APENIN’LERDEN AND’LARA
(Aylık Hikaye)
Uzun yıllar önce, on üç yaşlarında Cenovalı bir oğlan çocuk, -babası
işçiydi- Cenova’dan Amerika’ya tek başına annesini aramaya gitti.
Annesi iki yıl önce Arjantin Cumhuriyeti’nin başkenti Buenos Aires’e,
zengin bir ailenin yanında çalışmaya gitmişti. Böylece kısa zamanda çok para
kazanacaktı ve sayısız felaketler sonunda borçlara batmış, yoksullaşmış
ailesini kalkındıracaktı. Bu amaçla, hizmet işlerinde çalışanlara iyi para veren
o uzak ülkelere giden ve birkaç yıl sonra da ceplerinde birkaç bin lirayla
vatanına dönen pek çok cesur kadın vardı. Zavallı anne çocuklarından
ayrılırken kanlı gözyaşları dökmüştü. Çocuklarından biri onsekiz, diğeri de
onbir yaşındaydı. Ama, o cesaretle, güvenle gitmişti. Yolculuğu rahat ve
sıkıntısız geçmişti. Buenos Aires’e varır varmaz da kocasının akrabası olan
ve uzun zamandan beri orada yerleşmiş bulunan Cenovalı bir dükkancı kadın
onu, çok para veren ve ona karşı iyi davranan Arjantinli bir ailenin yanına
yerleştirmişti. Kısa bir süre vatanındaki ailesiyle haberleşmişti. Önceden
aralarında kararlaştırdıkları gibi koca mektupları akrabasına yolluyor, o
bunları kadıncağıza iletiyor, sonra da kadıncağız cevabı kocasının akrabasına
veriyor, o da bunları Cenova’daki kendisi için de hiçbir şey harcamadığından
kadıncağız evine üç ayda bir esaslı bir miktar para yolluyordu. Namuslu,
dürüst bir adam olan kocası da yavaş yavaş borçlarını ödüyor ve eski şerefine
kavuşuyordu. Bu arada kendisi de çalışıyordu ve işinden memnundu.
Karısının da kısa bir zamanda döneceğini umuyordu, çünkü ev onsuz bomboş
görünüyordu; bilhassa da annesini çok seven küçük oğlu bu ayrılığın
hasretine dayanamıyor, üzüntüsü her gün biraz daha artıyordu.
Annenin gidişinden bu yana bir yıl geçmişti. Kendisinden aldıkları son
mektup çok kısa yazılmıştı ve sağlığının bozulduğunu bildiriyordu, bundan
sonra zavallı kadıncağızdan başka bir haber alamadılar. Oradaki akrabalarına
iki kez mektup yazdılar ama, bir karşılık alamadılar. Kadıncağızın yanında
çalıştığı Arjantinli aileye yazdılar ama, zarfın üstündeki adı yanlış
yazdıklarından olacak, hiçbir karşılık alamadılar. Bir kötü haberden
korktukları için Buenos Aires’teki İtalyan Konsolosluğu’na yazdılar ve hiçbir
haber alamadıkları analarının aranmasını istediler. Üç ay sonra Konsolostan
gelen mektubun bildirdiğine göre gazetede çıkan ilana rağmen kimse
gelmemiş, hiçbir haber alınmamıştı. Bu, ya da buna benzer bir sebepten
dolayı bu karışıklık meydan gelmişti: Hizmetçiliğin küçük düşürücü bir iş
olduğunu düşünen kadıncağız ailesinin ününü lekelememek için yanında
çalıştığı Arjantinli aileye gerçek adını vermemişti. Aradan bir çok ay geçti,
hiçbir haber alamadılar. Baba ve oğullar üzüntü içindeydiler. Küçük oğlan
yenmeyi başaramadığı sıkıntının pençesine kaptırmıştı kendini. Ne
yapmalıydı? Kime başvurmalıydı? Babanın ilk aklına gelen şey gitmek oldu,
Amerika’ya gidip karısını aramak. Peki, ya işi ne olacaktı? Oğullarına kim
bakacaktı? Daha henüz çalışmaya başlamış olan ve aileye kazanç sağlayan
büyük oğlunu da yollayamamıştı. Her gün aynı acıklı konuları tekrarlayarak,
ya da sessizce birbirlerine bakarak ümitsiz bir bekleyiş içinde yaşıyorlardı.
Bir akşam Marco, en küçük oğlan, kararlı bir şekilde:
– “Ben annemi aramak için Amerika’ya gidiyorum.” dedi.
Baba üzüntüyle başını salladı ve karşılık vermedi. Bu çok yerinde bir
düşünceydi ama, imkansız bir şeydi. Onüç yaşında, tek başına, Amerika’ya
gitmek! Yalnız yol bir buçuk aydan fazla sürüyordu. Ama, çocuk sabırla
diretiyordu. O gün, ertesi gün, her gün, büyük bir sabırla, büyük bir insanın
akıllılığıyla diretiyordu.
– “Benden önce de oraya gidenler oldu, hem de onlar benden çok daha
küçüktü.” diyordu. “Bir kere vapura bindim mi gerisi kolay. Oraya varınca da
akrabamızın dükkanını ararım. Orada öyle çok İtalyan var ki, içlerinden biri
bana sokağı gösterir. Akrabayı bulduktan sonra da annemi bulurum, eğer
akrabayı bulamazsam Konsolosa gider, Arjantinli aileyi ararım. Herhangi bir
şey olursa, çalışırım; orada herkese iş var. Ben de çalışırım, hiç olmazsa eve
dönüş parası biriktirinceye kadar.”
Böylece, yavaş yavaş babasını kandırmayı başardı. Babası ona güveniyor,
onun akıllı, yürekli bir çocuk olduğunu biliyordu. Yokluğa, fedakarlığa
alışıktı. Bu kutsal amacına, deli gibi sevdiği annesini bulabilmek isteğine
kavuşabilmek için bütün gücünü harcayacaktı. Bir tanıdıklarının arkadaşı
olan bir buharlı gemi kaptanı da çocuğun bu kutsal gayesine katkıda
bulunabilmek için ona Arjantin’e kadar bedava bir üçüncü sınıf bileti verdi.
Bunun üzerine, ufak bir tereddütten sonra baba kabul etti ve yolculuğa
kesinlikle karar verildi. Bir torbanın içine giyeceklerini koydular, cebine
birkaç kuruş attılar, akrabanın da adresini verdiler ve güzel bir nisan
akşamında onu vapura bindirdiler. Hareket etmek üzere olan buharlı geminin
merdiveninde, gözleri yaşlarla dolu baba, oğlunu son bir defa öperken:
– “Evladım, Marco’cuğum, cesaretini hiç kaybetme. Kutsal bir amaç
uğruna gidiyorsun, Tanrı sana yardım edecektir” dedi.
Zavallı Marco’cuk! Onun da yüreği kabarmıştı ve bu yolculuğun bütün
güçlüklerine göğüs germeye hazırdı. Ama, güzel Cenovo’sının yavaş yavaş
ufukta kaybolduğunu, açık denize doğru yol aldığını, hiç kimseyi tanımadığı
ve göçmenlerle dolu olan bu koca buharlı gemide tek başına olduğunu, bütün
servetinin içinde sakladığı çantasının olduğunu görünce, birden bütün cesareti
kayboluverdi. İki gün boyunca, küçük bir köpek gibi, hiç kımıldamadan
güvertede uyuklayıp durdu. Hiçbir şey yemiyordu, yalnız ağlamak istiyordu.
Aklından her çeşit acıklı düşünce geçiyordu, en üzücü, en korkunç olan,
durmadan aklını kurcalayan da şuydu: Ya annesi ölmüşse. Bölük pörçük,
huzursuz uykularında hep bir yabancının yüzü beliriyordu. Bu yabancı ona
acıyarak bakıyor ve kulağına: “Annen öldü” diyordu. Bir korku çığlığını
boğmağa çalışarak uyanıyordu. Ama, Cebelitarık Boğazı’nı geçip de Atlas
Okyanusu’nu görünce biraz olsun yüreği ferahladı, cesaretlenmeye başladı.
Ama, bu çok kısa sürdü. Bu denizin hiç değişmeyen görüntüsü, durmadan
artan sıcak, etrafını çevreleyen bütün bu zavallı insanların üzüntüsü, tek
başına olmanın verdiği hüzün onu yeniden pençeleri arasına aldı. Bomboş,
yeknesak, birbiri ardından geçen günler hatırasında karışıyordu, hastalarda
sık sık olduğu gibi. Ona sanki bir yıldır denizdeymiş gibi geliyordu. Her
sabah, uyanınca da, bu uçsuz bucaksız suyun ortasında, tek başına,
Amerika’ya doğru yol aldığını düşününce gene bir korkuya kapılıyordu.
Gelip güverteye düşen yunus balıkları, tropikal kuşağın kor ve kan rengi
bulutları gerisinde bırakan o şahane gün batışları, gecenin o fosforlu ışıkları,
okyanusu alev alev yanan bir lav denizi haline getiriyordu. Bütün bunlar
küçük yolcuya gerçekten uzak, bir rüyadaki peri masalı gibi geliyordu.
Fırtınalı günler de olmadı değil, bu zamanlarda odasından hiç ayrılmıyordu.
Etrafında her şey sallanıyor, bütün yolcular bir ağızdan Tanrıya dua
ediyorlardı. Böyle anlarda artık son gününün yaklaştığını sanıyordu. Denizin
çok sakin olduğu günler de vardı; sarı, dayanılmaz bir sıcak ortalığı kasıp
kavuruyor, bitmez tükenmez bir sıkıntı içini kaplıyordu. Bu uğursuz saatler
boyunca yolcuların dermanları kalmıyor, bitkin, hareketsiz, masaların altına
uzanıyorlardı, sanki ölü gibiydiler. Yolculuk bitmek bilmiyordu. Deniz ve
gök, gök ve deniz, bugün dünkü gibi, yarın bugünkü gibi, hala, daima,
ebediyen. O, yorgun, şaşkın, uzun saatler boyunca güvertenin parmaklığına
dayanıyor ve bu uçsuz bucaksız denize bakıyordu. Gözleri kapanıp, uykudan
başı omzuna düşünceye kadar annesini düşünüyordu. Gene ona acıyarak
bakan ve kulağına: “Annen öldü!” diye tekrarlayan o yabancı yüzü
görüyordu. Bu sesi duyunca sıçrayarak uyanıyor ve gözleri açık hayal
görmeye, hiç değişmeyen ufka bakmaya başlıyordu.
Yolculuk tam yirmiyedi gün sürdü! Ama, son günler iyi geçti. Hava serin
ve güzeldi. Amerika’daki oğlunu bulmaya giden yaşlı bir Lombardiyalıyla
ahbap oldu. Oğlu Rosario şehrinin yakınlarında çiftçilik yapıyormuş. Marco
ihtiyara ailesi hakkında pek çok bilgi vermişti, ihtiyar da eliyle onun ensesine
vurarak, durmadan tekrarlıyordu.
– “Gayret et, cesaretini kaybetme, anneni mutlu ve sıhhatte bulacaksın.”
Bu arkadaşlık çocuğu güçlendiriyor, sıkıntıları biraz olsun azalıyordu.
Güvertede, piposunu içen yaşlı köylünün yanına oturuyordu. Gökyüzü ışıl ışıl
parıldayan yıldızlarla kaplıydı, kendisiyle birlikte yolculuk eden göçmenler
şarkı söylüyorlardı. Bütün bunların ortasında çocuk Buenos Aires’e varışını
belki yüzüncü defa hayalinde tekrarlıyordu. O sokağa varıyor, dükkanı
buluyor, akrabaya doğru atılıyor ve: “Annem nasıl? Nerede? Hemen
gidelim!” diyordu, beraberce koşuyorlardı, bir merdiveni çıkıyorlardı, bir
kapı açılıyordu... Sessiz monolog burada bitiyordu ve hayali anlatılmaz bir
sevgi duygusunun içinde kayboluyordu. Bunun üzerine boynundaki
madalyonunu gizlice dışarı çıkartıyor, onu defalarca öperek bir şeyler
mırıldanıyordu.
Buharlı geminin hareketinden yirmiyedi gün sonra Buenos Aires’e ulaştılar.
Buharlı gemi Plata Irmağı’na demir atarken pespembe bir ufukta doğan mayıs
güneşi yavaş yavaş etrafı ısıtmaya, aydınlatmaya başlıyordu. Arjantin
Cumhuriyeti’nin başkenti Buenos Aires, Plata Irmağı’nın bir kıyısında
uzanıyordu. Bu güzel hava ona iyi bir haberci gibi geldi. Sevinçten ve
sabırsızlıktan çılgına dönmüştü. Annesi ondan yalnız birkaç mil uzaktaydı!
Kısa bir süre sonra annesini görecek, ona kavuşacaktı! Şimdi Amerika’daydı,
yeni dünyada, buraya kadar tek başına gelmek cesaretini göstermişti! O uzun
yolculuğun bütün sıkıntılarını, bütün üzüntülerini unutmuştu bile. Sanki
uykusunda uçmuş ve uyandığında da buraya konuvermişti. Öylesine
mutluydu ki elini cebine atıp da bütün servetini meydana getiren o iki küçük
para çıkınından birini bulamayınca, -parasının hepsini birden kaybetmemek
için bu çareye başvurmuştu- ne şaşırdı, ne de üzüldü. Küçük para çıkınını
çalmışlardı, pek az parası kalmıştı; ama, annesine bu kadar yaklaştığı bir anda
bunun ne önemi vardı ki? Çok sayıdaki diğer İtalyanlarla birlikte, çantası
elinde, onları sahilin yakınına kadar götürecek olan küçük vapura bindi,
oradan da Andrea Doria adını taşıyan bir kayığa geçti, dalgakırana varınca
indi, Lombardiyalı yaşlı dostunu selamladı ve hızlı adımlarla şehre doğru
ilerlemeye başladı.
Geniş caddelerden birinin ağzına varınca yoldan geçen bir adamı durdurdu
ve Los Artes Sokağı’na ulaşabilmek için nereden gitmesi gerektiğini sordu.
Farkında bile olmadan bir İtalyan işçiyi durdurmuştu. Bu adam ona merakla
baktı ve okuma bilip bilmediğini sordu. Çocuk, evet anlamına başını salladı.
İşçi çıktığı sokağı ona göstererek:
– “Öyleyse, dosdoğru bu yoldan ilerle, geçtiğin her meydandan sonra da
sokakların ismini dikkatle oku; sonunda aradığın sokağı bulacaksın!” dedi.
Çocuk işçiye teşekkür etti ve önünde uzanıp giden yola neşeyle atıldı.
Yol uçsuz bucaksız, dümdüz gidiyordu ama, çok dardı. Yolun iki tarafına
inşa edilmiş tek katlı, beyaz evler küçük villalara benziyordu. Yoldan geçen
halk, atlı arabalar kulakları sağır eden bir gürültü çıkarıyorlardı. Orada burada
rengarenk kocaman bayraklar dalgalanıyordu; üzerlerinde büyük harflerle
buharlı gemilerin bilinmedik şehirlere hareket tarihleri yazılıydı. Yolda
ilerlerken, sağına, soluna baktığında göz alabildiğine uzanan yollar
görüyordu, bu yolların da iki yanına tek katlı, beyaz evler inşa edilmişti ve
gelip geçen insanlarla, atlı arabalarla doluydu. Yolların sonunda da, denizin
sonsuz ufku gibi uçsuz bucaksız Amerikan yaylaları uzanıyordu. Şehir ona
koskocaman göründü. Amerika’nın dört bir tarafını sardığına inandığı sağa
sola açılan bu uzun yolları aşabilmek için günler ve haftalar boyunca
yürümesi gerekeceğini sanıyordu. Sokakların adına dikkatle bakıyordu;
zorlukla okuyabildiği yabancı isimler. Her yeni bir sokağa girişinde, aradığı
yolu bulduğunu sanarak kalbi çarpıyordu. Annesine rastlayabilmek ümidiyle
her kadına dikkatle bakıyordu. Önünde ilerleyen bir tanesini görünce içinde
bir şey hop etti: Ona yaklaştı, baktı, bir zenciydi. Adımlarını sıklaştırarak
yürüyor, yürüyordu. Bir dört yol ağzına vardı, okudu ve kaldırıma çivilenmiş
gibi olduğu yerde kalakaldı. Bu aradığı sokaktı. Sokağa saptı ve 117
numarayı gördü, akrabanın dükkânı 175 numaradaydı. Adımlarını daha da
sıklaştırdı. Biraz olsun soluklanabilmek için 171 numarada durdu. Kendi
kendine de: “Ah, anneciğim! Anneciğim! Birkaç dakika sonra kollarının
arasında olacağım!” diyordu. Yolun geri kalan kısmını koşarak tamamladı ve
küçük bir tuhafiye dükkanına vardı. Aradığı dükkan buydu. İçeri girdi. Kır
saçlı, gözlüklü bir kadıncağız gördü.
Kadın ona İspanyolca:
– “Ne istiyorsunuz, küçük?” diye sordu.
Çocuk sesini duyurabilmek için gayret sarf ederken:
– “Burası Francesco Merelli’nin dükkanı değil mi?” diye sordu.
Kadın, İtalyanca:
– “Francesco Merelli öldü.” diye karşılık verdi.
Çocuk kalbinin sıkıştığını hissetti.
– “Ne zaman öldü?”
– “Eh, epey oluyor. İşleri kötü gidiyordu, kaçtı. Dediklerine göre Bahia
Bianca’ya gitmiş, buradan çok uzaktır. Oraya varır varmaz da ölmüş. Şimdi
dükkan benim.”
Çocuk sarardı.
Sonra, hemen, aceleyle:
– “Mirelli annemi tanıyordu, annem burada Bay Mequinez’in hizmetinde
çalışıyor. Annemin nerede olduğunu yalnız o biliyordu. Ben annemi aramak
için Amerika’ya geldim. Yazdığımız mektupları anneme o yolluyordu.
Annemi bulmak istiyordum.”
Kadın:
– “Zavallı çocukcağız, ben hiçbir şey bilmiyorum.” diye karşılık verdi.
“Bahçedeki çocuğa sorabilirim. O Merelli’lerin alışverişini yapan delikanlıyı
tanırdı. Belki de sana bir yararı dokunabilir.”
Dükkanın sonuna gitti ve çocuğu çağırdı, o da hemen geldi. Dükkan sahibi
kadın:
– “Söyle bakayım, Merelli’nin işlerine bakan o delikanlının hiç bizim
memleketlilerde çalışan bir kadıncağıza mektup götürdüğünü hatırlıyor
musun?”
Çocuk:
– “Evet efendim, bazan Bay Mequinez’e giderdi. Los Artes Sokağı’nın
sonunda oturur.” diye karşılık verdi.
Marco:
– “Ah, çok teşekkür ederim, efendim!” diye haykırdı. “Bana evin
numarasını da söyler misiniz... Bilmiyor musunuz? Birisi benimle gelebilir
mi? Küçük, sen hemen benimle gel cebimde daha birkaç kuruşum var.”
Bütün bunları öyle bir heyecanla söylemişti ki çocuk kadının kendisine rica
etmesine kalmadan, hemen:
– “Gidelim.” dedi ve hızlı adımlarla dükkandan ilk çıkan kendisi oldu.
Tek kelime söylemeden, koşar adımlarla uzun yolun sonuna kadar gittiler,
küçük beyaz bir evin bahçe kapısından geçtiler ve ardında çiçek saksılarının
süslediği küçük bir bahçe bulunan demir bir parmaklığın önünde durdular.
Marco asılı çıngırağı çaldı.
Bir hanım belirdi.
Çocukcağız endişeli bir sesle:
– “Mequinez ailesi burada oturuyor, değil mi?” diye sordu.
İtalyanca’yı İspanyollar gibi konuşan hanım:
– “Burada oturuyordu,” diye karşılık verdi, “şimdi biz Zeballos’lar
oturuyoruz.”
Marco, kalbi çarparak:
– “Peki, ya Mequinez’ler nereye gittiler?” diye sordu.
– “Cordova’ya gittiler.”
Marco:
– “Cordova!” diye bağırdı, “Cordova nerede? Yanlarında çalışan hizmetçi
ne oldu? Hizmetlerine bakan o kadın, benim annem? O hizmetçi kadın benim
annemdi! Annemi de beraberlerinde mi götürdüler?”
Kadın ona baktı ve:
– “Bilmiyorum” dedi. “Gitmeden önce onlarla tanışan babam belki de bir
şeyler biliyordur. Biraz bekleyin.”
Hemen gözden kayboldu ve kısa bir zaman sonra babasıyla geri döndü, bu
uzun boylu, sakalı kırlaşmış bir beydi. Adamcağız bir süre Cenovalı küçük
denizciye baktı, sarı saçlı, kartal burunlu bu çocuğu çok sevimli bulmuştu.
Ona kötü bir İtalyancayla:
– “Annen Cenovalı mıydı?” diye sordu.
Marco, “evet” diye karşılık verdi.
– “Cenovalı hizmetçi kadın da onlarla birlikte gitti, bundan eminim.”
– “Nereye gittiler?”
– “Cordova’ya bir başka şehre.”
Çocukcağız göğüs geçirdi; sonra kadere boyun eğen bir halle:
– “Öyleyse... Ben de Cordova’ya giderim” dedi.
Evin yeni sahibi ona acıyarak baktı:
– “Ah pobre nino!” dedi. “Zavallı çocuk! Cordova buradan yüzlerce mil
uzakta.”
Marco ölü gibi sarardı ve bir eliyle parmaklığa tutundu. Çocuğun bu halini
görüp üzülen bey, kapıyı açarak:
– “Bakalım bir şeyler düşünelim, gel, biraz içeride otur, belki de bir
kolaylık bulabiliriz. Gel, otur” dedi.
Çocuğu oturttu, bütün hikayesini baştan sona anlattırdı, büyük bir ciddiyetle
dinledi, bir süre düşünmeye daldı. Sonra, kararlı bir şekilde:
– “Yanında paran yok, değil mi?” dedi.
Marco:
– “Yanımda... Biraz var” diye karşılık verdi.
Yaşlı bey bir süre daha düşündü, sonra masanın başına geçti, bir mektup
yazdı, zarfa koydu ve onu çocuğa uzatırken:
– “Dinle, İtalianito. Bu mektubu al ve Boca’ya git. Bu, buradan iki saat
uzaklıkta olan, yarı Cenovalı bir şehirdir. Herkes sana yolu gösterebilir.
Oraya git ve zarfın üstünde adı yazılı olan beyi ara. Orada onu herkes tanır.
Ona bu mektubu ver. Yarın seni Rosario şehrine yollar ve orada kimi bulman
gerektiğini sana söyler. Rosario’da bulacağın kimse senin Cordova’ya kadar
gitmeni sağlar. Cordova’ya varınca da Mequinez ailesiyle anneni bulabilirsin.
Bunu da al lazım olur” dedi ve çocuğun eline birkaç lira sıkıştırdı. “Haydi,
artık git, Tanrı sana yardım edecektir. Burada her yerde yurttaşlarınla
karşılaşırsın, hiç yalnızlık çekmezsin. Adios” dedi.
Çocuk beye söyleyecek başka bir söz bulamadı ve sadece:
– “Teşekkür ederim” dedi.
Torbasını aldı ve çıktı. Küçük rehberinden de ayrıldıktan sonra Boca’ya
doğru yola koyuldu. Gürültülü büyük şehirler boyunca ilerlerken içini
mutsuzluk, korku kaplamıştı.
Öyle yorulmuş, ümitsizliğe kapılmış ve şaşkına dönmüştü ki Zeballos’ların
evinden ayrıldığı andan ertesi günün akşamına kadar geçen zaman içinde
başına gelen olaylar sonradan, belleğinde ateşli bir hastanın gördüğü garip
rüyaları andıran izler bıraktı. Ertesi günün akşamı, gün batarken, gece
Boca’daki bir evin küçücük odasında, bir liman hamalının yanında uyuduktan
sonra, -bütün günü bir kereste yığınının üstüne oturmuş, gelip geçen küçük
buharlı gemileri, sandalları, takaları dalgın seyrederek geçirmişti- kendini,
tenleri güneşten kararmış iri yarı üç Cenovalı’nın yönettiği meyve yüklü
büyük bir yelkenli çatananın güvertesinde bulmuştu. Bu gemicilerin sesi,
aralarında konuştukları ve çocuğun pek sevdiği o lehçe küçük kalbini biraz
olsun ferahlatmıştı.
Yola çıktılar. Yolculuk üç gün, dört gece sürdü ve küçük yolcu için devamlı
bir korku kaynağı oldu. Üç gün, dört gece boyunca o şahane Parana
Nehri’nde ilerlediler. İtalya’nın o kocaman Po Irmağı bütünü yanında bir çay
gibi kalıyordu, İtalya’nın uzunluğunun dört katını alsanız gene de bu nehrin
uzunluğunu elde edemezsiniz. Çatana, bu nehrin coşkun sularının akıntısına
karşı yavaş yavaş ilerliyordu. Yüzen ormanları andıran, üzerleri söğüt ve
portakal ağaçlarıyla dolu, yılan ve kartal yuvası olan uzun adaların arasından
geçiyordu; öbür ucundan çıkılamayacakmış gibi görünen daracık boğazlardan
ilerliyordu, büyük sakin gölleri hatırlatan geniş su birikintilerine ulaşıyor,
sonra yeniden adalardan, takım adaların kaynaştığı dar boğazlardan, balta
girmemiş tropikal ormanların içinden geçiyordu. Her tarafta derin bir
sessizlik vardı. Kilometreler boyunca, ıssız, uçsuz bucaksız kıyılar ve suları
bilinmeyen bir ırmağı yansıtıyordu ve sanki buralara kadar sokulma
cesaretini de dünyada ilk kez bu çatana gösteriyordu. Aşağı çığıra doğru
yaklaştıkça da suların coşkunluğu daha da artıyordu. Annesinin, dört bir
yandan fışkıran kaynaklardan birinde olduğunu ve yolculuğunun yıllar boyu
süreceğini düşünüyordu. Günde iki defa, çatanacılarla birlikte biraz ekmek,
biraz da tuzlu et yiyordu. Çatanacılar onu üzgün gördüklerinden onunla hiç
konuşmuyorlardı. Gece kalın bir çadır bezinin altında uyuyordu ve sık sık
uzak kıyıları, geniş ırmağı aydınlatan berrak ay ışığı onu uyandırıyordu;
birden kalbi sıkışıveriyordu. Masallarda duyduğu o esrarengiz şehirlerden
birinin adı gibi durmadan: “Cordova! Cordova!” diye kendi kendine bu ismi
tekrarlıyordu. Sonra da düşünüyordu: “Annem de buradan geçti, bu kıyıları,
bu adaları gördü.” Annesinin de görmüş olduğu bu kıyılar ona eskisi kadar
garip, eskisi kadar ıssız gelmiyordu... Gece, çatanacılardan biri şarkı
söylüyordu. Bu şarkılar ona çocukluğunda annesinin kendisini uyuturken
söylediği ninnileri hatırlatıyordu. Son gece, bu şarkıyı duyunca hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı. Çatanacı şarkısına ara verdi. Sonra ona seslendi:
– “Kendine gel, cesaretini topla, figioeu! Hay Allah! Evinden uzak düştü
diye bir Cenovalının ağlaması olacak şey mi? Cenovalılar şan ve şeref içinde
dünyanın çevresinde dolaşırlar!”
Bu sözleri duyan çocuk kendini toparladı, Cenovalı kanının birden
kabardığını duydu, gururla başını kaldırdı ve yumruğunu inam tahtasına
vurarak, kendi kendine:
– “Evet, doğru, ben de annemi buluncaya kadar bütün dünyayı
dolaşacağım, daha yıllar ve yıllar boyunca yolculuk edeceğim, yüzlerce
kilometreyi yürüyerek kat edeceğim ve hiç yılmadan yoluma devam
edeceğim. Ölü gibi, cansız, ayaklarının dibine düşecek de olsam gene onu
bulacağım! Onu dünya gözüyle bir kere daha görebileyim, yeter! Gayret!”
Ve bu ruh hali içinde pembe, serin bir sabah, gün doğarken Rosairo şehrine
vardı. Şehir Parana’nın yüksek yamacına kurulmuştu. Her ülkeye ait yüzlerce
gemi bu sakin sularda narin gövdesini yansıtıyordu.
Karaya ayak bastıktan kısa bir süre sonra, şehre çıktı. Torbası elinde,
ilerlerken bir yandan da Boca’daki iyi kalpli beyin mektup yazdığı o
Arjantinli beyi arıyordu. Rosario’ya girdiğinde sanki daha önce de bildiği bir
şehre giriyormuş gibi geldi ona. Dört bir yanda uçsuz bucaksız, dümdüz, iki
yanları tek katlı beyaz evlerle süslü sokaklardan geçiyordu. Her yönde,
damların üstünde kocaman örümcek ağlarına benzeyen kalın telefon ve
telgraf telleri uzanıyordu. Büyük bir insan, at ve araba kalabalığı sokakları
dolduruyordu. Aklı karışıyordu: sanki tekrar Buenos Aires’e dönmüştü de
akrabasını aramaya gidiyordu. Bir saat boyunca yollarda dönüp dolaşıp
durdu, ona hep aynı caddelerden geçiyormuş gibi geliyordu. Sora sora
sonunda yeni koruyucusunun evini bulabildi. Kapıdaki çıngırağı çaldı.
Sarışın, asık yüzlü bir adam kapıda belirdi. Bir çiftçiye benziyordu ve kaba
bir şekilde, garip bir lehçeyle ona sordu:
– “Kimi istiyorsun?”
Çocuk aradığı beyin adını söyledi.
Çiftçi:
– “Bey dün akşam ailesiyle birlikte Buenos Aires’e gitti” diye karşılık
verdi.
Çocuk söyleyecek tek söz bulamadı. Sonra kekeledi:
– “Ama, burada... Benim kimsem yok ki! Tek başınayım!” Ve mektubu
uzattı.
Çiftçi mektubu aldı, okudu ve kaba bir sesle:
– “Hiçbir şey yapamam. Bir ay sonra döndüğünde bu mektubu kendisine
veririm” dedi.
Çocuk yalvaran bir sesle:
– “Ama, ben, ben tek başınayım! İhtiyacım var!” diye haykırdı.
Diğeri:
– “Ee, yeter” dedi, “Rosario’da daha senin memleketindeki kadar çok
parazit yok! Git de İtalya’da dilen.”
Ve kapıyı çocuğun yüzüne kapadı.
Çocukcağız orada taş kesilmiş gibi kalakaldı.
Sonra yavaşça torbasını aldı ve çıktı. Yüreği sıkıntılara boğulmuş, zihni
karışmıştı, birden yüzlerce korkunç soru beynini kurcalamaya başladı. Ne
yapmalı? Nereye gitmeli? Rosaio’dan Cordova’ya trenle bir günde
gidiliyordu. Cebinde yalnız birkaç kuruşu kalmıştı. Bugün harcayacaklarını
da çıkarınca elinde hiçbir şey kalmayacaktı. Bilet alabilmek için gerekli
parayı nereden bulacaktı? Çalışabilirdi. Ama, nasıl, kimden iş isteyebilirdi?
Dilenmek mi? Ah! Hayır, biraz önceki gibi azarlanmak, hakarete uğramak,
küçük düşürülmek, hayır, hayır, hiçbir zaman böyle bir şeyi kabul edemezdi,
ölsün daha iyiydi! Bu düşünce üzerine, önünde uzanan o upuzun, uçsuz
bucaksız yaylalarda son bulan caddeyi tekrar görünce bütün cesaretinin bir
kez daha kaybolduğunu hissetti. Torbasını kaldırıma fırlattı, omuzlarını
duvara dayayıp üstüne oturdu, başını eğip ellerinin arasında aldı, tek damla
gözyaşı dökmeden, ümitsiz bir şekilde öyle oturdu kaldı.
Yoldan geçen halk ayağıyla ona çarpıyordu; arabalar sokağı gürültüye
boğuyorlardı; bazı çocuklar durup ona bakıyorlardı. O bir süre böyle oturdu.
Yarı İtalyanca, yarı Lombardiya lehçesiyle ona:
– “Neyin var oğlum?” diyen sesi duyunca birden irkildi.
Başını kaldırdı ve bir sevinç çığlığı atarak ayağa fırladı:
– “Siz, ha!”
Bu, yolculuğu sırasında tanıştığı Lombardiyalı yaşlı köylüydü.
Köylünün şaşkınlığı da onunkinden az değildi. Ama, çocuk onun kendisine
bir şey sormasına fırsat vermedi ve bütün başından geçenleri bir bir anlattı:
– “Şimdi, beş parasızım. Çalışmam gerekiyor. Bana bir iş bulun da biraz
para kazanabileyim. Ne iş olursa olsun, yaparım, eşya taşırım, sokakları
süpürürüm, ayak işlerine bakarım, tarlada bile çalışırım. Yalnız kuru ekmek
de bana yeter. Tek istediğim bir an önce gidip annemi bulabilmek. Ne olur,
Tanrı aşkına bana bir iş bulun, yalvarıyorum, başka çarem yok!”
Köylü çenesini kaşıyıp etrafına bakınarak:
– “Bilmem ki ne yapsam” diyordu. Bu olacak iş değil!.. Çalışmak... hem de
hemen bir iş bulmak. Dur bakalım. Vatandaşlarımızdan belki de otuz lira
toplayabiliriz.”
Çocuk ona bakıyordu, biraz olsun içi ferahlamıştı.
Köylü ona:
– “Gel benimle.” dedi.
Çocuk torbasını yerden alırken:
– “Nereye?” diye sordu.
– “Benimle gel.”
Köylü yola koyuldu, Marco da onun peşinden. Hiç konuşmadan uzun bir
süre beraber yürüdüler. Köylü bir hanın önünde durdu. Kapının üstüne asılı
duran levhada bir yıldız resmi vardı ve şunlar yazılıydı: İtalya yıldız. Başını
kapıdan içeri uzattı ve sonra çocuğa dönerek:
– “Tam zamanında gelmişiz” dedi.
Geniş, büyük bir odaya girdiler. Masaların başına oturmuş pek çok adam
içki içiyor ve yüksek sesle konuşuyordu. İhtiyar Lombardiyalı önce masaya
yaklaştı ve onları selamlayış tarzından çocuk, ihtiyarın kısa bir süre önce
yanlarından ayrılmış olduğunu sezdi. Masanın etrafında oturan altı müşterinin
de yüzleri kıpkırmızıydı, bardaklarını tokuşturarak gülüp konuşuyorlardı.
Ayakta duran Lombardiyalı, Marco’yu onlara tanıtmak için ilk söz alarak:
– “Arkadaşlar” dedi, “gördüğünüz bu zavallı yurttaşımız annesini
bulabilmek için Cenova’dan Buenos Aires’e tek başına geldi. Buenos
Aires’de ona: ‘Annen burada yok, Cordova’da’ demişler. Üç gün, üç gece
çatanayla yolculuk ettikten sonra Rosario’ya varmış. Eline de bir beye
verilmek üzere bir mektup tutuşturmuşlar. Beyi bulmak için evine gitmiş,
kapıyı suratına kapamışlar. Cebinde tek kuruşu kalmamış. Garipçik burada
tek başına kalmış. Annesini bulabilmesi için Cordova’ya gitmesi gerekiyor
ama, bilet alacak parası yok. Onu böyle bu halde köpek gibi tek başına mı
bırakacağız?”
Hepsi bir ağızdan, yumruklarını masaya vurarak:
– “Hiç onu bu halde bırakır mıyız! Bu olacak şey mi!” diye bağırıştılar.
“Bir yurttaşımız! Buraya gel, yumurcak! Bizler de göçmeniz! Bak, ne güzel
çocuk! Arkadaşlar, paralarınızı sökülün bakalım! Vatandaş, bir yudum bir şey
iç. Biz seni annenin yanına yollarız, üzülme.”
Biri yanağından makas alıyor, diğeri omzuna vuruyor, bir üçüncüsü
çantasını elinden alıyordu. İlerideki masalarda oturan diğer göçmenler de
kalktılar ve çocuğa yaklaştılar. Bütün handa çocuğun hikayesini bilmeyen
kalmadı. Bitişik odada kalan Arjantinli üç müşteri de onlara katıldı. On
dakikadan kısa bir sürede, şapkasını arkadaşlarına doğru uzatıp dolaşan
Lombardiyalı kırk iki lira kadar bir para topladı.
Çocuğa doğru dönerek:
– “Gördün mü?” dedi, “Amerika’da her şey ne çabuk oluveriyor?”
Bir başkası çocuğa bir bardak şarap uzatıp:
– “İç!” dedi. “Annenin sağlığına!”
Hepsi bardaklarını kaldırdılar. Marco da tekrarladı:
– “Annemin...” Ama, bir sevinç hıçkırığı boğazında düğümlendi, bardağı
masanın üstüne bıraktı ve ihtiyar dostunun boynuna atıldı.
Ertesi sabah, gün ışırken, o çoktan Cordova’nın yolunu tutmuştu bile.
Mutlu ve neşeliydi, kendine güveniyordu. Ama, doğanının bazı görüntüleri
insanın sınırsız mutluluğunu engeller. Hava kapalı ve bulutluydu. Bomboş
tren, üzerinde tek bir ev görünmeyen düzlüklerin arasından ilerliyordu.
Upuzun bir vagonda tek başına yolculuk ediyordu, bu yaralıları taşıyan
trenlere benziyordu. Sağa bakıyor, sola bakıyor ve yalnız uçsuz bucaksız bir
boşluk, şekilsiz birkaç küçük ağaçtan, çarpık çurpuk dal ve ağaç gövdesinden
başka bir şey göze çarpmıyordu. Önünde uzanıp giden bu manzara
çocukcağızın sıkıntısını, öfkesini daha da arıttırıyordu. Koyu renkli, hazin
görünüşlü, orada burada tek tük boy veren bitkiler etrafındaki düzlüğü sonsuz
bir mezarlığı andırıyordu. Tren istasyonları da çöllerdeki keşiş evleri gibi
ıssızdılar. Tren buralarda durduğu zaman tek ses işitilmiyordu. Çölün
ortasında kaybolmuş, terkedilmiş bir trende tek başına kalmış gibi geliyordu
çocuğa. Geçtiği her istasyonun sonuncu olduğunu ve ondan sonra da
bilinmeyen, esrarlı korkunç vahşiler ülkesine ulaşacağını sanıyordu.
Dondurucu bir rüzgar yüzüne çarpıyordu. Nisan sonunda onu Cenova’dan
gemiye bindirirken babası ve kardeşleri çocuğun Amerika’da kışla
karşılaşacağını düşünmemişlerdi de ona yazlık kıyafetler giydirmişlerdi.
Birkaç saat sonra soğuktan titremeye başladı, bir de buna uykusuz, hareketli
geçen gecelerin, büyük heyecanlar içinde geçirdiği günlerin yorgunluğu
ekleniyordu. Uyuyakaldı, uzun bir süre uyudu. Uyandığında her tarafı
tutulmuştu, kendini iyi hissetmiyordu. Birden hastalanıp yolda ölü vermek
korkusu içini kapladı. Cesedini bu ıssız düzlüğe atacaklardı ve köpekler,
yırtıcı kuşlar gelip onun o cansız vücudunu parçalayacaklardı. Tren geçerken
gördüğü ve iğrenerek, tiksinerek hemen başını çevirdiği yol kenarına atılmış
o inek leşleri gibi. Bu huzursuzluk, doğanın bu inatçı sessizliği içinde hayali
daha çok çalışmaya başlıyor ve zihnini kara düşünceler kaplıyordu. Hem
annesini Cordova’da mutlaka bulabileceğinden emin miydi? Ya orada
değilse? Ya Los Artes sokağındaki bey yanıldıysa? Ya annesi öldüyse? Bütün
bunları düşünürken yeniden uyuyakaldı. Rüya gördü: Gece Cordova’ya
varmıştı, bütün pencerelerden ona: “Annen burada yok! Annen burada yok!”
diye bağırıyorlardı. Sıçrayarak uyandı, çok korkmuştu, ilerideki sıralarda,
sakallı, rengarenk şallara sarınmış, aralarında alçak sesle koşuşarak ona
bakan üç adam gördü. İçine bir şüphe düştü, belki de bu adamlar katildi ve
çantasını çalmak için onu öldüreceklerdi. Soğuğa, huzursuzluğa bir de korku
eklendi. Korkusu büyüdükçe hayali de genişliyordu, -adamlar ona bakmaya
devam ediyorlardı- içlerinden biri ayağa kalktı ve ona doğru ilerledi. Çocuk
korkudan kendini kaybetti ve ellerini yana doğru açıp ona doğru koşarken bir
yandan da bağırıyordu.
– “Hiçbir şeyim yok. Ben zavallı bir çocuğum. İtalya’dan geliyorum.
Annemi aramaya gidiyorum, tek başınayım; bana kötülük etmeyin!”
Adamlar çocuğun haline acıdılar, onu okşadılar ve çocuğun anlamadığı pek
çok söz söyleyerek onu yatıştırmaya çalıştılar. Soğuktan çenesinin titrediğini
görünce şallarından birini onun sırtına örttüler ve uyuyabilmesi için onu
sıralardan birine yatırdılar. Güneş batarken çocuk uyuyakaldı. Onu
uyandırdıklarında Cordova’ya varmıştı.
Oh, ne rahat bir soluk aldı ve trenden ne büyük sevinçle indi. İstasyon
memurlarından birine mühendis Mequinez’in evinin nerede olduğunu sordu.
O da kendisine bir kilisenin ismini söyledi; -ev kilisenin yanındaydı- çocuk
hızla oradan uzaklaştı. Gece olmuştu. Şehre girdi. İki tarafı tek katlı beyaz
evlerle süslü, başka uzun, düz caddelerin kestiği o dümdüz yolları görünce
yeniden Rasasio’ya girdiğini sandı. Ama, sokaklarda çok insan vardı, seyrek
yerleştirilmiş lambaların zayıf ışığında gördüğü yüzler de ona çok garip geldi;
şimdiye dek bu renkte yüz görmemişti, yeşille siyah arası bir renkti bu.
Zaman zaman başını kaldırdıkça da karanlıkta simsiyah, koskocaman
dikiliveren büyük binalar hiç görmediği garip bir mimari tarzda inşa
edilmişti. Ama, aştığı o ıssız çölden sonra burasını çok canlı buldu.
Karşılaştığı bir beye yolunu sordu, hemen evi buldu, titreyen bir elle çıngırağı
çaldı, öbür elini de heyecandan güm güm atan kalbinin üstüne koydu. Sanki
yüreği göğsünden dışarı fırlayacaktı.
Yaşlı bir kadın elinde lambayla geldi kapıyı açtı.
Çocuk hemen konuşamadı.
Kadın ona İspanyolca sordu:
– “Kimi arıyorsun?”
Marco:
– “Mühendis Mequinez’i” diyebildi.
Yaşlı kadın kollarını göğsünün üstünde birleştirdi ve başını sallayarak:
– “Demek senin de Mühendis Mequinez’i görmen gerekiyor! Bana öyle
geliyor ki artık buna bir son vermek lazım. Tam üç aydır rahatımız,
huzurumuz kalmadı. Bunu gazeteler bile yazdı. Tek çare çığırtkan tutup
sokaklarda dolaştırmak ve Bay Mequinez, Tucuman’a gitti diye şehre haber
vermek!” dedi.
Çocuk öyle büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı ki ne diyeceğini şaşırdı. Sonra,
birden öfkeyle:
– “Bu işte bir uğursuzluk var! Annemi bulamadan yollarda öleceğim!
Delirdim, çıldırıyorum! Tanrım! O yerin adı nedir? Nerede? Buradan ne
kadar uzaklıkta?” diye haykırdı.
Çocuğun bu haline acıyan yaşlı kadın:
– “Zavallı çocukcağız, oraya varabilmek için dörtyüz, yada beşyüz millik
bir yol kat etmen, gerekiyor!” diye karşılık verdi:
Çocuk elleriyle yüzünü kapadı, sonra hıçkırarak sordu:
– “Peki şimdi... Ne yapacağım?”
Kadıncağız:
– “Zavallı evladım, ne yapmamı istiyorsun, ben de bilmiyorum ki!” diye
karşılık verdi.
Kadının aklına hemen bir fikir geldi, çocuğa aceleyle:
– “Dinle, şimdi aklıma geldi,” dedi. “yapabileceğin bir şey var. Geri dön,
sağdaki ilk sokağa sap, üçüncü bahçe kapısını çal. Orada bir capataz, bir
tüccar oturur, yarın sabah carretasları(arabaları) ve sığırlarıyla Tucuman’a
hareket edecek. Git sor bakalım, seni de beraberinde götürür mü, yol boyunca
ona yardım edeceğini de söylemeyi unutma sakın. Belki de arabalarından
birinde sana da bir yer bulur; hemen git.”
Çocuk torbasını yakaladı, kadıncağıza teşekkür etti ve birkaç dakika sonra
kendini lambaların aydınlattığı geniş bir bahçede buldu. Güçlü kuvvetli pek
çok adam kocaman kocaman arabalara buğday çuvalları yüklüyorlardı.
Yüksek tekerlekli, yuvarlak damlı bu arabalar gezginci soytarıların içinde
yolculuk ettikleri ve barındıkları arabalara benziyordu. Uzun boylu, bıyıklı,
siyah beyaz kareli bir pelerine sarınmış, uzun çizmeli bir adam işleri
yönetiyordu. Çocuk bu adama yaklaştı, İtalya’dan geldiğini, annesini
aramaya geldiğini söyleyerek, utangaç bir sesle adama derdini anlattı.
Capataz, bu kelime başkan, önder anlamına gelir (bu araba sürücülerine
öncülük ediyordu) çocuğu baştan aşağı süzdü ve kısaca:
– “Hiç yer yok.” dedi.
Çocuk yalvararak:
– “Yanımda onbeş liram var,” diye karşılık verdi. “Hepsini olduğu gibi size
veririm. Yol boyunca iş de görürüm. Hayvanlara su, ot taşırım, her türlü iş
görürüm. Bana biraz ekmek yeter. Beyim, arabanızda bana da bir yer verin.”
Capataz döndü ona baktı ve kibarca:
– “Yer yok... hem... Biz Tucuman’a gitmiyoruz, başka bir şehre, Şantiago
dell’Estere’ye gidiyoruz. Yolun bir yerinde seni indirmemiz gerekecek, geri
kalan o uzun yolu da yürüyeceksin” diye karşılık verdi.
Marco:
– “Ben yürümekten çekinmem!” diye atıldı. “Yürürüm, bunu düşünmeyin,
Allah rızası için arabada bana bir yer verin, Tanrı hakkına beni burada yalnız
bırakmayın!”
– “Ama, bu yolculuk tam yirmi gün sürecek!”
– “Önemi yok”
– “Zor bir yolculuk olacak!”
– “Her şeye katlanırım.”
– “Tek başına yolculuk edeceksin.”
– “Ben hiçbir şeyden korkmam, yeter ki annemi bulabileyim. Acıyın bana.”
Capataz, fenerlerden birini çocuğun yüzüne yaklaştırdı ve ona baktı. Sonra:
– “Peki, gel bakalım.” dedi.
Çocuk adamın elini öptü:
– “Bu gece arabalardan birinde uyursun.” diye ekledi, “Yarın sabah saat
dörtte seni uyandırırım. Buenas noches!”
Sabahleyin saat dörtte, yıldızların ışığında, uzun araba dizisi büyük bir
gürültüyle yola koyuldu. Her arabayı altı hayvan çekiyordu. Arkadan da
değiştirme hayvanları geliyordu. Uyandırılıp, arabalardan birinde çuvalların
üstüne yerleştirilen çocuk yeniden derin bir uykuya daldı. Uyandığı zaman
arabalar, güneş altında, ıssız bir yerde durmuştu, bütün adamlar da daire
şeklinde yere oturmuşlardı. Ortalarında ateş yakmışlardı. Hepsi birden yemek
yediler, uyudular, sonra yola koyuldular. Yolculuk, düzenli asker yürüyüşü
gibi sürüp gidiyordu. Her sabah saat beşte yola koyuluyorlar, dokuzda
duruyorlar, akşamın beşinde yeniden ilerlemeye başlıyorlar ve onda
yolculuklarına ara veriyorlardı. Peones’lar at sırtında gidiyorlar ve sığırları
ellerindeki uzun değneklerle yönetiyorlardı. Çocuk yemek pişirmek için ateş
yakıyor, hayvanlara yiyecek veriyor, lambaları temizliyor, içme suyu
getiriyordu. Aşmakta olduğu memleket gözlerinin önünde belirsiz bir şerit
gibi geçiyordu. Küçük kahverengi ağaçların meydana getirdiği geniş
ormanlar; tek tük evli köyler, bu evlerin yüzü mazgallıydı ve pembe
badanayla boyanmıştı; geniş düzlükler, bunlar belki de eskiden büyük tuz
gölü yataklarıydı, göz alabildiğine uzanan bütün alan tuzdan bembeyazdı; her
tarafta, daima düzlük, ıssızlık, sessizlik. Arada bir iki, üç atlı yolcuyla
karşılaşıyorlardı, peşlerinde eyersiz at sürüsüyle ilerleyen bu yolcular,
yanlarından dört nala geçiyorlardı. Denizdeki gibi burada da bütün günler
birbirine benziyordu; sıkıcı ve sonsuz. Ama, hava çok güzeldi. Sanki çocuk
onların uşağıymış gibi, peones’ler onu her gün biraz daha çok
çalıştırıyorlardı. İçlerinden bir kısmı ona karşı kötü davranıyor, tehdit
ediyordu; herkes onu kendi özel uşağı gibi kullanıyordu; ağır saman yüklerini
ona taşıtıyorlardı; su getirmesi için onu çok uzak yerlere yolluyorlardı; çocuk
yorgunluktan kırıldığı halde geceleri bile uyuyamıyordu, arabanın devamlı
sarsıntıları, tahta tekerleklerin gıcırtısı uyumasına engel oluyordu. Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi bir de rüzgar çıkmıştı; ince, yapışkan, kızıl renkli
toprak her yere konuyor, arabanın içine süzülüyor, elbisesinin içine giriyor,
gözlerine, ağzına doluyor, görmesini, nefes almasını engelliyordu. Bu,
sonunda sıkıntı veren, dayanılmaz bir hal aldı. Yorgunluktan ve
uykusuzluktan bitkin düştü. Elbiseleri yırtılmış, üstü başı kirlenmişti,
arabacılar ona karşı çok kötü davranıyorlardı. Sabahtan akşama kadar
azarlıyorlardı. İyi huylarını her gün biraz daha kaybediyordu, öyle ki ara
sırada capataz da ona tatlı bir iki söz söylemese kötü ruhlu bir çocuk olup
çıkacaktı. Sık sık arabanın bir köşesine büzülüyor ve yüzünü torbasına
dayayıp kimseye görünmeden ağlıyordu, zaten çantasında da hırtı pırtıdan
başka bir şey kalmamıştı. Her sabah biraz daha zayıf, biraz daha cesareti
kırılmış olarak kalkıyordu. Etrafında uzanan kırlara bakıp da hep toprak
okyanusu gibi uçsuz bucaksız, değişmez düzlükleri görünce kendi kendine:
– “Ah! Dünyada geceye kadar yaşayamam, geceye kadar çıkamam! Artık
bugün yolda ölürüm!” diyordu.
Yorgunluğu artıyor, kötü davranışlar çoğalıyordu. Bir sabah, capataz’ın
yokluğundan yararlanan adamlardan biri, suyu biraz geç getirdi diye onu
dövdü. Sonunda bu bir alışkanlık haline geldi. Ona bir emir verdikleri zaman,
bir tokat atıyorlar ve:
– “Bunu da bir kenara koy, serseri çocuk! Bunu annene götür!” diyorlardı.
Yüreği bu kadar acıya dayanamadı, sonunda hastalandı: sırtında bir örtü, üç
gün arabada kaldı, ateşler içinde yanıyordu, gelip ona yiyecek bir şeyler
getiren ve nabzını yoklayan capataz’dan başka kimseyi görmüyordu. Artık
son günlerin yaklaştığını düşünüyor, ümitsizce annesini çağırıyordu:
– “Ah, anneciğim! Anneciğim! Bana yardım et! Yanıma gel, ölüyorum! Ah,
zavallı anneciğim, beni yolda ölü bulacaksın!.. Sonra ellerini açıyor ve dua
ediyordu. Capataz’ın bakımı sayesinde sağlığı düzelmeye başladı, sonunda da
bütünüyle iyileşti. Ama, nekahet devresiyle yolculuğunun en korkunç devresi
geldi çattı: Bundan böyle tek başına yolculuk edecekti. İki haftadan fazla bir
zamandır yoldaydı. Santiago dell’Estero yolunun Tucuma yolundan ayrıldığı
noktaya gelince capataz ona artık ayrılmaları gerektiğini söyledi. Yol
konusunda ona bazı açıklamalar yaptı, torbasını yürümesine engel olmayacak
şekilde omzuna yerleştirdi ve sanki kendisi de heyecanlanmaktan korkarmış
gibi kısa kesti ve onu selamladı. Çocuk onun bir kolunu öpebilecek zamanı
ancak bulabildi. Bütün yolculuk boyunca ona karşı o kadar insafsızca
davranmış olan adamlar bile, onun böyle tek başına kaldığını görünce haline
acıdılar ve uzaklaşırken ona ellerini sallayarak veda ettiler. Çocuk da eliyle
arabacıları selamladı, uzun araba dizisi düzlüğün kırmızı tozları arasında
gözden kayboluncaya dek baktı ve sonra dertli, yola koyuldu.
Yolculuğunun başlangıcından beri içini ferahlatan bir şey vardı. Bu
değişmeyen, uçsuz bucaksız düzlükte günlerdir ilerlerken, önünde tepeleri
karla kaplı, yüksek, boz dağlar zincirini görüyordu. Bu dağlar da ona Apenin
dağlarını hatırlatıyor, içinde, memleketine yaklaşıyormuş gibi bir his
uyanıyordu. Önünde uzanan bu dağlar Amerika Kıtasının belkemiğini
meydana getirir ve ateş ülkesinden kuzey kutbundaki buz denizine kadar
uzanır. Yüreğini ferahlatan başka bir şey de havanın gittikçe ısınmasıydı; bu
da şöyle oluyordu; kuzeye doğru gittikçe tropikal bölgeye yaklaşıyordu.
Uzun aralarla, bir iki dükkanlı küçük ev toplulukların rastlıyordu ve yiyecek
bir şeyler satın alıyordu. Atlı adamlarla karşılaşıyor, yol boyunca yerde
oturan kadınlar, çocuklar görüyordu. Bunlar hareketsiz, ciddi oturuyorlardı ve
toprak rengi yüzleri, çekik gözleri, elmacık kemikleri çıkık yüzleri ile çocuk
için yepyeni bir şeydi. Bu yerliler ona sabit gözlerle bakıyorlar, makine gibi
yavaş yavaş başlarını çevirerek bakışlarıyla onu izliyorlardı. Bunlar
Kızılderililerdi. İlk gün yürüyebildiği kadar yürüdü ve gece de bir ağacın
altında uyudu. Ertesi gün daha az yürüdü, gücü azalmaya başlıyordu.
Ayakkabıları delinmiş, kopmuştu, ayağının derisi soyulmuş, yara bere içinde
kalmıştı, doğru dürüst beslenemediği için de zayıf düşmüştü. Gece yaklaşınca
içini bir korku kaplıyordu. İtalya’dayken, şimdi bulunduğu bu ülkede çok
yılan olduğunu duymuştu. Onların hışırtılarını duyduğunu sanıyor ve
duruyordu, sonra bütün gücüyle koşmaya çalışıyordu, kemiklerine kadar
ürperiyordu. Bazen kendi haline acıyor, bir yandan yürürken, bir yandan da
sessizce ağlıyordu. Sonra, düşünüyordu:
– “Ah, böylesine çok korktuğumu bilse annem ne kadar üzülürdü!”
Bu düşünce onu yüreklendiriyordu. Sonra, korkudan sıyrılabilmek için
annesini düşünüyor, Cenova’dan hareket ederken söylediklerini, onu yatağa
yatırdığı zaman yorganını çenesine kadar örttüğünü, bebekken zaman zaman
onu kollarının arasına alıp da: “Birazcık yanımda dur” dediğini, aklından
geçiriyordu. Annesi uzun bir süre, başını onunkine dayayıp, düşünceli
duruyordu. Şimdi çocuk kendi kendine:
– “Sevgili anneciğim, seni bir gün görebilecek miyim? Anneciğim,
yolculuğumun sonuna kadar ulaşabilecek miyim?” diyordu.
Ve tanımadığı ağaçların, geniş şeker kamışı tarlaların, uçsuz bucaksız
meraların arasından geçerek yürüyordu. Sivri yüksek tepeleriyle sakin
gökyüzünü yaran o boz dağlar gene önünde uzayıp gidiyordu. Dört gün, beş
gün, bir hafta geçti. Her gün gücünü biraz daha yitiriyordu, ayakları
kanıyordu. Sonunda, bir akşam gün batarken ona:
– “Tucuman buradan yalnız beş mil uzaktadır.” dediler.
Çocuk bir sevinç çığlığı attı, sanki kaybettiği bütün gücünü bir anda
toplayıvermiş gibi hızlı adımlarla ilerlemeye devam etti. Ama, bu sevinci kısa
sürdü. Birden bütün gücü tükeniverdi ve bitkin, bir hendeğin kenarına düştü.
Ama, kalbi mutlulukla çarpıyordu. Yıldızların pırıl pırıl parıldadığı gökyüzü
şimdiye dek ona hiç böylesine güzel görünmemişti. Uyumak için otların
üstene uzanmış, bu güzelliği seyrediyordu. Annesinin de belki şu anda
gökyüzünü seyrettiğini düşünüyordu. Kendi kendine:
– “Ah, anneciğim, neredesin? Şu anda ne yapıyorsun? Oğlunu düşünüyor
musun? Bu kadar yakınında olan Marco’cuğunu düşünüyor musun?” diyordu.
Zavallı Marco’cuk şu anda annesinin ne halde olduğunu bilseydi biraz daha
önce onun yanına varabilmek için insanüstü bir güç harcardı. Mequinez
ailesinin oturduğu bir evin küçük bir odasında yatıyordu, hastaydı.
Maquinez’ler onu çok seviyorlar, yakından ilgileniyorlardı. Mühendis
Mequinez beklenmedik bir zamanda Buenos Aires’ten Cordova’ya giderken
kadıncağızın hastalığı başlamıştı bile ve Cordova’nın o sağlam havası
iyileşmesine yardımcı olamamıştı. Ama, yazdığı mektuplara ne kocasından,
ne de akrabasından bir karşılık gelmemesi, ailesinin başına bir felaket gelmiş
olması düşüncesi, yüreğini yiyip bitiren endişe, gitmek, ya da kalmak için
kesin bir karar verememek ve her gün ailesinden acı bir haber beklemek
sonunda hastalığını daha da ağırlaştırdı. Hastalığı çok ağırdı; ileri derecede
bağırsak fıtığı. On beş gündür yataktan kalkamıyordu. Hayatını kurtarmak
için onu ameliyat etmeleri gerekiyordu. Tam o sırada, sevgili Marco’cuğu
onu aklından geçirirken, Bay Mequinez’le karısı kadıncağızın yatağının
başında ameliyat olması için onu ikna etmeye çalışıyorlardı, çünkü
kadıncağız ağlayarak, ameliyat olmamakta inat ediyordu. Tucuman’ın ünlü
doktorlarından biri geçen hafta, çağırılmıştı ama, boş yere. Kadıncağız:
– “Hayır, sevgili efendilerim, hayır” diyordu. “Bu kadar eziyete değmez;
artık dayanacak gücüm kalmadı. Operatörün neşteri altında ölürüm. Bırakın
da böyle öleyim. Artık hayatın benim için önemi yok. Benim için her şey
bitti. Ailemin başına gelen felaketi öğrenmeden önce ölmem daha hayırlı
olur.”
Efendileriyse bunun gerçek olmadığını, biraz daha yürekli davranması
gerektiğini, doğrudan doğruya Cenova’ya yazılan son mektuplara mutlaka
karşılık geleceğini, ameliyata razı olmasını, bunu çocukları için kabul
etmesini söylüyorlardı. Ama, çocuklarının düşüncesi uzun zamandan beri
içini kemiren acıyı, ümitsizliği artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu
sözleri duyunca hıçkırıklara boğuluyordu:
– “Ah, çocuklarım! Evlatlarım!” diye ellerini açarak haykırıyordu. “Belki
de artık hayatta değiller! Benim de ölmem yerinde bir şey olacak. Çok
teşekkür ederim, iyi kalpli efendilerim, size bütün kalbimle teşekkür
ediyorum. Ama, ölmem daha yerinde olur. Eminim, ameliyat olduktan sonra
da iyileşmeyeceğim. Bana gösterdiğiniz yakın ilgi için çok teşekkür ederim.
Doktorun öbür gün gelmesine de gerek yok. Ölmek istiyorum. Kader burada
ölmemi istiyor. Kararımı verdim.”
Berikiler onu inandırmaya, avutmaya çalışıyorlardı:
– “Hayır, hayır, böyle şeyler söylemeyin.” diyorlar ve ellerini tutuyorlar,
ameliyata evet demesi için ona yalvarıyorlardı.
Ama, o gözlerini kapıyor, göğüs geçiriyor ve bitkin yatıyordu, bilmeyen
onu ölü sanırdı. Efendiler bir süre daha küçük bir lambanın aydınlattığı odada
kalıyorlardı ve ailesini kurtarmak için vatanından altı bin mil uzaklaşan bu
zavallı, fedakar anaya hayranlıkla bakıyorlardı. Böylesine talihsiz, böylesine
iyi, böylesine namuslu bu zavallı kadıncağız o kadar acı çektikten sonra
burada ölecekti.
Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde, torbası omzunda, iki kat olmuş ve
topallayarak ama, sevinçli, güçlü Marco, Tucuman şehrine giriyordu.
Tucuman, Arjantin Cumhuriyeti’nin en genç ve en verimli şehirlerinden
biriydi. Sanki Cordova’ya, Rosario’yu, Buenos Aires’i tekrar görüyormuş
gibi oldu; gene o aynı dümdüz, uzun sokaklar, o beyaz, tek katlı evler ama,
her tarafta yepyeni ve harika bir yeşillik örtüsü, çiçek kokulu bir hava, pırıl
pırıl ışık, İtalya’da bile göremediği kadar berrak bir gökyüzü. Sokaklarda
ilerlerken, Buenos Aires’te duyduğu o garip hissi gene duydu. Bütün evlerin
pencerelerine, kapılarına bakıyor; annesine rastlayabilmek ümidiyle geçen
bütün kadınları dikkatle inceliyordu. Herkesi durdurup bir şeyler sormak
istiyordu ama, kimseyi durdurmaya cesaret edemiyordu. Herkes, kapıdan,
pencereden başını uzatıyor ve çok uzaklardan geldiği belli olan, toz toprak
içindeki, elbiseleri delik deşik olmuş bu çocuğa bakıyordu. Gelip geçenlere
dikkatli bakıyor ve korktuğu o soruyu sorabileceği güvenilir bir yüz arıyordu;
tam o sırada gözünde bir dükkanın kapısındaki İtalyanca isim ilişti. İçeride
gözlüklü bir adam iki kadın vardı. Çocuk yavaşça kapıya yaklaştı, bütün
gücünü topladı ve:
– “Acaba Mequinez ailesinin nerede oturduğunu biliyor musunuz,
efendim?” diye sordu.
Dükkancı:
– “Mühendis Mequinez‘in mi?” diye sordu.
Çocuk, zorlukla duyulabilen bir sesle:
– “Mühendis Mequinez’in” diye karşılık verdi.
Dükkancı:
– “Mequinez ailesi Tucuman’da değil.” dedi.
Bıçaklanmış birinin ki gibi ümitsiz acı dolu bir çığlık dükkancının sözlerine
yankı yaptı.
Dükkancıyla kadınlar ayağa fırladılar, yakında bulunanlar koşuştular.
Çocuğu dükkanın içine çekip onu bir yere oturtan dükkancı:
– “Ne oluyor? Neyin var, oğlum?” diye sordu. “Ümitsizliğe kapılacak bir
şey yok, ne oluyorsun! Mequinez’ler burada değiller ama, buradan az uzakta,
Tucuman’dan birkaç mil uzaklıktaki bir yerde oturuyorlar!”
Birden dirilivermiş gibi Marco adamın üstüne doğru sıçradı ve:
– “Nerede? Nerede?” diye haykırdı.
Adam :
– “Buradan on beş mil uzaklıkta bir yer, Saladillo kıyısında. Büyük bir
şeker fabrikası inşa edilen alanda pek çok ev göreceksin, bunlardan biri Bay
Mequinez’e ait. Onu orada herkes bilir, birkaç saat sonra orada olursun!” diye
devam etti.
Çığlığı duyunca dükkana koşan bir delikanlı:
– “Bir ay önce ben oradaydım.” dedi.
Marco irileşen gözleriyle ona baktı ve birden sararak:
– “Bay Mequinez’in hizmetçisini gördünüz mü, o İtalyan kadını?” diye
sordu.
– “Cenovalı’yı mı? Gördüm.”
Marco birden hıçkırıklara boğuldu, hem sevinçten, hem de heyecandan
ağlıyordu. Sonra, birden kesin kararını vererek:
– “Oraya en kısa yoldan nasıl varılır, hemen gidiyorum, bana yol gösterin!”
dedi.
Dükkandakilerin hepsi bir ağızdan:
– “Oraya ulaşabilmek için bir bütün gün yürümen gerekecek, çok
yorgunsun, dinlenmelisin, yarın sabah gidersin.” dediler.
Çocuk:
– “İmkansız! İmkansız!” diye karşılık verdi. “Söyleyin, nereden gitmeliyim,
bekleyecek zamanım yok, hemen gidiyorum, yolda ölecek olsam bile
gideceğim!”
Onu kararından döndüremeyeceklerini anladılar ve diretmekten vazgeçtiler.
– “Tanrı yardımcın olsun” dediler. “Ormandaki yoldan geçerken dikkatli ol.
İyi yolculuklar, küçük İtalyan.”
Adamlardan biri onu şehrin dışına kadar götürdü, yolu gösterdi, yol
konusunda ona bazı açıklamalar yaptı ve bir süre de arkasından baktı. Birkaç
dakika sonra çocuk gözden kayboldu. Torbası omzunda, topallayarak yol
boyunca uzanan ağaçların arasından ilerliyordu.
Zavallı hasta geceyi çok ağır geçirdi. Öyle şiddetli ağrılar çekiyordu ki,
yürekleri paralayan çığlıklar atıyor, zaman zaman da kendini kaybedip
sayıklıyordu. Başında bekleyen kadınlar ne yapacaklarını şaşırıyorlardı.
Bayan Mequinez de hastanın başından hiç ayrılmıyordu. Herkesi korkutan bir
şey vardı: Kadıncağız ameliyat olmaya karar verse bile, ertesi sabah gelecek
olan doktor geç kalacaktı. Sayıklamadığı zamanlarda da en büyük acısının
barsağındaki fıtık değil beyni kemiren uzak ailesinin düşüncesi olduğu hemen
anlaşılıveriyordu. Solgun, bitkin, çizgileri değişmiş yüzüyle, ruhunu kasıp
kavuran ümitsizlikle ellerini başına götürüyor ve:
– “Tanrım! Tanrım! Bu kadar uzakta, onları bir daha göremeden ölmek!
Zavallı çocuklarım, anasız kalan yavrularım, kimsesiz çocuklarım! Daha çok
küçük olan, şu boydaki Marco’cuğum, ne kadar iyi, ne kadar şefkatli bir
çocuktur! Onun nasıl iyi bir çocuk olduğunu bilemezsiniz! Oradan ayrılırken
boynuma doladığı kollarını çözemiyordum, yürek paralayan bir şekilde iki
gözü iki çeşme, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Benim zavallı çocuğum, sanki daha
o zaman anacığını bir daha göremeyeceğini biliyordu! Onun bu haline
yüreğim paralanıyordu! Ah, keşke o zaman ölseydim, bana veda ederken
ölseydim! Bu ani bir ölüm olurdu! Zavallı yavrucak, ah ihtiyacı vardı,
annesiz, yokluk içinde Marco’cuğum sürünecek. Aç kalan Marco’cuğum
diğerlerine el açacak! Ah! Ulu Tanrım! Hayır! Hayır, ölmek istemiyorum!
Doktor! Onu hemen çağırın! Gelsin beni kessin, yüreğimi paralasın, beni deli
etsin ama, hayatımı kurtarsın! İyileşmek istiyorum, yaşamak istiyorum,
gitmek, kaçmak, yarın, hemen! Doktor! İmdat! İmdat!” diye haykırıyordu.
Kadınlar onun ellerini tutuyorlar, ona dokunuyorlar, yalvarıyorlar,
Tanrıdan, ümitten söz ederek onu yavaş yavaş kendine getiriyorlardı.
Kadıncağız yeniden çırpınmaya başlıyor, ağlıyor, ellerini kurşuni saçlı başına
koyuyor, bebek gibi inliyor, zaman zaman mırıldanıyordu:
– “Ah benim Cenova’m! Evim! Bütün o deniz!.. Ah Marco’cuğum, benim
zavallı Marco’m! Zavallı yavrucak, kim bilir şimdi nerelerdedir!”
Gece yarısıydı; zavallı Marco’cuğu da, bir hendek kenarında birkaç saat
geçirdikten sonra, canını dişine takmış, son gücünü de harcayarak geniş bir
ormandan geçiyordu. Ormanın içi dev yapılı ağaçlarla, değişik bitkilerle,
tapınak sütunlarını andıran uzun ağaç gövdeleriyle doluydu. Bu ağaçların
yaprakları çok yukarılarda ay ışınlarının üstünde gümüş gibi parıldadığı
örgüler meydana getiriyordu. Bu alacakaranlıkta, çeşitli şekillerdeki yüzlerce
ağaç gövdesini şöyle böyle seçebiliyordu. Bunlar dik, eğik, çarpık, yamuk
yumuktular. Sanki kavga eder ya da tehdit eder gibi bir halleri vardı.
Bütünüyle devrilmiş kuleler gibi yerde yatan devrilmiş ağaçlar vardı, üzerleri
bir takım karışık, vahşi otlarla kaplıydı ve bunlar da sille tokat kavga eden
öfkeli insanların siluetlerini andırıyorlardı. Aralarında büyük ağaç
toplulukları da vardı ki bunlar, uçları bulutlara değen, bir araya bağlanmış
dev oklarına benziyorlardı. Şahane büyüklüğün, dev şekillerin cömert
karşılığı, doğanın şimdiye kadar ona göstermediği bu tanrısal, ürkütücü
güzellik bütün zenginliğiyle gözleri önünde seriliyordu. Zaman zaman
korkuya kapılıyordu. Ama, ruhu birden annesine doğru atılıyordu. Artık
bütün gücünü yitirmişti, ayakları kanıyordu, bu uçsuz bucaksız ormanda tek
başınaydı, orada uzak aralarla küçük evlere, barınaklara rastlıyordu, o
koskocaman ağaçların dibindeki bu evler karınca yuvalarını andırıyordu.
Bunlardan başka da arada sırada, yol boyunca uzanmış uyuyan yaban
öküzleriyle karşılaşıyordu. Hiç hali kalmamıştı ama, yorgunluk duymuyordu;
tek
başınaydı
ama,
korkmuyordu.
Ormanın
büyüklüğü
ruhunu
güçlendiriyordu. Annesinin yakınlığı ona gerekli gücü ve büyük insan
güvenliğini veriyordu. Aştığı okyanusu, duyduğu heyecanları, kendisine
ızdırap veren ve yendiği acıları, yorgunlukları, yenilmez cesaretini
hatırladıkça başını biraz daha gururla yukarı kaldırıyordu. Güçlü, asil
Cenovalı kanı kuvvetli bir gurur ve cesaret dalgasıyla kalbinden fışkırıyordu.
Benliğinde bir değişiklik olmuştu: Annesini görmeyeli iki yıl olmuştu, aradan
geçen bu süre içinde de annesinin, belleğinde kalan hayali soluklaşmış,
kararmaya başlamıştı ama, şu anda bu hayal her zamankinden daha parlak,
daha berrak olarak gözlerinin önünde canlanıveriyordu. Bu hatıra kendisine
yaklaşmıştı, parıldıyordu, konuşuyordu; gözlerinin, dudaklarının en ufak
hareketlerini bile görebiliyordu, bütün davranışlarını, bütün hareketlerini bile
görebiliyordu; bütün davranışlarını, bütün hareketlerini, bütün tasarılarını...
Bütün bu düşüncelerin ittiği çocuk, adımlarını sıklaştırıyordu. Yepyeni bir
sevgi dalgası, anlatılamaz bir şefkat duygusu yüreğinde gelişiyor, gelişiyor ve
yanaklarından aşağı sıcak, tatlı gözyaşları akıtıyordu. Bir yandan karanlıklar
içinde yürürken, bir yandan da onunla konuşuyor, az sonra kulağına
fısıldayacağı kelimeleri tekrarlıyordu:
– “Buradayım, anneciğim, işte burada. Artık senden hiç ayrılmayacağım.
Eve beraber döneceğiz, gemide hiç yanından ayrılmayacağım, sana yapışık
gibi duracağım, kimse beni senden ayıramayacak, ben yaşadıkça kimse seni
benden ayıramayacak!”
Dev yapılı ağaçların yaprakları üstündeki gümüş ay ışığının, yeni doğan
günün aydınlığı içinde kaybolduğunu fark etmiyordu bile.
O sabah saat sekizde Tucuman’lı doktor -genç bir Arjantinliydi- yanında
asistanıyla hastayı ameliyata ikna etmeye çalışıyordu. Mühendis Mequinez’le
karısı da doktorun sözlerini tekrarlayarak kadıncağızı ameliyata razı etmeye
uğraşıyordu. Ama, her şey boşunaydı. Kadıncağız artık bütün gücünü
yitirdiğini anladığından ameliyata güveni kalmamıştı. Hemen, ya da
şimdikinden kat kat daha şiddetli acılar çekeceğini ameliyattan birkaç saat
sonra öleceğine bütün kalbiyle inanıyordu. Doktor onu kararından
vazgeçirmeye çalışıyordu:
– “Ama, ameliyattan emin olmalısınız, kurtulup iyileşmemenize hiçbir
sebep yok, yeter ki biraz daha yürekli olun! Eğer ameliyat olmama kararında
ısrar ederseniz kısa zamanda öleceğiniz bir gerçektir!”
Bu sözler geri çevrildi. Kadıncağız, nefes gibi kısık bir sesle:
– “Hayır!” diye karşılık verdi. “Daha ölecek cesarete sahibim; ama, boş
yere azap çekecek gücüm kalmadı. Teşekkür ederim, doktor bey. Kaderim
böyleymiş. Bırakın da rahat öleyim.”
Cesareti kırılan, ümitsizliğe kapılan doktor sustu. Bundan böyle kimse tek
bir söz söylemedi. Kadıncağız yüzünü Bayan Mequinez’e doğru çevirdi ve
ölmek üzere olan birinin son isteklerini söyledi:
– “İyi kalpli, sevgili bayan Mequinez” diye hıçkırarak, büyük bir güçlükle
konuşmaya başladı. “Arkamdan kalan eşyalarla şu birkaç kuruşu aileme
yollarsanız... Bu işte Konsolos size yardımcı olur. Hepsinin hayatta olduğunu
sanıyorum. Ölmek üzere olduğum şu anda içime iyi şeyler doğuyor. Hep
onları düşündüğümü, hep onlar için çalıştığımı... yazabilirseniz... Çocuklarım
için çalıştığımı... Tek derdimin de onları bir daha görememek olduğunu
eklersiniz... Ama, cesaretimi kaybetmeden öldüğümü... Kadere boyun
eğdiğimi... Onları takdis ederek öldüğümü... En küçüğü, zavallı
Marco’cuğumu... Kocama ve büyük oğluma emanet ediyorum... Son anıma
kadar bu çocuğun hayaliyle yaşadığımı... ” Bütün içini bir anda boşalttıktan
sonra ellerini kavuşturarak bağırdı: “Marco’cuğum! Evladım! Hayatım!..”
Ama, yaşlı gözlerini odada dolaştırırken Bayan Mequinez’in orda
olmadığını gördü. Aceleyle onu çağırmaya gelmişlerdi. Bay Mequinez’i
aradı, o da yok olmuştu. Odada yalnız iki hemşireyle asistan kalmışlardı.
Bitişik odadan gelen hızlı hızlı yürüyen ayak sesleri, alçak sesle, çabuk çabuk
konuşmalar, tutulmaya çalışılan çığlıklar duydu. Hasta feri kaçmış gözlerini
kapıya dikti ve beklemeye başladı. Birkaç dakika sonra doktor göründü,
yüzünde garip bir ifade vardı. Arkasından Bay Mequinez’le karısı da odaya
girdiler, onların da yüzü değişmişti. Üçü birden hastaya garip garip baktılar
ve alçak sesle aralarında bir şeyler konuştular. Doktor Bayan Mequinez’e:
– “Hemen şimdi daha iyi.” der gibi geldi.
Hasta bir şey anlamadı.
Bayan Mequinez titreyen bir sesle:
– “Iosefa” dedi, “size verilecek çok iyi bir haberim var. Kendinizi iyi bir
habere hazırlayın!”
Kadıncağız ona dikkatle baktı. Gittikçe daha çok heyecanlanan Bayan
Mequinez:
– “Bir haber.” diye devam etti. “Sizi çok sevindirecek bir haber.”
Hasta gözlerini koskocaman açtı.
Bayan Mequinez:
– “Kendinizi hazırlayın.” diye devam etti, “Çok sevdiğiniz birini...
Görmeye hazırlanın.”
Kadın güçlü bir hareketle başını kaldırdı ve testekerlek açılmış gözleriyle,
acele bir Bayan Mequinez’e, bir kapıya bakmaya başladı.
Bayan Mequinez sarararak:
– “Şimdi biri geldi... Hiç beklemediğimiz bir anda.” diye ekledi.
Korkmuş bir kimseninkini andıran boğuk, garip bir sesle kadıncağız:
– “Kim?” diye bağırdı.
Birkaç saniye sonra daha keskin bir çığlık attı, yatağında oturabilmek için
doğrularak ve insanüstü bir görüntünün karşısındaymış gibi gözleri
yusyuvarlak açılmış, elleri şakaklarında, hareketsiz kalakaldı.
Kadıcağız üç defa haykırdı:
– “Tanırım! Tanırım! Tanrım!”
Marco öne doğru atıldı, annesi onu bir deri bir kemik kalmış kollarının
arasına aldı, bir dişi kaplan kuvvetiyle onu bağrına bastı, kahkahalarla
gülmeye başladı, sonra bir damla gözyaşı dökmeden hıçkırıklara boğuldu ve
halsiz, bitkin yastıkların üstüne devrildi.
Hemen kendine geldi ve çılgın bir sevinçle oğlunun başını öpücüklere
boğdu:
– “Buralara kadar nasıl geldin? Niçin? Sen misin? Ne kadar da
büyümüşsün! Seni buraya kadar kim getirdi? Yalnız mısın? Hasta değilsin
ya? Marco’cuğum, sensin, değil mi? Bu bir rüya değil! Tanrım! Konuş, bir
şeyler söyle!” Sonra sesinin tonunu birden değiştirerek: “Hayır! Sus! Bekle!”
diye bağırdı. Aceleyle doktora doğru dönerek: “Doktor, hemen şimdi,
çabucak. İyileşmek istiyorum. Hazırım. Bir saniye bile kaybetmeyin.
Marco’yu dışarı çıkarın, bir şey duymasın. Marco’cuğum korkulacak bir şey
yok. Sonra bana anlatırsın. Seni bir kere daha öpeyim. Git artık. Hazırım
doktor.”
Marco dışarı çıkarıldı. Bay ve Bayan Mequinez’le odadaki diğer kadınlar
aceleyle dışarı çıkarıldılar. Yalnız asistanla, doktor kaldılar ve kapıyı
kapadılar.
Bay Mequinez, Marco’yu uzak bir odaya götürmeye çalıştı; ama,
başaramadı. Olduğu yerde çakılı gibi kımıldamadan duruyordu.
– “Ne var?” diye sordu. “Annemin neyi var? Ona ne yapıyorlar?”
Bunun üstüne, Mequinez, yavaş yavaş onu oradan uzaklaştırmaya çalışarak:
– “Bak dinle” dedi. “Şimdi sana her şeyi anlatacağım. Annen hasta, küçük
bir ameliyat geçirmesi gerekiyor, benimle gel, sana her şeyi anlatacağım.”
Çocuk yerinden kıpırdamadan:
– “Hayır!” diye karşılık verdi. “Burada kalmak istiyorum. Bana her şeyi
burada açıklayın.”
Çocuğu kolundan çekmeye çalışırken de durmadan konuşuyordu. Çocuk
korkmaya, titremeye başladı.
Ağır derecede yaralı birininkini andıran keskin bir çığlık duyuldu ve bu
çığlık bütün evi çınlattı.
Çocuk bundan daha da tüyler ürpertici bir ümitsizlik çığlığı attı:
– “Annem öldü.”
Doktor eşikte belirdi ve:
– “Annen kurtuldu” dedi.
Çocuk bir süre ona baktı, sonra hıçkırarak kendini doktorun ayaklarına attı:
– “Teşekkür ederim, doktor!”
Ama, doktor onu kollarından tutup ayağa kaldırdı ve:
– “Ayağa kalk!... Kahraman çocuk, anneni sen kurtardın.” dedi.
YAZ
Dostları ilə paylaş: |