Olumsuzluk farklı boyutlara sahip bir alandır. Bu nedenle felsefe, psikoloji ve dilbilim gibi disiplinler arası bir özelliğe sahiptir. Bununla birlikte olumsuzluk dilbilim içerisinde de farklı boyutlara sahiptir



Yüklə 64,02 Kb.
tarix02.01.2022
ölçüsü64,02 Kb.
#44631
yeni adsizz meqalem


Olumsuzluk farklı boyutlara sahip bir alandır. Bu nedenle felsefe, psikoloji ve dilbilim gibi disiplinler arası bir özelliğe sahiptir. Bununla birlikte olumsuzluk dilbilim içerisinde de farklı boyutlara sahiptir. Biçimbilim, anlambilim ve sözdizimi gibi alanları ilgilendiren olumsuzluk, araştırmacılar tarafından farklı şekillerde incelenmiştir. Her dil bir olumsuzluk işaretleyicisine sahiptir

. Bu ilişki “duygu değeri (connotation)” bakımından değerlendirildiğinde bazı kelimelerin yapı olarak olumlu olmasına karşın anlam olarak olumsuz çağrışımlara sahip olduğu görülmektedir. Bu hususta Aksan, “Her dilde kimi sözcükler, o dili konuşan bireylerde bir takım tasarımların yanı sıra duygulandırıcı öğeler de taşır. Çünkü herhangi bir dilden seçeceğimiz 'kanser, verem, ölüm, cenaze, tabut, morg, salgın, ayrılık, açlık, isyan, terör, üveyana...' gibi sözcüklerin insanda ürperti, tedirginlik, korku, karamsarlık gibi duygusal etkilerde bulunacağını yadsımak olanaklı değildir. Bu göstergelerle karşılaştırılınca 'ilkbahar, kardelen, menekşe, aşk, zafer, başarı, vatan, gençlik, yavru, yetim, öksüz' gibi sözcüklerin iyimser bir hava yaratacağı, 'güzel, iyi' duygular getireceği de yadsınamaz.” şeklinde açıklama yapmaktadır (2006: 56). Eker, duygu değeri konusunda “Kişilerin duygularını göstermeye yönelik kullanımla ilgili olan anlamdır. Bu tür anlamda vurgu ve tonlamadaki farklılıklar duygusal anlamı belirler. Duygusal anlam da bir göstergeye bağlı olarak insanda uyanan çeşitli duygular beliren çağrışımlar söz konusudur.” demektedir (2003: 413).

umsuzlukla ilgili çalışmalar 1980’li yıllardan itibaren dilbilimde ivme kazanmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren ise dilbilimde psikologlar tarafından çalışılan olumsuzluk, ilk olarak Wason ve onu takip eden Eifermann, McMahon, Gough, Slobin gibi araştırmacılar tarafından da incelenmiştir. Bu çalışmalarda ortak olarak “Olumsuzluğun anlaşılması olumluluğun anlaşılmasından daha zordur.” anlayışı ortaya çıkmıştır. Bununla beraber olumsuz ifadelerin kendi içinde anlaşılma seviyelerinde de farklılık bulunmaktadır. Dolaylı olarak verilen olumsuz ifadeler, doğrudan verilen olumsuz ifadelerden daha zor anlaşılmaktadır (Clark 1980: 19).

Hengirmen, olumluluğun belirli bir bilgiyi, yargıyı, olayı vb.ni gerçekleşme, geçerli olma, bulundurma açılarından aktarma durumu olduğunu söylerken, olumsuzluğun belirli bir bilgiyi, yargıyı, olayı vb.ni gerçekleşmeme, geçerli olmama, bulundurmama açılarından aktarma durumu olduğunu söylemektedir (1999: 206). Crystal, olumsuzluğun gramatikal ve anlamsal çözümlemede genellikle cümlenin anlamının tümünün ya da bir kısmının zıtlığını belirten yapı veya süreç olduğunu söylemektedir (2004: 310). Trask, olumsuzluğun bir cümlede ya da onu oluşturan unsurlarda olumsuzluk öğelerinin bulunması (not, never, nothing) ve bu unsurların eklenmesi ile cümlenin etkilenmesi olduğunu söylemiştir (1996: 179). Richards ve Schmidt, olumsuzluğu “Cümlenin bir bölümünün ya da tamamının tersinlenmesi.” olarak tanımlamaktadır (2002: 354).



Horn’a göre (1985/1989) betimleyici olumsuzluk önermenin doğruluk değeri ile ilgili iken, başka bir ifade ile sözü edilen olumsuzlukta önermenin gerçekliğinin olumsuzlanması söz konusu iken, üstdilsel olumsuzlukta yadsınan, önermenin doğruluk değeri değil, konuşurun dile getirdiği söylemdir; dolayısıyla konuşur, olumsuzluğu üstdilsel işlevde kullanarak tümce/sözcenin bağlamdaki muhtelif görünümlerini reddeder4 . Horn, üstdilsel olumsuzluğun betimleyici olumsuzluğa göre daha öznel olduğunu, zira üstdilsel olumsuzlukta konuşurun ifadesinin bir “kabul etmeme/reddetme” taşıdığını belirtmiştir. Aşağıdaki üç ifade, sözceyi etki alanına dâhil eden üstdilsel olumsuzluğun kullanımları olarak görülür ve olumsuzluğun bu kullanımı, önermeyi etki alanına alan sıradan, betimleyici olumsuzluktan ayrılır: (1) I’m not happy; I’m ecstatic. “Mutlu değilim; çok mutluyum.” negation terimleri de kullanılmaktadır. Biz de bu çalışmada en yaygın kullanım olan üstdilsel olumsuzluk (: metalinguistic negation) terimini tercih ettik. 2 Bu tür olumsuzluk için ordinary negation, regular negation, standard negation, sentential negation, propositional negation adlandırmaları da yapılmaktadır. 3 Örneğin “Gökyüzünde hiç bulut yok.” ifadesi bir durumu betimleyen betimleyici bir olumsuzlukken “Bu duvar beyaz değil.” ifadesi doğrudan duvarın beyazlığına dair bir betimleme ortaya koymaz, daha önce -duvarın beyazlığıyla ilgili- söylenen bir iddiayı yadsır (Downing 2000: 27). 4 Horn’un olumsuzluğun üstdilsel kullanımına, onun farklı işlevleri gerçekleştirdiğine dair ifadeleri şöyledir:While two distinct uses of sentential negation must indeed be admitted, the marked, nondescriptive variety is not a truth-functional or semantic operator on propositions, but rather an instance of the phenomenon of METALINGUISTIC NEGATION -a device for objecting to a previous utterance on any grounds whatever, including the conventional or conversational implicata it potentially induces, its morphology, its style or register, or its phonetic realization (1989: 363). OLUMSUZLUĞUN ÜSTDİLSEL KULLANIMINA DAİR 93 (2) I didn’t paint two mouses; I painted two mice. “İki fareler resmi yapmadım; iki fare resmi yaptım.” (Noh 2000: 103-104). (3) He didn’t call the [pólis], he called the [polís]. “O pólis çağırmadı; polís çağırdı.” (Horn 1989: 371).

