Stefanie Zweig Afrika'nın Hiç Bir Yerinde


partiye gelecekti, ama garip bir rastlantıyla, üçü de aynı gün aynı dertten



Yüklə 0,75 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/2
tarix02.01.2022
ölçüsü0,75 Mb.
#43591
1   2
Stefanie Zweig - Afrika'nin Hic Bir Yerinde


partiye gelecekti, ama garip bir rastlantıyla, üçü de aynı gün aynı dertten 
hastalanmıştı. Parti düzenleme komitesi bu tatsız durumu fark ettirmemeye 
gayret ettiyse de, her şeyiyle ilk olan böyle bir partinin beklenmedik ani 
rahatsızlıklarla gölgelenmesinden duyulan hayal kırıklığı, bu kadar dar bir 
zamanda, İngiliz serinkanlılığıyla örtbas edilemedi.
Düzenleme komitesinde, kendilerine "genç İngilizler" adını verenler söz 
sahibiydi. Üç kişinin ret cevabına karşılık en azından Diana Wilkins'in sağlıklı 
olup, partiye gelebilmesini özellikle de bu gençler yeterli görmemişlerdi. Gerçi 
Diana, kurşun kurbanı zavallı Bay Wilkins'le evliliği sayesinde yıllardır İngiliz 
vatandaşıydı ama, kendisine verilen bu onuru yazık ki hiçbir şekilde 
değerlendirmeyi bilememişti. İki kadeh viskiden sonra İngilizleri, nefret ettiği 
Ruslarla karıştırmaya başlıyordu..
Genç İngilizleri daha da çok rencide eden, Almanya'ya yerleşme planları 
yüzünden her gün sürekli hakaretlere maruz kalan Walter'in, İngilizlerden, 
utanmadan "hasta İngilizler" diye söz etmesiydi. Hâlâ saygın İngiliz 
Kraliyeti'nin himayesinde olması ve zavallı karısına acımaları, şimdilik onu 
İngilizlerin düşmanca tavırlarından koruyordu. Zaten karısının Almanya 
hakkındaki düşünceleri de herkesçe bilinmekteydi, en azından kocasından farklı 
görüşlere sahipti..


Yılbaşı şenliği toplumun saygınlığını artıracak olan söz konusu konuklar olmasa 
da parti sorumluları, tüm benlikleriyle İngiliz geleneğinin gereklerini hakkıyla 
yerine getirmeye hazırdılar. Sığınmacılara gelince, üst düzey İngiliz çevrelerinin 
yaşam tarzıyla ilgili bilgi ve deneyimleri yeterli olmadığından, işleri ne şekilde 
koordine edeceklerini bilmiyorlardı, sinemalarda gördükleri filmlerden 
akıllarında kalan ayrıntılara dikkat ediyorlardı. Yılın tam da bu aylarında 
sinemalarda gösterilen İngiliz Kraliyet Sarayi'ndaki kutlamalara ait haberler 
sığınmacılar için epey malzeme oluyordu.
Güneş battıktan sonra kadınlar yerlere kadar uzanan, derin dekolteli, göze 
çarpacak denli modası geçmiş tuvaletleriyle partiye gelmeye başladılar, gece 
elbiselerinin çoğu sığınmacılık yaşamları sırasında hiç giyilmemişti bile. 
Erkeklerse göç ederken pek uzak görüşlü olmadıklarından smokinlerini ne yazık 
getirmemişlerdi, oysa dağlık arazide eski yerleşik çiftçiler için bu kıyafet özel 
günler olmasa bile en uygun "Dinner dress"ti. Alman centilmenleri bu eksikliği 
bedenlerini saran koyu renk kıyafetlerle dengelemeye çalıştılar. Elsa Conrad'ın 
ağzından çıkan ters bir söz ise hemen etrafta duyuldu.
Elsa, bir süredir İngilizce rüya gördüğünü iddia eden, Hermann Friedlaender'e 
dönerek, küstah ve pervasız bir şekilde, "Almanların naftalin kokusunu duymaya 
nasıl cesaret ediyorsunuz aklım almıyor." dedi.
Almanların eski vatanlarında, çocukların doğum günlerinde sahne dekoru olarak 
kullanılan patlangaçlar, kurumuş kaktüs ağaçlarının inatçı dikenlerinin aralarına 
Prusyalılara mahsus bir özenle asıldı. Günün moda şarkılarının plakları alındı,
Hove Court'un sararmış çimlerinin üzerinde güneş batımı ile gece yarısı arasında 
durmaksızın çalınan "Don't fence me in" sömürgede kutlanan hiçbir yeni yıl 
şenliğinde bu kadar sık duyulmamıştı. Şenlik kurulunun, akıl almaz derecede 
fahiş fiyatına rağmen geceye en uygun içki diye satın aldığı hakiki İskoç viskisi 
küçük bir sıkıntı yarattı.
Birkaç kadehten sonra, ortamın coşkulu havasına ve bitirici sıcağa rağmen punç 
ve Berlin usulü kreple ilgili can sıkıcı nostaljik anılar canlanmaya başladı. 
Aslında çoktan unutmak istedikleri geçmiş günlerdeki yılbaşı kekinin, erik 
marmeladı mı yoksa frenk üzümü jölesi ile mi yapıldığına dair, anlaşılmaz, 
saçma sapan tartışmalara girişildi.
Küçük havai fişek gösterisi bu arada başarıyla alkışlanırken, Jacaranda ağacının 
altında "Auld Lang Syne", şarkısını söylemek fikri pek beğenildi. Davete 
gelemeyen hasta ingiliz komşular düşünülerek özellikle ezberlenen şarkı, yazık 
ki Alman gırtlaklardan garip bir sertlikte çıkmıştı.
Walter bu eski şarkıyı Birliğindeki ayinde çok dinlemişti, bu yüzden insanların 
istemekle yapabilmek arasındaki ikilemini komşusuna gülen bir adamın 
hmzırlığıyla farketmişti, yine de Jettel'in hatırına sesini çıkarmadı. Ama 
yüzündeki alaycı ifadeden, eleştirisini yüksek sesle söylemiş kadar oldu, bu da 
çevredekilerin pek hoşuna gitmedi. Daha da çok dikkati çeken, şarkının son 
dizesinin ardından karısının kulağına eğilip pervasız bir şekilde yüksek sesle, 
"Gelecek yıl Frankfurt'ta" demesiydi.. Jettel, kocasının, buram buram özlem 


kokan eski PessachDuasma atıfta bulunduğunu anlamayıp, öfkeyle "bugün 
olmaz" deyince, Jettel'in dinsel âdetlerden ve yahudi geleneklerinden pek haberi 
olmadığı orta çıkmıştı. Kadının mahcubiyeti, Tanrıya hakaretin hakkıyla yerini 
bulan bir cezası olarak algılanmış, özellikle de Walter kışkırtıcı patavatsızlığının 
karşılığını almış, heyecanını ve sevincini bir anda yoketmişti.
Bir yandan patlayan havai fişeklerin çıkardığı gürültü, öte yandan "Kein schöner 
Land in dieser Zeit" şarkısının metni yüzünden çıkan, çoğu davetlinin de 
ayıplayarak izlediği kavga iyice ateşlendiği bir sırada Max uyandı. Yeni yılı, 
sömürgede doğan bebeklerin alışılagelen âdetlerine uygun bir şekilde karşıladı. 
Henüz on aylık bile olmadığı hâlde, herkesin anlayabileceği ilk sözcüğü 
ağzından çıkarıverdi. Ama küçük Max ne anne ne de baba demişti, minik bebek 
"Aja" diyordu. Mutfakta otururken bebeğin ilk inlemesiyle fırlayıp yatağının 
başucuna koşan Chebeti, zevkten bedenini saran tatlı bir sıcaklıkla, ona 
defalarca aynı sözcüğü tekrarladı. Kadının gırtlaktan gelen gülmeleri ve aynı 
sesin melodik bir şekilde kulaklarında çınlamasıyla iyice uyanan Max, gerçekten 
ikinci kez "Aja" dedi, sonra da durmaksızın aynı sözü tekrarlayıp durdu.
Chebeti, midesi guruldayan zafer nişanesini, kucağına alarak ağacın altında yeni 
yılı kutlayan davetlilerin yanına taşıdı, aynı mucizenin orada da gerçekleşeceğini 
umuyordu.. Yaptığı işin mükafatını da görmedi değil, Memsahib'le Bwana 
şaşkınlıktan ağızları bir karış açılmış, gözlerinde sevinç parıltılarıyla Chebeti'nin 
kollarında debelenmekte olan bebeği alarak, ona "Mama", "Papa" kelimelerini 
söylemeye koyuldular, önce hafif sesle ve gülerek, sonra, sanki bir an önce 
savaşı bitirmek isteyen Massai savaşçılarının azimli kararlılığıyla daha yüksek 
sesle kelimeleri tek tek tekrarladılar. Erkekler de gür sesleriyle "papa" diyerek 
koroya katılırken, İngiliz pasaportunu herkesten önce alan bazı sığınmacılar, 
'Daddy' demeye çabalayorlardı. Kadınlarsa "mama" diye seslenip, Jettel'i 
desteklerlerken, çocukluklanndaki, karınlarına basınca konuşan oyuncak 
bebeklere benziyorlardı. Ama davetlilerin tüm çabalan boşa gitti, bitkin uykuya 
dalana kadar Max'in ağzından 'Aja'dan başka bir söz çıkmadı.
Fırlama bebek, Max Redlich'in konuşma hızını o günden sonra artık kimse 
durduramadı. Karnı acıktığında 'kula', yatağına yatırıldığında 'lala', çaydanlığa 
'çay', ilk dişi çıktığında 'menu', aynadaki görüntüsüne 'toto', yağmur yağdığında 
da 'bua' diyordu. Hatta, aynı anda hem 'sabah', hem 'gelecek' anlamına gelen, 
belirsiz zamanlar için de kullanılan 'Kessu' sözcüğünü bile ezberlemişti.
Walter oğlunu konuşurken duyduğunda önceleri gülüyordu, ama bazı anlarda 
aşırı duyarlılığı yüzünden bütün sevinci bir anda yokolunca, bunu sinirlerinin 
fazlaca yıpranmış olmasına yoruyordu. Olayları gereğinden fazla büyütüp, 
önemsemesini biraz marazi ve çocukça bulsa da, Afrika'nın, oğlunu bir şekilde 
kendisine yabanalaştırdığı düşüncesi onu yine de rahatsız ediyordu. Bu 
kelimeleri, erkek kardeşine, Regina'nın öğretmiş olması olasılığı aklına gelince 
de büsbütün üzülüyordu. Acaba kızı böyle davranmak suretiyle, Afrika'yı ne 
kadar sevdiğini, babasının ülkesine dönme kararını onaylamadığını mı 


göstermek istiyordu? Walter bunu aklına getirince daha da kederleniyor, hatta 
biraz da inciniyordu.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, küçük Max'm Svahili kelime dağarcığı, bütün 
Hove Court'ta alay konusu olmuştu. Hoşgörüleri ve anlayışları kıt komşuları, 
çocuğun Svahili dilinde konuşmasını, sorumsuz babasından daha akıllı 
olduğunun kanıtı olarak görüyorlardı, onlara göre, çocuk tüm safiyetiyle, anne 
babasının peşinden Almanya'ya sürüklenmek istemediğini anlatmak istiyordu.
Max sonunda, üç heceli bir ses çıkardığı gün, Walter'in sinirleri tam anlamıyla 
boşalıverdi.. Sanki oğlu Owuor'un adını söylemişti. Öfkeden kıpkırmızı bir 
yüzle, yumruklarını da sıkarak, kızına bağırdı: "Neden bana eziyet ediyorsun? 
Oğlum benim dilimi konuşamadığı için herkesin benimle alay ettiğinin farkında 
değil misin? Bir de annen benim buradan neden gitmek istediğime şaşırıyor. 
Bense en azından senin benden yana olacağını ummuştum."
Regina dehşete kapıldı, hayalleri onu tehlikeli bir şekilde sevgi ve bağlılığına 
ihanete kadar götürmüştü demek. Yüreğine bıçak gibi saplanan utanç ve 
pişmanlık duygusuyla bedenini ateş bastı. Kendisini, bu dile mükemmel şekilde 
hakim olan peri rolüne öylesine kaptırmıştı ki, babasını ne görecek, ne 
dinleyecek zamanı olmuştu. Korkuyla bir özür sözcüğü arandıysa da, babasının 
söylediklerini düşününce her zamanki gibi dili tutuldu, tek kelime söyleyemedi.
Tam, herkesin anlayacağı, 'iyi' anlamına gelen 'Missuri' kelimesini söyleyecekti 
ki, vazgeçip kafasını sallamakla yetindi. Üzüntüsünü içine atıp, kararlı adımlarla 
babasına doğru gitti, onu sevgiyle kucaklayıp gözlerindeki tuzlu yaşları kuruttu. 
Ertesi gün Max 'Papa' diyordu.
Haftanın son günü Max 'Mama' dediğinde, Jettel'in kulakları nedense bu mutlu 
sesi alamadı, oysa o anda yaşlar yüzünden çenesine süzülüyordu. Max ikinci kez 
'mama' diye seslenince, Chebeti sevinçle ellerini çırptı, o anda Walter soluk 
soluğa mutfağa daldı.. Kafasındaki kasketi fırlatıp atarak, "Nihayet" diye 
bağırdı, "Almanzora'da yer bulduk. Gemi 9 Mart'ta Mombasa'dan hareket 
ediyor."
Jettel ağlayarak "demek Puttfarken, hayatta kalmayı başardı," dedi.
"Şimdi bu ad da nereden aklına geldi?"
"Schützen Caddesi Puttfarken" diye tekrarladı Jettel. Yerinden doğruldu, 
bluzunun koluyla acele gözlerindeki yaşları silerek, pencerenin önüne gitti. 
Sanki hep bu anı beklemişti. Sonra parmaklarını yavaşça dudaklarına doğru 
götürdü, saat henüz öğleden sonra beş olduğu halde, perdeleri çekti.
Walter anlamıştı. Yine de inanamayıp sordu. "Şu bizim Leobschütz'deki 
Puttfarken mi yoksa?"
"Başka kim olabilir ki, günün ortasında neden pencereleri kapatıyorum 
sanıyorsun? Sonra da çoktandır unuttuğu bir sesi taklit etti. "Anna önce perdeleri 
kapatınız. Beni burada görmesinler. Devlet memuruyum, bu yüzden dikkatli 
olmak zorundayım. AmanTanrım, Walter, bizim Anna bu sözleri duyunca ne 
kadar öfkelenirdi unutttun mu? Puttfarken'i korkak olmakla suçlardı hep."
"Hiç korkak değildi. Ama şimdi nereden aklına geldi Puttfarken, söyler misin?"


Owuor masayı işaret ederek, "Bwana mektup," dedi.
Jettel, "Wiesbaden'den geldi" dedi, "Mesleğinde yükselmiş, bakanlıkta genel 
müdür olmuş." Mektupta yazılanların her hecesini okurken bir yandan da 
kıkırdıyordu. "Bırak da mektubu ben okuyayım, bütün gün öyle sevindim ki."
Jettel okumaya koyuldu, "Sevgili Dostum Redlich, ağır bir gripten (sizin 
yaşadığınız o güneş cennetinde umarım bunun ne olduğunu biliyorsunuzdur) 
sonra bugün ancak kendimi toparlayarak size yazabiliyorum. Bakanlığın 
mektubunu çoktan almış olmalısınız. Wiesbaden'de bizi kim tanıyor diye mutlak 
epey kafa yormuşsunuzdur. Burada yaşayan bizlerin tek güvencesi ve umudu 
rastlantılardır, yaşadıklarınızın en azından bizden biraz daha iyi olduğunu 
umarım.
Dr. Walter Redlich'in Hessen Adalet Bakanlığı'na gönderdiği iş başvurusunu 
masamda görünce nasıl şaşırdım anlatamam. Bismarck'ın istifasından bu yana, 
görevinin başında ağlayan ilk Alman memur galiba ben oldum.. Dilekçenizi 
tekrar tekrar okurken, hâlâ hayatta olduğunuza bir türlü inanamadım. 
Almanya'yı terkettikten hemen sonra, Afrika'da bir arslanm saldırısına 
uğradığınız söyleniyordu. Hepimiz öldüğünüzü sanıyorduk. Breslau'daki 
üniversite öğreniminiz ve Leobschütz'deki avukatlık çalışmalarınızla ilgili 
dokümanları görünce ancak o zaman eski dostuma kavuştuğumu anladım.
Sonra da, Almanya'dan kaçmayı başaran bir insanın nasıl olup da artık harabeye 
dönmüş bir ülkeye, size ve halkınıza bunca fenalığı yapmış olan insanların 
yanma dönmek isteyebileceği aklım almadı. Kim bilir neler yaşadınız ve ne kötü 
günler gördünüz ki, yazgınızı değiştirecek böyle bir kararı almaya cesaret 
edebiliyorsunuz. Kuşkusuz, aldığınız karara büyük saygı duyuyorum. Biz 
burada siyasi sicili bozuk hakimleri işten çıkardık, adalet sistemini yeniden 
yapılandıracak, sicili temiz pek az hakim kaldı. Terfiniz gelene kadar Sulh 
Mahkemesi Müşaviri olacaksınız, ama bu o kadar uzun sürmeyecek. Sulh 
Mahkemesi Başkanı Maas'ı seveceğinizden eminim. Dürüst ve saygın bir 
insandır, Naziler onu adliyedeki görevinden atınca, ailesini yıllarca büyük 
zorluklarla geçindirebildi.
Benim kaderim de aynıydı. Asternweg'de ziyaretine gittiğim günlerde, 
yahudilerle ilişkim öğrenilmesin diye, Sizin Anna'nın (sadık kadın, acaba beni 
affetmiş midir? perdeleri kapatması işe yaramadı. Siz Leobschütz'den 
ayrıldıktan hemen sonra, karımın yahudi olması nedeniyle beni hakimlik 
görevinden aldılar, ama iyi yürekli yaşlı Tenscher bana tapu sicil memurluğunda 
küçük bir memuriyet verdi.
Birkaç ay sonra ise, benim gibi eminim sizin de hakkında pek iyi şeyler 
düşünmediğiniz Rummler'in delaletiyle bu işten de uzaklaştırıldım. Daha önce, 
yahudi karımdan ayrılmak koşuluyla, beni tekrar Breslau'da devlet hizmetine 
kabul edebileceklerini söylemişlerdi, aynı şeyi üç kez teklif etmişlerdi.. Savaş 
çıktığında, avukat Pawlik'in yanında geçici işlerde çalışmak suretiyle ailemi iyi 
kötü geçindirebildim, tabii kimsenin haberi olmadan. Pawlik'e olan teşekkür 
borcumu artık ne yazık ki ödeyemem.


Savaşın çıktığı ilk ay Polonya'da vuruldu. Bense 'sakata' çıktığımdan 1939'da 
zorunlu çalışmaya göderildim.. Yeniden buluşursak, size o günleri anlatırım. 
Her şey daha kötü olabilirdi, bunun bilincindeyim, yine de yaşadıklarımı kağıda 
dökerken kalemim direniyor.
Savaş biter bitmez, ilk göçmen kafilesiyle, Kaete, kızınızla aynı yılda dünyaya 
gelen oğlum Klaus ve ben Oberschlesien'den ayrıldık. Naziler'in kendisini 
yakalayıp götürecekleri korkusu ile yıllarca sağlığı bozulan Kaethe'in, göç 
sırasında ayağında yara çıktı, kötü bir şey olacak diye hepimiz endişelendik. 
Tanrıya inancımı kaybettiğim halde, yine de sonunda Wiesbaden'e 
gelebildiğimize şükrettim, uzak bir akrabamız bizi yanına kabul etti. 
Wiesbaden'de, Leobschütz'deyken hayal bile edemeyeceğim bir kariyere sahip 
olduğum için özellikle de Hitler'e teşekkür borçluyum.
Sizin dilekçenizden söz ettiğimde Kaete müthiş heyecanlandı. Oğlum da 
Afrika'ya kadar gidebilen ve orada yaşayan bir adamı tanımak için 
sabırsızlanıyor. İçine kapanık bir genç, geçirdiği kötü yıllar onu olgunlaştırdı, 
annesiyle babasının korkularını, arkadaşlarının, öncelikle de öğretmenlerinden 
işittiği haksızlıkları, çekilen eziyetleri hiç unutmuyor. Liseye gidemediği için 
okul ona zor geliyor. Sürekli başka yerlere gitmekten söz ediyor, onu çabuk 
kaybedeceğiz.
Galiba fazla ayrıntıya girdim, ama size yazmak beni ferahlattı. Bu mektubun 
Nairobi'ye, yıkıntıların olmadığı bir dünyaya gideceğini düşünmek bile beni 
memnun ediyor. Bunu yazarken kendimi, Sizin Leobschütz'deki oturma 
odasındaymışım gibi hissettim. Perdeleri açık odada... Bir keresinde, sizin evde 
görüp tanıştığım babanızla kız kardeşinize ne olduğunu sormaya cesaretim yok. 
Yeni yaşantınız için de size fazla umut vermek istemiyorum.. Almanlar sadece 
ülkelerinin ve kentlerinin büyük bölümünü kaybetmekle kalmadılar, ruhlarını ve 
vicdanlarını da yitirdiler. Hâlâ bu ülkede, hiçbir şeyi görmemiş, herşeyden 
habersiz, ya da her şeye karşı olan bir sürü insan var.. Cehennemden kaçıp 
hayatlarını kurtarabilen Museviler bu yüzden hala Almanlar tarafından 
horlanıyor..
Bana dönüşünüzün kesin tarihini mümkün olduğu kadar çabuk bildirin. Öyle 
şeyler yaşadım ve o kadar karamsarım ki, sizin adınıza 'vatana dönüş' demek 
içimden gelmiyor.. Mevkimin tüm olanaklarıyla sizin için elimden gelen 
yardımı yapacağım, ama unutmayın, Leobschütz'lü olan biri daima şaibe 
altındadır, bu yüzden bakanlık müşavirliğine de fazla bel bağlamayın.. Bizi 
burada 'ayaktakımı' gibi görüyorlar. Bu insanların vatanlarıyla beraber, varlarını 
yoklarını ve tüm ideallerini yitirdiklerine kimse inanmıyor. Ben size bir ev ya da 
yarım kilo tereyağı temin etmek yerine, daha faydalı bir şey yapıp, bölge 
mahkemesi başkanlığına terfi ettirebilirim.
Hep şikâyetlerimden söz etmemin hoş olmadığını biliyorum, ama lütfen bu 
yüzden sakın iyimserliğinizi ve hâlâ büyük bir zevkle anımsadığım espri 
yeteneğinizi kaybetmeyin. Mümkünse gelirken kahve getirin, şimdilerde Alman 


parasının yerine geçiyor. Kahveyle istediğinizi satın alabilirsiniz. Hatta beyaz 
bir yelek bile.
Karımla ben, sizi ve ailenizi büyük bir sabırsızlıkla bekliyoruz. Yakında 
görüşene kadar selam ve sevgilerimizi iletiyoruz.
Sizin Hans Puttfarken
Not: Neredeyse unutuyordum: Yaşlı dostunuz Greschek Harz da bir köye 
yerleşti. Rastlantıyla adresi elime geçti, ona dönüşünüzden söz ettim.
Jettel mektubu zarfına koyarken, Puttfarken'in yüzünü gözünün önüne getirmeye 
çalıştı, ama anımsadığı sadece iri yarı, sarışın bir adam ve masmavi gözleriydi. 
En azından bunu Walter7 e söylemek istediyse de, heyecanını yatıştıracak uygun 
sözleri bulamayınca, zarfı yelpaze yapıp serinlemeye koyuldu. Owuor Jettel'in 
elinden mektubu alarak bir cam tabağın üzerine koydu.
Gençliğinde dinlediği kuşların sesini taklit ederken, Memsahib'in mektupta 
okuduğu bir sözcük aklına gelince güldü, ıslık çalarak perdeleri yeniden açtı. 
İyice alçalan güneşin parıltısı pencerede yansıyıp, mektubun üzerine hafif mavi 
sisten bir tül gibi düşüverdi. Tembel tembel kafasını doğrultarak uyanan köpek, 
dişlerini birbirine geçirerek, gürültüyle esnedi.
Owuor gülerek, "Rummler" dedi, "Mektupta bizim Rummler7 i çağırdılar. 
Rummler'in adını duydum"
Walter'in kafası başka yerlerdeydi, "Yazık," dedi, "esprili ve şakacı Redlich'in 
ne hallere düştüğünü Puttfarken bir bilse! Ah Jettel en azından bu mektubu 
almak seni rahatlatmadı mı?"
"Bilmiyorum. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Mektupta söylenenlerin bir 
kısmını anlamadım."
"Ben anladım mı sanıyorsun? Sadece tek bildiğim, eski halimi hatırlayan biri var 
ve bize yardım etmek istiyor. Herşeyin değiştiğine alışmamız için biraz zamana 
ihtiyacımız var Doktor Bayan. Buradaki insanların söylediklerine kulak asma. 
Belki onlardan daha kötü durumdayız ama, yeni bir yaşama başlamak için hiç 
değilse hepsinden daha tecrübeliyiz. Göreceksin, başaracağız. Oğlumuz, 
dışlanmışlığın ne olduğunu hiç bilmeyecek."
Jettel bir an, Walter'in sesindeki şefkat ve arzunun, gençliğinin tüm umutlarını, 
hayallerini, güven duygusunu, sevgiyi, yaşama sevincini geri getireceğini sandı, 
ama kocasıyla anlaşabilmesi, aynı görüşleri paylaşması uzun vadede ona 
öylesine yabancı bir duyguydu ki.
"Eve geldiğinde tam olarak ne söyledin? Hatırlamıyorum."
"Çok iyi biliyorsun Jettel, 9 Mart'ta Almanzora gemisinin bizi Almanya'ya 
götüreceğini söyledim. Bu sefer tek tek değil, hepimiz birlikte gideceğiz. Artık 
önümüzü görebiliyoruz, öyle memnunum ki bilemezsin. Daha fazla bekleyecek 
sabrım kalmamıştı."
XXIV. BÖLÜM


Sabaha karşı saat dörtte Walter, ne olduğunu anlayamadığı bir gürültüyle 
uyandı. Yakından geldiğini sandığı seslerin ne olduğunu tahmin etmeye 
çabaladıysa da bir anlam veremedi, az sonra fark etti, çevrenin sessizliği onu 
rahatsız etmişti. Güneşin doğuşundan önceki o eziyetli saatlerin sesizliğiydi bu.. 
Pencerenin önündeki okaliptüs ağaçlarına tünemiş kuşların cıvıltılarına merakla 
kulak verdi, her sabah bu cıvıltılarla uyanırdı. Gökyüzü henüz gün ışığının gri 
maviliğiyle aydmlanmamıştı, Walter yine de gözlerinin önünde dört büyük 
sandığın şekillendiğini görür gibi oldu.
Afrika'ya geldikleri günden beri dolap olarak kullandıkları sandıklar yatak 
odasının duvarının yanında duruyorlardı, üzerlerinde Jettel'in çocuksu 
elyazısıyla yazılmış etiketler yapışmıştı. Owuor bir gece önce sandıkların içini 
yerleştirmişti, kapaklarını çivilerken çıkardığı gürültüden rahatsız olan komşu 
dairedeki Keller'ler öfkeyle duvarı tıklamışlardı. Walter yaşamının son dokuz 
yılının büyük bölümünün bu sandıklarda istiflenmiş olduğunu düşünerek 
rahatladı.. Almanzora'nın hareketine iki hafta kalmıştı, bu iki hafta da giderken 
neyi alalım, neyi bırakalım kavgası yapılmadan çabucak geçip gidecekti.
Walter memnundu, kader ona nihayet normal bir yaşama dönmesine fırsat 
vermişti. Ne ki bu memnuniyeti uzun sürmedi. Zihni dişlerinin gıcırdamasına 
takıldı, sanki bu tatsız sesler önemli bir anlam ifade ediyordu.. Ancak gerçekten 
de gün boyu boğazını sıkan ağır yükten kurtulduğunu hayretle fark etti. O güne 
kadar, hissettiği her korku, kararsızlık, öfke ve sızlanmaları için Regina'ya ya da 
Jettel'e açıklama yapamamanın suçluluk duygusuyla kendini çaresiz hissetmişti.
Yolculuk psikolojisinin yarattığı hayal kırıklığının kendisine ne denli ıstırap 
verdiğini, ancak geceleri kendi kendine itiraf edebiliyordu.. Sonra içinde yine de 
minicik bir umut ışığı beliriyordu. Eşyayı toplamaya başladıkları andan itibaren, 
sandıkların Almanya'dan göç günlerini anımsatması Walter'i kahretmişti. 
Aylardır coşkuyla hayal ettiği mutluluğu müjdelemiyorlardı.
Geçmişin derinliklerinden hortlayan ve geleceğini tehdit eden bu tatsız 
düşüncelerle başedebilmek için, sakinleşmek amacıyla, acıyı bedeninde 
hissedene dek dudaklarını birbirine kenetledi. Tam o sırada, onu uykusundan 
eden gürültüyü ikinci kez duydu. Sesler mutfaktan geliyordu, sanki biri çıplak 
ayakla sessiz sessiz pürüzlü ahşap zemin üzerinde geziniyor, arada bir de 
Rummler kuyruğunu kapıya sürtüyordu.
Çay suyu kaynamaya konmadan önce, köpeğin tek gözünü bile açmayacağı 
aklına gelince Walter elinde olmadan güldü, yine de meraklanmıştı. Jettel'i 
uyandırmamak için parmakların ucuna basarak mutfağa yöneldi. Sönmek üzere 
olan bir mumun, metal kapağın üzerine yayılmış kalıntısından yükselen son alev 
odayı solgun sarı bir ışıkla aydınlatıyordu. Köşede, Leobschütz'den getirilen bir 
tavayla tencerelerin arasına çömelmiş Owuor oturmaktaydı, gözlerini kapamış, 
ısınsın diye ayaklarını ovuşturuyordu. Rummler yanına uzanmıştı. Köpek 
gerçekten de uyanmıştı, boynunda kalın bir ip göze çarpıyordu.
Mutfak masasının altında, tıka basa doldurulmuş beyazmavi kareli havludan 
minicik bir bohça göze çarpıyordu, bohça bir sopanın ucuna düğümlenmişti. 


Walter'in yeni ütülenerek özenle dörde katlanmış, siyah Avukat cübbesi 
pencerenin kenarına konmuştu. Walter yakasıyla, klapasının aşınmış kumaşını 
görünce cübbesi olduğunu farketti.
"Owuor burada ne yapıyorsun?"
"Oturup, Bwana'yi bekliyorum."
"Neden?"
"Güneşin doğmasını bekliyorum," diye yanıtladı Owuor.
"Peki Rummler'in boynundaki ip te ne oluyor? Yoksa onu pazarda satmaya mı 
niyetleniyorsun?"
"Bwana, yaşlı bir köpeği kim alır ki?"
"Seni güldürmek istemiştim. Şimdi ağzından baklayı çıkar ve söyle bakalım, 
neden buradasın?"
"Bunu biliyorsun."
"Hayır bilmiyorum."
"Bwana, bana hep sadece ağzınla yalan söyledin.. Gözlerinle değil. Ben ve 
Rummler uzun bir safariye çıkıyoruz. Kim önce safariye çıkarsa gözlerinde yaş 
olmaz."
Walter şaşkınlıktan ağzını açamadı, Owuor'un her sözünü tek tek zihninde 
tekrarlamakla yetindi. Boğazını tıkayan yumru ona acı veriyordu, yere 
çömelerek, Rummler'in sert ensesini okşamaya koyuldu. Köpeğin sıcak bedeni, 
ona Ol'Joro Orok'da şöminenin önünde geçirdikleri geceleri anımsattı, oysa 
çoktan unuttuğunu sanıyordu, göz kapakları ağırlaştı. Başını dizlerine 
dayayarak, bedenini sarmalayan uyuşukluğa direnmeye çalıştı. Göz çukurlarına 
çöken ağırlık önce hoşuna gitti, sonrasında mum ışığında dağılan renkler onu 
kafasındaki düşünceler kadar rahatsız etti.
Kendisine gerçek dışı gelen bu sahneyi sanki daha önce de yaşamıştı. Ne zaman 
olduğunu kestiremedi..Belleğini hayallerin akışına koyverdi. Birden babası geldi 
gözlerinin önüne, Sohrau'daki otelin önünde duruyordu, mum alevi can 
çekişmekteydi ki, Sohrau'daki babasının hayali, yerini Greschek'e bıraktı, 
Cenova'da 'Ussukuma' gemisinin küpeştesinde duruyordu.
Geminin direğine asılı gamalı haç bayrağı rüzgarla sallanmaktaydı. Walter 
bitkin bir halde, Greschek'in o günkü sert, haşin, konuşmasının her vurgusunda 
ayrılığı büsbütün zorlaştıran o inatçı öfkeli sesini duymayı bekledi. Ama 
beklediği olmadı, onun yerine Greschek başını öyle bir salladı ki, direkteki 
bayrak yerinden koparak Walter'in üzerine düştü. Walter çaresizliğiyle 
suskunluğun dayanılmaz baskısından başka bir şey hissetmedi. Owuor'un sesiyle 
kendine geldi.
"Kimani" dedi, "Kimani'yi hatırlıyor musun" diye sordu
Walter acele yanıtladı, "Evet, evet hatırlıyorum." Yeniden duymaya başladığına 
ve kafasının işlediğine sevindi. "Kimani, senin gibi bir dosttu, Owuor. Onu sık 
sık düşündüm. Ben Ol' Joro Orok'tan ayrılmadan önce çiftlikten kaçmıştı. Ona 
Kwaheri bile diyememiştim."


"O seni giderken gördü Bwana. Evin önünde durup arkandan baktı, araban ta 
uzaklarda küçülene kadar bekledi. Ertesi sabah da öldü. Ormanda sadece 
gömleğinden bir parçayı buldular."
"Bunu bana hiç söylememiştin Owuor, neden? Kimani'nin başına ne geldi?
"Kimani ölmek istiyordu."
"Ama neden.? Hasta değildi, yaşlı da değildi."
"Kimani her zaman sadece benimle konuşurdu Bwana. Hatırlar mısın, 
Bwana'yla Kimani her zaman bir ağacın altında otururdunuz Keten tohumu 
yetişen en güzel tarlaydı orası. Ona durmadan bir şeyler anlatır, kafasını bir 
yığın resimlerle doldururdun. Kimani bu resimleri, oğullarından ve güneşten 
daha çok sevmeye başladı. Akıllıydı ama, yeteri kadar akıllı değildi. Sonunda 
tuzu bedenine akıttı ve köksüz bir ağaç gibi kurudu. Zamanı geldiğinde bir erkek 
safariye çıkmalı Bwana."
"Owuor söylediklerinden bir şey anlamıyorum!"
"Owuor seni anlamıyorum... Kulakların duymak istemediği zamanlar, hep aynı 
şeyi söylersin. Çekirgelerin geldiği gün de de bunu söylemiştin. Ben, Bwana 
çekirgeler burada demiştim, ama Bwana, Owuor seni anlamıyorum, demişti."
"Sesimi taklit etmekten vazgeç" diyen Walter, elini yavaşça Rummler'in 
ensesinden çekerek Owuor'un dizlerine dayadı, sonra çekmek istediyse de, 
pürüzsüz cildinin sıcaklığında uzun süre eli direndi. Bu seferki ayrılık ona 
öncekinden daha acımasız gelecekti, bunu hissetmek onu büsbütün 
kederlendirdi.
Deşilen yarasının kanamasına fırsat vermeden, "Owuor" dedi, "Bugün işine 
gitmezsen Memsahib'e ne söylerim? Ona, Owuor artık sana yardım etmek 
istemiyor mu diyeceğim? Ya da Owuor bizi unuttu mu demeliyim?"
"Benim işlerimi Chebeti yapacak Bwana."
"Chebeti sadece bir Aja.. Evde iş yapamaz, bunu sen de biliyorsun."
"Chebeti senin Aja'n, ama benim de karım. Ben ne dersem onu yapar. Seninle ve 
Memsahib'le birlikte Mombasa'ya gelecek, küçük Askari'ye de göz kulak 
olacak."
"Chebeti'nin karın olduğunu söylememiştin." Sesindeki sitemkar ton ona 
çocukça göründü, sıkıntıyla alnındaki teri sıvazladı."Hay Allah, nasıl oldu da 
bunu bilemedim?" diye ekledi.
"Memsahib kidogo bunu biliyordu. O her zaman herşeyi biliyor. Onun gözleri 
bizimki gibi. Sen hep gözlerin açıkken uyudun Bwana" diyen Owuor güldü.. 
"Köpek" diye ardından acele ekledi, sanki her kelimeye önceden hazırlıklıydı, 
"köpek gemiye binemez. Yeni bir hayata başlayamayacak kadar yaşlı. 
Rummler'i ben alacağım, beraber gideceğiz. Önce Rongai'den, sonra da 
Nairobi'ye gitmek üzere Ol Joro'dan nasıl ayrıldıysam, şimdi de buradan 
gideceğim, Rummler'le beraber."
Walter yorgun bir sesle, "Owuor, Memsahib kidogo'ya Kwaheri demelisin. 
Kızıma "Owuor gitti, seni bir daha görmek istemiyor mu diyeceğim, Rummler 
artık bir daha gelmemek üzere gitti mi diyeceğim? Biliyorsun, köpek kızımın bir 


parçasıydı, ondan ayrılmak zor gelecek. Rummler'le dost olduklarında sen hep 
yanmdaydın, biliyorsun."
Yağmurdan sonra rüzgârın ıslık çalmasına benzer bir sesle iç geçirdi.. Köpek bir 
kulağını oynattı. Kapı açıldığında, hâlâ uluyordu.
"Owuor gitmek zorunda Baba, yoksa yüreğinin kurumasını mı istiyorsun?"
"Regina ne zaman uyandın? Demek bizi dinliyordun. Owuofun hırsız gibi 
gizlice bizi terk edeceğini biliyor muydun?"
Regina "evet" diye yanıtlayarak başını hafifçe salladı, sesini ağırlaştıran hafif bir 
hüzünle devam etti, "ama bir hırsız gibi değil. Owuor gitmek zorunda. Çünkü 
ölmek istemiyor."
"Aman Tanrım Regina, bırak bu saçmalıkları. İnsan bir ayrılık yüzünden ölmez. 
Yoksa ben çoktan ölmüş olurdum."
"Bazı insanlar öldükleri halde hâlâ soluk alırlar."
Söylediğine pişman olmuştu, korkuyla alt dudağını ısırdı, ama geç kalmıştı. 
Boğazı kurumuştu, sözlerini geri alamazdı artık. Şaşkınlıktan, babasının 
kendisine güldüğünü bile hayal etti. Yüzüne bakmaya cesaret edemedi.
"Bunu sana kim söyledi Regina?"
"Owuor, çok eskiden... Ama ne zaman olduğunu bilmiyorum," diye yalan 
söyledi.
"Owuor, çok akıllısın" dedi Walter.
Owuor derin uykusundan uyanıp sesleri yakalamaya çalışan bir köpek gibi 
kulaklarını dikerek, Bwana'sinm söylediklerini anlamaya çalıştı. Çünkü 
Bwana'sı kocaman yüreği olan yaşlı bir erkek gibi konuşmuştu. Yine de 
Walter'in onu övmesi keyiflendirmişti. Tembel bir hareketle vücudunu yana 
yaslayınca, Regina aralarına çöktü.
Bir süre konuşmadılar. Sessizlik üçüne de iyi gelmişti. Gün yavaşça 
aydınlanmaya başlayıp, yakıcı sıcağı haber veren güneşle yaprakların yeşili 
koyulaşana kadar, üçü de sessizliği bozmaya cesaret edemedi.
Walter pencereyi açarken, "Owuor" diye seslendi, "burada benim eski siyah 
paltom duruyor. Onu unuttun."
"Unutmadım Bwana. Palto artık bana ait değil."
"Onu ben sana armağan etmiştim, Akıllı Owuor bunu bilmiyor mu? Sana onu 
Rongai'deyken hediye etmiştim."
"Paltonu yeniden giyeceksin."
"Bunu nerden biliyorsun?"
Rongai'deyken, paltoya artık ihtiyacım kalmadı. Benim geride bıraktığım 
hayatıma ait demiştin." Owuor dişlerini göstererek güldü, "şimdiyse kaybettiğin 
hayatına tekrar kavuşuyorsun. Paltolu hayatına kavuşuyorsun."
"Onu almalısın Owuor. Palto olmazsa beni unutursun,"
"Bwana kafam hiçbir şeyi unutmaz. Senden o kadar çok kelime öğrendim ki!"
"Hadi söyle, hadi söyle dostum!"
"leh hab mein Herz in Heidelberg verloren" diye mırıldandı Owuor. Melodinin 
her vurgusunda sesinin biraz daha güçlü çıktığını farkediyor, müzik ilk günkü 


gibi gırtlağında hoş bir tad bırakıyordu. "Gördün mü?" dedi gururla. "Dilim de 
unutmamış."
Walter kararlı bir hareketle elleri titreyerek avukat cübbesini aldı, önce bir 
silkeledi sonra da, çocuğunun omuzlarını soğuktan korumak isteyen bir baba 
şefkatiyle, onu Owuor'un omuzlarına koydu. "Şimdi artık git dostum. Ben de 
gözlerimde tuz istemiyorum."
"Peki Bwana."
Regina sonunda dayanamayarak bağırdı, "Hayır Owuor" gözlerindeki yaşlan 
artık daha fazla tutamadı, "beni bir kez daha kollarını alıp, havaya kaldırmalısın. 
Bunu söylemem doğru değil ama, yine de söylüyorum."
Owuor onu kollarına aldığında, Regina yüreğinde acıyı hissedene kadar 
soluğunu tuttu. Alnını Owuor'un adaleli ensesine dayayarak, cildinden yayılan 
kokuyu içine çekti. Yeniden soluk almaya başladığında, dudakları nemlenmişti. 
Ellerini Owuor'un her gün bir perçem daha grileşen saçlarında dolaştırdı, onun 
değiştiğini hissediyordu.
Artık yaşlı ve kederli değildi. Sırtı Massai'lerin gergin yayından fırlatılan ok 
kadar dümdüzdü. Yoksa bu aşk tanrısı Amor'un oku muydu?
Regina bir an Amor'un yüzünü gördüğünü sandı, sanki onu, peşinden 
gidemeyeceği bir ülkeye sürüklüyordu. Ama yüzünü Owuor'un ensesinden 
uzaklaştırıp, gözlerini kaldırdığında onun burnuyla ışıldayan kocaman dişlerini 
gördü. Hâlâ, onu Rongai'de arabadan alarak kollarının üzerinde havaya kaldırıp, 
sonra da kızıl toprağın üzerine yumuşacık bırakan o aynı dev adamdı.
"Owuor buraları bırakıp gidemezsin," diye fısıldadı, "sihir hâlâ burada. Sihri 
bozmamalısın, aslında safariye çıkmak istemiyorsun. Sadece ayakların 
uzaklaşmak istiyor."
Güçlü kollan olan bu dev adam, Regina'nın kulağına eğilerek birşeyler söyledi. 
Kelebeklerin uçuşu kadar hafif fısıltılar, en zayıf insanı bile gözyaşlarıyla güçlü 
kılabilirdi. Owuor kızı kollarından yere bıraktığında, Regina'nın yeniden 
dünyası karardı. Owuor'un dudaklarını teninde hissetmişti, ama yüzüne bakmaya 
cesaret edemedi.
Halsiz bedenini pazardaki dilenciler gibi sürünürcesine yere salıverdi. Şimdi 
büyük bir dikkatle ayrılığın seslerine kulak verdi, Rummler'in solumalarını, 
Owuor'un ahşap zemin üzerinde dans eden adımlarını, ardından hızla kapatılan 
kapının gıcırtısını duydu ve nihayet, ta uzaklardan, yeni bir dünyayı 
müjdeleyelen kuşların sesleri geldi kulaklarına, şimdi yüreğinde açılan yaraların 
olmadığı bir başka dünyayı fısıldıyorlardı.
"Owuor bizimle kalıyor. Onu giderken görmedik," dedi. Bunu yüksek sesle 
söylediğini, sonra da ağladığını fark etti.
"Beni affet Regina," dedi babası, "Bunu istemezdim. Henüz çok gençsin. Senin 
yaşındayken, acının ne olduğunu ancak attan düştüğümde öğrenmiştim., bu sana 
fazla geldi, haklısın."
"Atımız yok ki."


Walter şaşkınlıkla kızının yüzüne baktı. Acaba kızının çocukluğunu yaşamasına 
yeterince izin vermemiş, onu bundan mahrum mu bırakmıştı, yanaklarından 
yaşlar süzülürken bile, inatçı bir çocuk gibi kendisini şakayla teselli 
edebiliyordu. Yoksa kızı kendini Afrikalı hissediyor ve onun bilmediği, 
denemediği bir merhemle yarasını iyileştirmeyi mi deniyordu? Regina'yı 
kendine doğru çekmeye davrandıysa da kolları yanma düştü.
"Buraları hiç unutamayacaksın Regina."
"Unutmak istemiyorum."
"Bunu ben de hep söylemiştim. Sonuçta elime ne geçti, en değer verdiğim, 
sevdiğim insanlara acı vermekten başka..."
"Hayır" diye Regina itiraz etti, "Başka türlü yapamazdın, safariye çıkmak 
zorundasın."
"Bunu kim söyledi?"
"Owuor.. Başka şeyler de söyledi."
"Ne dedi?"
"Gerçekten duymak istiyor musun? Belki kırılırsın."
"Hayır, söz veriyorum, kırılmayacağım."
Regina, babasına bakmamak için, yüzünü pencereden dışarı çevirdi, 
anımsamaya çalıştı, "Owuor, seni korumam gerektiğini söyledi. Çocuk gibisin. 
Bunu ben söylemiyorum baba, Owuor söylüyor."
"Hakkı var, ama bunu kimseye söyleme Memsahib kidogo."
"Hapana, Bwana"*
Birbirlerini sıkı sıkı sarıldılar, ikisi de kendilerini aynı geleceğin beklediğine 
inanıyordu. Walter, geç de olsa, Afrika'nın kendisine bir parça vatan toprağı 
olduğunu ilk kez hissediyordu. Regina ise yaşadığı anın değerini doya doya 
içine çekiyordu. Babası sadece siyah Tanrı Mungo'nun insanları mutlu kıldığını 
nihayet anlamıştı.
SON
Yayınevimizden Çıkan Diğer Kitaplar
1. ÇİT / DORİS PİLKİNGTON
2. EYLÜL'ÜN SEÇİMİ / ZEHRA TEZVARAN
3. KUTSAL ANADOLU TOPRAKLARI / LORD KINROSS
4. OSMANLI İMPARATORLUĞU TARİHİ / HİSTORİE ÜNV
5. ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ / N.H. KLEİNBAUM
6. KİM HANGİ YAŞTA NE YAPTI / KEMAL KIZILTOPRAK
7. FELEĞİN BİR KUŞU VAR / HAMDİ ÖZYURT
8. TANRI ÖCÜ DEĞİLDİR / TANIL ERGUN
9. YÜREĞİN MÜZİĞİ / ROBERTA GUASPARİ
10. SON KİTAP / CEMİL KEKLİK
11. ŞAŞKIN KUŞAK / UĞUR DOĞRUGÜVEN


12. HAYATIN İÇİNDEN FIKRALAR / UĞUR DOĞRUGÜVEN
13. KURAN'DA GİZLENEN TARİHLER / SERKAN TEKİN
14. NOSTRADAMUS'UN DEŞİFRESİ / SERKAN TEKİN
AFRİKA'NIN HİÇBİR YERİNDE
Gerçek bir yaşam öyküsüdür Afrika... 1938 yılında Yahudi asıllı küçük bir 
ailenin Nazi hışmından kaçarak o zamanların İngiliz sömürgesi Kenya'ya 
sığınması ve yeni bir vatan edinme çabaları, uzaktan savaşın görüntüsü, 
endişeler, kaygılar, umutsuzluklar ve hüzün... Hukuk eğitimi görmüş Walter 
Redlich, güzel ve naif karısı Jettel, tatlı duyarlı küçük Regina ve kahkahası 
dağlara yükselen Afrikalı Owuor'un sıcacık, tatlı öyküsünde bir dönemin acıları 
ile beraber yeni bir vatan edinmenin umutları da var Afrika romanında.
Yahudi asıllı küçük bir kızın İngiliz okulunda eğitim görürken /aşadıkları, 
hissettiği ikilemler, hayatına hızla giren romanlar, Charles lickens'ler ve tam tam 
sesleri...
3ir Alman olan Walter'in İngiliz ordusunda yaşadıkları, kafası arışmış askerler, 
bütün dünyalarını ve yeteneklerini ülkelerinde nrakmış kadınlar ve erkeklerin 
sıcak Afrika'ya uyum sorunları... 'e nihayet Nazilerin ortadan kaldırılmasından 
sonra 1946 yılında ülkelerinden sürülen parçalanmış ahudiler için bir yol 
ayrımı...
Walter'in Almanyası mı, Regina'nın Af rikası mı... Bir yanda vatan özlemi, bir 
yanda ise sihirli güzellikler ve" büyüleyici ormanlarıyla Afrika... Afrika 
romanında sığınmacıların kendine ait bir dünya kurmaya çalıştıkları Kenya'da 
sadece Redlich ailesinin değil bütün sığınmacıların orijinal öykülerini 
bulacaksınız...
Stefanie Zweig - Afrika'nın Hiç Bir Yerinde

Yüklə 0,75 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin