SEMERKANT
Amin Maalouf,
www.iskenderiyekutuphanesi.com
Amin Maalouf, 1949'da Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan
sonra gazeteciliğe başladı; 1976'dan beri Paris'te yaşıyor. Çeşitli yayın
organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin
çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır. Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve
Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabı
Les Croisades vues par les Arabes (1983, Arapların Gözüyle Haçlılar) ile tanındı
ve bu kitabın çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan
ve aynı yıl Fransız-Arap Dostluk Ödülü'nü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı) Leon
l'Africain (Afrikalı Leo) ise bugün bir "klasik" kabul edilmektedir.
Maaloufun 1988'de yayımlanan ikinci romanı Samarcande (Semerkant) da
coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maaloufun sonraki kitapları yine
romandı: Les Jardins de lu-miere (1991, Işık Bahçeleri) ve Le Premier Siecle
apres Beatrice (1992, Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl). Amin Maalouf, 1993'te
yayımlanan romanı Le Rocher de Ta-nios (Tanios Kayası) ile Goncourt Ödülü'nü
kazandı. Son romanı Echelles du Levant (Doğunun Limanları) ise 1996'da
yayımlandı.
Amin Maaloufun dört romanı yayınevimizce Türkçeye kazandırılmıştır: Afrikalı
Leo (1993), Semerkant (1993), Tanios Kayası (1995) ve Doğunun Limanları (1996).
AMİN MAALOUF
Semerkant
ROMAN
Semerkant / Amin Maalouf
Özgün adı: Samarcande
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ KİTAP
Şairler ve Sevgililer • 11
İKİNCİ KİTAP
Haşhaşiler Cenneti • 77
ÜÇÜNCÜ KİTAP
Bininci Yılın Sonu • 135
DÖRDÜNCÜ KİTAP
Denizde Bir Şair • 189
Ve şimdi, bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil
mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu?
Edgar Allan Poe (1809 -1849)
Atlantik'in dibinde bir kitap var. Anlatacağım, işte onun öyküsü.
Belki nasıl sonuçlandığını biliyorsunuz: o tarihte gazeteler yazdı, bazı yapıtlarda
da belirtildi: 14 Nisan 1912'yi 15 Nisan 1912'ye bağlayan gece, Titanic gemisi,
Newfoundland açıklarında battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, İranlı bilge
ozan, gökbilimci Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ının elyazması tek örneği idi.
Bu deniz faciasından söz edecek değilim. Benden başkaları, felaketi dolar ile
değerlendirdiler, benden başkaları, ölülerin ve son sözlerinin dökümünü, yapılması
gerektiği gibi yaptılar. Aradan altı yıl geçmiş olmasına karşın, layık olmadığım
halde bir ara sahibi bulunduğum o deriden ve mürekkepten olma varlık, daha hâlâ
kafama takılıyor. Onu, doğduğu Asya topraklarından söküp alan ben değil miyim?
Ben, yani Benjamin O. Lesage. Onu Titanic gemisine bindiren ben değil miyim? Bin
yıllık güzergâhını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir?
O günden beri, dünya her gün biraz daha kana ve karanlığa bulandı. Bana gelince,
artık hayat gülümsemiyor. Anıların sesini dinlemek, saf bir ümit beslemek, "onu
yarın bulacaklar" hayalini kurmak için, insanlardan uzaklaştım. Altın kutusunun
içinde, denizin derinliklerinden çıkacak, kaderine yeni bir macera eklenecek
diyordum. Parmaklar ona dokunabilir, onu açabilir, içine dalabilir, gözler aşama
aşama serüvenini izleyebilirdi. Keşfedecekleri: şairin kendisi olurdu ve onun ilk
dizeleri, ilk aşkları, ilk korkuları! Ve de Haşhaşilerin mezhebi!
Sonra, boz ve zümrüt rengi bir resmin karşısında, kuşkuyla dururlardı. Resmin
üzerinde ne tarih, ne de imza! Sadece coşkulu ya da bezgin şu sözler var:
"Semerkant, dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü."
BİRİNCİ KİTAP
ŞAİRLER VE SEVGİLİLER
Kim Senin Yasanı çiğnemedi ki, söyle?
Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsen Sen,
Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?
Ömer Hayyam
Bazen Semerkant'ta, ağır ve kasvetli bir günün bitiminde, kentin işsiz güçsüz
takımı, baharat çarşısının yanı başındaki iki meyhane çıkmazında, Sogd ülkesinin
kokulu şarabını içmek için değil, ama gelen gideni gözetlemek ya da çakırkeyif bir
kaç akşamcıya saldırmak için dolanıp durur. Ele geçirilen kişi yere serilir, hakaret
edilir, baştan çıkartan şarabın kızıllığını ona yüz yıllar boyu hatırlatacak olan bir
cehennem ateşine sokulur.
İşte Rubaiyat, 1072 yazında, böyle bir olay üzerine yazılmaya başlandı. Ömer
Hayyam yirmi dört yaşındaydı ve bir süredir Semerkant'ta bulunuyordu. O akşam,
meyhaneye mi gitmişti yoksa dolaşıp dururken rastlantılar mı onu oraya
sürüklemişti? Bilinmeyen bir kenti arşınlamanın taze keyfi, biten günün binlerce
biçim alışına açık gözlerle bakış... Gelincik Tarlası Sokağında bir küçük oğlan,
aşırdığı elmayı göğsünde tutarak tabanları yağlıyor; çuhacılar çarşısında bir
dükkânın içinde, bir kandilin kör ışığında tavla partisi sürüyor, iki zar atışından
sonra bir küfür ve tıkırtılı bir gülüş duyuluyordu. İplikçiler geçidinde ise,
katırcının biri çeşmenin önünde durup yüzünü yıkıyor, sonra da uyuya kalan
çocuğunu öpercesine, dudaklarını uzatıp musluğa eğiliyor, susuzluğunu giderdikten
sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip şükrediyor, içi boş bir karpuzu yerden
alarak su ile dolduruyor ve hayvanının başından aşağıya, o da içebilsin diye boca
ediyordu.
Tütüncüler Meydanında, gebe bir kadın Hayyam'a yaklaştı. Peçesini açtığında
ancak onbeş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Tek söz etmeden, çocuksu dudaklarında
tek gülümseme olmadan, Hayyam'ın elindeki kestanelerden bir kaçını çalıverdi.
Hayyam şa-şırmadı. Bu Semerkant'da eski bir inanıştı. Bir anne adayı, sokakta
hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini
gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince
uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktır. Ömer, uzaklaşan kadına
bakarken, elinde kalan kestaneleri yemeye devam etti. O sırada duyduğu bir
uğultu, hız-
13
I
lanmasına yol açtı. Az sonra kendini, zincirinden boşanmış bir güruhun ortasında
buluverdi. Kolları ve bacakları upuzun, beyaz saçları dağılmış bir ihtiyar, yere
serilmiş, çığlıkları öfke ve korkudan hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yeni gelene
yalvarmaktaydı. Zavallının çevresini, yirmi kadar titrek sakallı, sopalı adam almış,
az ötede keyifli bir seyirci kitlesi birikmişti. Aralarından biri, Hayyam'ın kızgın
yüzünü görünce: "Önemli değil, bu uzun Cabir'den başkası değil" dedi. Ömer
sıçradı, bir utanç dalgası gelip boğazında düğümlendi, kendi kendine: "Cabir, Ebu
Ali'nin arkadaşı!" diye söylendi. Ebu Ali, aslında sık rastlanan bir isimdi. Ama ister
Buhara'da olsun, ister Cordoba'da, ister Belh'de olsun, ister Bağdat'ta, adı saygı
ile anılırsa, kim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu, İbn-i Sina'dan başkası değildir.
Batı'da Avicenne diye bilinen! Ömer onu tanımış değildi. Onun ölümünden onbir yıl
sonra doğmuş,, ama onu, kuşağının en büyük ustası, bütün bilimlerin üstadı, Mantık
havarisi olarak kabul etmişti. Hayyam tekrar söylendi: "Cabir, Ebu Ali'nin en
sevdiği arkadaşı!" Cabir'i gerçi ilk kez görüyordu ama, talihsiz yaşamı hakkında
bilgisi vardı. İbn-i Sina, Cabir'i kendi halefi sayar, yalnız düşüncelerini
sergilemedeki ataklılığını ve pervasızlığını eleştirirdi. Cabir, bu kusuru yüzünden
günlerce hapis yatmış, meydan dayağma çekilmiş, son kamçılanması Büyük
Semerkant Meydanında, ailesinin gözleri önünde gerçekleşmişti. Cabir bu
hareketi asla unutmamıştı. Cesur, gözüpek bir adam iken nasıl olmuştu da böyle
ihtiyara dönüşmüştü? Herhalde karısının ölümü yüzünden! Karısı öldükten sonra,
yırtık pırtık giysilerle, sendeleye sendeleye, saçma sapan konuşarak dolaşmaya
başlamıştı. Cabir'in peşinden, gülüşüp bağrışan, ellerini çırpan, attıkları taşlarla
onun, gözlerinden yaş akıtacak kadar, canını yakan bir çocuk ordusu giderdi.
Ömer, bütün bunları izlerken "Dikkat etmezsem, günün birinde ben de böyle
olacağım" diye düşündü. Korktuğu sarhoşluk değildi; nicedir şarapla aralarında
karşılıklı bir saygı oluşmuştu. Onun asıl korktuğu, içindeki saygınlık duvarını
yıkmalarından ürktüğü, insan yığınlarıydı. Şurada duran zavallı, düşkün, etrafında
çember oluşturulmuş adamı görmek istemiyor, uzaklaşmak istiyordu. Ama yine
biliyordu ki, İbn-i Sina'nın bir dostunu böylesi bir güruha terk edemezdi. Ağır
ağır ilerledi. Son derece sakin bir sesle:
— Bu zavallıyı bırakın gitsin! diye seslendi.
Elebaşı, Cabir'in üzerine gelmişken doğruldu, davetsiz konu-
14
ğunun karşısına dikildi. Yüzünde derin bir bıçak yarası vardı ve Ömer'e, suratının
o yanını dönerek konuşmaya başladı:
— Bu adam bir sarhoş, bir zındık, bir feylesof! dedi. Hele bu son sözcük, ağzından
tükürürcesine çıkmıştı.
— Semerkant'da artık tek bir feylesof istemiyoruz!
Kalabalıktan bir onama sesi yükseldi. Onlar için "feylesof sözcüğü, Yunanın din
dışı bilimlerine, genelde din ya da edebiyat dışı her şeye ilgi gösteren adam
anlamına geliyordu. Ömer Hayyam, genç yaşına karşın, tanınmış bir feylesoftu.
Yani şu zavallı Cabir'e oranla çok daha büyük bir avdı. Anlaşılan, suratı yaralı
adam onu tanımamıştı, çünkü arkasını dönerek işine koyulmuş, ihtiyarı saçlarından
yakalayarak, kafasını üç, dört kez sağa sola sallamaya başlamış, en yakın duvara
çarpacakmış gibi yapıp, bir anda bırakıvermişti. Sert olmakla birlikte, davranışının
yine de temkinli bir yanı vardı, işi sonuna kadar götürmek istemiyormuş gibiydi.
Hayyam, bundan yararlanarak tekrar araya girdi:
— Bırak şu ihtiyarı, o bir dul, bir hasta, bir deli, dudaklarını ancak
kıpırdatabildiğini görmüyor musun?
Elebaşı bir sıçrayışta Hayyam'ın yanına geldi, parmağını gözüne sokarcasına
sordu:
— Sen onu iyi tanıyor gibisin. Kimsin sen? Semerkant'lı değilsin! Seni bu kentte
tanıyan yok!
Ömer, karşısındakinin parmağını itti. Adam bir adım geriledi ama yine de ısrar
etti:
— Adın ne yabancı?
Hayyam duraksadı, sığmacak bir yer aradı, gök yüzüne baktı. Hilali örten bulutları
gördü. Sustu, iç çekti. Düşünceye dalma, yıldızları adları ile tek tek sayma,
uzaklara gitme, halk yığınından kaçma!
Kalabalık çevresini sardı, birkaç el omuzuna dokundu, kendine gelip doğruldu:
— Ben Ömer, Nişapur'lu İbrahim'in oğlu. Ya sen kimsin? Şeklen sorulmuş bir
soruydu. Adamın kendini tanıtmaya hiç
niyeti yoktu. Burası onun kentiydi ve sorgu sual etmek yalnızca onun hakkıydı.
Daha sonra Ömer adamın lakabını öğrenecekti. Kesik Yüz diye tanınırmış. Eli
sopalı, ağzı laf yapar, gelecekte Semerkant'ı titretecek olan adam! Şimdilik
sadece, bir işareti ile dilediğini yaptırdığı çevresindeki şu insanlara egemendi.
Gözlerinde beliren ani pırıltı ile hempalarına döndü, sonra da kalabalığa seslendi:
— Vay canına, Nişapur'lu İbrahim Hayyam'ın oğlu Ömer'i na-
15
sıl oldu da tanımadım? Horasan'ın yıldızı, İran'ın, Irak'ı Arabî ve Irak-ı Acemî
olmak üzere her iki Irak'ın dâhisi, feylesofların prensi Ömer!
Sözde derinden bir selam verip, parmaklarını sarığının iki yanında şakırdatınca,
aylakların kahkahalarına yol açtı.
— İman sahibi, inanç sahibi, rubailer yazarını kim tanımaz?
Şarap testimi kırdın, Tanrım.
Zevk yolumu tıkadın, Tanrım.
Nar rengi şarabımı yere çaldın, Tanrım.
Tövbeler olsun, yoksa sarhoş musun Tanrım?
Hayyam, kızgın ve endişeli, dinledi. Bu biçimde bir kışkırtma, cinayete davetiye
çıkartmak demekti. Tek bir saniye yitirmeden, kalabalıktan ayartılan olmasın
diye, yüksek sesle haykırdı:
— Bu dörtlüğü ilk kez duyuyorum. Benim yazdığım rubai şöyle:
Hiç, hiç bir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana kâfir derler
Onlara aldırma Hayyam, yoluna devam et.
"Şu cahillere bak" derken, eliyle kalabalığı gösteren Hayyam, yanlış bir iş yapmış
oldu. Eller kalktı, giysisini çekiştirmeye başladı, elbisesi parçalandı, sırtına
indirilen bir diz darbesi ile kendini yerde buldu. Kalabalığın altında ezilmişti ama,
kendini savunmaya kalkışmadı. Giysilerinin lime lime, bedeninin param parça
olmasına ses çıkartmayacaktı, kurbanlık koyun uyuşukluğu ile kendini koyuverdi.
Artık hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyordu. Kendi içine kapanmış, iç
âlemine çekilmişti.
Hayyam, kıyamı durdurmaya gelen silahlı on adama, davetsiz konuklarmış gibi
baktı. Keçe kalpaklarının üzerinde, Semerkant kent zabıtasının açık yeşil işareti
vardı. Saldırganlar onları görür görmez, Hayyam'dan uzaklaştılar; ama
davranışlarını haklı kılmak için, kalabalığı tanık göstererek haykırmaya başladılar:
— Simyacı! Simyacı!
Resmi makamlarm gözünde, feylesof olmak bir suç değildi ama simyacılığın sonu
ölümdü.
— Simyacı? Bu yabancı bir simyacı?
Zabıta şefinin tartışmaya hiç niyeti yoktu.
— Bu adam gerçekten bir simyacı ise, onu yüce yargıç Ebu Tahir'e götürmek
gerekir.
Herkesin unuttuğu Uzun Cabir, bir daha dışarıda dolaşmamaya kendi kendine and
içip meyhanelerden birinden içeri süzülürken, Ömer kimsenin yardımı olmadan
ayağa kalktı. Kimseye bakmadan, dosdoğru yürüyordu; gururlu tavrı, lime lime
olmuş giysilerini ve kanlı yüzünü bir tül ile örter gibiydi. Önünde, meşaleli zabıta
güçleri yol açıyor, ardında saldırganlar güruhu yürüyordu. En arkadan da ayak
takımı gelmekteydi.
Ömer onları görmüyor, duymuyordu. Ona göre sokaklar ıssız, yeryüzü sessiz,
gökyüzü bulutsuzdu ve Semerkant, daha hâlâ bir kaç gün önce keşfettiği o düş
ülkesiydi.
Hiç durup dinlenmeksizin, üç hafta yürüyerek gelmişti Semerkant'a ve eskiden
gelmiş olanların öğütlerine uyarak dosdoğru Kuhandiz kalesine çıkıp kenti
seyretmişti. Ona "Su ve yeşillik, çiçeklikler ve bahçıvanların ustaca fil, deve,
atlamaya hazır kaplanlar biçiminde budadıkları ağaççıkları göreceksiniz"
demişlerdi. Gerçekten de kalenin batısında, Manastır Kapısının iç kısmından, Çin
Kapısına kadar sık meyvelikler, şırıl şırıl akan dereler görmüştü. Sonra, şurada
burada tuğladan bir minare, oymalı bir kubbe, bir küçük köşkün duvarının
beyazlığı gözüne çarpmıştı. Salkım söğütlerin kapladıkları su birikintisinin
kıyısında, saçlarını rüzgâra açmış bir kadın, çıplak, suya giriyordu.
Rubaiyat'ın elyazması kitabını resmeden ve kim olduğu bilinmeyen ressam, işte bu
cenneti anlatmak istememiş miydi? Semer-kant'da, kadıların kadısı Ebu Tahir'in
ikamet ettiği Asfizar'a götürülürken, Ömer'in hayalindeki görüntü bu değil
miydi? Kendi kendine tekrarlayıp duruyordu: "Bu kentten nefret etmeyeceğim.
Suya giren kadın bir serap bile olsa. Gerçeğin yüzü, Kesik Yüz'ünki gibi olsa bile.
Bu serin gece, benim son gecem olsa bile."
16
17
II
Kadı Efendi'nin geniş divanında, şamdanlardan süzülen cılız ışık, Hayyam'ın
yüzünün rengini balmumuna çevirmişti. İçeriye girer girmez, iki muhafız, kendisi
tehlikeli bir deliymiş gibi, omuzlarından yakalamıştı. Onu bu durumda, kapının
yanında bekletiyorlardı. Odanın öteki ucunda oturmakta olan Kadı, Hayyam'ı
farketmemişti. Davayı bitirmiş, davacılarla tartışıyor, birine nasihat ederken,
diğerini azarlıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla bu bir komşu dalaşması idi, eskiden
birikmiş hınçlar yinelenmiş, saçma ayrıntılar ortaya dökülmüştü!
Ebu Tahir, açıkça usandığını gösterip, aile reislerinden öpüşüp barışmalarını
istemişti. Hemen oracıkta, hiç ayrılmayacaklarmış gibi. Biri, bir adım atmış, dev
gibi olanı ise geri çekilmişti. Kadı, hızla ona bir tokat indirip, orada bulunanları
dehşete düşürmüştü. Dev gibi olanı, suratına vurmak için kalkıp uzanmak zorunda
kalan öfkeli Kadı'ya bir an için bakmış, sonra denileni yapmıştı.
Herkes çıktıktan sonra, Ebu Tahir, milislere yaklaşmaları için işaret etti. Bunlar
yaklaşıp raporlarını vermeye ve sokakta onca kalabalığın toplanmasına neyin sebep
olduğunu anlatmaya başladılar. Sonunda sıra Kesik Yüz'e geldi. Adam Kadı'nın
önünde eğildi, Kadı'nın onu uzun süredir tanıdığı anlaşılıyordu. Kesik Yüz
heyecanla anlatmaya başladı. Ebu Tahir dinliyordu. Yüzünden, ne düşündüğü belli
olmuyordu. Birkaç saniye durdu, düşündü, sonra:
— Ahali dağılsın, diye buyurdu. Herkes, en kısa yoldan evine dönsün. Sonra
saldırganlara bakarak:
— Sizler de evlerinize dönün dedi. Yarından önce karar verilmeyecek. Sanık
geceyi burada geçirecek. Yalnızca benim adamlarımın gözetiminde olacak,
başkasının değil!
Böyle çarçabuk yok olması emredilen Kesik Yüz, karşı çıkacak oldu, ama kendini
tuttu. Eteklerini toplayıp, iki büklüm selam verdi.
Ebu Tahir, sadece kendi adamlarının tanıklığında, Ömer ile karşı karşıya
geldiğinde, şu şaşırtıcı sözleri söyledi:
- Bu yüce makamda, Nişapur'lu Ömer Hayyam'ı kabul etmek
bir şereftir.
Kadı alaycı da değildi, heyecanlı da... Hiçbir heyecan belirtisi göstermiyordu.
Tekdüze bir ses tonu, düzgün bir konuşma, burma bir sarık, kalın kaşlar, kır bir
sakal, bıyıksız bir yüz, meraklı bakışlar...
Böylesi bir karşılama, bir saattir ayakta, herkesin alaylı bakışlarına hedef olmuş
durumda bekletildiğinden, Ömer için daha da şaşırtıcı oldu. Ebu Tahir, ustaca
geçiştirdiği bir kaç saniyeden sonra, devam etti:
— Ömer, Semerkant'ın yabancısı değilsin! Genç yaşına karşın, bilgin dillere
destan, başarıların okullarda örnek gösteriliyor. İbn-i Sina'nın kalın bir kitabını
İsfahan'da yedi kez okuduktan sonra, onu Nişapur'da kelimesi kelimesine ezbere
tekrarlayan sen değil misin?
Hayyam, hünerinin Maveraünnehir'de duyulmuş olmasından memnun, ama yine de
endişeli idi. Bir Safi kadısının ağzından, İbn-i Sina'nın adını duymak, yine de
güven verici değildi; üstelik, daha hâlâ oturmasına izin çıkmamıştı. Ebu Tahir
devam etti:
— Anlatılanlar sadece buluşların değil. Pek tuhaf dörtlüklerin de varmış.
Ölçülü sözler, suçlayıcı değil, aklayıcı değil, sadece dolaylı biçimde sorgulayıcı.
Ömer, sessizliği bozmanın sırası geldiğine karar verdi:
— Kesik Yüz'ün söyleyip durduğu rubai, bana ait değil. Kadı, elinin tersi ile bu
çıkışa karşı koydu. Bu kez sesi sertti:
— Şunu ya da bunu yazmış olman önemli değil. Öylesine zındıkça sözler
naklettiler ki, bunları tekrarlayacak olursam, kendimi yazarı kadar günahkâr
sayarım. Sana itiraf ettirmek, seni cezalandırmak niyetinde değilim. Simyacılık
suçlamaları, bir kulağımdan girip, diğerinden çıktı. Şimdi yalnızız, birbirini tanıyan
iki kişi gibi ve ben sadece gerçeği bilmek istiyorum.
Ömer'in içi rahat değildi, bir tuzaktan kuşkulanıyor, konuşmaktan çekiniyordu.
Kendini şimdiden cellada teslim edilmiş görüyordu. Uzuvları kesilmiş, parçalara
ayrılmış ya da çarmıha gerilmiş olarak. Ebu Tahir, sesini yükseltti. Neredeyse
bağırıyordu:
— Nişapurlu çadırcı İbrahim'in oğlu Ömer, bir dostu tanıyabilir misin?
Bu sözlerde, Hayyam'ı kamçılayan bir içtenlik hissediyordu. "Bir dostu tanımak
mı?" Soruyu ciddiyetle tarttı, Kadı'nın yüzünü
18
19
inceledi, sırıtmasına, sakalının titreyişine dikkatle baktı. Güven duygusu yavaş
yavaş içini kapladı. Yüz hatları gevşedi. Yumuşadı. Muhafızların ellerinden
kurtuldu, zaten Kadı'nın işareti üzerine, onlar da onu sıkmıyordu. Kadı içtenlikle
gülümsedi ama yine de sorusunu tekrarladı:
— Sen, söylendiği gibi zındık mısın?
Bu bir soru olmaktan çok bir ümitsizlik çığlığı idi. Hayyam yanıtladı:
— Yobazların gayretkeşliğinden çekinirim ama, Bir'in iki olduğunu asla
söylemedim.
— Söylemedin ama düşündün mü?
— Asla, Tanrı tanığımdır.
— Benim için bu yeterli. Tanrı için de, sanırım. Ya halk için? Sözlerini,
hareketlerini gözlüyorlar. Benimkileri de, Hükümdarınkini de. Sen şöyle demişsin:
"Arasıra, Güneşe yardımcı olan gölgenin bulunduğu camilere giderim..."
— Sadece, Yaradanı ile barış içinde olan bir insan, ibadet yerinde rahat uyur.
Ebu Tahir'in kuşkulu bakışları üzerine, Ömer heyecanla devam etti:
— Ben, imanı Yargı korkusu, duası da secde etmek olanlardan değilim. Nasıl mı dua
ederim? Güle bakarım, yıldızlara bakarım, yaratılışın güzelliğine hayran kalırım,
Yaradan'ın en büyük, en güzel eseri olan insana, bilgiye açlık duyan beynine,
sevgiye susamış olan yüreğine, duyularına, uyanışmış ya da doyuma ulaşmış tüm
duyularına hayranlık duyarım.
Kadı, düşünceli düşünceli ayağa kalktı, gelip Hayyam'ın yanına oturdu, elini babaca
omuzuna koydu. Muhafızlar şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyordu.
— Dinle genç dostum, Yüce Tanrı sana, bir Âdem oğlunun erişebileceği en değerli
şeyi vermiş: zekâ, belagat, sağlık, güzellik, öğrenmek arzusu, hayattan zevk alma,
erkeklerin takdiri ve sanırım kadınların hayranlığı. Seni, bilgelikten yoksun
bırakmadığını umarım. Çünkü dilini tutma bilgeliği olmazsa, bütün bu saydıklarıma
ne hayranlık duyulabilir ne de korunabilir.
— Düşündüğümü söylemek için yaşlanmayı beklemem mi gerek?
— Bütün düşündüklerini söyleyebileceğin gün, torunlarının torunları yaşlanacak
zamanı bulur. Bizler, giz ve korku çağını yaşıyoruz. Senin iki yüzün olmalı, birini
halka diğerini de kendine ve
Tanrı'ya göstermelisin. Gözlerine, kulaklarına, diline sahip olmak istiyorsan,
gözlerin, kulakların, dilin olduğunu unut.
Kadı sustu, tepeden inme bir sessizlikti bu. Karşısındakini konuşmaya davet
etmeyen, aksine odayı tümüyle dolduran, hizaya getirici bir sessizlik. Ömer,
gözleri yerde, bekliyordu. Kadı'nın, kafasındaki sözcükleri seçmesine fırsat
vermek istiyordu.
Oysa Ebu Tahir derin bir nefes aldıktan sonra adamlarına sert bir emir verdi.
Adamlar çekildiler. Kapıyı kapattıklarında, kadı kalktı, bir duvar halısını kaldırdı,
sonra oymalı bir kutunun kapağını açtı, içinden bir kitap çıkartarak özenle Ömer'e
verdi. Artık yumuşamış, yüzü koruyucu bir ifade almıştı.
İşte bu kitap, benim, yani Benjamin O. Lesage'nin, ellerimle tuttuğum,
dokunduğum kitaptı. Sanırım eskiden de, dokunulduğu vakit aynı duyguyu verirmiş.
Kitap kalın ve sert bir ciltle kaplı ve yüzü kabartmalı idi. Yapraklarının kenarları
yenmişti. Ama o unutulmaz yaz gecesinde, Hayyam kitabı açtığında, ikiyüzelli boş
sayfa gördü, üzerlerinde ne bir yazı, ne bir resim, kenarlarında ne bir çıkıntı, ne
bir not, her hangi bir yerinde ne bir minyatür!
Ebu Tahir, heyecanını gizlemek için, işi çığırtkanlığa vurdu:
— Bu Çin Kaghez'inden yapılmış. Bugüne dek Semerkantta imal edilmiş en iyi kâğıt
cinsi. Maturid mahallesinden bir Yahudi, eskiden kalma yöntemle, beyaz dut
ağacından imal etti bu kâğıdı. Salt benim için. Dokun bak, aynen ipek gibi.
Boğazını temizleyerek devam etti:
— Benden on yaş büyük bir ağabeyim vardı. Öldüğünde, senin yaşındaydı. Dönemin
hükümdarının hoşuna gitmeyen bir şiir yazdığı için Belh kentinde işkenceyle
öldürüldü. Onu, ayrı bir mezhep kurmakla suçladılar. Doğru mu bilmiyorum. Ama
bir şiire, zavallı bir rubaiden biraz daha uzun bir şiire karşılık hayatını koymasını
hiç affetmedim.
Sesi çatallaştı, nefes nefese ayağa kalktı:
— Bu kitabı sakla. Düşüncende bir mısra oluştuğu ve gün ışığına çıkmak için
dudaklarına kaydığı her seferinde, onu kendine sakla, sır gibi gizlenecek bu kitaba
yaz. Yazarken de Ebu Tahir'i unutma.
Kadı, bu davranışı ile, bu sözleriyle, edebiyat tarihinde en iyi korunmuş gizlerden
birine yol açtığını biliyor muydu? Ömer Hayyam'ın o ince şiirlerini keşfetmek,
Rubaiyat'ını çağların en özgün yapıtı saymak ve Semerkant'ın bu elyazması
kitabının garip öyküsünü öğrenmek için, aradan sekiz yüz yıl geçmesi gerekeceğini
nereden bilecekti?
20
21
III
Ömer o gece, Ebu Tahir'in geniş bahçesindeki tepelerden birinde, kendisine
ayrılan yazlık köşkün içinde, uyumak için dönenip durdu. Yanıbaşında, alçak bir
sehpanın üzerinde, kalemi, hokkası, sönmüş kandili ve ilk sayfası açılmış, üzerine
hiçbir şey yazılmamış kitabı duruyordu.
Sabaha karşı bir rüya gördü: güzel bir cariye ona bir tepsi üzerinde dilimlenmiş
kavunlar, yepyeni bir giysi, Çin ipeğinden sarıklık kumaş getiriyor, bir de kulağına
fısıldıyor:
— Efendi seni sabah namazından sonra bekliyor.
Oda şimdiden dolmuş, şikâyetçiler, talepçiler, dalkavuklar, akrabalar, her
çevreden ziyaretçiler ve bunların arasında, haber almak üzere gelmiş olan Kesik
Yüz. Ömer, kapıdan içeriye süzülmüş, Kadı'nın sesi, herkesin dikkatini üzerine
toplamış:
— İmam Ömer Hayyam aramıza hoş geldi. Hiç kimse, Peygamberimizin hadislerini
onun kadar bilemez. Kimse, güvenilirliğini tartışamaz. Söylediklerine kimse karşı
çıkamaz.
Ziyaretçiler tek tek ayağa kalkıp temenna ettiler. Ömer, kaçamak bakışlarla
Kesik Yüz'e baktı. Adam köşede durmuş, patlayacak gibi ama yine de alaycı bir
yüz takınmış.
Ebu Tahir, yanındakilere hızla yer açtırarak, Ömer'i sağına oturttu. Sonra da
konuşmaya başladı:
— Değerli konuğumuzun başından, dün akşam bir olay geçmiş. Horasan'da Fars'ta,
Mazandaran'da başlar üstünde tutulan, her kentin konuk etmek için birbiriyle
yarıştığı, her hükümdarın sarayında görmek istediği konuğumuz, dün akşam
Semerkant sokaklarında tartaklanmış.
Orada bulunanlardan öfkeli sesler yükseldi, Kadı durdurmadan önce, gürültü bir
süre devam etti. Ebu Tahir devam etti:
— Daha da kötüsü, çarşıda az daha bir ayaklanma olacakmış. Tam da, Saltanatın
Güneşi, sevgili hükümdarımız Nasır Han, Allah'ın izniyle bu sabah Buhara'dan
kentimize geleceği sırada! O gü-
22
ruh durdurulmasa ve dağıtılmasaydı, bu sabah duyacağımız üzüntüyü, tahmin
etmeye bile cesaret edemiyorum. Ama hemen belirteyim: nice kelle omzunun
üzerine düşmüş olacaktı.
Ebu Tahir, nefes almak ve yarattığı etkiyi anlamak, korkunun yüreklere iyice
sinmesini beklemek için durdu.
— Neyse ki bir eski öğrencim, ki şimdi aramızda bulunuyor, değerli konuğumuzu
tanımış ve gelip bana haber verdi.
Kadı parmağı ile Kesik Yüzü işaret etti ve ayağa kalkmasını söyledi:
— İmam Ömer'i nasıl tanıyabildin? Cevap yerine bir mırıltı...
Kadı bağırdı ve yanında oturan ak sakallı ihtiyarı gösterdi:
— Daha yüksek! Şuradaki yaşlı amcan seni duyamıyor. Kesik Yüz, zoraki, konuştu:
— Değerli konuğumuzu belagatinden tanıdım. Onu kadımıza getirmeden önce,
kimliğini sordum.
— İyi yapmışsın. Ayaklanma sürseydi, kan akardı. Gel, konuğumuzun yanına otur.
Bu onuru hak ettin.
Kesik Yüz yapay bir uysallıkla yaklaştığı sırada, Ebu Tahir, Ömer'in kulağına
fısıldadı.
— Sana dostluk göstermese de, en azından herkesin önünde sana sataşamaz.
Sonra yüksek sesle devam etti:
— Başına gelenlere karşın, Hoca Ömer'in Semerkant'ı kötü anmasını istemeyiz.
Hayyam cevap verdi:
— Dün akşam olanları unuttum bile. İleride, bu kenti düşündüğümde, aklımda
bambaşka bir görüntü kalacak. O da harika bir adamın görüntüsü. Ebu Tahir'den
söz etmiyorum. Bir kadıya yapılacak en güzel övgü, onun meziyetlerini saymak
değildir, sorumlu olduğu, yönettiği kişilerin dürüstlüğüdür. Semerkant'a geldiğim
gün, katırım Kiş Kapısına giden son yokuşa da tırmanmış, ben de yere henüz ayak
basmışken, bir adam yanıma geldi.
— Bu kente hoş geldin, dedi. Ailen, dostların var mı?
Bir yankesici, en azından bir dilenci olabileceği korkusu ile, bir taraftan yürürken
bir yandan da cevap verdim: "Hayır yok!" Adam: "Benden korkma soylu ziyaretçi,"
dedi. "Ben burada bekleyip, gelen ziyaretçileri ağırlama emrini efendimden
aldım." Adam, fakir bir adama benziyordu ama üstü başı temiz, kendisi de çok
saygılı idi. Onu izledim. Biraz sonra, beni ağır bir kapıdan geçirip, bir
kervansarayın avlusuna soktu. Orta yerde bir kuyu vardı. İn-
23
sanlar ve hayvanlar suyundan yararlanıyordu. Avlu, çepeçevre bir sürü odası olan
iki katlı bir binayla çevriliydi. Adam, "Burada kalabilirsin" dedi. "İster bir gece,
ister bir mevsim. Yatacak ve yiyecek bulursun. Katırın için de ot bulursun." Kaç
para vereceğimi sorduğumda, "Sen burada efendimin konuğusun" dedi. "Bunca
cömert, konuksever Efendin nerede, gidip ona teşekkür edeyim" dedim. "Efendim
öleli yedi yıl oluyor. Bana, Semerkant'a gelen yolculara sarf etmem için gerekli
parayı bıraktı" dedi. İyiliklerini anlatmam için, Efendinin adını söyle dediğimde,
"Şükranını Yüce Tanrı'ya yönelt. Kimin için kendisine şükredildiğini bilir" dedi. Ve
böylece, bir kaç gün, bu adamın konuğu oldum. Kervansaraya girip, çıkıyordum.
Sofram nefis yemeklerle donanıyor, hayvanıma da benim bakacağımdan iyi
bakılıyordu.
Ömer, kendisini dinleyenlere baktı, anlattıkları ne gözlerde bir ışıltı, ne
dudaklarda bir pırıltı yaratmıştı. Şaşırdığını anlayan Kadı:
— Daha nice kent, İslam ülkesinin en konuksever kenti olduğunu iddia eder. Ama
bu sıfatı sadece Semerkant hak eder. Bildiğim kadarı ile, bugüne kadar hiçbir
yolcu, yatacak ve yiyecek parası vermemiştir. Yolculara ya da yoksullara yardım
edebilmek için iflas etmiş nice aile tanırım. Ama tek bir gün övündüklerini
duyamazsın. Sokak başlarında gördüğün çeşmeler, gelen geçenin su içmesi için
yaptırılmıştır. Kimi tuğladan, kimi çiniden, kimi bakırdan iki bin çeşme vardır,
hepsi Semerkant'lıların armağanıdır. Bir teki bile, teşekkür alacağım diye,
üzerine adını yazdırmamıştır.
— Doğru, dedi Ömer. Hiçbir yerde buna benzer bir cömertliğe rastlamadım. Ama
yine de, aklıma takılan bir soruyu sorabilir miyim?
— Ne soracağını biliyorum. Konukseverliği bunca ileri olan kişiler nasıl oluyor da,
senin gibi bir konuğa şiddet gösterebiliyor?
— Ya da Uzun Cabir gibi zavallı bir ihtiyara?
— Cevabımı tek bir sözcükle vereceğim: korku! Burada gördüğüm şiddet, korkunun
çocuğudur. Dinimize her yandan saldırılıyor. Bahreyn'deki Karmati'ler, Kom'daki
İmamiyeciler, Konstantiniyye'deki Rumlar, tüm kâfirler ve özellikle Bağdat'ın
ortasına kadar hatta Semerkant'a kadar gelmiş olan Mısır'daki İsmailiyeliler.
Bizim İslam kentlerimizin nasıl olduklarını unutma. Mekke, Medine, İsfahan,
Bağdat, Şam, Buhara, Merv, Kahire, Semerkant, her biri bir anlık ihmalin
çölleştireceği kentler. Her biri, kum fırtmalarına açık.
Kadı, pencereden giren güneş ışığına baktı. Ayağa kalktı. Ellerini çırptı:
— Bize yolluk getirsinler.
Yol boyunca kuru yemiş yemeyi adet edinmişti. Dostları ve konukları da ona
uyardı. Bu yüzden orta yere bir sini getirdiler. Üzeri tepeleme üzüm ile doluydu.
Herkes ceplerini doldurdu. Sıra Kesik Yüz'e geldiğinde bir avuç alıp, Hayyam'a
verdi:
— Üzümü, şarap olarak vermemi yeğlerdin.
Yüksek sesle konuşmamıştı ama, orada bulunanlar nefeslerini tutmuştu.
Herkes Ömer'e bakıyordu. O ise:
— Şarap içmek istenirse, saki de, içki arkadaşı da özenle seçilir, dedi.
Kesik Yüz, sesini hafifçe yükseltti:
•— Ben, tek damla içme heveslisi değilim. Cennete gitmek istiyorum. Bana eşlik
etmeye niyetli görünmüyörsun.
— Hikmet yumurtlayan ulema takımı ile sonsuza dek ahirette olmak mı? Yok,
hayır. Tanrı bizlere daha başka şeyler vaad etti.
Konuşma burada bitti. Ömer, Kadı'ya yetişmek için hızlandı. Kadı:
— Kent halkı seni yanımda görmeli, dedi. Dün akşamki izlenimleri silinir böylece.
Kadı'nın evi önünde biriken kalabalığın içinden, bir armut ağacını siper etmiş
akşamki kestane hırsızını fark eder gibi oldu Ömer. Yavaşladı. Gözleriyle onu
aradı. Ama Ebu Tahir onu iteledi:
— Çabuk ol. Han bizden önce gelmiş olursa, kemiklerini kırarım.
24
25
IV
— Müneccimler ta ezelden beri bunu söylüyor ve doğru söylüyor.
Dört kent var ki, isyan yıldızı altında doğmuş. Bunlar Semerkant, Mekke, Şam ve
Palermo'dur. Bu kentlerin insanları, zorla olmadıkça asla yöneticilerine baş
eğmemişler, adaletin kılıcı olmadıkça asla doğru yoldan gitmemişler.
Peygamberimiz, Mekke'nin küstahlığını kılıcı ile gidermiş, ben de Semerkant'ın
küstahlığına adaletin kılıcı ile son vereceğim!
Maveraünnehir'in hükümdarı Nasır Han, her yanı kakmalı, muazzam tahtının
önünde ayakta durmuş, el kol hareketi ile konuşuyor, sesi etrafmdakileri
titretiyordu. Gözleri, topluluk içinde bir kurban, kıpırdanma cüreti
gösterebilecek bir çift dudak, inanmayan bir bakış, bir ihanet belirtisi
yakalamaya çalışıyordu. Ama herkes, içgüdüsel olarak, yanındakinin arkasma
saklanmış, sırtını, boynunu, omuzlarını, fırtına geçene dek, gizlemeye çalışıyordu.
Nasır Han, pençesine uygun bir av bulamadığı için, tören giysilerine saldırdı ve
peşpeşe her birini sırtından çıkarmaya başladı. Türk-Moğol şivesi ile sıraladığı
küfürlerin ardı arkası kesilmiyordu. Geleneğe göre, hükümdarlar, üst üste üç,
dört, bazen yedi kat giyinirler ve gün boyu, bu işlemeli giysilerini, onurlandırmak
istedikleri kimselerin sırtlarına geçirirlerdi. Böyle davranmakla Nasır Han, o gün
onurlandıracağı kimse olmadığını göstermiş oluyordu.
Oysa, hükümdarın Semerkant'a her gelişinde olduğu gibi, o gün de şenlik
yapılmalıydı ama daha ilk saniyelerden itibaren, herkesin keyfi kaçmıştı. Nasır
Han, Siab ırmağı boyunca taşlı yolları aşıp, kentin kuzeyindeki Buhara Kapısından
girmişti Semerkant'a. Yüzü gülüyor, iyice çekik gözleri pırıldıyor ve elmacık
kemikleri alev alev yanıyordu. Sonra, birdenbire keyfi kaçıverdi. Aralarında Ebu
Tahir'in de bulunduğu ikiyüz kadar eşrafa yaklaşmış, kalabalığa bir göz atmış,
aradığını bulamayınca, atını mahmuzlayıp, anlaşılmaz sözlerle uzaklaşmıştı. Siyah
kısrağının üzerinde dimdik, somurtkan, sabahın erken saatinden beri toplanmış
kalabalığın al-
kışlarına cevap vermeden geçip gitti. Kimileri, "arzuhalci'lere yazdırdıkları
dilekçeleri ellerinde sallıyordu ama, boşuna! Kimse dilekçesini hükümdara sunma
cesaretini bulamamıştı. Daha çok vezirine başvuruluyor, o da kâğıtları toplamak
üzere atının üzerinden eğiliyor ve ilgileneceği vaadinde bulunuyordu.
Nasır Han, önünde hanedanın kara bayraklarmı taşıyan dört atlı, ardında koca bir
şemsiye tutan, yarı beline kadar çıplak bir köle ile, iki yanı ağaçlı yoldan geçti,
arik adı verilen su yolları boyunca ilerledi ve Asfizar mahallesine vardı. Sarayını,
Ebu Tahir'in evinin iki adım ötesinde, işte bu mahallede yaptırmıştı. Geçmişte,
hükümdarlar kale içinde otururlardı, ama son savaşlarda kale yıkıldığı için, orayı
terk etmek gerekmişti. Artık kalede sadece yurtlarını kuran Türk askerlerinin
karargâhı vardı.
Hükümdarın keyifsizliğini gören Ömer, Saraya gitmeye çekinmiş ama Kadı, ünlü
dostunun orada olması havayı değiştirir ümidiyle ısrar etmişti. Yolda giderlerken;
Ebu Tahir neler olduğunu anlattı Hayyam'a: Kentin ileri gelen din adamları, Han,
silahlı muhaliflerinin siper kurdukları Buhara'daki Büyük Cami'yi yaktırdığı için,
onu karşılamaya gelmemişlerdi. Kadı:
— Hükümdar ile din adamları arasında bitmez tükenmez bir savaş var dedi. Bazen
açık ve kanlı, çoğu kez kurnaz ve sinsi.
Ulema takımının, hükümdarın davranışlarından bezmiş olan bazı subaylarla ilişki
kurduğu da söylenmekteydi. Anlatıldığına göre, Nasır Han'ın ataları, yemeklerini
subayları ile bir arada yer, iktidarlarının, cengâverlerinin cesaretine dayalı
olduğunu göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmazlarmış. Ama, kuşaktan kuşağa,
Türk Hakanları, Acem hükümdarlarının kötü alışkanlıklarını edinir olmuşlar,
kendilerini yarı-tanrı gibi görmeye başlamış giderek daha şatafatlı törenler
düzenlemişler ve bu durumu subaylarına kabul ettirememişlerdi. Çoğu, dini
liderlerle ilişki kurmuş ve onların Nasır'a dil uzatmalarını, İslam'ın yolundan
ayrıldığını söylemelerini keyifle izler olmuşlardı. Dini bütün bir adam olmasına
karşın babası, saltanatını, sarıklı kelleleri uçurtmakla başlatmış değil miydi?
İçlerinde bulundukları o 1072 yılında, Ebu Tahir, Hakan ile ilişkileri iyi olan ender
din adamlarından biriydi. Onu sık sık Buhara'da ziyaret eder, hükümdarın
Semerkant'a her gelişinde onu törenle karşılayıp ağırlardı. Onun bu uzlaşmacı
tutumu, bir kısım ulemanın hiç hoşuna gitmiyordu ama çoğunluk, kadı ile hükümdar
arasındaki bu yakınlıktan memnundu.
26
27
Kadı, bir kez daha uzlaşmacı tutumu ile, Nasır'a karşı çıkmaktan sakınarak onu
yumuşatacak her yolu denedi. Öfkesinin geçmesini bekledi. Hakan tahtına
oturduğunda ve sırtını yumuşak yastıklara dayadığında, Ömer'in de içini
rahatlatan bir ustalıkla işi ele aldı. Vezire işaret eder etmez, içeriye bir cariye
girdi ve savaş meydanını andıran yerden, Hakanın giysilerini toplamaya başladı.
Havada hemen bir hafifleme olmuş, herkes gevşemiş, fısıldaşmalar başlamıştı.
Kadı, kabul odasının ortasına kadar ilerledi, hükümdarın karşısında durdu, başını
eğdi ve tek kelime etmedi. Uzunca bir sessizlikten sonra Nasır, bıkkın fakat güçlü
bir sesle: "Bu kentin tüm ulemasına, sabah ezanında gelip ayaklarıma kapanmasını
söyle" diye buyurdu. "Baş eğmeyen kafa, uçurulacak; kimse kaçmaya yeltenmesin,
öfkemden kaçıp sığınabilecekleri tek bir ülke yoktur." Herkes, fırtınanın geçmiş
olduğunu, hükümdarm tutumundan anladı. Hükümdarın cezalandırmaktan
vazgeçmesi için, din adamlarının yola gelmeleri yeterli olacaktı.
Ömer, ertesi günü kadı ile birlikte Saraya gitti. Hava tümden değişmişti. Nasır
tahtına oturmuştu. Yanı başındaki kölelerden biri, üzeri pembe şekerlerle dolu bir
tepsiyi tutmakta, hükümdar birini alıp dilinin üzerine koyarken, diğer elini,
gülsuyu dökme telâşı içindeki köleye uzatmaktaydı. Bu hareket yirmi-otuz kez
tekrarla-na dururken, heyetler de hükümdarın önünden geçmekteydi. Bunlar
özellikle Asfizar, Panjkin, Zagrimah, Maturid gibi mahallelerin temsilcileriydi.
Çarşıdaki esnafın ve loncaların temsilcileri, bakırcılar, kâğıtçılar, ipekçiler ve
sakaların yani sıra, korunmaya alınmış toplulukların, yani Yahudilerin, Mecusilerin
ve Nesturi Hıristiyanlarının temsilcileri de vardı.
Hepsi önce yeri öpüyor, sonra doğrularak, Hakan çekilmeleri için işaret edene
kadar, iki büklüm bekliyorlardı. Hakan işaret verince, sözcüleri bir kaç kelime
ediyor, geri geri giderek çekiliyorlardı. Odadan çıkarken, hükümdara sırtlarını
çevirmeleri söz konusu değildi. Tuhaf bir alışkanlık! Bu usul, saygınlığına fazlasıyla
düşkün bir hükümdar tarafından mı, yoksa pek kuşkucu bir ziyaretçi tarafından
mı konulmuştu?
Sonunda sıra, merakla beklenen din adamlarına geldi. Yirmi kişi kadardılar. Ebu
Tahir, gelmelerini hiç zorluk çekmeden kabul ettirmişti. Bütün kızgınlıklarını
gösterdiklerine göre, bu yolda ısrar etmek kurban vermeyi gerektirirdi ki, buna
da hiçbirinin niyeti
yoktu. İşte şimdi tahtın karşısına dizilmişler, her biri yaşına göre edilebildiği
kadar eğilmiş, doğrulmak için hükümdarm işaretini bekliyordu. Ama işaret bir
türlü gelmiyordu. On dakika geçmişti. Sonra yirmi dakika. En gençleri bile, bu
rahatsız durumda kalabilmenin zorluğunu çekiyordu ama başka çare de yoktu.
İzinsiz doğrulmak, Hakanın yıldırımlarını üzerine çekmek olurdu. Her biri,
ardarda diz üstü düşmüştü. Bu da eğilmek kadar saygı göstermekti ama hiç
değilse daha az yorucu idi. Sonuncusu da diz üstü çöktüğünde, hükümdar
kalkmalarını ve hiçbir konuşma yapmadan çekilmelerini emretti. Kimse, işin böyle
sonuçlanmasına şaşmadı. Bu, ödenmesi gereken bir bedeldi.
Daha sonra sıra Türk subaylarına, eşrafa ve köy ağaları dihkânlara. geldi.
Rütbelerine ve mevkilerine göre, kimi hakanın elini, kimi ayağını, kimi de omzunu
öpüyordu. Sonra bir ozan yaklaştı, hanı öven bir kaside okudu. Hakan, sıkıldığını
açıkça belli etti, övücü sözünü bir işaretle kesti. Vezirine işaret etti, o da eğilip
hakanı dinledikten sonra, orada bulunanlara seslendi:
— Efendimiz hep aynı şeyleri duymaktan bıktığını söylüyor. Artık ne aslana, ne
kartala ne de güneşe benzetilmek istiyor. Başka söyleyecek şeyi olmayan çekilsin.
28
29
V
Vezirin bu konuşmasından sonra, sıranın kendilerine gelmesini bekleyen ozanlar
arasında mırıldanmalar, kıpırdanmalar, karışıklıklar görüldü. Bazıları, usulca
ortadan kaybolmak üzere, bir iki adım geri attı. Aralarından yalnızca bir kadın,
sert adımlarla yaklaştı. Ömer'in meraklı bakışlarını gören kadı:
— Bu Buhara'lı bir kadın şair. Kendini Cihan diye çağırtıyor. Dünya gibi, âlem gibi
Cihan. Bir hayli dedikoduya yol açmış aşk öykülerine sahip genç bir dul, dedi.
Sesi uyarıcıydı ama Ömer'in bir kez merakı kabarmıştı, gözlerini kadından
alamıyordu. Cihan, peçesini hafifçe kaldırmış, boyasız dudakları ortaya çıkmıştı.
Güzel bir şiir okumaya başladı. Şiirde, bir kere olsun hükümdarın adı geçmedi.
Hayır, Semerkant'ı ve Buhara'yı sulayan, suyunu almaya hiçbir denizin layık
olmaması yüzünden çölün derinliklerinde kaybolan Zerefşan ırmağını övüyordu.
Nasır Han, her zamanki alışkanlığı ile:
— İyi dedin, dedi. Ağzın altınla dolsun.
Cihan, üzeri altın para dolu geniş bir tepsinin önünde eğildi ve altınları tek tek
ağzına doldurmaya başladı. Herkes yüksek sesle saymaya başladı. Cihan, boğazına
takılan bir hıçkırık yüzünden boğulacak gibi olunca, başta hükümdar, herkes
kahkahayla güldü. Vezir, kadının yerine dönmesi için işaret etti. Ağzından çıkan
altın, tam kırkaltı dinardı.
Gülmeyen tek kişi Hayyam'dı. Gözleri Cihan'a takılmış, ona karşı ne gibi duygular
hissettiğini anlamaya çalışıyordu. Şiiri o denli saf, söyleyişi o denli vakur, yüreği o
kadar cesur bu kadının, bu aşağılayıcı ödüle boyun eğmesini anlayamıyordu. Cihan
peçesini kapatmadan önce daha da yükseltmiş ve bir bakış fırlatmıştı. Ömer, bu
bakışı yakaladı, içine çekti ve orada kalmasını istedi. Bu, kalabalığm
kavrayamayacağı bir kısacık an, bir sevgili için upuzun bir sonsuzluktu. Hayyam,
zamanın iki yüzü var diye düşünmek-
ten kendini alamadı. Zamanın iki yüzü, iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, genişliği
tutkulara uyarlanmış.
Bu eşsiz anı, koluna dokunmakla, Kadı bozmuş oldu. Artık çok geçti. Kadın yok
olmuş, ortada sadece bir çarşaf kalmıştı! Ebu Tahir dostunu Han'a tanıttı:
— Yüce katınızda, Horasan'ın en büyük bilgini Ömer Hayyam bulunuyor. Onun için,
hiçbir bitkinin, hiçbir yıldızın sırrı yoktur.
Ebu Tahir'in, Hayyam'ın bildikleri arasında tıptan ve müneccimlikten söz etmesi
boşuna değildi. Hükümdarlar her zaman bu iki dala ilgi duymuşlardır. Birincisine,
sağlıklarını ve yaşamlarını korumak, ikincisine yazgılarını anlamak için!
Hakan memnun olduğunu, onurlandığını söyledi ama, o gün bilimsel konuşmalar
yapmak niyetinde değildi. Konuğunun durumunu değerlendiremeyerek:
— Ağzı altınla dolsun! dedi.
Ömer irkildi, şaşırdı ve yüzünde bir tiksinti belirtisi görüldü. Bunu anlayan Ebu
Tahir ürktü; hükümdarı red etmek onu kızdırabilirdi. Dostunu kolundan tuttu ama
geç kalmıştı. Hayyam konuşmağa başlamıştı bile:
— Haşmetlû beni mazur görsünler, ama oruçluyum. Ağzıma bir şey koyamam dedi.
— Yanılmıyorsam, oruç ayı geceli üç hafta oluyor.
— Ramazanda seferi idim. Nişapur'dan Semerkant'a gelirken orucu bıraktım.
Sonradan borcumu ödeyeceğime and içtim.
Kadı dehşete düştü, odadakiler kıpırdadı, hükümdarın yüzünden bir şey anlamak
olanaksızdı. Soruyu Ebu Tahir'e yöneltmeyi yeğledi:
— Sen ki dinin kurallarını bilirsin, ağzına altın sokup çıkartmakla Hoca Ömer'in
orucu bozulur mu?
Kadı yansız bir sesle:
— Tam olarak söylemek gerekirse, ağızdan giren her şey orucu bozar, dedi.
Altının yanlışlıkla yutulduğu da olmuştur.
Nasır bu görüşü kabul etti ama tatmin olmadı. Ömer'e dönerek:
— Red edişinin gerçek nedeni bu mu? diye sordu. Hayyam bir an duraksadı, sonra:
— Tek nedeni bu değil, dedi.
— Konuş öyleyse. Benden korkmana sebep yok. Bunun üzerine Ömer şu dörtlüğü
okudu:
30
31
Beni sana getiren yoksulluk muydu?
İstekleri basitse, kimse yoksul değil.
Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan,
Beklediğim, onur vermen, başka bir şey değil.
Ebu Tahir kendi kendine:
— Hey günlerin kararsın Hayyam, diye söylendi.
Böyle bir şeyi aslında istediği yoktu ama korkusundan söylemişti. Hakanın öfkeli
sesi kulaklarından gitmemişti, bu kez işin üstesinden gelebileceğinden emin
değildi. Han, derin bir düşünceye dalmışçasına sessiz, hareketsiz kaldı;
yanındakiler, ağzından çıkacak ilk sözcüğü, bir idam hükmü beklercesine bekliyor,
dalkavukların bir kısmı usulca yok olmanın yollarını arıyordu.
Ömer, bu genel şaşkınlık havasından yararlanarak, Cihan'ın gözlerini aradı. Cihan,
bir sütuna dayanmış, yüzünü avuçlarının içine almıştı. Acaba Ömer için mi
korkuyordu?
Sonunda Han ayağa kalktı. Ömer'e doğru kararlı adımlarla yürüdü. Ona kuvvetle
sarıldı, elinden tutup peşinden sürükledi. Tarihçiler: "Maveraünnehir'in Efendisi,
Ömer Hayyam'ı o denli sayıyordu ki, onu hep tahtında, yanı başında oturtuyordu."
diye yazdılar.
Saraydan çıktıklarında, Ebu Tahir:
— Artık Han ile dostsunuz, dedi.
Az önce boğazını kurutan korku ne denli büyükse, şimdi de sevinci o denli
büyüktü. Ama Hayyam:
— Denizin komşusu olmaz, hükümdarın dostu olmaz atasözünü unuttun mu? diye
sormaktan kendini alamadı.
— Açılan kapıyı küçümseme. Saraydaki geleceğin çizilmiş görünüyor.
— Saray hayatı bana göre değil. Tek düşüm, tek tutkum, günün birinde bir
rasathane, bir gül bahçesi sahibi olmak. Sonsuza dek, elimde şarap, yanımda güzel
bir kadın, gökyüzünü incelemek istiyorum.
Ebu Tahir güldü:
— Şu şair kadın kadar güzel, dedi.
Ömer'in tek düşündüğü oydu ama sustu. Ağzından çıkacak en ufak bir sözcüğün
kendisini ele vermesinden çekiniyordu. Kadı, biraz hafif davrandığını anlayarak,
sözünü değiştirdi:
— Senden bir şey isteyeceğim.
- İsteklerimle beni şımartan sensin her zaman.
- Öyle olduğunu kabul edelim ve diyelim ki karşılığında bir
şey istiyorum.
Evin önüne gelmişlerdi. Ebu Tahir, konuşmalarını sofrada sürdürmeyi önerdi:
- Seninle ilgili bir tasarım var. Bir kitapla ilgili. Bir an için Ru-
baiyat'ı unutalım. O benim için bir dahinin kaprisleri. Sen asıl tıpta, astrolojide,
matematikte, fizikte ve metafizikte başarılısın. İbni Sina'nın ölümünden beri, bu
konuları senden iyi bilen yok derken yanılıyor muyum?
Hayyam cevap vermedi. Ebu Tahir devam etti:
— İşte bu dallarda senden bir kitap bekliyorum. Sonuncusu olacak bir kitap ve
onu bana ithaf etmeni istiyorum.
— Sanmam ki bu alanlarda sonuncu kitap olsun ve bu nedenle bugüne dek hiçbir
şey yazmadan sadece okudum, öğrendim.
— Açıkla.
— Eskileri ele alalım. Yunanlıları, Hintlileri, benden önceki Müslümanları. Tüm bu
konularda pek çok kitap yazdılar. Yazdıklarını yineleyecek olursam, benim işim
nafile iş olur. Onlara karşı çıksam, ki bunu hep istedim, benden sonrakiler de bana
karşı çıkacaklar. Bilginlerin yazdıklarından geriye, yarın ne kalacak? Kendilerinden
önce gelenleri karalamaları. Başkalarının kuramlarını nasıl yıktıkları belki
anımsanacaktır ama kendi kurdukları kuramlar da başkaları tarafından
yıkılacaktır, hatta ardından gelenlerce alaya alınacaktır. Bilinen yasadır bu; şiirde
böyle bir yasa yoktur, sonraki ondan öncekini asla yadsımaz, ardından gelen de
onu yadsımaz! Yüzyılları, büyük bir rahatlıkla aşar. İşte bunun için Rubaiyat'ı
yazıyorum. Bilimde beni hayran bırakan nedir bilir misin? Onda, şiirin yüceliğini
bulurum, matematikte sayıların baş döndürücü tadını, astronomide evrenin gizemli
mırıltısını. Ama bana gerçek olandan lütfen söz etmeyin!
Bir an durdu, sonra devam etti:
— Semerkant'ın çevresinde dolaştığım günler oldu. Üzerlerinde, artık hiç
kimsenin çözemediği yazılar olan harabeler gördüm. Kendi kendime dedim ki:
Eskiden burada yükselen kentten, geriye ne kaldı? Nasıl bir krallık vardı, nasıl bir
bilim, nasıl bir yasa, nasıl bir gerçek? Hiç. İstediğim kadar bu enkazın altını
üstüne getireyim, bir çanağın üzerinde bir yüz, bir duvarda bir resim parçası
bulabildim sadece. İşte bin yıl sonra, benim zavallı şiirlerim de böyle olacak. Kırık
çömlekler, resim parçaları, sonsuza dek gömül-
32
33
müş bir dünyanın artıkları. Bir kentten geriye kalan, yarı yarıya sarhoş bir şairin
üzerinde gezdirdiği kayıtsız bakışlardır. Ebu Tahir, pusulasını şaşırmış gibiydi:
— Sözlerini anlıyorum diyebildi. Ama yine de Safi bir kadıya şarap kokan şiirler
adamak istemezsin herhalde.
Ömer, eğer şarabı sulandırmak denilebilirse, uzlaşmacı, minnet dolu bir tavır
takındı. Bu konuşmayı izleyen aylarda, küp denklemleri ile ilgili ciddi bir eser
yazmaya koyuldu. Bu cebirsel denklemin bilinmeyenine, Arapça şey diyordu. Bu
sözcük İspanyolca yapıtlarda Xay diye yazıldığından, zamanla X biçimi alacak ve
bilinmeyeni göstermekte kullanılan evrensel X harfine dönüşecekti.
Hayyam, Semerkant'ta tamamladığı eserini, koruyucusuna adadı: "Bizler bilim
adamlarının gözden düşürüldükleri bir çağın kurbanlarıyız. Aralarında pek azı,
gerçek bir araştırma yapmak olanağını bulabiliyor... Günümüz bilginlerinin
bilmedikleri şeylerden biri, maddi sonuçlar çıkartmak... Bu nedenle, bu dünyada
olup biten kadar Bilime ve insanoğlunun kaderine ilgi duyan bir kişiye rastlamak
ümidini yitirmişken, Tanrı karşıma büyük kadı Ebu Tahir'i çıkarttı. Bu çalışmayı
onun yardımı ile tamamlayabildim."
Hayyam o akşam, artık evi gibi kullandığı bahçedeki küçük köşküne döndüğünde,
akşamın o saatinden sonra yazamam diye yanına lamba almamıştı. Yolunu ay ışığı
aydınlatıyordu. Şevval'in bu son günlerinde, ay incecik bir hilâl biçiminde olduğu
halde... Kadı'nın konağından uzaklaşır uzaklaşmaz, el yordamıyla yürümeğe başladı
ve birkaç kez düşecek gibi oldu. Salkım söğütlerin dalları, yüzüne çarpıp
duruyordu.
Odasına girdiğinde, tatlı bir sesin tatlı sitemi ile karşılaştı:
— Daha erken gelirsin sanmıştım.
Bu kadını aklından çıkarmadığı için mi sesini duyar gibi oldu? Usulca kapattığı
kapının ardında durmuş, önce bir görüntü seçmeğe çalışıyordu. Boşuna. Ses, bir
sis perdesinin ardından gelir gibi, yeniden duyuldu:
— Susuyorsun. Bir kadının, odanın mahremiyetini bozabileceğini sanmıyorsun.
Sarayda bakışlarımız karşılaştı gerçi ama, Han oradaydı. Sonra Kadı ve tüm
Saraylılar. Bakışlarını kaçırdın. Nice erkek gibi sen de kaçmayı yeğledin. Basit bir
kadın için, kaderi zorlamak niye? Çeyiz olarak sivri dilinden ve kötü ününden
başka bir şeyi olmayan bir dul için Hakanın öfkesine yol açmak niye?
Ömer, sanki görünmeyen güçler tarafından yerine mıhlanmıştı. Ne
kımıldayabiliyor, ne konuşabiliyordu. Cihan:
- Bir şey söylemiyorsun dedi. Ne yapayım, ben de kendi kendime konuşurum.
Şimdiye kadar girişken davranan da benim zaten. Sen saraydan çıktıktan sonra,
hakkında bilgi edindim, nerede oturduğunu öğrendim. Semerkant'lı zengin bir
adamla evli olan bir akrabamda kalacağım bahanesi ile dışarı çıktım. Genelde,
sarayla birlikte yolculuk yaptığımdan, haremde kalırım. Haremdeki arkadaşlarım
beni sever, dışarı gidip onlara haber getirmemi isterler. Beni rakip olarak
görmezler. Hanın karısı olmak gibi bir niyetim olmadığını bilirler. Gerçi hakanı
baştan çıkartabilirdim ama hükümdar karılarının nemenem bir hayat yaşadıklarını
yakından gördüm. Onun için de istemem. Benim için yaşamak, erkeklerden daha
önemli. Birinin karısı olsam da olmasam da Hakan Divan'a gelip şiir okumamı
istiyor. Benimle evlenmeyi düşündüğü an, beni dört duvar arasına kapatmakla işe
başlar.
Şaşkınlığından zorlukla kurtulan Ömer, Cihan'ın söylediklerini aklında tutamadı ve
ilk sözcükler dudaklarından döküldüğünde Cihan'a ya da kendisine değil, bir
gölgeye konuşuyor gibi konuştu:
— Yetişme çağında ve daha sonraları bir bakış ile, bir gülümseme ile karşılaştığım
çok oldu. Geceleri, bu bakış bedenlenip bir kadına, karanlıkta bir pırıltıya
dönüşüyordu. Şimdi ise, bu karanlığın içinde, gerçek olmayan bir köşkte, gerçek
olmayan bir kentte, sen, güzel kadın, üstelik şair kadın, kendini sunuyorsun.
Cihan güldü:
— Sunmak mı? Ne biliyorsun? Bana dokunmadın, beni görmedin ve herhalde
görmeyeceksin, çünkü gün doğmadan gideceğim.
Koyu karanlığın içinde ipek kumaş hışırtısı ve koku birbirine karıştı. Ömer,
nefesini tuttu, eti canlandı, bir çocuk safiyeti ile sormaktan kendini alamadı:
— Peçen hâlâ yüzünde mi?
— Geceden başka örtüm yok.
34
35
VI
Bir kadın, bir erkek... Adı bilinmeyen bir ressam onları yan yana uzanmış,
birbirlerine sarılı olarak hayal etmiş. Güllerden bir yatak, ayakucunda akan gümüş
rengi bir dere, Cihan'a Hint tanrıçasının dolgun memelerini yakıştırmış, Ömer'in
bir elinde şarap kadehi, diğer eliyle sevgilisinin saçlarını okşuyor.
Her gün, Saray'da karşı karşıya geliyorlardı. Duygularını belli etmek korkusuyla
birbirlerinden uzak duruyorlardı. Hayyam her akşam, küçük köşkünün yolunu
tutup sevgilisini beklemeye gidiyordu. Acaba kısmette kaç gece beraberlik vardı?
Her şey hükümdara bağlı idi. O gitmeğe kalkışırsa, Cihan da onlarla gidecekti.
Hükümdar, önceden hiçbir açıklamada bulunmazdı. Bir sabah, atına atladığı gibi
Buhara'nın, Kiş'in ya da Pencikent'in yolunu tutuverirdi göçebe oğlu göçebe!
Saray, peşinden yetişmenin telâşı içinde.. Ömer ile Cihan, bu anın gelmesinden
korkuyorlardı. Her öpüşte bir veda tadı, her sarılışta soluk kesici bir kaçamak
lezzeti vardı.
Çok sıcak yaz gecelerinden birinde, Ömer Cihan'ı beklerken dışarı çıktı.
Muhafızların sesleri yakından gelince, ürktü. Ama endişesi boşa çıktı. Cihan,
kimseye görünmeden gelmişti işte. İlk öpüşler kaçamak, sonrakiler uzun uzun...
Başkalarının gününü bitirip, kendi gecelerine başlamanın bir yoluydu bu.
— Bu kentte bizim gibi buluşan kaç sevgili var dersin? Soruyu soran Cihan, muzip
muzip fısıldıyordu. Ömer, gece
takkesini düzeltti, yanaklarını şişirdi, sesine bir ağırlık verdi:
— Durumu yakından inceleyelim bakalım. Canları sıkılan evli kadınları, itaatkâr
köleleri, kendilerini satan ya da kiralayan fahişeleri, iç çeken bakireleri bir
kenara bırakırsak, geriye kaç kadın, kendi seçtiği erkekle buluşan kaç sevgili
kalır? Yine acaba kaç erkek, sevdiği kadının, özellikle başka bir şey yapamadığı
için kendini sunan değil, bir başka nedenle kendini veren bir kadının yanında uyur?
Kimbilir? Belki bu gece Semerkant'ta tek bir seven kadın ve tek bir seven erkek
vardır. Neden sen, neden ben, diyeceksin. Çün-
kü Tanrı nasıl bazı çiçekleri zehirli yaratmışsa, bizi de âşık yaratmış da ondan.
Ömer gülüyor, Cihan'ın gözyaşları akıyordu.
- İçeriye girelim ve kapıyı kapatalım. Mutluluğumuzun sesini duyabilirler.
Birkaç kez seviştikten sonra, Cihan doğruldu, yarı yarıya örtündü, sevgilisinden az
öteye gitti:
- Sana bir sır vereceğim. Bunu Han'ın eşinden öğrendim. Neden Semerkant'a
geldiğini biliyor musun?
Ömer onu durdurdu. Harem dedikodusu dinlemeye niyetli
değildi:
— Hükümdarın sırları beni ilgilendirmiyor. Bunları dinleyenin kulakları yakılır.
— Dinle beni. Bu sır, ikimizi de ilgilendiriyor, çünkü hayatımızı altüst edebilir.
Nasır Han, askeri teftişte bulunmak için gelmiş. Yaz sonunda, sıcaklar geçer
geçmez, Selçuklu Ordusunun saldıracağını sanıyor.
Selçukluları Hayyam çocukluğundan bilirdi. Müslüman Asya'nın efendileri
olmalarından çok önce, doğduğu kenti ele geçirmişlerdi. Kuşaklar boyu dillere
destan Büyük Korku, o günlerden kalma idi.
Hayyam'ın doğumundan on yıl önce olmuştu bütün bunlar. Nişapur'lular, bir sabah
uyandıklarında, kentlerini Türk savaşçılarının kuşattıklarını görmüşlerdi.
Ordularının başında iki kardeş vardı: "Şahin" diye tanınan Tuğrul Bey ve "Atmaca"
diye bilinen Çağrı Bey. O sıralarda adları henüz duyulmamış ve daha yeni
Müslüman olmuş göçebe aşiret reislerinden Selçuk Bey'in oğlu Mikâil Bey'in iki
oğlu idiler. Kentin ileri gelenlerine şöyle haber göndermişlerdi:
"Erkeklerinizin küstah, sularınızın yer altında oldukları söyleniyor. Direnecek
olursanız, yer altındaki su oluklarınız yer üstüne, erkekleriniz de yer altına
gider."
Kuşatma sırasında sık görülen palavralar! Yine de, Nişapur'un ileri gelenleri, kent
halkının canına ve malına dokunulmayacağı, su yollarına zarar verilmeyeceği
sözüne karşılık teslim olmaya karar verdiler. Yenenin sözü ne işe yarar? Kuvvetler
kente girer girmez, Çağrı Bey adamlarını kent içine ve çarşıya salmak istedi.
Tuğrul Bey, ramazan olduğu ve bir İslam kentinin ramazanda yağmalanamayacağı
gerekçesiyle karşı çıktı. Görüşü benimsendi ama Çağrı
36
37
Bey pes etmedi. Sadece halkın bağışlandığı ramazan ayından çıkana kadar
beklemeye karar verdi.
Kentliler, iki kardeş arasındaki görüş farkını öğrendiklerinde, ertesi ay
yağmalanacaklarını, saldırıya uğrayacaklarını ve öldürüleceklerini anladılar. İşte
Büyük Korku böyle başladı. Saldırıdan kötüsü, saldırının beklenmesidir. Hiçbir şey
yapamadan, aşağılayıcı bekleyiş. Dükkânlar boşalmıştı. Erkekler gizlenmişti.
Kadınlar ve kızlar güçsüz kalmış, ağlaşıyorlardı. Ne yapmalı? Nasıl kaçmalı? Hangi
yoldan gitmeli? İşgalci her yeri tutmuştu. Atlı askerler, Büyük Meydan Çarşısının
çevresinde, Yanık Kapı'da mahalle aralarında, semt sokaklarında gidip
geliyorlardı. Sürekli sarhoştular. Bir fidye, bir vurgun, bir rüşvet bekleyişi
içindeydiler. Diğerleri de komşu köyleri yağmalıyorlardı.
Orucun bitmesi, bayramın gelmesi istenmez mi genelde? O yıl, orucun sonsuza
kadar sürmesi, bayramın hiç gelmemesi istendi. Yeni ay gökyüzünde belirdiği
vakit, kimse ne eğlenmeyi, ne gezmeyi, ne kuzu çevirmeyi düşünebiliyordu. Zaten
bütün kent, biri aydır beslenen kurbanlık bir koyuna benziyordu.
Bayram öncesinde, dileklerin yerine getirildiği Kadir Gecesi'nde, binlerce kişi,
dua ve gözyaşları içinde, geceyi camilerde, tekkelerde geçirmişti.
Kale içinde ise, Selçuklu kardeşler arasında hararetli bir tartışma sürmekteydi.
Çağrı Bey, askerlerine aylardır para verilmediğinden sızlanıyor, bu zengin kenti
yağmalamaları sözü verildiği için savaştıklarını söylüyor, ayaklanmak üzere
olduklarını, onları daha fazla tutamayacağmı söylüyordu.
Tuğrul Bey, başka bir dilden konuşuyordu:
— Biz, fetihler öncesi bir dönem yaşıyoruz. Daha alacağımız! nice kent var:
İsfahan, Şiraz, Rey, Tebriz ve daha niceleri. Teslim olduğu halde Nişapur'u
yağmalayacak olursak, bize hiçbir kapıl açılmaz, hiçbir karargâh zaaf göstermez.
— Düşünü gördüğün tüm bu kentleri, ordumuz olmadan, askerlerimiz bizi terk
edecek olurlarsa, nasıl alırız? En sadık olanları bile, şimdiden ayaklanmış durumda,
tehdit savuruyor.
İki kardeşin yanında, aşiretin kıdemli subayları vardı ve hepsi Çağrı'yı
doğruluyorlardı. Bundan cesaret alan Çağrı, ayağa kalkıp şöyle dedi:
— Çok konuştuk. Adamlarıma kent sizindir diyeceğim. Sen, seninkileri durdurmak
istiyorsan, durdur. Herkes kendi ordusundan sorumludur.
Tuğrul cevap vermedi, kımıldamadı. Korkunç bir ikilemin tam ortasındaydı. Sonra
birden sıçradı ve hançerini eline aldı. Çağrı kılıcını çekti. Oradakiler, müdahale
etmek mi yoksa her zamanki gibi iki kardeşin hesaplaşmasını izlemek mi
gerektiğini bilemiyordu. Sonra Tuğrul konuştu:
- Ağabey, bana itaat etmeni bekleyemem. Senin adamlarını
da durduramam. Ama onları kente salarsan, bu hançeri kalbime saplarım. Bunu
deyip, hançeri kalbinin hizasına getirdi. Ağabeyi bir an duraksadı. Sonra kollarını
açarak ona doğru ilerledi ve kardeşine sarıldı. Ona, bir daha karşı çıkmayacağına
yemin etti. Nişapur böyle kurtuldu. Ama o yılın Ramazanında duyduğu Büyük
Korku'yu asla unutmadı.
38
39
VII
Hayyam:
— İşte Selçuklular böyledir, dedi. Hem insafsızca yağmacı ve hem de en aşağılık
ve en yüce duyguları besleyebilen aydın hükümdarlardır. Özellikle Tuğrul Bey, bir
imparatorluk kuracak çaptaydı. İsfahan'ı aldığında, ben üç yaşmdaydım, Bağdat'ı
aldığında on yaşındaydım. Halifenin koruyuculuğunu üstlenmiş ve "Doğu ve Batı
Kralı Sultan" unvanını almıştı. Yetmiş yaşında olduğu halde Halifenin öz kızı ile
evlenmişti.
Ömer, böyle konuşarak belki de hayranlığını belirtmiş oluyordu ama Cihan,
saygısızca gülmeye başladı. Ömer ona baktı, alnı kırıştı, ciddileşti, alındı, bu ani
kahkahaya bir anlam veremedi. Cihan, özür diledi:
— Bu evlilikten söz edince, bana haremde anlatılanları anımsattın.
Ömer, Cihan'm her bir ayrıntısını anımsadığı öyküyü hayal meyal hatırlıyordu.
Tuğrul Bey, Halifeden kızı Seyyide Hatunun elini isteyince, halife sararmıştı.
Sultanın elçisi çekilir çekilmez de öfkesinden patlamıştı:
— Şu Türk, yurdundan yeni fırlamış! Daha düne kadar ataları, bilmem hangi puta
tapan ve bayraklarına domuz resmi koy- duranlardan gelme şu Türk! Bir halifenin,
soyluların soylusu bir adamın kızını nasıl ister?
Halifenin böyle tir tir titremesinin nedeni, isteği geri çeviremeyeceğini
bilmesiydi. Aylarca duraksadıktan, kendisine iki kez haber gönderildikten sonra,
cevabını verdi. En kıdemli danışmanını, Tuğrul Bey'in bulunduğu Rey kentine
göndermişti. Adam önce vezir tarafından kabul edilmişti:
— Sultan sabırsızlanıyor. Beni sıkıştırıp duruyor. Neyse ki cevabı getirdin.
— Cevabı duyunca o kadar sevinmeyeceksin. Halife özür diliyor. Ona iletilen isteği
yerine getiremeyecek.
Vezir etkilenmiş görünmedi. Yeşimden tespihini çekmeye devam etti:
— Şimdi buradan çıkıp, oradaki büyük kapıdan gireceksin ve Irak'ın, Fars'ın,
Horasan'ın, Azerbeycan'ın Efendisine, Asya'nın Fatihine, gerçek dini savunan
Mücahid'e, Abbasilerin tahtının Koruyucusuna: "Hayır, Halife sana kızını
vermiyor" diyeceksin. Pek âlâ, şu muhafız seni ona götürür.
Muhafız göründü, elçi arkasından gitmek üzere ayağa kalktı. Vezir, en masum
halini takınarak:
— Tedbirli bir adam olarak borçlarını ödemiş, servetini oğullarına dağıtmış,
kızlarını evlendirmiş olmanı umarım dedi.
Elçi, vezirin yanına çöküverdi:
— Ne önerirsin? diye sordu.
— Halife sana bir talimat vermedi mi? Bir uzlaşma yolu göstermedi mi?
— Bana dedi ki, bu evlilikten kaçmanın hiçbir yolu kalmazsa, karşılığında üçyüz bin
dinar altın iste.
— Bu daha iyi bir yaklaşım. Ama sanırım Sultanın, Halife için yaptıklarından sonra,
Şiilerin kendisini kovdukları yurduna onu kavuşturduktan sonra, mallarını ve
topraklarını kendisine iade ettirdikten sonra, bir karşılık istemek mantıklı bir şey
olmaz. Tuğrul Bey'i kızdırmadan da bir sonuca ulaşabiliriz. Sen, Halifenin kızını
vermeyi kabul ettiğini söylersin, ben de, onun bu sevinçli anından yararlanarak,
ününe yakışır bir armağan vermenin yerinde olacağını söylerim.
Böyle davranıldı. Sultan büyük bir sevinçle, aralarında vezirinin, şehzadelerin, pek
çok subayın, görevlinin, aile büyüğü bazı kadınların, yüz kadar muhafızın ve bir o
kadar kölenin bulunduğu bir kafile oluşturdu. Bağdat'a bu kafile ile değerli
armağanlar, kumaşlar, kıymetli taşlarla dolu kutular ve ayrıca yüzbin altın
gönderdi. Halife, heyetin ileri gelenleriyle görüştü, nazik ama mesafeli davrandı.
Sonra Sultan'ın veziri ile başbaşa kaldığında, bu evliliği onaylamadığını, zorlanırsa
Bağdat'ı terk edeceğini söyledi.
— Halife hazretlerinin kararı bu ise, neden altın karşılığı uzlaşma önerisinde
bulundunuz?
— Kesin red cevabı veremezdim. Sultan'ın bunu, istiskalimden anlıyacağını ve
benden böyle bir şey istemeyeceğini sanmıştım. Bunu sana açıkça söyleyebilirim.
Türk olsun, Acem olsun, daha önce hiçbir Sultan, Halifeyi böyle bir iş için
zorlamamıştır. Bu bir onur işi. Onurumu savunmalıyım.
40
41
— Bundan birkaç ay önce, cevabın olumsuz olabileceğini düşünerek, Sultanı
hazırlıklı kılmak istedim. Ondan önce hiç kimsenin böyle bir istekte bulunmaya
cesaret edemediğini, böyle bir gelenek olmadığını, herkesin şaşıracağını söyledim.
Verdiği cevabı asla tekrar edemem.
— Korkma, konuş!
— Halife Efendimiz beni affetsinler, o sözcükleri tekrar edemem.
— Konuş, emrediyorum, hiçbir şeyi gizleme!
— Sultan önce, bana hakaretler yağdırdı. Beni sizden yana, kendisine karşı
olmakla suçladı. Beni prangaya vurmakla tehdit etti.
Vezir bile bile kemküm ediyordu.
— Sadede gel! Tuğrul Bey ne dedi?
— Sultan buyurdu ki: "Şu Abbasiler tuhaf herifler! Ataları, dünyanın yarısını
fethettiler, en bereketli kentleri kurdular. Bir de bugünkü hallerine bak!
Ellerinden imparatorluklarını alıyorum. Razı geliyorlar. Başkentlerini alıyorum.
Mutluluk duyup beni hediyelere boğuyorlar. Halife de bana "Tanrının bana verdiği
bütün ülkeleri sana veriyorum, bana emanet ettiği bütün Müslümanları sana teslim
ediyorum" diyor. Sarayını, kendini, haremini korumam için yalvarıyor. Ama iş kızını
istemeye geldiğinde, isyan edip, onurunu korumak istediğini söylüyor. Uğruna
savaşmak istediği tek yer, bir bakirenin kıçı mı?"
Halife boğulacak gibi oldu. Ağzından tek söz çıkmadı. Vezir durumdan
yararlanarak konuşmasını tamamladı:
— Sultan ayrıca şunu söyledi: "Git söyle, bu kızı alacağım. O İmparatorluğu ve
Bağdat'ı aldığım gibi".
VIII
Cihan, büyük bir zevkle, ünlü adamların evlilik öykülerini ballandıra ballandıra
anlatıyordu; onu suçlamaktan vazgeçen Ömer de, Cihan'in mimiklerine katılıyordu.
Cihan, hınzırca sustuğunda, Ömer öykünün nasıl bittiğini bildiği halde, devam
etmesi için yalvarıyordu.
Öykümüze devamla, Halifenin, içini karalar basa basa "Evet" demek zorunda
kaldığını söyliyeyim. Tuğrul, cevabı alır almaz, Bağdat'ın yolunu tutmuş ve kente
varmadan önce, düğün hazırlıklarını görmesi için önden vezirini göndermişti.
Halifenin sarayına vardığında vezire, nikâhın aktedilebileceğini ama
buluşmalarının söz konusu olamayacağı söylendi. "İşin önemli yanı buluşup
görüşmeleri değil, bu nikâhın taşıdığı şeref" idi. Vezirin sabrı taştığı halde,
kendini tuttu:
— Tuğrul Bey'i tanıdığım kadarı ile söyleyeyim, işin şerefi kadar birleşmeye de
verdiği önem yabana atılır gibi değildir. Gerçekten de Sultan, artık daha fazla
sabredemeyeceği için, birliklerini hazırola geçirmiş, Bağdat'ın etrafını çevirmiş,
Halifenin sarayını kuşatmıştı. Halife sonunda direnmekten vazgeçti ve "buluşma"
gerçekleşti. Halifenin kızı, altın işlemeli bir yastığın üzerinde oturuyordu: Tuğrul
Bey odaya girdi, yeri öptü, sonra "peçesini kaldırmadan, ona tek bir söz
söylemeden, onu orada yokmuş varsayarak, onurlandırdı." Ondan sonra hergün
gelip onu onurlandırdı, ama bir tek kez olsun, yüzündeki peçeyi açmıyordu. Her
"buluşmadan" sonra, dışarıda yığınla adam bekliyordu. Çünkü Tuğrul Bey o kadar
keyifli çıkıyordu ki, sunulan bütün dilekçelere olur diyor, sayısız "ihsan"
dağıtıyordu. Meydan okuyarak yaptığı bu evlilikten çocuğu olmadı. Altı ay sonra
Tuğrul Bey öldü. Kısırlığı nam salmıştı. Kendi kusuru olduğu halde, ilk iki karısını
boşamıştı. Sayısız eş, cariye, odalıktan sonra, gerçeği kabul etmek zorunda
kalkıştı. Ortada bir kusur varsa, kendisine aitti. Müneccimlere, sağaltıcılara,
üfürükçülere ve şamanlara başvurulmuş, her dolunaydan
42
43
sonra, yeni sünnet edilen bir çocuğun kapçığını yutması tavsiye edilmişti. Sonuç
yine aynı. Sonunda Tuğrul Bey de kaderine razı gelmişti. Ama bu kusuru yakınları
üzerindeki saygınlığını yok eder korkusu ile, müthiş bir âşık olarak ün salmaya
bakmıştı. Nereye gitse, ardından, her biri doyuma ulaşmış bir harem taşıyordu.
Çevresinde, yeteneklerinden konuşulmasını isterdi. Subaylarının, hatta yabancı
konukların hünerini merak ederek, bu işin sırrını kendilerine de yermesi ve
geceleri edindiği bu gücün reçetesini, iksirini ulaştırması istenirdi.
Dediğimiz gibi Seyyide Hatun, altı ay sonra dul kaldı. Altın işlemeli yatağı boş
kaldı diye yakınacak hali yoktu. İşin asıl ciddi olan yanı, iktidar boşluğu idi. Yeni
doğan İmparatorluk, atası Selçuk'un adını taşısa da; asıl kurucusu Tuğrul'du.
Çocuksuz ölümü, Doğu'daki İslam âleminde kargaşa yaratmıyacak mıydı? Bir sürü
kardeş, yeğen, kuzen vardı. Türk'lerde ne büyük evlat hakkı ne de bununla ilgili
veraset yasası vardı.
Ama bir adam ortaya çıktı: Bu Çağrı'nın oğlu Alp Aslan idi. Bir kaç ay içinde aşiret
üyelerine, kimini katlederek, kimini satın alarak, kendini kabul ettirmişti. Kısa
sürede, kendi vatandaşlarının gözünde büyük bir hükümdar oldu. Büyük, azimli ve
adil bir hükümdar. Ama rakipleri dedikodudan vazgeçmediler. Kısır Tuğrul'un
erkekliği ün saldığı halde, dokuz çocuklu Alp Aslan, cins-i latife az ilgi gösterir
diye bilinirdi. Düşmanlarının ona taktığı ad "Efemine" idi. Çevresindekiler, böylesi
tehlikeli konuya değinmekten ürkerlerdi. Haklı ya da haksız, bu ünü, henüz
başlayan parlak saltanatına bir anda son verecekti.
Cihan ile Ömer bunu henüz bilmiyorlardı. Ebu Tahir'in bahçesindeki küçük köşkte
çene çalıp dururlarken, otuz sekiz yaşındaki Alp Aslan yer yüzünün en güçlü insanı
olmuştu. İmparatorluğu, Kabil'den Akdeniz'e uzanıyordu. İktidarı mutlak, ordusu
sadık, veziri de çağının en yetenekli adamı Nizamülmülk idi. Alp Aslan, kısa süre
önce Anadolu'da, Malazgirt'de, Bizans İmparatorunu yenmiş, ordusunu perişan
etmişti. Bütün camilerde onun zaferleri anlatılıyordu. Savaşırken nasıl bembeyaz
bir kefene büründüğü, nasıl kokular süründüğü, atının kuyruğunu kendi eliyle nasıl
bağladığı, Bizanslıların gönderdikleri Rus keşif erlerini ordugâhının yanı başında
nasıl yakaladığı, burunlarını nasıl kestirdiği ama bunun yanı sıra İmparatoru nasıl
serbest bıraktığı anlatılıyordu.
Kuşkusuz İslam âlemi için büyük bir an, Semerkant için korkulu bir düş
yaşanmaktaydı. Alp Aslan her zaman Semerkant'ı is-
44
temiş geçmişte onu ele geçirmeye çalışmıştı. Sırf, Bizanslılar ile anlaşmazlığa
düştüğünden bu işe ara vermiş, iki hanedan arasındaki evlilikler de bir bırakışma
sağlamıştı. Sultanın büyük oğlu Melikşah, Nasır'ın kız kardeşi Terken Hatun ile,
Nasır Han da Alp Aslan'ın kızı ile evliydi.
Ancak bunun gibi düzenlemeler kimseyi aldatmaz. Kayın babasının Hıristiyanları
yendiğini haber aldığı andan itibaren, Semerkant hükümdarı, kentin basına
gelecekler için korkmaktaydı. Haksız da değildi. Olaylar hızla gelişiyordu.
İki yüz bin Selçuklu askeri "nehri" geçmeye hazırlanmaktaydı. O tarihte adı
Ceyhun olan, daha eskiden Oxus dedikleri ve ileride Amu Derya adını alacak olan
nehri. Birbirine bağlı kayıkların üzerinde kurulan köprüyü, sonuncu askerin
geçmesi, yirmi gün almıştı.
Semerkant'ta taht odası ağzına kadar dolu, ama sessizdi. Han, sarsılmıştı.
Saraylılar üzgündü. Kaçmak mı, şimdiden ihanette bulunmak mı yoksa beklemek mi
gerektiğini bilemiyorlardı. Han günde iki kez, kale duvarlarından birini teftişe
gidiyor, kendini askerlere ve ayak takımına alkışlatıyordu. Bu gidiş gelişlerinden
birinde, genç kentliler yanma yaklaşmak istemişler, hükümdarın yanına
yaklaştırılmayınca da, askerleri yanında savaşmaya, kenti ve hanedanı savunmaya
hazır olduklarını haykırmışlardı. Nasır Han, bu girişimden hoşnut olacağı yerde,
öfkelenerek gezisini yarıda kesmiş ve askerlere, onları gözlerinin yaşma
bakmaksızın dağıtmalarını emretmişti. Saraya döndüğünde, subaylarına verdiği
öğüt şu oldu:
— Büyük babam, Tanrı bize bilgeliğini unutturmasın, Belh kentini almak
istediğinde, kentliler, hükümdarlarının olmadığı bir sırada silaha sarılıp
askerlerimizin çoğunu öldürmüşler. Ordumuz geri çekilmek zorunda kalmış. Bunun
üzerine dedem, Belh hükümdarı Mahmud'a sitem dolu bir mektup yazmış. Demiş
ki: "Ordularımızın karşılaşmasını istersem, Tanrı kimi isterse, galip odur. Ama
kavgamıza sıradan insanlar karışırsa, bu işin sonu nereye varır?" Mahmud dedeme
hak vermiş, vatandaşlarını cezalandırmış, silah taşımalarını yasaklamış, savaştan
doğan zararları onlara altınla ödettirmiş. Belh halkı için geçerli olan, asi mizaçlı
Semerkant'lılar için de geçerlidir ve benim kurtuluşum kentlilere kalacaksa, tek
başıma, silahsız gider Alp Aslan'a teslim olurum.
Subaylar Nasır Han'ı haklı bularak halkı yatıştırma sözü verdi-
45
ler. Bir kez daha sadakatlerini yenileyerek, yaralı hayvanlar gibi savaşacaklarını
söylediler. Bunlar sırf laf olsun diye söylenmiş sözler değildi. Maveraünnehir
ordusu, Selçuklu ordusu kadar değerli içli- Alp Aslan, sayıca üstündü ve Han'dan
yaşlı idi. Tabii ki kendi yaşı değil, ama hanedanının yaşı daha fazlaydı. Alp Aslan,
kuruluş heyecanını yitirmemiş ikinci kuşağa aitti. Nasır ise, yayılmaktan çok
eldekini tutmak kaygısı içinde, soyunun beşinci sırasında yer alıyordu.
Bu karışık günlerde, Hayyam kentten uzak kalmak istedi. Tabii ara sıra Saraya ya
da Kadı'ya görünmezlik etmiyordu, yoksa böyle bir zamanda kaçmış olduğunu
sanabilirlerdi. Ama çoğunlukla evden çıkmıyor, çalışmalarına ya da gizli defterinin
sayfalarına dalıyor, durmadan dört elle yazıyordu. Onun için savaş sanki, ona
ilham veren sağduyu aracılığı ile vardı sadece.
Çevresindeki acı gerçeği ona hatırlatan, bir tek Cihan idi. Her akşam cephedeki,
saraydaki haberleri getiriyor, Ömer de hiçbir heyecan belirtisi göstermeden onu
dinliyordu.
Alp Aslan yavaş yavaş ilerliyordu. Çok kalabalık, disiplini gevşek, hastası çok bir
ordunun bataklıkları geçerken gösterdiği yavaşlıktı onunkisi. Bazen, büyük bir
direnişle karşılaştığı için yavaştı. Nehrin yakınlarındaki kalelerden birinin
komutanı, Sultan'ın gününü karartanlardan biriydi. Gerçi ordu, kaleyi kuşatır ve
yoluna devam edebilirdi ama bu, geriyi görevsiz kılar, geri çekilme halinde tehlike
yaratabilirdi. Bu nedenle kale komutanının işini bitirmek gerekiyordu ve Alp
Aslan, on gün önce bu kararı vereli, çatışmalar şiddetlenmişti.
Çatışmalar Semerkant'tan izlenebiliyordu. Üç günde bir, kaleden uçurulan bir
güvercin geliyordu. Gönderilen haber asla bir yardım çağrısı değildi, insanlar ve
yiyecekler tükeniyor diye bir sızlanma da değildi; sadece karşıdakilerin
kayıplarindan söz ediliyor, aralarmda salgın hastalık söylentileri dolaştığı
belirtiliyordu. Harzemli Yusuf, bir günde Maveaünnehir'in kahramanı haline
gelmişti.
Ne var ki bir avuç savunucunun dağıtıldığı, kalenin surlarının yıkıldığı, burçlarına
tırmanılıp içeriye girildiği gün geldi. Yusuf yaralanıp esir düşmeden önce, sonuna
kadar savaşmıştı. Bunca sıkıntıya neden olan Yusuf'u merak ettiği için, onu
Sultanın huzuruna çıkardılar. İki dev yapılı er, iki kolunu sıkıca tutmuştu. O ise,
başı dimdik Sultanın karşısında duruyordu. Alp Aslan, üzeri yastıklar-
46
la dolu ahşap bir kerevette oturmaktaydı. İki adam, birbirine meydan okurcasına
bakıştı. Sultan buyurdu:
— Dört kazığa bağlansın, gerip parçalayın!
Yusuf küçümseyen bir bakış fırlattıktan sonra haykırdı:
— Erkekçe dövüşene bu ceza hak mı?
Alp Aslan cevap vermedi. Başını çevirdi. Yusuf ona seslendi:
— Sana söylüyorum, karı kılıklı!
Sultan, akrep sokmuşçasına yerinden sıçradı. Yanı başındaki yayını aldı. Okunu
kertikledi. Askerlere, esiri bırakmalarını buyurdu. Eli bağlı bir adamı vurmak
istemezdi. Zaten korkusu da yoktu. O güne dek, hedefi hiç ıskalamış değildi.
Sinirli oluşu, acele edişi, bunca kısa mesafeden ok atmaya kalkışı yüzünden midir
nedir, Yusuf'u vuramadı. İkinci okunu çekemeden, esir üzerine saldırdı. Giysileri
arasında saklı duran hançerini Sultana sapladı. Üzerine çullandılar, vücudunu
paramparça ettiler. Suratında ölümün dondurduğu bir sırıtış vardı. Öcünü almıştı,
Sultan da çok yaşamayacaktı.
Alp Aslan dört gün, dört gece can çekişti. O acılı dört gün boyunca, acı
düşüncelere daldı. Söylediği sözleri, o dönem tarihçileri şöyle naklettiler:
"Geçen gün, yüksek bir yerden orduma bakıyordum. Ayaklarımın altındaki toprağın
titrediğini hissettim. Kendi kendime Dünyanın hakimi benim! Benimle kim boy
ölçüşebilir? dedim. Tanrı bana, insanların en sefilini gönderdi. O savaşta yenilmiş
bir esir, bir mahkum. Benden güçlü çıkıp beni vurdu. Beni tahtımdan etti, beni
canımdan etti."
Ömer Hayyam bu olayın ardından mı yazdı şu dörtlüğü?
Zaman zaman bu dünyada bir adam kalkar,
Şişinerek: îşte buradayım! der.
Kısa bir düş boyunca sürer zaferi,
Ölüm gelmiştir bile ve: îşte buradayım! der.
47
IX
Bayram sevinci yaşayan Semerkant'ta, bir kadın ağlama cüreti
gösterebilmekteydi: O da, sevinci başına vurmuş Han'ın karısı idi. Çünkü
hançerlenen sultan; onun babası idi. Gerçi kocası ona başsağlığı dilemiş, haremin
yas tutmasını buyurmuş, sevincini çokça belli eden bir harem ağasını
kırbaçlatmıştı ama, Divan'a döndüğünde: "Tanrı Semerkant'lıların duasını kabul
etti" demekten kendini alamamıştı.
O çağda, bir kent ahalisi, bir Türk hükümdarına diğerini neden yeğ tutsun
denilebilir. Ama Semerkant'lılar yine de dua et-mislerdi çünkü ardından gelecek
katliam, yağma ve çapulculuk nedeniyle sahip değiştirmekten korkuyorlardı. Bir
başka hüküm- darın, kendi hükümdarlarını yenmesini dilemeleri için, onun
kendilerini korkunç bir vergi yükü altında ezmesi, süresiz huzursuz kılması
gerekirdi. Oysa Nasır Han böyle bir hükümdar değildi| Belki en iyisi değildi ama,
en kötüsü de sayılmazdı. Semerkant'lılar Nasır ile geçinmenin yolunu bulmuşlar,
gerisini de Allah'a havale! etmişlerdi.
Semerkant'ta, savaş önlendiği için bayram edilmekteydi. Koca Ras-el-Tak
alanında, çığlıklar duyuluyor, dumanlar yükseliyordu. Duvar diplerine seyyar
satıcılar dizilmiş, sokak lambalarının alt şarkıcılar ile çalgıcılar kapmıştı.
Meddahların, falcıların, yılan oynatıcıların çevresi kâh kalabalık kâh tenha idi.
Alanın tam ortalık yerinde, derme çatma bir kürsüye çıkan ozanlar, ele
geçirilmeyen, fethedilmeyen, eşi bulunmayan Semerkant adına şiirler
okumaktaydı. Halkın kararı anlıktır. Yükselen yıldızların yanı sıra, kayan yıldızlar
da vardır. Aylardan aralık idi. Geceleri sert geçiyordu. Sarayda şarap testileri
dolup boşalıyor, Han mutlu bir sarhoşluk yaşıyordu.
Nasır Han, ertesi günü camide sâlâ okuttuktan sonra, kayınbabasının ölümü
nedeniyle taziyeleri kabul etti. Bir gün önce, güle oynaya kutlamaya gelenler,
şimdi de yaşlı gözlerle üzüntüle-
rini belirtiyorlardı. Bir kaç ayet okumuş olan Kadı, Ömer'e de aynı şeyi yapmasını
işaret etti, sonra kulağına fısıldadı:
— Hiç şaşma. Gerçek, iki yüzlüdür. İnsanlar da öyle.
Nasır Han, aynı akşam Ebu Tahir'i çağırttı ve Semerkant'ı temsil eden taziye
heyetine katılmasını istedi. Yüzyirmi kişilik heyette Ömer de vardı. Gittikleri yer,
tam nehrin kıyısında, Selçuklu Ordusunun karargâhı idi. Çevrede binlerce çadır ve
yurt görülüyordu. IVlaveraünnehir'in saygı değer temsilcileri, geçici olarak
kurulmuş olan bu kentte, aşiretlerinin bağlılığını yenilemeye gelen askerlere kaygı
ile bakıyorlardı. Onyedi yaşmda, çocuk yüzlü bir deve benzeyen Melikşah,
babasının düştüğü basamakta, ayakta duruyordu. Ondan bir iki adım geride,
İmparatorluğun güçlü adamı, Melikşah'ın saygı belirtisi olarak "ata" diye
çağırdığı, başkalarının ise takma adı ile andıkları Nizamülmülk duruyordu.
Nizamülmülk, devlet düzeni anlamına gelmekteydi ve bu adı onun kadar hak eden
bir başkası olamazdı. Ziyaretçilerinin her yaklaşışlarrnda, genç hükümdar
bakışlarıyla ona danışıyor, kimsenin görüp anlamadığı bir işarete göre, ya saygılı,
ya yakın, ya soğuk ya da ilgisiz davranıyordu.
Semerkant heyeti olduğu gibi Melikşahın ayağına kapanmıştı. Aralarından ileri
gelen bir kaç kişi, kalkıp Nizam'a doğru gitti. Nizam kıpırdamadan duruyordu.
Yardımcıları çevresinde dolanmaktaydı. Nizam, onları hiç kıpırdamadan dinliyordu.
Onu, bağırıp çağıran bir amir olarak değil, nasıl davranılması gerektiğini
hareketleri ile gösteren bir yönetici olarak görmek gerekir. Suskunluğu dillere
destandı. Bir ziyaretçinin, onun huzurunda tek bir söz etmeden bir saat oturduğu
görülmüştü. Çünkü o ziyaretçi sırf onunla konuşmak için değil; sevgisini sağlamak,
kuşkularına son vermek, unutulmasını önlemek için gelmişti. Semerkant'lılardan
oniki kişi, İmparatorluğu yöneten eli sıkma onuruna sahip oldu. Ömer, Kadı'nın
yanı sıra Nizam'a yaklaşmış, o da başını kaldırıp, ellerini avucuna almış, sonra da
alçak sesle kulağına:
— Gelecek yıl bu vakit İsfahan'a gel. Konuşalım, demişti.
Hayyam, doğru duyup duymadığından emin değildi. Karşısındaki adam gözünü
korkutmuş, törenden etkilenmiş, ayrıca, ağlayıcıların bağrışmaları onu serseme
çevirmişti. Bir doğrulama, bir onay bekler gibi durmuş ama ardındaki insan seli
onu sürükleyip vezirden uzaklaştırmıştı.
Dönüş yolunda Hayyam sadece bunu düşünüyordu. Acaba bu
48
49
sözler yalnızca kendisine mi söylenmişti? Kendisini, başkasıyla karıştırmış olamaz
mıydı? Sonra gerek zaman gerek yer bakımından neden bu kadar uzak bir
buluşma?
Kadıya açılmaya karar verdi. Kadı, tam önünde durduğuna göre, bir şeyler görmüş,
bir şeyler duymuş, bir şeyler hissetmiş olabilirdi. Ebu Tahir, Hayyam'ı
dinledikten sonra alaycı bir tavırla:
— Vezirin sana bir şeyler fısıldadığını gördüm dedi. Ne dediğini duymadım. Ama
kesinlikle şunu söyleyebilirim ki, seni başkası ile karıştırmış değildir. Çevresindeki
bütün o yardımcıları görmedin mi? Ne işe yarıyorlar sanıyorsun? Her heyet
kimlerden oluşuyor, adları nedir, işleri nedir, bunlar hakkında bilgi verirler. Senin
adını öğrendikten sonra, Nişapur'lu bilgin, gökbilimci Ömer Hayyam'mı diye
sordular. Kimliğin hakkında yanılgıları yok. Zaten Nizamülmülk'ün kendisi
yaratmak istemedikçe, yanılgı söz konusu olamaz.
Taşlı bir yoldan gidiyorlardı. Sağda, ta uzaklarda, yüksek dağların tepeleri bir
çizgi oluşturmuştu. Pamir'in kollarıydı bunlar. Hayyam ve Ebu Tahir yan yana at
sürüyor, eyerleri birbirine sürtüp duruyordu.
— Peki benden ne isteyebilir?
— Bunu öğrenmek için bir yıl sabretmen gerekecek. O tarihe kadar tahminde
bulunacağım diye kendini yorma, önünde çok zaman var, yorulursun. Bundan
kimseye söz etme!
— Konuşkan olduğumu gördünüz mü hiç? Hayyam'ın sesi sitemliydi. Kadı oralı
olmadı:
— Dobraca söylemek gerekirse, o kadına bundan söz etme! Ömer'in kuşkulanması
gerekirdi aslında. Cihan'ın gidip gelmeleri günün birinde anlaşılacaktı. Ebu Tahir
devam etti:
— Daha ilk buluşmanızda, muhafızlar haber verdiler. Onun ziyaretlerini meşru
kılacak bir takım bahaneler uydurmak zorunda kaldım. Onu görmezlikten
gelmelerini ve seni her sabah uyandırmalarını söyledim. Sakın telaşlanma, o ev
hâlâ senin evindir, bunu bugün de yarın da böyle bil. Ama sana bu kadını
anlatmalıyım.
Ömer bozuldu. Dostunun "bu kadın" deyiş biçimini sevmedi. Aşkını tartışmak
niyetinde değildi. Kadı kendisinden büyük olduğu için karşılık vermedi ama yüzü
asıldı.
— Sözlerimin seni kızdırdığını biliyorum. Ama ne diyeceksem, sonuna kadar
söyleyeceğim. Gerçi dostluğumuz yeni ama, yaşım ve başım bana bu hakkı veriyor.
Bu kadını sarayda ilk gördüğünde, ona tutkuyla baktın. Genç ve güzel bir kadın.
Şiirleri ho-
50
suna gitmiş, cesareti kanını alevlendirmiş olabilir. Ama gel gör ki, o bir tepsi altın
karşısındaki davranışlarınız farklı idi. Senin iğrendiğin şeyi o ağzına soktu. O bir
saray şairi gibi, sen ise bir bilge gibi davrandınız. Ona bunu söyledin mi?
Ömer bir şey söylemedi ama Kadı, cevabın hayır olduğunu anladı. Devam etti:
— Genellikle bir ilişkinin başında hassas konulara değinilmez. Binbir zahmetle
kurulan bu kırılgan yuvanın yıkılmasından korkulur. Ama bana kalırsa, seni o
kadından farklı kılan şey, ciddi ve önemlidir. İşin özüdür. Hayata aynı bakışla
bakmıyorsunuz.
— O bir kadın ve dahası bir dul. Bir efendiye bağlı olmadan yaşamaya çalışıyor. Bu
cesaretine hayran olmamak elde değil. Şiirinin hak ettiği altını aldı diye, onu
neden suçlamak?
Ebu Tahir, Hayyam'ı bu tartışmaya sürüklemiş olmaktan memnun, devam etti:
— Kabul edelim. Ama sen de kabul et ki bu kadın, saraydaki kadınlardan farklı bir
hayat süremez.
— Belki.
— Yine kabul et ki, sen saray hayatından nefret ediyorsun ve gerektiğinden bir
saniye fazla kalamazsın.
Sıkıntılı bir sessizlik oldu. Ebu Tahir kısa kesti:
— Ben sana gerçek bir dosttan duyabileceğin şeyleri söyledim. Bundan sonra, sen
açmadıkça benden tek söz işitemezsin!
51
X
Semerkant'a vardıklarında soğuktan, at sürmekten ve aralarındaki]
huzursuzluktan yorgun düşmüşlerdi. Ömer, attan iner inmez küçük köşküne gitti,
yemek bile yemedi. Yol boyunca üç adet rubaiî yaratmıştı ve şimdi onları yüksek
sesle on kez, yirmi kez tekrarf ediyordu. Bu dörtlükleri, kitabının derinliklerine
gömmeden önceJ şurasını burasını düzeltiyor, ya da değiştiriyordu.
Her zamankinden erken gelen Cihan, aralık duran kapıdan süzüldü, çarşafını
çıkardı. Ayaklarının ucuna basarak ilerledi. Ömer dalgındı. Çıplak kollarını aniden
boynuna doladı, yanağını yanağına değdirdi, güzel kokan saçlarıyla yüzünü örttü.
Hayyam'ın bundan çok hoşnut olması gerekirdi. Kim, hangi sevgili, bundan daha
sevecen bir saldırıya uğrayabilirdi? Şaşkınlığı geçtikten sonra, sevgilisini belinden
yakalayıp, özlemin acısını çıkartması gerekmez miydi? Ama sanki Ömer, bu
ziyaretten rahatsızdı. Kitabı önünde açık duruyordu. Keşke onu gizleyebilseydi.
Cihan'ın geri çekilmesini önlemek istedi ama Cihan bu soğuk karşılayışı hemen
hissetti. Nedenini anladı. Kuşkulu bakışlarını açık kitabın üzerinde gezdirdi.
Sonra:
— Bağışla! dedi. Seni bir an önce görmek istiyordum. Seni rahatsız edebileceğimi
düşünmemiştim.
Ağır bir sessizlik oldu. Ömer sessizliği bozdu:
— Bu kitabı sana göstermeyi hiç düşünmedim. Onu senden hep sakladım. Onu bana
hediye eden, gizlememi tembih etmişti.
Kitabı uzattı. Cihan bir kaç sayfasını çevirdi. Bir sürü boş sayfa arasında
karalanmış bir kaç sayfaya ilgisiz gözlerle baktı. Sonra:
— Neden gösteriyorsun ki? dedi. İstemedim ki... Zaten okuma bilmem.
Öğrenmedim. Bildiğim ne varsa, kulaktan dolma,
Ömer şaşmadı. O tarihte nice iyi şairin okuma yazma bilme mesi olağandı; üstelik
kadınların hepsi cahildi.
— Bu kitapta ne gizli? Simyacılık formülleri mi?
— Ara sıra yazdığım şiirler.
— Yasaklanmış şiirler mi? Din dışı? Mezhep dışı? Kışkırtıcı? Cihan kuşkulu
bakışlarla bakıyordu. Ömer gülerek kendini savundu:
— Yok canım, nereden aklına geldi? Hiç komplocuya benzeyen bir yanım var mı?
Bunlar şaraba, yaşamın güzelliklerine ve hayatın boşluğuna dair rubailer.
— Rubai mi? Sen mi?
Cihan'ın ağzından çıkan şaşkın çığlık aynı zamanda bir küçümsemenin de
ifadesiydi. Rubailer, avam şairlerine özgü, hafif hatta bayağı, yazınsal değerleri
olmayan şeyler sayılırdı. Ömer Hayyam gibi bir bilginin, ara sıra bir dörtlük
yazması, oyalanmak diye nitelendirilebilirdi ama, yazdıklarını son derece ciddi bir
biçimde, sır perdesine bürünmüş bir kitapta saklaması, bu kıstaslara önem veren
bir kadm şairi şaşırtacak bir işti. Ömer utanmış gibiydi. Cihan ise meraklanmıştı:
— Bana bir kaç satır okur musun? Hayyam'ın daha ileri gitmeye niyeti yoktu.
— Günü geldiğinde hepsini okurum, dedi.
Cihan daha fazla üzerinde durmadı. Başka soru sormadı. Ama fazla alaycı
görünmemeye çalışarak:
— Bu kitap bittiğinde sakın Nasır Han'a verme dedi. Rubaiyat yazarlarına pek
saygı göstermez. Seni, bundan sonra bir daha yanı başına oturtmaz.
— Bu kitabı kimseye sunmak niyetinde değilim. Bundan bir kazanç beklemiyorum.
Saray şairlerinin hırsı bende yoktur.
Cihan Hayyam'ı, Hayyam da Cihan'ı yaralamıştı işte. Aralarındaki sessizlikte, her
ikisi de çok ileri gidip gitmediklerini, geriye bir şeyler kalmışsa, onları
kurtarmanın şimdi sırası olup olmadığını düşündüler. Hayyam, şu anda Cihan'a
değil, Kadı'ya kızıyordu. Onu konuşturmuş olmaktan pişmandı. Söylediklerinden
dolayı, sevgilisine başka gözlerle bakıp bakmadığını bilemiyordu. O güne dek,
büyük bir saflık ve umursamazlık içinde, onları birbirlerinden ayırabilecek şeyleri
akla getirmeme isteği ile yaşıyorlardı. Hayyam: Acaba Kadı gözlerimi mi açtı,
yoksa sadece mutluluğunu mu gölgeledi" diye düşünmekten kendini alamadı.
— Değiştin Ömer. Nasıl değiştiğini söyleyemem ama, bana bakışın, konuşuş
biçimin, tanıyamayacağım bir şekil aldı. Sanki, kötü bir şey yapmışım da benden
kuşkulanıyorsun, sanki bir nedenden °türü bana kızıyormuşsun gibi. Anlamıyorum
ama birdenbire içini hüzün kapladı.
52
53
Ömer, onu kollarına almaya çalıştı. Cihan hızla geri çekildi.
— Beni bu biçimde yatıştıramazsın. Ne oldu? Söyle bana.
— Cihan; gel yarına kadar konuşmamayı kararlaştıralım.
— Yarın burada olmayacağım. Nasır Han, şafak vakti Semer-kant'dan ayrılıyor.
— Nereye gidiyor?
— Kiş, Buhara, Tirmiz, ne bileyim? Bütün saray peşinden, tabii bu arada ben de...
— Semerkant'da, yeğeninde kalamaz mısın?
— İş, bahane yaratmaktan ibaret olsaydı! Sarayda bir mevkim var. Bunu elde
edinceye kadar, on erkek gücüyle savaştım. Ebu Tahir'in bahçesinde eğlenmek
için bu yeri yitirecek değilim.
Ömer, düşünmeden atıldı:
— Eğlenmek için değil. Hayatımı paylaşmak istemez misin?
— Hayatını paylaşmak mı? Paylaşacak bir şey yok!
- Cihan hiç öfke belirtisi göstermeden bu sözleri söylemişti. Bir gözlemde
bulunuyordu ve sevgisini yitirmiş değildi. Ömer'in dehşete düşmüş yüzünü
görünce, yalvarmaya ve ağlamaya başladı:
— Bu akşam ağlayacağımı biliyordum. Ama bu yüzden değil. Birbirimizden uzun
süre, hatta sonsuza kadar ayrılacağımızı biliyordum ama bu sözler, bu bakışlarla
değil. Yaşadığım en güzel aşktan bu bakışları, bir yabancıya aitmiş gibi olan bu
bakışları götürmek istemiyorum belleğimde. Bana son kez bak Ömer! Senin
sevgilin olduğumu anımsa. Beni sevdin, ben seni sevdim. Beni tanıdın mı?
Hayyam sevgi ile kolunu beline doladı. İçini çekti:
— Keşke içimizi dökmeye, açıklama yapmaya zamanımız olsaydı. Bu budalaca kavga
yok oluverirdi. Ama zaman çabuk geçiyor. Bu karmaşık saniyelerde, geleceğimiz
ile oynamamız için bizi zorluyor.
Ömer de bir damla gözyaşının döküldüğünü hissetti. Gözyaşlarını saklamaya
çalışırken, Cihan onu durdurdu. Hızla kollarını boynuna doladı, yüzünü yüzüne
dayadı:
— Yazılarını saklayabilirsin ama gözyaşlarını saklayamazsın. Onları görmek, onlara
dokunmak, kendileriminkilere katmak, izlerini yanaklarımda hissetmek, tuzlu
tadını dilimde tutmak istiyorum.
Sanki birbirleriyle didişmek, boğuşmak, birbirlerini yok etmek ister gibiydiler.
Elleri delirmiş, giysileri uçuşmuş halde, yakıcı gözyaşları ile alevlenen
bedenlerinin, bir benzeri olmayan aşk gecesine
54
dalışı idi yaşadıkları. Ateş yayılıyor, onları sarıyor, çevreliyor, mest ediyor,
coşturuyor, zevkin doruğuna dek, eti etin içinde eri-Hrcesine birleştiriyordu.
Masanın üzerindeki kum saati, damla damla zamanı eritiyordu. Ateş hafiflemiş,
titremeye başlamış, sönmeye yüz tutmuştu. Soluk soluğa bir gülümseyişin
habercisi gibiydi Birbirlerini uzun süre içlerine çektiler. Ömer, ona ya da meydan
okuduğu kadere seslendi usulca:
— Kavgamız yeni başlıyor!
Cihan, gözleri kapalı, ona sarıldı:
- Gün doğana kadar beni uyutma!
Ertesi gün, Hayyam'ın elyazması kitabında iki yeni mısra yer alıyordu. El yazısı
titrek, çekingen ve bozuktu:
Hayyam, yalnızdın sevgilinin yanında! Şimdi gitti, artık ona sığınabilirsin.
55
XI
İpek Yolu'nun üzerinde, Tuz Çölü'nün berisinde, alçak konutlardan oluşan bir
uğrak yeridir Kaşan. Kervanlar, İsfahan varoşlarını haraca kesen haydutların
sığınağı, uğursuz Akbaba Dağı'na tırmanmadan önce, orada soluklanırlardı.
Kaşan bir kil ve çamur kentiydi. Oraya varan, doğru dürüst bir duvar, süslü bir
bina cephesi bulma ümidini boş yere beslerdi. Semerkant'tan Bağdat'a binlerce
camiyi, sarayı, medreseyi yeşile ve altına boğan o ünlü cilalı tuğlalar bu kentte
yapılmaktaydı. Doğu'daki İslam aleminde fayansın adı Kâşî ya da Kâşanî idi. Tıpkı
porselenin Acemce ve İngilizce, Çin'e atfen Çinî adını taşıması gibi!
Kentin dışında, dut ağaçlarının gölgesinde bir kervansaray vardı. Dikdörtgen
surları, gözetleme kuleleri, hayvanlar ve yükler için bir dış avlusu, odacıklarla
çevrili bir iç avlusu vardı. Ömer, bu odalardan birini tutmak istedi ama han sahibi
üzgündü. Hiçbiri boş değildi, İsfahan'lı zengin tüccarlar, oğulları ve hizmetkârları
ile gelmişlerdi. Bunun doğru olduğunu anlamak için, han defterine bakmaya gerek
yoktu. Her yan, gürültücü satıcılar ve semiz hayvanlarla doluydu. Kışın ilk günleri
olduğu halde, Ömer açık havada yatabilirdi ama, Kâşan'ın akrepleri, çinileri kadar
ünlüydü.
— Sabaha kadar kıvrılacağım en ufak bir köşe de mi yok? Adam kafasını kaşıdı.
Karanlık basmıştı. Bir Müslümanı geri
çevirmek olmazdı:
— Ufacık bir oda var. Bir öğrenci kalıyor. Söyle de sana yer açsın, dedi.
Odaya yöneldiler. Kapısı kapalıydı. Hancı, kapıya vurmak gereğini duymadan açtı,
titrek bir mum ışığının önünde bir kitap hızla kapandı.
— Bu saygı değer yolcu üç ay önce Semerkant'dan yola çıkmış. Senin odanı
paylaşabileceğini düşündüm.
Genç adam sıkıldıysa da belli etmedi. Nazik ama hareketsiz durdu.
Hayyam içeriye girdi, selam verdi. Kendini ihtiyatla tanıttı:
— Nişapur'lu Ömer.
Karşısındakinin gözlerinde bir ışık yanıp söndü. O da kendini
tanıttı:
—- Ali Sabbah'ın oğlu Hasan. Kum doğumlu, Rey'de öğrenci, İsfahan yolcusu.
Bu ayrıntılı tanıtış Hayyam'ı huzursuz etti. Bu, kendi hakkında daha fazla bilgi
vermesi için bir çağrı idi. Buna bir neden görmüyor, bunu yapmaktan çekiniyordu.
Sustu. Yerine oturdu. Sırtını duvara dayadı ve ufak tefek, esmer, kadidi çıkmış
delikanlıyı incelemeye başladı. Yedi günlük sakalı, simsiyah sarığı, yerinden
fırlamış gözleri birbirine hiç uymuyordu. Delikanlı gülümseyerek ona baktı ve:
— İnsanın adı Ömer olunca, Kaşan çevresinde dolaşmak tehlikelidir, dedi.
Hayyam, büyük bir şaşkınlık gösterir gibi yaptı. Oysa atılan taşı anlamıştı. Adını,
Peygamberin ikinci halifesi Ömer'den almıştı. Halife Ömer, Ali'den yana olan
Şiilerce sevilmezdi. İran nüfusunun çoğunluğu Sünni olduğu halde, özellikle Kum
ve Kaşan kentleri, Şiilerin çoğunlukta oldukları yerlerdi ve buralarda bir takım
garip âdetler türemişti. Her yıl, Halife Ömer'in katlinin yıldönümünde, kutlamalar
yapılmaktaydı. Kadınlar süslenir, tatlılar, fıstık kavurmaları yapar, çocuklar
evlerinin önünden geçenlerin üzerine: "Allah Ömer'in belasını versin!" diyerek su
dökerlerdi. Halifeye benzettikleri bir kukla yaparlar, eline tezekten yapılan bir
tespih takarlar ve mahalle mahalle dolaşarak şöyle bağırırlardı: "Sen Ömer,
cehennemliksin. Sen hainsin, sen gasıpsın." Kum ve Kâşan'ın ayakkabıcıları,
yaptıkları kunduraların tabanına "Ömer" diye yazarlar, katırcılar hayvanlarını
"Ömer" diye çağırırlar ve her sopa vuruşta bu adı keyifle tekrarlarlardı. Avcılar,
sonuncu oklarını atarken "Bu da Ömer'in kalbine" diye bağırırlardı.
Hasan, bütün bu âdetleri birkaç kelime ile anlatıverdi, ayrıntıya girmedi. Ömer
ona dik dik baktıktan sonra, tok bir sesle şunları dedi:
— Adım yüzünden yolumu, yolum yüzünden adımı değiştirecek değilim.
Uzun süren bir sessizlik oldu. Birbirlerinden bakışlarını kaçırdılar. Ömer
ayakkabılarını çıkartarak, uykuya dalmak için uzandı. Hasan tekrar konuştu:
— Bunları anlatmakla belki de seni incittim. Sadece, buralarda adını söylerken
dikkatli olmanı istedim. Niyetimi yanlış anlama.
56
57
Çocukken, Kum'da bu şenliklere ben de katılırdım. Büyüdükten sonra bunlara
başka gözle bakmaya başladım. Bu gibi taşkınlıkların, bir bilgine yakışmayacağını
düşündüm. Peygamberin öğrettiklerine de uymuyordu. Öte yandan, müezzinler,
Kaşan işi minarelerden "Ali'nin lanet olası mezhepçileri" diye bağırdıklarında, bu
da Peygamberin öğrettiklerine uymuyor, diye düşünüyorum. Ömer hafifçe
doğruldu:
— İşte akıllı bir adamın sözleri, dedi.
— Akıllı olmasını da, deli olmasını da bilirim. Sevimli olmayı da, itici olmayı da.
Ama, kendini tanıtma zahmetine bile katlanmayan biri ile odamı nasıl
paylaşabilirim?
— Bana tatsız şeyler söylemen için, adımı söylemem yetti. Ya bir de kimliğimi
açıklamış olsaydım?
. — Belki o zaman bunlardan hiçbirini söylemezdim. Halife Ömer'den nefret
edilebilir de, hendeseci Ömer, gökbilimci Ömer ya da feylesof Ömer sevilebilir.
Hayyam ayağa kalktı. Hasan kazanmıştı.
— İnsanların kim oldukları sade adlarından mı anlaşılır sanıyorsun? Bakışlarından,
yürüyüşlerinden, konuşma biçimlerinden de anlaşılır. Daha sen içeriye girer
girmez, bilgili bir adam olduğunu, şana da şerefe de yabancı olmadığını, ama aynı
zamanda ünü de unvanı da önemsemediğini, yolunu sormadan bulanlardan olduğunu
anladım. Admı söyler söylemez iyice emin oldum. Ben, tek bir Nişapurlu Ömer
bilirim.
— Beni etkilemeye çalışıyorsan, başardın. Ya sen kimsin?
— Sana adımı söyledim ama bir şey ifade etmedi. Ben, Kum'lu Hasan Sabbah'ım.
Hiçbir şeyle övünmüyorum ancak onyedi yaşımdayken din, felsefe, tarih ve
yıldızlar hakkında ne varsa okudum.
— Her şeyi okumak asla olası değildir. Her gün öğrenilecek
nice yeni şeyler vardır.
— Sına beni.
Ömer, oyun oynar gibi, karşısındakine bir kaç soru sordu. Eflatun, Euklides,
Porphyrios, Ptolemaios, Dioscorides, Galenos ve İbn-i Sina hakkında. Sonra
Şeriatın yorumlanması konusunda. Arkadaşının yanıtı her seferinde doğru, kesin
ve kusursuzdu. Gün ağarırken, ne biri ne de diğeri uyumuştu. Vaktin nasıl geçtiğini
anlamamışlardı. Hasan sevinçliydi, Ömer ise etkilenmişti.
— Bunca şey bilene bugüne kadar rastlamadım, diye itiraf etti. Tüm bu birikimle
ne yapmak niyetindesin?
Hasan önce sitemle, ruhunun derinliklerinden bir sırrı çalmışlarcasına baktı,
hemen sonra gevşedi, gözlerini yere indirerek:
— Nizamülmülk'ün yanma gitmek istiyorum, dedi. Belki bana vereceği bir iş
vardır.
Hayyam, kendisinin de büyük vezirin yanma gittiğini söylemekten son anda
vazgeçti. İçinin ta derinliklerinde yok olmamış kuşkusu, onu alıkoymuştu.
İki gün sonra tüccarlar kervanına katıldılar. Yanyana yürüyor, Farsça veya Arapça
şiirleri ezbere okuyorlardı. Arasıra tartışıyorlar, hemen ardından tartışmayı
kesiyorlardı. Hasan "kesin doğrulardan", "tartışılmaz gerçeklerden" söz ederken
bile, Ömer kuşkulu bekliyor, düşüncelerini belirtmede aceleci davranmıyor,
nadiren tercihte bulunuyor, bilmediği bir şey olursa bilgisizliğini içtenlikte
söylüyordu. Ama tekrarladığı sözler hep şunlardı: "Ne söyleyeyim istiyorsun? Bu
şeyler örtülü. Sen ve ben, her ikimiz de örtünün bu yanındayız. Örtü kalktığında,
artık burada olmayacağız."
Bir haftalık yoldan sonra, İsfahan'a vardılar.
58
59
XII
Isfahan, nısf-ı Cihan! Acemler, böyle derler. Yani: "İsfahan, dünyanın yarısı". Bu
deyim, Hayyam'dan çok sonra ortaya çıkmış ama daha 1074'de, kenti övmek için
neler söylenmemiş: "Taşları cevher, sinekleri arı, otu safran!" "Havası mis,
ambarları kurtsuz, etleri dayanıklı!" Beşbin ayak yükseklikte kurulduğu bir
gerçek! Ama yine de' altmış kervansaray, ikiyüz banker ve sarraf, bir o kadar da
çarşısı vardır. Atölyelerinde ipek ve pamuk dokunur. Halıları, kumaşları, kilitli
çekmeceleri uzak ülkelere ihraç edilir. Zenginliği dillere destan! Acem ülkesinin
bu en kalabalık kenti, iktidar, servet ya da bilgi arayanları kendine çeker.
Bu kent dediysem de, tam anlamı ile kent sayılmaz. Rey'den; gelen bir yolcunun
öyküsü anlatılıp durur. Adam, İsfahan'ı görmek için öyle acele etmiş ki,
kervanından ayrılıp tek başına at sürmüş. Birkaç saat sonra kendini, "hayat veren
ırmak" anlamına gelen Zende-Ru'nun kıyısında bulmuş. Kıyı boyunca gidip,
kerpiçten yapılma bir kalenin önüne varmış. Gerçi orası da kalabalıkmış ama,
geldiği yer olan Rey'in eline su dökemezmiş. Kapıya gelince, muhafızlara sormuş:
— Burası Cay kentidir demişler.
İçeriye girmeyi değer bulmayıp batıya yönelmiş. Atı yorgun düşmüş. Sonunda bir
başka kentin kapısına varmış. Yaşlı bir adama sormuş:
— Burası Yahudiye'dir diye yanıtlamış yaşlı adam. Yahudi kenti.
— Bu ülkede o kadar çok Yahudi mi var?
— Bir kaç aile var. Oturanların çoğu, senin benim gibi Müslümandır. Buraya
Yahudiye derler, çünkü Kral Nabukodonozor, Kudüs'ten getirdiği Yahudileri
yerleştirmiş. Bazıları da der ki: Bir Acem Şahı ile evli olan Yahudi bir kadın, kendi
ırkından gelenleri, daha İslam'dan önce buralara yerleştirmiş. Hangisi doğrudur,
onu Allah bilir.
Yolcumuz oradan da dönmüş, yoluna devam etmek istemiş ama, atı yıkılır gibi
olmuş. İhtiyar adam sormuş:
— Böyle nereye gidiyorsun oğul?
— İsfahan'a!
Adam kahkahayı basmış.
— Sana İsfahan diye bir yer yoktur diyen olmadı mı?
— Nasıl olur? O, İran'ın en güzel, en büyük kenti değil mi? Çok eski zamanlarda
Dostları ilə paylaş: |