175 12 Çeviren: Ercan SALGAR** * Bu makale ilk olarak Carnap tarafından 1936’da ‘Wahrheit und Bewahrung’ adıyla ‘ Actes du Congres International de Philosophie Scietifi que’ başlıklı kongrede bildiri olarak sunulmuştur. 1949 yılında bazı değişiklikler yapılarak ‘Truth and Confi rmation’ adıyla İngilizceye çevrilmiştir. R. Carnap, ‘Truth and Confi rmation’ Çev. Herbert Feigl, Reading in Phılosophıcal Analysıs, Appleton-Century-Crofts, INC, 1949, New York * Arş.Gör. Kastamonu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi. Felsefe Bölümü. DOĞRULUK VE ONAYLAMA* ‘Doğru’ ve ‘onaylanmış’ (bilimsel olarak doğrulanan ve kabul edilen) kavramları arasındaki fark önemli olmasına rağmen şimdiye kadar yeterince dikkate alınmamıştır. ‘Doğru’ geleneksel anlamıyla zamandan bağımsız (time-independent), yani zamansal özelliklerine bakılmaksızın kullanılır. Örneğin birisi “şöyle şöyle bir ifade bugün doğrudur.” (dün doğruydu; yarında doğru olacaktır.) türünden bir bildirimde bulunmamasına rağmen, sadece ‘ifade doğrudur’ bildirimini söyler. Buna karşın ‘onaylanmış’ kavramı zamana bağlıdır (time-dependent). Biz “şöyle şöyle bir ifade gözlem aracılığıyla yüksek derecede onaylanmıştır.” dediğimiz zaman (‘ifade doğrudur’ tümcesine) ‘şu zamanda’ diye bir ekleme yapmalıyız. Bu onay derecesi pragmatik (faydacı) bir kavramdır. Bir ifadenin deliller (evidence) sunan, diğer ifade ile ilgili onaylama derecesinin anlamsal kavramı (semantical concept) yine zamansal yönden bağımsızdır. Biz bu anlamsal kavramı kullanmakla önceden varsayılan onaylama derecesinin belirlenen sonuçları olan analitik veya mantıksal doğruluğu kast ederiz. (asserting) 176 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 Bilindiği üzere, doğruluk kavramına herhangi bir sınırlama yapmaksızın (konuşma dilinde olduğu gibi) kullanıldığında çelişkilere yol açar. Bu nedenle son zamanlarda bazı mantıkçılar bu kavramı kullanmada çekingen davranmakla birlikte, bu kavramdan kaçınmaya da çalışmışlar. Bu sıralarda tam ve tutarlı bir doğruluk tanımı (alışılagelmiş anlamıyla) oluşturabilmenin imkânsız olduğu düşünülmüştü. Bu durum ise ‘doğru’ teriminin yerine onunla bütünüyle farklı anlamı olan ‘onaylanmış’ kavramının kullanılmasına neden oldu. Bu durum aynı zamanda dilin ortak kullanımında önemli bir sapmaya yol açtı. Bütün bu nedenlere dayanarak herhangi bir kişi bu karışıklıktan kurtulmak için yeterli gerekçe bulacaktır. Örneğin, üçüncü halin olanaksızlığına (the principle of the exculuded middle) göre bir ifade ya doğrudur ya da yanlıştır. Yani her ifadenin hem olumsuzu hem de doğruluğu mevcuttur (maintain). Fakat ifadelerin büyük çoğunluğu dikkate alınırsa onların ne doğrulukları ne de olumsuzları (negation) bilimsel olarak kabul edilir. Fakat Tarski, itirazsız bir şekilde ortak dilde bu sözcüğün anlamını yeterince açıklayan bir doğruluk tanımı oluşturmayı başarmıştır. Bu nedenle ‘doğruluk’ terimi artık ‘onaylanmış’ anlamında kullanılmamalıdır. Epistemolojik analiz bağlamında onaylama kriterini biçimlendirmek (furnish) için doğruluk tanımı oluşturmamalıyız. Bu tanım temelinde doğruluk kriteri ile ilgili sorulara yalnızca ifadenin kendisinde oluşmuş önemsiz cevaplar verilebilir. Böylece örneğin, “kar beyazdır” ifadesini yalnız ve yalnız kar beyaz ise doğrudur, doğruluk tanımından çıkarabiliriz. Bu sonuç, bize tanımın yeterince belirlendiğini gösterdiği için elbette doğrudur. Fakat bu sefer de onaylanma kriteri sorunu cevapsız kalmaktadır. Bu nedene bağlı olarak, doğruluk (verifi cation) ve doğruluk bilgisi (confi rmation) ayrımının ihmali yaygınlaşır; ve ciddi karışıklıklara yol açar. Belki aşağıdaki analizler söz konusu probleme açıklık getirmeye yardımcı olacaktır. Aşağıdaki dört cümleyi dikkatle inceleyelim: 1-“ Bu kaptaki madde alkoldür.” 2-“ Bu kaptaki madde alkoldür’ ifadesi doğrudur” 3- “X (şu anda) bu kaptaki maddenin alkol olduğunu bilir.” 4-“ X ‘Bu kaptaki maddenin alkol olduğu’ ifadesinin doğru olduğunu bilir. Burada ilk dikkat edilecek husus, sentetik önermeler olarak adlandırılan ve fi ziksel nesnelerin betimlemesi olan (3). ve (4). tümcelerde belirtilen ‘bilmek’ teriminin ne ifade ettiğinin yorumlanmasıdır. Bu bağlamda aşağıdaki iki yorumdan hangisi anlaşılmalıdır?Doğruluk ve Onaylama 177 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 a) Tam bilgi (perfect knowledge) anlamında kullanılmıştır. Yani bilgi gelecekte herhangi bir deneyim (experience) tarafından ne çürütülebilir; ne de zayıfl atılabilir (weakened). b) Eksik veya noksan bilgi (imperfect knowledge) anlamında kullanılmıştır. Yani bilgi, güvenirlik derecesine sahip; fakat mutlak kesinliği olmayan ve dolayısıyla gelecekteki olası bir deneyimle çürütülmesi ve ya zayıfl atılması muhtemel olandır. (Bunun ile teorik olasılık kastedilmektedir. Eğer ki güvenirlik derecesi, bütün pratik hedefl er için yeterince yüksek ise biz gelecekteki çürütmeleri önemsemeyebiliriz.) Ben de kullanım olarak herkes gibi (3) nolu ifadenin (a) yorumunda (sense) değil de; (b) yorumunda anlaşılması gerektiğine katılıyorum. Çünkü söz konusu tartışma için (3). ve (4). ifadeler bu yorumları gerektirir (presuppose). Şimdi bütün problemimizi belirleyen nokta şudur: (1). ve (2). ifadeler mantıksal olarak birbirlerine eşdeğerdir (equivalent). Diğer bir ifadeyle (onlar birbirlerini gerektirirler;) onlar yalnızca aynı olgusal içeriğin farklı biçimleridir. Hiç kimse birini kabul edip; diğerini reddedemez. Eğer ki her iki ifade de iletişim bağlamında kullanılırsa; farklı biçimler aracılığıyla aynı bilgiyi ifade ederler (convey). Biçimsel olarak farklılık gerçekten önemlidir; bu iki ifade dilin iki farklı boyutuna aittir. (benim terminolojimde, (1). ifade dilin nesne boyutuna; (2). İfade ise dilin anlamsal (semantical) boyutuna aittir.) fakat biçimsel olan bu farklılık onların mantıksal eşdeğerliklerini engellemez. Bu eşdeğerlik birçok düşünür (C.S. Peirce, J. Dewey, Reichenbach and Neurath) tarafından göz den kaçırılmıştır. Ayrıca bu durum şu andaki doğruluk kavramı tartışmalarının yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını göstermektedir. Kabul edilmelidir ki ingilizcede ‘doğru’ sözcüğü gibi alışılmış sözcüklerin belirsizliğinden dolayı, herhangi iki ifadenin mantıksal eşdeğerliliği belirli nitelemelerle (qualifi cation) oluşturulabilir. Eğer ki ‘doğru’ terimi doğruluğun anlamsal (semantical)1 kavramı bağlamında ele alınırsa, eşdeğerlik kesinlikle geçerli olur (hold). Bu bağlamda Tarski’nin ‘doğru’ sözcüğünün çoğunlukla hem günlük yaşamda hem de bilimde kullanıldığı görüşlerine katılıyorum. Fakat bu tarihsel ve psikolojik bir sorun olduğu için burada ayrıca incelemeye gerek yoktur. Dolayısıyla ‘doğru’ sözcüğünü bu tartışmada semantik anlamda kullanacağım. (1) ve (3). İfadeler açık bir şekilde aynı şeyi söylemezler. Bu önemli bir sonuca yol açmaktadır; fakat bu durum genellikle gözden kaçırılmıştır. 