127
çanaktaki
tutkala
parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne; hepsine
bakıyordu. Susuyor ve
bakıyordu. Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu ve ana
diliyle sordu:
-
Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
—
Türk çocuğu musun be?
Hasan:
—
İstanbul’dan geldim.
Eskici:
—
Ben de o taraflardan... İzmit’ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğsü
bağır
açık, pantolonu dizlerinden
yamalı
, dişleri
eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin beyazına kadar sarıydı.
Türkçe bildiği ve
İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sâde işine değil, yüzüne de dikkatle
bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran
kırçıl
, seyrek bir
tutam
kıl
vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrâr sordu:
—
Ne diye düştün bu cehennemin ortasına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini târif etti; komşusunun oğlu
Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünelden geçtiklerini, bir kere de
kapıya beyâz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yatak olduğunu söyledi. Bir aralık da
kendisi sordu:
—
Sen niye buradasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı, uzun iş anlamında... ve mırıldandı:
—
Bir
kabâhat
işledik de kaçtık! Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan...
Durmadan, dinlenmeden,
nefes almadan, yanakları
sevincinden pembe pembe,
dudakları taze,
Dostları ilə paylaş: