MARKSİZM
Marksizm dünya tarihinde en etkili olmuş felsefi sistemlerden
biridir. Taraftarlar, metinler, siyasi yandaşlar ve akademik
savunucular üzerinden bir hesaplama yapılsa,
Aristotelesçilik muhtemelen ikinci en etkili ekol olurdu:
Kadim Yunandan Arabistan’a ve Cizvitlerle birlikte Güney
Amerika’ya uzanır etkisi.
Ama Marksizm, yalnızca bir yüzyılı biraz aşkın bir sürede
Almanya ve İngiltere’den bütün ülkelere yayılmıştır. Rusya
ve Çin komünist devrimler yaşadı. Her ne kadar son yirmi yıl
içinde her iki ülke de Marksizmden uzaklaşmış olsa da,
kültürel ve siyasi etkiler muazzam olmuştur. Güney ve Orta
Amerika’da ve Güneydoğu Asya’nın bazı bölümlerinde
Marksist gerillalar ve başka tür yandaşlar kızıl bayrağı hâlâ
taşımaktadır (İngiltere’de ise öğretim üyeleri hâlâ kırmızı
çorap giyer). Ortaya çıkan etki sadece politik alanda
olmamıştır. Marksist felsefe tarih, edebiyat, antropoloji, sanat,
müzik, hatta (geçici olarak) doğa bilimleri alanlarına
yayılmıştır. Peki, devrimleri ve değişimi
ateşleyen, yeryüzünün siyasi sistemlerinde etkileyici bir iz
bırakan bu felsefe nedir?
Marx, Hegel’in öğrencisiydi. Hegel onun kafasına tarihin,
daha iyi bir yaşama doğru kaçınılmaz hareketi fikrini
sokmuştu. Ama Marx, Hegel’in idealizmini reddederek
diyalektik materyalizmi geliştiriyordu. Maddi varlıklar (en
başta ekonomik faktörler) birbirleriyle çatışır ve daha sonra iç
içe geçerek daha yüksek toplumsal düzeyler oluşturur. Bu
karşıt güçleri sınıflar olarak betimlemekle Marx, en başta
hümanist düşünce ve aydınlanma çağından kaynaklanan,
siyasi ve kültürel olarak yüklü bir tarihi kullanarak sınıfa ve
toplumsal statüye saldırıyordu. İnsanların toplumsal
statülerine ve mesleklerine bağlı olarak neden farklı
temellerde değerlendirilmesi gerektiği sorusu,
hümanist düşünürleri kişisel gelişmenin önündeki suni
kısıtlamaları ve köylülük örneğinde görüldüğü gibi koskoca
toplumsal sınıflara köstek olan önyargılı hukuki ve siyasi
sistemleri reddetmeye sevk ediyordu. Marx buna Smith ve
Ricardo’yu okuyarak öğrendiği iktisat teorisi temelinde bir
adaletsizlik duygusunu ekliyordu. Birçok düşünür öznel bir
değer teorisine doğru kayarken Smith ve Ricardo emek değer
teorisini yenilemişti. Smith’e göre bir ürünün fiyatı tam
tamına onun üretimi için harcanmış olan emeğe bağlı olarak
belirleniyordu.
Emek değer teorisini anlamak, Marksizmin önemli bir yönünü
anlamak bakımından hayati önem taşır. Her ne kadar Marx
>
m
felsefesinin emek değer teorisine ihtiyacı yoksa da, bu teori
Marksizmin siyasi yönlerine damgasmı vurmuştur. Smith ve
Ricardo’yu okuyan Marx’a göre, çalışan bir işçi ürettiği
mallarda bir mübadele değeri yaratır, ama çalışmayan
kapitalist bunun belirli bir yüzdesini ondan kendi kârı için
alır. Bunun anlamı kapitalistin, emeklerinden başka hiçbir
şeye sahip olmadıkları için kapitalistler hesabına çalışmaktan
başka çareleri olmayan işçileri (makine ve fabrikalar ise
kapitalistlerin elindedir) sömürdüğüdür. Bu ortaya basit bir
ikilik çıkarır: Bu ikilik işçi sınıfını ayağa kalkıp üretim
araçlarını ele geçirmeye ve böylece değerin tamamına el
koymaya kışkırtmak için kullanılır. Bu yaklaşımın ardında
mübadele değerinin nesnel bir şey olduğu ve emek tarafından
üretildiği anlayışı yatar. Nesnel değer teorisinin karşısında
değerin kişilerin seçimlerinden ve malları öncelik
indirmesinden kaynaklandığını ileri süren öznel değer teorisi
vardır. İktisatçı Böhm-Bawerk Marx’ın teorisindeki sorunlara
işaret ediyordu. Bir sanatçı düşünün: Tablosu üzerinde
yüzlerce saat çalışıyor ama tablo kimsenin zevkine uymuyor.
Bu, çalışması karşılığında sömürüldüğü ve titiz çalışmasının
telafi edilmesi (kim tarafından?) gerektiği anlamma mı gelir?
Ludvvig Mises gibileri ise iç içe geçen sınıflar sorununu
gündeme getiriyordu. Üretim araçları satın alan işçi, kapitalist
(aynı zamanda Marksizmin taraftarlarının gözünde hain) mi
olur? Ya kendi elleriyle çalışan fabrika sahibi? Marksist değer
teorisinin karşılaştığı, belki de aşılamayacak birçok sorun
vardır. Denebilir ki, Marksizm bu teoriyi bir kenara bıraksa da
epeyce anlam taşıyabilir. Ama anlaşılır biçimde Marksizmin
destekçileri doktrinlerinin bu kadar ünlü bir unsurundan
vazgeçmek istemeyebilirler. Çünkü işçilerin neden
ezildiklerini hissettikleri konusundaki deneme amaçlı
açıklama, hiç kuşku yok ki insanları ateşleyecek ve kolayca
kavranabilir bir teoridir.
Marksizmin üzerinde yükseldiği öteki ayak, Hegel’in tarih
anlayışından derlenmiş bir tarihselci vizyondur. Burada
gelecek, sosyo-ekonomik evrimin doğasınca önceden
belirlenmiştir. Bu çerçevede, komünizmin zaferi
kaçınılmazdır. Marx “Bugüne kadar var olan bütün
toplumlarm tarihi sınıf mücadelesinin tarihi olmuştur”
iddiasında bulunur. Tarihte ilerledikçe, çatışma halinde olan
sınıfların sayısı Roma’da çok sayıda sınıftan sanayi öncesi
dönemde üçe (toprak sahipleri, burjuvazi, köylüler) ve sanayi
döneminde ikiye (işçiler ve kapitalistler) iner. Her bir
durumda, ezilenlerin karşısında yer alan efendilerin sayısı
azalır. Bunu izleyen mantıksal adım, efendilerin devrilmesi ve
proleterlerin zaferidir. Marx*a göre tarih incelendiğinde
sınıfların sayısının azalması gözlemlenebiliyordu. Marx’ın
gözünde bu hareketler kendi hipotezi için bilimsel deliller
getiriyordu. Oysa onun sistemine kuşkuyla yaklaşanlara göre
Marx sadece görmek istediklerini görmüş, kendi fikirlerini
destekleyen şeyleri abartmış, görüşlerine ters düşenleri ise
görmezlikten gelmişti. Bir öngörüye göre, yoksullar hem daha
yoksullaşacak hem de sayıları artacaktı. Sonunda kritik bir
sayısal kütleye ulaşılacaktı ve kapitalistler devrilecekti.
Açıktır ki bu gerçekleşmemiştir. Gerçekleşen komünist
devrimler ise iktidarın oportünistçe ele
geçirilmesini açıklayan alternatif teorilere yaslanılarak
kolayca açıklanabilir.
Öte yandan, Marx’ın çalışmalarında tarihselciliğinin iki ayrı
damarını bulmak mümkündür. Birincisi, gelecek kesin
biçimde belirlenmiştir. Biz destek veya köstek olmak için ne
yaparsak yapalım devrim olacaktır. Dolayısıyla arkamıza
yaslanıp parmağımızı bile kıpırdatmadan devrimin
gerçekleşmesini bekleyebiliriz. İkincisi (bu, Marksizmin
savunucularına çok daha çekici gelir) devrim ajitasyon ve
proletaryanın kaybedecek sadece zincirleri olduğuna dair
bilincini yükseltme yoluyla hızlandırılabilir. İlk versiyon
akademisyenlere, ikinci versiyon ise sendika liderlerine ve
idealist öğrencilere çekici gelir. Bu bölünme
Marksizmi Marx’ın yaşadığı dönemde bile ikiye ayırmıştır.
Anlatıldığına göre Kari ölüm döşeğinde belli belirsiz şöyle
söylemiştir: “Je ne suis pas marxiste [Ben Marksist değilim]”.
Ama hangi türden olduğunu bilmiyoruz.
Dostları ilə paylaş: |