1 Carnap semantik doğruluk ile bir ifadenin doğruluğunu, ifadenin kendindeki doğruluk ile eşdeğer olduğunu kasteder. Örneğin. ‘kar beyazdır’ ifadesi nesnesine bakılmaksızın kendi içinde bir doğruluk taşır. 178 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 (2). ve (3). İfadeler ise farklı içeriğe sahiptirler. (3). ve (4). ifadeler (1). ve (2). ifadelerde olduğu gibi mantıksal olarak eşdeğerdir. (2). ve (4). ifadeler ise farklı içeriğe sahiptir. Şimdi belirli terminolojik olasılıkların kabul edilemeyeceği açıktır. Eğer biz sürekli herhangi bir önermenin tersine çevrilebileceği kabulünü aklımızda tutarsak, diğer bir ifadeyle biz (a) yorumunu değil de (b) yorumunu kullanırsak. O zaman biz kabul edilmiş önerme yerine doğru önermeyi kullanmış (call) oluruz. Fakat bu kullanım tamamen yanıltıcı olacaktır. Çünkü bu durum (2). ve (3). ifadeler arasındaki temel ayrımı bulanıklaştıracaktır (blur). Felix Kaufman, sentetik önermelerin değişmez doğruluğunu kabul etmeyen (rule out) geleneksel görüş ile uzlaşmasına rağmen, benim ile aynı sonuca varmıştır. Deneysel prosedürün genel ilkeleri tarafından dışarıda tutulan bir şeyin derecesini onaylamak, deneysel prosedür için mümkün değildir. Sentetik önermelerin değişmeyen doğruluğunun bilgisi insan bilgisinin sınırlı olmasından dolayı değil de; söz konusu önermelerin aynı koşullarda (in terms) çelişiklerini içermelerinden dolayı elde edilemez. Bu akıl yürütme, tam bilgi (perfect knowledge) ile ilgili doğruluk tanımlamasının (identifi cation) yanlış temeller üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Bundan dolayı (2). ve (3). ifadeler (a) yorumu bağlamında tanımlanır. Bilimsel prosedür ilkeleri doğruluğu değil de, tam bilgiyi kabul etmez. Zannedersem hepimiz tarafından deneysel olarak anlamlı kabul edilen (1). ifade, (2). ifadeden pek fazla bir şey söylemediği için (2). ifade kabul edilebilir. Kaufman doğruluğun eksik bilgisinin elde edilemeyeceğini bildirdiği zaman, bunun ile kastettiği (2). ifadenin eksik bilgisinin (imperfect knowledge) elde edilemez olduğuydu. Bundan dolayı (4). ifadede tanımlanan bir olayın (b) ile yorumlanması olanaksızdır. (cannot occur). Fakat hiç kimsenin imkânsız olarak görmediği (3). ifadedeki olay gerçekleşir gerçekleşmez, (4). ifadedeki olayda gerçekleşir. Çünkü (3). ve (4). ifadeler farklı sözcüklerle aynı olayları tanımlar. Bu ifadelerdeki (x) kişisi belirli bir durumun bilgisini elde eder. Şimdi ‘doğruluk’ kavramına karşı farklı biçimlerdeki itirazları ve onun başlıca tezlerinin altında yatan ön kabulleri (presupposition) incelemek için yola koyulalım (represent). semantik anlamdaki doğruluk kavramı ile ilgili itirazları Kaufmann değişmez doğruluk (invariable truth) olarak değerlendirir. Çünkü bu anlamda kullanılan doğruluk kişiden, bilginin durumundan ve zamandan bağımsızdır. (tesadüf olarak kullanılan değişmez ‘invariable’ sözcüğü burada yeterince uygun değildir; bunun yerine zamandan bağımsız (time-independent) ya da zamansal olmayan doğruluk terimini kullanmak daha doğru olacaktır. (a) kütlesinin hacmi zaman esnasında değişebilir ya da değişmez; bundan dolayı biz onun de-Doğruluk ve Onaylama 179 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 ğişip ya da değişmediğini söyleyebiliriz. “(b) nin hacmi (t) zamanında (v) dir.” ifadesi ‘t’ zamanında deyimine bağlı olarak anlamlıdır. öte yandan ‘S tümcesi ‘t’ zamanında doğrudur’, formülasyonundan ‘t zamanında’ deyimi çıkartıldığı zaman ifade anlamsız olur. Bundan dolayı değişme ve değişmeme veya doğruluğun değişebilirliği ve değişmezliği üzerine konuşma doğru olmayacaktır.) Bu durumda Kaufmann, Reichenbach, Neurath ve diğer yazarların fi kirleri olan doğruluğun semantik kavramı ve onun fi ziksel nesnelere uyarlanan sentetik ifade uygulamaları bırakılmalıdır. Çünkü ben de verilen bir ifadenin doğru olup olmadığına tam bir kesinlik ile karar verilemeyeceğine katılıyorum. Fakat bu düşüncelerden ‘doğruluk’ kavramının kabul edilemez olduğunu gösteren sonuç geçerli çıkarım mıdır? Bu çıkarımın söz konusu (P) ilkesini2 önceden kabul ettiği görünür. Eğer bir terimin verili anda uygulanıp ya da uygulanamayacağına kesinlikle karar verilemiyorsa, reddedilmelidir. Fakat bu ilke (P) ön kabul olarak alınmasaydı, (presuppositon) düşünürler tarafından öne sürülen savlar da (argumentation) geçerli olacaktı, fakat benim anlamadığım bu ön kabul olmaksızın onlar nasıl bu sonuca ulaştılar. Ama yine de ben düşünürlerin (P) ilkesini dikkate aldıklarını düşünmüyorum. Her halükarda (P) ilkesinin kabulünün saçma sonuçlara yol açacağı kolaylıkla görülebilir. Örneğin verilen maddenin alkol olup olmadığına tam bir kesinlikle karar veremeyiz. Bundan nedenle (P) ilkesine göre alkol terimi reddedilmiş olması gerekir. Benzer durum fi ziksel dilin her terimini kapsar (hold). Zannedersem bu gerekçeleri göz önüne alırsak, (P) ilkesi yerine daha zayıf bir (P) ilkesinin kullanılması konusunda hemfi kiriz. bu düşünce aslında bilimsel araştırma veya ampirik ilkelerden birini temsil eder. Eğer ki ifadede kullanılan bir terim bilimsel ise (yani bilişsel bir içeriğe sahip, ampirik olarak anlamlı ise) belirli derecede (some degree) mümkün olduğunca (possibly) onaylanabilir. Burada ‘mümkün olduğunca’ ile kastedilen ‘eğer belirlenen gözlemler oluşursa’ düşüncesidir. ‘Belirli derecede’ ifadesi ise gerekli sayısal bir değerlendirme ima edilmemektedir. (P) ilkesi onaylanabilirlik gereksiniminin basitleştirilmiş formülasyonudur. Bu fi kir aslında Reichenbach’ın ‘olasılık teorisinin anlam ilkeleri’ ile uygunluk gösterir. Her iki fi kir de Peirce, Wittgenstein ve diğer düşünürler tarafından ifade edildiği gibi doğrulama ilkesinin yumuşatılmış (liberalized) versiyonudur. Eğer (1). ifade belirli gözlemler altında değerlendirilirse, belirli derecede onaylanabilir. Bu durumda (P) ilkesine göre ‘alkol’ geçerli bir bilimsel terim olacaktır. Fakat (1). İfade ile (2). ifade mantıksal olarak eşdeğer olduğu 2 (P) ilkesi burada doğrulama ilkesini temsil etmektedir. Carnap daha önceki yazılarında bilimsel önermelerin (ya da kuramların) tam olarak doğrulanabileceğini öne sürmüştü. Fakat bu anlayış bilime bir kesinlik getirdiği için, bu kavramın yerine daha gevşek olan ‘ onaylama’ kavramını tercih etmiştir.180 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 için, aynı gözlemler aynı derecede (2). İfadeyi de onaylar. Bundan dolayı (P) ilkesine göre ‘doğru’ tıpkı geçerli bir bilimsel terim gibidir. Şimdi onaylama (confi rmation) kavramını daha yakından inceleyelim. Bu inceleme bizim bilimsel sınama sürecini tanımlamamızı ve bir ifadenin hangi koşullar altında belirleneceğini gerektirir. Böyle bir sınamanın sonucu, ifadenin daha çok veya daha az onaylanmış olarak dikkate alınmasını sağlar. Yani ifade bilimsel olarak kabul veya reddedilir. Sürecin tanımlanması mantığın değil; ampirik bilimin konusudur. Özellikle