5
MÜRiT YASAMI
Chakpori'deki "günlerimiz" gece yarısı başlardı. Gece
yarısını bildiren boru, loş bir biçimde aydınlatılmış koridor
larda yankılanırken, minder yataklarımızdan uykulu uykulu
kalkar ve karanlıkta el yordamıyla, beceriksizce giysilerimizi
arardık. Yapay utangaçlıkların olmadığı Tibet'te çıplak uyu
mak adetti. Eşyalarımızı, giysilerimizin bir torba gibi göğsü
müze çektiğimiz ön tarafına sokuşturup dışarı çıkardık. Son
ra, o saatte kalkmış olmaktan hiçbir hoşnutluk duymadan,
buz gibi koridorlardan aşağı titreyerek inerdik. Bize verilen
bir başka öğüt de şöyleydi: "Kızgın olduğunuz zaman Buda
gibi oturup dua etmektense, sakin bir kafayla dinlenmek da
ha iyidir." Sık sık saygısızca düşünürdüm: "Pekâlâ, niçin biz
sakin bir kafayla dinlenemiyoruz öyleyse? Gecenin bu vak
tinde ayağa kalkmaktan hiç hoşlanmıyorum!" Fakat hiç kim
se bana doyurucu bir yanıt vermiyordu ve ben de diğerleriyle
birlikte Dua Salonu'na gitmek zorunda kalıyordum her sefe
rinde. Burada bulunan sayısız yağ kandili, ışıklarını tütsü
dumanlarının sürüklenen bulutları arasından saçmak için
adeta çırpınır dururdu. Kocaman kutsal heykeller, titreşen
ışığın altında oynaşan gölgeler oluşturur, sanki ilahilerimizi
yanıtlar gibi eğilip bükülerek adeta canlı gibi görünürlerdi.
Büyüklü küçüklü yüzlerce rahip, yerdeki minderlerin
üzerinde bağdaş kurup, salon boyunca uzanan sıralar halin
de otururlardı. Her sıra, yüzleri birbirine dönük olarak otu
rurdu, böylece birinci ve ikinci sıralar yüz yüze, ikinci ve
68
üçüncü sıralar sırt sırta otururlar ve öteki sıralarda da dü
zen böyle giderdi. İlahilerimizi ve kutsal şarkılarımızı, sesle
rimize özel bir gam vererek söylerdik; çünkü Doğu'da sesle
rin de bir güce sahip olduğunu biliyorduk. Tıpkı bir müzik
notasının bir camı darmadağın edebildiği gibi, seslerin belir
li bir düzeni, belirli bir güç geliştirebilir. Bu ayinlerimizde
ayrıca, Kan-gyur'dan alınmış parçalar da okunurdu. Kiminin
üzerinde kan kırmızı elbiseler, kiminin boynunda altın renk
li atkılarıyla yüzlerce rahibin, küçük zillerin çıngırtıları ve
davulların gümbürtüsüyle bir bütün halinde ilahi okuyup,
hafif hafif sağa sola sallanışını seyretmek gerçekten çok etki
leyiciydi. Tütsü dumanının oluşturduğu mavi bulutlar, tanrı
heykellerinin dizlerinin çevresinde kıvrılır, bir çelenk gibi
birbirinin içine geçerdi. Bazen bu figürler, soluk ışık altında,
sanki gözlerini bize dikmiş bakıyor gibi görünürlerdi.
Ayin yarım saat sürer, sonra sabah dörde kadar uyu
mak üzere minder yataklarımıza dönerdik. Dördü çeyrek ge
çe bir başka ayin başlardı. Beşte de, tsampa ve yağlı çaydan
ibaret olan ilk yemeğimizi yerdik. Okuyucu bu ilk yemekte
bile tekdüze bir sesle sözcükleri mırıldanır ve gözcü de onun
yanında tetikte durarak çevreyi gözlerdi. Herhangi bir özel
emir ya da haber varsa, bu ilk yemekte iletilirdi bizlere. Ör
neğin, Lhasa'ya gidip bir şey alınması gerekebilirdi ve isteni
lenleri gidip alacak ya da toplayacak olan rahiplerin isimleri
bu kahvaltı sırasında bildirilirdi. Dışarı gidecek olanlara ay
rıca, hangi saatler arasında manastır dışında olacaklarını ve
hangi ayinlere katılamayacaklarını belirten özel bir izin kâ
ğıdı verilirdi.
Saat altıda, günlük derslerimizin ilkine başlamaya ha
zır, sınıflarımızda toplanmış olurduk. Tibet'te İkinci Yasa
mız şöyle derdi: "Dini adetleri yerine getirecek ve çalışacak
sınız." Yedi yaşımın bilgisizliğiyle, "Büyüklerinize ve soylu
doğmuş olanlara saygı göstereceksiniz," diyen Beşinci Yasa,
ihlâl edilirken, bu ikinciye niçin uymamız gerektiğini bir
türlü anlayamıyordum. O güne kadarki deneyimlerim beni,
yüksek ve soylu doğmuş olmakla utanç verici bir şey yapmış
69
olduğum inancına götürmüştü. Asıl önemli olanın bu doğum
la belirlenen düzeyin değil, fakat o insanın karakteri olduğu
nu henüz kavrayamamıştım o zamanlar.
Çalışmalarımıza kırk dakika kadar ara vererek, sabah
dokuzda bir başka ayine katılırdık. Aslında oldukça iyi vakit
geçirdiğimiz bir ara olurdu bu, fakat yine de ona çeyrek kala
yeniden sınıfta olmamız gerekiyordu. Bu kez bir başka konu
başlar ve saat bire kadar sürekli çalışmamız gerekirdi. Saat
bir olduğunda dahi yemek için hemen serbest bırakılmazdık;
ilk önce yarım saat süren bir ayine katılır, daha sonra yağlı
çayımızı içer, tsampamızı yerdik. Bunu bir saat süren ağır
bir iş takip ederdi; bedenimizi çalıştırsın ve bize alçak gönül
lülüğü öğretsin diye. En hoşa gitmeyen işlerin içinde, en kar
maşık olanını seçmemek için özel bir çaba harcardım.
Saat üç olduğunda, bir saatlik zorunlu bir dinlenme için
odalarımıza çekilirdik; dinlenme boyunca konuşmamıza ve
hareket etmemize izin verilmezdi, hiç kımıldamadan öylece
yatmak zorundaydık. Hiç kimsenin hoşuna gitmezdi bu ara,
çünkü uyumak için çok kısa ve hiçbir şey yapmadan tembel
tembel oturmak için de çok uzundu. Yapılacak çok daha iyi
şeyler düşünebilirdik! Saat dörtte, bu dinlenme süresi sona
erer ve yeniden çalışmaya dönerdik. Bu, günün en korkunç
devresiydi; hiç ara vermeden geçirdiğimiz bu beş saat, en şid
detli cezalara çarptırılmadıkça hiçbir biçimde sınıftan dışarı
çıkamadığımız bir süreydi. Öğretmenlerimiz kalın değnekle
rini kullanmakta oldukça cömert davranırlardı, üstelik içle
rinden bir kısmı suçluların cezalarını büyük bir istekle yeri
ne getirirlerdi. Yalnızca çok fena sıkışmış ya da en çılgın öğ
renciler, dönüşte cezanın kaçınılmaz olduğu "mazeret izni"
için talepte bulunurlardı.
Saat dokuzda, günün son yemeğini yemek üzere serbest
bırakılırdık. Bu yemek de yine yağlı çay ve tsampadan iba
retti. Ara sıra, ancak ara sıra, sebze verirlerdi bize. Sebzeden
kastım da genellikle dilimlenmiş şalgam ya da çok ufak tane
li bir parça fasulyeydi. Çiğ olarak verilen bu sebzeler yine de
aç oğlanlar tarafından büyük bir memnuniyetle midelere in-
70
dirilirdi. Hiç unutmam, sekiz yaşımdayken bir seferinde ce
viz turşusu vermişlerdi bize. Evdeyken sık sık yerdik ceviz
turşusunu ve özellikle benim çok hoşuma giderdi bu. Onun
için bir aptal gibi çocuğun birine, onun turşusuna karşılık
yedek giysimi vermeyi teklif ettim. Gözcü'nün kulağından
kaçmamıştı bu ve suçumu itiraf etmek üzere salonun ortası
na çağrıldım. "Açgözlülüğümün" cezası olarak yirmi dört
saat aç ve susuz bırakılacaktım. Üstelik yedek giysimi de al
dılar. Gerekli olmayan bir şeyle değiş tokuş etmeye kalkıştı
ğım için, artık ihtiyacım yoktu ona.
Saat dokuz buçukta yataklarımıza giderdik. Uyku için
hiç kimse geç kalmazdı! Bitmez tükenmez saatlerin beni öl
düreceğini zanneder, her an düşüp ölebileceğimi ya da derin
bir uykuya dalıp bir daha hiç uyanamayacağımı düşünür
düm. İlk günlerde ben ve diğer yeni oğlanlar bir köşeye gizle
nir, kaçamak bir güzel kestirirdik. Kısa bir süre sonra bu
uzun geçen saatlere alıştım ve günün uzunluğunu hiç fark
etmedim bile.
Sabahleyin beni uyandıran çocuğun yardımıyla kendimi
Lama Mingyar Dondup'un kapısı önünde bulduğumda, saat
henüz altı oluyordu. Henüz kapıya vurmadan, girmem için
seslendi bana içeriden. Odası çok güzeldi; duvarlar harikula
de resimlerle kaplanmıştı. Alçak sehpaların üzerine ufak
heykeller yerleştirilmişti; bunlar tanrı ve tanrıçaların yeşim
taşı, altın ve emayeden yapılmış şekilleriydi. Duvarda ise ko
caman bir dua değirmeni asılıydı.
Lama ben içeri girdiğimde, bir minderin üzerinde lotus
duruşunda oturmuş, önündeki alçak masanın üzerinde du
ran kitabı okuyordu.
"Gel buraya, yanıma otur Lobsang" dedi. "Seninle konu
şacak pek çok şeyimiz var; fakat ilk önce büyümekte olan bir
adam için önemli bir soru sorayım sana: Yeteri kadar yiyip
içtin mi?" Onu tok olduğuma güçlükle inandırdım. "Soylu
Reis seninle birlikte çalışabileceğimizi söyledi. Senin bundan
önceki bedenlenmeni araştırdık, güzeldi. Şimdi biz senin o
zamanlar sahip olduğun güç ve yetenekleri yeniden geliştir-
71
mek ve birkaç yıllık bir süre içinde, bir lamanın ömür bo
yunca edinebileceği bilgilerden daha fazlasına sahip olmanı
istiyoruz." Durakladı ve uzun uzun, sert sert baktı bana.
Gözleri deliciydi. "Bütün insanlar kendi yollarını seçmekte
özgür olmalıdırlar" diye sürdürdü sözlerini, "eğer doğru yolu
seçersen, kırk yıllık ömrün boyunca oldukça zor yaşayacak
sın; fakat bu bir sonraki hayatta yarar sağlayacak sana.
Yanlış yol ise bu hayatta sana geçici bir rahatlık ve zenginlik
sağlayacak, fakat gelişemeyeceksin. Yolunu sadece ve sadece
kendin seçebilirsin." Durdu ve bana baktı.
"Efendim," diye karşılık verdim, "babam bana kesin ola
rak, manastırda başarılı olamadığım takdirde eve dönmeme
mi söyledi. Eğer geri dönebilecek bir evim olmazsa, o zaman
ben nasıl rahatlık isteyebilirim ki? Ve eğer bu yolu seçersem,
bana kim doğruyu gösterir?" Güldü ve yanıtladı: "Şimdiden
unuttun mu? Senin önceki bedenlenmeni inceledik. Eğer
yanlış yolu, rahatlık yolunu seçsen bile, o zaman "Yeniden
Bedenlenmiş" biri olarak manastırdaki yerini alacaksın ve
birkaç yıl sonra da reis olup burayı yöneteceksin. Baban ba
şarısızlık saymaz bunu!"
Konuşma tarzında öyle bir şey vardı ki, ona bir soru da
ha yönelttim: "Peki, siz bunu başarısızlık olarak değerlendi
rir miydiniz?"
"Evet," diye yanıtladı, "ne bildiğini bildiğim için buna
başarısızlık derdim."
"Peki, bana kim yol gösterecek?"
"Eğer doğru yolu seçersen, senin rehberin ben olacağım,
fakat seçecek olan sensin, hiç kimse senin kararını etkileye
mez."
Ona baktım, uzun uzun inceledim. Ve gördüğüm şeyi
sevdim. Keskin siyah gözlü, kocaman bir adam. Geniş ve
açık bir yüz, geniş bir alın. Evet, gördüğümü sevmiştim. Yedi
yaşında olmama karşın zor bir hayat geçirmiş, birbirinden
farklı bir sürü insanla karşılaşmıştım; karşımdaki insanın
iyi olup olmadığını tartabiliyordum kafamda.
72
"Efendim" dedim, "sizin öğrenciniz olmayı ve doğru yolu
seçmeyi isterdim." Kederli bir biçimde ekledim, "Fakat yine
de çalışmayı sevmiyorum!"
Güldü, derin ve sıcaktı gülüşü. "Lobsang, Lobsang, as
lında hiçbirimiz çok çalışmaktan hoşlanmayız, fakat pek azı
mız bunu kabul edecek kadar doğrucuyuzdur." Kâğıtlarına
bir göz attı, "Madde ötesi görüşünü zorlamak için pek yakın
da alnına bir operasyon yapmamız gerekecek, ondan sonra
da hipnotizma yoluyla, çalışmalarını hızlandıracağız. Tıpta
olduğu kadar, metafizikte de pek çok şey öğreteceğiz sana."
Biraz keyfim kaçmıştı, demek daha da çok çalışma bek
liyordu beni. Bana, sanki bütün yedi yılım boyunca çok sıkı
çalışmış, yeteri kadar oyun oynamamış, uçurtma uçurmamı-
şım gibi geliyordu. Ama Lama ne düşündüğümü biliyordu
sanki. "Oh, evet, genç adam. İleride bol bol uçurtma uçurma
fırsatın olacak, hem de gerçek uçurtmaları, içinde insan taşı
yanları. Fakat ilk önce bütün bu çalışmaları en iyi biçimde
nasıl düzenleyebiliriz, ona bakalım." Kâğıtlarına döndü ve
onları biraz karıştırdıktan sonra, "Dur bakayım" dedi, "saat
dokuzdan bire kadar. Evet başlangıç için bu iyi. Her sabah
dokuzdaki ayine katılmak yerine buraya gel, ilginç ne gibi
konular tartışabileceğimizi görelim. Yarından itibaren başlı
yoruz. Annene ve babana göndermek istediğin bir mesajın
var mı? Bugün onları göreceğim. Senin saç örgünü verece
ğim de!"
Oldukça iyi başarmıştım. Bir oğlan çocuğu manastıra
kabul edildiğinde örgüsü kesilir ve kafası usturaya vurulur
du; bu örgü de, oğullarının kabul edilmesinin bir sembolü
olarak küçük bir rahip yardımcısı tarafından anne ve babası
na gönderilirdi. Benimkini ise Lama Mingyar Dondup'un
kendisi götürüyordu. Bu onun beni "manevi oğul" olarak ka
bul ettiğini gösteriyordu. Bu lama oldukça önemli bir kişiydi,
bütün Tibet'te en çok geçerli bir saygınlığa sahip, zeki bir
adamdı. Böyle bir insanın yanında başarısızlığa uğramaya
cağımı biliyordum.
Sınıfa geri döndüm. O sabah dersin en dikkatsiz öğren-
73
cisi bendim; düşüncelerim bambaşka yerlerdeydi. Öğretme
nimin ise beni cezalandıracak bol vakti oldu.
Öğretmenlerin hepsi de çok sertti, her şey o kadar zor
geliyordu ki bana! Fakat zaman geçtikçe, buraya bu amaçla,
yani eğitilmek için geldiğimi düşünerek kendimi avutmaya
çalıştım. Bunun için mi yeniden bedenlenmiştim? Biz Tibetli
ler, yeniden bedenlenmeye kuvvetle inanırız. Bu inanca göre,
gelişiminin ileri bir devresine ulaşmış kişi, ya bir başka bo
yutta varolmayı istediği için, ya da biraz daha öğrenmek ve
ya diğerlerine yardım etmek için yeryüzüne geri dönmeyi se
çer. Kendisine yeryüzünde yapması gereken belirli bir görev
seçmiş olan akıllı bir kişi, görevini tamamlayamadan ölmüş
olabilir. Bizim inancımıza göre bu durumda, diğer insanlara
yararlı olacak bir sonuca varmak kaydıyla, görevini tamam
lamak üzere yeryüzüne yeniden gelebilir. Ancak, önceki be-
denlenmelerinin nasıl olduğunu araştırıp bulabilen kimsele
rin sayısı pek azdı, çünkü bunun için belli birtakım belirti
lerin olması gerekirdi; zaman ve bedeli ise çoğu kez buna en
gel olurdu. Benim gibi bu belirli işaretlere sahip olanlara,
"Yeniden Bedenlenenler" denirdi. Bu kimselere gençliklerin
de, aynen bana yaptıkları gibi sertliğin de üstünde bir sert
likle davranılır, yaşlandıklarında ise en çok saygı gösterilen
kişi olurlardı. Bana gelince, gizli bilgilerimi "zorlayıp", onları
"beslemek" için özel bir işlemden geçecektim. Niçin, ben de
bilmiyordum o zamanlar!
Omuzlanma inen sille tokat yağmuruyla birlikte bir an
da silkinip, gerçeğe, sınıfa döndüm. "Aptal, budala, ahmak!
Aklı çelen şeytanlar o kalın kafanı delmeyi başardılar mı?
Doğrusu ben bile bu kadarını beceremiyorum. Dua et ki ayi
ne katılma vakti geldi!" Kızgınlıktan köpürmüş öğretmen, bu
ihtarla birlikte müthiş bir tokat daha atarak, kurumla kapı
dan dışarı çıktı. Yanımdaki oğlan, "Unutma bu akşam üzeri
mutfak işleri sırası bizde. Tsampa torbalarımızı doldurabile
ceğimiz bir fırsat çıksa keşke" dedi. Mutfak işleri ağırdı, üs
telik oranın "devamlıları"da biz küçüklere esir muamelesi
yaparlardı. Mutfakta sürekli çalışarak geçirilen iki saat so-
74
nunda dinlenmek için bir beş dakika bile verilmezdi bize.
Ağır çalışmayla geçen iki tam saat, sonra yine doğru sınıfa.
Bazı zamanlar geç vakte kadar mutfakta tutulur ve bu yüz
den sınıfa da geç kalırdık. Karşımızda, öfke içinde bizi bekle
yen bir öğretmen bulurduk, öyle ki onun o kalın sopası, daha
geç kalış nedenimizi açıklamaya fırsat bırakmadan sağımıza
solumuza inmeye başlardı.
Mutfakta çalıştığım ilk gün, az kalsın hayatımın son
günü oluyordu. İri ve yassı taşlarla döşenmiş koridorlarda
bir sürü halinde mutfağa doğru isteksiz isteksiz ilerledikten
sonra, mutfağın kapısında kızgın bir rahip karşıladı bizi:
"Haydi çabuk, sizi tembel, işe yaramaz haylazlar sizi," diye
haykırdı. "Baştan on kişi, şuraya girin ve ateşleri besleyin."
Ben onuncuydum. Bir kat daha aşağı indik. Sıcak kavuru
cuydu. Önümüzde, gürleyen ateşlerin kıpkırmızı ışığı parlı
yordu. Dört bir yana, fırınlarda yakacak olarak kullanılan
Yak Öküzü tezekleri dizilmişti. "Şu demir kepçeleri alın ve
gücünüzün yettiği kadar çabuk besleyin ateşi" diye haykırdı
bu işi yöneten rahip. Benim sınıfımdan olanların hiçbiri on
yedi yaşından küçük değildi. Bunlann arasında, yedi yaşın
da, çelimsiz bir tek ben vardım. Güçlükle havaya kaldırabil-
diğim kepçeyi, gübreyi ateşe atmak üzere götürürken rahi
bin ayağına düşürdüm. Kızgınlıktan adeta gürleyerek beni
boğazımdan yakaladı, çevresinde şöyle bir döndürüp bıraktı.
Uçarak arkaya savruldum. Ok gibi müthiş bir sızı kapladı
içimi, yanık et kokusu yayıldı ortalığa. Bir çığlık atarak ye
re, sıcak küllerin ortasına düşmüştüm. Kızgın demir sol ba
cağımı mafsala yakın bir yerde, kemiğe değene kadar yaktı
geçti. Beni şimdi bile zaman zaman rahatsız eden bu ölü de
risi gibi bembeyaz izi hâlâ taşırım. Sonraki yıllarda bu iz,
Japonların kimliğimi ortaya çıkarmalarına yardım edecekti.
Bir kargaşalık başladı. Her taraftan koşarak rahipler
geldiler. Ben hâlâ kızgın küllerin ortasında yatıyordum, az
sonra kaldırdılar. Bedenimin büyük bir kısmı, pek derin ol
mamakla birlikte, yanmıştı. Fakat bacağımdaki yanık ger
çekten çok ciddiydi. Beni derhal yukarı katta bulunan bir la-
75
manın odasına taşıdılar. Doktor olan bu lama bacağımı kur
tarmaya çalışıyordu. Demir paslıydı ve girdiği yerden çıkar
ken bir pas tabakası bırakmıştı ardında. Lama yarayı mua
yene ederek, bu pas parçalarından iyice temizlenene kadar
kazıdı. Sonra toz haline getirilmiş bir ot kompresiyle baca
ğım sıkı sıkı sarıldı. Bedenimdeki diğer yanık kısımlar, otlar
dan hazırlanmış ve alev alev yakan acıyı rahatlatan bir los
yonla silindi. Bacağım zonkluyor, zonkluyordu; bir daha hiç
yürüyemeyeceğimden emindim. Lama işini bitirdiği zaman
bir rahip çağırdı ve yandaki küçük odaya taşınıp, minderle
rin üzerine yerleştirildim. Birazdan içeri giren yaşlı rahip,
yere, yanı başıma oturarak dualar mırıldanmaya koyuldu.
Kaza olduktan sonra sağlığım için dua etmenin hiç de fena
bir şey olmadığını düşündüm kendi kendime.
Rahiplerin acımasız insanlar oldukları düşünülebilir,
aslında hiç de öyle değillerdi. "Rahipler" kimlerdi? Bizde bu
sözcüğün anlamı, lamalığa hizmet yolunda yaşayan erkekler
demektir. Bu kimsenin dini bir hizmette bulunması gerek
mez. Tibet'te hemen herkes rahip olabilir. Genellikle oğlan
çocukları, başka hiçbir seçim hakları olmadan, birer rahip ol
maya gönderilirler. Ya da herhangi bir çoban, yeteri kadar
sürü güttüğüne karar verip, ısı sıfırın altında kırk derece ol
duğu zamanlar başını sokabileceği bir çatı altını garantile
mek isteyebilir. Bu kişi dini inançları yüzünden değil, beden
sel rahatlığı için rahip olmuş demektir. Lama manastırla
rında, manastırın ev işlerini yapanlar, kalfalar, işçiler ve
çöpçüler yine "rahipler"dir. Dünyanın diğer ülkelerinde oldu
ğu gibi bizde de bu kişilere "hizmetkâr" ya da benzeri bir ad
verilmiştir. Bizim rahiplerin çoğu, oldukça zor bir yaşam ge
çirmiş olurlardı, çünkü üç bin yedi yüz metreden altı bin iki
yüz metreye dek yükselen bir ülkede yaşamak bile başlı başı
na bir zorluktur. Bizim için "rahip" sözcüğü, "adam" sözcü
ğüyle eş anlamlıydı. Din adamlarına verdiğimiz isimler ise
oldukça farklıydı. Mürit demek, öğrenci, acemi ya da rahip
adayı demekti. Genellikle herkesin "rahip" olarak adlandırdı
ğı kimselere bizde trappa denir. Lama manastırlarının ço-
76
ğunluğunu trappalar oluştururdu. Bundan sonra lamalar ge
lirdi.
Lamalar ustalar, bizim deyimimizle gurular'dır. Lama
Mingyar Dondup benim gurum, ben ise onun müridi olacak
tım. Lamalardan sonra abbotlar gelirdi. Bunların hepsi de
manastırları yönetmiyordu ama pek çoğu, yüksek düzeyler
deki yönetimin genel hizmetlerini yerine getirmekle görevli
kişilerdi. Bir kısmı ise manastırdan manastıra dolaşırdı.
Bazı durumlarda, belirli özelliği olan bir lamanın statüsü,
bir abbotunkinden daha yüksek olurdu. "Yeniden Bedenle-
nenler," benim olduğum gibi, on dört yaşındayken bile abbot
olabilirlerdi; bu da yapılan zorlu denemelerde gösterdikleri
başarıya bağlıydı. "Rahipler" adı altındaki gruba dahil bir
başka örnek de "polis rahipler'di. Bunların tek görevi düze
nin kurallarına uyulmasını sağlamaktı. Tapınaklardaki
ayinlere katılmazlardı. Polis rahipler genellikle insafsızdılar
ve az önce belirtmiş olduğum gibi, manastırın bakımıyla uğ
raşanlar da aynı onlar gibiydiler. Maiyetindeki bahçıvanın
yanlış bir davranışından ötürü hiç kimse baş rahibi suçlaya
mazdı! Ya da, sadece bir baş rahibin emrinde çalıştığı için
kimse bahçıvanın bir aziz olmasını bekleyemezdi.
Manastırda bir de hapishanemiz vardı. İçinde olmanın
hiçbir biçimde güzel olmadığı bir yer, fakat oraya gönderilen
lerin kişilikleri de pek güzel sayılmazdı. Burayı yalnızca bİT
kez, o da hasta bir mahkûmu tedavi etmek üzere gittiğim za
man gördüm. O gün hapishane hücresine çağrıldığımda, tam
manastırdan ayrılmak üzereydim. Arka avlunun ötesinde,
daire şeklinde dizilmiş, hemen hemen birer metre yüksekli
ğinde birkaç duvar vardı. Duvarların yapılmış olduğu muaz
zam taşların genişlikleri, yüksekliklerine denkti. Üstleri, bir
adam kalçası kadar kalın, taştan çubuklarla örtülmüştü. Bu
duvarlar üç metre çapında daire şeklinde bir alanı çevreli
yorlardı. Dört polis rahip, çukurun ortasına doğru uzanan
bir sırığı kenara çektiler. Sonra içlerinden biri, yerden yak
öküzü kılından yapılmış bir halat aldı. Halatın ucunda sanki
pek dayanıksızmış gibi görünen bir ilmek vardı. Kederli ke-
77
derli baktım; Kendimi buna mı emanet edecektim? "Şimdi
Saygıdeğer Doktor Lama," dedi polis, "eğer şuraya çıkar ve
ayağınızı buraya geçirirseniz, sizi aşağıya indiririz." Suratı
mı asıp razı oldum. "Işığa ihtiyacınız olacak efendim" dedi iç
lerinden biri ve yağa batırılmış pamuk ipliğinden yapılma,
alevler saçan bir meşale verdi bana. Sıkıntım biraz daha art
mıştı; hem ipe tutunup hem de meşaleyi taşımam ve bu ara
da kendimi ve beni zorlukla taşıyan bu ince ipi yakmamam
gerekiyordu. Her şeye karşın, su damlacıklarıyla parıldayan
duvarların arasından, sekiz-dokuz metre aşağıya, dipteki pis
taş zemine inebildim. Meşalenin ışığında, duvarın dibine iki
büklüm çökmüş, kötü görünümlü bir zavallı vardı. Tek bir
bakış yetti, manyetik alanı yoktu, yaşamıyordu artık. Varo
luşun değişik boyutlarında gezinen ruhu için dua ettim ve
vahşi, sabit bakışlı gözlerini kapattım; ardından beni yukarı
çekmeleri için seslendim. Benim işim bitmişti, bundan sonra
sı ceset parçalayıcılara aitti. Suçunun ne olduğunu sordu
ğumda, onun ordan oraya dolaşan bir dilenci olduğunu,
yemek yemek ve barınmak için manastıra gelip, gece olunca
da birkaç parça eşyası için bir rahibi öldürdüğünü söylediler.
Kaçarken yakalanmış ve suç işlediği yere geri getirilmişti.
Fakat tüm bunlar, mutfak işlerindeki ilk günümde başı
ma gelen kazadan biraz uzaklaştırdı bizi.
Serinletici losyonların etkisi yavaş yavaş geçiyordu. Ve
ben sanki derim kavrularak gövdemden ayrılıyormuş gibi
hissediyordum. Bacağımdaki zonklama daha da artmıştı, ya
ra şişip şişip de aniden patlayacakmış gibiydi sanki. Ateşler
içindeki hayallerime bakılırsa, yanan bir meşale tıkanmıştı
demirin açtığı deliğe. Zaman geçiyor, manastırdan, kimileri
ni iyi tanıdığım, çoğunu ise anlamadığım sesler geliyordu.
Acı, alev alev yanan ufak dalgalar halinde tarıyordu bedeni
mi. Yüzükoyun yatıyordum, fakat kızgın küllerden bedeni
min ön tarafı da yanmıştı. Hafif bir hışırtı duydum, hemen
yanı başıma birisi oturmuştu. Yumuşak, sevgi dolu bir ses,
Lama Mingyar Dondup'un sesi, "Küçük dostum, bu kadarı
fazla. Uyu" dedi. Yumuşak parmaklar dolaştı sırtımda. Tek-
Dostları ilə paylaş: |