partiye gelecekti, ama garip bir rastlantıyla, üçü de aynı gün aynı dertten
hastalanmıştı. Parti düzenleme komitesi bu tatsız durumu fark ettirmemeye
gayret ettiyse de, her şeyiyle ilk olan böyle bir partinin beklenmedik ani
rahatsızlıklarla gölgelenmesinden duyulan hayal kırıklığı, bu kadar dar bir
zamanda, İngiliz serinkanlılığıyla örtbas edilemedi.
Düzenleme komitesinde, kendilerine "genç İngilizler" adını verenler söz
sahibiydi. Üç kişinin ret cevabına karşılık en azından Diana Wilkins'in sağlıklı
olup, partiye gelebilmesini özellikle de bu gençler yeterli görmemişlerdi. Gerçi
Diana, kurşun kurbanı zavallı Bay Wilkins'le evliliği sayesinde yıllardır İngiliz
vatandaşıydı ama, kendisine verilen bu onuru yazık ki hiçbir şekilde
değerlendirmeyi bilememişti. İki kadeh viskiden sonra İngilizleri, nefret ettiği
Ruslarla karıştırmaya başlıyordu..
Genç İngilizleri daha da çok rencide eden, Almanya'ya yerleşme planları
yüzünden her gün sürekli hakaretlere maruz kalan Walter'in, İngilizlerden,
utanmadan "hasta İngilizler" diye söz etmesiydi. Hâlâ saygın İngiliz
Kraliyeti'nin himayesinde olması ve zavallı karısına acımaları, şimdilik onu
İngilizlerin düşmanca tavırlarından koruyordu. Zaten karısının Almanya
hakkındaki düşünceleri de herkesçe bilinmekteydi, en azından kocasından farklı
görüşlere sahipti..
Yılbaşı şenliği toplumun saygınlığını artıracak olan söz konusu konuklar olmasa
da parti sorumluları, tüm benlikleriyle İngiliz geleneğinin gereklerini hakkıyla
yerine getirmeye hazırdılar. Sığınmacılara gelince, üst düzey İngiliz çevrelerinin
yaşam tarzıyla ilgili bilgi ve deneyimleri yeterli olmadığından, işleri ne şekilde
koordine edeceklerini bilmiyorlardı, sinemalarda gördükleri filmlerden
akıllarında kalan ayrıntılara dikkat ediyorlardı. Yılın tam da bu aylarında
sinemalarda gösterilen İngiliz Kraliyet Sarayi'ndaki kutlamalara ait haberler
sığınmacılar için epey malzeme oluyordu.
Güneş battıktan sonra kadınlar yerlere kadar uzanan, derin dekolteli, göze
çarpacak denli modası geçmiş tuvaletleriyle partiye gelmeye başladılar, gece
elbiselerinin çoğu sığınmacılık yaşamları sırasında hiç giyilmemişti bile.
Erkeklerse göç ederken pek uzak görüşlü olmadıklarından smokinlerini ne yazık
getirmemişlerdi, oysa dağlık arazide eski yerleşik çiftçiler için bu kıyafet özel
günler olmasa bile en uygun "Dinner dress"ti. Alman centilmenleri bu eksikliği
bedenlerini saran koyu renk kıyafetlerle dengelemeye çalıştılar. Elsa Conrad'ın
ağzından çıkan ters bir söz ise hemen etrafta duyuldu.
Elsa, bir süredir İngilizce rüya gördüğünü iddia eden, Hermann Friedlaender'e
dönerek, küstah ve pervasız bir şekilde, "Almanların naftalin kokusunu duymaya
nasıl cesaret ediyorsunuz aklım almıyor." dedi.
Almanların eski vatanlarında, çocukların doğum günlerinde sahne dekoru olarak
kullanılan patlangaçlar, kurumuş kaktüs ağaçlarının inatçı dikenlerinin aralarına
Prusyalılara mahsus bir özenle asıldı. Günün moda şarkılarının plakları alındı,
Hove Court'un sararmış çimlerinin üzerinde güneş batımı ile gece yarısı arasında
durmaksızın çalınan "Don't fence me in" sömürgede kutlanan hiçbir yeni yıl
şenliğinde bu kadar sık duyulmamıştı. Şenlik kurulunun, akıl almaz derecede
fahiş fiyatına rağmen geceye en uygun içki diye satın aldığı hakiki İskoç viskisi
küçük bir sıkıntı yarattı.
Birkaç kadehten sonra, ortamın coşkulu havasına ve bitirici sıcağa rağmen punç
ve Berlin usulü kreple ilgili can sıkıcı nostaljik anılar canlanmaya başladı.
Aslında çoktan unutmak istedikleri geçmiş günlerdeki yılbaşı kekinin, erik
marmeladı mı yoksa frenk üzümü jölesi ile mi yapıldığına dair, anlaşılmaz,
saçma sapan tartışmalara girişildi.
Küçük havai fişek gösterisi bu arada başarıyla alkışlanırken, Jacaranda ağacının
altında "Auld Lang Syne", şarkısını söylemek fikri pek beğenildi. Davete
gelemeyen hasta ingiliz komşular düşünülerek özellikle ezberlenen şarkı, yazık
ki Alman gırtlaklardan garip bir sertlikte çıkmıştı.
Walter bu eski şarkıyı Birliğindeki ayinde çok dinlemişti, bu yüzden insanların
istemekle yapabilmek arasındaki ikilemini komşusuna gülen bir adamın
hmzırlığıyla farketmişti, yine de Jettel'in hatırına sesini çıkarmadı. Ama
yüzündeki alaycı ifadeden, eleştirisini yüksek sesle söylemiş kadar oldu, bu da
çevredekilerin pek hoşuna gitmedi. Daha da çok dikkati çeken, şarkının son
dizesinin ardından karısının kulağına eğilip pervasız bir şekilde yüksek sesle,
"Gelecek yıl Frankfurt'ta" demesiydi.. Jettel, kocasının, buram buram özlem
kokan eski PessachDuasma atıfta bulunduğunu anlamayıp, öfkeyle "bugün
olmaz" deyince, Jettel'in dinsel âdetlerden ve yahudi geleneklerinden pek haberi
olmadığı orta çıkmıştı. Kadının mahcubiyeti, Tanrıya hakaretin hakkıyla yerini
bulan bir cezası olarak algılanmış, özellikle de Walter kışkırtıcı patavatsızlığının
karşılığını almış, heyecanını ve sevincini bir anda yoketmişti.
Bir yandan patlayan havai fişeklerin çıkardığı gürültü, öte yandan "Kein schöner
Land in dieser Zeit" şarkısının metni yüzünden çıkan, çoğu davetlinin de
ayıplayarak izlediği kavga iyice ateşlendiği bir sırada Max uyandı. Yeni yılı,
sömürgede doğan bebeklerin alışılagelen âdetlerine uygun bir şekilde karşıladı.
Henüz on aylık bile olmadığı hâlde, herkesin anlayabileceği ilk sözcüğü
ağzından çıkarıverdi. Ama küçük Max ne anne ne de baba demişti, minik bebek
"Aja" diyordu. Mutfakta otururken bebeğin ilk inlemesiyle fırlayıp yatağının
başucuna koşan Chebeti, zevkten bedenini saran tatlı bir sıcaklıkla, ona
defalarca aynı sözcüğü tekrarladı. Kadının gırtlaktan gelen gülmeleri ve aynı
sesin melodik bir şekilde kulaklarında çınlamasıyla iyice uyanan Max, gerçekten
ikinci kez "Aja" dedi, sonra da durmaksızın aynı sözü tekrarlayıp durdu.
Chebeti, midesi guruldayan zafer nişanesini, kucağına alarak ağacın altında yeni
yılı kutlayan davetlilerin yanına taşıdı, aynı mucizenin orada da gerçekleşeceğini
umuyordu.. Yaptığı işin mükafatını da görmedi değil, Memsahib'le Bwana
şaşkınlıktan ağızları bir karış açılmış, gözlerinde sevinç parıltılarıyla Chebeti'nin
kollarında debelenmekte olan bebeği alarak, ona "Mama", "Papa" kelimelerini
söylemeye koyuldular, önce hafif sesle ve gülerek, sonra, sanki bir an önce
savaşı bitirmek isteyen Massai savaşçılarının azimli kararlılığıyla daha yüksek
sesle kelimeleri tek tek tekrarladılar. Erkekler de gür sesleriyle "papa" diyerek
koroya katılırken, İngiliz pasaportunu herkesten önce alan bazı sığınmacılar,
'Daddy' demeye çabalayorlardı. Kadınlarsa "mama" diye seslenip, Jettel'i
desteklerlerken, çocukluklanndaki, karınlarına basınca konuşan oyuncak
bebeklere benziyorlardı. Ama davetlilerin tüm çabalan boşa gitti, bitkin uykuya
dalana kadar Max'in ağzından 'Aja'dan başka bir söz çıkmadı.
Fırlama bebek, Max Redlich'in konuşma hızını o günden sonra artık kimse
durduramadı. Karnı acıktığında 'kula', yatağına yatırıldığında 'lala', çaydanlığa
'çay', ilk dişi çıktığında 'menu', aynadaki görüntüsüne 'toto', yağmur yağdığında
da 'bua' diyordu. Hatta, aynı anda hem 'sabah', hem 'gelecek' anlamına gelen,
belirsiz zamanlar için de kullanılan 'Kessu' sözcüğünü bile ezberlemişti.
Walter oğlunu konuşurken duyduğunda önceleri gülüyordu, ama bazı anlarda
aşırı duyarlılığı yüzünden bütün sevinci bir anda yokolunca, bunu sinirlerinin
fazlaca yıpranmış olmasına yoruyordu. Olayları gereğinden fazla büyütüp,
önemsemesini biraz marazi ve çocukça bulsa da, Afrika'nın, oğlunu bir şekilde
kendisine yabanalaştırdığı düşüncesi onu yine de rahatsız ediyordu. Bu
kelimeleri, erkek kardeşine, Regina'nın öğretmiş olması olasılığı aklına gelince
de büsbütün üzülüyordu. Acaba kızı böyle davranmak suretiyle, Afrika'yı ne
kadar sevdiğini, babasının ülkesine dönme kararını onaylamadığını mı
göstermek istiyordu? Walter bunu aklına getirince daha da kederleniyor, hatta
biraz da inciniyordu.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, küçük Max'm Svahili kelime dağarcığı, bütün
Hove Court'ta alay konusu olmuştu. Hoşgörüleri ve anlayışları kıt komşuları,
çocuğun Svahili dilinde konuşmasını, sorumsuz babasından daha akıllı
olduğunun kanıtı olarak görüyorlardı, onlara göre, çocuk tüm safiyetiyle, anne
babasının peşinden Almanya'ya sürüklenmek istemediğini anlatmak istiyordu.
Max sonunda, üç heceli bir ses çıkardığı gün, Walter'in sinirleri tam anlamıyla
boşalıverdi.. Sanki oğlu Owuor'un adını söylemişti. Öfkeden kıpkırmızı bir
yüzle, yumruklarını da sıkarak, kızına bağırdı: "Neden bana eziyet ediyorsun?
Oğlum benim dilimi konuşamadığı için herkesin benimle alay ettiğinin farkında
değil misin? Bir de annen benim buradan neden gitmek istediğime şaşırıyor.
Bense en azından senin benden yana olacağını ummuştum."
Regina dehşete kapıldı, hayalleri onu tehlikeli bir şekilde sevgi ve bağlılığına
ihanete kadar götürmüştü demek. Yüreğine bıçak gibi saplanan utanç ve
pişmanlık duygusuyla bedenini ateş bastı. Kendisini, bu dile mükemmel şekilde
hakim olan peri rolüne öylesine kaptırmıştı ki, babasını ne görecek, ne
dinleyecek zamanı olmuştu. Korkuyla bir özür sözcüğü arandıysa da, babasının
söylediklerini düşününce her zamanki gibi dili tutuldu, tek kelime söyleyemedi.
Tam, herkesin anlayacağı, 'iyi' anlamına gelen 'Missuri' kelimesini söyleyecekti
ki, vazgeçip kafasını sallamakla yetindi. Üzüntüsünü içine atıp, kararlı adımlarla
babasına doğru gitti, onu sevgiyle kucaklayıp gözlerindeki tuzlu yaşları kuruttu.
Ertesi gün Max 'Papa' diyordu.
Haftanın son günü Max 'Mama' dediğinde, Jettel'in kulakları nedense bu mutlu
sesi alamadı, oysa o anda yaşlar yüzünden çenesine süzülüyordu. Max ikinci kez
'mama' diye seslenince, Chebeti sevinçle ellerini çırptı, o anda Walter soluk
soluğa mutfağa daldı.. Kafasındaki kasketi fırlatıp atarak, "Nihayet" diye
bağırdı, "Almanzora'da yer bulduk. Gemi 9 Mart'ta Mombasa'dan hareket
ediyor."
Jettel ağlayarak "demek Puttfarken, hayatta kalmayı başardı," dedi.
"Şimdi bu ad da nereden aklına geldi?"
"Schützen Caddesi Puttfarken" diye tekrarladı Jettel. Yerinden doğruldu,
bluzunun koluyla acele gözlerindeki yaşları silerek, pencerenin önüne gitti.
Sanki hep bu anı beklemişti. Sonra parmaklarını yavaşça dudaklarına doğru
götürdü, saat henüz öğleden sonra beş olduğu halde, perdeleri çekti.
Walter anlamıştı. Yine de inanamayıp sordu. "Şu bizim Leobschütz'deki
Puttfarken mi yoksa?"
"Başka kim olabilir ki, günün ortasında neden pencereleri kapatıyorum
sanıyorsun? Sonra da çoktandır unuttuğu bir sesi taklit etti. "Anna önce perdeleri
kapatınız. Beni burada görmesinler. Devlet memuruyum, bu yüzden dikkatli
olmak zorundayım. AmanTanrım, Walter, bizim Anna bu sözleri duyunca ne
kadar öfkelenirdi unutttun mu? Puttfarken'i korkak olmakla suçlardı hep."
"Hiç korkak değildi. Ama şimdi nereden aklına geldi Puttfarken, söyler misin?"
Owuor masayı işaret ederek, "Bwana mektup," dedi.
Jettel, "Wiesbaden'den geldi" dedi, "Mesleğinde yükselmiş, bakanlıkta genel
müdür olmuş." Mektupta yazılanların her hecesini okurken bir yandan da
kıkırdıyordu. "Bırak da mektubu ben okuyayım, bütün gün öyle sevindim ki."
Jettel okumaya koyuldu, "Sevgili Dostum Redlich, ağır bir gripten (sizin
yaşadığınız o güneş cennetinde umarım bunun ne olduğunu biliyorsunuzdur)
sonra bugün ancak kendimi toparlayarak size yazabiliyorum. Bakanlığın
mektubunu çoktan almış olmalısınız. Wiesbaden'de bizi kim tanıyor diye mutlak
epey kafa yormuşsunuzdur. Burada yaşayan bizlerin tek güvencesi ve umudu
rastlantılardır, yaşadıklarınızın en azından bizden biraz daha iyi olduğunu
umarım.
Dr. Walter Redlich'in Hessen Adalet Bakanlığı'na gönderdiği iş başvurusunu
masamda görünce nasıl şaşırdım anlatamam. Bismarck'ın istifasından bu yana,
görevinin başında ağlayan ilk Alman memur galiba ben oldum.. Dilekçenizi
tekrar tekrar okurken, hâlâ hayatta olduğunuza bir türlü inanamadım.
Almanya'yı terkettikten hemen sonra, Afrika'da bir arslanm saldırısına
uğradığınız söyleniyordu. Hepimiz öldüğünüzü sanıyorduk. Breslau'daki
üniversite öğreniminiz ve Leobschütz'deki avukatlık çalışmalarınızla ilgili
dokümanları görünce ancak o zaman eski dostuma kavuştuğumu anladım.
Sonra da, Almanya'dan kaçmayı başaran bir insanın nasıl olup da artık harabeye
dönmüş bir ülkeye, size ve halkınıza bunca fenalığı yapmış olan insanların
yanma dönmek isteyebileceği aklım almadı. Kim bilir neler yaşadınız ve ne kötü
günler gördünüz ki, yazgınızı değiştirecek böyle bir kararı almaya cesaret
edebiliyorsunuz. Kuşkusuz, aldığınız karara büyük saygı duyuyorum. Biz
burada siyasi sicili bozuk hakimleri işten çıkardık, adalet sistemini yeniden
yapılandıracak, sicili temiz pek az hakim kaldı. Terfiniz gelene kadar Sulh
Mahkemesi Müşaviri olacaksınız, ama bu o kadar uzun sürmeyecek. Sulh
Mahkemesi Başkanı Maas'ı seveceğinizden eminim. Dürüst ve saygın bir
insandır, Naziler onu adliyedeki görevinden atınca, ailesini yıllarca büyük
zorluklarla geçindirebildi.
Benim kaderim de aynıydı. Asternweg'de ziyaretine gittiğim günlerde,
yahudilerle ilişkim öğrenilmesin diye, Sizin Anna'nın (sadık kadın, acaba beni
affetmiş midir? perdeleri kapatması işe yaramadı. Siz Leobschütz'den
ayrıldıktan hemen sonra, karımın yahudi olması nedeniyle beni hakimlik
görevinden aldılar, ama iyi yürekli yaşlı Tenscher bana tapu sicil memurluğunda
küçük bir memuriyet verdi.
Birkaç ay sonra ise, benim gibi eminim sizin de hakkında pek iyi şeyler
düşünmediğiniz Rummler'in delaletiyle bu işten de uzaklaştırıldım. Daha önce,
yahudi karımdan ayrılmak koşuluyla, beni tekrar Breslau'da devlet hizmetine
kabul edebileceklerini söylemişlerdi, aynı şeyi üç kez teklif etmişlerdi.. Savaş
çıktığında, avukat Pawlik'in yanında geçici işlerde çalışmak suretiyle ailemi iyi
kötü geçindirebildim, tabii kimsenin haberi olmadan. Pawlik'e olan teşekkür
borcumu artık ne yazık ki ödeyemem.
Savaşın çıktığı ilk ay Polonya'da vuruldu. Bense 'sakata' çıktığımdan 1939'da
zorunlu çalışmaya göderildim.. Yeniden buluşursak, size o günleri anlatırım.
Her şey daha kötü olabilirdi, bunun bilincindeyim, yine de yaşadıklarımı kağıda
dökerken kalemim direniyor.
Savaş biter bitmez, ilk göçmen kafilesiyle, Kaete, kızınızla aynı yılda dünyaya
gelen oğlum Klaus ve ben Oberschlesien'den ayrıldık. Naziler'in kendisini
yakalayıp götürecekleri korkusu ile yıllarca sağlığı bozulan Kaethe'in, göç
sırasında ayağında yara çıktı, kötü bir şey olacak diye hepimiz endişelendik.
Tanrıya inancımı kaybettiğim halde, yine de sonunda Wiesbaden'e
gelebildiğimize şükrettim, uzak bir akrabamız bizi yanına kabul etti.
Wiesbaden'de, Leobschütz'deyken hayal bile edemeyeceğim bir kariyere sahip
olduğum için özellikle de Hitler'e teşekkür borçluyum.
Sizin dilekçenizden söz ettiğimde Kaete müthiş heyecanlandı. Oğlum da
Afrika'ya kadar gidebilen ve orada yaşayan bir adamı tanımak için
sabırsızlanıyor. İçine kapanık bir genç, geçirdiği kötü yıllar onu olgunlaştırdı,
annesiyle babasının korkularını, arkadaşlarının, öncelikle de öğretmenlerinden
işittiği haksızlıkları, çekilen eziyetleri hiç unutmuyor. Liseye gidemediği için
okul ona zor geliyor. Sürekli başka yerlere gitmekten söz ediyor, onu çabuk
kaybedeceğiz.
Galiba fazla ayrıntıya girdim, ama size yazmak beni ferahlattı. Bu mektubun
Nairobi'ye, yıkıntıların olmadığı bir dünyaya gideceğini düşünmek bile beni
memnun ediyor. Bunu yazarken kendimi, Sizin Leobschütz'deki oturma
odasındaymışım gibi hissettim. Perdeleri açık odada... Bir keresinde, sizin evde
görüp tanıştığım babanızla kız kardeşinize ne olduğunu sormaya cesaretim yok.
Yeni yaşantınız için de size fazla umut vermek istemiyorum.. Almanlar sadece
ülkelerinin ve kentlerinin büyük bölümünü kaybetmekle kalmadılar, ruhlarını ve
vicdanlarını da yitirdiler. Hâlâ bu ülkede, hiçbir şeyi görmemiş, herşeyden
habersiz, ya da her şeye karşı olan bir sürü insan var.. Cehennemden kaçıp
hayatlarını kurtarabilen Museviler bu yüzden hala Almanlar tarafından
horlanıyor..
Bana dönüşünüzün kesin tarihini mümkün olduğu kadar çabuk bildirin. Öyle
şeyler yaşadım ve o kadar karamsarım ki, sizin adınıza 'vatana dönüş' demek
içimden gelmiyor.. Mevkimin tüm olanaklarıyla sizin için elimden gelen
yardımı yapacağım, ama unutmayın, Leobschütz'lü olan biri daima şaibe
altındadır, bu yüzden bakanlık müşavirliğine de fazla bel bağlamayın.. Bizi
burada 'ayaktakımı' gibi görüyorlar. Bu insanların vatanlarıyla beraber, varlarını
yoklarını ve tüm ideallerini yitirdiklerine kimse inanmıyor. Ben size bir ev ya da
yarım kilo tereyağı temin etmek yerine, daha faydalı bir şey yapıp, bölge
mahkemesi başkanlığına terfi ettirebilirim.
Hep şikâyetlerimden söz etmemin hoş olmadığını biliyorum, ama lütfen bu
yüzden sakın iyimserliğinizi ve hâlâ büyük bir zevkle anımsadığım espri
yeteneğinizi kaybetmeyin. Mümkünse gelirken kahve getirin, şimdilerde Alman
parasının yerine geçiyor. Kahveyle istediğinizi satın alabilirsiniz. Hatta beyaz
bir yelek bile.
Karımla ben, sizi ve ailenizi büyük bir sabırsızlıkla bekliyoruz. Yakında
görüşene kadar selam ve sevgilerimizi iletiyoruz.
Sizin Hans Puttfarken
Not: Neredeyse unutuyordum: Yaşlı dostunuz Greschek Harz da bir köye
yerleşti. Rastlantıyla adresi elime geçti, ona dönüşünüzden söz ettim.
Jettel mektubu zarfına koyarken, Puttfarken'in yüzünü gözünün önüne getirmeye
çalıştı, ama anımsadığı sadece iri yarı, sarışın bir adam ve masmavi gözleriydi.
En azından bunu Walter7 e söylemek istediyse de, heyecanını yatıştıracak uygun
sözleri bulamayınca, zarfı yelpaze yapıp serinlemeye koyuldu. Owuor Jettel'in
elinden mektubu alarak bir cam tabağın üzerine koydu.
Gençliğinde dinlediği kuşların sesini taklit ederken, Memsahib'in mektupta
okuduğu bir sözcük aklına gelince güldü, ıslık çalarak perdeleri yeniden açtı.
İyice alçalan güneşin parıltısı pencerede yansıyıp, mektubun üzerine hafif mavi
sisten bir tül gibi düşüverdi. Tembel tembel kafasını doğrultarak uyanan köpek,
dişlerini birbirine geçirerek, gürültüyle esnedi.
Owuor gülerek, "Rummler" dedi, "Mektupta bizim Rummler7 i çağırdılar.
Rummler'in adını duydum"
Walter'in kafası başka yerlerdeydi, "Yazık," dedi, "esprili ve şakacı Redlich'in
ne hallere düştüğünü Puttfarken bir bilse! Ah Jettel en azından bu mektubu
almak seni rahatlatmadı mı?"
"Bilmiyorum. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Mektupta söylenenlerin bir
kısmını anlamadım."
"Ben anladım mı sanıyorsun? Sadece tek bildiğim, eski halimi hatırlayan biri var
ve bize yardım etmek istiyor. Herşeyin değiştiğine alışmamız için biraz zamana
ihtiyacımız var Doktor Bayan. Buradaki insanların söylediklerine kulak asma.
Belki onlardan daha kötü durumdayız ama, yeni bir yaşama başlamak için hiç
değilse hepsinden daha tecrübeliyiz. Göreceksin, başaracağız. Oğlumuz,
dışlanmışlığın ne olduğunu hiç bilmeyecek."
Jettel bir an, Walter'in sesindeki şefkat ve arzunun, gençliğinin tüm umutlarını,
hayallerini, güven duygusunu, sevgiyi, yaşama sevincini geri getireceğini sandı,
ama kocasıyla anlaşabilmesi, aynı görüşleri paylaşması uzun vadede ona
öylesine yabancı bir duyguydu ki.
"Eve geldiğinde tam olarak ne söyledin? Hatırlamıyorum."
"Çok iyi biliyorsun Jettel, 9 Mart'ta Almanzora gemisinin bizi Almanya'ya
götüreceğini söyledim. Bu sefer tek tek değil, hepimiz birlikte gideceğiz. Artık
önümüzü görebiliyoruz, öyle memnunum ki bilemezsin. Daha fazla bekleyecek
sabrım kalmamıştı."
XXIV. BÖLÜM
Sabaha karşı saat dörtte Walter, ne olduğunu anlayamadığı bir gürültüyle
uyandı. Yakından geldiğini sandığı seslerin ne olduğunu tahmin etmeye
çabaladıysa da bir anlam veremedi, az sonra fark etti, çevrenin sessizliği onu
rahatsız etmişti. Güneşin doğuşundan önceki o eziyetli saatlerin sesizliğiydi bu..
Pencerenin önündeki okaliptüs ağaçlarına tünemiş kuşların cıvıltılarına merakla
kulak verdi, her sabah bu cıvıltılarla uyanırdı. Gökyüzü henüz gün ışığının gri
maviliğiyle aydmlanmamıştı, Walter yine de gözlerinin önünde dört büyük
sandığın şekillendiğini görür gibi oldu.
Afrika'ya geldikleri günden beri dolap olarak kullandıkları sandıklar yatak
odasının duvarının yanında duruyorlardı, üzerlerinde Jettel'in çocuksu
elyazısıyla yazılmış etiketler yapışmıştı. Owuor bir gece önce sandıkların içini
yerleştirmişti, kapaklarını çivilerken çıkardığı gürültüden rahatsız olan komşu
dairedeki Keller'ler öfkeyle duvarı tıklamışlardı. Walter yaşamının son dokuz
yılının büyük bölümünün bu sandıklarda istiflenmiş olduğunu düşünerek
rahatladı.. Almanzora'nın hareketine iki hafta kalmıştı, bu iki hafta da giderken
neyi alalım, neyi bırakalım kavgası yapılmadan çabucak geçip gidecekti.
Walter memnundu, kader ona nihayet normal bir yaşama dönmesine fırsat
vermişti. Ne ki bu memnuniyeti uzun sürmedi. Zihni dişlerinin gıcırdamasına
takıldı, sanki bu tatsız sesler önemli bir anlam ifade ediyordu.. Ancak gerçekten
de gün boyu boğazını sıkan ağır yükten kurtulduğunu hayretle fark etti. O güne
kadar, hissettiği her korku, kararsızlık, öfke ve sızlanmaları için Regina'ya ya da
Jettel'e açıklama yapamamanın suçluluk duygusuyla kendini çaresiz hissetmişti.
Yolculuk psikolojisinin yarattığı hayal kırıklığının kendisine ne denli ıstırap
verdiğini, ancak geceleri kendi kendine itiraf edebiliyordu.. Sonra içinde yine de
minicik bir umut ışığı beliriyordu. Eşyayı toplamaya başladıkları andan itibaren,
sandıkların Almanya'dan göç günlerini anımsatması Walter'i kahretmişti.
Aylardır coşkuyla hayal ettiği mutluluğu müjdelemiyorlardı.
Geçmişin derinliklerinden hortlayan ve geleceğini tehdit eden bu tatsız
düşüncelerle başedebilmek için, sakinleşmek amacıyla, acıyı bedeninde
hissedene dek dudaklarını birbirine kenetledi. Tam o sırada, onu uykusundan
eden gürültüyü ikinci kez duydu. Sesler mutfaktan geliyordu, sanki biri çıplak
ayakla sessiz sessiz pürüzlü ahşap zemin üzerinde geziniyor, arada bir de
Rummler kuyruğunu kapıya sürtüyordu.
Çay suyu kaynamaya konmadan önce, köpeğin tek gözünü bile açmayacağı
aklına gelince Walter elinde olmadan güldü, yine de meraklanmıştı. Jettel'i
uyandırmamak için parmakların ucuna basarak mutfağa yöneldi. Sönmek üzere
olan bir mumun, metal kapağın üzerine yayılmış kalıntısından yükselen son alev
odayı solgun sarı bir ışıkla aydınlatıyordu. Köşede, Leobschütz'den getirilen bir
tavayla tencerelerin arasına çömelmiş Owuor oturmaktaydı, gözlerini kapamış,
ısınsın diye ayaklarını ovuşturuyordu. Rummler yanına uzanmıştı. Köpek
gerçekten de uyanmıştı, boynunda kalın bir ip göze çarpıyordu.
Mutfak masasının altında, tıka basa doldurulmuş beyazmavi kareli havludan
minicik bir bohça göze çarpıyordu, bohça bir sopanın ucuna düğümlenmişti.
Walter'in yeni ütülenerek özenle dörde katlanmış, siyah Avukat cübbesi
pencerenin kenarına konmuştu. Walter yakasıyla, klapasının aşınmış kumaşını
görünce cübbesi olduğunu farketti.
"Owuor burada ne yapıyorsun?"
"Oturup, Bwana'yi bekliyorum."
"Neden?"
"Güneşin doğmasını bekliyorum," diye yanıtladı Owuor.
"Peki Rummler'in boynundaki ip te ne oluyor? Yoksa onu pazarda satmaya mı
niyetleniyorsun?"
"Bwana, yaşlı bir köpeği kim alır ki?"
"Seni güldürmek istemiştim. Şimdi ağzından baklayı çıkar ve söyle bakalım,
neden buradasın?"
"Bunu biliyorsun."
"Hayır bilmiyorum."
"Bwana, bana hep sadece ağzınla yalan söyledin.. Gözlerinle değil. Ben ve
Rummler uzun bir safariye çıkıyoruz. Kim önce safariye çıkarsa gözlerinde yaş
olmaz."
Walter şaşkınlıktan ağzını açamadı, Owuor'un her sözünü tek tek zihninde
tekrarlamakla yetindi. Boğazını tıkayan yumru ona acı veriyordu, yere
çömelerek, Rummler'in sert ensesini okşamaya koyuldu. Köpeğin sıcak bedeni,
ona Ol'Joro Orok'da şöminenin önünde geçirdikleri geceleri anımsattı, oysa
çoktan unuttuğunu sanıyordu, göz kapakları ağırlaştı. Başını dizlerine
dayayarak, bedenini sarmalayan uyuşukluğa direnmeye çalıştı. Göz çukurlarına
çöken ağırlık önce hoşuna gitti, sonrasında mum ışığında dağılan renkler onu
kafasındaki düşünceler kadar rahatsız etti.
Kendisine gerçek dışı gelen bu sahneyi sanki daha önce de yaşamıştı. Ne zaman
olduğunu kestiremedi..Belleğini hayallerin akışına koyverdi. Birden babası geldi
gözlerinin önüne, Sohrau'daki otelin önünde duruyordu, mum alevi can
çekişmekteydi ki, Sohrau'daki babasının hayali, yerini Greschek'e bıraktı,
Cenova'da 'Ussukuma' gemisinin küpeştesinde duruyordu.
Geminin direğine asılı gamalı haç bayrağı rüzgarla sallanmaktaydı. Walter
bitkin bir halde, Greschek'in o günkü sert, haşin, konuşmasının her vurgusunda
ayrılığı büsbütün zorlaştıran o inatçı öfkeli sesini duymayı bekledi. Ama
beklediği olmadı, onun yerine Greschek başını öyle bir salladı ki, direkteki
bayrak yerinden koparak Walter'in üzerine düştü. Walter çaresizliğiyle
suskunluğun dayanılmaz baskısından başka bir şey hissetmedi. Owuor'un sesiyle
kendine geldi.
"Kimani" dedi, "Kimani'yi hatırlıyor musun" diye sordu
Walter acele yanıtladı, "Evet, evet hatırlıyorum." Yeniden duymaya başladığına
ve kafasının işlediğine sevindi. "Kimani, senin gibi bir dosttu, Owuor. Onu sık
sık düşündüm. Ben Ol' Joro Orok'tan ayrılmadan önce çiftlikten kaçmıştı. Ona
Kwaheri bile diyememiştim."
"O seni giderken gördü Bwana. Evin önünde durup arkandan baktı, araban ta
uzaklarda küçülene kadar bekledi. Ertesi sabah da öldü. Ormanda sadece
gömleğinden bir parçayı buldular."
"Bunu bana hiç söylememiştin Owuor, neden? Kimani'nin başına ne geldi?
"Kimani ölmek istiyordu."
"Ama neden.? Hasta değildi, yaşlı da değildi."
"Kimani her zaman sadece benimle konuşurdu Bwana. Hatırlar mısın,
Bwana'yla Kimani her zaman bir ağacın altında otururdunuz Keten tohumu
yetişen en güzel tarlaydı orası. Ona durmadan bir şeyler anlatır, kafasını bir
yığın resimlerle doldururdun. Kimani bu resimleri, oğullarından ve güneşten
daha çok sevmeye başladı. Akıllıydı ama, yeteri kadar akıllı değildi. Sonunda
tuzu bedenine akıttı ve köksüz bir ağaç gibi kurudu. Zamanı geldiğinde bir erkek
safariye çıkmalı Bwana."
"Owuor söylediklerinden bir şey anlamıyorum!"
"Owuor seni anlamıyorum... Kulakların duymak istemediği zamanlar, hep aynı
şeyi söylersin. Çekirgelerin geldiği gün de de bunu söylemiştin. Ben, Bwana
çekirgeler burada demiştim, ama Bwana, Owuor seni anlamıyorum, demişti."
"Sesimi taklit etmekten vazgeç" diyen Walter, elini yavaşça Rummler'in
ensesinden çekerek Owuor'un dizlerine dayadı, sonra çekmek istediyse de,
pürüzsüz cildinin sıcaklığında uzun süre eli direndi. Bu seferki ayrılık ona
öncekinden daha acımasız gelecekti, bunu hissetmek onu büsbütün
kederlendirdi.
Deşilen yarasının kanamasına fırsat vermeden, "Owuor" dedi, "Bugün işine
gitmezsen Memsahib'e ne söylerim? Ona, Owuor artık sana yardım etmek
istemiyor mu diyeceğim? Ya da Owuor bizi unuttu mu demeliyim?"
"Benim işlerimi Chebeti yapacak Bwana."
"Chebeti sadece bir Aja.. Evde iş yapamaz, bunu sen de biliyorsun."
"Chebeti senin Aja'n, ama benim de karım. Ben ne dersem onu yapar. Seninle ve
Memsahib'le birlikte Mombasa'ya gelecek, küçük Askari'ye de göz kulak
olacak."
"Chebeti'nin karın olduğunu söylememiştin." Sesindeki sitemkar ton ona
çocukça göründü, sıkıntıyla alnındaki teri sıvazladı."Hay Allah, nasıl oldu da
bunu bilemedim?" diye ekledi.
"Memsahib kidogo bunu biliyordu. O her zaman herşeyi biliyor. Onun gözleri
bizimki gibi. Sen hep gözlerin açıkken uyudun Bwana" diyen Owuor güldü..
"Köpek" diye ardından acele ekledi, sanki her kelimeye önceden hazırlıklıydı,
"köpek gemiye binemez. Yeni bir hayata başlayamayacak kadar yaşlı.
Rummler'i ben alacağım, beraber gideceğiz. Önce Rongai'den, sonra da
Nairobi'ye gitmek üzere Ol Joro'dan nasıl ayrıldıysam, şimdi de buradan
gideceğim, Rummler'le beraber."
Walter yorgun bir sesle, "Owuor, Memsahib kidogo'ya Kwaheri demelisin.
Kızıma "Owuor gitti, seni bir daha görmek istemiyor mu diyeceğim, Rummler
artık bir daha gelmemek üzere gitti mi diyeceğim? Biliyorsun, köpek kızımın bir
parçasıydı, ondan ayrılmak zor gelecek. Rummler'le dost olduklarında sen hep
yanmdaydın, biliyorsun."
Yağmurdan sonra rüzgârın ıslık çalmasına benzer bir sesle iç geçirdi.. Köpek bir
kulağını oynattı. Kapı açıldığında, hâlâ uluyordu.
"Owuor gitmek zorunda Baba, yoksa yüreğinin kurumasını mı istiyorsun?"
"Regina ne zaman uyandın? Demek bizi dinliyordun. Owuofun hırsız gibi
gizlice bizi terk edeceğini biliyor muydun?"
Regina "evet" diye yanıtlayarak başını hafifçe salladı, sesini ağırlaştıran hafif bir
hüzünle devam etti, "ama bir hırsız gibi değil. Owuor gitmek zorunda. Çünkü
ölmek istemiyor."
"Aman Tanrım Regina, bırak bu saçmalıkları. İnsan bir ayrılık yüzünden ölmez.
Yoksa ben çoktan ölmüş olurdum."
"Bazı insanlar öldükleri halde hâlâ soluk alırlar."
Söylediğine pişman olmuştu, korkuyla alt dudağını ısırdı, ama geç kalmıştı.
Boğazı kurumuştu, sözlerini geri alamazdı artık. Şaşkınlıktan, babasının
kendisine güldüğünü bile hayal etti. Yüzüne bakmaya cesaret edemedi.
"Bunu sana kim söyledi Regina?"
"Owuor, çok eskiden... Ama ne zaman olduğunu bilmiyorum," diye yalan
söyledi.
"Owuor, çok akıllısın" dedi Walter.
Owuor derin uykusundan uyanıp sesleri yakalamaya çalışan bir köpek gibi
kulaklarını dikerek, Bwana'sinm söylediklerini anlamaya çalıştı. Çünkü
Bwana'sı kocaman yüreği olan yaşlı bir erkek gibi konuşmuştu. Yine de
Walter'in onu övmesi keyiflendirmişti. Tembel bir hareketle vücudunu yana
yaslayınca, Regina aralarına çöktü.
Bir süre konuşmadılar. Sessizlik üçüne de iyi gelmişti. Gün yavaşça
aydınlanmaya başlayıp, yakıcı sıcağı haber veren güneşle yaprakların yeşili
koyulaşana kadar, üçü de sessizliği bozmaya cesaret edemedi.
Walter pencereyi açarken, "Owuor" diye seslendi, "burada benim eski siyah
paltom duruyor. Onu unuttun."
"Unutmadım Bwana. Palto artık bana ait değil."
"Onu ben sana armağan etmiştim, Akıllı Owuor bunu bilmiyor mu? Sana onu
Rongai'deyken hediye etmiştim."
"Paltonu yeniden giyeceksin."
"Bunu nerden biliyorsun?"
Rongai'deyken, paltoya artık ihtiyacım kalmadı. Benim geride bıraktığım
hayatıma ait demiştin." Owuor dişlerini göstererek güldü, "şimdiyse kaybettiğin
hayatına tekrar kavuşuyorsun. Paltolu hayatına kavuşuyorsun."
"Onu almalısın Owuor. Palto olmazsa beni unutursun,"
"Bwana kafam hiçbir şeyi unutmaz. Senden o kadar çok kelime öğrendim ki!"
"Hadi söyle, hadi söyle dostum!"
"leh hab mein Herz in Heidelberg verloren" diye mırıldandı Owuor. Melodinin
her vurgusunda sesinin biraz daha güçlü çıktığını farkediyor, müzik ilk günkü
gibi gırtlağında hoş bir tad bırakıyordu. "Gördün mü?" dedi gururla. "Dilim de
unutmamış."
Walter kararlı bir hareketle elleri titreyerek avukat cübbesini aldı, önce bir
silkeledi sonra da, çocuğunun omuzlarını soğuktan korumak isteyen bir baba
şefkatiyle, onu Owuor'un omuzlarına koydu. "Şimdi artık git dostum. Ben de
gözlerimde tuz istemiyorum."
"Peki Bwana."
Regina sonunda dayanamayarak bağırdı, "Hayır Owuor" gözlerindeki yaşlan
artık daha fazla tutamadı, "beni bir kez daha kollarını alıp, havaya kaldırmalısın.
Bunu söylemem doğru değil ama, yine de söylüyorum."
Owuor onu kollarına aldığında, Regina yüreğinde acıyı hissedene kadar
soluğunu tuttu. Alnını Owuor'un adaleli ensesine dayayarak, cildinden yayılan
kokuyu içine çekti. Yeniden soluk almaya başladığında, dudakları nemlenmişti.
Ellerini Owuor'un her gün bir perçem daha grileşen saçlarında dolaştırdı, onun
değiştiğini hissediyordu.
Artık yaşlı ve kederli değildi. Sırtı Massai'lerin gergin yayından fırlatılan ok
kadar dümdüzdü. Yoksa bu aşk tanrısı Amor'un oku muydu?
Regina bir an Amor'un yüzünü gördüğünü sandı, sanki onu, peşinden
gidemeyeceği bir ülkeye sürüklüyordu. Ama yüzünü Owuor'un ensesinden
uzaklaştırıp, gözlerini kaldırdığında onun burnuyla ışıldayan kocaman dişlerini
gördü. Hâlâ, onu Rongai'de arabadan alarak kollarının üzerinde havaya kaldırıp,
sonra da kızıl toprağın üzerine yumuşacık bırakan o aynı dev adamdı.
"Owuor buraları bırakıp gidemezsin," diye fısıldadı, "sihir hâlâ burada. Sihri
bozmamalısın, aslında safariye çıkmak istemiyorsun. Sadece ayakların
uzaklaşmak istiyor."
Güçlü kollan olan bu dev adam, Regina'nın kulağına eğilerek birşeyler söyledi.
Kelebeklerin uçuşu kadar hafif fısıltılar, en zayıf insanı bile gözyaşlarıyla güçlü
kılabilirdi. Owuor kızı kollarından yere bıraktığında, Regina'nın yeniden
dünyası karardı. Owuor'un dudaklarını teninde hissetmişti, ama yüzüne bakmaya
cesaret edemedi.
Halsiz bedenini pazardaki dilenciler gibi sürünürcesine yere salıverdi. Şimdi
büyük bir dikkatle ayrılığın seslerine kulak verdi, Rummler'in solumalarını,
Owuor'un ahşap zemin üzerinde dans eden adımlarını, ardından hızla kapatılan
kapının gıcırtısını duydu ve nihayet, ta uzaklardan, yeni bir dünyayı
müjdeleyelen kuşların sesleri geldi kulaklarına, şimdi yüreğinde açılan yaraların
olmadığı bir başka dünyayı fısıldıyorlardı.
"Owuor bizimle kalıyor. Onu giderken görmedik," dedi. Bunu yüksek sesle
söylediğini, sonra da ağladığını fark etti.
"Beni affet Regina," dedi babası, "Bunu istemezdim. Henüz çok gençsin. Senin
yaşındayken, acının ne olduğunu ancak attan düştüğümde öğrenmiştim., bu sana
fazla geldi, haklısın."
"Atımız yok ki."
Walter şaşkınlıkla kızının yüzüne baktı. Acaba kızının çocukluğunu yaşamasına
yeterince izin vermemiş, onu bundan mahrum mu bırakmıştı, yanaklarından
yaşlar süzülürken bile, inatçı bir çocuk gibi kendisini şakayla teselli
edebiliyordu. Yoksa kızı kendini Afrikalı hissediyor ve onun bilmediği,
denemediği bir merhemle yarasını iyileştirmeyi mi deniyordu? Regina'yı
kendine doğru çekmeye davrandıysa da kolları yanma düştü.
"Buraları hiç unutamayacaksın Regina."
"Unutmak istemiyorum."
"Bunu ben de hep söylemiştim. Sonuçta elime ne geçti, en değer verdiğim,
sevdiğim insanlara acı vermekten başka..."
"Hayır" diye Regina itiraz etti, "Başka türlü yapamazdın, safariye çıkmak
zorundasın."
"Bunu kim söyledi?"
"Owuor.. Başka şeyler de söyledi."
"Ne dedi?"
"Gerçekten duymak istiyor musun? Belki kırılırsın."
"Hayır, söz veriyorum, kırılmayacağım."
Regina, babasına bakmamak için, yüzünü pencereden dışarı çevirdi,
anımsamaya çalıştı, "Owuor, seni korumam gerektiğini söyledi. Çocuk gibisin.
Bunu ben söylemiyorum baba, Owuor söylüyor."
"Hakkı var, ama bunu kimseye söyleme Memsahib kidogo."
"Hapana, Bwana"*
Birbirlerini sıkı sıkı sarıldılar, ikisi de kendilerini aynı geleceğin beklediğine
inanıyordu. Walter, geç de olsa, Afrika'nın kendisine bir parça vatan toprağı
olduğunu ilk kez hissediyordu. Regina ise yaşadığı anın değerini doya doya
içine çekiyordu. Babası sadece siyah Tanrı Mungo'nun insanları mutlu kıldığını
nihayet anlamıştı.
SON
Yayınevimizden Çıkan Diğer Kitaplar
1. ÇİT / DORİS PİLKİNGTON
2. EYLÜL'ÜN SEÇİMİ / ZEHRA TEZVARAN
3. KUTSAL ANADOLU TOPRAKLARI / LORD KINROSS
4. OSMANLI İMPARATORLUĞU TARİHİ / HİSTORİE ÜNV
5. ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ / N.H. KLEİNBAUM
6. KİM HANGİ YAŞTA NE YAPTI / KEMAL KIZILTOPRAK
7. FELEĞİN BİR KUŞU VAR / HAMDİ ÖZYURT
8. TANRI ÖCÜ DEĞİLDİR / TANIL ERGUN
9. YÜREĞİN MÜZİĞİ / ROBERTA GUASPARİ
10. SON KİTAP / CEMİL KEKLİK
11. ŞAŞKIN KUŞAK / UĞUR DOĞRUGÜVEN
12. HAYATIN İÇİNDEN FIKRALAR / UĞUR DOĞRUGÜVEN
13. KURAN'DA GİZLENEN TARİHLER / SERKAN TEKİN
14. NOSTRADAMUS'UN DEŞİFRESİ / SERKAN TEKİN
AFRİKA'NIN HİÇBİR YERİNDE
Gerçek bir yaşam öyküsüdür Afrika... 1938 yılında Yahudi asıllı küçük bir
ailenin Nazi hışmından kaçarak o zamanların İngiliz sömürgesi Kenya'ya
sığınması ve yeni bir vatan edinme çabaları, uzaktan savaşın görüntüsü,
endişeler, kaygılar, umutsuzluklar ve hüzün... Hukuk eğitimi görmüş Walter
Redlich, güzel ve naif karısı Jettel, tatlı duyarlı küçük Regina ve kahkahası
dağlara yükselen Afrikalı Owuor'un sıcacık, tatlı öyküsünde bir dönemin acıları
ile beraber yeni bir vatan edinmenin umutları da var Afrika romanında.
Yahudi asıllı küçük bir kızın İngiliz okulunda eğitim görürken /aşadıkları,
hissettiği ikilemler, hayatına hızla giren romanlar, Charles lickens'ler ve tam tam
sesleri...
3ir Alman olan Walter'in İngiliz ordusunda yaşadıkları, kafası arışmış askerler,
bütün dünyalarını ve yeteneklerini ülkelerinde nrakmış kadınlar ve erkeklerin
sıcak Afrika'ya uyum sorunları... 'e nihayet Nazilerin ortadan kaldırılmasından
sonra 1946 yılında ülkelerinden sürülen parçalanmış ahudiler için bir yol
ayrımı...
Walter'in Almanyası mı, Regina'nın Af rikası mı... Bir yanda vatan özlemi, bir
yanda ise sihirli güzellikler ve" büyüleyici ormanlarıyla Afrika... Afrika
romanında sığınmacıların kendine ait bir dünya kurmaya çalıştıkları Kenya'da
sadece Redlich ailesinin değil bütün sığınmacıların orijinal öykülerini
bulacaksınız...
Stefanie Zweig - Afrika'nın Hiç Bir Yerinde
Dostları ilə paylaş: |