kentin, Tahran'ın yükseldiğini 
görmek için yüzyıllar beklemek gerekecektir.
Alamut'u yok eden, akınların ikincisi idi. Daha az kanlı ama daha büyük bir akındı. 
Moğol birliklerinin birkaç ay farkla Bağdat'ı, Şam'ı, Polonya'daki Krakovi'yi ve 
Çin'deki Tzeçuan'ı yok ettiği bilinince, o günleri yaşayanların korkusu kolaylıkla 
anlaşılır.
Yüzaltmış yıl boyunca, bütün istilacılara kafa tutmuş olan Haşhaşiler kalesi, 
teslim oluverdi. Cengiz Han'ın Torunu Hulagu Han, bu askeri deha yapıtını şahsen 
görmeğe geldi, hatta efsaneye inanılacak olursa, Hasan Sabbah'tan beri 
korunmuş erzak buldu.
Hulagu Han, subaylarıyla çevreyi dolaştıktan sonra; askerlerine her şeyi 
yıkmalarını, taş üzerine taş bırakmamalarını söyledi. Kütüphane bu emrin dışında 
tutulmadı. Ancak orayı ateşe vermeden önce, Cüveyni adlı otuz yaşındaki bir 
tarihçinin içeriye girmesine izin verdi. Cüveyni, Hulagu'nun emriyle Dünya 
Fatihi'nin Tarihi'ni yazmaktaydı. Bu yapıt, günümüzde bile, Moğol istilaları 
konusunda en değerli kaynaktır. İşte bu adam, onbinlerce kitabın, el-yazmasının 
bulunduğu bu yere girebildi. Kapının dışında bir Moğol subayı ve bir el arabası 
tutan bir asker bekliyordu. Bu el arabasının alabildiği kadar kitap 
kurtarılabilecek, gerisi ateşe verilecekti. Kitapları, hatta başlıklarını bile okumak 
söz konusu değildi.
İnançlı bir Sünni olan Cüveyni, ilk işinin Kelam-ı Kadim'i kurtarmak olduğunu 
düşündü. Bu nedenle, hep aynı yerde oldukları
132
için kolayca saptanabilen ne kadar Kur'an varsa toplayıp, el arabasına koydu. 
Araba nerdeyse dolmuştu. Şimdi neyi seçmeliydi? Bir duvara gitti, oradaki 
kitaplar, diğer raflardakilerden daha düzgün duruyordu. Hasan Sabbah'ın otuz 
yıllık gönüllü çilekeşliği sırasında yazdığı çeşitli yapıtları vardı. Aralarından 


sadece birini seçti, bu kendi yazdığı kitaba da aktaracağı, Hasan'ın özyaşamı ile 
ilgili yazılardı. Ayrıca yeni ve iyi belgelenmiş bir Alamut tarihi buldu. O da 
Kurtarıcı'nın öyküsünü anlatmaktaydı. Bunu almakta ivecenlik gösterdi, çünkü 
Tarihin bu kesimini, İsmaililer dışında, kimse bilmiyordu.
Cuveyni'nin Semerkant Elyazması 'ndan haberi var mıydı? Herhalde yoktu. 
Varlığından haberi olsa, arar mıydı? Bilinmiyor. Anlatıldığına göre, bir süre 
simyacılık ve büyücülükle ilgili yapıta dalmış ve saati unutmuştu. Ona saati 
hatırlatmaya gelen Moğol subayı, zırha bürünmüş, basma da bir miğfer geçirmişti. 
Elinde bir meşale tutuyordu. Acelesi olduğunu göstermek için meşaleyi tozlu bir 
sürü tomara yaklaştırdı. Tarihçi ısrar etmedi, hiçbir seçme ve ayıklama 
yapmaksızın ellerine ve koltuk altlarına ne alabildiyse aldı, Yıldızların ve Sayıların 
Sonsuz Gizi adlı kitap yere düştüğünde eğilip yerden kaldırmadı.
Haşhaşilerin kütüphanesi yedi gün yedi gece yandı. Nice yapıt yok oldu, tek bir 
nüshası bile kalmadı. Bunların, evrenin en iyi korunan gizlerini içerdikleri ileri 
sürüldü.
Çok uzun süre, Semerkant Elyazması'nın Alamut'ta kül olduğuna inanıldı.
133
ÜÇÜNCÜ KİTAP
BÎNÎNCİ YILIN SONU
Ayağa kalk, uyumak için Önümüzde sonsuzluk var!
Ömer Hayyam
XXV
Buraya kadar, kendimden az söz ettim. Amacım, Semerkant Elyazmasının, 
Hayyam'ı, onun tanıdığı kişileri, yaşadığı olayları nasıl anlattığını göstermekti. 
Şimdi iş, Moğollar döneminde kaybolan bir yapıtın, çağımızın ortasında nasıl 
ortaya çıktığını, onu ele geçirmek için ne gibi serüvenler yaşadığımı ve hangi 
rastlantı sonucu kaybolmadığını öğrendiğimi anlatmaya kaldı.
Adımı söylemiştim: Benjamin O. Lesage. Fransız adına benzese de Amerikalıyım. 
Maryland eyaletinde, Atlantiğin küçük bir uzantısı olan Chesapeak körfezinde, 
Annapolis'te doğmuşum. Atalarım, XIV. Louis zamanında Fransa'dan göç etmiş bir 
Hugue-notf(1) ailesi. Fransa ile ilişkilerim bu uzak akrabalıktan ibaret değil. 
Babam bu ilişkileri canlandırmaya çalıştı. Aile kökeni konusunda her zaman hafif 
bir saplantısı vardı. Okul defterine "Soyağacım, kaçakların salını yapmak için mi 
yıkıldı?" diye yazmış ve Fransızca öğrenmeye koyulmuştu. Sonra büyük bir 
heyecan ve büyük bir resmiyetle Atlantiği geçmişti. Zaman saatinin tersi 
yönünde!
Bu gezi yılını çok kötü ya da çok isabetli biçimde seçmişti. 9 Temmuz 1870'de 
Scotia gemisiyle New-York'tan ayrılıp, 18'inde Cherbourg'a, 19 Temmuz akşamı 
da Paris'e vardı. Tam o gün, öğle saatinde savaş patladı. Geri çekilme, bozgun, 
istila, açlık, Komün, kıyım, bundan kötüsü her halde düşünülemezdi. Ama o yıl, aynı 
zamanda anılarının en güzel yılıydı. Neden yadsımalı? Kuşatılmış bir kentte 
bulunmanın manyakça keyfi, başka şeydi. Sınırlar düştüğünde barikatlar 
yükseliyor, kadınlar ve erkekler ilkel klan hayatının zevkini yaşıyordu. Annem ve 
babam, Annapolis'e döndüklerinde, geleneksel yılbaşı hindisinin başında, Paris'te 


yılbaşı gecesi Haussmann Bulvarı'ndaki İngiliz kasap Roos'tan kilosu kırk franga 
aldıkları fil hortumunu nasıl yediklerini anlatırlardı.
Henüz nişanlanmışlar, ertesi yıl evleneceklermiş. Sağdıçları savaş olmuş. Babam 
anlatırdı: "Paris'e ayak basar basmaz, sabahları
(1) 16. yüzyıldaki Reform sonucu Protestan olmuşlara Fransa'da verilen ad. (Ç.N.)
137
I
Boulevard des Italiens'deki Cafe Riche'e gitme alışkanlığı edinmiştim. 
Koltuğumun altına bir sürü gazete alırdım: Le Temps, le Gau-lois, le Figaro, la 
Presse. Masaya oturur, her satırını okurdum. Anlayamadığım sözcükleri 
defterime not eder, dönüşte bizim bilgiç kapıcıya sorardım. Üçüncü gündü, kır 
bıyıklı bir adam gelip, yandaki masaya oturdu. Onun da bir sürü gazetesi vardı 
ama, bir süre sonra onları bir kenara bırakıp bana bakmaya başladı. Sanki bir soru 
sormak istiyordu. Sonunda dayanamadı, kısık bir sesle benimle konuşmaya başladı. 
Bir eliyle bastonunun topuzunu kavramış, diğer elinin parmakları mermer masanın 
üzerinde piyano çalıyordu. Benim gibi genç, görünüşte sağlıklı birinin vatanı 
savunmak için neden cepheye gitmediğini öğrenmek istiyordu. Ses tonu nazik ama 
kuşkucu idi ve not defterime kaçamak bakışlar fırlatıyordu. Anlatmama gerek 
kalmadı, konuşmam beni ele verdi. Adam özür diledi, beni masasına davet etti. La 
Fayette'den, Benjamin Franklin'den, Tocqueville'den söz etti, sonra da uzun uzun 
gazetelerde okuduklarını açıklamaya başladı. Gazetelere göre: 'Bu savaş, 
birliklerimiz için Berlin'e bir gezi yapmaktan ibaret'idi."
Babam ona karşı çıkacak olmuş. Her ne kadar Fransızlar ile Prusyalıların güçlerini 
kıyaslayabilecek durumda olmasa da, Amerikan İç Savaşı'na katılmış, Atlanta'da 
yaralanmıştı. Anlatmaya devam etti: "Savaşların hiçbiri bir gezinti değildir 
diyebilecek konumdaydım. Ama uluslar öylesine unutkan, barut öylesine 
ayartıcıdır ki, tartışmaktan kaçındım. Zaten tartışmanın ne yeri ne sırasıydı. 
Adam düşüncemi sormuyordu. Arasıra 'Öyle değil mi?' diyor, ben de başımla 
onaylıyordum. Hoş bir adamdı. Böylece her sabah buluşmaya başladık. Ben her 
zamanki gibi az konuşuyordum, o da bir Amerikalının görüşlerini bu denli 
paylaşmasından mutluluk duyuyordu. Bu denli coşkulu, monologunun dördüncü 
gününde, beni evine yemeğe çağırdı. Benim her zamanki gibi onaylayacağımdan 
emin olarak, ağzımı açmama fırsat vermeden bir araba çevirdi. Pişman olmadığımı 
itiraf etmeliyim. Adı Charles Hubert de Luçay idi ve Boulevard Poissoniere'de bir 
konakta oturuyordu. İki oğlu askere alınmıştı ve kızı, senin annen olacaktı."
Kız onsekiz yaşındaydı ve babam ondan on yaş büyüktü. Vatanseverlik atmosferi 
içinde, birbirlerini uzun uzun süzmüşlerdi. 7 Ağustos'tan itibaren, birbiri ardına 
üç bozgundan sonra, savaşın kaybedildiği anlaşılmıştı. Vatan toprağı tehlikedeydi. 
Dedem, giderek konuşmaz olmuştu. Kızı ve gelecekteki damadı üzüntüsünü
138
yatıştırmak isterlerken, kendi aralarında da bir gizli anlaşma oluşturmuşlardı. 
Artık hangisinin söze başlayacağı, doktorluk yapmaya kalkışırken ne gibi 
gerekçeler ileri sürecekleri bir bakışmalarıyla saptanabiliyordu. "Koca salonda ilk 
kez başbaşa kaldığımızda, aramızda bir ölüm sessizliği oldu. Sonra da ölesiye 


gülmeye başladık. Birlikte onca zaman bir arada bulunmuştuk ama birbirimizle 
doğrudan konuşmadığımızı yeni fark etmiştik. İçten, çocuksu, rahat bir gülüştü 
bizimkisi ama devam etmesi yersiz kaçardı. İlk sözü benim söylemem 
gerekiyordu. Annenin kucağında bir kitap vardı. Ne okuduğunu sordum."
Sanırım Ömer Hayyam, yaşamıma o an girdi. Hatta doğumuma neden oldu 
diyebilirim. Annem, 1867 yılında, İmparatorluk Matbaasında basılan, İran'daki 
Fransa Büyükelçiliği eski çevirmeni J.B. Nicolas tarafından Farsça'dan çevrilmiş 
Hayyam'ın Dörtlükleri'ni almışmış. Babam ise beraberinde, Edward FitzGerald'rn 
1868 baskısı Ömer Hayyamın Rubaiyat ını getirmişmiş. Babam diyordu ki: "Annen 
ne kadar memnun olduğunu, benim kadar saklayamadı. İkimiz de yaşamlarımızın 
birleştiğinden emindik. Bunun basit bir rastlantı olduğu, aklımıza bile gelmemişti. 
Ömer, bize o an, kaderin bir işareti gibi geldi. Bunu görmezlikten gelmek günah 
olurdu. Gerçi, içimizdeki fırtmayı dışa vurmadık, konuşmamızı şiirler üstüne 
sürdürdük. Bu yapıtın yayınlanmasını, III. Napolyon'un emretmiş olduğunu 
annenden öğrendim."
İşte o sıralar, Avrupa Ömer'i keşfe başlamıştı. Gerçi bir takım uzmanlar daha 
önce ondan söz etmişlerdi. Cebir çalışmaları 1851'de Paris'te yayınlanmış, bazı 
dergilerde hakkında yazılar çıkmıştı ama. Batılılar onu henüz tanımıyordu; 
Doğu'da ise, Hayyam'dan geriye ne kalmıştı? Bir isim, birkaç efsane, yapımı kime 
ait olduğu bilinmeyen bir kaç dörtlük ve üzeri örtülü bir gökbilimcilik ünü!
Bir İngiliz ozanı olan FitzGerald, 1859'da, çevirdiği yetmiş beş adet dörtlüğü 
yayımladığında, ilgi yaratmadı. Kitap iki yüz elli adet basıldı. Yazarı birkaçını 
dostlarına vermiş, gerisi yayımcı Bernard Quaritch'in deposunda kalakalmıştı. 
FitzGerald Farsça öğretmenine "Poor old Omar", "Zavallı Ömer kimseyi 
ilgilendirmiyor" diye yazmıştı. İki yıl sonra, yayımcı indirimli satış yapıp kitapları 
elden çıkartmak istedi. Rubaiyat, beş şilingden bir peniye inerek, altmış kat düşüş 
göstermişti. Bu fiyata bile az satılmıştı, iki eleştirmenin onu keşfettikleri güne 
kadar! Onu okuyup hayran kalmış-
139
lardı. Altı kitap satın alıp dostlarma armağan verdiler. İlginin doğmakta olduğunu 
sezinleyen yayımcı, fiatı iki peniye yükseltiverdi.
İngiltere'den son geçtiğimde, artık zengin bir adam olarak Piccadilly'e yerleşmiş 
olan aynı Quaritch'ten o ilk baskıdan birini satın almak için dokuzyüz sterling 
vermek zorunda kaldığımı düşünüyorum da...
Ama yine de, kitap Londra'da hemen tutulmadı. Paris'ten geçmesi gerekti. M. 
Nicolas kitabı çevirdi, Theophile Gautier Monüeur Üniversel'de "Hayyam'ın 
Dörtlüklerini okudunuz mu?" diye tanıtımını yaptı. Anglo-Sakson dünyasında 
FitzGerald ve "Zavallı Ömer"in nihayet gün ışığına çıkabilmeleri için, Ernest 
Renan'ın şöyle yazması gerekti: "İslam dogmatizmi içinde İran'ın özgür dehasının 
ne olduğunu anlamak için, belki de incelenecek en ilginç kişi Hayyam'dır."
Uyanış korkunç oldu. Bir gün içinde, Doğu'nun tüm görüntüleri Hayyam'ın adı 
çevresinde buluştu, çeviriler birbirini izledi, İngiltere'de ve bir çok Amerikan 
kentinde baskı üzerine baskı yapıldı, "Ömer" dernekleri kuruldu.


Tekrar edecek olursak, 1870 yılında, Hayyam modası daha henüz başlamıştı, 
Ömer hayranları günden güne artıyordu ama, aydın smıfının sınırlarını henüz 
aşmamıştı. Birlikte Hayyam okumaları, annemle babamı birbirlerine yaklaştırmış, 
Ömer'in dörtlüklerini ezberlemişler, anlamını tartışmaya başlamışlardı: mey ve 
meyhane, Hayyam'ın kaleminde Nicolas'nın dediği gibi, salt mistik simgeler miydi? 
Yoksa, FitzGerald ve Renan'ın dedikleri gibi zevkin hatta sefahatin belirtisi mi? 
Bu tartışmalar, dudaklarında yepyeni bir tat bırakıyordu. Babam, sevgilisinin 
saçlarını okşayan Ömer'den söz ettiğinde, annem kızarıyordu. İki aşk şiiri 
arasında ilk öpücük, ilk kez evlilikten söz ettiklerinde doğacak oğullarına Ömer 
admı koyma vaadi...
Doksanlı yıllarda, yüzlerce küçük Amerikalıya bu ad takıldı; ben 1 Mart 1873'te 
doğduğum zaman, bu yola henüz hiç başvurulmamıştı. Bu egzotik adın yükünü 
taşıyabilmem için, onu ikinci ad olarak takmayı uygun görmüşlerdi. Böylece, 
istediğim vakit sadece basit bir O. harfiyle yetinebilecektim. Okuldaki 
arkadaşlarım bunun Oliver, Oswald, Osborne veya Orville olduğunu sanıyorlardı ve 
ben hiçbirini yalanlamıyordum. 
Böylesine bir isim mirasına konunca, uzak akrabamı merak etmezlik edemedim. 
Onbeş yaşımdayken, onun hakkmda ne varsa
(1) Ömer adı İngilizce Omar olarak "O" harfiyle yazılıp okunur. (Ç.N.)
140
okumaya koyuldum. Farsça öğrenmeye ve İran'ı görmeye karar vermiştim. Ama bu 
ilk heyecan dalgasından sonra duruldum. Şayet herkesin kabul ettiği gibi, 
FitzGerald'rn mısralarına, İngiliz şiirinin başyapıtı diye bakılmışsa da, Hayyam'ın 
yazdıklarıyla yakından uzaktan ilgisi yoktu. Hayyam'ın dörtlüklerine gelince, bazı 
yazarlar bin kadarını sayabiliyordu. Nicolas dörtyüz tanesini çevirtmişti, ince 
eleyip sık dokuyan uzmanlar sadece yüzünün "gerçek" olabileceğini söylüyordu. 
Tanmmış bazı doğubilimciler, aralarından bir tekinin bile, kesinlikle Ömer'e ait 
olduğunun ileriye sürülemeyeceğini belirtiyorlardı.
Bir özgün kitabın var olabileceğini, kitabın gerçek ile sahteyi birbirinden 
ayırmaya yarayacağını, ancak böyle bir kitabın bulunduğunu gösteren hiçbir 
belirti olmadığını söylüyorlardı. Sonunda, hem kişiye, hem yapıtına olan ilgim 
kesildi ve adımın ortasındaki O harfini, annemle babamm çocuksu bir hevesine 
bağlamakla yetindim. Ta ki beklemediğim bir karşılaşma beni ilk aşkıma döndürene 
ve hayatımı Hayyam'ın adımları doğrultusuna çekene kadar...
141
XXVI
Eski kıtaya 1895 yılında, yaz sonunda gittim. Büyükbabam yetmiş altı yaşına 
basmıştı ve bana ve anneme ağlamaklı mektuplar gönderiyordu. Beni, ölmeden 
önce son bir kez görmek istiyordu. Bütün derslerimi yarıda kesip yola çıktım, 
gemide, hep başucuna çömeleceğimi, soğumakta olan elini tutacağımı ve son 
sözlerine yetişebileceğimi düşünüyordum. Beni bekleyen bu olmalıydı.
Boşuna. Büyükbabam, en sağlıklı haliyle beni Cherbourg'da bekliyordu. Onu 
yeniden görür gibiyim. Caligny rıhtımında, elinde bastonu, her zamankinden dik 
bıyıkları, yürüyüşü endamlı, hanımların her geçişlerinde eliyle kaldırdığı şapkası 


ile. Amirallik Lokantasına girip oturduğumuzda, kolumu sıkıca tutup tiyatroda 
oynar gibi "Dostum demişti, içimde bir delikanlı doğdu, ve bir arkadaşa 
gereksinimi var."
Sözlerini hafife almakla yanılmışım, gezintimiz tam bir fırtına idi. Brebant'da, 
Foyot veya Pere Lathuile'de yemeğimizi tam bitirmişken; Eugenie Buffet'yi, 
Mirliton'a Aristide Bruant'ı, Scala'ya Yvette Guilbert'i görmeye koşardık. Sanki 
iki kardeştik, beyaz bıyıklı ve kara bıyıklı, aynı yürüyüş, aynı şapka. Ama yine de 
kadınlar önce ona bakarlardı. Patlayan her şampanya şişesinde nasıl hareket 
ettiğine, nasıl yürüdüğüne bakardım. Tek bir kez aksamazdı. Bir hamlede kalkar, 
benim kadar hızlı yürürdü. Bastonu sadece süs diye kullanıyordu. Bu geçkin 
baharın her gülünü koparmak istiyordu. Doksan üç yaşına kadar yaşadığını 
belirtmekten iftihar duyuyorum. O tarihte önünde daha onyedi yıl yardı, yeni 
gençlik yılları...
Bir akşam beni Madeleine Alanı'nda Durand'a yemeğe götürdü. Lokantanın bir 
köşesinde, yanyana konulmuş masaların çevresinde bir grup kadın-erkek oyuncu, 
gazeteci ve politikacı vardı. Büyükbabam, ancak benim duyabileceğim bir sesle 
her birini teker teker tanıttı. Masanın tam ortasında boş bir iskemle vardı. Az 
sonra bir adam geldi, yerin ona ayrıldığını anladım. Hemen çevresini
142
sardılar, söylediği her söz hayret ya da gülüşmeyle karşılanıyordu. Dedem kalktı, 
kendisini izlememi istedi:
— Gel sana kuzenim Henri'yi tanıtayım!
Beni çekiştirip duruyordu. İki kuzen birbirlerine sarıldılar, sonra bana döndüler:
— İşte Amerikalı torunum! Seninle çok tanışmak istiyordu. Şaşkınlığımı pek 
gizleyemedim. Adam inanmıyormuş gibi bana baktı. Sonra da:
— Pazar sabahı gelip beni görsün dedi. Trisikletimle gezintim bittiğinde(1)
Ancak yerime oturduktan sonra kim olduğunu anlayabildim. Büyükbabam onu 
mutlaka tanımamı istiyordu. Ondan sık sık, aynı soydan olmanın böbürlenmesiyle 
söz ederdi. Aslında, söz konusu kuzen Atlantiğin öte yakasında pek tanınmasa da, 
Fransa'da Sarah Bernhardt'dan da ünlüydü. Çünkü söz konusu kişi Victor Henri 
de Rochefort-Luçay, demokrasilerde tanınan adıyla Henri Rochefort'dan başkası 
değildi. Soylu bir marki, hızlı bir komüncü, eski bir parlamanter ve bakan, çileli 
bir zindan mahkûmu idi. Versailles'cılar tarafından Yeni Kaledonya'ya sürüldükten 
sonra, 1874'te, inanılmaz yöntemlerle firar etmiş ve çağdaşlarına, üzerinde 
işleyebilecekleri malzeme olmuştu. Edouard Manet bile, Rochefort'un Kaçışının 
resmini yapmıştı. 1889'da yeniden sürgün edilmişti. Bu kez, General Boulanger ile 
komplo kurmakla suçlanıyordu. Etkili gazetesi Intransigeant'ı Londra'dan 
yönetmeyi sürdürmüştü. 1895 affından yararlanarak döndüğü vakit, kendisini iki 
yüz bin Parisli çılgınca karşılamıştı. Blanqui ve Boulanger yanlısı, sol ve sağ 
devrimci, idealist, demagog, birbiriyle çekişen yüz çeşit davanın sözcüsü olmuştu. 
Bütün bunları biliyordum ama beni bekleyen sürpriz başkaydı.
Saptanan gün Pergolese Sokağı'ndaki konağına gittim. Büyükbabamın en sevgili 
kuzenini bu ilk ziyaretimin, Doğu âlemine yapacağım gezinin ilk adımlarını 
oluşturacağını nereden bilebilirdim?


— Demek siz, sevgili Genevieve'in oğlusunuz? Ömer adını taktığı oğlu sizsiniz, 
değil mi?
— Evet, Benjamin Ömer.
— Seni kollarıma aldığımı biliyor muydun?
Bu koşullarda bana sen demesi doğaldı. Ama bu sesleniş tabii ki tek yönlü olmakla 
kaldı.
(1) Trisiklet: Üç tekerlekli bisiklet. (Ç.N.)
143
— Annem, siz kaçtıktan sonra San Fransisco'ya gelip, Doğu Ekspresine bindiğinizi 
anlatmıştı. New-York'ta sizi garda karşılamışız. O zaman iki yaşındaydım.
— Çok iyi anımsıyorum. Senden, Hayyam'dan, İran'dan söz etmiştik. Üstelik, 
senin büyük bir doğubilimcisi olacağını söylemiştim.
Onun bu tahminlerini gerçekleştiremediğimi, başka şeylere ilgi duyduğumu, daha 
çok mali konulara yöneldiğimi, babamın kurduğu denizcilik şirketinin başına 
geçmeyi tasarladığımı söylerken, hayli sıkıldım. Benim bu seçimimden 
düşkırıklığına uğrayan Rochefort, bir sürü öykü beraberinde, bana uzun bir 
söylevde bulundu. Montesqieu'nun îran Mektupları ve Nasıl İranlı Olunur? adlı 
yapıtlarından tutun da, kendini XIV. Louis'nin elçisi diye tanıtıp İran Şahı 
tarafından kabul edilen kumarbaz Marie Petit'nin serüvenine Jean Jacques 
Rousseau'nun kuzeninin ömrünün son yıllarını İsfahan'da bir saatçi olarak 
geçirmesine kadar bir dizi hikâye anlattı. Onu yarım yamalak dinliyordum. 
Dikkatimi onu incelemeğe vermiştim, kocaman kafasına, dalgalı ve gür saçların 
kapladığı çıkık alnına bakıyordum. Aşırılığa kaçmadan, heyecanla konuşuyordu. 
Ateşli yazılarını bilince, el kol hareketlerinde bulunacağını sanırdım.
— Hiç ayak basmadığım halde İran'a bayılıyorum. Gezginci bir ruha sahip değilim. 
Sürgün edilmiş olmasaydım, Fransa'dan dışarı ayak atmazdım. Ama zaman 
değişiyor, dünyanın öbür ucunda meydana gelen olaylar bizi de etkiliyor. Bugün 
altmış yerine yirmi yaşında olsaydım, Doğu'da bir serüven yaşamak isterdim. Hele 
adım Ömer olsaydı!
Hayyam'dan niçin yüz çevirdiğimi anlatmak zorunda kaldım. Rubaiyat ile ilgili 
kuşkuları, gerçek olduklarını gösterecek hiçbir kanıtın olmadığını anlattım. Ben 
konuştukça, gözlerinde anlamını çözemediğim bir ışık belirdi. Söylediklerim böyle 
bir heyecanı yaratacak nitelikte değildi. Meraklandığım ve sıkıldığım için kısa 
kestim. Rochefort heyecanla sordu:
— Ya, Elyazması Kitabın varlığından emin olsaydın, Ömer Hayyam'a yeniden ilgi 
duyar miydin?
— Elbette.
— Ya ben sana, bu Elyazması'nı gözlerimle gördüm, hem de şurada Paris'te 
ellerimle dokundum dersem?
144
XXVII
Bu ani açıklama hayatımı altüst etti dersem, doğru olmaz. Rochefort'un beklediği 
tepkiyi göstermedim. Bir hayli şaşırmış ve meraklanmıştım ama, aynı zamanda 
kuşkuluydum. Karşımdaki adam bana tam bir güven vermiyordu. Dokunduğu, 


yapraklarını çevirdiği kitabın, Hayyam'ın gerçek yapıtı olduğunu nereden 
bilecekti? Farsça bilmiyordu, belki de onu aldatmışlardı. Hiçbir doğubilimcisi 
varlığını açıklamadığı halde, nasıl oluyordu da bu kitap Paris'te bulunuyordu? 
Terbiyeli bir biçimde: "İnanılır gibi değil!" dedim ama, bu aynı zamanda gerçek 
düşüncemdi. Böylece hem karşımdakinin heyecanına katılıyor, hem de kendi 
kuşkularımı belirtmiş oluyordum. Konuşmasını bekledim. Rochefort:
— Olağanüstü birini tanımıştım dedi. Gelecekteki kuşaklara iz bırakmak üzere 
tarihte yerini alan kişilerden biri. Türk padişahı ondan çekiniyor, İran Şahı adını 
duyduğunda titriyor. Peygamber sülalesinden olduğu halde İstanbul'dan kovuldu, 
çünkü pek çok din adamının, vezirin, vekilin huzurunda feylesofluğun insanlığa 
peygamberlik kadar gerekli olduğunu söylemiş. Adı Cemaleddin.(1) Tanıyor musun?
Cehaletimi itiraf etmek zorunda kaldım.
— Mısır İngilizlere karşı ayaklandıysa, bu adamın çağrısı üzerine ayaklandı. Nil 
vadisinin tüm okur yazarları, ondan saygıyla söz ederler. Onu Üstad diye 
çağırırlar. Aslında Mısırlı değildir. Orada pek az kalmıştır. Hindistan'a sürülmüş, 
orada da bir çok yandaş edinmiştir. Onun teşvikiyle gazeteler çıkmış, dernekler 
kurulmuştur. Genel Vali de endişelenerek, Cemaleddin'i smır dışı etmiştir. O da 
Avrupa'da yerleşmeyi yeğlemiş ve etkinliklerini Londra'dan ve daha sonra 
Paris'ten sürdürmüştür. Intransigeant'a yazı yazıyordu ve çok sık karşılaşırdık. 
Bana müridlerini tanıştırmıştı. Bunlar Hintli Müslümanlar, Mısırlı Yahudiler, 
Suriyeli Maruniler idi. Fransızla arasında sanırım en iyi arkadaşı bendim. Ama 
yalnız-
(1) Söz konusu kişi Cemaleddin Afganî'dir. (Ç.N.)
145
ca ben değil, Ernest Renan ve Georges Clemenceau da var. İngiltere'de de Lord 
Salisbury, Randolph Churchill ve Wilfrid Blunt ile dostluk kurmuştu. Ölümünden 
bir süre önce Victor Hugo da onunla tanışmıştı. Daha bu sabah, onunla ilgili bazı 
notları gözden geçiriyordum. Anılarımda ondan söz etmek niyetindeyim.
Rochefort, kâğıtları arasından, ince yazısı ile yazdığı bir kâğıt çekti ve okumaya 
başladı: "Bana sürgün edilmiş bir adamı tanıştırdılar. Bütün İslam dünyasında ün 
salmış. Bir 'Islahatçı ve İhtilalci' olarak. Adı Şeyh Cemaleddiri, gerçek bir aziz! 
Güzel kara gözleri hem yumuşak hem ateşli, koyu kara sakalı yarı beline kadar 
inmiş, ona tuhaf bir azamet kazandırıyor. Kitlelere egemen olan tiplerden. Tek 
tük konuşabildiği Fransızcayı az çok anlıyordu ama dilimizi bilmemesini, zekâsı ile 
gideriyordu. Sakin ve sessiz görünüşünün altında, kıpır kıpır bir canlılık vardı. 
Birbirimizle hemen kaynaştık, çünkü bende devrimci bir ruh var ve her özgürlük 
savaşçısı beni kendine çeker..."
Kâğıtları yerine koydu ve devam etti:
— Cemaleddin, Madeleine yakınlarındaki Seze sokağında bir otelin son katında, 
küçük bir oda tutmuştu. Hindistan'a ve Arabistan'a balyalarla gönderdiği 
gazetelere burada yazı yazardı. Bir kez içeri girdim, neye benzediğini görmek 
için. Cemaleddin'i Durand'a yemeğe davet etmiş ve onu geçip alacağımı 
söylemiştim. Doğrudan odasına çıktım. Gazete ve kitap yığınları arasından zor 
geçiliyordu. İçerde boğucu bir puro kokusu vardı.


Rochefort, adamı çok beğendiği halde, o son cümleyi yüzünü ekşiterek söyledi ve 
benim de o saniye yakmış olduğum puroyu söndürmeme yol açtı. Rochefort 
gülümseyerek teşekkür etti ve konuşmasını sürdürdü:
— Dağınıklıktan ötürü özür diledikten sonra, önem verdiği bir kaç kitap gösterdi. 
Özellikle muhteşem minyatürlerle süslenmiş Hayyam'ın kitabını. O kitabm adının 
"Semerkant Elyazması" olduğunu, ozanın kendi eliyle yazdığı dörtlükleri içerdiğini, 
kenarına da tarih düşüldüğünü anlattı. Elyazması'nın hangi yoldan eline geçtiğini 
de belirtti.
— Good Lord!
Benim Tanrı'ya İngilizce seslenişim, Henri'nin kahkahasına yol açtı. Belliydi ki 
inançsızlığımı bir yana atarak, onu can kulağı ile dinleyecektim. Bundan 
yararlanmaya baktı:
— Tabii bu konuda Cemaleddin'in söylediklerini pek anımsamıyorum diye 
acımasızca devam etti. O gece, daha çok Sudan'dan
söz ettik. Sonra o Elyazması 'nı bir daha görmedim. Ama var olduğuna tanıklık 
edebilirim. Yine de, kaybolmuş olmasından korkuyorum. Arkadaşımın elinde ne 
varsa yakılıp yıkıldı ya da dağıtıldı.
— Hayyam'ın kitabı da mı?
Yanıt olarak Rochefort, cesaret verici bir işarette bulunmakla yetindi. Sonra 
heyecanla anlatmaya başladı. Arasıra notlarına da bakıyordu:
— İran Şahı 1889'da Sergi için Avrupa'ya geldiğinde, Cemaleddin'e "kâfirler 
arasında ömür tüketeceğine İran'a dönmesini" önerdi. Önemli bir görev 
vereceğini ima etmekten geri kalmadı. Cemaleddin de koşullarını söyledi: "Bir 
Anayasa yapılmalı, seçimler olmalı, 'uygar ülkelerde olduğu gibi' yasa karşısında 
herkes eşit olmalı ve yabancı devletlere verilen aşırı ödünler kaldırılmalı" idi. 
İran'ın durumu, yıllar boyu karikatürlerimize konu edilmişti. İran'da yol yapma 
tekelini ellerinde tutan Ruslar, şimdi de askeri eğitimi üstlenmişlerdi. Bir Kazak 
Tugayı kurmuşlardı. Bu, İran ordusunun en iyi donatılmış tugayı idi ve doğrudan 
Çar'in komutanlarından emir alıyorlardı. Buna karşılık İngilizler, bir lokma ekmek 
karşılığında bütün madenlerin ve ormanların işletmesini üstlenmişlerdi, ayrıca 
banka sistemini ellerinde tutma hakkını elde etmişlerdi. Avusturyalılara gelince, 
onlar da Posta İdaresi'ne el koymuşlardı. Cemaleddin, mutlakiyetçiliğe son 
vermesi ve yabancılara verilen ödünlerin kaldırılmasını isterken, red edileceğini 
biliyordu. Oysa büyük bir şaşkınlıkla, Şahın bütün koşullarını kabul ettiğini ve 
ülkeyi modernleştirme vaadinde bulunduğunu gördü.
"Cemaleddin İran'a gitti, hükümdarın çevresinde yer aldı, Hükümdar da ilk 
zamanlar ona, haremindeki kadınları sunacak kadar yakınlık gösterdi. Ama 
reformlar askıdaydı. Bir Anayasa mı? Din adamları bunun Tanrı Yasası'na aykırı 
olacağına Şahı inandırdılar. Seçimler mi? Saraylılar, Şah mutlak otoritesinin 
sarsılmasına izin verirse, sonunun XVI. Louis'ye benzeyeceğini söylüyorlardı. 
Yabancılara verilen ödünler mi? Olanları kaldırmak bir yana, hükümdar hep para 
sıkıntısı çektiğinden, yeni ödünler vermek zorunda kalıyordu. Bir İngiliz şirketine, 
on beş bin sterlinge karşılık, İran'ın tütün tekelini vermişti. Şirketin yalnız dış 


satım değil iç satım hakkı da oluyordu. Kadın, erkek, çocuk, herkesin nargile içtiği 
bu ülkede bu, pek kârlı bir işti.
"Ödünler konusunda bu sonuncu haber, Tahran'da resmen açıklanmadan önce, el 
altından dağıtılan el ilanları ile duyurulmuş ve Şahın bu kararından vazgeçmesi 
istenmişti. Hatta hükümdarın
146
147
yatak odasına bile bu bildirilerden bir tanesi konulmuştu. Bunları yazanın 
Cemaleddin olmasından kuşkulanılıyordu. Kaygılanan Cemaleddin, pasif direnişe 
geçmeye karar verdi. İran'da âdetti: herhangi bir insan, özgürlüğünden ya da 
hayatından kaygılandığı vakit, Tahran dolaylarındaki eski türbelerden birine 
sığınırdı. Orada yakalanmazdı. Cemaleddin de aynı şeyi yaptı ve bu hareketiyle 
kitleleri harekete geçirmiş oldu. Binlerce kişi, İran'ın dört bir bucağından, onu 
görüp dinlemek için yola çıktı. Bunun üzerine hükümdar da öfkelenerek onun 
oradan çıkartılmasını emretti. Bu hainliği yapmadan önce çok düşündüğünü, ancak 
sadrazamının, Avrupa'da yetişmiş biri olduğu halde, Cemaleddin'in türbenin 
dokunulmazlığından yararlanma hakkına sahip olmadığını söyleyerek onu 
etkilediğini anlatırlar. Askerler bu ibadet edilen yere silahlarıyla girdiler, 
ziyaretçiler arasından kendilerine bir yol açarak Cemaleddin'i yakaladılar, nesi 
varsa soyup, yarı çıplak durumda ülke sınırına kadar sürüklediler. O günü, o 
türbede, Semerkant Elyazması, Şahın askerlerinin çizmeleri altında kayboldu.
Rochefort konuşmasını sürdürerek ayağa kalktı, duvara yaslanıp kollarını birbirine 
geçirdi:
— Cemaleddin sağ ama hastaydı. Özellikle, kendisini hayran hayran dinlemeye 
gelen onca ziyaretçinin, böylesine aşağılanmasına seyirci kalmalarını 
hazmedememişti. Bundan da bir takım sonuçlar çıkarttı: Ömrünü bazı din 
adamlarının yobazlığını kınamakla geçirdiği Mısır, Fransa ve Türkiye'deki mason 
localarına devam ettiği halde, Şah'a baş eğdirmek üzere elindeki sonuncu silahı 
kullanmaya karar verdi. Ne olursa olsun sonuçlarına da katlanacaktı!
Bunun üzerine, İran'daki Baş İmam'a uzun bir mektup yazdı. Hükümdarın, 
Müslümanların mallarını kâfirlere ucuza satmasını önlemesini istedi. Bundan 
sonrasını gazetelerden izlemişsindir.
Anımsadığım kadarıyla, Amerikan basını, Şiilerin Baş İmamının şaşırtıcı bir 
açıklamada bulunduğunu yazmıştı: "Tütün içen her kişi, Mehdi'ye -Tanrı gelişini 
yakın kılsın- karşı çıkmış sayılır. O günden sonra hiçbir İranlı, tek sigara içmedi. 
Nargileler kırıldı, tütüncüler kapandı. Şahın karıları bile, emre harfiyen uydular. 
Hükümdar telaşlandı. Baş İmam'a gönderdiği mektupta onu, tütünü yasaklamakla 
Müslümanların sağlığı ile oynuyorsun diye suçladı. Ama boykot daha da sertleşti. 
Tahran, Tebriz, İsfahan'da gösteriler yapıldı. Rochefort devamla:
— Bu ara, Cemaleddin İngiltere'ye varmıştı, dedi. Ona orada rastladım, uzun uzun 
görüştüm. Bana, şaşkın ve ne söylediğini bil-
mez göründü. "Şah'ı devirmek gerek" deyip duruyordu. Yaralı, aşağılanmış biri 
olarak intikam almaktan başka bir şey düşünmüyordu. Üstelik hükümdarın öfkesi 
onu rahat bırakmamıştı. Şah, Lord Salisbury'e bir mektup yazmıştı: "Biz bu 


adamı, İngiliz çıkarlarına karşı çıktığı için kovduk. O kalkmış nereye sığınıyor? 
Londraya!" Resmi olarak, Şah'a İngiltere'nin özgür bir ülke olduğu, bir insanın 
sığınmasını önleyecek hiçbir yasa bulunmadığı söylenmişti. Özel olaraksa, 
Cemaleddin'in etkinliklerini sınırlayacak yasal yollar bulunacağı vaad edilmişti. 
Ayrıca Cemaleddin'den de ikametini kısa kesmesi rica edilmişti. Bunun üzerine, 
istemeye istemeye İstanbul'a gitti.
— Şimdi orada mı?
— Evet. Çok hüzünlü olduğu söyleniyor. Sultan ona bir konak tahsis etmiş. Orada 
dostlarını ve müritlerini kabul ediyormuş. Ama ülkeden çıkması yasakmış. Sıkı göz 
hapsinde tutuluyormuş.
148
149
XXVIII
Kapıları ardına kadar açık muhteşem hapishane: Yıldız sırtlarında ahşap bir saray; 
Sadrazam konağının yanı başında. Yemekler, Saray mutfağından geliyor. 
Ziyaretçiler art arda ağaçlıklı yoldan ilerliyor, kapı eşiğine vardıklarında 
pabuçlarını çıkartıyorlardı. İçeri girildikte, Üstadın, tok sesiyle Şah'a ve İran'a 
lanetler yağdırdığı duyuluyordu.
Ben, tuhaf şapkam, tuhaf yürüyüşüm, tuhaf kaygılarımla Paris'ten İstanbul'a 
yetmiş iki saat süren ve üç imparatorluk toprağından geçen Amerikalı yabancı, 
elyazması bir kitabı elde etmek için, -eski bir şiir kitabını,- Doğu'nun kargaşasına 
dalıverdim!
Yanıma bir uşak geldi. Osmanlı usulü bir temennan, iki Fransızca sözcük, tek bir 
soru sormaksızın! Buraya zaten herkes aynı nedenle geliyordu: Üstadı görmek, 
Üstadı dinlemek, Üstadı gözaltında tutmak. Büyük salonda beklemem istendi.
İçeriye girer girmez, bir kadm görüntüsü gözüme çarptı. İster istemez gözlerimi 
eğdim; güleç bir yüzle tokalaşmak için yaklaşmayacak kadar ülke adetlerini 
biliyordum. Konuşur gibi yapıp, belli belirsiz şapkamla selam verdim. Oturduğu 
yere yakın, boş bir koltuk gözüme çarptı. Oraya seyirttim. Gözlerim yerdeki 
halıya dikilmişken, kadının iskarpinlerinden mavi etekliğine, oradan dizlerine, 
göğüslerine, boynuna, peçesine kadar yükseldi. Ama tuhaf şey, peçeyle 
karşılaşacak yerde, açık bir yüz ve bana bakan gözlerle karşılaştım. Ve de bir 
gülümsemeyle... Bakışlarımı kaçırdım, halılarda gezdirdim, bir yer döşemesine 
takılı kaldılar. Sonra yavaş yavaş, bir mantarın suda yükselişi gibi, bakışlarım da 
ona doğru yükseldi. Başında ipek bir yaşmak vardı. Gerekirse yüzünü örtüyordu. 
Oysa yaşmak, yabancının karşısmda açık duruyor ve inmiyordu.
Bu kez bakışları uzağa dalmıştı. Bana da profilini ve teninin duruluğunu izlemek 
kalmıştı. Tatlılığın bir adı olsaydı, onun tenine konulurdu. Gizemin bir adı olsaydı, 
kendisine takılırdı. Yanak-
larım terlemiş, ellerim buz gibi olmuştu. Şakaklarım mutluluktan zonkluyordu.
Tanrım, Doğu'nun bu ilk görüntüsü ne kadar güzeldi! Çöl ozanlarının övecekleri bir 
kadm: yüzü güneş, saçları gölge, gözleri pınar, bedeni fidan, gülümsemesi serap!
Onunla konuşmak mı? Burada mı? Seslerin olduğu gibi yankılandığı bu odada mı? 
Ayağa kalkmak? Ona doğru yürümek? Daha yakınına oturup gülümsemesine 


yakından bakmak ve peçesinin bir giyotin gibi indiğini görmek tehlikesini göze 
almak mı? Gözlerimiz, rastlantıymış gibi yeniden karşılaştı, sonra gözlerini 
kaçırdı. Uşağın gelmesiyle bu kısa buluşmalar da son buldu. Birincisinde çay ve 
sigara tutmak için, ikincisinde de yerlere kadar eğilip Türkçe bir şeyler söylemek 
için gelmişti. Bunun üzerine kalktı, yüzünü örttü, adama meşin bir kese uzattı. 
Adam çıkış kapışma doğru koştu, kadın onu izledi.
Tam çıkacağı sırada yavaşladı, adamm uzaklaşmasını bekledi, bana döndü ve 
benimkinden çok daha iyi bir Fransızcayla:
— Bilinmez! Bir gün yeniden karşılaşırız, dedi.
Nezaket mi? Vaad mi? Konuşurken muzipçe gülümsüyordu.
Bir kafa tutma ya da tatlı bir sitem izlenimini edindim. Koltuğumdan acemice 
kalkıp, dengemi bulmak için salınıp dururken, o karşımda hareketsiz durmuş, 
eğlenir bir tavır takınmıştı. Söyleyecek tek bir sözcük bile bulamıyordum, Birden 
yok oldu.
Pencerenin yanmda durmuş, ağaçlarm ve faytonlarm arasından onu seçmeğe 
çalışırken, bir ses beni düşüncelerimden ayırdı.
— Sizi beklettiğim için özür dilerim.
Konuşan Cemaleddin'di. Sol elinde sönmüş bir puro tutuyordu. Sağ elini uzattı, 
içtenlikle elimi sıktı, yumuşak ama mertçe...
— Adım Benjamin Lesage. Henri Rochefort tarafmdan geliyorum.
Rochefort'un mektubunu uzattım. Okumadan cebine soktu, kollarını açtı, beni 
kucaklayıp alnımdan öptü.
— Rochefort'un dostları, benim dostlarımdır. Onlarla daima açık konuşurum.
Omuzlarımdan tutup, ahşap merdivenlere doğru sürükledi.
— Umarım dostum Henri iyidir. Sürgünden büyük bir zaferle döndüğünü duydum. 
Parislilerin admı bağıra bağıra önünde geçmeleri, onu çok mutlu etmiş olmalı. 
Olanları Intransingeant''da okudum. O gazeteyi düzenli gönderir. Böylece 
Paris'te olan biten hakkında bilgi sahibi olurum.
150
151
Cemaleddin özenle, düzgün bir Fransızcayla konuşuyordu. Bazen bir sözcük 
ararken, ona fısıldayıveriyordum. Doğru bulmuş-sam teşekkür ediyor, 
bulmamışsam belleğini yokluyordu.
— Paris'te karanlık bir odada yaşadım. Ama odam geniş bir dünyaya açılıyordu. Bu 
evden bin kat ufaktı ama içim böyle daral-mıyordu. Halkımdan binlerce kilometre 
uzaktaydım ama onların iyiliği için burada ya da İran'da olduğumdan daha rahat 
çalışıyordum. Sesimi ta Cezayir'e kadar duyurabiliyordum. Bugün ise sadece, beni 
ziyaretleri ile onurlandıran kişilere duyurabiliyordum. Kapım onlara her zaman 
açık tabii, özellikle Paris'ten gelirlerse...
— Ben Paris'te yaşamıyorum. Annem Fransız, adım Fransız adına benziyor ama 
ben Amerikalıyım. Maryland'da oturuyorum.
Eğlenir gibiydi:
— 1882'de Hindistan'dan kovulduğum zaman Amerika'dan geçtim. Hatta inanır 
mısınız, az daha Amerikan uyruğuna geçecektim. Gülümsüyorsunuz! Dindaşlarımın 


çoğu şok geçirirdi. Seyyid Cemaleddin, İslam Rönesansmın havarisi, Peygamber 
soyundan gelme, bir Hıristiyan ülkesinin uyruğuna geçsin! Ama utandığım yok, 
hatta dostum Wilfried Blunt'un bunu Anıları'nda belirtmesine izin verdim. 
Gerekçem basit: İslam toprakları üzerinde zulümden korunabileceğim tek bir 
köşe yok. İran'da geleneksel olarak dokunulmazlığı olan bir türbeye sığınmak 
istedim, hükümdarm askerleri içeriye girip, beni yüzlerce ziyaretçi arasından alıp 
dışarıya çıkardılar. Tek bir talihsiz istisna dışında, kimsenin kılı kıpırdamadı. 
Kimse karşı çıkma cesaretini göstermedi. Zalimden korunacak ne bir medrese, ne 
bir türbe, ne bir kulübe vardı!
Titreyen bir elle, masanın üzerinde duran tahtadan bir dünyayı okşamağa başladı.
— Türkiye bundan da kötü. Sultan ve Halife Abdülhamid'in resmi konuğu değil 
miyim? Tıpkı Şah gibi, o da kâfirler ülkesinde yaşadığım için sitem dolu 
mektupları göndermedi mi? Keşke ona, "güzelim ülkelerimizi hapishaneye 
dönüştürmeseydiniz, Avrupalılara sığmmam gerekmezdi" diye yanıt verseydim. 
Ama zaaf gösterdim, kandırıldım, İstanbul'a geldim; sonuç ortada! Bu yarı deli, 
konukseverlik kurallarını bir yana iterek, beni hapsetti. Ona en son şu haberi 
gönderdim: "Sizin davetliniz değil miyim? Bırakın gideyim! Sizin mahpusunuzsam, 
ayağıma pranga takıp beni zindana atın!" Cevap bile vermedi. Amerikan, Fransız, 
Avusturya-Macaristan hatta Rus veya İngiliz uyruğunda olsaydım, konsolosum 
Sadrazamın kapısmı vurmadan içeri dalar, yarım saat içinde beni ser-
152
best bıraktırırdı. Dediğim gibi, bu yüzyılın Müslümanları olarak, bizler birer 
yetimiz.
Nefes nefese kalmıştı. Son bir çabayla:
— Söylediklerimin hepsini yazabilirsiniz dedi. Sadece, Abdül-hamid'e yarı deli 
dediğimi yazmaym. Bu kafesten uçup gitme fırsatını tümüyle yitirmek 
istemiyorum. Üstelik yazarsan da yalan olur çünkü adam tam deli, üstüne üstlük 
tehlikeli bir cani, hastalıklı ve kendini müneccimin ellerine terk etmiş.
— Hiç kaygılanmayın. Bunların hiçbirini yazacak değilim. Ara vermesinden 
yararlanarak, yanlış bir anlama olmaması
için atıldım:
— İtiraf edeyim ki ben gazeteci değilim. Henri Rochefort dedemin kuzeni olur ve 
sizi görmemi o söyledi. Ancak gelişimin amacı İran ya da sizin hakkınızda yazı 
yazmak değil.
Ona Hayyam'm Elyazması 'na duyduğum ilgiyi, onu elime almak, sayfalarını 
çevirmek, derinliklerine inmek, içeriğini yakından incelemek istediğimi anlattım. 
Beni dikkatle dinledi ve sevincini gizleyemedi:
— Beni bir an tasalarımdan uzaklaştırdığınız için size minnettarım. Sözünü 
ettiğiniz konu beni her zaman heyecanlandırmıştır. M. Nicolas'nm, Rubaiyat'ı 
tanıtırken üç arkadaşın, Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam'm 
öyküleriyle ilgili yazdıklarını okudunuz mu? Onlar birbirinden farklı kişilerdi ama 
her biri İran ruhunun ölümsüz bir yanını temsil ediyorlardı. Ben bazen her üçü 
olduğumu sanırım. Tıpkı Nizamülmülk gibi bir büyük İslam devleti kurmayı 
düşlüyorum. İsterse, çekilmez bir Türk Sultanı tarafından yönetilsin! Tıpkı Hasan 


Sabbah gibi, tüm İslam ülkelerine bozgunculuk tohumları ekiyorum, beni ölüme 
kadar izleyen müridler yaratıyorum.
Durdu, düşündü, kendini toparlayıp gülümsedi:
— Hayyam gibi bir anın zevkini tadıyor, şarap, meyhane ve sevgili üzerine şiirler 
yazıyorum; tıpkı onun gibi sahte dincilerden kaçınıyorum. Bazı dörtlüklerinde 
kendisinden söz ederken, Ömer'in beni anlattığını sandığım anlar oldu:
"Rengârenk Dünyada bir adam gezer,
Ne zengin, ne fakir, ne mümin, ne zındık,
Hiçbir gerçeğe dalkavukluk etmez,
Hiçbir yasayı tanımaz...
Bu alacalı dünyada kimdir bu adam, cesur ve üzgün?"
153
Bunu söylerken, bir sigara yaktı, düşünceye daldı. Küçük bir ateş parçacığı 
sakalının üzerine düştü, alışkın bir hareketle silkeledi. Sonra devam etti:
— Ta çocukluğumdan beri Hayyam'a hayranlık duyarım. Şair, ama özellikle 
feylesof, özgür düşünür Hayyam'a! Avrupa ve Amerika'nın, geç de olsa, onu 
keşfetmesinden kıvanç duyuyorum. Hay-yam'ın kendi eliyle yazdığı Rubaiyat elime 
geçince, ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz.
— Ne zaman elinize geçti?
— On dört yıl önce, Hindistan'da, sırf beni görmek için gelmiş olan genç bir Acem 
getirdi onu bana. Kendisini şöyle tanıtmıştı: "Mirza Rıza, Kirmanlı, Tahran 
Çarşısı'nda eski bir tacir, hizmetkârınız!" Gülümsemiş ve eski bir tacirden ne 
kastettiğini sormuştum. Öyküsünü bunun üzerine anlattı. Eski giysiler satan bir 
dükkânı varmış, bir gün, Şah'ın oğullarından biri, ondan şallar, kürkler almış. 
Karşılığında bin yüz tuman, yani bin dolar verecekmiş. Ertesi günü, Mirza Rıza 
parasını almak üzere Şah'ın oğluna gittiğinde, dayak yemiş, hatta ölümle tehdit 
edilmiş. Onun üzerine gelip beni görmeye karar vermiş. O sıralarda Kalküta'da 
ders veriyordum. Mirza devamla dedi ki: "Keyfi yönetilen bir ülkede, namusuyla 
para kazanmanın olanaksız olduğunu anladım. İran'da bir Anayasa ve bir 
Parlamento gereklidir diye yazan sen değil misin? Bugünden itibaren en sadık 
müridin olayım. İşyerimi kapattım, karımı terk ettim, sırf peşinden gelebileyim 
diye! Sen sadece emret!"
Bu adamı anımsarken, Cemaleddin acı çeker gibiydi:
— Heyecanlanmış ve zor durumda kalmıştım. Ben bir gezgin feylesoftum. Ne 
evim, ne yurdum vardı. Yükümlü olmamak için evlenmemiştim. O adamın 
Mesih'mişim, Kurtarıcı'ymışım ya da Mehdi'ymişitn gibi beni adım adım izlemesini 
istemiyordum. Ona "Her şeyi, dükkânını, aileni, pis bir para işi için terketmeğe 
değer mi?" diye sordum. Yüzünü astı, buna cevap vermedi, dışarı çıktı. Altı ay 
sonra tekrar geldi. Cüppesinden üzeri taş işli altın bir kutu çıkarttı. Açıp bana 
verdi: "Şu kitaba bak. Kaç para eder dersin?" Sayfaları çevirdim, okudukça 
heyecandan titriyordum. "Hay-yam'm gerçek kitabı! Şu resimler, şu süslemeler! 
Paha biçilmez!" "Binyüz tumandan çok mu eder?" diye sordu. "Çok daha fazla!" 
dedim. "Öyleyse senin olsun, dedi. Sana, Mirza'nın parasını geri almak için değil, 
onuruna yeniden sahip olmak için geldiğini hatırlatır."


Cemaleddin devamla:
— Elyazması böylece benim oldu, dedi. Bir daha da ayrılmadım. Amerika'ya, 
İngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya, Rusya'ya sonra da İran'a hep yanımda 
götürdüm. Şeyh Abdülazim'in türbe-sindeyken de yanımdaydı. Onu orada, o 
türbede kaybettim.
— Şimdi nerede olabileceğini biliyor musunuz?
— Size anlatmıştım. İtilip kakıldığım sırada tek bir adam Şah'ın askerlerine karşı 
çıkabilmişti. O da Mirza Rıza idi. Ayağa kalkmış, bağırmış, ağlamış, askerleri ve 
orada bulunanları alçaklıkla suçlamıştı. Onu tutuklayıp işkence ettiler, dört yıl 
süreyle zindana attılar. Serbest kaldığında İstanbul'a beni görmeye geldi. O 
kadar kötüydü ki kentteki Fransız hastanesine kaldırdım. Geçen kasım ayına 
kadar oradaydı. Onu daha fazla alıkoymak istedim, dönüşünde tekrar 
yakalanmasın diye! Ama kabul etmedi. Hayyam'ın Elyazması m geri almak 
istiyordu. Onu başka hiçbir şey ilgilendirmiyordu. Bir saplantıdan diğerine geçen 
adamlar vardır.
— Sizce Elyazması hâlâ duruyor mu?
— Bunu bir tek Mirza Rıza söyleyebilir. Ben tutuklanırken onu elimden alan askeri 
bulacağına inanıyordu. Gidip onu bulmak, kitabı ondan satın almak istiyordu. Tanrı 
bilir hangi parayla?
— Elyazması'm geri almak söz konusuysa, para sorun değil! Heyecanla atılmışım. 
Cemaleddin yüzüme baktı, kaşlarmı çattı, üzerime eğildi:
— Bence siz, dedi, zavallı Mirza gibi, bu Elyazması'na takmışsınız! O halde tek bir 
yolu var: Tahran'a gitmek! O kitabı bulacağınızı garanti edemem ama, görmesini 
bilirseniz, Hayyam'ın başka izlerine de rastlayabilirsiniz!
— Vize alabilirsem yarın yola çıkarım.
— Bu sorun değil. Bakü'daki İran konsolosuna bir mektup veririm. Gerekeni yapar, 
hatta Enzeli'ye kadar gitmenizi sağlar.
Yüzümde bir endişe farketmiş olmalı ki güldü:
— Herhalde benim gibi birinin, İran hükümetinin bir memuruna nasıl tavsiyede 
bulunabileceğini düşünüyorsunuz. Bilin ki her yerde müritlerim var, her kentte, 
hatta hükümdarın en yakın çevresinde bile! Bundan dört yıl önce, Londra'da 
bulunduğum sırada, bir Ermeni arkadaşımla İran'a gizliden sokulan bir gazete 
yayınlıyordum. Şah telaşlanmış, Posta Bakanını çağırtmış ve gazetenin dağıtımına 
mutlaka son vermesini emretmişti. Bakan, gümrükçülerden her türlü bozguncu 
yayını içeriye sokmamalarını ve derhal iade etmelerini istemişti.
154
155
Cemaleddin purosundan bir nefes çekti, sonra bir kahkaha at-
tı:
— Şah'ın bilmediği, Posta Bakanının en sadık adamım olduğu idi ve gazetenin 
dağıtımı görevini üstlenmişti.
Kırmızı fesli üç ziyaretçi geldiğinde, Cemaleddin hâlâ gülüyordu. Ayağa kalkıp 
onlara selam verdi, yer gösterdi, birkaç kelime Arapça konuştu. Benim kim 


olduğumu anlattığını ve onlardan biraz izin istediğini tahmin ettim. Tekrar bana 
döndü:
— Tahran'a gitmeğe kararlıysanız, size birkaç mektup veririm. Yarın gelin, üstelik 
korkmayın, kimsenin aklına bir Amerikalıyı sınırda aramak gelmez.
Ertesi gün üç koyu renkli zarf beni bekliyordu. Onları kapatmamıştı. Birincisi 
Bakü'daki konsolosa, ikincisi Mirza Rıza'ya yazılmıştı. Üçüncüsünü uzatırken 
şunları söyledi:
— Bu adamın dengesiz ve sapık olduğunu söyleyip sizi uyarmak istiyorum. 
Gereğinden fazla görüşmeyin onunla. Onu çok severim, çok içten ve sadıktır. 
Müritlerim arasında en temiz olanıdır ama her türlü deliliği yapabilir.
İçini çekti. Beyaz entarisinin altındaki pantolonunun geniş cebine elini soktu:
— İşte on altın. Benim tarafımdan ona verirsiniz. Hiçbir şeyi yoktur, belki de 
açtır. Ama dilenmeyecek kadar onurludur.
— Onu nasıl bulacağım?
— En ufak bir fikrim yok. Ne evi, ne ailesi, ne yeri, ne yurdu var. Bir yerden bir 
yere dolaşıp durur. İşte bu yüzden bu üçüncü mektubu bir başka gencin adına 
yazdım. Bu, farklı biridir! Tahran'ın en zengin adamının oğludur. Yirmi yaşında 
olduğu halde, bizi yakan ateş onu da yakıyor. Değişken huylu değildir. En devrimci 
düşünceleri, karnı doymuş bir çocuğun gülümsemesiyle söyler. Onu, Doğulu 
olmamakla suçlarım bazen. Göreceksiniz, Acem kılığı altında İngiliz soğukluğu, 
Fransız mantığı, Clemenceau'nunkinden çok karşıt-ruhbancılık vardır. Adı Fazıl. 
Sizi Mirza Rıza'ya götürecek olan odur. Mirza'ya göz kulak olmasını ondan rica 
etmiştim. Delilik yapmasını engellediğini sanmıyorum ama, nerede olduğunu bilir.
Gitmek için ayağa kalktım. Hararetle uğurlarken elimi eline aldı:
— Rochefort mektubunda adınızın Benjamin Omar olduğunu
156
yazmış. İran'da sadece Benjamin'i kullanınız. Ömer adından hiç söz etmeyin.
— Oysa Hayyam'ın adı!
— On altıncı yüzyılda Acemler Şii olduklarından beri, bu isim yasaklandı. Başınıza 
iş açabilir. Doğu ile bütünleştiğinizi sanırken, kendinizi kavgaların içinde 
buluverirsiniz.
Yüzünde bir üzüntü, bir avuntu, bir aciz belirtisi oldu. Tavsiyesine teşekkür 
ettim. Çıkacağım sırada beni durdurdu:
— Son bir şey daha... Dün burada genç birine rastladınız. Onunla konuştunuz mu?
— Hayır, fırsat olmadı.
— O, Şah'ın torunu prenses Şirin'dir. Eğer herhangi bir nedenle çok darda 
kalacak olursanız, ona bir haber gönderip benim evimde karşılaştığınızı hatırlatın. 
Onun tek bir sözü ile pek çok kapı açılır.
157
— Yolculuk yaparken beraberinde aşçı bulundurmak gerekir.
XXIX
Trabzon'a kadar yelkenliyle gidiş... Karadeniz sakin, çokça sakin, hafif bir esinti, 
saatlerce aynı kıyı, aynı burun, aynı kayalık, aynı Anadolu ağaçlığı... Aslında 
sızlanmamam gerekirdi, yapacağım işin ağırlığını düşündükçe... Hayyam'ı çeviren 


M. Nicolas'ın Acemce-Fransızca konuşmalarını anımsamak gerekiyordu. Çünkü 
oradakilere kendi dilleriyle seslenmek istiyordum. İran'da, Türkiye'de olduğu 
gibi, pek çok aydının, üst görevlinin ya da tüccarın Fransızca konuştuklarını 
biliyordum. Hatta bazıları İngilizce biliyordu. Ama saraylar ve elçilikler çemberi 
aşılmak istendiğinde, büyük kentlerin dışında dolaşmak istenildiğinde, Acemce 
öğrenmek gerekiyordu.
Bu zorluk beni hem kamçılıyor hem eğlendiriyordu. Kendi dilimle hatta çoğu Latin 
kökenli dille ortaya çıkarttığım inceliklerden keyif alıyordum. Fransızca'nın pere, 
mere, frere, fille'i ve İngilizce'nin father, mother, brother, daughter'ı, Acemce 
peder, mader, birader, dohtar'dan geliyordu. Hint-Avrupa dilleri arasındaki 
akrabalık, bundan daha iyi betimlenemez. İran Müslümanları Tanrı'ya "Hoda" 
derler. Hoda, İngilizce God ve Almanca Gott'a, diğer Müslümanların dillerindeki 
Allah'tan daha yakındır. Bu örneğe karşm, İran'da en etkili olmuş dil Arapça'ydı. 
Pek çok Acemce sözcüğün yerine Arapçasını kullanmak bir çeşit kültürel 
züppelikti. Aydınlar arasında çok kişi, kendi dili yerine Arapça sözcükler hatta 
koca koca cümleler kullanmayı yeğliyordu. Özellikle Cemaleddin de buna düşkündü.
Arapça'ya girişmeye daha sonra niyetliydim. Şimdilik M. Nicolas'nın sözcükleriyle 
yetiniyordum ve bunlar bana Acemce öğretmekten başka, yararlı ipuçları da 
veriyordu. Örneğin, şöyle konuşmalar öğretiliyordu:
— İran'dan hangi mallar ihraç edilebilir?
— Kirman şalları, inci, yeşim, halı, Şiraz tütünü, Manderan ipeği, sülük, yasemin 
sigara ağızlığı.
mi?
— Evet. İran'da aşçısı, yatağı, halısı ve uşakları olmadan yolculuk edilmez.
— İran'da hangi paralar geçiyor?
— Rus İmparatorluk kaimeleri, Hollanda dukaları. Fransız ve İngiliz parasına az 
rastlanır.
— Şimdiki Kralın adı ne?
— Nasreddin Şah.
— Çok iyi bir kralmış.
— Evet, yabancılara karşı çok iyi ve çok cömerttir. İyi okumuştur. Tarih, 
coğrafya, resim bilir. Fransızca konuşur, Arapça, Türkçe, ve tabii Acemce bilir.
Trabzon'a vardığımda, İtalya Oteli'ne yerleştim. Her yemeği harman yerine 
çeviren sinekler bir yana, rahat bir oteldi. Ben de, diğer yolcular gibi, birkaç 
kuruşa sinekleri kovacak bir çocuk tuttum. Yalnız işin en zor yanı, sinekleri 
kovacağı yerde, onları dolmalarla kebapların içinde ezmeğe kalkışmasından 
vazgeçirmekti. Bir süre sözümü dinliyor ama bir sineği gözüne kestirdi mi, kendini 
tutamıyordu.
Gelişimin dördüncü günü, Marsilya-İstanbul-Trabzon hattını yapan gemide yer 
buldum. Karadeniz'deki Rus limanı Batum'a kadar gidiyordu. Oradan trene bindim. 
Hazar denizi kıyılarındaki Baku'ya kadar gittim. İran konsolosu beni o denli nazik 
karşıladı ki, ona basit bir yolcu olarak görünmek daha iyi değil miydi? Ama yine de 
içimi bir kuşku kapladı. Belki de mektubunda, bende kalması doğru olmayacak bir 
mesaj vardı. Aniden:


— Belki de ortak bir dostumuz var, dedim.
Zarfı çıkarttım. Konsolos dikkatle açtı. Masasından gümüş çerçeveli gözlüğünü 
aldı, okudu. Birden, parmaklarının titrediğini gördüm. Ayağa kalktı, gidip kapıyı 
kilitledi, mektubu dudaklarına götürdü ve birkaç saniye öylece kalakaldı. Sonra 
buna dönerek kazadan kurtulmuş bir kardeşe sarılır gibi sarıldı.
Kendine gelir gelmez hizmetçilere seslendi, bavulumu evine taşımaları, en güzel 
odaya yerleştirmeleri ve akşama güzel bir yemek hazırlamalarını buyurdu. Beni 
böylece iki gün evinde alıkoydu, işi gücü bırakmış, durmadan Üstad hakkında, 
sağlığı, keyfi ve özellikle İran'daki durum için ne dediği hakkında sorular sorup 
durdu. Ayrılma vakti geldiğinde, Kafkas Merkür Şirketine ait bir
158
159
Rus gemisinde bir kamara tuttu. Sonra yanıma arabacısını katarak Kazvin'e kadar 
bana eşlik etmesini, hatta hizmetine gereksinim duyacağım süre yanımda 
kalmasını istedi.
Arabacı çok becerikli, az bulunur bir adamdı. Nargilesinden ayrılıp da bavuluma 
bakması için kaytan bıyıklı gümrükçünün cebine para koymayı, ben akıl 
edemezdim. Ertesi günü gelmemizi söyleyip duran memuru, bize bir araba 
kiralaması için yola getirmeyi de beceremezdim. Yolculuğun bu zahmetlerine, 
benden önce bu yolu yapmış olanların çilesini düşündükçe, katlanabiliyordum. 
Bundan on üç yıl önce, İran'a ancak eski kervan yolunda gidilebilirdi. Trabzon'dan 
Erzurum'a ve oradan da Tebriz'e, kırk moladan ve bitkin düşüren altı haftalık 
pahalı ve aşiretler arası savaşlardan ötürü tehlikeli yolculuktan sonra varılabilirdi. 
Kafkas demiryolları bu durumu değiştirmiş, İran'ı dünyaya açmıştı. Artık oraya, 
büyük tehlikeler atlatmadan Baku'dan gemiyle Enzeli limanına, sonra faytonla 
Tahran'a giderek varılabiliyordu.
Batı'da top, bir savaş ya da tören aracıdır. İran'da ayrıca bir de işkence aracı! 
Bunu söylüyorsam, Tahran'a vardığım gün, en dehşet verici biçimde kullanıldığını 
gördüğüm içindir. Topun içine her tarafı bağlı bir adam sokulmuştu. Sadece traşlı 
kafası topun ağzından çıkıyordu. Orada, güneşin altmda, aç, susuz, ölümü 
bekleyecekti. Sonra, uzun süre cesedi orada bırakılacak diye anlattılar İbret 
olsun diye!
Bu ilk görüntüden ötürü mü İran'ın başkentinden hoşlanmadım acaba? Doğu 
illerinde, bugünün rengine, dünün gölgesine bakılır. Tahran'da böyle bir şey 
görmedim. Ya ne gördüm? Kuzeydeki zengin mahallelerine bağlayan koca koca 
caddeler; Kahire'nin, İstanbul'un, İsfahan'ın ya da Tebriz'in çarşılarının ellerine 
su döke-meyeceği develer, katırlar, alacalı kumaşlar karmaşası içinde bir pazar! 
Nereye baksan, iç karartıcı binalar! Tahran fazla yeni! Tarihi yönü pek az! Uzun 
süre, Moğolların yıktığı bilim kenti Rey'e bağlı bir kaza imiş. Ancak XVIII. yüzyıl 
sonunda bir Türkmen aşireti olan Kaçkarlar burayı ele geçirmiş. Bütün İran'ı 
egemenliği altına alan kent, basit bir kasaba olmaktan çıkıp başkent düzeyine 
yükselmiş. O güne kadar ülkenin siyasi merkezi İsfahan, Kirman veya Şiraz imiş. 
Bu da, bu kentlerde oturanlarm, kendilerini yöneten ama dillerine varana kadar 
hiçbir şeylerini bilmeyen "kuzeyli köylüleri" asmaktan beter etmeyi 


düşündüklerini gösterir. Şimdiki Şah, tahta çıktığında vatandaşları ile konuşmak 
için, çevirmen kul-
lanmış. O tarihten beri Acemceyi daha iyi öğrendiği anlaşılıyor. Zaten yeterince 
zamanı da olmuş. Ben Tahran'a Nisan 1896'da vardığımda, Şah tahta çıkışının 
ellinci yılını kutlamaya hazırlanıyordu. Kent ulusal bayraklarla donatılmıştı. Bu 
nedenle Avrupalılar için yapılmış Albert ve Prevost Otelleri doluydu. Prevost'da 
zar zor bir oda bulabilmiştim.
Önceleri, doğrudan Fazü'a gidip, mektubu verip, Mirza Rıza'yı bulmayı düşündüm 
ama sabırsızlığımı dizginledim. Doğuluların âdetlerini bildiğimden, Cemaleddin'in 
dostunun beni evine davet edeceğini biliyordum. Onu, bu daveti red ederek 
incitmek istemediğim gibi, siyasi eylemine hele de Üstad'ınkine karışmak da 
istemiyordum.
Onun için de Prevost Oteli'ne yerleştim. Oteli bir Cenevreli işletiyordu. Ertesi 
sabah bir katır kiralayarak, Büyükelçiler Cadde-si'ndeki Amerikan Elçiliği'ne bir 
nezaket ziyaretinde bulundum. Sonra da Cemaleddin'in en sevgili müridini 
bulmaya gittim. İnce bıyığı, beyaz entarisi, kibirli hali, soğukça edası ile Fazıl, 
bana İstanbul'da anlatılana çok benziyordu. Çok iyi arkadaş olacaktık. Ama ilk 
görüşmemiz soğuk geçti. Dobra konuşuşu beni huzursuz kılmış ve kaygılandırmıştı. 
Mirza Rıza'dan söz ederken de öyle oldu:
— Size yardımcı olmak için elimden geleni yaparım ama, o deliye bulaşmak 
istemem. Üstad bana onun canlı bir kurban olduğunu söylemişti. Ben de, keşke 
ölseydi diye yanıtlamıştım. Bana öyle bakmayın, bir canavar değilim ama o adam o 
kadar çekti ki, aklını yitirdi. Ağzını her açışında davamıza zarar veriyor.
— Şimdi nerede?
— Haftalardan beri Şeyh Abdülazim'in türbesinde kalıyor. Bahçesinde geziniyor, 
Cemaleddin'in nasıl tutuklandığını anlatıyor, kendi çektiklerini bağıra çağıra 
söylüyor ve Şah'ın devrilmesine dua ediyor. Seyyid Cemaleddin'in Mehdi olduğunu 
tekrarlayıp duruyor. Oysa Seyyid'in kendisi bu kadar abuk subuk konuşmasını 
yasaklamıştı. Onunla bir arada gerçekten görülmek istemem.
— Elyazması hakkında bana bilgi verecek tek insan o!
— Biliyorum. Sizi ona götüreceğim ama sonra bir saniye bile yanınızda 
kalmayacağım.
O akşam, Tahran'ın en zengin adamlarından biri olan Fazıl'ın babası, onuruma bir 
yemek verdi. Cemaleddin'in yakın dostu olmasına karşın, hiçbir siyasi eyleme 
katılmamıştı. Benim aracılığım ile Üstad'ı ağırlamış oluyordu. Yüz kişilik bir 
davetti. Konuşmalar
160
161
hep Hayyam üzerineydi. Dörtlükleri, fıkraları bütün ağızlardaydı. Tartışmalar 
hararetlendiğinde, politikaya dönüşüyordu. Hepsi Acemce'yi, Arapça'yı, 
Fransızca'yı iyi biliyordu. Bazıları da biraz Türkçe, Rusça ve İngilizce anlıyordu. 
Hepsi beni Rubaiyat uzmanı bir doğubilimcisi olarak gördükçe, kendimi daha 
bilgisiz buluyordum. Ancak, karşı koymaktan bir süre sonra vazgeçtim, çünkü bu 
da gerçek bilginlere özgü bir alçakgönüllülük işareti sayılmaya başlanmıştı.


Davet gün batımmda başladı ama ev sahibim daha erken gelmemi istemişti. Bana, 
rengârenk bahçesini göstermek istiyordu. Bir İranlı, Fazıl'in babası gibi bir saray 
sahibi de olsa, sadece bahçesiyle övünür. Davetliler geldikçe, ellerine bir içki 
bardağı alıp salkım söğütler arasından kıvrılıp giden doğal ya da yapay su 
akıntısının yanına seriliyorlardı. Ya bir halının ya bir yastığın ya da doğrudan 
doğruya toprağın üzerine! İran bahçelerinde çim bulunmaz, bu da bir Amerikalı 
için çoraklık demektir.
O akşam çok içki içilmedi. Dindarlar çay içmekle yetindi. Bunun için de büyük bir 
semaver gezdirilmekteydi. İki uşak semaveri taşıyor, üçüncüsü servis yapıyordu. 
Çoğu rakı, votka ya da şarap içmeyi yeğliyordu. Hiçbir aşırılık, kabalık 
gözlenmiyordu. Çakırkeyif olanlar, çalgıcılara pes perdeden eşlik ediyorlardı. 
Çalgıcılar arasında bir Tar'a bir zarb'cı bir de ney'ci vardı. Sonra oyuncular geldi. 
Çoğu erkekti. Davet boyunca ortalıkta tek bir kadın görülmedi.
Yemek gece yarısına doğru verildi. Daha önce fıstık, badem, çekirdek ve şeker 
yenmişti. Yemeğin çıkması, davetin sonunun geldiğine işaret sayılıyordu. Ev 
sahibinin yemeği olanca geç vermesi bir nezaket kuralıydı. Çünkü baş yemek gelir 
gelmez, ki o geceki baş yemek cevahir pilavı idi, her konuğun yemeği yiyip,, elini 
yüzünü yıkayıp gitmesi âdetti. Dışarı çıktığımızda fenerlerini yakmış faytonlar 
kapı önüne yığılmış, her biri efendisini bekler durumdaydı.
Ertesi gün şafak vakti Fazıl beni Şeyh Abdülazim'in türbesine götürdü, İçeriye 
yalnız girdi, yanında çekingen tavırlı biriyle döndü. Uzun boylu, zayıf, kirpi sakallı, 
elleri sürekli titreyen bir adamdı. Uzun beyaz bir entari giymişti. Boynuna 
renksiz, biçimsiz bir çanta asmıştı. Dünyada nesi varsa, onun içindeydi. 
Gözlerinde, Doğu'nun tüm yeisi okunuyordu.
Mirza Rıza'ya Üstad'ın mektubunu verdim. Ellerimden kopa-
rırcasına aldı, pek çok sayfası olduğu halde bir nefeste okudu, beni unutmuş 
gibiydi. Beni neyin ilgilendirdiğini söylemek için bekledim. Sonra, anlamakta güçlük 
çektiğim yarı Acemce yarı Fransızca karışımı bir dille:
— Kitap Kirmanlı bir askerde, dedi. Kirman, benim de memleketim. Öbür gün, yani 
cuma günü, beni gelip görmeğe söz verdi. Ona biraz para vermek gerek. Kitabı 
satın almak için değil; kitabı kurtardığı için adama teşekkür etmek için. Benim bir 
kuruşum bile yok ne yazık ki!
Hiç duraksamadan Cemaleddin'in gönderdiği altmı cebimden çıkardım. Bir o 
kadarını da kendimden ekledim. Memnun oldu.
— Cumartesi gel, dedi. Allah'ın izniyle Elyazması burada olur. Onu sana veririm, 
sen de İstanbul'a, Üstad'a götürürsün.
162
163
XXX
Tembellik kentin ruhuna sinmişti. Kızışmış toz zerrecikleri güneşte parlıyordu. 
Tüm uyuşukluğu ile İranlılara özgü bir gündü. Kayısılı piliç, Şiraz şarabı ile otelin 
balkonunda tatlı bir rehavet içindeydim. Yüzüme ıslak bir havlu koymuştum...
Ama o 1 Mayıs 1896 günü, tan vaktinde, bir ömür tükenecek, bir diğeri 
başlayacaktı.


Kapım deli gibi yumruklanıyordu. Sonunda duyabilmiştim. Yerimden fırlayıp 
yalınayak koştum, üzerimde, bir gün önce satm aldığım bir entari vardı. Islak 
ellerimle kapı tokmağını zor çevirebildim. Fazıl kapıyı itti, kapatmak için beni bir 
kenara savurdu ve omuzlarımdan yakalayarak beni sarsmaya başladı:
— Uyan! Onbeş dakika sonra ölmüş bir adam olacaksın.
Fazıl'ın kesik cümlelerle anlattığı şeyi, bütün dünya telgraf denilen büyücülük 
sayesinde ertesi gün öğrenmiş olacaktı.
Hükümdar cuma namazı için Şeyh Abdülazim'in türbesine gitmiş. Jübilesi için 
diktirdiği giysiyi giymiş. Sırmalar, şeritler, yeşim ve zümrüt rengi kalpak. 
Türbenin en geniş odasında, namaza duracağı yeri seçmiş. Secdeye kapanmadan 
önce gözleriyle karılarına arkasında saf tutmalarını işaret etmiş. O ara, halk 
türbeye hücum etmiş, muhafızlar önleyememiş. Dış avludan alkış sesleri du-
yuluyormuş. Şahın karıları yerlerini almak üzere ilerlerken aralarından bir adam 
süzülmüş. Derviş kılıklı adam, elinde bir kâğıt parçası tutuyormuş. Şah, okumak 
üzere gözlüklerini takmış. Birden, kâğıt parçasının arkasmdan bir tabanca 
görülmüş ve o an bir ateş sesi duyulmuş. Hükümdar kalbinden vurulmuş. Ama 
"Tutun beni!" diyecek gücü bulmuş. Bu kargaşa içinde aklını ilk toplayan sadrazam 
olmuş. "Bir şey değil! Hafif bir yara!" diye bağırmış. Odayı boşalttırmış. Şahı 
saray arabasına taşıttırmış. Tahran'a kadar, arkada oturur durumda olan cesedi 
yelpazeleyip durmuş. Bu ara Tebriz'de vali olan veliahtı çağırmış.
Türbede kalan Şahın karıları katili yakalayıp, tartaklamaya,
üstünü başmı paralamaya başlamışlar. Linç edileceği sırada, muhafız güçlerinin 
komutanı Albay Kassakouvski araya girip adamı ellerinden çekmiş. Cinayet aracı 
silah, tuhaf bir biçimde kaybolmuş. Bir kadının onu yerden alıp çarşafının altına 
sakladığını görmüşler. Ama bulunamamış. Ne var ki, tabancayı örten kâğıt parçası 
bulunmuş. Tabii Fazıl, tüm bu ayrıntıları anlatmadı. Onun çıkarttığı sonuç 
müthişti.
— Şu deli Mirza Rıza Şahı öldürdü. Üzerinde Cemaleddin'in mektubunu bulmuşlar. 
İçinde senin de adın geçiyor. Bu kıyafetini sakın değiştirme, paranı, pasaportunu 
al. İşte o kadar. Bir an önce Amerikan Elçiliği'ne sığınmaya bak!
İlk düşündüğüm şey Elyazması oldu. Mirza Rıza o sabah onu alabilmiş miydi? 
Aslında durumun vahametini henüz anlamadığım açıktı. Bir devlet başkanının 
öldürülmesinde suç ortaklığı, ben ki şairlerin ülkesine gelmiştim! Görünürde her 
şey bana karşıydı. Hangi yargıç, hangi komiser benden kuşkulanmazdı?
Fazıl balkondan bakıyordu. Birden bana doğru:
— Kazaklar geldi bile! Oteli çeviriyorlar! diye bağırdı.
Merdivenlere yöneldik. Giriş kapısına geldiğimizde, daha vakur, daha az kuşku 
uyandıran bir tutum takındık. O sırada içeriye, sarı sakallı, gözleriyle çevreyi 
kolaçan eden bir subay girdi. Fazıl, "Elçiliğe" diye tekrar fısıldama fırsatını bulup 
benden ayrıldı, subaya doğru gitti. "Palkovnik!"(Albay) dediğini duyabildim. Elini 
saygıyla sıkıp, başsağlığı diledi. Ben aba'ma bürünerek kapıya seğirttim. 
Kazakların siper kurmaya hazırlandıkları bahçeye çıktım. Onlardan hiç 
çekinmedim. Onlar da içerden geldiğim için, komutanın beni bıraktığını sandılar. 


Parmaklıklı bahçe kapısından çıkarak dar sokağa çıktım. Oradan Büyükelçiler 
Caddesine geçebilecektim. Amerikan Elçiliği on dakikalık mesafeydi.
Sokağın başmda üç nöbetçi duruyordu. Önlerinden geçebilecek miydim? Soldan 
bir başka sokak vardı. Belki oraya sapsam daha iyi olacaktı. İlerledim. Askerlere 
hiç bakmıyordum. Birkaç adım sonra, ne onlar beni, ne ben onları görecektik.
— Dur!
Ne yapmalı? Durmalı mı? Daha ilk soruda Acemce bilmediğim anlaşılacak, kimliğimi 
göstermem istenecekti. Kaçmalı mı? Bana yetişmeleri güç olmayacak üstelik suçlu 
duruma düşecektim. İyi niyetimi anlatmam büsbütün olanaksızlaşacaktı. Bir seçim 
yapmam için bir saniyeden az vaktim vardı. Hiç acele etmeden, sanki bir şey 
duymamış gibi yoluma devam etmeğe karar verdim. Yeni
164
165
bir seslenme, doldurulan tüfekler, atılan adımlar... Hiçbir şey düşünemez oldum, 
sokak aralarından koşmaya başladım, hiç arkama bakmıyordum, en dar geçitlere 
dalıyor, en karanlık yerleri seçiyordum. Güneş batmıştı. Yarım saat sonra her yer 
karanlık olacaktı. Bildiğim bütün duaları okuyordum. "Tanrım! Tanrım! Tanrım!" 
diye söylemekten başka birşey yapamıyordum. Sanki cennetin kapısında durmuş, 
açılması için yakarıyordum.
Ve kapı açıldı. Cennetin kapısı. Çamurlu bir duvarm içinden gizli bir kapı. Bir el 
elimi tuttu, olanca gücüyle kendine çekti, ardımdan kapıyı kapattı. Korkudan, 
şaşkınlıktan, mutluluktan, nefes nefese gözlerim kapalı, öylece durdum. Dışarıda 
koşuşmalar devam ediyordu.
Üç çift göz üzerime dikilmişti. Üç kadın. Başları örtülü, yüzleri açıktı ve bana yeni 
doğmuş bir bebek gibi bakıyorlardı. Aralarından en yaşlı görüneni —ki kırk 
yaşlarında gibi duruyordu— arkasından gitmemi işaret etti. Bahçenin arka 
tarafında, koca bir hasır koltuk vardı. Beni oraya oturttu ve işaretlerle biraz 
sonra döneceğini belirtti. Bir işareti ve bir büyülü söz, içimi rahatlatmıştı: 
"Enderun". Yani: Harem! Askerler buraya gelemezlerdi.
Gerçekten de, askerlerin ayak sesleri önce yaklaşmış sonra uzaklaşmıştı. Hangi 
sokakta "buharlaştığımı" nereden bileceklerdi? Mahalle çok karışık bir mahalle 
idi. Nice geçit, nice bahçe, nice ev! Üstelik karanlık da basmıştı.
Bir saat sonra siyah çay getirdiler, sigaramı sardılar. Konuşmaya başladık. Tek 
tük Acemce, biraz Fransızca karışımı ile kurtuluşumu neye borçlu olduğunu 
anlattılar. Şah'ın katilinin suç ortağının, yabancıların kaldıkları otelde olduğunu 
duymuşlardı. Kaçtığımı görünce, o kahramanın ben olduğumu anlamışlar ve beni 
korumak istemişlerdi. Neden mi? Bundan onbeş yıl önce, evin reisi, bir ayrılıkçı 
tarikata bağlı olduğu gerekçesiyle haksız yere idam edilmişti. O tarikat, çok 
kadmlı evliliğin kaldırılmasını, kadın-erkek eşitliğini, demokrasiyi savunan Babîlik 
tarikatı idi. Şah'm ve din adamlarının ortak eylemleriyle on binlerce Babîlik yanlısı 
öldürülmüş, tabii bu ara, komşunun ihbarı gibi sudan nedenlerle binlerce masum 
da katledilmişti. İşte kurtarıcım, o günden beri, kızlarıyla yapayalnız kalmış ve 
intikam saatinin çalmasını beklemişti. Üç kadm, o intikamı almış olan kahramanın, 
mütevazı evlerine şeref vermesinden onur duyuyorlardı.


Kadınların gözünde kahraman olmuşsanız, onları yalanlıyabi-lir misiniz? Düşlerini 
kırmanın yersiz hatta tehlikeli olacağını dü-
şündüm. Yaşam savaşı veriyordum ve onlara ihtiyacım vardı. Gizemli bir 
suskunluğa bürünmekle, son kuşkularını da dağıtmış oldum.
Üç kadın, bir bahçe, işime yarayan bir yanılgı... Bu İran ilkbaharının gerçek 
dışıymış gibi geçen kırk gününü, sonsuzluğa dek anlatabilirim. Müthiş bir 
yabancılık çektim, üstelik bu Doğulu kadınlar arasmda en ufak bir yerim olamazdı. 
Koruyucum, kendisini ne gibi zorlukların beklediğini biliyordu. Üstüste koyduğu üç 
şilte-li yer yatağımda mışıl mışıl uyurken, eminim o, sabaha dek gözlerini 
kırpmamıştı. Sabah şafağında beni çağırtmış, sağıma oturtmuş, iki kızmı da sol 
yanına almıştı. Sonra uzun uzun düşünüp tasarladığı anlaşılan bir konuşma yaptı.
Önce cesaretimi övdü ve beni evinde ağırlamaktan mutluluk duyduğunu söyledi. 
Sonra bir süre sustu, gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Kızardım, başka 
yere baktım ama beni kendine doğru çekti. Omuzları ve göğüsleri çıplaktı. Sözle 
ve işaretle göğüslerini öpmemi istedi. Kızlar kıkırdıyordu ama anaları törensel bir 
ciddiyete bürünmüştü. En masum halimle, dudaklarımı meme uçlarma değdirdim. 
Önce birine, sonra diğerine... Bunun üzerine, hiç acele etmeden, düğmelerini 
ilikledi. Son derece resmi bir biçimde:
— Böylece oğlum oldun, dedi. Seni doğurup, emzirmiş gibiyim.
Sonra, gülmeyi kesmiş olan kızlarına döndü ve benim bundan böyle ağabeyleri 
olduğumu, bana öz kardeşleri gibi davranmalarını istedi. Tören duygulandırıcı ama 
gülünçtü. Ama sonra düşündüğüm vakit, Doğu'nun ince bir yönünü keşfettim. Bu 
kadın için, içinde bulunduğumuz durum, zor bir durumdu. Bana, hayatı pahasına 
yardım elini uzatmaktan çekinmemiş ve kayıtsız, koşulsuz evini açmıştı. Ama öte 
yandan, sabah akşam kızlarıyla birlikte kalan yabancı bir erkeğin varlığı, başka bir 
tehlike içeriyordu. Simgesel bir evlat edinme töreninden başka bir çözüm 
düşünülebilir miydi? Artık evde istediğim gibi dolaşabilecek, aynı odada 
yatabilecek, "kızkardeşlerimi" alınlarından öpebilecektim. Bu evlat edinme töreni 
ile hepimizi korumuş oluyordu.
Benden başkası, kendini kapana kısılmış hissedebilirdi. Ben rahatlamış oldum. 
İşsizlikten, sıkıntıdan, sıkışıklıktan, bu üç kadından biriyle bir ilişkiye girebilir, 
yavaş yavaş diğer ikisinden uzaklaşıp, gözlerimi gözlerinden kaçırmanın yollarını 
arayarak, iyiliğimden başka birşey istememiş olan bu kadınları düş kırıklığına
166
167
uğratabilirdim. Oysa her şey, bir mucize gibi, son derece basit, açık ve temiz bir 
biçimde çözümlenmişti. Böylece onların kaç-göç yapmalarına gerek kalmadan, 
birlikte yaşayabilecektik. İsteklenmedim dersem yalan söylemiş olurum. 
İlişkilerimiz tensel ama aynı zamanda saftı. Kentte aranan insanların başında yer 
aldığım o günleri işte böylece, bu kadınlarla geçirmiş oldum.
Geriye baktığım vakit, bu kadınların arasında geçirdiğim günleri, ayrıcalıklı günler 
olarak görüyorum. Onlar olmasaydı, Doğu ile bu denli haşır neşir olmazdım. Onlar 
olmasaydı, dillerini bu denli öğrenemezdim. İlk günler birkaç kelime Fransızca 


konuşmuşlardı ama onu izleyen günlerde tüm konuşmalarımız Acemce olmuştu. 
Eğer, bu daha uzun sürseydi, bu denli hoş bir anı olur muydu? Hiç bilemeyeceğim. 
Bilmek de istemiyorum. Ne yazık ki, her zaman beklenebilecek bir olay, o 
günlerimize son verdi. Olağan bir ziyaret... Büyükanne ve büyükbabanın ziyareti 
bu işi noktalamış oldu.
Aslında her zaman, giriş kapısından uzakta dururdum. İlk tehlike işaretinde 
gizlenmek üzere... Bu kez, kendime çok güvendiğim için midir, nedir, gelenleri 
duymadım. Kadınların odasında sere serpe oturuyordum. Keyifli keyifli nargilemi 
içiyordum. Bir erkeğin öksürüğü ile yerimden sıçradım.
168
XXXI
Birkaç saniye sonra odaya giren "annem", evinde bir erkek bulundurmanın 
açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Adını ya da kızlarınkini kötüye 
çıkartmaktansa, gerçeği söylemeyi yeğledi. Büyük bir vatanseverlik ve 
kahramanlık ile, yabancının kim olduğunu açıkladı. Zalimi yok edenin ve böylece 
kocasının intikamını almış olanın suç ortağı, bütün polisin aradığı Frenk işte buydu!
Bir an duraksadılar, sonra kararlarını verdiler. Beni kutluyor, cesaretimi 
övüyorlardı. Koruyucumu da kutlamayı unutmaksı-zın... Aslında böylesine 
münasebetsiz bir durumdan, ancak bu açıklamayla sıyrılabilirdi. Enderun'un 
ortalık yerinde, durumum sorun yaratacak nitelikteydi ama beni gizlemek için 
bundan başka çare yoktu.
Namus kurtulmuştu ama benim de gitme zamanım gelmişti. İki seçeneğim vardı. 
Basit olanı, kadın kılığına girip, Amerikan elçiliğine kadar yürümemdi. Yani birkaç 
hafta önceki yoluma devam etmem! Ama manevi annem beni vazgeçirdi. Çevreyi 
dolaşmış ve elçiliğe giden bütün yolların tutulmuş olduğunu saptamıştı. Üstelik 
böyle bir boyla -1.83- hiçbir askeri, kadın olduğuma inandıramazdım. Diğer çözüm, 
Cemaleddin'in tavsiyesine uyarak, Prenses Şirin'e haber göndermekti. "Annem"e 
söylediğimde, hemen onayladı. Öldürülen Şah'ın torununu duymuştu, zorda 
kalanlara yardım ettiğini biliyordu. Ona bir mektup götürmeyi önerdi. İş, 
yeterince açık olduğu halde, başkasının eline geçerse bir anlam ifade etmeyecek 
biçimde nasıl yazacağımı saptamaktaydı. Ne kendi adımı, ne Üstadmkini 
belirtemezdim. Bana söylediği cümleyi yazmakla yetindim: "Bilinmez! Belki 
yollarımız bir gün karşılaşır!"
"Annem", Şahın kırkı okunduğunda Prensese yaklaşmayı uygun bulmuştu. Bir sürü 
insanın arasından mektubu ona iletmekte zorluk çekmedi. Prenses okumuş, 
korkuyla kimin yazdığına bakınmış, "Annem", "Bizde" diye fısıldamış, Şirin hemen 
duadan ayrılmış, arabacıyı çağırtıp, annemi yanma oturtmuş. Sonra Saray ar-
169
malı fayton Prevost Otelinin önünde durmuş, çarşaflı iki kadın, yollarına 
yürüyerek devam etmişler.
Buluşmamız, ilk karşılaşmamız kadar kısa oldu. Prenses gözleriyle beni inceledi, 
dudaklarına bir gülümseme yayıldı, sonra:
— Yarın arabacım gelip sizi alacak. Hazır olun. Çarşaf giyin, başınızı kaldırmadan 
yürümeye bakın! diye buyurdu.


Beni elçiliğe götüreceğini sanıyordum. Araba kent dışına çıkınca yanıldığımı 
anladım.
— Sizi Amerikan Elçiliğine götürebilirdim, dedi. Emniyette olurdunuz ama oraya 
nasıl geldiğinizi öğrenmekte hiç zorluk çekilmezdi. Hanedan ailesinden olduğum 
için gücüm varsa da, Şahın katilinin görünürdeki suç ortağını koruyacak kadar 
güçlü değilim. Üstelik yalnız ben değil, sizi gizleyen kadıncağız da zor durumda 
kalırdı. Kaldı ki, Elçiliğiniz, böyle bir suçla suçlanan kişiyi korumaktan hiç memnun 
kalmazdı. İnanın, İran'ı terk etmeniz herkes için iyi olacak. Sizi anne tarafından 
akrabalarım olan Bahtiyari-lerin reisine götürüyorum. Şah'ın kırkı için, aşiretiyle 
birlikte gelmişti. Kim olduğunuzu, suçsuz olduğunuzu anlattım. Ancak adamları 
hiçbir şey bilmemeli. Osmanlı smırma kadar size eşlik edecekler. Kervanların 
bilmediği yollardan gideceksiniz. Bizi, Şeyh Abdülazim'in köyünde bekliyorlar. 
Paranız var mı?
— Var. Koruyucularıma iki yüz tuman verdim. Yanımda dört yüz tuman kadar var.
— Yetmez. Elinizdekinin yarısını size eşlik edenlere dağıtmanız gerekecek. 
Yolculuğunuzun geri kalanı için de bol para gerekecek. İşte biraz Türk parası. 
İşinizi görebilir. Bir de Üstad'a bir mektup gönderiyorum. İstanbul'dan 
geçeceksiniz değil mi?
Ona "hayır" demek zordu. Mektubu entarimin cebine sokuşturdu.
— Mirza Rıza'nın ilk sorgusunun tutanakları bunlar. Bütün geceyi, onları temize 
çekmekle geçirdim. Okuyabilirsiniz, hatta okumanız gerek. Size pek çok şey 
öğretecektir. Üstelik uzun yolculuğunuzda sizi oyalayacaktır. Ama başka kimse 
görmesin.
Köyün dışma varmıştık. Polis, katırların yüküne varana kadar her yeri didik didik 
ediyordu. Ama bir saray faytonuna kim dokunabilirdi? Safran rengi bir binaya 
gelene dek yolumuza devam ettik. Avlunun ortasında, asırlık bir çınar, çevresinde 
de çapraz fişeklikler kuşanmış askerler vardı. Prenses onlara hor baktı:
— Gördüğünüz gibi sizi emin ellere bırakıyorum dedi. Sizi, o zavallı kadınlardan 
daha iyi korurlar.
170
— Kuşkum var!
Gözlerimle, dört bir yöne çevrili namlulara kaygıyla baktım.
— Ben de kuşkuluyum, diye güldü. Ama yine de sizi Türkiye'ye kadar götürürler.
Vedalaşacağımız sırada:
— Biliyorum yeri değil, diye atıldım. Ama acaba Mirza Rıza'nın eşyaları arasında 
eski bir elyazması kitap bulunmuş mu?
Gözlerini kaçırdı, ifadesi sertleşti:
— Gerçekten de yeri değil, dedi. İstanbul'a varmadan, o meczubun adını ağzınıza 
almayın!
— Hayyam'ın kitabı!
Israr etmede haklıydım. Bütün bunlar başıma, bu kitap yüzünden gelmemiş miydi. 
Ama Şirin sabırsız bir biçimde içini çekti.
— Hiçbir şey bilmiyorum. Öğrenirim. Bana adresinizi bırakın, size yazarım. Ama 
sakın bana cevap yazmaym.


Acele ile "Annapolis, Maryland" diye yazarken, İran'daki yolculuğumun bu denli 
kısa sürmesine ve daha başlangıcında kötü başlamış olmasma üzüldüm. Kâğıdı 
prensese uzattım. Alacağı sırada elini tuttum. Kısa sürse de iyice sıktım. O da 
tırnaklarını avu-cuma geçirerek, elimi kanatmadan bir süre sürecek bir iz bıraktı. 
Dudaklarımızda iki gülücük belirdi. Aynı anda:,
— Kimbilir! Belki yine karşılaşırız! dedik.
İki ay boyunca, yola hiç de benzemeyen yerlerden geçtim. Şeyh Abdülazim'in 
köyünden sonra, güneybatıya, Bahtiyari aşiretinin topraklarına ulaştık. Tuzlu Kum 
Gölü'nden geçtikten sonra, aynı adlı ırmağın kenarında geceledik, ancak kente 
girmedik. Yol arkadaşlarımın omuzlarından tüfek düşmüyordu. Kalabalık yerlerden 
kaçmıyorduk. Şirin'in dayısı zaman zaman "Amuk'tayız, , Verça'dayız, 
Humeyn'deyiz" dese de, bu sadece bu kentleri tepeden gördüğümüz anlamına 
geliyordu. Kum Nehri'nin karşı yakasındaki Luristan Dağları'na vardığımızda, 
Bahtiyarilerin topraklarına girmiş olduk. Onuruma bir ziyafet düzenlendi. Elime 
afyonlu çubuk tutuşturuldu, gevşeyip şenliğe katıldım. Önümdeki uzun yolculuğa 
çıkmadan iki gün beklemem gerekti. Şuster ve Ah-vaz'dan geçerek 
Şattülarap'taki Osmanlı kenti Basra'ya gelebildim.
Artık İran topraklarında değildim. Kurtulmuştum. Bahreyn'e kadar bir ay süren 
bir deniz yolculuğu yaptım. Kızıldeniz'den ve İskenderiye'ye kadar Süveyş 
Kanalı'ndan geçmem gerekti. Sonunda, eski bir Türk gemisi ile İstanbul'a vardım.
171
Bu tehlikeli ve yorucu kaçış boyunca tek dinlencem, Mirza Rıza'nın 
sorgulanmasıyla ilgili tutanaklar oldu. Oyalanacak başka bir şey bulsaydım belki 
bunlara yine bakardım ama, bu idam hükümlüsü ile başbaşa geçirdiğim saatler, 
beni tarif edemeyeceğim kadar etkilemişti. Sıskacık hali, acı çekmiş gözleri, molla 
kılığı gözlerimin önünden gitmiyordu. Bazen, acı çekmiş sesini duyar gibi 
oluyordum!
"— Sevgili Şahımızı neden öldürdün?
"— Görmesini bilenler, Şah'ın Seyyid Cemaleddin'in tutuklandığı yerde 
vurulduğunu anlarlar. O aziz insan, peygamber ahfadından gelen o eşsiz adam, 
türbeden öyle sürüklenip götürülmek için ne yapmıştı?
"— Şah'ı öldürmeni kim söyledi? Suç ortakların kimler?
"— Yüce, güçlü Cemaleddin'i ve bütün insanları yaratan Tan-rım'a and olsun ki, 
benden ve Seyyid'den başka, Şah'ı öldüreceğimi kimse bilmiyordu. Seyyid 
İstanbul'da yaşıyor, haydi gidip yakalayın bakalım!
"— Cemaleddin sana ne emirler verdi?
"— İstanbul'a gittiğimde Şah'ın oğlunun bana yaptığı işkenceleri anlattım. Seyyid, 
"Sızlanıp durma. Ağlamaktan başka birşey bilmez misin? Şah'ın oğlu sana işkence 
ettiyse, öldür onu!" dedi.
"— Neden oğlunu değil de Şah'ı öldürdün? Madem sana işkence eden oğlu idi ve 
madem Cemaleddin sana öyle öğüt vermişti?
"— Kendi kendime dedim ki: "Oğlunu öldürürsem, Şah o korkunç kudretiyle, 
karşılığında binlerce insanı öldürecek." Bir dalı kesmek yerine, zulmün ağacını 
kökünden sökmek yeğdir. Belki yerine başka bir ağaç yeşerir. Zaten Türk Sultanı 


da Cemaleddin ile konuşurken" Bütün Müslümanları birleştirmek için bu Şah'tan 
kurtulmak gerekir." demiş.
"— Sultan'm Cemaleddin ile yaptığı özel konuşmayı sen nereden biliyorsun?
"— Seyyid Cemaleddin'in kendi söyledi. Bana güvenir, benden sır saklamaz. Ben 
İstanbul'dayken, bana öz oğluymuşum gibi davrandı.
"— Orada sana o kadar iyi davranıldı ise, tutuklanmaktan ve işkence görmekten 
korktuğun İran'a neden döndün?
"— Ben, şayet yazılmamışsa, hiçbir yaprağm ağacından kop-mayacağına inanırım. 
İran'a döneceğim ve yapılan işin aracı olacağım Yazılı imiş."
XXXII
Yıldız Tepesi'nde, Cemaleddin'in evinin çevresinde dolanıp duran adamlar, 
feslerinin üzerine "Sultan'ın espiyonları" diye yazmış olsalardı, ziyaretçilerin en 
safının bile görür görmez anlayacağı şeyi bundan iyi açıklamış olmazlardı. Ama 
belki de bunu amaçlıyorlardı: ziyaretçiyi sindirmek! Gerçekten de, bir süre önce 
yandaşları ile, yabancı muhabirlerle, İstanbul'dan geçmekte olan önemli kişilerle 
dolup taşan ev, bu eylül gününde tam bir sessizliğe bürünmüştü. Sadece, geçen 
seferki kadar sessiz duran uşak vardı. Beni birinci kata çıkardı. Üstad kadife 
koltuğuna gömülmüş, düşünceli ve dalgındı.
Beni görünce yüzü güldü. Büyük adımlarla bana doğru geldi. Beni kucakladı, başıma 
gelenlerden özür diledi, kurtulmama sevindiğini söyledi. Kısaca nasıl kaçtığımı, 
prensesin yardımlarını anlattım. Sonra sıra Fazıl ve Mirza Rıza ile karşılaşmama 
geldi. Adını duymak bile Cemaleddin'i öfkelendirdi.
— Geçen ay asıldığını haber verdiler. Tanrı affetsin! Tabii sonunun ne olacağını 
biliyordu, bilmediği ne zaman olacağı idi. Şah'ın ölümünün yüzüncü gününde! İtiraf 
almak için işkence görmüştür kuşkusuz!
Cemaleddin yavaş konuşuyordu. Zayıflamış, güçsüzleşmişti. Her zaman dingin olan 
yüzünde, zaman zaman tikler oluyor ama yine de çekiciliğini yitirmiyordu. Acı 
çeker gibiydi, özellikle Mirza Rıza'dan söz ettiğinde. Şu zavallının elinin 
titremesine İstanbul'da baktırdığını ama yine de bir çay fincanını tutamazken 
nasıl olup da tabancayı tutabildiğini ve tek atışta Şah'ı öldürebildiğini anlamakta 
güçlük çekiyordu. Acaba meczup olmasından yararlanarak, başkasının işlediği suçu 
ona yüklemesinler?
Yanıt olarak, prensesin temize çektiği tutanakları uzattım. İnce çerçeveli 
gözlüklerini takıp, okudu. Heyecanla, dehşetle hatta bana öyle geldi ki içten içe 
sevinerek! Sonra kâğıtları katlayıp cebine soktu ve odada gidip gelmeye başladı. 
On dakikalık sessizlikten sonra bir çeşit ağıt yaktı:
172
173
— İran'ın yitmiş evladı Mirza Rıza! Salt meczup olaydın keşke, salt bilge olaydın 
keşke! Bana ihanet etmekle ya da sadık kalmakla yetmeydin keşke! Bende yalnızca 
sevgi ya da yalnızca nefret uyan-dıraydın keşke! Nasıl sevilirsin, nasıl ihanete 
uğrarsın! Ya Tanrı? Seni ne yapsın? Seni şehitlerin cennetine mi, cellatların 
cehennemine mi göndersin?


Yerine geçip oturdu. Yorulmuştu. Yüzünü ellerinin araşma aldı. Ben sessiz kalmayı 
sürdürüyor, nefes almaya korkuyordum. Cemaleddin doğruldu. Sesi daha dingin, 
düşüncesi daha berrak idi.
— Okuduğum sözler gerçekten Mirza Rıza'ya ait. Bu ana kadar bazı kuşkularım 
vardı. Artık hiç kalmadı. Hiç kuşkusuz katil o! Herhalde bunu intikamımı almak için 
yaptığını düşündü. Ama söylediğinin aksine ben ona asla öldürme emri vermedim. 
İstanbul'a gelip, Şah'ın oğlu ve avenesi tarafından nasıl işkence gördüğünü 
anlatırken ağlıyordu. Onu kendine getirmek için "Sızlanmayı bırak! dedim. Sanki 
sana acınsın istiyorsun! Sana acıyacaklarını bil-sen, sakatlanmayı göze alırsın!" 
Ona eski bir öykü anlattım. Darius'un orduları Büyük İskender'in orduları ile 
karşılaştığında, Yunan'ın danışmanları, Acem'in ordusunun daha kalabalık olduğuna 
dikkat çekmişler. İskender omuz silkmiş: "Benim adamlarım yenmek için, 
Darius'unkiler ölmek için savaşıyor!" demiş.
Cemaleddin belleğini toparlamaya çalışıyordu:
— O zaman Mirza Rıza'ya dedim ki:" Şah'ın oğlu sana zulmediyorsa, sen de 
kendini mahvedeceğine onu mahvet!" Bu, onu öldür demek mi? Siz gerçekten, 
evimde bin kişinin gördüğü Mirza Rıza gibi bir meczuba böyle bir görev 
verebileceğime inanıyor musunuz?
İçten davranmak istedim:
— Size yüklenmek istenen cinayetin suçlusu değilsiniz ama, manevi 
sorumluluğunuz yadsmmaz.
Açık konuşmam onu duygulandırdı:
— Bunu kabul ediyorum. Şahın ölmesini her Allah'ın günü istemiş olduğumu da! 
Ama kendimi ne diye savunuyorum ki? Zaten mahkûm edilmişim.
Bir kasaya doğru gitti, içinden bir kâğıt çıkardı:
— Bu sabah vasiyetimi yazdım.
Metni bana verdi, okurken heyecanlanmamam olanaksızdı. "Hapis olduğuma 
üzülüyorum. Yaklaşan ölümden korkmuyorum. Tek üzüntüm, ektiğim tohumlarm 
yeşerdiğini görmemektir. Zu-
174
lüm, Doğu halklarını ezmekte devam ediyor. Yobazlık, özgürlüğün sesini boğuyor. 
Eğer tohumlarımı, çorak saray toprağı yerine verimli halk toprağma ekseydim, 
belki daha iyi sonuç alırdım. Ve sen, bütün ümidimi bağladığım İran halkı, bir 
adamı yok etmekle özgürlüğünü kazanacağmı sanma. Senin yok etmen gereken, 
yüzyıllık geleneklerin yüküdür!"
— Bir suretini alıp, çevirip Henri Rochefort'a verin. Intransige-ant suçsuz 
olduğumu savunan tek gazete. Diğerleri bana katil gözüyle bakıyor. Herkes 
ölmemi istiyor. Rahatlasınlar, kanser hastasıyım. Çene kanseri!
Sızlanma zaafını gösterdiği her sefer, kendini yapay bir kahkaha ile toparlıyor ve 
işi şakaya vuruyordu.
— Kanser, kanser, kanser, diye tekrarladı. Geçmişteki hekimler, bütün 
hastalıkları yıldızların konumuna bağlarlar.
Bir süre düşünceli, tasalı durdu. Sonra bir hayli yapay bir neşe ile devam etti:


— Bu kansere lanet ediyorum. Ama acaba beni öldürecek olan bu kanser mi? Orası 
da belli değil. Şah iade edilmemi istiyor, Sultan davetlisi olduğum için beni 
veremiyor ama bir devlet başkanına karşı suç işlemiş bir adamın cezasız kalmasını 
istemiyor. Şahtan ve sülalesinden nefret etse bile, bu dünyanın büyüklerini, 
Cemaleddin gibi bir kula karşı birleştiren meslek dayanışması var. Çözüm? Sultan 
beni burada öldürtecek, tahta yeni geçmiş olan Şah rahatlayacaktır. Çünkü iademi 
istemiştir ama ellerini benim kanıma bulamaktan çekinmektedir. Beni hangisi 
öldürecek? Kanser mi? Şah mı? Sultan mı? Bunu bilecek belki de hiç vaktim 
olamıya-cak. Ama sen genç dostum, bileceksin!
Üstelik gülme yürekliliğini gösterdi.
Aslında, ben de hiç bilemedim. Doğunun büyük reformcusunun hangi koşullarda 
öldüğü, gizemini korudu. Annapolis'e döndükten birkaç ay sonra, ölüm haberini 
aldım. 12 Mart 1897 tarihli Intransigeant gazetesinde, üç gün önce öldüğü 
yazılıydı. Ancak yaz sonu, Şirin'in vaat ettiği mektup geldiğinde, Cemaleddin'in 
nasıl öldüğünü öğrendim. En azından yandaşlarının inancı buydu: "Bir süredir, her 
halde kanserinden ötürü olacak, korkunç diş ağrıları çekiyormuş. O gün, acısı 
çekilmez olduğundan uşağını Saraya göndermiş. Sultan kendi dişçisini yollamış. 
Dişçi gelip bakmış, hazırlamış olduğu bir iğneyi diş etine sokarak acısının 
duracağmı söylemiş. Birkaç saniye sonra, Üstad'ın çenesi şişmiş. Uşağı boğul-
175
makta olduğunu görünce, dişçinin peşinden koşmuş. Adam henüz evden 
çıkmamışmış. Ama geri dönecek yerde, kendisini bekleyen faytona doğru koşmaya 
başlamış. Seyyid Cemaleddin bir kaç dakika sonra ölmüş. Akşam, Sultan'ın 
adamları gelip cesedini almışlar. Alelacele yıkayıp gömüvermişler." Prensesin 
anlattıkları, Hay-yam'dan çevirdiği sözcüklerle son buluyordu: "Onca bilgi sahibi 
olanlar, bize bilginin yolunu gösterenler, kuşku denizinde boğulmadılar mı? Bir 
öykü anlatırlar, sonra gidip yatarlar."
Mektubunun asıl amacı olan Etyazması'mn ne olduğu konusunda Şirin basit bir 
şeyden söz eder gibiydi: "Gerçekten de katilin eşyaları arasında bulunmuş. Kitap 
şimdi bende. İran'a döndüğünüzde, istediğiniz kadar bakabilirsiniz."
Benden bu kadar kuşkulanırlarken, İran'a dönmek mi?
XXXIII
İran serüveninin tadı damağımda kalmıştı. Tahran'a gitmek için bir ay, çıkmak için 
üç ay gerekmiş, sokaklarını ancak gezebilmiş-tim. Beni oraya çeken nice görüntü 
kalmıştı belleğimde: Nargile içmenin keyfi, Şirin'in elini tutmanın heyecanı, bir 
anlık bir vaat, bir gecelik annenin safiyetle sunduğu göğüslere kondurulan buse —
ve tabii hepsinin üstünde, koruyucu meleğimin kolları arasında duran Elyazması 
kitap!
Doğu'nun çekiciliğine kendilerini kaptırmamış olanlara, benim bir cumartesi 
akşamı ayaklarımda pabuçlarım, kafamda koyun derisi külahımla Annapolis'in ıssız 
olduğunu sandığım kıyılarında dolaştığımı nasıl açıklayabilirim, bilmiyorum. Üstelik 
dönüşte, düşlerime dalmış durumda Compromise Caddesinden geçerken, hiç de 
ıssız olmadığını unutmuştum. "İyi akşamlar Bay Lesage", "İyi gezintiler Bay 
Lesage", selamlamalar üst üste yağıyordu. "İyi akşamlar sayın peder!" Kendime 


ancak, Pederin şaşkın bakışlarını görünce geldim. Aniden durup, yukardan aşağıya 
kendime baktım, sonra adımlarımı sıklaştırdım, hatta sanırım aba'mın içindeki 
çıplaklığımı gizlemek üzere koşmaya başladım. Eve geldiğimde üzerimdekileri 
çıkarttım, sarıp sarmaladıktan sonra, dolabın dibine attım.
Bir daha bu kılıkta hiç dolaşmadım ama, o tek sefer, adımın zirzopa çıkmasına 
yetti. İngiltere'de zirzoplara her zaman hoşgörüyle bakılmıştır, hatta biraz da 
hayranlıkla... zengin oldukları takdirde! O yılların Amerika'sı bu tarz zıpırlıklara 
açık değildi. Yüzyılın dönemecine büyük bir ölçülülük ile giriliyordu. Belki New 
York ya da San Fransisco'da değil ama benim kentimde durum böyleydi. Bir 
Fransız anne ve bir Acem külahı, Annapolis'in kaldıramayacağı kadar çoktu!
Bu işin bir yanı. Diğer yanına gelince, Doğu'nun büyük kâşifi olarak, hiç de hak 
etmediğim bir üne kavuştum. Yerel gazetenin müdürü Matthias Webb, o kılıkta 
gezdiğimi duymuş, İran serüvenimi yazmamı istemişti.
176
177
Annapolis Gazette and Herald'da İran adının en son geçtiği tarih 1856 olmalıydı. 
Cunnard şirketinin pek övündüğü yandan çarklı gemilerinden biri bir aysberge 
çarptığı vakit. Bizim yöreden yedi tayfa ölmüştü. Talihsiz geminin adı: Persia idi. 
Denizciler, kaderin göstergeleriyle oyun oynamaz. Ben de yazı dizime başlarken 
Persia adının uygunsuz bir deyim olduğunu, Acemlerin kendi ülkelerine İran 
dediklerini, bunun "Ayrania Vedca" yani "Arilerin Toprağı" anlamına geldiğini 
belirtmek gereği duydum.
Sonra, çoğu okuyucunun adını duydukları tek İranlıdan, Ömer Hayyam'dan söz 
ettim ve büyük bir şüphecilik belirtisi olan şu sözlerini naklettim: "Cennet, 
cehennem, bu garip yerleri gören oldu mu?" İran topraklarında varola gelmiş nice 
din ve tarikattan söz ermeden önce, böyle bir giriş yapmayı uygun bulmuştum. 
Zer-düştlükten, Manicilikten, Sünni ve Şii İslam'dan, Hasan Sabbah'ın İsmailiye 
mezhebinden, sonra bizlere daha yakın olan Babilikten, Şeyhlerden, Bahailerden 
söz ettim. Bizim "paradis" yani cennet sözcüğümüzün kökünün, Acemce 
"paradaeza" yani bahçe sözcüğünden geldiğini anımsattım.
Mathias Webb bilgimden dolayı beni kutladığı vakit daha sürekli bir işbirliğinde 
bulunmamızı önerdim. Azıcık sıkıldı ve sonra:
— Denemeyi isterim ama şu metinlerinizi barbar sözcüklerle donatmaktan 
vazgeçerseniz, dedi.
Yüzündeki şaşkınlık açıkça görülebilirdi ancak Webb'in de kendine göre 
gerekçeleri vardı:
— Gazette'nin sürekli olarak bir İran uzmanına verebilecek parası yok. Ama şayet 
tüm dış haberleri yüklenmeyi ve uzak diyar-lardaki ülkeleri vatandaşlarımıza 
tanıtmayı kabul ederseniz, gazetemizde size yer bulunur. Yazılarınız belki 
derinliğini kaybedecektir ama genişlik kazanacaktır!
İkimizin de yüzü güldü. Barış purosunu uzattıktan sonra:
— Daha düne kadar Doğu bizim için Cod Burnunda bitiyordu. Ama birdenbire bir 
yüzyıl batıyor, diğeri doğuyor bahanesiyle, sakin kentimiz yeryüzünün 
keşmekeşine kendini kaptırıverdi.


Bu konuşmayı 1899'da yaptığımızı belirtmeliyim. Birliklerimizin yalnız Küba ve 
Porto-Rico'ya değil aynı zamanda Filipinlere kadar gitmesine yol açan İspanyol-
Amerikan Savaşı'ndan hemen sonraydı. Amerika Birleşik Devletleri, daha önce 
otoritesini hiç bu kadar uzaklara götürmemişti. İspanyol İmparatorluğu'na karşı 
zaferimiz, bize iki bin dört yüz ölüye mal olmuştu ama, Deniz Aka-demisi'nin 
merkezi Annapolis için durum farklıydı. Her kayıp, bir
178
akrabanın, bir dostun, bir nişanlının kaybı demekti. Hemşerileri-min en tutucuları, 
Başkan Mackinley'i tehlikeli bir serüvenci olarak görüyorlardı.
Webb böyle düşünmüyordu ama okurlarının antipatilerini dikkate almak 
zorundaydı. Bu ciddi, orta yaşlı aile babası bunu açıklarken kükrüyordu. Yüzü 
ekşimiş, parmakları bir canavarın pençesi gibi kıvrılmıştı.
— Vahşi dünya Annapolis'e büyük adımlarla yaklaşıyor ve siz Benjamin Lesage, 
sizin göreviniz hemşerilerinizin endişelerini yatıştırmak olacaktır.
İçinden, pek parlak bir biçimde sıyrıldığım söylenemeyecek bir sorumluluk! Benim 
haber kaynaklarım, Paris'te, Londra'da, New-York'ta Washington'da, 
Baltimore'da meslektaşlarımın yazdıkları yazılardı. Boer'lerin savaşı, Çar ile 
Mikado arasındaki 1904-1905 savaşı ya da Rusya'daki karışıklıklar hakkında 
sanırım yazdıklarımın hiçbiri kayda değer değildi. Sadece İran konusunda 
gazetecilik mesleğimden söz edebilirim. Gururlanarak söyleyebilirim ki, Gazette, 
meydana gelen ve 1906'da tüm dünya gazetelerinde yer alan patlamayı öngören 
ilk gazete oldu. İlk ve herhalde son defa,'. Annapolis Gazette and Herald'm 
yazılarından, Güney ve Batı kıyılarının altmıştan çok gazetesinde söz edildi.
Kentim ve gazetem bunu bana borçlu. Ben de Şirin'e borçluyum. Oluşmakta olan 
olayları, kısa İran deneyimimle değil, Şirin sayesinde anlıyabiliyordum.
Yedi yıldır prensesimden haber almamıştım. Elyazması hakkında bana bir yanıt mı 
borçluydu? O borcunu ödemişti. Ondan, daha başka bir şey beklemiyordum. Ümit 
etmiyorum anlamına gelmiyordu bu tabii. Her mektup gelişte ümitleniyor, 
zarfların üzerindeki yazılara bakıyor, pullar üzerinde bir Arap harfi, kalp 
biçiminde yuvarlak bir beş sayısı arıyordum.
O tarihte ailem, Baltimore'a yerleşmek üzere Annapolis'ten ayrılmıştı. Babam 
artık orada çalışıyor ve iki erkek kardeşiyle bir banka kurmaya uğraşıyordu. 
Bense, doğduğum yerde, yaşlı ve sağır aşçımızla kalmayı yeğlemiştim. Pek fazla 
dostum yoktu ve bu yalnızlığım, beklentimi daha da artırıyordu.
Sonra günün birinde Şirin, mektup göndermeye başladı. Semerkant 
Elyazması'ndan tek söz etmiyordu. Uzun mektubunda kendisiyle ilgili hiçbir şey 
yazmamıştı. Sadece "Sevgili uzaktaki Dost" diyordu. Çevresinde olan bitenden 
söz ediyordu. Zekâsına hayran kalmıştım. Düşüncesinin ürünlerini sunmak üzere 
beni seçmiş ol-
179
ması da gururumu okşuyordu. Artık ayda bir gönderdiği haberlerin ritmine 
kendimi kaptırmıştım. Kimliğini açıklamamam konusunda koyduğu kesin yasağa 
uymasam, yazdıklarını olduğu gibi yayınlayabilirdim.


Olayları okuyuculara sunma biçimim, onunkisinden çok farklı idi. Örneğin, Prenses 
asla şunları yazmazdı: "İran Devrimi, Belçika asıllı bir Bakan, molla kılığına girmek 
gibi aptalca bir düşünceyi uygulamaya koyduğu gün başladı."
Bu pek de yalan sayılmazdı. Şirin'e göre, devrimin ilk belirtileri, Şah 1900 yılında 
Contrexeville'deki kaplıcalara gittiği sırada ortaya çıkmıştı. Şah tüm 
çevresindekiler ile gitmek istemiş buna da parası yetmemişti. Hazinesi her 
zamanki gibi boştu. Çardan borç istemiş o da 22,5 milyon ruble vermişti. Hiçbir 
armağan, bu denli zehirli olamaz! Saint-Petersburg Yönetimi, sürekli iflasın 
eşiğinde olan güneyli komşusunun bu parayı ödeyeceğinden emin olmak için, İran 
Gümrük İdaresine el koymuş ve alacağını gümrük gelirlerinden kesmeye 
başlamıştı. Onbeş yıllık bir süre boyunca! Bu imtiyazın ne demek olduğunu ve 
Avrupa devletlerinin bundan hiç hoşlanmayacaklarını bilen Çar, Gümrük İdaresini 
kendi memurlarının denetimine vermektense, bu işi kendi adına yönetecek birini 
aramış ve Belçika Kralı Leopold H'yi bulmuştu. Bundan sonra da Şah'm 
çevresinde, sayıları otuzu bulan Belçikalı danışmanlar görülmeye başlandı. 
Bunların en önemlisi, M. Naus admda biriydi. İktidarın en yüksek basamaklarına 
kadar yükselebilmişti. Kraliyet Yüksek Konsey üyesi, Posta ve Telgraf Bakanı, 
Defterdar, Pasaport Dairesi Başkanı ve Gümrük Genel Müdürü idi. Ayrıca vergi 
sistemini düzenlemekle görevliydi ve yeni kervan vergisi adıyla bilinen katırların 
yükünden alman vergiden o sorumlu tutuluyordu.
M. Naus'un, İran'ın en nefret edilen kişisi olduğunu söylemeye gerek yok. Arasıra 
kovulması için sesler yükseliyor ama adam yerinden oynamıyordu. Çar, daha 
doğrusu çevresindeki gericiler de bu adamı tutuyordu. Bu çevrenin siyasal amacı, 
Saint-Petersbourg resmi basınında açığa vurulmuştu: İran'ı ve Basra Körfezini, 
kimseyle paylaşmadan, vesayet altına almak!
M. Naus'un durumu çok sağlam görünüyordu. Koruyucusu devrilene kadar da öyle 
oldu. Ancak bu iş, İran'daki en hayalperest kişilerin bile düşleyemeyeceği kadar 
çabuk oldu! İki aşamada! Önce Japon Savaşı! Savaş, dünyanın beklediğinin aksine, 
Çar'm yenilgisi ile sonuçlandı. Donanması yok oldu. Sonra sırasıyla, yetenek-
180
siz yöneticiler yüzünden onurları kırılan Rusların öfkesi, Potemkin zırhlısı 
subaylarının isyanı, Kronstadt Ayaklanması, Sivastopol başkaldırısı, Moskova 
olayları görüldü. Kimsenin unutmadığı bu olaylar üzerinde duracak değilim; sadece, 
özellikle Nicolas linin 1906'da bir Parlamento -Duma- toplama zorunda kalışının 
İran üzerindeki yıkıcı etkileriyle yetineceğim. Son derece basit bir olay, işte bu 
karışıklıklar sırasında meydana geldi. Belçikalı bir danışmanın verdiği maskeli 
baloya, M. Naus'un molla kılığında gitmek geldi aklına! Kıkırdamalar, gülmeler, 
alkışlar arasmda Bakan1 in çevresi alındı, kutlandı, fotoğrafı çekildi. Bu 
fotoğrafm klişesi, birkaç gün sonra, Tahran Çarşısında elden ele dolaşmaya 
başladı.
181
XXXIV


Şirin, bunlardan birini bana gönderdi. Hâlâ saklarım. Arasıra gülerek bakarım. 
Bahçenin ortasında, bir halının üzerinde kırk kadar kadın-erkek, Türk, Japon, 
Avusturyalı kılığına girmiş, ortalarında hemen ön planda, beyaz sakalı, kır bıyığı ile 
rahatlıkla dindar bir patrik de olabilecek molla kılığındaki M. Naus! Şirin resmin 
arkasına şöyle yazmış: "Onca suç için ceza görmedi, bir kabahat için lanetlendi."
Naus'un herhalde din adamlarıyla alay etmek gibi bir niyeti yoktu. Sadece, 
hafiflik, bilinçsiz davranış ve isabetsiz bir seçimde bulunma ile suçlanabilirdi. 
Onun asıl kabahati, Çar'ın Truva Atı rolünü üstlendiğine göre, kendisini 
unutturması gerektiğini anlamamış olmasıydı. Önce Naus'un sonra bütün Hükümet 
üyelerinin gitmesi istendi. Tıpkı Rusya'daki gibi bir Parlamento kurulmasmı istiyen 
bildiriler dağıtıldı. Gizli örgütler yıllardan beri çalışmaktaydı. Mutlakiyet rejimine 
karşı olan örgütler bazen Cemaleddin'e hatta bazen de Mirza Rıza'ya bağlı 
olduklarını açık açık söylüyor-ladı.
Kazaklar sokak başlarını tutmuştu. Resmi makamların yaydığı sö^dentilere 
bakılırsa korkunç cezalar verilecek, Çarşı askerlerce açılıp halka 
yağmalattırılacaktı. Bu bin yıldan bu yana, tüccarları tehdit etme biçimiydi.
Bu nedenle 19 Temmuz 1906'da bir grup tüccar ve çarşı sarrafı, İngiliz 
maslahatgüzarına başvurarak önemli bir konuyu görüşmek istediler. Şayet 
tutuklanma tehlikesiyle karşılaşacak olurlarsa, elçiliğe sığınabilirler ve 
korunabilirler miydi? Yanıt olumluydu. Gelenler teşekkürler ve temennahlar ile 
ayrıldılar. Aynı günün akşamında, dostum Fazıl, bazı arkadaşlarıyla elçiliğe gelmiş 
ve hararetle karşılanmıştı. Henüz otuz yaşında olmasına karşın, babasmın tek 
vârisi olarak, çarşının en zengin adamı sayılıyordu. Geniş kültürü ve bilgisiyle; 
meslektaşlarının üzerinde büyük etkisi vardı. Onun konumunda birine, İngilizler 
en güzel odalarını vermek iste-
182
diler, ancak o kabul etmeyerek, geniş elçilik bahçesinde bulduğu bir köşeyle 
yetinmişti. Bunun için bir çadır, bir seccade ve birkaç kitap getirmişti. Ev 
sahiplerine de dişlerini sıkıp gözlerini kısarak eşyalarmı yerleştirmesini izlemek 
kalmıştı.
Ertesi günü otuz tüccar daha gelmişti. Üç gün sonra, 23 Temmuz günü, gelenlerin 
sayısı sekiz yüz altmışı bulmuştu. Temmuz 26'da beş bin kişi olmuşlardı. 1 
Ağustos'ta oniki bin kişi!
Bir İngiliz bahçesinde yükselen bu Acem kenti, gerçekten tuhaf bir görüntüydü. 
Çadırlar loncalara göre gruplanmıştı. Hemen bir düzen kurmuşlar, nöbetçi 
kulübelerinin arkasma bir mutfak yapmışlardı. Koca kazanlar bahçedeki 
"mahalleler" arasında dolaşıyor ve yemek servisi üç saat sürüyordu.
Hiçbir karışıklık, hiçbir gürültü yoktu. Acemlerin dediği gibi bast yapılmış, yani 
sığınmada bulunulmuştu. Bir başka deyimle, bir türbenin dokunulmazlığında pasif 
direnişe geçmişlerdi. Tah-ran'm pek çok yerinde türbe vardı: Şeyh Abdülâzim 
Türbesi, Şah Ahırları gibi. Bast ların en küçüğü, Tophane Meydanmdaki tekerlekli 
toptu. Suçlu gizlenecek olursa, güvenlik güçleri gelip onu oradan çıkartamazdı. Ne 
var ki Cemaleddin olayı, bu yerlerin pek güvenli olmadıklarını göstermişti. Resmi 
makamların tanıdıkları tek dokunulmazlığı olan yer, yabancı elçiliklerdi.


Her sığınmacı, elçiliğe, nargilesini ve düşlerini getirmişti. Bir çadırdan diğerine, 
okyanuslar kadar fark vardı. Fazıl'ın çevresini Çağdaşçılar almıştı. Bir avuç insan 
değil, yüzlerce insandı. Genç-yaşlı, encümen şeklinde örgütlenmişlerdi. Gizli ya da 
yarı gizli örgütlerdi bunlar! Aralarındaki konuşmalar sık sık Japonya, Rusya ve 
özellikle dilini konuştukları Fransa hakkında oluyordu. Fransızca kitap ve gazete 
okuyor, Saint-Simon'un, Robespierre'in, Rousse-au'nun ve Waldeck-Rousseau'nun 
Fransa'sını biliyorlardı. Fazıl, bir yıl önce Fransa'da oylanan ve Kilise ile Devleti 
birbirinden ayıran yasa metnini gazeteden kesmiş, çevirmiş ve dostlarına 
dağıtmıştı. Hararetle tartışıyorlardı. Ama alçak sesle, çünkü az ötelerinde 
mollalar toplantı yapmaktaydılar.
Din adamları bölünmüştü. Bir kısmı, Avrupa'dan gelen her şeyi red ediyordu. 
Hatta demokrasi, parlamento ve çağdaşlaşmayı bile! "Kur'an varken anayasaya ne 
gerek var?" diyorlardı. Çağdaşçılar buna, Kitabm insanlara, kendilerini demokratik 
biçimde yönetmelerini söylediğini belirterek karşı çıkıyorlardı. Kitap: "İşlerinizi, 
aranızda danışarak görün" demiyor muydu? Sonra kurnazca şunu ekliyorlardı: 
Şayet Müslümanlar, yeni doğmakta olan devlet-
183
lerini bir anayasaya sahip olarak örgütleselerdi, İmam Ali de yok edilemezdi, kanlı 
veraset savaşları da olamazdı.
Doktrin tartışması bir yana, mollaların çoğu, Şah'rn keyfî yönetimine son vermek 
için, anayasa düşüncesine sıcak bakıyorlardı. Bast yaparak yüzlerce kişi haline 
gelişlerini, Peygamberin Medine'ye hicretine, halkın çektiği çileyi de İmam Ali'nin 
oğlu Hüseyin'in çektiklerine benzetiyorlardı. Zaten Hüseyin'in bir Müslüman 
olarak çektikleri, İsa'nın çilesine eş değerdeydi.
Elçilik bahçesinde, profesyonel ağlayıcı takımı Roze-Khıvan lar, Hüseyin'in 
çektikleri için ağıt yakıyorlardı. Hüseyin'e ağlıyor, kendilerine ağlıyor, İran'a 
ağlıyorlardı. Fazıl'ın dostları bu gösteriden uzak duruyorlardı. Cemaleddin, Roze-
Khıvan lardan çekinmelerini öğütlemişti. Onlara endişe ile bakıyor ve dinliyorlardı.
Şirin'in mektuplarından birinde yaptığı soğukkanlı yorum beni etkilemişti: "İran 
hasta" diyordu. "Başucunda pek çok doktor var. Çağdaş doktorlar, gelenekçi 
doktorlar... her biri kendi ilacını öneriyor. Onu kim iyileştirirse, gelecek onun 
olacak. Bu devrim başarılı olursa, mollalar demokratlaşma; olmazsa demokratlar 
molla-laşma zorunda kalacaklar."
Şimdiki halde hepsi aynı siperde, aynı bahçede bulunuyordu. Ağustos'un 7'sinde 
elçilikte on altı bin Basti vardı. Kent sokakları ıssızdı. Ünlü tüccarların hemen 
hepsi "göç" etmişti. Şah'a, istekleri kabulden başka bir şey kalmıyordu. Bast 'in 
başlamasından bir ay bile geçmeden, Şah Tahran'da doğrudan, taşrada dolaylı 
seçimlere gideceğini ilan etti.
İran'ın ilk Parlamentosu 7 Ekim'de toplandı. Taht adma konuşma yapmak üzere 
Şah, Cemaleddin'in dostu, onu son Londra'da bulunduğunda konuk etmiş olan, 
İsfahanlı bir Ermeni ve en eski muhaliflerinden biri olan Malkom Han'ı seçmişti. 
Malkom Han, İngiliz'i andırır muhteşem bir ihtiyardı ve bütün ömrünce, meşrutî 
bir hükümdarın söylevini Parlamentoda okumayı düşlemişti. O dönemi daha 
yakından incelemek isteyenler, Malkom Hanı'ı o dönemin belgelerinde aramasınlar. 


Hayyam'ın yaşadığı dönemde olduğu gibi bugün de İran, yöneticilerini adlarıyla 
değil unvanlarıy-la tanır: "Krallığın Güneşi", "Dinin Temel Direği", "Sultanın 
Gölgesi" gibi. Demokrasi çağını başlatmış olan Malkom Han'a da unvanların en 
ünlüsü verildi: Nizamülmülk! Şaşırtıcı İran! Çalkantılar arasında onca değişmez, 
değişimler arasmda onca kendisi olan!
184
XXXV
Doğu'nun uyanışına katılmak bir ayrıcalıktır, bir heyecan, bir coşku ve bir 
kuşkudur. Uyuyan beyninde ne gibi hayırlı ya da canavarca düşünceler yeşermişti? 
Uyanırsa ne yapacak? Kendisini sarsanın üzerine yürüyecek mi? Beni, endişeyle 
soru yağmuruna tutan okuyucu mektupları alıyordum. Daha hâlâ belleklerinde, 
1900 yılındaki Pekin Boxers isyanı, yabancı diplomatların rehin alınmaları, 
"Gökyüzünün Korkunç Kızı" yaşlı İmparatoriçenin karşısına dikilen lejyoner ordu 
olduğu için, Asya'dan korkuyorlardı. İran farklı olacak mı? Ben, doğmakta olan 
demokrasiye güvenerek "Evet" diyordum. Bir Anayasa ve İnsan Hakları Yasası 
çıkartılmıştı. Her gün yeni dernekler kuruluyordu. Gazetelerin ve dergilerin sayısı 
bir ay içinde doksana çıkmıştı. Uygarlık, Eşitlik, Özgürlük gibi adlar taşıyorlardı. 
Ya da daha tantanalı biçimde Yeniden Doğuş Borazanı gibi adlar... Bunlardan 
İngiliz basınında ya da liberal Ryech veya sosyal-demokrat Sovremenny Mir gibi 
Rus gazetelerinde söz ediliyordu. Tahran'ın mizah gazetelerinden biri, daha ilk 
sayısmda kapışılıyordu. Karikatürcüler oklarını Saray dalkavuklarına, Çar'ın 
ajanlarına ve daha çok da yobazlara fırlatıyorlardı.
Şirin şöyle yazıyordu: "Geçen cuma, bir takım mollalar çarşıda yandaş edinmek 
istediler. Anayasayı din dışı bir yenilik diye niteliyor ve halkı, Parlamentonun 
bulunduğu Baharistan'a yürümesi için kışkırtıyorlardı. Başarısız oldular. 
İstedikleri kadar yırtınsınlar halk ilgilenmedi. Arasıra bir kişi durup onlara 
bakıyor, sonra geçip gidiyordu. Sonunda kentin en saygm üç uleması geldi. 
Gözlerini bir karış yukarı kaydırmadan, en kısa yoldan evlerine dönmelerini istedi. 
İnanasım gelmiyor: İran'da artık yobazlık öldü."
İşte bu son cümleyi, yazılarımdan en güzeline başlık yaptım. Prensesin 
yazdıklarına kendimi öylesine kaptırmıştım ki, yazım senet yerine geçti. 
Gazette'in müdürü daha ılımlı olmamı istedi ama okuyucu mektuplarından, 
onaylandığımı anladım.
Bu mektuplardan biri, Neto-Jersey Princeton Üniversitesinde
185
öğrenci olan Howard C. BaskerviUe'den geliyordu. Bachelor of Arts diplomasını 
almış ve anlattığım olayları yakından görmek için İran'a gitmek hevesine 
kapılmıştı. Onun yazdığı bir cümle, bana bayağı dokunmuştu: "Bu yüzyılın başında 
Doğu uyanmazsa, Batı uyuyamayacak gibi bir sezgim var." Yanıtımda, bu yolculuğa 
çıkmasını teşvik ediyor ve çıkacak olursa bazı dostlarımın adlarını vermeyi vaat 
ediyordum. Baskerville, birkaç hafta sonra Annapo-lis'e gelerek, Amerikan 
Presbiteryen Kilisesi tarafından yönetilen Tebriz Erkek Okulunda bir öğretmenlik 
aldığını haber verdi. İranlı çocuklara İngilizce ve Fen dersleri verecekti. Hemen 
yola çıkmayı planlıyordu, onun için tavsiyelerimi ve öğütlerimi almaya gelmişti. Onu 


kutladım ve düşünmeden konuşarak İran'a gidecek olursam onu görme vaadinde 
bulundum.
Ama yakmda gidebileceğimi hiç sanmıyordum. Gerçi istiyordum ama yersiz 
suçlamalar nedeniyle henüz bu yolculuğu erken buluyordum. Şah'ın katilinin suç 
ortağı sanılmıyor muydum? Tah-ran'daki değişikliklere karşın, tozlu belgelerden 
biri yüzünden sınırda tutuklanmaktan ve elçiliğe haber ulaştıramamaktan 
korkuyordum.
Baskerville'in gidişi, durumumu düzeltmek için bazı girişimlerde bulunmama yol 
açtı. Şirin'e asla yazmayacağıma söz vermiştim. Her geçen gün daha büyük etki 
kazanan Fazıl'a yazmaya karar verdim. Millet Meclisi'nde sözü geçenlerin başında 
geliyordu. Yanıtını üç ay sonra aldım. Dostça bir yanıttı. Adalet Bakanlığından, her 
türlü sanıklıktan arındırıldığıma dair resmi bir yazı almış, onu gönderiyordu. Yani 
artık tüm İran topraklarında serbestçe dolaşabilirdim. Daha fazla beklemeden 
Marsilya'ya, oradan da Se-lanik'e hareket ettim. İstanbul, Trabzon ve sonra 
katır sırtında Ağrı Dağı üzerinden Tebriz!
Sıcak bir haziran günü Tebriz'e vardım. Ermeni mahallesindeki kervansaraya 
yerleştiğimde, güneş damların hizasına inmişti. Yine de bir an önce Baskerville'i 
görmek istediğimden doğru Presbiteryen Okuluna gittim. Alçak ve enine yayılmış 
bir bina idi. Yeni beyaza boyanmıştı. Kayısı ağaçlarının arasında yer almıştı. 
Parmaklıkların üzerinde ve damda gösterişsiz iki haç ve kapının üstünde yıldızlı 
bir bayrak vardı.
İranlı bir bahçıvan bana doğru geldi. Beni, sakallı kızıl saçlı bir rahibin yanına 
götürdü. Konuşmaya başlamadan önce, beni gece konuk edebileceğini söyledi:
— Aniden gelip bizi ziyaretleriyle onurlandıran vatandaşlarımız için her zaman 
boş bir odamız var. Size özel muamele yapmıyoruz. Burası var olduğundan beri 
sürdürülen bir âdettir bu!
İçtenlikle üzüntülerimi beyan ettim.
— Eşyalarımı kervansaraya bıraktım. Öbür gün de Tahran'a gitmeyi düşünüyorum.
— Tebriz, bir günden fazlasına layıktır. Buraya kadar gelmişken, Büyük Çarşı'yı, 
adı Binbir Gece Masallarında geçen mavi caminin kalıntılarını görmeden gitmeyi 
nasıl düşünürsünüz? Günümüzde yolcuların çok acelesi oluyor nedense.
Benim bunca kötü bir gezgin olmama esef ediyordu. Savunma yapmak zorunda 
kaldım:
— Aslında Tahran'da işim var. Tebriz'e kadar gelişim, sizde öğretmenlik yapan 
Howard Baskerville'i görmek içindi.
Bu adı söyler söylemez, hava ağırlaştı, neşe kayboldu, hararet söndü, babaca 
yaklaşımlar yok oldu. Yüz sıkıntılı, bakışlar kaçamaktı. Uzun bir sessizlikten 
sonra:
— Howard'in arkadaşı mısınız? diye sordu.
— Bir bakıma İran'a gelişinden sorumlu sayılırım.
— Ağır bir sorumluluk!
Yüzünde, boş yere bir gülümseme aradım. Bana birden bitkin ve çökmüş gibi geldi. 
Bakışları yalvarır gibiydi:


— Burayı onbeş yıldır yönetiyorum. Okulumuz kentin en iyi okulu. Yaptığımız işin 
yararlı ve hayırlı olduğuna inanıyorum. Çalışmalarımıza katkıda bulunanlar buna 
inanmasa, genelde düşmanca bir ortamda buraya gelmeye gerek görmezler. Onları 
zorlayan hiç bir şey yok.
Herhangi bir kuşku duymam için bir neden yoktu ama adamın kendini savunmadaki 
heyecanı beni rahatsız diyordu. Birkaç dakikadan beri odasındaydım, onu-
herhangi bir şeyle suçlamamış-tım, ondan hiçbir şey istememiştim. Başımı nazikçe 
sallamakla yetindim. Devam etti:
— Bir misyoner İranlıların acılarına ilgisiz kalırsa, bir öğretmen öğrencilerinin 
kaydettikleri ilerlemelere hiçbir sevinç göstermezse ona derhal Amerika'ya 
dönmesini tavsiye ederim. Bazen, en genç olanlar bile, heyecansız olabiliyor. Bu 
çok insanca, değil mi?
Bundan sonra rahip sustu. Koca parmakları sinirli biçimde piposunu sıkıyordu. İşini 
kolaylaştırmayı görev bildim. En umursamaz biçimde:
— Siz Howard'in birkaç ay içinde cesaretini kaybettiğini, Do-
186
187
ğu'ya duyduğu ilginin geçici olduğunu mu söylüyorsunuz? Yerinden sıçradı:
— Tanrım hayır, size pek çok kişiyle başımıza geleni anlatmaya çalıştım, ama 
Baskerville ile değil. Arkadaşınızla işin tam tersi oluyor ve bu yüzden son derece 
endişeliyim. Bir bakıma bugüne kadar gelen en iyi öğretmen, öğrencilerini çok iyi 
yetiştiriyor, aileler varsa yoksa o diyorlar. Misyonumuz bugüne kadar bu kadar 
çok hediye almamıştır: kuzular, horozlar, helvalar, hepsi Baskerville için. Onunla 
olan sorun, bir yabancı olduğunu unutması! Buradaki insanlar gibi giyinmekle, 
benimle bile yörenin lehçesiyle konuşmakla ve pilava bayılmakla yetinse, güler 
geçerdim. Ama Baskerville görünüşle yetinmiyor. Siyasi savaşa atıldı. Anayasayı 
övüyor, öğrencilerini Rusların, İngilizlerin, Şahın ve gerici mollaların aleyhine 
kışkırtıyor. Onun burada "Adem'in Oğlu" yani gizli örgüt üyesi olmasından bile 
kuşkulanıyorum.
İçini çekti:
— Dün sabah, kapımızın önünde bir gösteri oldu. En önemli iki din adamının 
liderliğinde, Baskerville'in gitmesi, aksi halde Misyonunun kapanması istendi. Üç 
saat sonra bir başka gösteri yapıldı, onlar da Howard'i destekliyor ve kalmasını 
istiyorlardı. Anlıyorsunuz ya? Bu böyle devam ederse bu kentte kalamayız.
— Howard'la konuşmadmız mı?
— Belki yüz kere, her üslupta, her tonda. Doğu'nun Uyanışı, Misyonun kaderinden 
önemlidir diyor da başka bir şey söylemiyor. Anayasa devrimi başarısız olursa, 
nasıl olsa gitmek zorunda kalırmışız. Gerçi sözleşmesini iptal edebilirim ama bunu 
yaparsam, bizi her zaman desteklemiş olanların öfkesini çekeceğimden korkarım. 
Tek çözüm Baskerville'in sakinleşmesi. Bunu belki siz başarabilirsiniz.
Böyle bir söz vermeksizin, Howard'i görmek istedim. Papazın bir an gözü parladı. 
Bir sıçrayışta ayağa kalktı:


— Arkamdan gelin, nerede olduğunu göstereyim. Sanırım nerede olduğunu 
biliyorum. Onu sessizce izleyin, neden böyle düşündüğümü anlar, kaygılarımı 
paylaşırsınız.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
DENİZDE BİR ŞAİR
Oyunu oynayan Tanrı, bizlerse dama taşı!
İşin doğrusu bu, gerisi laf-ı güzaf.
Onun için dünya dama tahtası, bizler birer oyuncak.
Bıkar sonunda, salıverir hiçliğin kuyusuna.
Ömer Hayyam
188
XXXVI
Duvarlarla çevrili bir bahçenin alacakaranlığında, kıpır kıpır insanlar. Baskerville'i 
nasıl ayırdetmeli? Tüm yüzler öylesine yağız ki! Bir ağaca yaslanmış, duruyorum. 
Çevreme bakıyorum. İçi aydınlatılmış bir kulübenin önünde tuluat yapılıyor. 
Anlatıcı ve ağlayıcı Roze-Khvan'lar, müminleri ağlamaya, bağırmaya, kan dökmeye 
çağırmaktaydı.
Adamın biri ortaya çıktı, gönüllü olduğunu söyledi. Acıya gönüllü! Yalm ayak, 
yarıdan yukarısı çıplak, elleri zincirli... zincirleri havaya fırlatıyor, omuzlarından 
çıplak sırtına kaydırıyor, demir kaygan, cilt ince... morarıyor ama dayanıyor. 
Kanatması için otuz-kırk darbe vurması gerek. Siyah bir fışkırtı! Acının tiyatrosu 
da bu! Bin yıllık çile gösterisi!
Kırbaçlanma arttıkça, halkın bağırması da artıyor, anlatıcı darbelerin ve 
çığlıkların gürültüsünü bastırmak için daha çok bağırıyordu. Tam o sırada 
oyunculardan biri ortaya atıldı, kılıcıyla tehditler yağdırdı, yüzünü buruşturdu, 
lanetlendi. Kendisine birkaç da taş atıldı. Az sonra kurban ortaya çıktı. Kalabalık 
çığlık üstüne çığlık attı. Ben bile kendimi tutamayıp bağırdım, çünkü adamın kafası 
kopmuş, yerde sürükleniyordu. Başımı çevirdim, dehşet içinde rahibe baktım, 
soğuk bir gülümsemeyle beni yatıştırdı:
— Bu çok eski bir hile. Bir çocuğun ya da çok kısa boylu bir adamın kafasının 
üzerine bir koyunun kopmuş kafasını oturtuyorlar. Öyle bir biçim veriyorlar ki, 
kanlı boyun üst kısımda kalıyor, üzerlerine de tam yerinden delinmiş beyaz bir 
çarşaf örtüyorlar. Gördüğünüz gibi yarattığı izlenim dehşet verici!
Piposunu çekti. Kafası kopmuş olan, sahnede sıçrayıp döneni-yordu. Sonra yerini 
garip bir adama bıraktı.
Baskerville!
Tekrar dönüp Rahibe baktım. Gözlerini kırpıştırmakla yetindi. Asıl tuhaf olanı, 
BaskerviUe'in bir Amerikalı gibi giyinmiş olması idi. Hatta, bu trajedi ortamında 
komik kaçan bir de hotform şapka
191
giymişti. Halk yine de avaz avaz bağırıyor, ağlıyordu ve gördüğüm kadarı ile, 
hiçbiri eğlenir görünmüyordu. Rahibi saymazsak... O da bana anlatma 
nezaketindeydi:


— Bu törenlerde daima bir Avrupalı bulunur ve tuhaf ama hep "iyileri" temsil 
eder. Geleneğe göre, Sarayda bulunan bir elçi, Hüseyin'in ölümünden etkilenip 
cinayeti açıkça kınamak durumundadır. Tabii ellerinde her zaman bir Avrupalı 
bulunmuyor, onun yerine bir Türk'ü ya da açık renkli bir Acem'i çıkartıyorlar. 
Baskerville Tebriz'de olduğundan beri, bu role hep o çıkıyor. Mükemmel bir oyun 
sergiliyor. Sonra, sahnede ağlıyor!
O sırada, kılıçlı adam, büyük bir gürültü çıkararak Basker-ville'in çevresinde 
döneniyordu. Baskerville kıpırdanıyor, şapkasını düşürüyor, sarı saçları ortaya 
çıkıyor, sonra bir robot yavaşlığı ile diz üstü çöküyor, yere uzanıyor, güneş ışığı 
gözyaşlarmı belir-ginleştiriyor, siyah giysisinin üzerine çiçekler yağdırılıyordu.
Kalabalığı duymaz olmuştum. Gözlerim arkadaşıma takılmış, heyecanla ayağa 
kalkmasını bekliyordum. Tören bitmez gibi geliyordu. Onunla karşılaşmak için 
acele ediyordum.
Bir saat sonra, Misyon'da, bir çorba kâsesinin önünde buluşabildik. Rahip bizi 
yalnız bırakmıştı. Aramızda sıkıntılı bir sessizlik vardı. Baskerville'in gözlerindeki 
kızarıklık geçmemişti.
— Batılı ruhuma dönmem vakit alıyor, diye mazeret beyan etti.
— Acele etme. Yeni yüzyıl henüz başlıyor.
Öksürdü, sıcak çorba kâsesini dudaklarma götürdü, yine sessizliğe büründü. Sonra 
güçlükle:
— Bu ülkeye geldiğim zaman, koca koca sakallıların, bin iki yüz yıl önce işlenmiş 
bir cinayete ağlayıp sızlanmalarını anlayamı-yordum, dedi. Şimdi ise anlıyorum. 
İranlılar geçmişte yaşıyorlarsa, o geçmiş vatanları olduğu içindir. Bugün buraları 
yabancı bir diyar olduğu ve bu diyarda onlara ait hiçbir şey bulunmadığı içindir. 
Bizler için çağdaş yaşam, özgürlük simgesi olan her şeydir, onlar içinse yabancı 
egemenlik anlamına geliyor. Yol: Rusya'dır. Ray, Telgraf, Banka: İngiltere'dir. 
Posta: Avusturya-Macaristan'dır.
— ... ve de bilimlerin öğretimi: Amerikan Presbiteryen Misyonundan 
Baskerville'dir.
— Tam üstüne bastınız. Tebrizliler için iki seçenek var: oğullarını ya, tıpkı Ataları 
gibi aynı cümleleri on yıl boyunca anırsmlar diye geleneksel okullara 
gönderecekler, ya da Amerikalılar gibi
eğitim görecekleri benim sınıfıma yollayacaklar, ama bir haçın ve yıldızlı bayrağın 
gölgesinde. Benim öğrencilerim, ülkenin en yararlıları, en iyileri, en ustaları 
olacaktır ama diğerlerinin onlara satılmış gözüyle bakmaları nasıl önlenecektir? 
Geldiğimin haftasında,. kendi kendime bu soruyu sordum ve yanıtını, gördüğünüz 
törenlere benzer törenlerde buldum. Bir gün, kalabalığa karışmış, yürüyordum. 
Çevremde iniltiler yükseliyordu. Ağlayan, perişan, korkmuş, şaşkın yüzleri 
inceledikçe, İran'ın bütün sefaletini görmüş oldum. Farkına varmadan ben de 
ağlamaya başladım. Çevremdekiler bunu gördü, heyecanlandılar ve bana iyileri 
temsil eden dürüst elçi rolünü oynattılar. Ertesi gün öğrencilerimin velileri geldi. 
Çocuklarını Presbiteryen Okuluna göndermenin yanıtını bulmuşlar, bundan 
mutluluk duyuyorlardı. "Ben oğlumu İmam Hüseyin'e ağlayan öğretmene emanet 
ettim" diyorlardı. Bir kısım mollalar rahatsız oldu. Bana karşı güttükleri 


düşmanlık, benim ne derece başarılı olduğufnu kanıtlıyor. Onlar yabancılar, 
yabancılara benzesin istiyorlar.
Davranışını anlıyordum ama yine de kuşkuluydum:
— Yani sence, İran'ın sorunlarına çözüm yolu, ağlayıcılara katılmaktan mı geçiyor?
— Ben bunu demedim. Ağlamak reçete değil. Marifet de değil. Sadece basit bir 
eylem. Kimse gözyaşı dökmeye zorlanmamalı. Önemli olan tek şey, başkalarının 
felaketini küçümsememektir. Beni ağlarken gördüklerinde benim yabancılara özgü 
umursamazlığım olmadığını gördüklerinde, bana geldiler ve ağlamanın bir işe 
yaramadığını, İran'ın fazladan bir goygoycuya gereksinim duymadığını, 
yapabileceğim en iyi işin Tebrizli çocuklara doğru dürüst eğitim vermek olduğunu 
söylediler.
— Akıllıca sözler. Ben de sana aynı şeyleri söyleyecektim.
— Ne var ki, şayet ağlamamış olsaydım, bana gelmezlerdi. Beni ağlar 
görmeselerdi, benim çocuklara bugünkü Şah'ın kokuşmuş olduğunu, Tebrizli 
mollaların ondan geri kalmadığını söylememe izin vermezlerdi.
— Bunu sınıfta söylüyorsun, öyle mi?
— Evet. Bunu smıfta söylüyorum. Ben, sakalsız, genç Amerikalı, ben, Presbiteryen 
Misyonu Okulunun küçük öğretmeni, tacı ve sariklıkıfr sarstım ve öğrenciler bana 
hak verdi. Ana ve babaları da. Sadece Rahip huzursuz oldu.
Benim kendime gelemediğimi görünce, ekledi:
— Onlara Hayyam'dan da söz ettim. Milyonlarca Amerikalı ve
192
193
Avrupalı'nın Rubaiyat'ı başuçlarından eksik etmediklerini anlattım. Fitzgerald'ın 
şiirlerini ezberlettim. Ertesi günü, bir büyükbaba gelip beni gördü. Torunu ona 
her şeyi anlatmış. Bana dedi ki: "Biz de Amerikalı şairleri çok sayarız." Tabii bir 
tekinin bile adını bilmiyordu ama ne önemi vardı? Ona göre, minnet göstermenin 
bir yolu buydu. Ama bütün aileler böyle davranmadı, hatta biri şikâyet bile etti. 
Rahibin önünde bana dedi ki: "Hayyam sarhoş bir zındıktır." Ben de "Böyle 
söylemekle Hayyam'a hakaret etmiyor, sarhoşluğu ve zındıklığı övüyorsunuz" 
dedim. Rahip az daha boğuluyordu. Howard bir çocuk gibi güldü. Afacan bir 
çocuğa benziyordu!
— Yani şimdi sen, seni suçladıkları suçla övünüyorsun. Yani sen yoksa "Âdem 
Oğullarından" mısın?
— Rahip bunu da mı söyledi? Benden çok söz etiniz gibi bir izlenim içindeyim.
— İkimizin tanıdığı bir başkası yok da...
— Senden hiçbir şey gizlemeyeceğim. Benim vicdanım, yeni doğmuş bir bebeğinki 
kadar temiz. Bundan iki ay önce, bir adam gelip beni gördü. Koskoca bir deve 
benziyordu ama bir o kadar da utangaçtı. Bana, Encümen'de bir konuşma yapıp 
yapmıyacağımı sordu. Hangi konuda dersin? Hiç tahmin edemezsin! Darwin teorisi 
üzerinde! Ülkedeki siyasi kargaşa ortamında, bunu eğlenceli buldum. Kabul ettim. 
Darwin hakkmda bir sürü bilgi topladım, onun aleyhinde olanların görüşlerini 
anlattım. Konuşmam sıkıcıydı ama salon doluydu ve beni büyük bir hayranlıkla 
dinliyorlardı. Sonra, başka toplantılara da gittim. Değişik konularda konuşmalar 


yaptım. Bu insanlarda müthiş bir öğrenme açlığı var. Bunlar aynı zamanda en ateşli 
Anayasacılar. Tahran'dan son haberleri almak için, evlerine uğradığım olur. Onları 
tanımalısın, onlar da senin benim gibi bir dünya düşlüyorlar.
194
XXXVII
Akşamları, Tebriz Çarşısında pek az dükkân açık kalır ama sokaklar hareketlidir. 
Erkekler köşe başlarında, hasır iskemleler üzerinde nargilelerini tüttürürler. 
Nargilenin dumanı, gün içindeki bin bir çeşit kokuyu bastırır.
Yürüyüşümü, Howard'mkine uydurmaya çalışıyordum. Hiç duraksamadan, bir 
sokaktan diğerine geçiyor, arasıra bir öğrencisinin babasına selam vermek için 
duruyordu. Her yerde, çocuklar oyunlarını yarıda bırakıp, geçmesi için kenara 
çekiliyorlardı. Sonunda paslı bir kapının önüne geldik. Arkadaşım kapıyı itti, 
ağaçlıklı küçük bir bahçeden geçtik, kerpiç bir evin önüne vardık, yedi kez 
vurduktan sonra kapı gıcırtıyla geniş bir odaya açıldı. Oda, cereyandan ötürü 
sallanıp duran tavandan sarkan lambalarla aydınlanmıştı. Odadakiler buna alışık 
olmalıydılar. Ama ben sallanıp duran bir kayığa binmiş gibiydim. Hiçbir yüzü sabit 
göremiyor, gözlerimi kapatıp uzanmak istiyordum. "Âdem Oğulları" toplantılarının 
yabancısı değildi Baskerville. Zaten karşılanışından belliydi. Onun yanında olduğum 
için ben de kardeşçe kucaklandım, üstelik Howard, İran'a gelişine benim neden 
olduğumu söyleyince, daha da sıcak bir kucaklaşma oldu.
Tam oturacağımı sandığım sırada, odanın karşı köşesinden bir adam ayağa kalktı, 
gelip karşımda durdu:
— Benjamin!
Yerimden sıçradım, gözlerimi ovuşturdum:
— Fazıl!
Birbirimize sarıldık, birbirimize masum küfürler savurduk. Fazıl, huyu olmadığı 
halde, bu samimiyetimizi açıklamak gereğini duydu:
— Benjamin Lesage, Seyyid Cemalettin'in dostuydu.
O saniye, değerli bir konuk olmaktan çıkıp, tarihi bir anıt ya da kutsal bir yadigâr 
oluverdim; yanıma büyük bir saygı ile, çekine çekine yaklaşıyorlardı.
195
Howard'ı Fazıl'a takdim ettim. Birbirlerini sadece ismen tanıyorlardı. Fazıl, 
doğduğu kent olan Tebriz'e, bir yılı geçkin bir zamandır gelmiyormuş. Zaten bu 
sıvası dökük duvarlar, sallanıp duran lambalar arasında bulunması hayra alamet 
değildi. Anayasa Devriminin temel taşlarından biri olan Demokrat 
Parlamenterlerin lideri değil miydi? Şu sıralar başkentten ayrılması doğru muydu? 
Bu soruları kendisine sordum. Rahatsız oldu. Oysa Fransızca ve alçak sesle 
konuşmuştum. Yanında oturanlara kaçamak bakışlar fırlattı. Sonra yanıt olarak:
— Nerede kalıyorsun? diye sordu.
— Ermeni mahallesindeki kervansarayda.
— Gece gelirim.
Gece yarışma doğru, odamda altı kişi olmuştuk. Baskerville, ben, Fazıl ve onun üç 
arkadaşı. Onları, kimlikleri bilinmesin diye, sadece küçük adları ile tanıttı.


— Encümen'de neden Tahran'da değil de burada olduğumu sordun. Çünkü başkent, 
Anayasacılar için kayıp vaka! Bunu otuz kişinin önünde söyleseydim, panik yaratmış 
olurdum. Ama işin doğrusu bu!
Tepki gösteremeyecek kadar afallamıştık. Fazıl devam etti:
— İki hafta önce, Saint-Petersbourg'dan bir gazeteci beni görmeye geldi. Ryech 
gazetesinin muhabiriydi. Adı Panoff ama yazılarını "Tane" diye imzalıyor.
Ondan söz edildiğini duymuştum. Londra basını, arasıra yazılarından alıntılar 
yapardı. Fazıl devam etti:
— O bir sosyal-demokrat. Çarlık düşmanı. Ama bir kaç ay önce Tahran'a 
geldiğinde, düşüncelerini kendine sakladı, Rus Elçiliğine kolayca girip çıkmanın 
yolunu buldu ve hangi rastlantı ya da hangi hile sonucu bilmem, bir takım 
dosyalara el koyma fırsatını buldu. Kazaklar, mutlakiyet rejimini geri getirmek 
üzere bir darbe hazırlığı içindeymişler. Her şey açıkça yazılıymış. Çarşıda, yeni 
rejime güveni sarsmak için, hırsızlık olayları başlatılacak, bazı mollalar da 
Şah'tan, sözde İslam'a aykırı olan, anayasayı kaldırmasını is-teyeceklermiş. Tabii 
bana bu belgeleri getirirken, Panoff büyük bir riske giriyordu. Ona teşekkür edip, 
Parlamento'nun olağanüstü toplanmasını istedim. Durumu ayrıntılarıyla anlatıp, 
hükümdarın tahttan'indirilmesini, yerine oğullarından birinin geçirilmesini, Kazak 
Birliğinin kaldırılmasını, suçlu mollaların tutuklanmalarını
önerdim. Pek çok konuşmacı kürsüye çıkıp durumu kınadı ve önerilerimi 
destekledi.
Birden bir görevli çıkageldi. İngiliz ve Rus elçilerinin bize acele bir nota vermek 
üzere Parlamento'da olduklarını söyledi. Toplantıya ara verildi, Meclis Başkam ve 
Başbakan dışarıya çıktılar, dönüşlerinde birer kadavra gibiydiler. Elçiler, Şah'in 
tahttan indirilmesi halinde, her iki devletin askeri müdahalede bulunmak zorunda 
kalacaklarını söylemeye gelmişlerdi. Bizi yalnız boğmaya hazırlanmıyor, kendimizi 
savunmamızı da engelliyorlardı!
Baskerville dehşet içinde:
— Bu gayretkeşlik niye? diye sordu.
— Çünkü Çar, burnunun dibinde demokrasi istemiyor, Parlamento sözcüğü bile onu 
zıvanadan çıkartıyor.
— Ama İngilizler için aynı şey söylenemez?
— Hayır ama, İranlılar kendi kendilerini yönetmeyi öğrenirlerse, bunun Hintlilere 
örnek olmasından korkuyorlar. Çünkü o takdirde İngilizler, pılılarmı pırtılarını 
toplayıp gitmek zorunda kalacaklar. Tabii bir de petrol var. 1901 yılında, Knox 
d'Arcy adlı bir İngiliz, yirmi bin sterling karşılığında tüm İran petrolünü işletme 
hakkını aldı. Bugüne kadar üretim önemsiz miktardaydı, ama birkaç haftadan beri 
Bahtiyari aşiretlerinin topraklarında büyük miktarda petrol çıktı. Her halde 
duymuşsunuzdur. Bu, ülke için önemli bir gelir kaynağı olabilir. Parlamento'dan 
Londra Antlaşması'nı gözden geçirmesini ve böylece daha adil koşullar elde 
etmemizi istedim; milletvekillerinin çoğu beni destekledi. O günden beri İngiliz 
Elçisi beni davetlerine çağırmaz oldu.
— Oysa bast olayı Elçilik bahçesinde olmuştu!


— İngilizler o tarihte, Rus etkisinin çok olduğunu, İran pastasından kendilerine 
çok az bir parça bırakıldığını düşünüyorlardı. Onun için bizi destekleyip, 
bahçelerini açtılar. Hatta M. Naus'u kötü duruma düşüren resmi, onların 
bastırdığı söyleniyor. Bizim hareketimiz başarı kazanınca, Londra, Çarı bir 
bölüşme anlaşmasına razı etmiş oldu. İran'ın kuzeyi Rus nüfuz alanına, güneyi de 
İngil-tere'ninkine girecekti. İngilizler istediklerini elde eder etmez, 
demokrasimizden yüz çevirdiler. Onlar da Çar gibi demokrasimizi sakıncalı 
buluyor ve yok olmasını istiyorlar.
Baskerville patladı:
— Hangi hakla?
Fazıl ona babaca gülümsedi ve konuşmasını sürdürdü:
— İki diplomatın gelişlerinden sonra milletvekilleri cesaretleri-
196
197
ni kaybettiler. Bütün düşmanlara aynı anda karşı koyamayacakları için, zavallı 
Panoff'a yüklenmeyi yeğlediler. Pek çok konuşmacı onu sahtekâr, anarşist olmakla 
suçladı ve amacının İran ile Rusya arasında savaş başlatmak olduğunu söyledi. 
Gazeteci Parlamen-to'ya benimle gelmişti, tanıklığı gerekebilir diye onu büyük 
salonun yanında, kapı önünde bekletiyorum. Oysa milletvekilleri kalkmış 
tutuklanmasını ve Çar'ın elçisine teslim edilmesini istiyorlardı. Bunun için bir de 
önerge vermişlerdi. Kendi hükümetine karşı bize yardım elini uzatmış olan bu 
adam, cellatlara teslim edilecekti! Her zaman sakin bir insan olduğum halde, 
kendimi tutamadım, bir iskemlenin üstüne çıktım, deli gibi bağırmaya başladım: 
"Şayet bu adam tutuklanacak olursa, babamm mezarı üzerine and içirim ki 'Âdem 
Oğullarını çağırır ve Parlamento'yu kana boğarım. Bu önergeyi onaylayacaklar 
olanlardan hiçbiri sağ çıkmayacaktır." Dokunulmazlığımı kaldırıp beni de 
tutuklayabilirlerdi. Cesaret edemediler. Oturumu ertesi güne ertelediler. O gece 
başkenti terk ettim, buraya geldim. Panoff da benimle geldi, başka bir ülkeye 
gidene kadar Tebriz'de bir yerlerde saklanıyor.
Konuşmamız uzayıp gitti. Böylece sabahı bulduk. Ezan sesi ile aydınlık daha 
belirgin oldu. Tartışmış, olasılıklar üzerinde durmuş, dur durak bilmemiştik. 
Baskerville gerindi, saatine baktı, bir uyurgezer gibi ayağa kalktı, ensesini kaşıdı 
ve:
— Aman tanrım! dedi saat altı olmuş! Uykusuz bir gece. Öğrencilerimin karşısına 
ne yüzle çıkacağım? Bu saatte döndüğümü gören Rahibe ne diyeceğim?
— Bir kadınla beraber olduğunu söylersin! Howard'in gülecek hali yoktu.
Ben rastlantı demek istemiyorum çünkü bu işte rastlantının pek rolü yok... ama 
Fazıl bize Panoff'un belgelerine dayanarak genç İran demokrasisine karşı 
oynanan oyunları anlatırken, darbe harekâtı başlamıştı.
Daha sonra öğrendiğim üzere, 23 Haziran 1908 Çarşamba günü sabahın dördünde, 
bin kadar Kazak, başlarında Albay Liakhov olmak üzere, Parlamento'nun 
bulunduğu Baharistan'a doğru yürümekteydi. Parlamento'nun çevresi sarılmış, 
çıkışlar denetime alınmıştı. Yerel Encümenlerden birinin üyeleri, birlikleri 
görünce, telefonun henüz takıldığı yakınlardaki bir koleje koşup bazı sosyal-


demokrat milletvekillerine ve Ayetullah Behbahani ile Ayetullah Tabatabayi gibi 
dini liderlere haber vermişlerdi. Onlar da şafak sökmeden önce, anayasaya 
bağlılık yemini etmek üzere Parlamentoya
gitmişlerdi. Gariptir, Kazaklar geçmelerine izin vermişti. Aldıkları emir, 
Parlamentodan çıkışı yasaklamaktı, girişi değil!
Protestocu kalabalık giderek büyüyordu. Sabah olduğunda üç-yüz kişi olmuşlardı 
ve aralarında pek çok "Âdem Oğlu" vardı. Ellerinde karabinaları, bir miktar 
cephane, her birine düşen altmış kadar fişek vardı ama kullanmaktan 
çekiniyorlardı. Gerçekten de damlarda, pencere arkalarında siper almışlardı ama 
önce kendilerinin ateş edip müthiş bir kıyıma yol açmaları mı yoksa darbe 
hazırlıklarının tamamlanmasmı pasif biçimde beklemeleri mi gerektiğini 
bilmiyorlardı.
Yanındaki Rus ve Acem subaylarla Liakhov, birliklerini ve toplarını yerleştirmekle 
meşguldü. O günü, altı adet top saymışlardı ve bunlardan en öldürücü olanı 
Topnane Meydanına yerleştirilmişti. Albay üst üste birkaç kez savunucularm 
hattını atı ile yarmış ama "Âdem Oğulları"nm karşılık vermeleri, Çar'ın bunu 
bahane edip ülkeyi işgal etmesinden korktuğu için, engellenmişti.
Saldırı emri öğleye doğru verildi. Kuvvetler denk olmadığı halde çatışma altı-yedi 
saat sürdü. Direnişçiler, toplardan üçünü saf dışı bırakmayı başardılar.
Bu, ümitsizliğin kahramanlığı idi. Güneş batarken, teslimiyetin beyaz bayrağı İran 
tarihinin ilk Parlamentosuna çekilmiş bulunuyordu. Son atıştan dakikalarca sonra, 
Liakhov topçularına yeniden ateş emri verdi. Çarın emirleri kesindi: Parlamentoyu 
feshetmek yetmiyordu, onu barındıran bina da yıkılmalı ve Tahranlılara ilelebet 
ders olmalıydı!
198
199
XXXVIII
Çarpışmalar Tahran'da devam ettiği sırada, Tebriz'de ilk silah sesleri duyulmaya 
başlandı. Hovvard'ı dersten sonra almaya gitmiştim. Fazıl ve bir arkadaşı ile 
yemek yemek üzere Encümen'de buluşacaktık. Henüz çarşının çapraşık 
sokaklarına girmemiştik ki, ilk silah seslerini duymaya başladık. Yakından 
geliyordu.
Büyük bir merakla seslerin geldiği yöne gittik. Yüz metre ötede, bağırıp çağıran 
bir kalabalık yürüyordu: toz, toprak, duman, tüfekler, meşaleler birbirine 
karışmıştı. Anlamadığım sözler bağırılıyordu. Anlamıyordum, çünkü Azericeydi, 
yani Tebrizlilerin konuştukları Türkçe. Baskerville çevirmeye çalışıyordu: 
"Anayasaya ölüm! Parlamentoya ölüm! Allahsızlara ölüm! Yaşasın Şah!" Bir sürü 
insan her bir yana koşup duruyordu. Yaşlı bir adam, şaşkına dönmüş bir keçiyi 
çekiştirmeye çalışıyordu. Kadının birinin ayağı takılmış, altı yaşındaki oğlu 
doğrulmasına yardım ediyordu. Kaçmaya başlamışlardı.
Biz de buluşacağımız yere varmak için adımlarımızı sıklaştır-dık. Sokakta, 
gençlerden bir grup barikatlar kurmaktaydı. Bizi tanıdılar, geçmemizi sağlayarak 
acele etmemizi tavsiye ettiler, çünkü "bu yana geliyorlar mahalleyi yakacaklar" 
diyorlardı. Bütün "Âdem Oğullarını" öldürme emri almışlardı.


Encümen merkezinde, Fazıl'ın yanında kırk-elli kişi vardı. Tüfeği olmayan tek 
insan Fazıl'dı. Sadece bir tabanca, bir Avusturya tabancası vardı. Sakindi, bir 
gece öncesine oranla daha az sinirliydi, çekilmez bekleyiş bittiğinde eylem 
adamının duyduğu rahatlığı duyuyordu.
— İşte, dedi. Panoff ne dediyse doğru çıktı. Albay Liakhov darbesini yaptı. 
Kendisini Tahran Askeri Valisi ilan etti, sokağa çıkma yasağı koydu. Bu sabahtan 
itibaren Anayasacı avmı başlattı. Her yerde ve özellikle Tebriz'de.
Howard hayretle:
— Her şey ne kadar çabuk oldu, dedi.
— Darbenin başladığı Rus konsolosuna telgrafla haber verilmiş, o da bu sabah 
mollalara haber göndermiş. Onlar da yandaşlarını Deveci Alanı'nda toplamışlar, 
oradan da kentin dört yanma yayılmışlar. Önce, dostum gazeteci Ali Meşhedi'nin 
evine gitmişler, karısı ile anasının gözleri önünde boğazını ve sağ elini kesmişler, 
kan gölü ortasmda bırakıp gitmişler. Hiç tasalanmayın, akşam olmadan Ali'nin 
intikamı alınacak!
Sesi boğuklaştı, bir saniye durdu, derin bir nefes aldı, sonra:
— Ben Tebriz'e, bu kentin direneceğini bildiğim için geldim, dedi. Üzerine 
bastığınız bu toprakta Anayasa henüz geçerli. Artık Parlamento merkezi burası, 
yasal hükümet merkezi burası. Esaslı bir savaş olacak, sonunda biz kazanacağız. 
Beni izleyin.
On iki yandaşıyla birlikte onu izledik. Bizi bahçeden geçirdikten sonra, bir evin 
çevresinde dolandırdı, bir ucu yapraklar arasından kaybolmuş tahta bir 
merdivenin önüne getirdi. Dama çıktık, bir geçitten geçtik, birkaç basamak indik, 
sonunda kaim duvarlı, neredeyse mazgal deliği denecek minnacık pencereli bir 
odaya geldik. Fazıl dışarıya bir göz atmamızı istedi. Mahallenin en az korunan, en 
zayıf noktasının üzerinde bulunuyorduk. Bir barikat kurulmuş, barikatm 
arkasında, bir dizi yerde, elinde tüfek yirmi kadar genç bekliyordu.
Fazıl:
— Başkaları da var diye açıkladı. Diğerleri de bunlar kadar azimli. Hepsi 
mahallenin başlarını tutuyor. Güruh gelmeyegör-sün...
Güruhun gelmesi uzun sürmedi. "Âdem Oğulları"na ait birkaç evi yakmak için biraz 
geç kalmışlardı. Onlar da silahlıydı, bağıra çağıra yaklaşıyorlardı.
Birden hepimizi bir titreme aldı. İstediğimiz kadar geldiklerini bilelim, 
istediğimiz kadar bir duvarın ardma sığınmış olalım, zincirinden boşanmış bir 
sürünün bağıra çağıra üstümüze gelmesi, yaşayacağımız en korkunç deneyim 
olacaktı.
Kendimi tutamayarak fısıldadım:
— Kaç kişiler?
— Bin, bin beş yüz kadar, diye açık ve yüksek sesle yanıt verdi Fazıl. Sonra 
emredercesine:
— Şimdi korkutmak sırası bizde dedi.
Yardımcılarına, bize de silah vermelerini söyledi. Howard'la aramızda, neredeyse 
alaylı bir bakışma oldu. O soğuk nesnelere büyülenmiş gibi bakıyorduk. Fazıl:
200


201
— Pencerelere geçin dedi ve kim yaklaşırsa vurun. Benim şimdi ayrılmam 
gerekiyor, bu vahşilere bir sürprizim olacak.
O çıkar çıkmaz, çatışma başladı. Çatışma demek abartmak olur. Sürü geliyordu, 
kin kusan, zıvanadan çıkmış bir güruh, başlarındaki öncüyle barikatlara, hiçbir şey 
yokmuşçasına dalıyordu. "Âdem Oğulları" ateş ediyorlardı. Bir salvo. Sonra bir 
daha... On kişi kadar vurulup yere düşüyor, geriye kalanlar çekiliyordu. Aralarında 
biri barikatı aşmayı başarmış ama bir süngünün üzerine olanca ağırlığı ile 
geçivermişti. Ardından bir ölüm çığlığı... gözlerimi çevirdim.
Eylemcilerin elebaşısı arkada durmuş, "Ölüm!" diye haykırmağa devam ediyordu. 
Sonra bir başka kalabalık barikata yüklendi, bu kez daha becerikliydiler. Yani 
savunmacıların ve ateş edilen pencerelerin üzerlerine ateş ediyorlardı. Alnından 
vurulan "Âdem Oğullarından" biri, kendi takımının tek kaybı oldu. Salvolar yeniden 
ilk sırayı dövmeye koyulmuştu.
Saldırı yavaşladı, geri çekildiler, birbirlerine bağıra çağıra danışıyorlardı. Yeni bir 
saldırıya geçecekleri sırada, yeri göğü inleten bir ses duyuldu. Saldırganların tam 
ortasına bir havan topu düşmüş, ortalığı kana bulamıştı. İşte tam o an, 
savunucular ellerindeki tüfekleri havaya kaldırarak bağırmaya başladılar:
"Meşrutiyet! Meşrutiyet!" Barikatın öte yanında sayısız ceset vardı.
Howard usulca:
— Benim silahım sopsoğuk duruyor. Tek bir fişek atmadım. Ya sen? diye sordu.
— Ben de.
— Tanımadığım birine nişan alıp, onu öldürmek üzere tetiği çekmek...
Fazıl birkaç saniye sonra geri geldi. Sevinçliydi.
— Sürprizime ne dersiniz. Bir eski Bange Fransız topu, Fransız İmparatorluk 
ordusundan bir subaydan satın aldık. Damın üzerine yerleştirdik, gelin de hayran 
kaim! Pek yakında onu Tebriz'in en geniş alanına yerleştirip üzerine "Anayasayı 
kurtaran top" diye yazacağız.
Anlamlı bir başarı kazandığmı bildiğim halde, bu sözlerini fazla iyimser 
buluyordum. Amacı açıktı: Anayasaya bağlı olan birkaç kişiyi, toplanabilecekleri, 
korunabilecekleri ve en önemlisi gelecekte ne yapacaklarmı düşünebilecekleri bir 
toprak parçasına sahip olmak!
Eğer bize; haziranın o karışık gününde, Tebriz Çarşısının dolambaçlı yollarının az 
ötesinde, omuzlarında Lebel silahları ve bir tek Bange topu ile, İran'a çalınmış 
olan özgürlüğünü geri vereceğimiz söylenseydi, kim inanırdı?
Ama öyle oldu. Ne varki, idealist olanımız bunu hayatı ile ödedi.
202
203
XXXIX
Hayyam'ın ülkesinde karanlık günler yaşanıyordu. Doğu'ya vaad edilen şafak bu 
muydu? İsfahan'dan Kazvin'e, Şiraz'dan Heme-dan'a kadar her bağırdan aynı ses 
yükseliyordu: "Ölüm! Ölüm!" Özgürlük, demokrasi, adelet sözcüklerini söylemek 
için, gizlenmek gerekiyordu artık...Gelecek, yasaklanmış bir düştü; anayasacılar 


sokaklarda kovalanıyordu, "Âdem Oğulları"nın merkezleri boşaltılmış, kitapları 
toplatılıp yakılmıştı. İran'ın hiçbir yerinde, bu sakin akıl durdurulamamıştı.
Tebriz dışında hiçbir yerde! Kaldı ki bu kahraman kentte, darbe günü sona 
ererken, otuz kadar mahalle arasında yine de biri, Çarşmm kuzeybatısında Amir-
Hız denilen mahalle, direnişini sürdürüyordu. O gece, genç partizanlar, onar onar 
Çarşı kapısını tutarken, karargâha dönüştürülen Encümen Merkezi'nde Fazıl, 
buruşuk bir harita üzerinde bir takım oklar çiziyordu.
Kaleminin çizgilerini izleyen on kişi kadardık... Fazıl:
— Düşman henüz, ona verdirdiğimiz kayıpların şaşkınlığı içinde, dedi. Bizi 
olduğumuzdan güçlü sanıyor. Onların topu yok ve bizim kaç topumuz olduğunu 
bilmiyor. Bu durumdan yararlanmalıyız. Şah eninde sonunda askerlerini 
gönderecektir. Şimdiden kentin tamamını ele geçirmemiz gerek. Bu gece saldırıya 
geçeceğiz.
Eğildi, onunla birlikte bütün başlar da harita üzerine eğildi:
— Ani olarak nehri geçip kaleye iki yandan saldıracağız. Çarşıdan ve mezarlıktan 
saldıracağız. Akşam olmadan kale bizimdir:
Kale on gün sonra ele geçebildi. Her sokakta kanlı çatışmalar oldu, ama 
direnişçiler ilerliyordu, her şey lehlerine gidiyorflu. "Âdem Oğullarından bazıları 
Hint-Avrupa Postahanesini ele geçirmişlerdi. Böylece Tahran ve ülkenin diğer 
kentleri, hatta Londra ve Bombay ile iletişim kurulabiliyordu. O gün bir polis 
kışlası da Anayasacüara katıldı ve bir de Maxim mitralyözü ile otuz kasa cephane 
getirdi. Bu kazançlar halka cesaret verdi. Genç, ihtiyar yüzlerce kişi, kurtarılmış 
mahallelere koşuyordu. Bazıları silahlarıyla bir-
likte geliyordu. Birkaç hafta içinde düşman kent dışına itilmiş oldu. Sadece kentin 
kuzeyinde, pek oturulmayan ve Deveciler mahallesinden Sahip-Divan ordugâhına 
kadar uzanan bir yöreyi elinde tutabilirdi.
Temmuz ortalarına doğru bir gönüllüler ordusu kuruldu, geçici bir yönetim iş 
başına geçti, Howard'a alım-ikmal işleri verildi. Artık bütün vaktini çarşıda 
alışveriş etmekle geçiriyordu. Satıcılar ona büyük yakınlık gösteriyorlardı. 
Howard, İranlıların ağırlık ölçüleri ile pek âlâ baş edebiliyordu.
— Litreyi, kiloyu, onsu unut, diyordu. Burada dirhem, meskal, şinik ve eşek yükü 
için de harvar geçerli.
Bana öğretme çabasındaydı:
— Temel ağırlık ölçüsü Cav. Orta büyüklükte kabuklu bir arpa ağırlığına eşit.
— Müthiş! diyordum.
Hocam, ben öğrencisine sitemle bakıyordu. Dersimi iyi öğrendiğimi göstermek 
için:
— Demek ki Cav en küçük ölçü birimi, diyordum.
— Hiç de değil, diye kızıyordu Howard. Derhal notlarıma bakıyor, sonra:
— Bir arpanın ağırlığı yetmiş hardal tanesine eşit ya da altı adet katır kuyruğu 
teline!
Benim görevim onunkisi kadar ağır değildi. Yerel lehçeyi konuşamadığım için, 
yabancılarla ilişki kurmak, güvenliklerini sağlamak ve Fazıl'ın niyetleri hakkında 
onlara bilgi vermekle yükümlüydüm.


Tebriz, yirmi yıl önce Trans-Kafkasya Demiryolu yapılana kadar, İran'm giriş 
kapısı, yük katarların zorunlu geçit noktasıydı. Alman Mossig ve Schünemann veya 
Avusturya Doğu Ticaret Anonim Ortaklığı gibi pek çok Avrupa Şirketinin 
Tebriz'de şubesi vardı. Ayrıca konsolosluklar, Amerikan Presbiteryen Misyonu ve 
daha başka kuruluşlar da bulunuyordu. O zor günlerde hiçbir yabancının zarara 
uğramadığını övünerek söyleyebilirim. Dahası, duygulandırıcı bir dostluk bağı 
kurulmuştu. Baskerville'den, kendimden ya da harekete katılan Panoff'tan söz 
etmiyorum. Burada, Fazıl'ın yanında silaha sarılmaktan çekinmemiş ve yaralanmış 
olan Manchester Guardiarim. muhabiri Mr. Moore'u, ya da pek çok lojistik 
sorunumuzu çözen ve Asie française'e yazdığı yazılarla Paris'te ve bütün dünyada 
Tebriz'den yana tavır alınmasına yol açan
204
205
ve böylece kenti tehdit eden korkunç kaderden kurtaran yüzbaşı Anginieur'ü 
selamlamak istiyorum. Kentin bazı din adamları, yabancıların bu katkılarını 
Anayasacılara karşı kullandılar: "Bir avuç Avrupalı, Ermeni, Babai ve de her türlü 
serseri" diyorlardı. Halk bu propagandaya kulak asmıyor, bizi sevgiyle 
karşılıyordu. Her erkek bizlere kardeş, her kadm abla ya da anne idi.
Söylemeye gerek yok, Direnişe en büyük destek yine İranlıların kendilerinden 
geldi. Bir kere Tebrizliler, sonra da inançları yüzünden kentlerinden ya da 
köylerinden kaçmak zorunda kalmış olan göçmenler destek veriyorlardı. Ülkenin 
dört bir yanından gelmiş olan Âdem Oğulları, kendilerine bir silah verilmesinden 
başka bir şey istemiyorlardı. Bir çok milletvekili, Bakan ve Tahranlı gazeteci için 
de durum aynıydı.
Ama Sığınmacıların en değerlisi hiç kuşkusuz Şirin idi. Sokağa çıkma yasağına 
aldırmadan otomobiliyle yola çıkmış ve Kazaklar, onu durdurmaya cesaret 
edememişlerdi. Halk, hayran hayran arabasını izliyordu, üstelik aslen Tebrizli olan 
şoförü, böyle bir aracı kullanan nadir İranlılardan biriydi.
Prenses terk edilmiş bir saraya yerleşti. O sarayı büyükbabası yaptırmıştı. 
Öldürülen yaşlı Şah, yılda bir kere buraya gelip kalmayı düşlemişti. Ama 
anlatıldığına göre, daha ilk gece bir rahatsızlık geçirmiş ve yıldızbilimciler böyle 
uğursuz bir yere ayak basmamasını öğütlemişlerdi. Otuz yıldan beri kimse 
oturmuyordu ve biraz ürkerek oraya "Boş Saray" deniliyordu.
Şirin uğursuzluğa filan aldırmayarak oraya geçip oturmuştu. Direnişçiler, geniş 
bahçesinde toplanmaktan hoşlanıyorlardı. Aralarına ben de sık sık karışıyordum.
Prenses, beni her görüşünde seviniyordu. Mektuplar, aramızda kimsenin 
bozamıyacağı bir ortaklık kurmuştu. Tabii hiçbir zaman yalnız kalmıyorduk, her 
toplantıda veya her yemekte en az on kişi oluyordu. Durmadan tartışıyor, arasıra 
şakalaşıyorduk ama asla aşırılığa kaçmıyorduk. İran'da laubalilikten hoşlanılmaz, 
ince bir nezaket, hatta cafcaflı bir terbiye vardır. Çoğu kez, konuşurken: 
"Bendeniz, gölgeniz, kulunuz" gibi deyimler kullanılır, hele soylulara ve soyluların 
kadın olanlarına hitap edilirken yerlere kapanılır, gerçekte değilse bile bu iş sözle 
yerine getirilir.


Sonunda o heyecanlı perşembe günü gelip çattı. 17 Eylül günü. Nasıl unutabilirim? 
Şirin'in sarayında, yanımızdakiler çeşitli nedenlerden ötürü çıkmışlar, ben de 
sona kalanlarla birlikte izin istemiştim. Dış kapıdan çıkacağım sırada, önemli 
yazıların bulun-
206
duğu evrak çantamı unuttuğumu gördüm. Hemen geri döndüm, prensesi görmek 
gibi bir art düşüncem yoktu. Ziyaretçilerini geçirdikten sonra, dinlenmek üzere 
çekildiğini sanıyordum.
Yanılmışım. Hâlâ oturuyordu, yirmibeş boş iskemlenin ortasında, tek basma! 
Endişeli, dalgm... onu gözden yitirmeden, çantamı usulca aldım. Şirin hâlâ sessiz, 
beni görmemiş gibiydi. Ben de hiç ses çıkartmadan onu seyre koyuldum. Sanki 
oniki yıl öncesin-deymişim gibiydi; İstanbul'da, Cemaleddin'in salonunda kendimi 
görüyordum, onu görüyordum. O zaman da böyle yan oturmuştu, saçlarını örten ve 
iskemlenin ayaklarına kadar inen mavi bir örtü vardı. O zaman kaç yaşmdaydı? 
Onyedi mi? Onsekiz mi? Bugün ohız yaşında, olgun, huzurlu bir kadm, bir ece! İlk 
günkü gibi endamlı! Onun durumunda ve konumunda olan kadınların alışkanlıklarına 
kendini kaptırmamıştı: tembel, obur biri olarak, bütün günü bir divanın üstünde 
yatarak geçirmek gibi! Evlenmiş miydi? Boşanmış mıydı? Dul muydu? Bundan asla 
söz etmedik.
Ona çok kesin bir biçimde: "Seni İstanbul'dan beri seviyorum" diyebilmeyi 
istiyordum. Dudaklarım kıpırdadı, sonra tek bir ses çıkmadan yeniden kapandı. 
Şirin, bana doğru dönmüştü oysa... Sanki ne gitmiş ne de geri gelmiştim, şaşırmış 
değildi. Bakışlarıyla duraksadı.
— Ne düşünüyorsun?
İlk kez sen diyordu. Yanıtı dudaklarımın üzerindeydi:
— Seni. İstanbul'dan beri.
Gülümseyişi biraz sıkılgandı ama hiçbir engelle karşılaşmak istemediği bütün 
yüzüne bu gülümseyişin yayılmasından belliydi. Bense, onun sözlerini tekrar 
etmekten başka bir şey bulamamıştım; aramızda bir çeşit parola olmuş sözleri:
— Bilinmez! Belki bir gün karşılaşırız!
Sessiz, anılarla dolu birkaç saniyeden sonra Şirin:
— Tahran'dan kitapsız ayrılmadım, dedi.
— Semerkant Elyazması mı?
— Başucumdaki çekmecemde duruyor devamlı olarak. Sayfalarını çevirmekten hiç 
bıkmıyorum. Rubailerini ezberlemekten... hele her sayfanın yanma yazılmış olan 
günlük olduğu gibi belleğimde.
— O kitapla bir gece geçirmek için ömrümün on yılını veririm.
— Ben de ömrümün bir gecesini.
Az sonra, Şirin'in yüzüne eğildim, dudaklarımız buluştu, gözlerimiz kapandı, dolup 
kalmış kafalarımızın içindeki ağustosböce-
207
ği şarkılarından başka bir ses duyulmaz oldu. Uzun bir öpüşme yakıcı bir öpüşme, 
uzaklardan gelen, engelleri aşan bir öpüşme.


Başkaları gelir korkusuyla, hizmetkârlar görür korkusuyla ayağa kalktım, onu 
izledim, kapı olduğu hiç anlaşılmayan küçük bir kapıdan geçtik, basamakları yer 
yer kırılmış bir merdivenden çıktık, şimdi torununun kaldığı eski Şahın odasına 
vardık. Ağır iki kapı kanadı üzerimize kapandı, bir kilit sesi ve yalnız kaldık, 
ikimiz! Tebriz;, dünyanın bir ucunda bir kentti, dünya Tebriz'den uzak 
erimekteydi.
Sütunlu, boyalı koca bir yatakta, sevgilimi öpüyordum. Her düğümü, her düğmeyi, 
her iliği ellerimle açıyordum, parmaklarımla, avuçlarımla, dudaklarımla, vücudunun 
her kıvrımını yeniden çiziyordum, okşayışlarıma, acemi öpüşleriyle karşılık 
veriyor, kapalı gözlerinden ılık gözyaşları akıyordu.
Sabah olduğunda, Elyazması'nı henüz açmamıştım. Yatağın öte yanındaki 
komodinin üzerinde duruyordu. Şirin çıplak, başı kollarımda, göğüsleri bana dayalı 
uyuyordu. Dünyada hiçbir şey beni yerimden kıpırdatamazdı. Nefesini, kokusunu 
içime çekiyor, kirpiklerine bakıyor, ne gibi pembe düşler ya da korkulu rüyalar 
gördüğünü tahmin etmeğe çalışıyordum. Uyandığında, kentin ilk gürültüleri de 
başlamıştı. Hemen toparlanmak zorunda kaldım. Kendi kendime Hayyam'ın 
kitabına, bir sonraki aşk gecesinde bakmaya söz verdim.
XL
"Boş Saray"dan çıkmış, ürpererek yürüyordum. Tebriz sokakları hiç sıcak 
değildir. Kestirmeden gitmeye kalkışmadan, kervansarayın yolunu tutmuştum. 
Oraya varmak için hiç acele etmiyordum. Gecenin kıpırtısı içimde durulmuş 
değildi. Resimler, hareketler, fısıltılar gözlerimin önünde uçuşup duruyordu. 
Mutlu muydum, onu bile bilmiyordum. Bir doyum, bir rahatlama, bir dolgunluk 
hissediyordum ama yasak aşklarla birlikte gelen suçluluk duygusu içimi 
kemiriyordu. Uykusuz gecelerin düşünceleri nasıl olursa, o biçim düşünceler 
takılıyordu kafama: "Ben gittikten sonra, yüzünde bir gülümseme ile tekrar 
uykuya daldı mı? Pişmanlık duyuyor mu? Onu tekrar gördüğümde ve yalnız 
kaldığımızda yakınlık mı gösterecek, soğuk mu duracak? Bu gece gene gideceğim, 
gözlerinde bir inanç arayacağım."
Birden bir top atışı duyuldu. Durdum, kulak verdim. Önce bir sessizlik oldu, 
ardından silahlar patladı, sonunda her şey duruldu. Yoluma devam ettim, biraz 
daha hızlı adımlarla, kulağımı kabartmış yürüyordum. Yeni bir gümbürtü duyuldu, 
ardından üçüncüsü. Bu kez telaşlandım, bu sıklıkta tek bir top atışı olamazdı bu! 
İki top olmalıydı, ya da daha çok. İki sokak ötesinde iki havan topu patladı. 
Koşmaya başladım. Kaleye doğru.
Fazıl, korktuğum haberi doğruladı. Şahın kuvvetleri gece gelmişti. Mollaların 
tuttukları mahallelere yerleşmişlerdi. Arkalarından gelen birlikler vardı. Her bir 
yandan akıyorlardı.
Tebriz kuşatılmıştı.
Tahran askeri valisi albay Liakhov'un, birliklerine çektiği nutuk şöyleydi:
"Değerli Kazaklar;
"Şah tehlikede, Tebrizliler onu tanımıyor, ona savaş açtılar, Onu Anayasayı 
kabule zorluyorlar. Oysa Anayasa, bizim ayrıcalıklarımızı kaldırmak, birliklerimizi 
lağvetmek istiyor. Başarırlarsa,


208
209
sizin karılarınız ve çocuklarınız aç kalacaklardır. Anayasa en büyük düşmanımızdır. 
Ona karşı aslanlar gibi savaşmaksınız. Parlamentoyu yıkmakla, bütün dünyayı 
kendinize hayran kıldınız. Bu hayırlı eyleminizi sürdürün, isyan etmiş kenti ezin, 
ben de size, Rus ve İran hükümdarları adına para ve mevki vaad ediyorum. 
Tebriz'in zenginlikleri sizindir. Gidip almaya bakın!"
Tahran ve Saint-Petersbourg'da yüksek sesle, Londra'da fısıltı ile verilen emir 
aynıydı: Tebriz'i yerle bir etmek! Tebriz cezaların en ağırını hak etmiştir! İbret 
için cezasını görmelidir! Tebriz yenilirse, artık hiç kimse Anayasa, Parlamento, 
demokrasi sözü edemez. Doğu yeniden derin uykusuna dalabilir.
İşte böylece bütün dünya, aylar boyu sürecek garip ve acıklı bir çekişmeye tanık 
olacaktı. Tebriz örneği, İran'ın diğer kentlerinde direniş ateşini yaktığı halde, 
kentin kendisi giderek sertleşen bir kuşatmaya tabii oluyordu. Anayasacılar 
kalkınmak, toparlanmak, yeniden örgütlenmek ve son kaleleri yıkılmadan silahı ele 
almak vaktini bulabilecekler miydi?
Ocak ayında önemli bir başarı kazandı Anayasacılar. Şirin'in dayıları Bahtiyari 
reislerinin çağrısı üzerine, eski başkent İsfahan isyan etti ve Tebriz'i 
desteklediğini ilan etti. Haber, kuşatılmış kente ulaştığında, sevinçten yer 
yerinden oynadı. Bütün gece, bıkıp usanmadan "Tebriz-İsfahan, Ülkedir uyanan!" 
diye bağrıldı. Ama ertesi gün ağır bir saldırı sonucu, savunuculardan bir kısmı 
güneydeki ve batıdaki noktalardan çekilmek zorunda kaldı. Tebriz'i dış dünyaya 
bağlayan tek bir yol kalmıştı, o da Rus sınırına götüren kuzey yoluydu.
Üç hafta sonra, Rest kenti isyan etti. İsfahan gibi Rest de Şah'ın boyunduruğunu 
red ediyor, anayasadan ve Fazıl'm direnişinden yana olduğunu ilan ediyordu. 
Tebriz, yeni bir sevinç daha yaşıyordu. Aynı anda, kuşatmacılardan yeni bir saldırı 
oldu, Tebriz'i dışarı bağlayan son yol da kesildi. Tebriz çepeçevre kuşatılmış oldu. 
Artık ne haber ne de yiyecek gelebiliyordu. Kentin iki yüz binlik nüfusunu 
beslemek için daha sert bir tayın usulü uygulamak gerekiyordu.
1909 Şubat ve Mart aylarmda birkaç kent daha isyan etti. Böylece Şiraz, 
Hemedan, Meşhed, Astarabad, Bender-Abbas, Anayasayı kabul eden kentler oldu. 
Paris'te, Tebriz'i savunma komitesi kurulmuştu. Başmda M. Dieulafoy adında biri 
vardı; tanınan bir do-ğu-bilimciydi. Aynı iş Londra'da da yapıldı. Başkanlığına Lord 
La-mington getirildi. Daha da önemlisi, Osmanlı topraklarında Kerbe-
210
la'daki Şii din adamları açıkça anayasadan yana tavır almış ve gerici mollaları 
kınamışlardı.
Tebriz kazanmıştı.
Ama Tebriz ölüyordu.
Bunca isyana, bunca yadsımaya karşı koyacak gücü olmayan Şah'ın kafasmda tek 
bir düşünce vardı: kötülüğün kökeni olan Tebriz'i yerle bir etmek gerek! Tebriz 
düşerse, diğerleri baş eğer. Onu ele geçiremediğine göre, açlığa mahkûm 
edecekti. Karneye bağlandığı halde, ekmek giderek bulunmaz olmuştu. Mart 
sonunda, özellikle yaşlılar ve küçük çocuklar arasında ölüm oranı yüksekti.


Londra, Paris, Saint-Petersbourg basınında eleştiriler çoğalmış ve kuşatılan 
kentte hayatları tehlikede olan vatandaşlarının bulunması nedeniyle, Devletler 
kmanmağa başlanmıştı. Bu haberler bize ancak telgrafla ulaşabiliyordu. Bir gün 
Fazıl beni çağırttı:
— Ruslarla İngilizler pek yakında kendi vatandaşlarını buradan çıkartacaklar, 
böylece Tebriz, dünyada pek fazla yankı uyandırmadan rahatça ezilmiş olacak. 
Bizler için ağır olacak ama bilmeni isterim, buna karşı çıkmayacağım. Burada 
kimseyi zorla tutacak değilim, dedi.
Benim görevim ilgililere bunu duyurmak ve gidişlerini kolaylaştırmaktı. İşte 
olayların en olağanüstü olanı o sırada meydana geldi. Buna tanık olunca, insanların 
diğer alçaklıklarına daha kolay katlanabiliyorum. Durumu anlatmak için dolaşmaya 
başlamış ve ilk önce Presbiteryan Misyonu'na gitmiştim. Doğrusu Rahiple 
karşılaşmaktan ve azar işitmekten korkuyordum. Howard'i yola getirmem için 
bana güvenmişken, aynı yoldan gitmeme sitem etmeyecek miydi? Gerçekten de 
beni gerektiği ölçüde bir nezaketle ama mesafeli karşıladı. Neden geldiğimi 
söyleyince, hiç duraksamadan:
— Gitmeyeceğim, dedi. Yabancıları buradan çıkartmak için bir konvoy 
düzenlenebildiğine göre, aç kenti doyurmak için de bir konvoy düzenlenebilir.
Davranışına teşekkür ettim. Dini ve insani inançlarına yakışır bir davranıştı. Daha 
sonra o yakınlardaki üç şirkete gittim ve büyük bir hayretle, aynı yanıtı 
verdiklerini gördüm. Rahip gibi tüccarlar da, gitmek istemiyorlardı. Aralarından 
bir İtalyan şöyle dedi:
— Böyle zor günlerde Tebriz'den gidecek olursam, daha sonra dönmeye utanırım. 
Onun için kalacağım. Belki burada kalışım, hükümetimi harekete geçirebilir.
211
Aralarında sözleşmiş gibi her yerde aynı cevap verildi. İngiliz konsolosu Mr. 
Wratislaw'dan, konsolos M. Pokhitanoff dışında Rus Konsolosluğu'nun personeline 
kadar! Yabancıların bu müthiş dayanışması kente moral verdi. Ama durum parlak 
değildi. 18 Nisan'da Wratislaw, Londra'ya şu telgrafı çekiyordu: "Ekmek azaldı. 
Yarın daha da azalacak." 19 Nisan'da yeni bir mesaj gönderiyordu: "Durum 
ümitsiz. Kuşatmayı yarmak için son bir hamleden söz ediliyor."
Gerçekten de o gün kalede bir toplantı yapılmaktaydı. Fazıl, Anayasaya bağlı 
birliklerin Reşt'ten Tahran'a yürüdüğünü, iktidarın yıkılmasına az kaldığını 
söylüyordu. Ama Howard artık hiçbir yerde yiyecek kalmadığını belirtmek 
zorunda kaldı:
— İnsanlar, damdaki kedilere varana dek tüm evcil hayvanları yediler. Pek çok 
aile, gece gündüz sokaklarda bir arpa tanesi, bir ekmek kırıntısı arıyor. 
Yamyamlık tehlikesi gelip kapıya dayandı.
— İki hafta, iki hafta bize yeter!
Fazıl adeta yalvarıyordu. Ama Howard'rn elinden bir şey gelemezdi:
— Bugüne kadar idare ettik. Artık dağıtabilecek hiçbir şey kalmadı. Hiç. İki 
haftada halk kırılıp gider, Tebriz bir hayalet kent olur. Son günlerde ölü sayısı 
sekiz yüze çıktı. Açlıktan ve açlığın neden olduğu hastalıklardan ölüyorlar.


— İki hafta! Sadece iki haftacık! Oruç tutmak gerekse bile!
— Biz kaç gündür oruç tutuyoruz.
— Öyleyse ne yapalım? Teslim mi olalım? Sabırla oluşturduğumuz bunca desteği 
yok mu edelim? Bir başka çare bulunamaz mı? Dayanmak için?
Dayanmak. Dayanmak. Açlıktan, yorgunluktan ama aynı zamanda hemen ellerinin 
altındaki bir zaferin sarhoşluğundan şaşkına dönmüş oniki adamın tek bir 
saplantısı vardı, o da dayanmaktı.
Howard:
— Bir çözüm olabilir, dedi. Belki... Bütün gözler Baskerville'e çevrildi:
— Ani bir yarmada bulunmak, dedi. Parmağını haritaya koydu ve devam etti:
— Bu konuma yeniden girebilirsek, güçlerimiz dışarı ile yeniden bağlantı kurmuş 
olur. Düşman kendine gelip toparlanıncaya kadar, selamete çıkabiliriz.
Ben bu öneriye hemen karşı çıktım; askerler de aynı fikirdeydi. Hepsi bunun bir 
intihar olacağını söylüyordu. Düşman, hatları-
212
mızın beşyüz metre kadar ötesinde, bir tepenin üzerinde mevzilen-mişti. Bu 
beşyüz metreyi geçip, kerpiç bir duvarı aşıp, savunucuları yerlerinden edip, karşı 
saldırıya direnecek güçleri yerleştirmek söz konusuydu.
Fazıl tereddüt ediyordu. Haritaya bakmıyordu bile. Onun merak ettiği, harekâtın 
yaratacağı siyasal etkiydi. Birkaç gün kazandırabilir miydi? Tartışma uzayıp 
duruyordu. Baskerville diretiyor, savlar ileriye sürüyordu. Bir süre sonra Moore 
da ona katıldı. Guardian 'in muhabiri, kendi askeri deneyimini ileri sürüyor, ani 
baskından sonuç alınabileceğini söylüyordu. Sonunda, Fazıl karar verdi:
— Hâlâ inanmış değilim ama başka bir çare olmadığına göre Howard'rn önerisine 
karşı çıkmayacağım, dedi.
Ertesi günü, 20 Nisan'da, sabahın üçünde saldırıya geçildi. Sabahın birinde bazı 
yerler ele geçirilmişse, cepheye birkaç yerden ilerlenecek ve düşmanm karşı 
saldırıda bulunması önlenecekti. Ama daha ilk dakikalardan itibaren, girişimin ne 
derece tehlikeli olduğu anlaşıldı: ilk çıkışta, Moore, Baskerville ve altmış kadar 
gönüllü bir ateş hattı meydana getirmişlerdi. Ama düşmanm hiç de baskına 
uğramış bir hali yoktu. Hazırlıklarımızı bildiren bir casus mu vardı? Doğrulanması 
olanaksızdı tabii, ne var ki orası, Li-akhov'un en yetenekli subaylarından biri 
tarafından korunuyordu.
Mantıklı biri olarak Fazıl, harekâtm durdurulmasmı emretti. Geri çekilme işareti 
verdi. Savaşçılar tersine akmaya başlamışlardı. Moore da dahil çok kişi 
yaralanmıştı. Geri dönmeyen bir tek kişi vardı: Baskerville. Daha ilk salvoda, 
vurulup düşmüştü;
Tebriz üç gün boyunca taziye havası içinde yaşadı. Presbiter-yen Misyonunda 
usulca, Âdem Oğullarının semtlerinde'avaz avaz ağlanıyordu. Gözlerim kıpkırmızı, 
kime ait olduklarını bilmediğim eller sıkıyordum. Durmadan, hiç bitmeyecekmiş 
gibi kucaklanıyordum. Ziyaretçiler arasında İngiliz konsolosu vardı. Beni bir 
köşeye çekti:
— Belki teselli eder diye söylüyorum; arkadaşınızın ölümünden altı saat sonra 
Londra'dan haber geldi. Tebriz konusunda, Devletler bir anlaşmaya varmışlar. 


Baskerville boş yere ölmüş olmayacak. Kenti kurtarmak ve donatımını sağlamak 
için, bir birlik gönderilmiş. Tabii yabancıları da kentten çıkartacak...
— Bir Rus birliği mi?
— Elbette. Çevrede ordusu olan bir tek onlar var. Ama biz de
213
teminat istedik. Anayasacılar rahat bırakılacak ve Çar ordusunun, görevi 
tamamlanır tamamlanmaz geri çekilecek. Fazıl'ın silahları bırakması için 
güvendiğim kişi sizsiniz.
Niçin kabul ettim? Şaşkınlıktan mı? Yorgunluktan mı? Bende de yerleşmeğe 
başlayan İran kaderciliğinden mi? Ne var ki karşı çıkmadım işte., bu berbat görev 
benim yazgımmış gibi bir duyguya kapıldım. Yine de Fazıl'ın yanına hemen 
gitmedim. Birkaç saatliğine kaçmayı yeğledim. Şirin'e gittim.
Aşk gecemizden beri ona sadece topluluk içinde rastlayabiliyordum. Kuşatma, 
Tebriz'de yepyeni bir hava yaratmıştı. Hiç durmadan düşmanın sızdığından söz 
ediliyordu. Herkese casus ya da sabotajcı gözüyle bakılıyordu. Silahlı adamlar 
sokaklarda kol geziyor, belli başlı binaların girişlerinde nöbet tutuyorlardı. Boş 
sa-ray'm kapısı önünde de beş ya da altı kişi oluyorlardı. Beni her seferinde 
gülerek selamlasalar da, orada oluşları, Şirin'e yalnız gitmemi engelliyordu.
O akşam, nöbet her yanda laçkalaştığı için, prensesin odasına kadar gizlice 
sızabildim. Kapı aralıktı. Usulca ittim.
Şirin yatağın üzerine oturmuş; Elyazması'nı dizlerinin üzerine koymuştu. Usulca 
yanma vardım, omzu omzumda, kalçası kal-çamdaydı. Ne o ne de ben o akşam 
sevişmeye gönüllüydük! O gece başka türlü seviştik, ikimiz de aynı kitaba 
dalmıştık. Gözlerimi, dudaklarımı yönetiyordu. Her sözcüğü biliyor, her resmi 
tanıyordu. Oysa benim için bunlar ilk idi.
Genelde Fransızcaya çeviriyordu. Kendine göre. Öylesine güçlü, öylesine çağdaş, 
öylesine zaman ötesi şiirlerdi ki, sekiz yüz yıl önce Nişapur'un ya da İsfahan'ın ya 
da Semerkant'm bir bahçesinde yazıldıkları unutuluyordu.
Yaralı kuşlar ölürken saklanır. Yenik düşmüş çok büyük bir şairin hazin şikâyeti! 
Huzur bulsun ahiretin kam sessizliğindeki insan! Keyifli, neşeli olanları da var:
Mey, yanakların kadar pembe olsun sıkıntım da saçının kıvrımları kadar hafif.
Dörtlükleri sonuna kadar okuduktan ve her minyatüre uzun uzun, hayranlıkla 
baktıktan sonra, kitabın tekrar başına dönüp sayfa kenarmdaki yazıları 
okuyorduk. Önce, yapıtm yarısmı doldurmuş olan Ermeni Vartan'ın yazdıklarını... 
Onun yazdıkları sayesinde o gece Ömer ile Cihan'in ve üç arkadaşm öyküsünü 
öğrenmiş oldum. Daha sonraki otuz sayfanın her birinde, Alamut kütüphanecileri, 
babadan oğula, Elyazması hin öyküsünü, Merv'de nasıl çalındığını, Haşhaşiler 
üzerindeki etkisini ve Moğol akınına kadar Haşhaşilerin öyküsünü yazmışlardı.
Yazıyı sökemediğim için, son sayfaları bana Şirin okumuştu: "Alamut yıkılmadan 
önce, memleketim Kirman'a kaçtım. Nişa-pur'lu büyük Hayyam'ın eserini de 
beraberimde götürerek.... Onu tutmaya layık eller tutana dek, onu saklamaya 
karar verdim. Bunun için Yüce Tanrı'ya sığınıyorum. Dilediğine yol gösterir, 
dilediğini yoldan çıkarır."
Bu satırları yazan, bir de tarih atmıştı: 14 Mart 1257.


Düşüncelere saplandım:
— Elyazması 13. yüzyılda susuyor, dedim. Cemaleddin'e 19. yüzyılda armağan 
edilmiş. Peki, arada ne oldu?
— Uzun bir uyku, diye yanıtladı Şirin. Bitmez tükenmez bir Doğu siestası. Sonra o 
deli Mirza Rıza'nın ellerinde sıçrayarak uyanış. Alamut kütüphanecileri gibi o da 
Kirmanlı değil mi? Ataları arasmda bir Haşhaşi'nin olması, o denli şaşırtıcı mı?
Şirin ayağa kalktı, aynasmm önünde bir tabureye oturdu. Eline tarağını aldı. Çıplak 
kolunu, zarif hareketlerini saatlerce seyredebilirdim. Ama beni gerçekle yüzyüze 
getirdi:
— Seni yatağımda yakalamalarını istemiyorsan, gitmeye hazırlan.
Gerçekten de gün ışığı odaya dolmuş, perdeler saydamlaşmıştı.
Bıkkın bir sesle:
— Doğru, dedim. Sana laf gelsin istemem. Gülerek döndü:
— Üstüne bastm. Bana laf gelsin istemem. Tüm İran haremlerinde, yakışıklı bir 
yabancının bütün geceyi, soyunmayı bile düşünmeden yanımda geçirdiğini 
anlatmalarını istemem. Sonra kimse bana göz dikmez!
Elyazmasim kutusuna yerleştirdikten sonra, sevgilimin dudaklarına bir buse 
kondurdum, sonra sarayın koridorlarından koşarak kendimi dışarı attım, kentin 
kalabalığına karışıverdim.
214
XLI
Bu acılı günlerde ölenlerden neden Baskerviile'i andım? Dostum ve vatandaşım 
olduğu için mi? Kuşkusuz. Ama aynı zamanda, yabancısı olduğu şu Doğu'da 
özgürlüğün ve demokrasinin doğduğunu görmekten başka ihtirası olmadığı için de! 
Kendini boş yere mi feda etti? On yıl, yirmi yıl, yüz yıl sonra Batı, onun verdiği 
örneği anımsamayacak mı? İran, yaptıklarını hatırlamayacak mı? Düşünmek bile 
istemiyorum. îki dünya arasında, aynı zamanda hem va-ad edici hem düş kırıcı iki 
dünya arasında, melankoliye kapılmaktan korktuğum için. Yine de, Baskerville'in 
ölümünün hemen ardındaki olaylarla yetinecek olursam, ölümü yararsız olmadı 
diyebilirim.
Dışarıdan müdahale edildi, abluka kalktı, yiyecek geldi. Howard sayesinde mi? 
Belki daha önce karar verilmişti, ama onun ölümü kentin kurtarılmasını 
çabuklaştırdı. Binlerce aç insan, hayatlarını ona borçludur.
Bekleneceği gibi, Çar ordularının kente girişi Fazıl'ın hoşuna gitmedi. Ona, kadere 
razı olması gerektiğini söylemeye çalışıyordum:
— Halkm direnecek gücü kalmadı. Onlara verebileceğin tek armağan açlıktan 
kurtarmaktır. Bunca acıdan sonra onlara böyle bir borcun var.
— On ay savaş, sonra Şah'rn koruyucusu Nicolas'm eline düş!
— Ruslar kendi başlarına hareket etmiyor. Uluslararası topluluk adına geliyorlar. 
Yeryüzündeki tüm dostlarımız bu harekâtı alkışlıyor. Bunu red etmek, buna karşı 
çıkmak, bizi bugüne kadar tutmuş olanların desteğini yitirmek olur.
— Zafer yanıbaşımızdayken teslim olmak, silahları bırakmak!
— Bana mı cevap veriyorsun yoksa kaderine mi laf atıyorsun? Fazıl silkindi, 
gözleri sitem doluydu:


— Tebriz böyle bir aşağılanmaya layık değil!
— Elimden bir şey gelmez, elinden bir şey gelmez. Öyle anlar
216
vardır ki vereceğin her karar kötüdür. Kötüler arasında, sana en az pişmanlık 
vereceği seç!
Durulmuş göründü, düşünceye daldı:
— Arkadaşlarım ne olacak?
— İngilizler güvenliklerini garanti ediyor.
— Silahlarımız?
— Herkes kendi silahını alıkoyabilecek, evler aranmayacak, sadece ateş edilen ev' 
olursa oraya girilecek. Ağır silahlar teslim edilecek.
Hiç de inanmış görünmüyordu:
— Peki, bir süre sonra ordusunu geri çekmeye Çar'ı kim mecbur edecek?
— Tanrı'ya emanet olacağız!
— Birdenbire başıma Doğulu kesildin!
Fazıl'ın dilinde "Doğulu" sözcüğünün iltifat olmadığını bilmek için onu yeterince 
tanımak gerekir... Hele bunu söylerken bir de yüzünü ekşitirse... Taktik 
değiştirmek zorunluluğunu duydum. Gürültülü bir iç çekmesiyle ayağa kalktım: 
— Belki de hakkın var, tartışmakla hata ettim. Gidip İngiliz konsolosuna seni razı 
edemediğimi söyliyeyim. Sonra buraya döner, sonuna kadar yanında kalırım.
Fazıl kolumdan tuttu:
— Seni suçlamış değilim. Önerini red etmiş de değilim.
— Önerim mi? Benim mi? Ben sadece İngiliz konsolosunun önerisini naklettim, 
üstelik kimin tarafından yapıldığını vurgulayarak...
— Sakin ol ve anla beni! Rusların Tebriz'e girmelerini önleyecek olanağım 
olmadığını biliyorum. En ufak bir direnişte bulunursam, kimin tarafından olursa 
olsun kurtarılmayı bekleyen kendi vatandaşlarım başta olmak üzere bütün 
dünyanın beni kınayacağını da biliyorum. Kuşatmanın son buluşunun Şah için bir 
yenilgi olduğunu da biliyorum.
— Savaşma amacın da bu değil miydi?
— Hayır, işte bunda yanıldın! Bu Şah1 a lanetler yağdırabilirim ama savaştığım o 
değil. Bir despotu yenmek nihai amaç olamaz. Ben, İranlılar özgür olduklarının 
bilincinde olsunlar diye, burada söylendiği biçimiyle birer Âdem Oğlu gibi kendi 
güçlerine güvensinler, günümüz dünyasında layık oldukları yeri alsınlar diye 
savaşıyorum. Burada bunu başarmak istedim. Bu kent, Şahın ve mollaların 
vesayetini red etti, büyük devletlere kafa tuttu, yürekli in-
217
sanların hayranlığını kazandı. Tebriz halkı kazanmak üzereydi ama kazanmasına 
fırsat vermiyorlar, bu örneğin yayılmasından korkuyorlar, onları aşağılamak 
istiyorlar, bu gururlu halk ekmek yemek için çarın askerlerine baş eğecek. Sen ki 
özgür bir ülkede doğdun, bunu anlaman gerek.
Aradan birkaç saniye geçti. Sonra:
— İngiliz konsolosuna ne cevap vermemi istiyorsun? diye sordum.
Fazıl yapay bir gülümseme takındı:


— Ona de ki, bir kez daha Majestelerine iltica etmekten kıvanç duyacağım.
Fazıl'ın karamsarlığının ne denli yerinde olduğunu anlamam için zamanın geçmesi 
gerekti. Çünkü hemen ardmdaki olaylar, onu haksız çıkarmıştı. Fazıl İngiltere 
konsolosluğunda birkaç gün kaldı. Sonra M. Wratislaw onu kendi arabasıyla, Rus 
hatlarmı geçerek, Kazvin yakınlarına kadar götürdü. Fazıl orada Anayasa 
birliklerine katıldı. Onlar da, uzun bir bekleyişten sonra, Tahran üzerine 
yürümeğe hazırlanıyorlardı.
Tebriz kuşatma altında olduğu sürece Şah'ın elinde, düşmanlarını caydıracak bir 
koz bulunuyordu. Onları tehdit edebilir, onları durdurabilirdi. Kuşatma kalkar 
kalkmaz, Fazıl'ın dostları, ellerini tutan bağdan kurtulduklarını hissettiler ve hiç 
vakit kaybetmeden başkent üzerine yürümeğe başladılar. Biri kuzeyden 
Kazvin'den, diğeri güneyden İsfahan'dan iki ordu halinde ilerliyorlardı. Güney 
ordusu çoklukla Bahtiyari aşiretlerindendi ve 23 Haziran'da Kom'u ele geçirmişti. 
Birkaç gün sonra, bir İngiliz-Rus ortak bildirisi yayınlandı. Anayasacıların 
ilerlemeyi durdurmalarını ve Şah ile anlaşmaya gitmelerini istiyordu. Aksi halde 
iki devlet müdahale etmek zorunda kalacaktı. Fazıl ile arkadaşları aldırmadılar, 
yürüyüşlerine hız verdiler. 9 Temmuz'da iki ordu Tahran surları önünde buluştu. 
13 Temmuz günü, onbin kişi başkente kuzey-batı-da iyi tutulmayan bir kapıdan ve 
Temps gazetesi muhabirinin hayretten açılmış gözleri önünde kente giriyordu. 
Sadece Liakhov direnmeye kalkışmıştı. Üçyüz askeri, birkaç eski topu ve iki 
makinelisi ile merkezde birkaç mahalleyi denetimi altmda tutmayı başardı. 
Çatışma bütün hızıyla 16 Temmuz'a kadar sürdü. O günü saat sekiz otuzda Şah, 
Rus Elçiliğine sığındı. Törensel biçimde beş yüz asker ve Saraylı kendisine eşlik 
etmişti. Bu davranışı tahttan feragat anlamına geliyordu.
218
Kazak komutanının silahı bırakmaktan başka seçeneği yoktu. Bundan böyle 
anayasaya sadık kalacağma ve Anayasacıların hizmetinde olacağma yemin etti. 
Tek şartı, birliğinin dağıtılmamasıy-dı. Bu da kendisine vaad edildi.
Yeni Şah, tahttan inen Şahın küçük oğlu idi. Oniki yaşında var yoktu. Onu 
bebekliğinden beri tanıyan Şirin'e göre, yumuşak ve duygulu, içinde kötülük 
olmayan bir çocuktu. Çatışmaların ertesi günü vasisi M. Smirnoff ile birlikte, 
Saraya gitmek üzere kentten geçerken "Yaşasın Şah" çığlıklarıyla karşılandı. Bir 
gün önce "Şah'a Ölüm!" diye bağıranlar, aynı kişilerdi!
Genç Şah halkın üzerinde iyi bir izlenim bıraktı. Çok fazla gülümsemeden, zaman 
zaman elini sallayarak vatandaşlarını selamlıyordu. Ama Saray'a varır varmaz 
çevresindekilerin dünyasmı kararttı. Ailesinin yanından apar topar alındığı için, 
durmadan ağlıyordu. Hatta o yaz, annesiyle babasını bulmak üzere Saraydan 
kaçmaya kalkıştı. Yakalanınca, kendini asmaya kalkıştı. İlmik boynunu sıkınca, bu 
kez korkup imdat istedi. Tam vaktinde kurtulabildi. Bu serüven, üzerinde olumlu 
bir etki yarattı: Korkularından sıyrıldı ve meşruti hükümdar rolünü, gereği gibi 
oynamaya başladı.
Gerçek iktidar Fazıl ile dostlarının ellerindeydi. Yeni döneme, hızlı bir temizlik 
hareketi ile başladılar. Eski rejim yanlısı altı partizan asıldı. Aralarında Âdem 
Oğullarına savaş açmış mollalar ve bir de Şeyh Feyzullah Nuri vardı. Suçu, bir yıl 


önceki darbeden sonraki kıyama fetva vermesiydi. Cinayete bulaştığı için ölüme 
mahkûm edildi ve ölüm fermanı Şii makamlarınca onaylandı. Bu cezanın simgesel 
bir yönü olduğu da açıktı: Nuri, anayasanın delilik olduğunu iddia etmişti. 31 
Temmuz 1909 günü Tophane Meydanında halkm gözü önünde ipe çekildi. Ölmeden 
önce: "Ben gerici değilim" demiş ama hemen sonra yandaşlarına anayasanın dine 
aykırı olduğunu ve son sözün dine ait olacağını söylemişti.
Yeni yöneticilerin ilk işi, Parlamentoyu yeni baştan yaptırmak oldu. Bina enkaz 
halindeydi. Seçimler düzenlenmişti. 15 Kasım'da genç Şah İkinci Meclis'i şu 
sözlerle açıyordu:
"Özgürlüğü bahşeden Tanrı adına ve Mehdi'nin manevi koruyuculuğunda Ulusal 
Danışma Meclisini büyük bir sevinçle açmış bulunuyorum. Kültürel ilerleme ve 
zihniyetlerdeki gelişme, değişikliği önlenemez kılmıştır. Bu gelişme acı 
deneyimlerden geçmiştir ama İran, çağlar boyu, bir çok buhranı atlatmasını 
bilmiştir ve bugün İran halkı emellerinin gerçekleştiğini görmektedir. Bu
219
ilerici yeni hükümetin, halkın desteğine sahip olmasından memnunluk duyuyoruz. 
Ülkeye huzur ve güveni geri getirmiştir.
Hükümet ve Parlamento, gerekli reformların yapılması için, devletin yeniden 
örgütlenmesine, özellikle mali işlerin uygar ülkelerdeki gibi düzenlenmesine 
öncelik vermelidir.
Tanrı'ya ulusun temsilcilerine yol göstermesi ve İran'dan onuru, bağımsızlığı ve 
mutluluğu esirgememesi için yakarıyoruz."
O gün Tahran'da bayram havası esti. Sokaklarda geziliyor, kö-şebaşlarmda 
şarkılar söyleniyor, her sözcüğü "Anayasa", "Demokrasi", "Özgürlük" ile kafiyeli 
şiirler döktürülüyor, satıcılar sokaktakilere şerbet ve şeker ikram ediyor, darbe 
sırasında susturulmuş olan onlarca gazete özel sayılarının reklamını yapıyorlardı.
Gece olunca, havai fişekler kenti aydınlattı. Baharistan bahçelerinde tribünler 
kurulmuştu. Şeref tribününde diplomatlar, yeni hükümet üyeleri, milletvekilleri, 
dini liderler, Çarşı loncasından temsilciler bulunuyordu. Baskerville'in bir arkadaşı 
olarak bana ilk sıralarda yer ayrılmıştı: Fazıl'ın hemen arkasında oturuyordum. 
Patlamalar, havai fişekler, birbirini izliyor, gökyüzü kısa aralıklarla gündüze 
dönüyor, başlar arkaya eğiliyor, yüzler ışıldıyor, sonra çocuksu gülümsemelerle 
yerine geliyordu. Dışarıda ise, Âdem Oğulları, hiç yorulmadan, aynı şeyleri 
bağırıyorlardı.
Hangi çığlık, hangi gürültü Howard'i düşünmeme neden oldu bilmiyorum. Bu 
bayram aslmda onun bayramı idi. Fazıl da aynı anda bana döndü ve:
— Hüzünlü görünüyorsun, dedi.
— Hüzünlü değilim tabii ki! Ne zamandır, Doğu'da "özgürlük" diye bağırılsın 
istiyordum. Ama bazı anılar aklımı çeldi.
— Onları bir yana at, gülümse, eğlen, son sevinç anlarından yararlanmaya bak!
Gecenin tüm kutlama hevesini kursakta bırakan ürkütücü sözler! Fazıl, yedi ay 
önce Tebriz'de yaptığımız tartışmayı mı sürdürüyordu yoksa? Endişe duyacağı 
yeni konular mı vardı? Ertesi gün, daha fazla bilgi almak için ona gitmeye karar 
verdim. Ama sonra vazgeçtim. Bütün bir yıl, onunla karşılaşmaktan kaçmıştım. 


Hangi nedenle? Yaşadığım müthiş serüvenden sonra, Tebriz'deki davranışımın 
doğruluğu konusunda kuşkularım vardı. Doğu'ya, bir kitabın peşine düşerek gelmiş 
olan benim, bana ait olmayan bir savaşa bu denli bulaşmaya hakkım var mıydı? 
Hangi hakla Ho-ward'a İran'a gitmesi tavsiyesinde bulunmuştum? Baskerville, Fa-
220
zıl ve arkadaşları için bir şehitti. Benim için yitirdiğim bir arkadaş. Yabancı 
topraklarda, yabancılara ait bir dava için ölmüş ve ailesinin bir gün çocuklarını 
neden baştan çıkardığımı soracakları bir arkadaş!
Howard yüzünden vicdan azabı mı? Belki saygı gösterme hassasiyeti! Uygun 
sözcük mü bilemiyorum ama demek istediğim, arkadaşımın ölümünden sonra, 
Tahran sokaklarında dolaşıp Tebriz kuşatması sırasındaki sözde kahramanlıklarla 
böbürlenmeye hiç niyetim yoktu. Ben bu işe tesadüfen, ucundan karışmıştım, bir 
dost sahibi, kahraman bir arkadaş sahibi olmuştum ama anısına sarılarak 
ayrıcalıklar ve iltifatlar peşinde değildim.
Aslında yok olmak, unutulmak, politikacıların, Kulüp üyelerinin, diplomatların 
yanlarına uğramamak istiyordum. Hergün zevkle gördüğüm tek insan Şirin idi. 
Ailesine ait pek çok ikâmetgâhtan birine gidip yerleşmesini kabul ettirebilmiştim. 
Zar-ganda tepelerinde, başkentin dışında bir yerdeydi. Ben de çevrede küçük bir 
ev kiralamıştım. Görünüşü kurtarmak için... çünkü hizmetçilerin yardımı ile gece 
gündüz onunlaydım.
O kış, odasından çıkmadan haftalar geçirdiğimiz oldu. Harikulade bir çini sobanın 
ısıttığı odada, Elyazması'm ve birkaç başka kitabı okuyor, nargile içiyor, Şiraz 
şarabı, hatta zaman zaman şampanya yudumluyor, Kirman fıstığı ile İsfahan 
helvası atıştırıyorduk. Prensesim hem bir ağırbaşlı hanımefendi hem de afacan 
bir kız çocuğu olmasını biliyordu.
Yazm ilk günlerinde Zarganda hareketlendi. Yabancılar ve İranlı zenginler 
köşklerine gelmeye başladı. Onlar için uzun dinlenme ayları başlıyordu. Yabancılar 
içinse Tahran'in boz sıkıntısını gidermenin yolu bu yeşil cennete gelmekti. Kış 
aylarında Zarganda boşalırdı. Sadece bahçıvanlar, bekçiler ve yerli halk kalırdı. 
Şirin'le böylesi bir ıssız çöle gereksinimiz vardı.
Ne yazık ki nisan ayından itibaren taşınmalar başladı. Evlerin parmaklıkları önünde 
başıboş gezenlerin sayısı arttı. Şirin, her öğle uykusundan sonra, ziyaretçilerini 
kabul etmeye başladı. Her saniye saklanmak, koridorlardan kaçmak zorunda 
kalıyordum. Artık ö rahat kış günleri sona ermişti. Gitmek gerekiyordu. Bunu 
kendisine söylediğimde, Prensesim üzüldü:
— Mutlu olduğunu sanıyordum.
— Ender bir mutluluk yaşadım. Bu mutluluğa, bozulmadan ara vermek, bozulmadan 
yeniden kavuşmak istiyorum. Seni aşkla, hayranlıkla izlemekten kendimi 
alamıyorum. Çevremizi saran ka-
221
labahğın, bakışlarımı çevirmeme neden olmasını istemiyorum. Yazın gidip, kışın 
döneceğim.


— Yaz, kış, gideceksin, döneceksin.. Mevsimlere, yıllara, ömrüne, benim ömrüme 
hükmedeceğini sanıyorsun. Hayyam'dan ders almadın mı? "Aniden, dudaklarını 
ıslatana kadar, uçup gidersin.
Gözlerini gözlerime dikti, beni okumak istercesine... Herşeyi anlamıştı, içini çekti.
— Nereye gideceksin?
Ben de bilmiyordum. İran'a ikinci gelişimdi, her ikisinde de kuşatmaya 
uğramıştım. Önümde, keşfedeceğim bütün bir Doğu alemi vardı. Boğaziçi'nden Çin 
Denizi'ne kadar Türkiye, ki o da İran'la aynı zamanda isyan etmiş, Sultan-
Halife'yi tahtından indirmiş, milletvekilleri, kulüpleri, muhalif gazeteleri ile 
övünür olmuştu. Sonra gururlu Afganistan vardı, ki İngilizler baş eğdirmişlerdi 
ama ne pahasına! Ve tabii İran'ın geriye kalan yerleri... Ben sadece Tebriz ile 
Tahran'ı biliyordum. Ya İsfahan? Ya Şiraz, Kaşan ve Kirman? Ya Nişapur ve 
Hayyam'ın mezarı?
Bütün bu yollardan hangisini seçmeli, hangisine sapmak? Seçimi, benim yerime 
Elyazması yaptı. Krasnovodsk'ta trene bindim, Aşkabad'ı ve tarihi Merv kentini 
geçtim, Buhara'yı gördüm.
Semerkant'a özel olarak gittim.
XLIII
Hayyam'm gençliğini geçirdiği kentten geriye ne kaldığını merak ediyordum.
Asfizar mahallesi, Ömer'in Cihan ile seviştiği, bahçedeki küçük köşk, ne olmuştu? 
Eski Çin yöntemine göre beyaz dut ağacından kâğıt yapan Yahudinin oturduğu 
Maturid mahallesi duruyor muydu? Haftalarca, yaya sonra da katır sırtında 
dolaştım. Satıcılara, gelip geçenlere, camideki imamlara sorular sordum, 
karşılığında bilgisizce edilmiş sözler, alaylı gülüşler ve çay davetleri almaktan 
başka bir yanıt alamadım.
Bir sabah, Recistan meydanına gitmekle, talihim açıldı. Bir kervan geçmekteydi, 
küçük bir kervan; altı-yedi deveden ibaretti. Yaşlı deveci az ötemde durmuş, 
kucağına yeni doğmuş bir kuzu almıştı. Bir çanak çömlek satıcısıyla pazarlık 
ediyordu. İkisini izliyordum. Yün örme takkeleri, çizgili entarileri, kızılımtrak 
sakalları ile bin yılın ötesinden gelmiş gibiydiler. Hayyam'm devrindeki gibi bir 
görüntü müydü bu?
Hafif bir rüzgâr kumları savurdu, giysiler kabardı, tüm alanı görünmez bir örtü 
kapladı. Çevreme baktım. Recistan'm yanında üç bina yükseliyordu. Üç muazzam 
külliye... kuleleri, kubbeleri, cümle kapıları, mozaik kaplı yüksek duvarları, altm-
mor-türkuaz ışıklar saçan süslemeleri ve üzerlerine işlenmiş pek çok yazı ile... 
Her şey muhteşemdi, ama kuleler eğriydi, kubbeler delikti, cepheler oyuk 
oyuktu... geçen yıllar, esen rüzgâr, yüzyıllık umursamazlık yapıları her bir yönden 
kemirmişti. Bu anıtlara, bu harikulade, devasa, bilinmeyen yapıtlara bakan tek bir 
göz yoktu.
Geriye doğru gittim, ayağım takıldı, arkama baktığımda, benim gibi giyinmiş bir 
adamla burun buruna geldim. Konuşmaya başladık. Adam Rus'tu. Arkeolog. O da 
kafasında binlerce soru ile gelmişti. Ama birkaç yanıt bulmuştu.


— Semerkant'da zaman, bir felaketten bir felakete, bir yıkımdan bir yıkıma 
geçer. Moğollar onikinci yüzyılda kenti yıktıklarında, yerleşim yerleri mezarlığa 
dönüşmüş. Bu yerleri terketmişler.
222
223
Geriye kalanlar kentlerini bir başka yere, daha güneye kurmuşlar. O eski şehir, 
Selçukluların Semerkant'ı bütünüyle, kum katmanları altmda yitip gitmiş. 
Toprağın altında ne hazineler, ne gizler var! Toprak üstünde sadece otlar! Günün 
birinde, evleri, sokakları ortaya çıkartmak gerekecek. Semerkant kurtulunca, 
bizlere öyküsünü anlatabilecek. Durdu.
— Siz de arkeolog musunuz?
— Hayır. Bu kent başka nedenlerden ötürü ilgimi çekiyor.
— Hangileri diye sorsam çok mu saygısızlık etmiş olurum? Ona Elyazması 'ndan 
söz ettim. İçinde yazılmış olan Tarih'ten,
çizilmiş olan resimlerden...
— O kitabı görmeyi çok isterdim dedi. O Tarihte ne yazılı ise yok edilmiş, biliyor 
musunuz? Lanetlenmiş gibi. Duvarlar, saraylar bostanlar, bahçeler, su yolları, 
tapınaklar, kitaplar, belli başlı sanat yapıtları. Bugün hayran kaldığımız yapıtlar, 
daha sonraları Timur tarafmdan yaptırılmış. Beşyüz yıldan daha az bir zamandan 
kalma. Hayyam'ın döneminden kırık dökük birkaç çanak çömlek kalmış. Ve bir de, 
varlığını şimdi sizden öğrendiğim o mucizevi Elyazması. Onu ellerinize almış 
olmanız hem büyük bir ayrıcalıktır hem de ağır bir sorumluluk.
— Emin olun, bunun farkındayım. Bu kitabm var olduğunu öğrendiğim yıllardan bu 
yana, sadece onun için yaşıyorum. Beni bir serüvenden diğerine sürükledi. Onun 
dünyası benim dünyam oldu. Onun bekçisi, benim sevgilim oldu.
— Anlattığı yerleri görmek için mi Semerkant'a geldiniz?
— En azından, bu kentin insanları bana eski mahallelerin nerede olduğunu 
gösterirler sanıyordum.
— Sizi düş kırıklığına uğratacağım için özür dilerim, ama sizi ilgilendiren çağ 
hakkında sadece efsaneler, cin ve dev öyküleri dinlersiniz. Bu kent, onları büyük 
bir keyifle yaşatır.
— Yani diğer Asya kentlerinden de mi çok?
— Korkarım öyle. Bu yıkıntının yakınında bulunmaları, belki de hayal güçlerini 
arttırıyor. Üstelik bir de şu yeraltı kenti var. Yüzyıllar boyu, kaç çocuk 
yarıklarından düşüp bir daha ortaya çıkmamış, toprağın derinliğinden gelen nice 
garip sesler duyulmuş! İşte ünlü Semerkant efsanesi böyle doğmuş, çok kişi için 
bu kentin gizemi içinde yer alan efsane!
Anlatmasını istedim.
— Derler ki, Semerkant krallarından biri, her insanın gerçek-
224
leşmesini istediği düşü gerçek kılmak istemiş: ölümden kaçmayı! Ölümün 
gökyüzünden ineceği inancı içinde, kendisine hiçbir vakit ulaşmasın diye, yer 
altında demirden bir saray yaptırmış. Muazzam bir saray. Bütün çıkış yerlerini 
kapattırmış. Çok zengin olduğu için, her sabah doğan, her akşam batan ve onu 


ısıtan yapay bir güneş yaptırmış. Ne varki ölüm tanrısı, hükümdarı aldatıp sarayın 
içine sızmış. Bütün insanlara, ne denli güçlü ve zengin olurlarsa olsunlar, ölümden 
kaçamayacaklarını kanıtlamak istiyormuş. Böylece Semerkant, insanın kaderi ile 
buluştuğu kent olmuş.
Semerkant'dan sonra nereye gitmeli? Benim için Semerkant, Doğu'nun bir ucu, 
harikaların yer aldığı, bitmeyen bir özlemin duyulduğu yesdi. Kentten ayrılacağım 
sırada, eve dönmeye karar verdim. Annapolis'e gidecek, birkaç yıl dinlenecek ve 
sonra yeniden yola koyulacaktım.
Onun için de delice bir tasarı yaptım. İran'a dönecek, Şirin'i ve Hayyam'ın 
Elyazması 'm alacaktım, sonra büyük kentlerden birine gidecektik, Paris'e, 
Viyana'ya veya New-York'a ! Şirinle bir Batı kentinde, Doğulu biçimde yaşamak, 
cenneti yaşamak olmaz mıydı?
Dönüş yolunda yalnız ve dalgındım. Şirin'e söyleyeceklerimin heyecanı içindeydim. 
" Gitmek, gitmek, mutlu olmak şarta yetmiyor mu?" diyecekti kuşkusuz. 
Çekingenliğimi yeneceğime inanıyordum.
Hazar kıyılarında kiraladığım araba beni Zargânda'ya kapalı kapımın önüne 
getirdiğinde, önünde bir başka araba duruyordu. Direğinde yıldızlı bayrak 
dalgalanan bir Jewel-40! Şoförü beni görür görmez arabadan indi, kim olduğumu 
sordu. Beni, gidişimden bu yana bekliyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Hemen 
yanıtladı, sabahtan beri bekliyormuş.
— Efendim, siz dönene kadar beklememi söyledi.
— Bir ay, ya da bir yıl sonra dönebilirdim ya da hiç dönmezdim!
Hayretime hiç aldırmadı:
— Buradasınız ya! dedi.
Sonra bana Amerikan elçisi Charles W. Russel'ın bir notunu verdi:
"Sayın B. Lesage;
Çok önemli ve acele bir iş için bugün öğleden spnra saat dörtte gelebilirseniz 
sevinirim. Şoförüm emrinizde olacaktır."
225
XLIV
Sabırsızlandıklarını göstermemeye çalışan iki kişi bekliyordu beni Elçilikte! Gri 
takımları, muare papyonu, Theodore Roosevelt'inkine benzeyen ama daha özenle 
kırpılmış sarkık bıyıkları ile Russel ve her zamanki beyaz entarisi, siyah üstlüğü 
ve mavi sarığı ile Fazıl! Tabii söze ilk başlayan Elçi oldu. Düzgün ama duraksak bir 
Fran-sızcayla konuşuyordu.
— Bugün yaptığımız toplantı, tarihin akışını değiştiren türden bir toplantıdır. 
Bizim kişiliklerimizde iki ulus buluşuyor. Mesafelere ve farklılıklara aldırış 
etmeksizin. Genç bir ulus ama yaşlı bir demokrasi olan Amerika ile, bin yıllık eski 
bir ulus ama genç bir demokrasi olan İran.
Bu sözlerinin kendisini rahatsız etmediğini anlamak için Fazıl'a bir bakış attı, 
sonra devam etti:
— Birkaç gün önce, Tahran Demokrasi Kulübüne davetliydim. Anayasa Devrimine 
duyduğum ilgiyi ve sempatiyi dile getirdim. Başkan Taft ve Dışişleri Bakanımız 
Mr. Knox da benim gibi düşünüyor. Hemen şunu da belirteyim, Dışişleri Bakanımız, 


bugün yaptığımız bu toplantıdan haberlidir. Varacağımız sonuçları kendisine 
telgrafla bildireceğiz.
Bana durumu açıklama işini Fazıl'a bıraktı:
— Çar ordusuna direnmememi istediğin günü anımsıyor musun?
— Ne baş belasıydı!
— Sana asla alınmadım, yapman gerekeni yapmıştın, bir bakıma da hakkın vardı. 
Ama korktuğum başımıza geldi. Ruslar Tebriz'den hiç çıkmadılar. Halkı her gün 
rahatsız ediyorlar, Kazaklar sokakta kadınların peçelerini çekiyorlar, Âdem 
Oğulları ufacık bahanelerle hapse atılıyor. Ama daha kötüsü var. Tebriz'in işgal 
edilmesinden, arkadaşlarımın basma gelenlerden de kötü! Demokrasimizin batma 
tehlikesi var. Mr. Russel "genç" diye tanımladı. Bence "kırılgan" demeliydi. 
Görünürde her şey çok iyi gidiyor. Halk daha mutlu, çarşı daha hareketli, mollalar 
daha uzlaşmacı! Oysa yapının
226
yıkılmasını önlemek için mucize gerek. Neden mi? Çünkü, tıpkı geçmişte olduğu 
gibi, hazine tamtakır. Eski rejimin garip bir vergi toplama yöntemi vardı. Her 
eyalette, halkın kanını emen birini görevlendirirdi. Adam, topladığı parayı 
kendisine alıkoyar, sadece bir kısmı ile Saraydan bir takım adamları satın alırdı. 
Felaket de işin bu noktasında. Hazine'ye para gelmeyince, Ruslardan ve 
İngilizlerden borç alırdık; onlar da borcun ödenme sırası geldiğinde ödünler ve 
ayrıcalıklar kopartırlardı. Çar iç işlerimize bu yoldan karışmaya başladı, bütün 
zenginliklerimiz bu yoldan uçup gitti. Yeni iktidar da aynı dertle karşı karşıya: 
çağdaş ülkeler gibi vergi toplayamazsak, diğer devletlerin vesayetini kabul etmek 
zorunda kalacağız. Bizim için en ivedi uğraş, maliyemizi yoluna sokmak, İran'm 
çağdaşlaştırılmasının yolu buradan geçiyor. İran'ın özgürlüğü buna bağlı.
— İlacı bilindiğine göre, neden harekete geçilmiyor?
— Çünkü günümüzde hiçbir İranlı, bu görevi yapabilecek çapta değil. On milyonluk 
bir ulus için bunu söylemek acı ama, cehaleti gözardı edemeyiz. İleri ülkelerde 
devletin üst düzey görevlile-rinkine eş bir eğitim almış bir avuç insanız şurada. 
Deneyimimizin engin olduğu tek alan diplomasi. Askerlik olsun, ulaşım olsun, 
özellikle maliye olsun, sıfır! Rejimimiz yirmi yıl, otuz yıl ayakta kalabilseydi, bütün 
bu alanlarda bir kuşak yetişmiş olurdu. Ama bunun gerçekleşmesini beklerken, 
dürüst ve yetenekli yabancı uzmanlara başvurmaktan başka çözüm yok. Biliyorum, 
böylesini bulmak kolay değil. Geçmişte Naus ile, Liakhov ile ve daha birçoğu ile 
kötü deneyimlerimiz oldu. Ama ümitsiz değilim. Bu konuda, Parlamento'da ve 
hükümette bazı dostlarımla görüştüm. Amerika'nın bize yardım edebileceğini 
sanıyoruz.
Birden:
— Gurur duydum, diye atıldım. Ama niçin benim ülkem? Charles Russel bu sorumu 
hayret ve endişe ile karşıladığını
gösteren bir harekette bulundu ama Fazıl'ın yanıtı ile yatıştı:
— Bütün devletleri tek tek gözden geçirdik. Ruslar ile İngilizler, bize daha fazla 
egemen olabilmek için, iflasa sürüklenmemizden sevinç duyuyor. Fransızlar, bizim 
kaderimize ilgi gösteremeyecek kadar Çarla ilişkilerinin düzgün gitmesi 


kaygısmda! Yani genelde bütün Avrupa, bir takım ittifaklar ve karşı ittifaklar ağı 
kurmuş ki, bunun içinde İran, pek basit bir dama taşı olur. Bizi ele geçirmek 
istemeksizin yardım elini uzatabilecek tek ülke Amerika'dır. Bu yüzden Mr. 
Russel'a başvurdum ve böyle ağır bir görevi
227
yerine getirebilecek bir Amerikalı tavsiye etmesini istedim. Hemen söyleyeyim; 
senin adını veren o oldu, ben senin maliye okuduğunu unutmuştum.
Sıkıntılı gülüşler, kaçamak bakışlar:
— Siz adamınızı bulun, ben yanında çalışır, tavsiyede bulunur, ona yardımcı 
olurum, dedim. Ama asıl görev ona ait olmalı. Ben çok iyi niyetli biriyim ama o denli 
de bilgisiz ve tembel biriyim.
Israr etmekten vazgeçen Fazıl, aynı biçimde konuşmayı yeğledi:
— Bakın bu doğru! Tanıklık edebilirim. Sonra senin daha da büyük kusurlarm var. 
Benim arkadaşımsın, bunu herkes biliyor. Siyasi rakiplerim, başarısız olman için 
ellerinden geleni yaparlar.
Russel sessiz, dinliyordu. Yüzündeki gülümseme, ne zamandır orada kalmış, 
unutulmuş, donmuş gibiydi. Şakalaşma biçimimiz hiç onun tarzı değildi ama yine de 
istifini bozmamıştı. Fazıl ona dönerek:
— Benjamin'in kusurlarmdan dolayı özür dilerim, dedi. Ama anlaşmamız bozulmuş 
sayılmaz. Belki de bu işi, İran'daki olaylara hiç karışmamış birine vermek daha 
doğru olacak.
— Aklınıza gelen biri var mı?
— Hiçbir isim bilmiyorum. Ben güçlü, dürüst, açık fikirli birini istiyorum. Sizde 
böyleleri var, bunu biliyorum. Nasıl biri olduğunu gözümün önüne getirir gibiyim: 
zarif, temiz, dik duran, dürüst bakan, doğru sözlü.
Tanımı Baskerville'in tanımıydı.
İran Hükümetinin Washington'daki Elçiliğine 25 Aralık 1910 Pazar günü 
gönderdiği telgraf şöyleydi:
"Parlamento'nun onayına sunulacak, başlangıçta üç yıllık bir sözleşme ile 
hazinedar olarak çalışacak, dürüst bir Amerikalı uzman istihdam etmek üzere, 
dışişleri bakanından sizi derhal Amerikan mali çevreleriyle temas ettirmesini 
isteyiniz. Devletin gelir kaynaklarını, gelir ve giderleri düzenlemekten sorumlu 
olacak ve kendisine bir muhasebe uzmanı ile taşrada vergi tahsilini denetleyecek 
bir müfettiş yardımcı olarak verilecektir. Tahran'daki Amerika Birleşik 
Devletleri Elçisi, Amerikan Dışişleri Bakanının onayını bildirdi. Kendisiyle 
doğrudan ilişki kurun, aracı sokmaktan çekinin. Bu metni olduğu gibi kendisine 
iletin ve tavsiyeleri doğrultusunda hareket edin."
228
Bunu izleyen 2 Şubat günü, Meclis Amerikalı uzmanların atanmalarını ezici 
çoğunlukla ve alkış yağmuru altında kabul etti.
Birkaç gün sonra, tasarıyı Meclis'e sunan Maliye Bakanı, sokağın ortasında, iki 
Gürcü tarafından vuruldu. Aynı akşam, Rus Elçiliğinin çevirmeni, İran Dışişleri 
Bakanlığına giderek Çarın tebası olan katillerin, derhal kendisine teslim 
edilmelerini istedi. Tah-ran'da herkes, bu eylemin Parlamento oylamasına yanıt 


olduğunu anlamıştı. Resmi makamlar, güçlü komşularıyla arayı bozmamak için, 
istekleri kabul ettiler. Katiller Elçiliğe " götürüldü, sonra da sınıra... Sınırı geçer 
geçmez serbest bırakıldılar.
Çarşı, protesto anlamında kepenk kapattı. Âdem Oğullan, Rus mallarının boykot 
edilmesi çağrısında bulundu, hatta ülkede sayıları hiç de az olmayan Gürcülere 
karşı misillemeler oldu. Bununla birlikte Hükümet, sabır gösterilmesini istiyordu. 
Gerçek reformlar yakında başlayacak, uzmanlar gelecek, Hazine dolacak, borçlar 
ödenecek, vesayet kalkacak, okullar ve hastahaneler yapılacak, modern bir ordu 
kurulacak, Çar'ın ordusu Tebriz'den kovulacak, savurduğu tehdit yok olacak, 
diyorlardı.
İran'ın beklediği mucizeydi. Gerçekten de mucizeler olacaktı.
229
XLV
İlk mucizeyi Fazıl haber verdi. Fısıldayarak konuşuyordu ama sevinçliydi.
— Bak ona! Sana Baskerville'e benzeyecek dememiş miydim?
O dediği, Morgan Shuster idi. İran'm yeni Genel Hazinedarı bize doğru geliyordu. 
Onu Kazvin yolunda karşılamaya gitmiştik. Yamndakilerle birlikte, cılız atların 
çektiği kırık dökük posta arabasıyla gelmişti. Ne kadar da Howard'a benziyordu! 
Aynı gözler, aynı burun, belki daha yuvarlakça ama aynı yüz, aynı saç rengi, aynı 
saç çizgisi, aynı tokalaşma, nazik ama fethedici! Ona gözlerimizi dikmiş 
olmamızdan rahatsız olmuş olmalıydı ama bunu belli etmedi. Gerçi yabancı bir 
ülkeye, bu denli olağan dışı koşullarla gelince, meraklan üzerine çekmeyi beklemiş 
olmalıydı. Burada bulunduğu sürece incelenecek, izlenecek, araştırılacaktı doğal 
olarak! Bazen kötü niyetle. Her hareketi, her davranışı anlatılacak, yorumlanacak, 
övülecek ya da yerilecekti.
Gelişinden bir hafta sonra, ilk kriz patlak verdi. Amerikalılara, Tanrı'nın günü hoş 
geldiniz demeye gelen yüzlerce kişi arasından bazıları, Shuster'e İngiliz ve Rus 
elçiliklerini ziyaret etmeyi düşünüp düşünmediğini sorup duruyordu. Yanıt 
belirsizdi. Ama sorular giderek sıklaşıyor ve söylentiler, Çarşı'da tartışmalara yol 
açacak kadar artıyordu. Amerikalı, elçiliklere nezaket ziyareti yapmalı mıydı 
yoksa yapmamalı mı? Elçilikler hakarete uğradıklarını ima ediyorlardı, hava 
gerginleşiyordu. Fazıl, Shuster'in gelmesinde oynadığı rolden ötürü, bu diplomatik 
gerginlikten son derece rahatsızdı. İşin tümüyle bozulması tehlikesi vardı. Benim 
araya girmemi istedi.
Böylece, Atabek Sarayında oturan vatandaşımı ziyarete gittim. Beyaz mermer, 
otuz kocaman odalı, bir kısmı Doğu diğer kısmı Avrupa stili döşenmiş, halıların ve 
sanat eserlerinin ağırlığı altında adeta eğilmiş bir yapıydı. İçinde akar suların, 
yapay göllerin bulunduğu muazzam bir bahçenin ortasindaydı. Kentin gürültüsünü 
bastıran kuş ve ağustosböceği cıvıltılarıyla tam bir İran cennetiydi.
Tahran'ın en güzel ikâmetgâhı idi. Eskiden başbakanlardan birine ait iken, 
Anayasacı zengin bir tüccara satılmış ve o da sarayını Amerikalının emrine 
vermişti.


Shuster beni kapının eşiğinde karşıladı. Yol yorgunluğu gitmişti ve adamakıllı genç 
görünüyordu. Otuzdört yaşındaydı ama göstermiyordu. Bense, Washington'un 
dazlak kafalı, kelli felli bürokratlarından birinin geleceğini sanmıştım.
— Size şu Elçilik işinden söz etmeğe geldim.
— Siz de mi? Eğlenmiş görünüyordu.
— Bu protokol işinin ne denli büyüdüğünün farkında mısınız bilmiyorum. 
Unutmayın, entrikalar diyarında bulunuyoruz.
— Entrikalardan benim kadar hoşlanan olmasın!
Güldü, sonra birden görevinin gerektirdiği ciddiyete büründü:
— Bay Lesage, dedi. İş sadece protokol işi değil, ilke işi! Bu görevi kabul etmeden 
önce, bu ülkeye gelmiş olan pek çok yabancı uzman hakkında bilgi edindim. 
Bazılarının ne yeteneği, ne iyi niyeti eksikti. Ama hepsi başarısız oldu. Niye biliyor 
musunuz? Çünkü beni bugün davet ettikleri tuzağa düştüler. Ben İran 
Parlamentosu tarafından İran Genel Hazinedarlığına atandım. Gelişimden Şaha, 
Naibe, hükümete haber vermem doğaldır. Amerikalı olduğum için Mr. Russel'ı 
ziyaret etmem de doğaldır. Ama Ruslara, İngilizlere, Belçikalılara ya da 
Avusturyalılara ne diye nezaket ziyaretinde bulunayım?
Bakın ne diyeceğim: Amerikalılardan bunca şey bekleyen İran halkına, tüm 
baskılara karşın bizi işe alan parlamentoya, Morgan Shuster'in diğer yabancılar 
gibi bir yabancı, bir Frenk olduğum gösterilmek isteniyor. Daha ilk ziyaretimi 
yapar yapmaz, davetlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Diplomatlar kibar 
insanlardır, bildiğim dilleri bilirler, bildiğim kağıt oyunlarını oynarlar. Burada 
mutlu yaşayabilirim Bay Lesage, briç, çay partileri, tenis, ata binme, maskeli balo, 
keyfime diyecek olmaz. Üç yıl sonra ülkeme döndüğümde, zengin ve sağlıklı biri 
olarak dönerim. Ama ben buraya bunun için gelmedim ki...
Neredeyse bağırıyordu. Görünmeyen bir el, belki de eşinin eli, kapıyı kapattı. 
Bunu farketmedi bile. Devamla:
— Çok belirgin bir görevle geldim, dedi. İran'ın maliyesini çağdaşlaştırmak. Bu 
insanlar bizim kurumlarımıza ve işleri yönetiş biçimimize inandıkları için bizi 
çağırdılar. Onları düş kırıklığına uğratmaya hakkım yok, onları aldatmaya da... Ben 
bir Hıristiyan
230
231
topluluğundan geliyorum Bay Lesage ve bunun benim için bir anlamı var. İranlılar 
bugün Hıristiyan uluslara hangi gözle bakıyorlar? Pek Hıristiyan İngiltere 
petrolüne el koyuyor, pek Hıristiyan Rusya orman kanunu kuralları doğrultusunda 
dişlerini gösteriyor. Bugüne kadar ilişki kurdukları Hıristiyanlar kimler? 
Kurnazlar, küstahlar, Tanrısızlar, Kazaklar, hakkımızda ne düşünsünler 
istiyorsunuz? Birlikte nasıl bir dünyada yaşayacağız? Bizim kölelerimiz ya da 
düşmanlarımız olmaktan başka onlara önereceğimiz bir şey yok mu? Bizimle ortak, 
bizimle eşit olamazlar mı? Neyse ki aralarından birkaçı bize inanmaya devam 
ediyor ama Avrupalıyı canavara benzeten binlerce kişiyi nasıl susturacaklar?
Yarının İran'ı neye benzeyecek? Bu, bizim davranışımıza, bizim vereceğimiz 
örneğe bağlı. Baskerville'in fedakârlıkları, diğerlerinin canavarlıklarını unutturdu. 


Ona büyük saygım var. Ama emin olun, ölmeye hiç niyetim yok. Sadece dürüst 
olmaya çalışıyorum. İran'a, bir Amerikan şirketine hizmet eder gibi hizmet 
edeceğim, onu soymayacağım, sağlığına kavuşmasına, refaha kavuşmasına 
çalışacağım. Yönetime saygım olacak ama el öpmeyeceğim, eğilip bükülmeyeceğim.
Gözyaşlarımı tutamadım, aptallar gibi! Shuster sustu. Bana kuşku ve şaşkınlıkla 
bakıyordu.
— Sizi bilmeden incittimse, lütfen affedin. Ayağa kalkıp, elimi uzattım.
— Beni incitmediniz Bay Shuster, sadece beni altüst ettiniz. Sözlerinizi İranlı 
dostlarıma nakledeceğim, tepkileri benimkinden farklı olmayacaktır.
Oradan çıkar çıkmaz Baharistan'a koştum; Fazıl'ı orada bulacağımı biliyordum. 
Onu uzaktan görünce, seslendim:
— Fazıl, bir mucize daha!
13 haziran günü, İran Parlamentosu, eşi görülmedik bir oylama ile, Morgan 
Shuster'e, ülke maliyesini düzenlemesi için tam yetki verdi. Bundan sonra, düzenli 
biçimde Bakanlar Konseyine katılacaktı.
Bu ara, çarşıyı ve elçileri telaşlandıran bir başka olay oldu. Nereden kaynaklandığı 
belli olmayan ama tahmin etmesi de zor olmayan bir söylentiye göre, Morgan 
Shuster bir Acem tarikatından-dı. Saçma görünebilir ama, haberi yayanlar, 
zehirlerini sulandırarak, yalanlarına gerçek süsü vermeyi başardılar. Amerikalılar 
bir gün içinde, halkın gözünde kuşkulu kişiler durumuna düştüler.
Genel hazinedarla konuşma işini bir kez daha üstlendim. İlk karşılaşmamızdan 
sonra, ilişkilerimiz iyileşmişti. O bana Ben, ben ona Morgan diyordum. Neyle 
suçlandığını anlattım:
— Senin adamlarının arasında Babî'lerin ya da Bahai'lerin olduğu söyleniyor. Bunu 
Fazıl da doğruladı. Bahai'lerin Amerika'da çok etkin bir şube açtıkları söyleniyor. 
Delegasyonundaki bütün Amerikalıların Bahai oldukları ve ülkenin maliyesini 
düzeltme bahanesiyle yandaş kazanmaya çalıştıkları sonucuna varılmış.
Morgan bir süre düşündü:
— Önem taşıyan tek soruya cevap vereceğim: Hayır, ben buraya vaaz vermeye ya 
da mürit kazanmaya gelmedim; İran maliyesinin çok gerekli olan düzenleme işini 
yapmaya geldim. Hemen söyleyeyim, Bahai filan değilim. Bu tarikatlarm varlığını, 
buraya gelmeden önce okuduğum Profesör Browne'un kitabından öğrendim. Yine 
de Babî ile Bahai arasındaki farkı bilmem. Hizmetçilere gelince, ki bu evde yirmi 
kişi kadardırlar, herkesin bildiği gibi, onları işe ben almadım. Buraya gelmemden 
önce de buradaydılar. İşlerinden memnunum; önemli olan da bu! Benimle 
çalışanları, dinsel inançlarına ya da kravatlarının rengine göre değerlendirme gibi 
bir alışkanlığım yoktur.
— Davranışını anlıyorum. Benim ilkelerime de tıpatıp uyuyor. Ancak, İran'dayız ve 
hassasiyet duydukları konular değişik olabiliyor. Yeni Maliye Bakanı ile görüştüm. 
Dedikoducuları susturmak için, uşaklarını kovman gerektiğini düşünüyor. En 
azından aralarından birkaçını.
— Maliye Bakanının bu konuda endişesi mi var?
— Sandığından da çok. Girişilen bütün işlerin tehlikeye düşmesinden korkuyor. 
Konuşmamızm sonucu hakkmda kendisine hemen bilgi vermemi istiyor.


— Öyleyse seni alıkoymayayım. Ona, hiçbir uşağa yol vermeyeceğimi ve işin 
burada biteceğini söyle.
Ayağa kalktı, ısrar etmek zorunda kaldım:
— Bu yanıtın yeterli olacağını sanmıyorum Morgan!
— Öyle mi? Öyleyse şunu da ekle: "Sayın Maliye Bakanı, bahçıvanımın dinini 
kontrol etmekten başka bir işiniz yoksa, vaktinizi doldurmak üzere size önem 
taşıyan birkaç dosya gönderebilirim."
Bakana, sözlerinin sadece anlammı taşıdım ama sanırım Morgan, ilk 
karşılaşmalarında ona düşündüklerini söylemiş olmalı. Bu bir sorun yaratmadı. 
Aksine herkes, bir takım şeylerin açıkça söylenmesinden memnundu.
232
233
Birgün Şirin:
— Shuster geleli, daha sağlıklı, daha temiz bir hava esiyor, dedi. İçinden çıkılmaz 
durumların çözümü için yüzyılların geçmesi gerekeceği sanılır. Birden bir insan 
çıkar ye ölüme mahkûm bir ağacın yeşerme mucizesi göstermesi gibi, meyve 
vermeye başlar. O yabancı bana, ülkemin insanlarına inanmayı öğretti. Onlara yerli 
muamelesi yapmadı, küçüklükleri, bayağılıkları görmezlikten gelerek, insanca 
davrandı. Biliyor musun? Ailemdeki yaşlı kadınlar onun için dua ediyor.
234
XLVI
1911 yılında, bütün İran'ın, "varsa yoksa Amerikalı" dediğini, bütün sorumlular 
arasında en sevileni ve en güçlüsü olduğunu söylersem, hiç de abartmış olmam. 
Yapmak istediklerini gazetecilere açıkladığı hatta dikenli konularda onların 
fikirlerini aldığı için, gazetelerin desteği büyüktü.
Üstelik, üstlendiği bu zor görevde başarı kazanmak üzereydi. Mali sistem tam 
çökeceği sırada, sadece hırsızlığı ve savurganlığı önleyerek bütçeyi dengelemesini 
bilmişti. O gelmeden önce, prensler, bakanlar, üst düzey görevlileri, pis ve 
buruşuk bir kâğıdı Hazi-ne'ye göndererek kaç para istediklerini bildirirler, 
oradaki memurlar da canlarını ya da görevlerini kaybetme korkusu ile her isteği 
yerine getirirlerdi. Morgan ile her şey bir günde değişti. Bir örnek vermek 
gerekirse: 17 Haziran günü, Shuster Bakanlar Kurulunda, Tahran'daki birliklerin 
maaşlarını ödemek için kırk iki bin tuman istemiyle karşılaşmış, Emir-i Azam, yani 
Savaş Bakanı, aksi halde ayaklanacaklar ve bunun da sorumluluğu Genel 
Hazinedara ait olacak diye atılmış, Shuster'den de şu yanıtı alınış:
— Sayın Bakan on gün önce, aynı miktarda bir para aldı. Onu ne yaptı?
— Gecikmiş borcu ödedim. Asker aileleri aç. Bütün subaylar borçlu. Durum 
ümitsiz.
— Sayın Bakan o paradan hiçbir şey kalmadığından emin mi?
— En ufak bir akçe bile...
Shuster cebinden bir küçük kâğıt çıkartmış, üzerindeki incecik yazıya bakmış ve 
sonra:
— On gün önce Hazine'den alınan para Bakan'ın özel uşaklarının adına yatırılmış. 
Tek bir kuruş harcanmamış. Elimde bankacının adı ve hesap numarası var.


Emir Azam ayağa kalkmış, öfkeden her bir yanı titriyormuş, meslektaşlarına 
kızgın bir bakış fırlatarak:
— Şerefimle oynanmak mı isteniyor? diye sormuş.
235
Kimse ses çıkartmayınca:
— Böyle bir para adıma yatmışsa, bunu bilen en son kişi olduğuma yemin ederim, 
demiş.
Sonunda bankacıyı getirtmişler, bankacı gelir gelmez, Savaş Bakanı ona doğru 
atılıp fısıldayarak birkaç sözcük söylemiş, sonra masum bir gülümseme ile:
— Bu kör olası bankacı talimatımı anlamamış. Birliklerin parasını ödememiş. Arada 
bir anlaşmazlık var demiş.
Olay zorlukla kapanmış. Ama o olaydan sonra hiç bir Bakan Hazineyi soymaya 
kalkışmadı. Bu durumdan hoşlanmayanlar vardı tabii ama susmaktan başka çareleri 
yoktu. Çünkü pek çok kişiyi, hatta Bakanları bile memnun edecek bir çok neden 
vardı: İran tarihinde ilk kez, memurlar, askerler ve yurt dışındaki diplomatlar 
maaşlarını zamanında alıyorlardı. Uluslararası finans çevrelerinde Shuster 
mucizesine inanılmaya başlanmıştı. Nitekim, Londra'daki Seligman kardeşler, 
İran'a dört milyon sterling kredi açmayı kabul etmişlerdi. Bu tarz kredilerin yanı 
sıra istenilen aşağılayıcı ödünlere yer verilmiyordu. Ne gümrük gelirlerine el 
koymak, ne ipotek etmek söz konusuydu. Ödeme gücü olan normal bir müşteriye 
verilen normal bir borçtu! Bu önemli bir adımdı. İran'a baş eğdirmek istiyenlerin 
gözünde ise tehlikeli bir adım! İngiliz Hükümeti borcu bloke etmek için müdahale 
etmişti.
Çar ise daha sert yöntemlere başvurmaktaydı. Temmuzda, eski Şahm, iki 
kardeşiyle birlikte, paralı askerlerden oluşan bir orduyla Tahran üzerine 
gelmekte olduğu haber alındı. Amacı iktidarı ele geçirmekti. Oysa Rus 
Hükümetinin gözetiminde, İran'a asla geri dönmeyeceği vaadi ile Odessa'da 
tutulmuyor muydu? Saint Petersbourg makamları, kendilerine soruldukta, Şahın 
gözetimlerinden kaçtığını, sahte bir pasaportla yolculuk yaptığını, silahlarını 
üzerlerinde "maden suyu" yazılı kasalarda taşıdığını, bu kaçıştan sorumlu 
olmadıklarını söylüyorlardı. Böylece, Odessa'daki ikametgâhından ayrılıp, Ukrayna 
ile İran arasındaki yüzlerce kilometrelik alanı kimseye görünmeden aşıp, 
silahlarıyla birlikte bir Rus gemisine binip, Hazar denizini geçerek İran 
topraklarına ayak basacak ve bundan ne Çar'm ne hükümetinin-, ne ordusunun/ne 
gizli polisi Okhrana'nın haberi olmayacaktı!
Ama tartışmanın ne gereği vardı? İran'ın hassas demokrasisinin yıkılmasını 
önlemek gerekiyordu. Parlamento Shuster'den para istedi. Bu kez, Amerikalı hiç 
tartışmadı. Tam tersine, birkaç gün içinde ordunun en iyi silahlarla donatılması 
için elinden geleni
236
yaptı, hatta bir adım daha atarak, Komutanlığına Efrayim Han'ın getirilmesini 
önerdi. Efrayim Han, parlak bir Ermeni subayı idi ve üç ay içinde eski Şah'ı ezip 
sınırın öte yanma püskürtecekti.


Bütün dünya buna inanamıyordu; İran gerçekten modern bir ülke mi olmuştu? 
Buna benzer ayaklanmalar, eskiden yıllar boyu sürerdi. Gözlemcilerin çoğu için 
bunun tek bir yanıtı vardı, o da: Shuster idi. O artık sadece Genel Hazinedar 
değildi. Parlamen-to'nun eski Şahı yasa dışı ilan etmesini öneren de o oldu. Tıpkı 
Amerikan kovboy filmlerinde "Aranıyor" dercesine, Şahı ve kardeşlerini 
yakalayana para vaadinde bulunuldu.
Çar istifini bozmadı. İran'daki emellerinin, Shuster orada oldukça 
gerçekleşemeyeceğini anlamıştı. Onun gitmesi gerekiyordu! Bir olay yaratmak 
gerekiyordu, büyük bir olay! Bu görevi yüklenen eski Tebriz Konsolosu, şimdiki 
Tahran Başkonsolosu Pokhita-noff oldu!
Görev sözcüğü belki de çok basit kaçacak: çünkü son derece büyük bir beceriyle 
düzenlenen bir komplodan söz etmek daha doğru olacak. Parlamento, eski Şah'ın 
ve iki kardeşinin mallarına el koyma kararı vermişti. Bu işi Genel Hazinedar sıfatı 
ile yerine getirecek olan Shuster, işi son derece yasal ölçüler içinde yapmak 
istedi. Malların önemlice kısmı, Atabek Sarayının az ötesindeki "Saltanat Işığı" 
adını taşıyan saraydaydı. Amerikalı oraya, bir jandarma timi eşliğinde, ellerinde 
yasal emirler bulunan bazı sivil görevlileri gönderdi. Bunlar Rus Konsolosunun 
gönderdiği Kazaklarla burun buruna geldiler. Jandarmaların saraya girmesini 
engelliyor, çekil-mezlerse Hükümete başvuracaklarmı söylüyorlardı.
Olan biten hakkında haber aldığı vakit Shuster, yardımcılarından birini Rus 
Elçiliğine gönderdi. Pokhitanoff, gelen adamı tehdit etti: "Saltanat Işığı" 
sarayının sahibi Prensin annesi, Çara ve Çariçeye bir mektup yazarak korunmasını 
istemiş, onlar da bu işi üstlenmişlerdi.
Amerikalı duyduklarına inanamadı; yabancıların dokunulmazlığı olmasını, bir İranlı 
bakanı öldüren katillerin Çarın uyru-ğundadır diye yargılanmamasını anlıyordu. Bu 
değiştirilmesi zor bir kuraldı. Ama İranlıların, bir gün içinde, mülklerini yabancı 
bir hükümdarm koruyuculuğuna bırakarak kendi ülkelerinin yasalarına karşı 
gelmeleri, işte bu duyulmuş şey değildi. Shuster bunu kabul etmek istemedi. 
Jandarmalara, Sarayı kuvvete başvurmadan ama kararlılıkla teslim almaları emrini 
verdi. Bu kez Pokhitanoff
237
ses çıkarmadı. Yangını başlatmıştı. Görevi tamamlamıştı.
Tepki gecikmedi. Saint-Petersbourg'da bir hükümet bildirisi yayınlandı, meydana 
gelen olaym Rusya'ya saldırı, Çara ve Çariçeye hakaret sayılacağını öne sürüyor ve 
Tahran Hükümetinin resmen özür dilemesini istiyordu. Paniğe kapılan Başbakan, 
İngilizlere danıştı; İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Çarın şakası olmadığını, Baku'ya 
birlik çıkarttığını, İran'ı işgal etmeğe hazırlandığını ve ültimatomu kabul etmenin 
akıllıca bir iş olacağını bildirdi.
24 Kasım 1911'de İran Dışişleri Bakanı, içi kan ağlayarak, Rus Elçiliğine gitti, 
Elçinin elini sıktı ve şunları söyledi:
"Ekselans, Hükümetim beni, Hükümetinizin konsolosluk mensuplarının uğradıkları 
hakaret nedeniyle özür dilemekle görevlendirdi."
Ona uzanan eli sıkarken, Çar'ın temsilcisi de şu yanıtı verdi:


"Özrünüz, birinci ültimatomumuza bir yanıt olarak kabul edilmiştir. Ancak şu 
anda, Saint-Petersbourg'da ikinci bir ültimatom hazırlandığını haber vermek 
durumundayım. Bana ulaştırıldığında, içeriğini öğrenmiş olacaksınız."
Bu sözlerin ardı hemen geldi. Beş gün sonra, 29 Kasım öğle vakti, Rus Elçisi 
Dışişleri Bakanına yeni ültimatomu verdi ve ayrıca Londra'nm da onayı olduğunu 
bildirdi:
"Madde Bir: Morgan Shuster gitmelidir.
Madde İki: Rus ve İngiliz Elçiliklerinin onayı olmaksızın, bundan böyle yabancı 
uzman istihdam edilmeyecektir."
XLVII
Parlamento'da, yetmiş altı milletvekili bekliyordu. Bazıları sarıklı, bazıları fesli 
veya takkeli idi. Âdem Oğullarından en aşına olanları Avrupa usulü giyinmişlerdi. 
Saat onbirde, Başbakan bir darağa-cına çıkar gibi kürsüye çıktı, Londra'nın da 
onaymı almış ültimatomu kısık bir sesle okuduktan sonra, Hükümetinin kararını 
bildirdi: direnmeyecekler, ültimatomu kabul edecekler, Amerikalıyı geri 
göndereceklerdi; yani bir kelimeyle, eskiden olduğu gibi, devletlerin çizmeleri 
altında ezilmektense, vesayetleri altına gireceklerdi. Beterin beterini önlemek 
için yetkiye gereksinimleri vardı. Onun için de milletvekillerine ültimatomun öğle 
saatinde bittiğini, tartışacak vakitleri olmadığını hatırlatarak güvenoyu istedi. 
Konuştuğu sürece, içeriye girmesini kimsenin önleyemediği M. Pokhitanoff'un 
locasma kaçamak bakışlar fırlatıyordu.
Başbakan yerine oturduğunda, ne alkışlandı, ne yuhalandı. Ezici, sıkıcı bir sessizlik 
oldu. Sonra, Shuster'i başından beri desteklemiş olan, Peygamber sülalesinden 
saygıdeğer bir seyyid ayağa kalktı. Kısa bir konuşma yaptı:
— Özgürlüğümüzün ve egemenliğimizin zorla elimizden alınması belki de Allah'ın 
emridir. Ama onları kendi ellerimizle teslim edecek değiliz.
Yeni bir sessizlik. Sonra aynı doğrultuda kısa bir konuşma daha! M. Pokhitanoff, 
gösterişli bir biçimde saatine bakıyordu. Başbakan bunu görünce saatini çıkardı. 
Onikiye yirmi vardı. Ürktü, bastonuyla yere vurdu. Oylamaya geçilmesini istedi. 
Dört milletvekili, çeşitli bahaneler öne sürerek aceleyle dışarı çıktı. Geriye kalan 
yet-mişiki milletvekili "Hayır" dedi. Çarm ültimatomuna hayır! Shus-ter'in 
gitmesine hayır! Hükümetin tutumuna hayır! Böylece, Başbakan istifa etmiş 
sayıldı. Bütün kabinesiyle düştü. Pokhitanoff kalktı, Saint-Petersbourg'a 
çekeceği telgraf zaten hazırdı.
Büyük kapı çarpılarak kapandı, yankısı sessiz salonda dalga dalga yükseldi. 
Milletvekilleri kendi başlarına kaldı. Kazanmışlar-
238
239
dı ama içlerinden bu zaferi kutlamak gelmiyordu. İktidar ellerindeydi, ülkenin 
yazgısı, anayasanın geleceği onlara bakıyordu. Ne yapabilirlerdi? Ne 
yapacaklardı? Bildikleri yoktu. Gerçek dışı, duygulu, karmaşık bir oturumdu bu. 
Bir bakıma da çocuksu. Ara-sıra ileriye bir düşünce sürülüyor ve hemen 
vazgeçiliyordu:
— Amerika'dan askeri birlik göndermesini istesek?


— Neye gelsinler? Rusların dostu onlar. Çarı, Japon İmparatoru ile barıştıran 
Başkan Roosevelt değil mi?
— Ama Shuster'e yardım etmek istemezler mi?
— Shuster İran'da çok tanınıp, çok seviliyor. Ama ülkesinde admı duyan çok az. 
Amerikan Yönetimi, Saint-Petersbourg ile Londra'yı kızdırmış olmasından pek 
hoşlanmıyacaktır.
— Onlardan bir demiryolu yapmalarını isteriz. Belki bu öneriye bayılırlar, 
yardımımıza koşarlar.
—'¦ Belki. Ama gelmeleri altı ay sürer. Çar ise iki haftada burada olur.
Ya Türkler? Ya Almanlar? Japonlar neden olmasın? Rusları Mançurya'da 
ezmediler mi? Kirman'lı bir milletvekili, Şahm tahtmı Japon Mikadosuna sunma 
önerisinde bulunacakken, Fazıl patladı:
— Şunu iyice bilmeliyiz ki, İsfahanlıları bile yardıma çağıra-mayız. Eğer 
savaşacaksak, bu Tahran'da olacaktır. Tahranlılarla olacaktır ve şu anda 
Tahranda bulunan silahlarla olacaktır. Tıpkı üç yıl önce Tebriz'de olduğu gibi. 
Üzerimize bin Kazak değil, elli bin Kazak göndereceklerdir. Hiçbir kazanma 
şansımız olmadığını bilerek çarpışmış olacağız.
Bu cesaret kırıcı konuşmayı başkası yapmış olsaydı, suçlamaların ardı arkası 
kesilmezdi. Ama Tebriz kahramanından, Âdem Oğullarının en ünlüsünden gelince, 
sözcükler gerçek anlamını buldu, yani gerçeğin acı yüzü ortaya çıktı. O andan 
itibaren, direniş önerisinde bulunmak zorlaştı. Ama Fazıl, yine de bunu yaptı:
— Vuruşmaya hazırsak, bu sırf geleceği kurtarmak içindir. İran daha hâlâ İmam 
Hüseyin'in anısını yaşamıyor mu? Oysa o da, önceden yitirilmiş bir savaşta 
çarpıştı, yenildi, ezildi, katledildi ve şimdi biz onun adını onurlandırıyoruz. İran'ın, 
inanmak için kana ihtiyacı var. Biz İmam Hüseyin'in yoldaşları gibi, yetmiş iki 
kişiyiz. Ölürsek, bu Parlamento bir anıt-kabir olur. Demokrasi, yüzyıllar boyu 
Doğu toprağına gömülür.
Hepsi ölüme hazır olduklarını söyledi ama hiç biri ölmedi. Davaya ihanet ettikleri 
için değil, aksine kentin savunmasını üstlene-
240
cek gönüllüler bulmuşlardı. Tebriz'de olduğu gibi, "Adem Oğulları" ilk sıralarda 
yerlerini almıştı. Ama bu çözüm değildi. Çarm birlikleri ülkenin kuzeyini işgal 
ettikten sonra, şimdi de başkente doğru yürümekteydi. İlerlemelerini yavaşlatan 
tek şey, havanın karlı oluşu idi.
24 aralık günü düşük Başbakan iktidarı zorla ele geçirmeye karar verdi. 
Kazaklarm, Bahtiyarilerin, jandarma kuvvetlerinin önemli bir kısmının yardımı ile 
başkente egemen oldu ve Parlamentoyu feshettiğini bildirdi. Pek çok milletvekili 
yakalandı. En etkin olanları sürgüne gönderildi. Listenin başmda Fazıl vardı.
Yeni rejimin ilk işi, Çarın ültimatomunu resmen tanımak oldu. Nazik bir mektupla 
Morgan Shuster'e, işine son verildiği bildirildi. İran'da sadece sekiz ay kalmıştı, 
soluk soluğa, çılgınca, baş döndürücü ve Doğunun yüzünü değiştiren sekiz ay.
11 Ocak 1912'de Shuster törenle uğurlandı. Genç Şah, onu En-zeli limanına 
götürmek üzere, emrine kendi otomobilini ve Fransız şoförü M. Varlet'yi verdi. 
Ona veda etmeye gelen İranlılar ve yabancılar bir hayli kalabalıktık. Kimi 


oturduğu saraya gitmiş, kimi yol boyunca dizilmişti. Alkış yoktu ama binlerce elin 
usulca selamı, gözlerden akan gözyaşları vardı. Bir alay insan, terkedilen bir 
sevgili gibi ağlıyordu. Yol boyunca, sadece ufak bir olay oldu: bir Kazak, Konvoy 
geçerken, yerden bir taş aldı ve Amerikalıya atar gibi yaptı, eylemini 
tamamlayabildiğini sanmıyorum.
Otomobil Kazvin kapısından çıkıp kaybolduğunda, Charles Russel ile birkaç adım 
yürüdüm. Sonra tek başıma, Şirin'in sarayına yöneldim. Beni karşılarken:
— Çok üzgün görünüyorsun! dedi.
— Shuster'i yolcu ettim.
— Ah! Nihayet gitti.
Doğru duymuş olduğumdan emin değildim, Açıkladı:
— Kendi kendime bu ülkeye hiç gelmeseydi daha iyi mi olurdu diyorum.
Ona dehşetle baktım:
— Bunu sen mi söylüyorsun?
— Evet, bunu ben Şirin söylüyor. Gelişinde Amerika'lıyı alkışlayan ben, her 
eylemini onaylayan ben, onu bir kurtarıcı olarak gören ben, Amerika'da kalmamış 
olduğuna üzülüyorum.
— Ne kusuru oldu ki?
— Olmadı. İran'ı anlayamamış olduğu da bundan belli.
241
— Gerçekten anlayamıyorum.
— Krala karşı haklı olan bir bakan, kocasına karşı haklı olan bir kadm, subayma 
karşı haklı olan bir er iki kat ceza görmez mi? Zayıfların haklı olmaları hatadır. 
Rusların ve İngilizlerin karşısında İran zayıftır, bir zayıf gibi davranmalıydı.
— Sonuna kadar mı? Günün birinde ayağa kalkması, modern bir devlet kurması, 
halkını eğitmesi, zengin ve saygın ülkeler arasına girmesi gerekmez mi? Shuster 
bunu denemeğe kalkıştı.
— Bu yüzden ona saygım sonsuz. Ama daha az başarılı olsaydı, bugünkü duruma 
düşmezdik diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şimdi demokrasimiz yok oldu, 
toprağımız işgal edildi.
— Çarın emelleri hep böyleydi, bu er geç olacaktı.
— Felaket gelecekse bile, geç gelmesi yeğdir! Sen Nasreddin Hoca'nın eşek 
hikâyesini bilir misin?
Nasreddin Hoca, İran'da, Maveraünnehir'de ve Küçük Asya'da, fıkralarıyla 
efsane olmuş bir kişidir. Şirin anlatmaya koyuldu:
— Yarı deli bir hükümdar, eşek çaldı diye Nasreddin Hoca'yı ölüme mahkûm 
etmiş. Tam öldürülmeye götürülecekken, Hoca şöyle bağırmış: "Aslında bu eşek 
benim kardeşimdir. Bir büyücü onu bu hale soktu. Bu eşeği bir yıl bende bırakın. 
Ona tekrar, sizin benim gibi konuşma öğretirim." Hükümdar ilgilenmiş, Hocaya 
söylediklerini tekrar ettirdikten sonra; "Pek âlâ, demiş. Ama günü gününe bir yıl 
sonra eşek konuşmazsa, ölümlerden ölüm beğen." Hükümdar gidince, karısı 
Hoca'ya "Böyle bir şeyi nasıl söylersin? diye sormuş. "Eşeğin konuşmayacağını sen 
de biliyorsun." "Tabii ki biliyorum" diye yanıtlamış Nasreddin Hoca. "Ama bir yıla 
kadar hükümdar ölebilir, eşek ölebilir, ben ölebilirim."


Şirin devam etti:
— Vakit kazanabilseydik, belki Rusya Balkan veya Çin Savaşına girerdi. Sonra Çar 
da ölümsüz değil. Ölebilirdi, isyanlarla tahttan indirilebilirdi. Sabretmeliydik, 
beklemeliydik, köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyebilmeliydik. Doğu her zaman 
böyle bir basiret göstermiştir. Shuster bizi, Batılıların ritmi ile ilerletmek istedi, 
bizi yıkıma götürdü.
Bunları söylerken acı çekiyordu, ona karşı çıkmamaya özen gösterdim. Şirin 
devamla:
— İran bana şanssız bir yelkenliyi anımsatıyor, dedi. Denizciler yeterli rüzgâr 
olmamasından yakınıyorlar hep. Sonra birden Tanrı, onları cezalandırmak 
istercesine bir fırtına gönderiyor.
242
Uzun süre düşüncelere dalıp sustuk. Sonra sevecenlikle ona sarıldım:
— Şirin!
Adını söyleyiş biçimim miydi? Sıçradı, benden uzaklaştı, kuşkuyla yüzüme baktı:
— Gidiyorsun.
— Evet. Ama başka türlü.
— "Başka türlü" nasıl gidilir?
— Seninle gidiyorum.
243
XLVIII
Cherbourg, 10 Nisan 1912.
Önümde uçsuz bucaksız Manş Denizi, sakin, gümüş sularıyla uzanıyor. Yanı 
başımda: Şirin. Bavullarımızda: Elyazması. Çevremizde belirsiz bir kalabalık, 
olanca Doğulu!
Titanic'e binen pek çok ünlüden söz edildi ama bu deniz devinin kimler için 
yapıldığı unutuldu: göçmenler, milyonlarca göçmen erkek, kadın ve çocuk için... 
Hiçbir toprağın beslemeyi kabul etmediği ve Amerika özlemi çeken onca insan 
için... Gemi, tam bir dolmuş gemisi gibiydi: Southampton'dan İngilizleri ve 
İskandinav-ları, Queenstpwn'dan İrlandalıları ve Cherbourg'dan daha uzak 
diyarlardan gelen Yunanlıları, Suriyelileri, Anadolu Ermenilerini, Selanik veya 
Besarabya Yahudilerini, Hırvatları, Sırpları, Acemleri toplamaktaydı. Limanda 
gördüğüm Doğulular bunlardı. Her biri serüvenci bir bakışa, bir iç acısına, bir dik 
kafalılığa sahip görünüyordu. Hepsi, Batıya varır varmaz, bir insan beyninden 
çıkma en güçlü, en modern, en sarsılmaz ürün olan bu gemiyle denize açılmayı bir 
ayrıcalık sayıyordu.
Ben de farklı düşünmüyordum. Üç hafta önce Paris'te evlenmiştim ve yola çıkmayı 
erteleme nedenim, sevgilime, yaşadığı görkemli Doğu debdebesine eş bir balayı 
yolculuğu yaşatmaktı. Bu boş bir kapris değildi. Şirin, Amerika'ya yerleşme 
düşüncesini, uzun süre benimseyememişti. İran'ın uyanışı yarıda kesilmeseydi, 
Şirin bu önerimi asla kabul etmezdi. Onu, ayrıldığı ortamdan çok daha görkemli 
bir düş dünyasında yaşatmak.istiyordum.
Titanic bu isteğime tam uyan gemiydi. Bu yüzen saray, Do-ğu'daki keyif ehilleri 
gibi zevkleri olan kişilerce inşa edilmişti. İstanbul'daki ya da Kahire'deki gibi 


insanı gevşeten bir Türk hamamı vardı. Palmiye ağaçlı verandaları, barfiksli 
jimnazyumu, çölde geziyor izlenimi edinmek isteyenler için elektrikli düğmesine 
basınca yürüyen devesi vardı.
244
Titanic'te yalnızca bu egzotik görünüşün arayışı içinde değildik. Avrupa usulü 
eğlendiğimiz de oluyordu. İstridye yemek, Lyon usulü pişirilmiş bir tavuğun 
keyfine varmak, 1887 Cos d'Estournel şarabını yudumlamak, Hoffmann'ın 
Masalları'va ve Geyşa'yı ya da Büyük Moğol'u yorumlayan orkestrayı dinlemek de 
cabasıydı.
Bugünlerin, bizim için değeri, İran'daki gibi gizlenmek zorunda olmayışımızdı. 
Prensesimin Tebriz'deki, Zarganda'daki veya Tahran'daki evleri ne kadar rahat 
olursa olsun, aşkımızı dört duvar arasında gizli tutma zorunluluğu beni rahatsız 
ediyordu. Artık birlikte olmanın, birlikte kol kola gezmenin keyfini sürüyor ve 
geminin en geniş kamarası olduğu halde, kamaramıza dönmeyip geç vakte kadar 
çevremizdeki bakışların üzerimizde takılı kalmasından hoşlanıyorduk.
En çok sevdiğimiz şeylerden biri de akşam gezintilerimiz idi. Yemeğimizi yer 
yemez bir gemi subayını ve hep aynı subayı bulmaya gidiyorduk. O bizi bir kasanm 
önüne götürüyor, oradan El-yazması'm çıkartıyor, güverteden ve koridorlardan 
geçerek Cafe Parisien'in rahat koltuklarına kuruluyor, rastgele birkaç dörtlük 
okuyor sonra asansöre binerek güverteye çıkıyor ve açık havada öpüşüyorduk. 
Gecenin ilerlemiş saatinde, Elyazması m. odamıza götürüyor ve sabah aynı subay 
tarafından kasaya konuluncaya kadar yanımızda alıkoyuyorduk. Bu, Şirin'in pek 
hoşuna giden bir tören, bir ayindi. Onun için de, her gün aynı ayrıntıları aynı 
biçimde tekrar etmeye özen gösteriyordum.
Dördüncü gece, Elyazması'nı, Hayyam'ın şu dörtlüğünün bulunduğu yerden açtık:
Ömür soluğumuz nereden geliyor diye soruyorsun. Uzun bir öyküyü özetlemek 
gerekirse Derim ki Okyanus'un dibinden, Her şeyi yeniden yutan Okyanus'tan.
Okyanus'tan söz ermesi hoşuma gitmişti. Tekrarlamaya kalkıştım. Şirin sözümü 
kesti:
— Lütfen!
Boğuluyor gibiydi, kaygıyla yüzüne baktım.
— Bu rubai'yi ezbere biliyorum, dedi. Ama birden ilk kez duyuyormuşum gibi bir 
duyguya kapıldım. Sanki..
245
Anlatmaktan vazgeçti, derin bir nefes aldı, biraz sakinleşmiş gibiydi:
— Bir an önce varmış olmayı istiyorum, dedi. Omuzlarımı silktim:
— Yeryüzünde güvenle yolculuk yapacağımız bir gemi varsa, o da bu gemidir. 
Kaptan Smith'in dediği gibi, "Tanrı bile bu gemiyi batıramaz!"
Böyle demekle onu rahatlatacağımı sanırken büsbütün ürküttüm. Koluma yapıştı:
— Böyle konuşma! Asla! dedi.
— Niçin böyle telaşlanıyorsun? Laf olsun diye söyledim. Bunu sen de biliyorsun.
— Bizde, bir imansız bile böyle bir şey demeye cesaret edemez.
Titriyordu. Aşırı tepkisini anlamakta güçlük çekiyordum. Yolda düşmemesi için 
kendisini tutmak zorunda kaldım.


Ertesi gün kendisine gelmişti. Onu eğlendirmek için geminin eğlence yerlerini 
gezdirdim, elektrikli deveye bindirdim. Ama Şirin'i hiçbir şey oyalayamıyordu. 
Akşam yemeğinde sessizdi; bitkin gibiydi. Güvertedeki gezimizi yapmamayı ve 
Elyazması'nı kasada bırakmayı önerdim. Yatmak üzere kamaramıza çekildik. 
Rahatsız bir uykuya daldı. Onun için kaygılı idim ve bu kadar erken yatmaya alışık 
olmadığım için gecenin büyük bir kısmını onu seyretmekle geçirdim.
Neden yalan söylemeli? Gemi buzdağına çarptığı zaman, farkına bile varmadım. 
Çok sonraları, çarpma ne zaman oldu diye sorulduğunda, gece yarısından az önce, 
yandaki kamarada yırtılan çarşaf sesi gibi bir şey duyduğumu hatırladım. O kadar. 
Herhangi bir çarpma duymuş değildim. Sonunda uykuya dalmıştım. Kapıya vurulup, 
avaz avaz bağırıldığı vakit sıçradım. Saatime baktım, bire on vardı. Sabahlığımı 
sırtıma geçirip kapıyı açtım. Koridor boştu. Uzakta yüksek sesle konuşulduğunu 
duyuyordum. Gecenin bu saatinde bu normal bir şey değildi. Fazla kaygılanmadığım 
için Şi-rin'i uyandırma gereği duymadan ne olup bittiğine bakmaya gittim.
Merdivende, fazla telaşlı olmayan bir sesle, kamarotlardan biri "bazı küçük 
sorunlardan" söz ediyordu. "Kaptan bütün birinci smıf yolcuların, geminin en 
üstündeki Güneş güvertesinde bulunmalarını istiyor."
246
— Karımı uyandırayım mı? Biraz rahatsız da...
— Kaptan herkes dedi efendim.
Kamaraya dönüp Şirin'i uyandırdım. Son derece yumuşak bir biçimde, alnını 
okşayarak, kirpiklerini öperek, admı fısıldayarak, dudaklarımı kulaklarına 
yapıştırarak, mırıldanırcasına:
— Kalkman gerekiyor. Güverteye çıkmalıyız, dedim.
— Bu akşam olmaz. Çok üşüyorum.
— Gezecek değiliz. Kaptanın emri. Bu sözcük bir yıldırım etkisi yaptı:
— Hudâyâ! Tanrım! diye haykırdı.
Acele giyindi. Onu yatıştırmak zorunda kaldım, acelemiz olmadığını söyledim. 
Güverteye çıktığımızda görülür bir telaş vardı. Yolcular filikalara bindiriliyordu. 
Biraz önceki kamarot oradaydı. Ona doğru gittim. Soğukkanlılığından bir şey 
yitirmemişti.
— Önce kadınlar ve çocuklar.
Şirin'i elinden tuttum, filikalara doğru götürürken:
— Elyazması diye yalvardı.
— Bu karışıklıkta onu büsbütün kaybederiz. Kasada daha iyi korunuyor.
— Onsuz bir yere gitmem! Kamarot:
— Gitmek diye bir şey söz konusu değil, diye araya girdi. Yolcuları bir veya iki 
saat için uzaklaştırmak söz konusu. Bana sorarsanız, bu bile gerekli değil ama 
gemide kaptanın sözü geçiyor..
Şirin inanmış görünmedi. Sadece sürüklendi ve buna karşı koymadı. Ta ki bir gemi 
subayı yanıma gelip:
— Efendim, bu yana, size ihtiyacımız var, diyene kadar. Yaklaştım.
— Bu filikada bir erkek eksik, kürek çekmesini bilir misiniz?


— Cheaspeak Körfezinde yıllardır kürek çektim. Rahatladı, Şirin'i ve beni filikaya 
bindirdi. Filikada otuz kişi
kadardık, bir o kadar da boş yer vardı. Bir kaç deneyimli kürekçiy-le filikaya 
binmem emredilmişti. Bizi, pek de hoşuma gitmeyen bir sertlikle denize indirdiler. 
Küreklere asıldım. Nereye gitmek için? Hangi karanlık noktaya? Hiçbir fikrim 
yoktu. Kurtarma işiyle uğraşanlar da bilmiyorlardı. Sadece gemiden uzaklaşmaya 
ve yarım mil ötesinde beklemeye karar verdim.
İlk dakikalarda hepimizin tasası soğuktan korunmaktı. Dondurucu bir rüzgâr 
esiyordu ve gemi orkestrasının çaldığı havayı duymamızı engelliyordu. Uygun bir 
yerde durduğumuz zaman,
247
gerçeği aniden farkettik: Titanic öne doğru kaykılmış, ışıkları tek tek söner 
olmuştu. Hepimiz heyecanlanmıştık, suskunduk. Birden biri seslendi, bu yüzen bir 
adamın seslenişiydi. Filikayı ona doğru yönelttim. Şirin ve diğerleri adamı filikaya 
çıkartmaya yardım ettiler. Az sonra, başkaları da işaret verdi, onları da denizden 
topladık. Bu işe dalmışken; Şirin bir çığlık attı. Titanic dikey bir biçim almıştı. Beş 
dakika öylece durdu, sonra yazgısının kendisini beklediği yere gömüldü.
15 Nisan günü, bitkin, yorgun, üzgün haldeydik. Carpathia gemisinin güvertesinde 
Şirin yanı başımda, sessizdi. Titanic'in battığını gördüğümüzden beri, tek bir söz 
etmemişti. Bakışlarını benden kaçırıyordu. Onu sarsmak istiyor, kurtulduğumuzu 
hatırlatmak istiyor, çoğu yolcunun öldüğünü, şu güvertede kocalarını, çocuklarını 
yitirmiş kadınlar olduğunu söylemek istiyordum.
Yine de ona öğüt vermekten kaçınıyordum. Bu Elyazmast'mn benim için olduğu 
kadar onun için de bir mücevherden daha değerli, biraz da birlikte oluşumuzun 
nedeni olduğunu biliyordum. Bunca felaketten sonra yok oluşu, Şirin'i ister 
istemez çok etkileyecekti. Bu işi zamana bırakmayı yeğledim.
18 Nisan gecesi NewYork limanına yanaştığımızda, müthiş bir karşılama oldu. 
Gazeteciler kayıklarla gelmiş, ellerinde hoparlörlerle avaz avaz sorular soruyor, 
yolcuların bir kısmı da, ellerini hoparlör gibi ağızlarında tutarak yanıt vermeye 
çalışıyorlardı.
Carpathia rıhtıma yanaşır yanaşmaz, gazeteciler kurtarılanlara doğru koşup, 
aralarından hangisinin konuyu ayrıntılarıyla anlatacağını bulmaya çalışıyordu. Beni 
seçen, Evening Sun'ın genç bir muhabiri oldu. Özellikle Kaptan Smith'in tutumuna 
ve yolcuların davranışlarına ilgi duyuyordu. Yolcular panik olmuşlar mıydı? Birinci 
sınıftaki yolcuların kurtarılmasına öncelik verildiği doğru muydu? Yanıtların her 
birini düşünüyor, belleğimi yokluyordum. Vapurdan inerken, sonra da rıhtımda 
uzun uzun konuştuk. Şirin, bir ara yanımda durmuş, sessizliğini korumuş, sonra 
birden yok olmuştu. Kaygılanmam için bir gerek yoktu, kuşkusuz bu yakınlarda 
olmalıydı, beni flaş ışığı ile yaklaşan şu fotoğrafçının arkasında bekliyor olmalıydı.
Gazeteci ayrılırken tanıklığım için beni kutladı, daha sonra da konuşmak için 
adresimi aldı. Çevreme bakınıp duruyordum. Şirin'e seslendim, sesim gittikçe 
yükseldi. Şirin yoktu. Beni bıraktığı
248


yerden kıpırdamamaya karar verdim. Bekledim. Bir saat. İki saat. Rıhtım yavaş 
yavaş boşaldı.
Nereye bakmalı? Önce White Star bürosuna gittim. Titanic'in şirketiydi. Sonra 
kurtarılanların yerleştirildikleri otelleri dolaştım. Hiçbir iz yoktu. Rıhtıma geri 
döndüm. Boştu.
Bunun üzerine, adresimi bildiği ve yatıştıktan sonra beni arayabileceği yere 
dönmeye karar verdim: Annapolis'teki evime!
Uzun süre Şirin'den haber bekledim. Gelmedi. Bana yazmadı, kimse benim önümde 
adını anmadı.
Bugün, kendi kendime soruyorum: acaba böyle biri var mıydı? Doğu saplantılarımın 
bir ürünü müydü yoksa? İçimdeki kuşku artınca, belleğim sislenince, aklımı 
kaybedecek gibi olduğumda, kalkıp odanın bütün ışıklarını yakıyor, eski mektupları 
çıkartıyor, onları yeni almışım gibi açıyor, kokularını içime çekiyor, bazı 
sayfalarını yeniden okuyorum. Bu mektupların ifadesindeki soğukluk bile içimi 
ısıtıyor. Bana yeniden, yeni bir aşkı yaşıyormuşum izlenimini veriyor. Ancak o 
zaman yatışarak onları yerlerine koyuyor ve geçmiş anılara döndüğüm karanlıklara 
dalıyorum. İstanbul salonlarından birinde söyleniverilen bir sözcük, Tebriz'de 
geçirilen uykusuz geceler, Zarganda kışının sıcaklığı! Son yolculuğumuzdan da şu 
sahne: güverteye çıkmış dolaşıyor, karanlık bir köşede öpüşüyorduk. Yüzünü 
ellerimin arasına alabilmek için, Elyazması'nı bir kenara bırakıyordum. Şirin, bunu 
görünce gülmekten kırılmış, bir iki adım geri atmış ve tiyatroda oynar gibi 
gökyüzüne seslenmişti:

Titanic'te Rubaiyat! Doğu'nun çiçeği, Batı'nın çiçekliğinde! Ey Hayyam! 
Yaşadığımız şu güzel ânı görebilseydin!
-son-
www.iskenderiyekutuphanesi.com
249

Yüklə 0,62 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin