II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
337
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Sakın Türkü insan sanma
Bin an bile olsa Türkle birlikte olma
Türk
eline
şeker alsa o şeker zehir olur.
Türkün
başını kesenken sakın gam yeme
Baban da olsa Türkü öldür.
Bir çox ölkələrdə Türklərlə bağlı müxtəlif cür deyim və məsələlər yaradılmışdır. Məsələn, Norveçdə- "Sint som en
tyrker" ("Bir Türk qədər əsəbi"); İtaliyada- "bestemmia come un Turco" ("Türk kimi lənətləmək") və "puzza come un
Turco" ("Türk kimi pis iy vermək"); Avstriyada- “Es ist schon dunkel. Türken kommen.”(“Hava çoxdan qaralıb. Türklər
gəlir.”) kimi deyimlər istifadə edilmişdir. İspaniyada insanlar bir-birilərini alçaltmaq üçün “turco” ifadəsini işlədirdilər.
Təəssüflə qeyd etmək lazımdır ki, müasir günümüzdə belə dünyanın bir çox yerlərində, xüsusilə ABŞ, Almaniya,
Belçika, İran, Çin, İsveç, Danimarka, Polşa və Rusiyada Türklər irqçilik hücumlarına məruz qalırlar. Yuxarıda verilən
məlumatlarda görünür ki, Qərbin Türklərə qarşı olan düşmənçiliyi genlərində mövcud olan xüsusiyyətdir. Türklər haqqında
yazılan uydurma nəzəriyyələrin real deyil və bu fikirlər sadəcə Türk millətinə və İslam dininə olan paxıllığın təcəssümüdür.
KAFKA’NIN DÖNÜŞÜM HİKAYESİNDE BİLİNÇALTI MESAJLAR
Orxan BAXŞIYEV
Qafqaz Üniversitesi
orhancepkin@gmail.com
"Kendimden başka hiçbir eksiğim yok" diyordu yirminci yüzyıl dünya edebiyatının en önemli yazarı. Kırk bir yıllık
yaşamı boyunca aile, iş ve toplum yaşamında hep eksikti o. Annesine, babasına karşı evlat olarak, etrafındakı topluma karşı
bir birey olarak ve hatta yaşadığı olaylara karşı bile hep kendini eksik hissettirdi. Yazdığı eserlerinde hep bu sözünü ettiği
eksiklik, zayıflık yönlendirmişti onu. Bu eksiklikleri olmasaydı büyük bir olasılıkla Franz Kafka'dan da,eserlerinden de
yoksun olacaktık bugün.
3 temmuz 1883 tarihinde Çek proletaryasından olan bir tüccar babanın ve aydın bir Alman yahudisi olan annenin ilk
çocuğu olarak Pragda doğdu. Franz Kafka içe dönük ve huzursuz kişiliğini daha çok annesinden almıştır. Kafka çeşitli ailevi
ve toplumsal sebepler yüzünden çevresine yabancılaşarak büyümüştür. Hayatı boyunca büyük acılar yaşamıştır. Franz
Kafkanın erkek kardeşleri küçük yaşta ölmüşlerdir. Kız kardeşleri ise Yahudi soykırımında hayatlarını kaybetmişlerdir.
Kafka 1918 yılında İspanyol gribine yakalanır ve haftalarca ağrı çeker. Tüm tedavilere rağmen sağlığı gittikçe kötüleşir. 3
haziran 1924 tarihinde 41 yaşında hayata gözlerini yumar. Kafka hakkında en ilginç bilgi ise en yakın arkadaşı Max
Brod'dan öldüğünde tüm eserlerini yakmasını istemiştir. Eserlerinin çok şahsi olduğunu ve başkalarına uygun olmadığını
söylüyordu. Ama Max Brod Kafka'nın bu isteğine rağmen söyleneni yapmamış ve dünya edebiyatında çok önemli bir yere
sahip eserleri tüm dünyayla paylaşmıştır.
Franz Kafka'nın en önemli eserlerinden biri Dönüşüm'dür. Gregor Samsa öykünün ana karakteridir. Ailesinin geçimi
için gezici bir pazarlamacı olarak zor bir şekilde çalışmaktadır. Fakat bu işi hep gönülsüz yapmıştır. Bir sabah uyandığında
kendini dev bir böcek olarak görür. Öyküde hayat böcek Gregor'un gözünden anlatılmıştır. Öykünün bilinçaltı mesajları
vardır. Yaptığı işten memnun olmayan ve ailesinin borcu nedeniyle çalışan Gregor'un hayatında kurtulmanın tek yolu böcek
olmaktır. Eserde verilen verilen bir mesajda tembellik konusundadır. Hasta olduğu ve çalışamayacağı zamanlarda bile işe
giden Gregor böceğe dönüştüğünde de işe gitmenin yollarını aramış. Yepyeni vücudunu harekete geçirmek için büyük çaba
sarfetmişdir.
Öykünün gidişatında görüyoruz ki yazar böceğe dönüşmeden sonra hasta bir insanın yaşamında olan acılı ağrılı
dönemlere de vurgu yapmıştır. Böceğe dönüştükten sonra vücudunu çok zorlukla hareket ettirmesi kardeşi olmadan odasına
yemek getirenin olmaması ve biri yemek getiremezse aç kalması can sıkıntısını sadece odanın penceresinden bakarak
geçirmesi hastalıklı bir insanla aynı yaşamın sürdürülmesine en açık örneklerdir. Gregor böceğe dönüşerek istemediği işten
kurtulmuşdur; ama bununla özgürlüğüne yine de kavuşamamışdır. Çünkü karşısına bir diğer engel olan aile çıkar ve sadece
baba değil aynı zamanda ailenin diğer fertleri de Gregor için bir baskı aracı olarak sunulmuştur.
Gregor’un böceğe dönüşmeden önce ve dönüştükten sonra bireysel yaşamında büyük farklılıklar olmadığı göze
çarpmaktadır. Toplumdan soyutlanmış bu durum zaten yabancılaşmanın da en önemli yansımalarındandır. Hatta ilk başlarda
ona yardım eden kardeşi Grete bile ilerleyen zamanlarda Gregorsuz yaşamın daha uygun olacağını düşünür. Borçlarını
kapatmak için uğraştığı babası dahi, böceğin oğlu olduğunu unutup onu öldürmeye çalışır.
Eser Kafka'nın kendi yaşamına çok yakındır. Kafka kendisi de ana kahraman Gregor gibi topluma yabancıdır. Kafka,
Gregor tiplemesindeki gibi ömür boyu olaylara kayıtsız kalmışdır. Gregor’un bir anlamda böcek oluşu işe gitmek
istemeyişidir, bir anlamda korkularıdır, bir anlamda ayak direme, bir tavır, aynı zamanda sistemle inatlaşmasıdır. Ama
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
338
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
hepsinin içinde olan ve sonunda bizim aklımıza dank eden bu sistem ve onun insanı yok ediş biçimini (yabancılaşma) ancak
Gregor böcek olduğu için kavrarız. Eseri dikkatle incelediğimizde ortaya çıkan olaylardan biri de Gregor’un mutluluk
hissiyle alakadardır. Eserde kahramanın böceğe dönüşmeden önce verilen hayat örneklerinde hep tekdüze, mecburi hayat
yaşadığı ve hiç mutlu olmamasıdır. Böceğe dönüştükden sonra ise ilk kez hayatında mutluluk belirtileri göze çarpar. Buna
örnek olarak karnının gıdıklanması, tavanda yürürken yaşadığı keyif gibi bir çok şey onu mutlu eder. Çünki Gregor
hayatında ilk defa istemediği bir şeyi yapmamaktadır. Böcek olana kadar olan hayatında olan sistemin gereksinimi olan
tekdüze ve mecburi hayat, böcek olduktan sonra yerini yaşam dolu değerlere bırakır. Franz Kafka genel olarak her zaman
toplumun değil direkt bireyin yaşamını savunmuştur. Kafka hikaye boyunca karakterini bir böcek olarak yaşatıyor. Sonunda
anlaşılıyor ki, aslında Gregor Samsa, toplum sisteminden kaçıp “birey” olmaya çalışan, ideal bir insandır. Hikayedeki
“Hayvana dönüş ” aslında ideal insana geçiş olarak tasvir ediliyor. Öyküdeki aile yapısı, aslında o dönemin toplum yapısına
karşılık geliyor.
Özetleyecek olursak Kafka’nın “Dönüşüm” adlı bu hikayesinde, hayata her zaman eksik ve kayıtsız kalan bir adamın
çevresini ve olup-biten bütün olayları gözlemlemesi sonucunda vardığı izlenimlerin dışa vurumu anlatılır. Bu eser, sistemin
yabancılaştırdığı bir hayat içinde insanın gitgide makineleşmesinin iç burkan ve onu derin düşüncelere gark eden bir
eleştirisidir.
NÂBÎ'NİN DİVAN ŞİİRİNE GETİRDİĞİ YENİLİK
Səadət İMANOVA
Qafqaz Üniversitesi
shasanova@qu.edu.az
On yedinci yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Nâbî Divan edebiyatının sayılı ustaları arasında yer alır. İçerisinde
düşüncenin ağırlık kazandığı hikmetli söz söyleme geleneği yazılı edebiyatımızın ilk örnekleriyle ortaya çıkmış ve yüzyıllar
boyunca kullanılagelmiştir. Ancak eski edebiyatımızda hikemi şiir tarzının en başarılı örnekleri Nâbî tarafından verilmiş ve
Nâbî kendisinden sonra hikemi yolda yürüyen birçok şair tarafından takip edilmiştir.
Nâbî'nin
hikemi
şiire yönelişinde yetiştiği çağın siyasi ve sosyal yapısının büyük etkisi olmuştur.
Onyedinci yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı tarihinin İmparatorluğun kuruluşundan beri karşılaştığı en güç, en bunalımlı,
en şanssız devridir. Yüzyılın ilk yarısı İmparatorluğun pek çok bakımlardan genişleyici görünümünden durgun bir
görünüme geçtiği devirdir. Yüzyılın ilk yarısı Imparatorluğun pek çok bakımlardan genişleyici görünümünden, durgun bir
görünüme geçtiği devirdir. İkinci yarıda ise duraklama yerini gerilemeye bırakır. 1596 ile 1610 yılları arasında Osmanlı
İmparatorluğu iç sorunlarla temellerinden sallanma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun
duraklamaya geçişteki bu ilk bunalımı atlatması güç olmamış, ancak bu bunalımla birlikte İmparatorluk parlak günlerini
geride bırakmıştır.
Ömrünü kitaba, kâğıt ve kaleme bağlı olarak geçiren dış dünyaya kapalı, içedönük, durgun, ölçülü, akılcı, bir kişiliğin
sapibi olan Nâbî'nin hikmet anlayışı, varlığa, bilime ve ahlaki değerlere devrinin dünya görüşüyle bakışından ibarettir.
Devamlı olarak içinde dolaştığı hikemi dünyanın temelini akıl ve ilim üzerine kurmuş, varlık ve ahlaki değerleri yorumla-
yarak bu dünyayı örmüştür. Mesela, kâinatın meydana gelişi, Allah'ın rahmet kalemiyle yokluk levhasına varlığı nakşetmesi
suretiyle olmuştur.
Cünbiş-i lutfa gelüp hame-i cûd
Çekdi levhi ademe nakş-ı vücud
Nâbî'nin şiirlerinde çok nadir rastlanan lirizm yerine, onda eşyaya ibret ile bakarak bundan bir hikmet çıkartma
temayülü daima şiirin hedefini oluşturur.
Nâbî'nin şiirlerinde fikir unsurları his ve hayal unsurlarından daha geniş bir yer tutar. Nâbî fikri bir takım söz
sanatlariyle süslemeden, fikri fikir olarak söylemek yolunu seçmiştir. Onun bu tutumu şiirde bir yenilik sayılmıştır.
Edebiyatımızda Nâbî mektebi denilen bu tarzın hususiyeti görgü, bilgi ve düşünce unsurlarını didaktik bir zihniyyetle ifade
ediştir.
Kültür ve düşünüş heyecanlarını bir his ve hayal şaşası ve bir musiki saltanatı içinde söylemeğe alışmış bir edebiyatın
Nâbî'nin şiirinde mümkün olduğu kadar hislenmemiş ve süslenmemiş bir ifadeye yönelmesi ondaki yeniliktir.
İnsan, hayat ve toplumla ilgili görüşlerini çağının sükûn ve huzurdan yoksun insanına doğru yolu göstermeyi, öğüt
vermeyi amaç edinmiş düşüncelerini Nâbî şiirlerinde vermeye çalışmıştır.
Nâbî toplumsal olaylardan, siyasi ve ekonomik problemlerden etkilenen, bu problemler üzerinde düşünen ve onlara
çözüm yolları arayan, geniş kültürlü ve hayat tecrübesine sahip çağının aydın insanıdır. Onun şiirlerini hikmet ipliğiyle
örüşünün sebebi de büyük ölçüde zamanın sakat, düzensiz ve bozuk yanlarından etkileşine dayanır. Bu etkilenişe Nâbî'nin
akılcı, durgun kişiliğiyle kendisine gelinceye kadar söylenmiş ve yazılmış olanlardan farklı, yeni bir tarzda yazma isteğini
de katacak olursak onun eski şiirimizde neden hikemi yolda yürüdüğü daha iyi anlaşılmış olur.
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
339
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Nâbî bir his ve hayal adamı değildir. Nâbî’yi Nâbî yapan, hiç şüphesiz onun fikrî tarafıdır. Zâhir-bâtın ilşkisinde de o,
bâtının tarafında, bâtının savunucusudur. Nâbî’ye göre hayhuydan ibaret olan zâhir-bâtın karışımı bu dünyada, insan,
çokluğun ardındaki birliği görmeli, sözde gizlenmiş olan anlamı fark ederek görülen maddi alemin ötesindeki melâkut
alemini, yâni mâna âlemini keşf etmelidir.
Nâbî bu görüşünü aşağıdaki gazelinde şöyle dile getirir:
Zâhir ü bâtına bak hây ile hûyı seyr it
Vahdet ü kesreti gör rûy ile mûyı seyr it
Mülk içinde melekûtı göreyüm dirsen eger
Lafzda ma’niye bak nâfede bûyı seyr it
İmtiyâzun sebebin asldan istersen eger
Hâke bak dîde-i ibretle sebûyı seyr it
Bilmek istersen eger halk-ı cedîdün sırrın
Gülşenün nâmiyesin gör leb-i cûyı seyr it
Noktadan dâ’irenün gerdişin it istişhâd
Tohmınun za’fını gör cirm-i kedûyı seyr it
Bâd-pay-ı nefes üzre sipeh-i savt-ı hurûf
Sayd-ı ma’nâ içün eyler tek ü pûyı seyr it
Mâverâ-yı felege eyle güzer ey Nâbî
Ham-ı çevgân-ı irâdetdeki gûyı seyr it
Sonuç olarak Nâbî dönemini iyi tanımış ve onu eserlerine iyi nakşetmiştir. Şiirlerindeki gerçekçi tutumuyla insanlara
hikmetli sözler söyleyerek zamanına ışık tutmaya çalışmıştır. Ayet ve hadislere sık sık atıfta bulunması, tasavvufi terimleri
iyi bilmesi, onu şiirlerinde başarıya ulaştırmıştır. Nâbî gibi usta şairlerin eserleri iyi tahlil edilmelidir. Böyle güzel şiirlerin
şairleri edebiyat vekültür tarihi açısından son derece önemlidir.
MEHMET ÂKİF’İN ŞİİRLERİNDE MECÂZLAR
Setter DURMAZ, Aygün HÜSEYNOVA
Qafqaz Üniversitesi
sdurmaz1@qu.edu.az, aygun.alizada@gmail.com
Mehmet Âkif Ersoy, Türk medeniyet ve edebiyat tarihinin yetiştirdiği büyük şahsiyetlerden biridir. Bir hikmet ve
tefekkür şâiri olan Âkif, her şeyden önce toplumcu bir şâirdir; cemiyetin dertlerini yüklenmiş kudretli bir aydındır.
“Safahat”, Mehmet Âkif’in şiirlerini topladığı yedi kitaplık külliyatın adı olup, Türk edebiyatında en çok okunan
eserlerdendir. Külliyatı oluşturan yedi kitabın ilki “Safahat” adını taşır. Diğerleri ise “Süleymaniye Kürsüsünde”, “Hakkın
Sesleri”, “Fatih Kürsüsünde”, “Hatıralar”, “Âsım” ve “Gölgeler”dir.
Mehmet Âkif’in kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri, aslında biçime dair titiz bir tutumun örnekleridir. Âkif,
sanatı, toplumun aydınlatılmasında güçlü bir müessese olarak görmekle birlikte, fikirlerini simgesel ve coşkun bir ifadeyle
nazmetmiş; mecâzlar yoluyla kelimelere yeniden hayat kazandırmıştır.
Lügatte, “Bir mekândan başka bir mekâna geçmek” mânâsındaki “cevâz” kökünden türetilmiş olan mecâz; terim
anlamı olarak, bir sözü, bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamının dışında kullanma sanatıdır. Kaynaklarda mecâza
dayalı sanatların belli başlıları arasında teşbîh, istiâre, mecâz-ı mürsel, kinâye, teşhîs ve intâk zikredilir. Sözlükte,
“benzetme” demek olan teşbîh; edebiyatta, aralarında bazı özellikleri açısından ilgi bulunan iki unsurdan nitelik bakımından
güçsüz olanı, güçlü niteliklere sahip olan diğer unsura benzetmek şeklinde tanımlanır. Sözlük anlamı “ödünç, eğreti alma”
olan istiâre ise, edebiyatta; bir kelimenin anlamını, geçici olarak başka bir kelime hakkında kullanma sanatıdır. Mecâz-ı
mürsel de, bir sözü, gerçek anlamından başka bir anlamda ve benzetme amacı gözetmeden kullanma sanatıdır. Bu sanatla,
genellikle parça belirtilerek bütün, bütün belirtilerek parça; genel vurgulanarak özel, özel vurgulanarak genel vs. kastedilir.
Kinâyeye gelince, bir kelimeyi gerçek anlamının dışında benzetme gayesi gütmeden ve engelleyici ipucu olmadan mecâzlı
anlamda kullanmadır. “Kişileştirme” anlamındaki teşhîs ile “konuşturma” demek olan intâk da, insana ait özelliklerin, diğer
varlıklara mal edilmesiyle gerçekleştirilen mecâzlı anlatım özelliği taşırlar.
Mehmet Âkif, şiirlerinde, mecâz sanatlarını olağanüstü bir kabiliyetle kullanmıştır. Aşağıda verilen örnekler, Âkif’in
şiirlerinde, mecâz sanatlarının ne derecede başarıyla uygulandığının bir göstergesidir.
Âkif, “Hakkın Sesleri”nde beşeriyeti hızla akıp giden büyük bir nehre benzetmiştir: “Coşkun, koca bir sel gibi, dâim
beşeriyyet, /Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet...” Nehrin zaman içindeki akışıyla beşeriyetin tarih içindeki akış seyri
arasında benzerlik kuran Âkif’in bu teşbîhinde, milletler de bu nehre bağlanan ırmaklardır: “Akvâm o büyük nehre katılmış
birer ırmak../Elbet katılır.. Hangisi ister geri kalmak?”
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
340
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Âkif, “Hasta” şiirindeki genci, rikkatli bir levhaya benzetirken, yanaklarını da solmuş iki güle benzetir: “Bu uzun
boylu çocuk... Lâkin o bir levha idi! Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedi…/Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i
şebâb;/O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!”
İstiklâl Marşı’nın “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!/Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu
celâl!”mısra’larında, “hilâl” kelimesiyle Türk bayrağı kastedildiği için mecâz-ı mürsel sanatı yapılmıştır. Ayrıca bayrak,
öfke içinde kaşlarını çatmış, suratını asmış bir insana benzetilmesi yönüyle de teşhîs sanatının güzel bir örneğini oluşturur.
İkinci dizede milletiyle övünen şâir, “Kahraman ırkıma bir gül!” ifadesinde de, teşhîs yoluyla istiklâlin kaybedilmemesini
imâ eder.
Âkif, “Çanakkale Şehitlerine” adlı meşhûr şiirinin; “Vurulup tertemiz alnından yatıyor;/Bir hilâl uğruna ya Rab ne
güneşler batıyor.” mısra’larıyla şehitleri, tıpkı bir “hilâl”in görülebilmesi adına, her akşam kızıl şafaklarda gurûb eden
“güneş”e benzetir. Ayrıca şâir, burada “hilâl için güneşin batışı” ifadesiyle hüsn-i ta’lil sanatı yapar. Âkif, aynı şiirinin; “Ne
büyüksün ki kurtarıyor Tevhîd’i…/Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” mısralarında da, teşbîh sanatına
başvurarak, Çanakkale şehitlerinin savaş konusundaki niyetlerini, İslâm tarihinin ilk ve en önemli örneği olan Bedir
şehitlerine atıfta bulunarak vurgular. Şâir, ayrıca Bedir’de 900 müşrike karşı, İslâm güneşinin sönmemesi adına çarpışan
300 mü’mini “arslan” kelimesiyle istiâreli olarak vasfeder.
Âkif, “Şark” şiirinde ise, çölün en sapa yerinden neş’et ederek imâr edilen İslâm medeniyetinin içler acısı hâlini
resmederken, “çöl” ifadesiyle mecâz-ı mürsel sanatına başvurur: “İlâhî! Gördüğüm âlem mi insâniyetin mehdi?/Bütün
ümrânı tarihin bu çöllerden mi yükseldi?” Şâir, “Bir Gece” şiirinin; “On dört asır evvel yine böyle bir geceydi/Kumdan
ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi.” derken de,“kumdan” kelimesiyle, Hz. Peygamber’in doğduğu Arap yarımadasını parça-
bütün ilişkisi içinde mecâz-ı mürselle anlatır.
Âkif’in, “Kocakarı ile Ömer” şiirinde ise, çocuklarını avutmak için tencerede çakıl taşı kaynatan kadıncağızın dilinden
dökülen şu mısra’larda kinâyeli bir söyleyiş hâkimdir: “Ölür de yüz suyu dökmem sizin halîfenize!../Ömer vuruldu bu son
söze…/Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık, / Biz de çıktık vedâ edip artık.”
Âkif, “Ne odunmuş babanız olmadı bir baltaya sap!/Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz.” mısra’larıyla da bir
taraftan babacan bir tavırla çocuklara nasihat ederken, diğer taraftan ifadelerini mecâzlarla süsler.
Sonuç olarak; Mehmet Âkif’in şiirleri oldukça yüksek sanat özelliği taşıyan değerler manzûmesidir. Şiir teorisinin
önemli bir sahasını oluşturan mecâzların, -yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi- millî şâirimizin şiirlerinde büyük bir
yer tuttuğu âşikârdır. Âkif, manzûmeleriyle, bir yandan Türk toplumunun rûh dünyasına tercüman olurken, diğer yandan
mecâzları, renkli ve çeşitli biçimlerde kullanarak, dilin en hassas duygu yoğunluklarına nüfûz edebildiğini ispatlamıştır.
ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİNE ÇEVRİLEN İLK MUSİKİ ESERİNİN ANLATIM
ÖZELLİKLERİ HAKKINDA
Zümrüt EMİROĞLU
Qafqaz Üniversitesi
zumrutshirinova@hotmail.com
Osmanlı tarihi kaynaklarında kendisi için “ebü’l-hayr” diye zikredilen II. Murad, Emir Süleyman (Süleyman
Çelebi)’dan sonra duraklayan ilim ve kültür hareketlerini yeniden başlatan bir hükümdardır. Onun döneminde Türk
dünyası, Doğu’da ve Batı’da siyasi açıdan ilerleme kaydederken, buna paralel bilim ve sanatta da gelişmeler göstermiştir.
Bu dönemde her çeşit ilim dalında değerli âlimler yetişmiş, musiki alanında çok değerli bilim adamları ortaya çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun kültür tarihine değerli yapıtlar kazandıran hükümdarın saltanat yıllarında Arapça ve Farsçanın
yanı sıra Türkçe Kur’an tercümesi ve tefsirleri, fıkıh, tasavvuf, tıp eserleri, edebi ve ansiklopedik eserler, sözlükler,
siyasetnameler telif edilerek ona sunulmuştur. Ulemasını, özellikle Türkçe eser telif etmeleri yönünde teşvik eden II.
Murad’ın devrinde bu şekilde değişik konularda yazılmış eserlerin her biri birer dil hazinesidir. Bu eserlerin yalnızca
mukaddime kısımlarında ağır ve külfetli ifadelere rastlanmaktaydı. Dolayısıyla XIV ve XV. yüzyılın başlarında meydana
getirilen en sanatlı manzum eserlerde bile dil basit ve sade idi. Saltanat yılları Türk kültürünün diğer dalları gibi, musikinin
gelişmesi açısından da önemli olup, musikimizin kaynak kitapları olarak kabul edebileceğimiz en önemli Türkçe eserler
onun zamanında yazılmıştır. Böylece XV. yüzyıl Türk Musikisi, kaynakları ve Türk musiki sahasında eser veren bilginler
bakımından parlak bir dönemi yansıtmaktadır. Bu dönemde yaşayan Ahmedoğlu Şükrullah’ın Arapça kaynaklardan tercüme
ettiği “Risale-i İlmü’l-Edvâr” isimli eseri de Anadolu Türkçesine tercüme edilmiş ilk musiki eseri olması bakımından önem
arz eder. (Burada dikkat edilmesi gereken husus aynı devirde yaşamış başka bir şahsı, Osmanlı tarihi üzerine yazdığı
“Behcetü’t Tevârîh’ isimli tarihi eseri ile bildiğimiz Şükrullah’ı karıştırmamak gerekir, her iki şahıs arasında sadece isim
benzerliği mevcuttur. Bu kanıya söz konusu bilginlerin eserlerinden yola çıkarak yapılan araştırmalar sonucunda vardık.)
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
341
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Eser giriş ve mukaddime kısımları dışında otuz altı bölümden oluşmaktadır. İlk on beş bölümü ünlü Türk bilgini
Safiyüddin Urmevî’nin Arapça yazdığı “Kitābü’l-Edvār” eserinin tercümesidir. Bu kısımda Türk musikisi nazariyatı
anlatılır. Geri kalan yirmi bir bölümde ise müellif kendinden önce İbn Sina, Farabî, Kemal Tebrizî ve s. bilginlerim musiki
üzerine yazdıkları eserlerden faydalanmıştır. Bu bölümlerde devrine göre hangi çalgıların kullanıldığı, tel (kiriş) yapımı,
musiki erbâbının toplum içerisindeki davranışları, musiki meclislerinin kuralları, sesi güzelleştiren ve bozan unsurlar, günün
saatlerine göre hangi makamların çalınması, musikideki dört şube, sanatın himayecisi olan Zühre (Venüs) yıldızına itaat,
birleşik makamların isimleri ve bu makamların nasıl meydana geldiği konularını anlatmıştır. Eserin yirmi yedi, yirmi sekiz
ve yirmi dokuzuncu fasılları musikicilere nasihatler içeren ahlak kitabı niteliğindedir. Bu bölümlerde sanat ehlinin
davranışları, sohbete giriş ve çıkışının nasıl olması gerektiği, musiki meclislerinin kuralları, bu sanat erbabının Zühre
yıldızına itaat ederken nasıl davranmaları konu ediliyor
Bu çalışmamızda yazarın anlatım şekli ile tercüme sırasında kullandığı dili devri açısından değerlendirmeğe
çalışacağız. Kendisinin de itiraf etiği gibi, musiki erbâbından başkasının anlaması zor olan bu metni Türkçeye aktarırken,
yazar mümkün olduğunca sadeleştirmeğe çalışmıştır. Maksadının ise bu ilme merak duyanların ihtiyaçlarını karşılamak
olduğunu belirtir. Yer yer yazarın kendi eklemelerine de rastlıyoruz ki bu da eserin dilinin daha sade ve anlaşılır olmasını
sağlıyor. Ayrıca bir husus ise yazarın tercüme sırasında Türkçeye kazandırdığı musiki terimleridir. Bu terimler hem Arapça
asılları ile hem de Türkçe olarak dilimize geçmiştir. Ayrıca bir sözlük teşkil eden bu musiki terimlerinin anlamları
örneklerle beraber tanıtılmaya çalışılacaktır. Eserin esas özelliklerinden biri de devrinde kullanılan dokuz musiki aleti (ud,
ıklığ, rebab, pişe, mizmar, çeng, nüzhe, kanun, muğni) hakkında bilgi içermesi ve bu aletlerin çizimlerinin verilmesidir, bu
açıdan en eski ve resimli çalışma sayılmaktadır. Yansıtıcı ile bu resimlerin gösterilmesinin sağlayarak eser hakkında bütün
bir bilgi ortaya konmaya çalışılacaktır.
"
Dostları ilə paylaş: |