sürecin tanımlanması kural ve öneri biçiminde sunulursa, birisi onu metodolojik olarak adlandırabilir. Burada yalnızca bilimsel sürecin temel (essential) özelliklerinin taslağı çizilecektir; detaylar çok fazla önemli değil. Aslında burada iki önemli bilimsel süreç arasındaki ayrım üzerinde durmak daha önemlidir. Ampirik bilimin ifadeleri ne tam olarak kabul edilebilirler; ne de tam olarak reddedilebilirler. Onlar yalnızca belirli derecede ya onaylanabilirler ya da onaylanamazlar. Basitleştirme adına biz iki tip ifade ayırabiliriz; fakat bu ayrım keskin bir ayrım değildir. Yani farklılık yalnızca derece bakımından olacaktır. Bunlar doğrudan sınanabilir ve dolaylı sınanabilir ifadelerdir. Koşullar uygun (conceivable) bir şekilde oluştuğu zaman, doğrudan sınanabilir ifadeleri ele alacağız. Bu koşullar içerisinde biz emin bir şekilde ifadeleri, açıkça kabul veya reddeden bir veya birkaç gözlem temelinde onaylanmış ya da onaylanmamış olarak değerlendiririz. Örneğin, “masamın üzerinde bir anahtar var” ifadesini sınamak için koşullar: benim sıramın yakınında durmam ve yeterli aydınlık sağlanması. Kabul etme koşulu: sıramın üzerinde bir anahtar görmem; reddetme koşulu ise: orada bir anahtar göremememdir. Bir ifadenin dolaylı sınanabilirliği bu ifadelere mantıksal ilişki bakımından bağlanan doğrudan test edilebilen ifadelerden meydana gelir. Bu diğer ifadeler, verilen ifadeler için ‘sınama ifadeleri’ olarak adlandırılabilir. Bazen dolaylı sınanan ifadeler, doğrudan sınanmış ifadelerden türetilen (deducible) onaylanan ifadeler tarafından da onaylanabilir. Bu duruma örnek olarak var olana (existential) ilişkin ifadeleri gösterebiliriz. Ancak bilimsel yasalar evrensel ifade biçimine sahiptir. Bir evrensel ifade en basit biçiminde yasalardan türetilerek onaylanan ifadeler tarafından daha yüksek bir derecede onaylanabilir. Bundan dolayı bu ifadelerin hiçbiri reddedilmezse; kabul edilebilir. Onların kendi sınanan ifadeleri ile evrensel ifade ve türetilen ifadeler arasındaki mantıksal ilişkiler önemli sorunlardır. Fakat biz bunları ayrıca incelemek yerine, doğrudan sınanabilen ifadelerin onaylanma sürecini inceleyeceğiz (attend). Burada biz başlıca iki çalışmayı (operation) ayırmalıyız.Doğruluk ve Onaylama 181 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 i) Gözlemlerle Bir İfadenin Karşı karşıya Getirilmesi (Confrontation) Gözlemler tarafından biçimlendirilen ifadeler, yine bu gözlemler temelinde onaylanmış olarak tanımlanabilir. Örneğin, eğer ki ben sıramın üzerinde bir anahtar görürsem, şöyle bir ifade oluştururum: “Sıramın üzerinde bir anahtar var” ben bu ifadeyi somut (tactual) gözlem ve görseller temelinde yüksek derecede onayladığım için kabul ederim. ‘Gözlem’ kavramı burada örneğin, ‘acıktım’, ‘kızgınım’ gibi gözlem ifadeleri şeklinde ele alınmalıdır. Genelde belirli gözlemler yapıldığı zaman, bir ifadenin nasıl biçimlendirileceği konusunda açıkça belirli kurallar şart koşulmamıştır. Çocuklar ortak dil kullanımını pratik, taklit ve genellikle kuralların yardımı olmaksızın öğrenirler. Bu durum doğru çalışma performansı olarak tanımlanabilir. Ama yine de bu kurallar açıkça belirtilebilir. Eğer ki yabancı bir dil yeni bir terim girişini içermiyorsa, kurallar önemsizdir. Örneğin: eğer ki biri acıkmış ise ‘ben acıktım’ ifadesi kabul edilebilir; ya da eğer biri anahtar görürse, ” burada bir anahtar var” ifadesi kabul edilebilir. Bu örnekler, doğruluk kavramını tanımlama sorunundan, onaylama sorununa geçildiğini gösterir(enter into). Bizim bahsettiğimiz kurallar ise bu tanımlardan kaynaklanır (originate). ii) Önceden Kabul Edilen İfadelerin Bir İfade ile Karşı Karşıya Getirilmesi İlk çalışma (fi rst operation) temelinde oluşturulan bir ifade onaylanmış olarak ele alınmasına (hold) rağmen, ikinci çalışma süresince böyle bir durum sağlanamaz. Fakat bu durumda onaylanma aracılığıyla oluşturulan ifadeler arasında uyuşmazlık ortaya çıkar. Böyle uyuşmazlık durumunda ya yeni ifade ya da en azından önceden kabul edilen ifadelerden biri reddedilmelidir (revoke). Bu durumda belirli metodolojik kuralların şart koşulması; uyuşmazlık durumundaki iki karardan hangisinin seçilebileceğine olanak sağlar. Bu kurallar iki çalışmanın birbiriyle olan ilişkisine ışık tutacaktır. Birinci çalışma olmaksızın, onaylanma işlemi de olmayacağı için bu çalışma önemlidir. İkinci olan çalışma ise yardımcı bir faaliyettir. Onun işlevi çoğunlukla düzenleyicidir. İkinci çalışma bilimdeki ifadeler sisteminden aykırı (incongruous) öğelerin elenmesine hizmet eder. Son zamanlarda tartışılan birçok sorun, bu iki çalışmaya ve onların ortak ilişkilerine daha yakın dikkati çekmede yardım eder. Sınanan bilimsel ifadelerin olgularla karşılaştırılması gereği; ya da karşılaştırmanın gereksiz olduğu konusunda çok sayıda anlaşmazlık (dispute) var. İfadelerin olgularla karşılaştırılmasını birinci çalışma (fi rst operation) süreci olarak 182 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 adlandırdık. O halde bu sürecin sadece olanaklı olmadığı, bilimsel sınama için zorunlu olduğu kabul edilmelidir. Fakat öne sürülen ‘ifade ve olgunun karşılaştırılması’ formülasyonunda itirazlar olduğu dikkate alınmalıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki karşılaştırma (compare) kavramı bu süreçte uygun değildir. İki nesnenin özellikleri bakımından karşılaştırılması, onları çeşitli açılardan karakterize eder. (örneğin, renkleri, büyüklüğü veya çok sayıda bölümleri gibi..) bu nedenle biz karşılaştırma kavramından ziyade karşı karşıya getirme (confrontation) kavramını tercih ederiz. Karşı karşıya getirme kavramından bir ifadenin, olguya uygun düşüp düşmediğini meydana getiren süreçler anlaşılmalıdır. yani ifadede tanımlanan olgunun şöyle olduğu, ifadeyi farklı gösterdiği ya da ifade olguya uygundur düşünceleri anlaşılmalıdır. Ayrıca karşılaştırma açısından formülasyon yaparken, olgu veya gerçeklikten bahsetmek, bizi kolaylıkla kesin bir görüşe götürür. Genellikle bize söylenen, kesin bir gerçeklik ya da görüşü araştırmada gerçekliğin doğası ve tanımının seçilen dilden bağımsız olduğudur. Fakat gerçeklikle ilgili sorular sadece olgulara bağlı değildir. Ayrıca tanım için kullanılan dilin yapısını da bağlıdır. Bu durumda bir ampirik ifadenin olgusal içeriğinin bir dilden diğer bir dile çevrilmesi daima olanaksızdır. (can not be preserved). Eğer ki iki dilin yapısı temel noktalarda farklılık gösterirse böyle değişiklikler olanaksız olacaktır. örneğin bu durumda modern fi ziğin birçok ifadesi tam olarak klasik fi ziğin ifadelerine çevrilemeyecek ya da eksik bir şekilde çevrilecektir. Modern fi zik ifadeleri (dalga fonksiyonu veya niceleme (quantization),) gibi kavramları içermesine karşın bu kavramlar klasik fi zikte yer almaz. Bu durumda çevirme eksik bir şekilde gerçekleşecektir. Bilim adamları temel noktada dilin farklı formlarını kabul ettikleri (presuppose) için bu kavramlar sonradan da içerilmeyecektir. Eğer biz, gelecek fi zikte kabul edilebilir, süreksiz uzay-zaman düzeni ile bir dilin olabilirliğini düşünebilirsek, bu durum daha açık olacaktır. O zaman açık bir şekilde klasik fi ziğin bazı ifadeleri yeni bir dile çevrilemeyeceği ya da eksik bir şekilde çevrilebileceği görülecektir. (bu düşünce ile önceden kabul edilen ifadelerin sadece reddedilmiş olması gerektiği değil; aynı zamanda belirli ifadelerin – doğru ya da yanlış olup olmadığına bakılmaksızın-yeni dilde hiç karşılıklarının olmadığı kastedilmektedir). Burada ifadelerin olgularla karşılaştırılması gerektiğinin daha çok olguların içeriğine yönelik değil de; aslında onların biçimine yönelik olduğu, iddiaları ile ilgili tereddütlerde ilerleme sağlandı. İddialar belirtilen biçimde yorumlansaydı yanlış değildi; fakat yanıltıcı bir biçimde yorumlandı. Bundan dolayı birisi iddiaları yanlışlamada, iddiaların yanlışı ile hareket etmemelidir. İfadelerin olgular ile karşılaştırılamaz olduğu yanlış formülleştirilmesi, olumlu formülleştirmeye çok açık bir itirazdır.Doğruluk ve Onaylama 183 Dört Öge-Yıl 1-Sayı 3-Nisan 2013 Birisi formülleştirmeyi, yani tasarlanan süreci gözlemlerle karşı karşıya getirmeyi kabul etmelidir. Fakat bu formülasyon ne önemsenmelidir, ne de böyle karşı karşıya getirmelerin gerekliliği, ikinci çalışmaya verilen dikkat ile gölgelenmelidir. (ayrıca ifadelerin karşılaştırılması (compare) yerine karşı karşıya getirilmesi (confrontation) kavramını kullanma açıkça benzer itirazlara neden olduğu görünüyor.) Brinci çalışmayı reddeden birisi (fakat ben herhangi birisinin bilimsel odaklı reddettiğini düşünmüyorum) bir ampirist tarafından dikkate alınmaz. Şimdi bu çalışmanın sonuçlarını kısaca özetleyelim: 1) Doğruluk tanımları sorunları, onaylama ölçütü sorunlarından açık bir şekilde ayrılmalıdır. 2) İki farklı çalışmanın onaylama kavramı ile bağlantısı kurulmalı: Bir gözlemin formülleştirilmesi ve ifadelerin birbirleri ile karşılaştırılması birinci çalışmanın önemini kaybetmemelidir

ÜSTÜNOVA, K. (2016). Dilbilgisel Olumsuzlayıcılar. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, 5(4), 1703-1715. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE DİLBİLGİSEL OLUMSUZLAYICILAR Kerime ÜSTÜNOVA Geliş Tarihi: Kasım, 2016 Kabul Tarihi: Aralık, 2016 Öz Olumsuzluk; eyleme gerçekleşmeme, ada yokluk kodlama yoluyla oluşturulan, sıklıkla dilbilgisel boyutuyla öne çıkan bir anlamsal ulamdır. Bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı yoldan belirtmek üzere olumsuzluk kodlayıcıları, hem ek hem sözcük, sözcük öbeği bazında oldukça fazladır. Akla ilk gelen olumsuzluk işaretleyicisi {-mA}, eyleme özgü bir ektir. Sözlüksel olumsuzluk ögesi olarak tanımlanan {-sIz} eki, görev değiştirici kimliğiyle yokluk ifade eden dil birimleri oluşturmasına karşın cümleye olumsuzluk anlamı yüklemez. Ancak bünyesinde {-sIz} ekini barındıran ad soylu birimler, yüklem olurlarsa olumsuz cümleler kurarlar. Biçimbirimsel işaretleyicilerin yanı sıra sözlüksel işaretleyiciler de olumsuzluk kodlayabilmektedir. Söylemsel düzlemdeki olumsuzlukta derin yapı göz ardı edilmez; olumsuzluk, yalnızca ekler, sözcükler bazında ele alınmaz; mecazlar, yok saymalar, sezdirimler, öne çıkarmalar yönlendirici rol üstlenir. Anahtar Sözcükler: Olumsuzluk kodlayıcısı, biçimbirimsel işaretleyici, sözlüksel işaretleyici, söylemsel düzlemde olumsuzluk, biçimsel olumsuzluk. GRAMMATICAL NEGATIVE POLARITY ITEMS Abstract Negation is a semantic category which is created by the way of coding not realizing to the verb and coding absence to the noun and is distinguished by its grammatical dimension frequently. Negative polarity items which indicate negation direct or indirect are quite a lot on the basis of both word and phrase. {-mA} which is the first negative polarity item come to mind is a suffix special to verb. {-sIz} which is identified as an item of lexical negation do not load negativity mean to the sentence in spite of creating language units that signify absence by its feature of function alteraiton. But if noun-origin units which include {-sIz} in their structures become verbs they make negative sentences. The lexical markers can also code negation besides morphemic markers. Deep structure is not ignored in negation at discoursive level; negation is not approached on the basis of only suffixes and words; metaphors, disregardings, implications, foregroundings are play a role in as prompt. Keywords: Negation encoder, morphemic marker, lexical marker, negation at discoursive level, formal negation. I. Giriş Gösterenleri aynı, gösterilenleri farklı dil birimlerinin bulunduğu, eklerin birden fazla kategoride birden fazla işlevi yerine getirebildiği Türkçe gibi dillerde çalışmalar tartışılarak  Prof. Dr.; Uludağ Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ustunovak@uludag.edu.tr. 1704 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE ilerlemelidir. Bu nedenle her konu gibi olumsuzluk da açık bir tartışma başlığı olarak düşünülmeli; tartışma, araştırmacıların yeni düşünceleri ve eleştirileriyle biçimlenmelidir. Bu çalışma da açık tartışmaya katkı olarak sunulmakta, ileri sürülen görüşlerin Türkiye Türkçesinde eklerin sınıflandırılmasına, eylem işletimine, anlamlarına göre cümle konusuna (olumsuz cümle) ve bunların öğretimine yararlı olabileceği öngörülmektedir. II. Tartışma Sosyal bilimlerin pek çok alanında karşılaşılan olumluluk-olumsuzluk konusu, psikoloji, sosyoloji, mantık, felsefe vb. alanlarda, araştırmacılarca kendi iç dinamikleri doğrultusunda değerlendirilir. Türklük bilgisinde olumsuzlukla ilgili yapılan tartışmaların, özellikle son yıllarda çeşitlilik göstermesinin nedeni; olumsuzluğun biçimbilimsel, sözdizimsel, sözlüksel ve anlambilimsel yönlerden değerlendirilebilecek bir alan olduğunun fark edilmesidir. Yapılan çalışmalara bakıldığında biçimbirimsel-söylemsel, sözlüksel-sözdizimsel, dilbilgisel ulam1 - duyuşsal ulam2 vb. pek çok yönüyle çalışmalara konu edildiği görülür. Özellikle olumsuzlukla birlikte olumluluk da gündeme alınır; olumsuzluğu anlamlandırma çabaları, konuyu -yalnız dilbilgisel kategorilerle değil, yalnız yüzey yapıyla ilişkilendirerek değil- tek bir cümle içine sıkıştırmadan bütüncül yaklaşımla derin yapıdan hareketle gerçekleştirilir. Nitekim Ertan Hirik, Sözlük düzeyinde olumsuz anlama sahip bir kelimenin anlamının tüm cümleyi etkilemesi beklenir. Olumsuz anlama sahip olan bu kelime, cümle içerisinde herhangi bir öğe olabilir. Sözlüksel düzeyde olumsuz anlama sahip kelimeler, biçimbirimsel ve sözdizimsel düzeyde olumsuzluk taşıyan ifadelerden eylemin gerçekleşmemesi ya da başka bir eyleme denk gelmesi boyutunda değil, istenmeyen, korkulan, sevilmeyen, beğenilmeyen bir durumun ortaya çıkmasını göstermesi bakımından ayrışmaktadır (Hirik, 2015: 169-170). sözleriyle olumsuzluğun boyutlarına dikkat çeker. Diğer yandan Seçil Hirik de olumsuzluk kategorisini “Gerçekleşmemiş / tamamlanmamış bir olay ya da duruma atıfta bulunan olumsuzluk kategorisi; konuşurun söz konusu olay ya da durumla ilgili emin olduğu ve güven duyduğu bilgisini yansıtan kesinlik kategorisi ile yakın ilişki içindedir.” diyerek kipliğin bir alt kategorisi olarak değerlendirir (Hirik, 2014: 349). Türkiye Türkçesi de tüm diller gibi kendi yapısal özellikleri doğrultusunda birtakım olumsuzluk işaretleyicilerine sahiptir. Biçimbirimsel işaretleyicilerin yanı sıra sözlüksel 1 Ayrıntılı bilgi için bk. Erkan Hirik, Anlam Değiştirme Aracı Olarak Olumsuzluk Eki -mA, Karadeniz Araştırmaları, 44, 167-185. 2 Ayrıntılı bilgi için bk. Muhsine Börekçi, Türkçe Öğretimi Bakımından Dil Bilgisi Terimi ve Kavram Olarak Olumluluk-Olumsuzluk, TDAY-Belleten, I-II, 44, 2001, 45-61. 1705 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE işaretleyiciler de olumsuzluk kodlayabilmektedir. Söylemsel düzlemdeki olumsuzlukta derin yapı göz ardı edilmez; olumsuzluk, yalnızca ekler, sözcükler bazında ele alınmaz; mecazlar, yok saymalar, sezdirimler, öne çıkarmalar yönlendirici rol üstlenir. Olumsuzluk kodlayıcısı olarak kullanılan dil birimlerinin tartışma konusu edildiği alanda olumsuzluğun cümlelerin biçimsel işlevinden ya da anlamsal işlevinden hareketle açıklanması da farklı yaklaşımları sergileyeceğinden sıkıntı yaratmaktadır. Diğer yandan herhangi bir olumsuz işaretleyici kullanmadan bağlam içinde oluşturulan olumsuz cümlelerin değerlendirilmeye alınıp alınmaması sorun hâlini alır. Muhsine Börekçi, edimbilimsel yaklaşımın geleneksel dil bilgisindeki olumsuzluk çözümlemelerini eksik kabul ettiğini belirtir çünkü edimbilim, anlamı bir başka biçim olarak benimser ve yüklemi belirtici ögelerin göz ardı edilişini kabullenmez. Ayrıca dil bilgisi öğretiminde bir dil bilgisi ulamı olarak değerlendirilen olumluluk-olumsuzluk kavramlarının daha çok duyuşsal içeriği olan bir terim oluşuna; çoğu zaman öznel olan ve edimbilimsel nitelik taşıyan bu terimin tamamen nesnel olan bir dilbilgisel çözümlemede kullanılmasının karışıklık yarattığına; bu yüzden konunun öğretilmesini zorlaştırdığına dikkat çeker (Börekçi, 2001: 51-52). Bu çalışmada olumsuzluk kodlayıcıları yalnız anlamsal işlevleri açısından değerlendirilip dil birimlerin kökenleriyle ilgili tartışmalara girilmeyecektir. Ancak bu konuyla ilgili şu kaynaklara bakılabilir (Alyılmaz, 2010: 87-118; Korkmaz, 1995: 151-159; Özmen, 1997: 315-368; Tekin, 2003: 247-253; Tekin, 1990: 43-58). III. Bulgular Berke Vardar, olumluluğu “Olumsuzluğa karşıt olarak tümcenin yükleminin anlattığı oluşu doğru, olanaklı, olası, zorunlu olarak gösteren ulam”, olumsuzluğu da “Tümcenin içerdiği yüklemin anlattığı oluşu yadsıma yoluyla gerçekleştiren ulam” biçiminde tanımlar (Vardar, 1998: 158). Seçil Hirik, “Olumsuzluk, eylemin gerçekleşmemiş, tamamlanmamış olduğunu; isminse yokluğunu bildiren anlamsal kategorilerden biridir. Anlamsal kategori olması sebebiyle kipsel alan içine alınan olumsuzluk, kipsel mantığında temelini oluşturan gerçeklik-gerçek dışılık ayrımı noktasında kesinlik kategorisi ile paralel ve yakın ilişki içinde yer almaktadır.” der (Hirik, 2014: 365). Türkiye Türkçesinde, bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı yoldan belirtmek üzere olumsuzluk kodlayıcılarının hem ek hem sözcük, sözcük öbeği bazında çok fazla olduğunu söylemek gerekir. Ancak akla ilk gelen olumsuzluk işaretleyicisi, {-mA} ekidir. Geleneksel dil bilgisinde eylemden eylem yapan türetme eki olarak yer bulsa da günümüzde sıklıkla eylem işletme eki olarak kullanılır. Söz konusu eki kimi çatı, kimi görünüş, kimi de kiplik kodlayıcısı 1706 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE olarak değerlendirir. 3 Bitmiş, bitmemiş bütün eylemler bu eki alabilir: ağla-ma-y-ınca, al-maØ, bak-ma-y-ıp, dur-ma-sa-Ø, ekle-me-miş-sin, tut-mu-yor gibi-y-di-Ø, vb. Eylem işletme ekleri içinde yer bulan olumsuzluk ekinin eyleme geliş sırası, doğal olarak türetme eklerinden sonra olacaktır. Bitmiş eylemde çatı ekinden sonra, zaman / kip + kişi ekinden önce gelmelidir. Bitmemiş eylemde çatı ekinden sonra, eylemsi ekinden öncedir. Bu evi bilmem, seni tanımam ama aylarca aramamışsın, kimseyi sormamışsın. Evi aratmadığının duyulmaması mı bizim sorunumuz değil demişsin? Yağmur yağmadı mı çocuklar bayram eder buralarda… {-mA}, eylemlere özgü bir ek olduğundan buna ad soylu yapılarda rastlanmaz. Bu nedenle olumsuzluk, eylemin konusu olarak değerlendirilir. Adlarda olumsuzluk söz konusu olamaz. Ancak adlarda yokluk bildiren {-sIz}, bazen olumsuzluk ekiyle karıştırılır 4 . {-sIz} ekiyle {-mA} ekini aynı kefeye koyup ikisine de olumsuzluk eki demek doğru değildir. Her şeyden önce kategorileri farklıdır. {-mA}, eylemlere gelir; eylem işletme ekidir ve her eylem bu eki alır. {-sIz}, adlara gelir; ad işletme ekidir ancak her ad bu eki almaz. Eğer olumsuzluk adları ilgilendirseydi her adın {-sIz} ekini alması gerekirdi. 5 Adlardan sıfat, zarf yapmak üzere kodlanan {-sIz} eki, “Vatansız bırakıldı insanlar.”, “Korkusuz kız derler bana buralarda.”, “Şekersiz süt de içebilirim.”, “Bilgisayarsız sokağa çıkmaz oldu son günlerde.” vb. örneklerde olduğu gibi (vatan-sız, korku-suz, şeker-siz, bilgisayar-sız) görev değiştirici kimliğiyle yokluk ifade eden dil birimleri oluşturur. Bu kullanımlarda elbette cümleye olumsuzluk anlamı yüklemesi beklenemez. Ancak “Gurbet ellerde yapayalnız kaldım, kimsesizim, arkadaşsızım, akrabasızım, sanki vatansızım…” cümlelerinde bünyesinde {-sIz} ekini barındıran yüklem görevdeki kimse-siz-im, arkadaş-sız-ım, akraba-sız-ım, sanki vatan-sız-ım ad soylu dil 3 Ayrıntılı bilgi için bk. Fevzi Karademir, -mA Olumsuzluk Biçimbiriminin ‘Kip’le İlgisi ve Olumsuz Fiil Çekimlerinin Adlandırılması Sorunu, Turkish Studies International, 4/3 Spring, 2009, 1343-1374. 4 Muhsine Börekçi, bazı araştırmacılarca sözlüksel olumsuzluk ögesi olarak tanımlanan /+sIz/ ekinin isimleri yokluk, bulunmama anlamıyla niteleyiciye dönüştüren bir hâl eki olduğunu, bu eki alan isim grubu yüklem görevini üstlendiğinde cümlelerin yokluk, olmama ifade ettiğini bildirir (Börekçi, 2001: 57). Münir Erten, “+Sız Eki Olumsuzluk Eki midir?” başlıklı çalışmasında söz konusu eke olumsuzluk eki diyenler arasında Muharrem Ergin, Haydar Ediskun, Tahir Nejat Gencan, Mehmet Kutalmış, Nadir İlhan, Zeynep Korkmaz, Hamza Zülfikar, Tufan Demir’i sayar. {-sIz} ekini olumsuzluk eki olarak görmeyenler olarak Ahmet Cevat Emre, Tahsin Banguoğlu, Jean Deny, Gürer Gülsevin, Sadettin Özçelik, Münir Erten, Himmet Biray, Ahat Üstüner’in adını verir. Erten, çalışmasını “İsimden isim yapım eki olan +sIz ekine, zıtlık veya yokluk kastederek de olsa olumsuzluk eki demek doğru değildir; isimlerden zıtlık, yokluk ve bulunmama ifade eden isimler yapmaya yarayan bir ektir demek daha doğrudur.” (Erten, 2007: 1168-1173) sözleriyle bitirir. Ferruh Ağca, Dillerdeki varlık / yokluk biçimlerini doğrudan olumsuzlukla ilgili görür (Ağca, 2010: 18). 5 Ayrıntılı bilgi için bk. Kerime Üstünova-Öznur Horoz, {-sİz}, {-lİ} Ekinin Olumsuzu mu?. Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınları, 2001, 1, 119-140. 1707 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE birimlerini ayrı tutmak gerek. Ad cümlesi kuran söz konusu yüklemler, bu ek aracılığıyla kimsem yok, arkadaşım yok, akrabam yok, sanki vatanım yok… cümlelerine eş değer olumsuz cümleler kurar. Bu nedenle olumsuzluk, sadece eylemleri / yüklemleri kapsıyormuş gibi gözükse de buna bağlı olarak cümleleri ilgilendirdiği açıktır. “Beş yıldır okul arkadaşlarımı görmedim.”, “Beni bir türlü anlamayacaksın!” örnek cümlelerinde {-mA} olumsuzluk ekini alan olumsuz eylemler, yüklem görevini üstlenince cümleler de olumsuz eylem cümlesi özelliğine bürünür. Aşağıdaki örneklerdeyse cümlede olumsuz eylemler yer almasına karşın cümleler olumsuz değildir. Olumsuz eylemler, yan önermenin içinde kalıp temel önermeye olumsuzluk yükleyememiştir. “Sen gelmeyince, uyumamak için diretti.”, “Ağlamadan sonuna kadar dinledi.”, “Çalışmayıp ne yapayım?” vb. Ad cümlelerinde olumsuzluk söz konusu olduğunda devreye yok girer. “Sizin evde de ekmek yokmuş.”, “Öyle yorgunum ki hiç hâlim yok.”, “Havada bir tek bulut yok.” vb. Yüklem olarak kodlanan ad görevindeki dil birimi, kurduğu olumlu ad cümlesinde değil koşacını alarak olumsuz cümle kurar. “İzge, nöbetçi değil bugün.”, “Elimdeki, senin aradığın kumaş değil.”, “Ben kimsenin kocası değilim zaten.”, “İzge hasta değildi bugün.” vb. Eylem cümlelerinde olduğu gibi ad cümlelerinde de olumsuzluğun geçerli olması için olumsuzluk işaretleyicisinin temel önermede olması ön koşuldur. Olumsuzluk ifadesi, temel önermede değilse olumlu cümle söz konusudur. “Anladım, sizin evde ekmek yokmuş.”, “Havada bulut yok.”dedi sunucu.”, “İzge, nöbetçi değilse akşama bize gelin.” vb. III.1. Olumsuzluk Kodlayıcılarının İşlevleri Olumsuzluk işaretleyicileri, olumsuzlamanın yanı sıra bir ifadeyi, reddetme yoluyla öne çıkarma, doğrulama, vurgulama, güçlendirme, dikkat çekme, söylemin yadsınmadığını gösterme vb. amaçlarla da kullanıma çıkabilir. III.1.1. Eylem Cümlelerini Olumsuzlaştırma “Olumsuzluk eki” adıyla kodlanan dil biriminin görevi, eylem / yüklemde anlatılan hareketin gerçekleşmediğini bildirmektir. “Neden vermiyorsun notlarını bana?”, “Görememiş senin gitmediğini.” vb. Olumlu eylemin yüklem olduğu cümlelerde yüklemden sonra getirilen değil koşacıyla olumsuz cümle kurgulanabilir. “Daha önce buralara gelmiş değilim.”, “Bu romanı okuyor değilsin.”, “Fındıkları kırmış değilim.”, “Ağlayacak değilim karşınızda.” Olumsuzlaştırma işleminin {-mA} yerine değil işaretleyicisiyle yapılması, anlamsal fark yaratmak amacını güder. “Daha önce buralara gelmemişim.” cümlesi, uzun zaman önce gerçekleşmiş, unutulmaya yüz tutmuş, anımsanması zor bir hareketin bildirimini üstlenirken bir 1708 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE yandan da bu durum sonradan anımsandığı için zayıf olsa bile olasılığı düşündürür. “Daha önce buralara gelmiş değilim.” cümlesindeki anlama bunlara ek olarak reddetme, bu yolla kesinliği güçlendirme özelliği yüklenir. III.1.2. Olumsuz Eylem Cümlesini Olumluya Çevirme “Olumsuz cümlenin ardından gelen olumlu cümle” yapısı, olumlu cümlenin değerini artırmak, öne çıkarmak, farkındalık yaratmak için kullanılan vurgu yöntemlerinden biridir. İnsan, korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar. “İnsan, korktuğu için kaçmaz.” olumsuz cümlesinin kuruluş amacı, tersten okununca ortaya çıkmaktadır: “İnsan, kaçtığı için korkar.” Hedef ileti güçlendirilmek istendiğinden olumsuzluk kodlayıcılarından yararlanılmıştır. Verici, alıcıyı yormak istememiş olacak ki verilmek istenen ileti olumsuz cümlenin ardından sunulmuştur. Tamamen vurgu amaçlı kurgulanan bu yapıların dildeki kullanımı oldukça fazladır. Bir değil birçok kişiyiz. Bir yerde değil birçok yerdeyiz vb. Olumsuz eylem cümlesinin ardından gelen değil koşacı, cümlenin anlamını olumluya çevirir. “Bursa’ya gelmemiş değilsin.”, “Söylediklerimi anlamıyor değilsin.” vb. Olumlu yapı, yüzey yapıda yer aldığı gibi derin yapıda da kalabilir. “Kavgaya karışmadım değil karıştım.”, “Seni anlamıyor değilim hem de çok iyi anlıyorum.” vb. Bursa’ya gelmemiş değilsin. Bursa’ya gelmişsin. Söylediklerimi anlamıyor değilsin. Söylediklerimi anlıyorsun. Verici, “Bursa’ya gelmişsin.” cümlesinde hareketin yapıldığını duyarak ya da herhangi bir belirti üzerine sonuç çıkarma yoluyla bildirir. “Bursa’ya gelmemiş değilsin.”deyse verici, özne konumundaki ikinci kişinin eylemi daha önce yaptığını bildiğini vurgulamaktadır. “…… yok değil = …… var” yapısıyla olumlu ad cümlesini olumluya çevirir: “Yok” yükleminin kurduğu olumsuz ad cümlesinin ardından gelen değil koşacı, cümlenin anlamını olumluya çevirir. İki olumsuzluktan bir olumluluk doğar. Bu köyde elbette yaşlı yok değil. Bu köyde elbette yaşlı var. Çocuk okutacak param yok değil. Çocuk okutacak param var. Örnek cümlelerde verilen bilgilerin birbirleriyle birebir eş değer olması beklenemez. “…… yok değil “ yapısıyla “Bu köyde elbette yaşlı yok değil.” cümlesinde ifade bulan anlam, “Bu köyde yaşlı yok galiba.” türünden bir olumsuz söyleme itiraz olarak verilen 1709 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE karşılıktır. Bu cümlede öne çıkan iletinin amacı, sadece olumlu bir bilgi iletmek biçiminde değerlendirilmemelidir. Bilginin yanı sıra vericinin itirazı, bağlama göre belki isyanı cümlenin duygu boyutu olarak verilir. “Bu köyde elbette yaşlı yok.” cümlesinde yalnız kesinliği öne çıkan olumsuz bir bilgi verme amaçlanmaktadır. “Bu köyde elbette yaşlı yok değil.” cümlesinde sunulan bilgi, “Bu köyde elbette yaşlı var.” biçiminde verilseydi aynı etki sağlanamazdı. Aynı biçimde “Çocuk okutacak param yok değil.” cümlesinde “Çocuk okutacak param var.” bilgisi, meydan okuyarak sunulur. “…… -sIz değil = …… -lI” yapısı, olumsuz ad cümlesini olumluya çevirir. {-sIz} ekinin yükleme kattığı yokluk, cümleyi olumsuz yapmaya yetmektedir ancak ardından gelen değil koşacı, olumsuz cümleyi olumluya çevirir. Ninem o tarihte parasız değilmiş. Ninem o tarihte paralıymış. “…… -sIz değil” yapısının katkısı, cümleyi olumluya çevirmekle sınırlı değildir. Olumlu ifadenin olumsuzluk işaretleyicileriyle anlatılması, beklenmeyen, şaşkınlık yaratan bir durumun gerçekleştiğini kısa yoldan belirtmeye hizmet eder. III.1.3. Olumlu Cümleyi Doğrulama Okulu dört yılda bitiremedi, altı yılda bitirdi. Sen beni kovmadın, ben istifa ettim. Benim annem ölmedi, o şimdi cennettte. Aydın, seni terketmez, sen ondan ayrılırsın. Değil koşacı, önündeki olumlu cümleyi reddetme yoluyla ardından gelen cümlenin gücünü doğrulama yöntemiyle artırır. “Karnede üç zayıf değil tam dört zayıf var.” örneğinde vericinin karnede üç zayıf değil demesindeki amaç, gerçeği yadsımak değil, üstdilsel okumayla, ilk cümleyi olumsuzlama yoluyla reddederek dört zayıf var yargısını dile getirmektir. Bardağın yarısı boş değil yarısı dolu. Yönetim kötü değil berbat. Ben kilolu değilim genç irisiyim. Ben kilolu değilim balık etliyim. Bilgiyi doğrulamak amacıyla reddetmek, inkâr etmek; bunu kısa yoldan anlatmak için, olumsuzluğu öne çıkarmak; soru-cevap cümlelerinde sorudaki bilginin gerçekleşmediğini anlatmak için yoo, yok, hayır vb. işaretleyiciler de kullanılır. “Ilgın’ın bir kızı yok, iki kızı var.” Vericinin Ilgın’ın bir kızı yok demesindeki amaç, gerçeği yadsımak değil, üstdilsel okumayla, ilk cümleyi olumsuzlama yoluyla reddederek iki kızı var yargısını doğrulayarak dile getirmektir. Ilgın: -- Dün yine gelmedin toplantıya. 1710 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE A. Tolga: -- Yoo, oradaydım, sadece karşılaşmadık. B. Tolga: -- Yoo, geldim. A. Tolga: -- Hayır, oradaydım, sadece karşılaşmadık. B. Tolga: -- Hayır, geldim. Dün yine gelmedin toplantıya. Yoo, oradaydım, sadece karşılaşmadık. Yoo, geldim. Hayır, oradaydım, sadece karşılaşmadık. Hayır, geldim. Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere doğruyu vurgulamak amacıyla olumsuzluk işaretleyicisi değil / yok dil birimlerinden yararlanıldığı gibi bu kullanımın olumsuzluk işaretleyicisi olmadan da yapılması mümkündür. “Çukulata değil çikolata yazmalısın.” cümlesindeki düzeltme, dikkat çekmek için reddetme yoluyla değil koşacından yararlanılarak gerçekleştirilmiştir. Aşağıda verilen örneklerdeyse düzeltme, çok farklı biçimde yapılmıştır. Reddetme yoktur, olumsuzluk kodlayıcısı yoktur. Ilgın: -- Çukulata yer misin? A.Tolga: --Ben çikolatayı yeğlerim. B.Tolga: -- Çukulatayla aram bozuk. Çukulata yer misin? Ben çikolatayı yeğlerim. Çukulatayla aram bozuk. “Bugünü oldukça kârlı kapadık.” diyen biriyle aynı görüşte olmayan, bu yüzden söylediklerine inanmayan bir kişi, “Bugünü oldukça kârlı kapamadık.” tarzındaki reddedişi, olumsuzluk işaretleyicisi kullanmadan alaylı bir ifadeyle “Sahi, bugünü oldukça kârlı kapadık…!”, “Gerçekten, bugünü oldukça kârlı kapadık…!”, “Ya, bugünü oldukça kârlı kapadık…!” “Bugünü oldukça kârlı kapadık, değil mi…!” vb. tekrara dayandırarak gerçekleştirebilir. Ancak bu kullanımların bağlam aracılığıyla belirlenebileceği unutulmamalıdır. Bağlam göz ardı edilerek yapılan anlamsal yorumlar sağlıklı olmayabilir. III.1.4. Olumlu Cümleyi Güçlendirme “Maşallah iyi acıkmışsın, yemedin âdeta silip süpürdün.”, “Kadın gençleşmedi sadece estetik yaptırdı.” Cümlelerinde olumlu kısmı güçlendirmek için olumsuzluktan yararlanılmıştır. Değil koşacının ardından gelen cümlenin gücünü artırmak için de reddetme yöntemi kullanılabilir. “Oğlum, çok şanslıyız.” diyen babasına “Şanslı değiliz, ballıyız baba!” diyor reklamdaki çocuk sevinçle.” Değil koşacı, “Oğlum, çok şanslıyız.” cümlesinin anlatım gücünü artırmak için reddetme aracı olarak kullanılıyor. “Şanslı değiliz” olumsuz cümlesiyle itiraz ediliyormuş gibi gözüküp öncekinden daha güçlü bir olumlu cümleyle “Ballıyız!” anlatımın 1711 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE etkisi doruğa çıkarılır. Bu kullanımda göz ardı edilmemesi gereken bir durum da olumsuzlamanın tekrara dayandırılmasıdır. Bu yapı, dil bilgisi çalışmalarında olumsuzluğun üstdilsel kullanımı olarak yer bulur. Bağlamdaki durumun reddedilmesi, önermenin doğruluk değerinin değil konuşurun dile getirdiği söylemin reddedilmesi anlamına gelir. Nitekim Selcen Çürük, “Olumsuzluğun Üstdilsel Kullanımına Dair” başlıklı çalışmasında, Olumsuzluğun üstdilsel kullanımında odaklanılan, anlamdan ziyade kullanılan koddur; dolayısıyla üstdilsel olumsuzluğun tümce / sözcenin anlamından çok dil düzlemine çıkış biçimi ile ilgili olduğu söylenebilir. Üstdilsel olumsuzluk, her zaman olmasa da umumiyetle kendinden önce dile getirilen tümce/sözcelerin yadsınması ile gerçekleştirilir ki bu da muhatabın -genellikle olumlu olan- ifadesine bir karşılık şeklinde ortaya çıkar. Başka bir ifade ile bu olumsuzluğun yer aldığı ifadelerde konuşur, kendi ifadesini, genellikle muhatabının ifadesinden alıntılama yapmak suretiyle oluşturur. Konuşur, muhatabının ifadelerinin tamamını olabileceği gibi bir kısmını tekrarlamak suretiyle de üstdilsel olumsuzluğu gerçekleştirebilir. Üstdilsel olumsuzlukta yer alan iki yargıdan ilki bir yadsıma / reddetme ifade ederken ikincisi bir düzeltme işlevi görür. Sözü edilen ilk yargıdaki yadsıma, ifadenin sesbilimsel yapısı ile ilgili olabileceği gibi ifadenin morfo-sentaktik yapısı ya da üslubuyla, vurgu, ton, süre, sınır, durak gibi parçalar üstü birimlerin herhangi biriyle de ilgili olabilir (Çürük, 2013: 103-104) der. Aşağıdaki örneklerde ortaya konan üstdilsel olumsuzluklarda kendinden önce gelen bir ifadenin yadsınmadığı, sadece düzeltildiği hatta düzeltmenin değer artıcı nitelikte gerçekleştiği görülür. İzgelerin arsalar milyonlukmuş. Ne milyonluğu, trilyonluk, trilyonluk!. Anzer balını vatandaş yiyemezmişiz, beylere paşalara layıkmış. Beyler paşalar değil, cumhurbaşkanları, devlet başkanları yiyormuş. Yok, yoo, hayır vb. işaretleyiciler kullanılarak da olumlu bilgi güçlendirilebilir. Kısa yoldan olumsuzluk aracılığıyla bilgi reddedilip olumlu cümlenin gücü artırılabilir. Ilgın: --İyi adamdı doğrusu! Tolga: -- Yooo.. kalender adamdı! İyi adamdı doğrusu! Yooo.. kalender adamdı! Önemsenen bilginin vurgulanışı, söz konusu ögenin öne çıkmasını gerektirir ki ögelerden birinin öne çıkarılışında da bu yöntemden yararlanılır. “Sen değil İpek gidecek pazara.” örneğinde iki özneden biri reddedilerek ikinci özne öne çıkarılmakta; “Geçmişi değil geleceği düşünmelisin artık.” örneğinde de aynı uygulama nesne için gerçekleştirilmektedir. 1712 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE III.1.5. Olumsuz Cümleyi Güçlendirme Olumsuz cümleyi güçlendirmek için kullanılan yöntemlerden biri de öndeki olumsuz cümleyi reddedip ardından daha güçlü bir olumsuz cümle patlatmaktır. Ilgın: -- Demek evlerinde yiyecek ekmekleri yoktu. Tolga: --Yok, demeyelim de sadece her gün ekmek alamıyorlardı. Ilgın: -- Sakın bir şey söylemiş olma. Tolga: -- Yok, söylemedim değil ama anlamadı. Tolga: -- Hayır, söylemedim değil ama anlamadı. Demek evinde yiyecek ekmek yoktu. Yok demeyelim de sadece her gün ekmek alamıyordu. Sakın bir şey söylemiş olma. Yok, söylemedim değil ama anlamadı. Hayır, söylemedim değil ama anlamadı. IV. Olumsuzluk Kodlayıcısı Kullanmadan Olumsuz İfade Elde Etme Efrasiyap Gemalmaz, olumsuzluk işaretleyicisi olmadan olumsuzluk bildirdikleri / olumsuz anlam taşıdıkları gerçeğini dikkate alarak olumlu ve olumsuz terimleri yerine edimli ve edimsiz terimlerini kullanmayı tercih etmektedir (Gemalmaz, 2010, 104). Olumsuzluk kodlayıcısı kullanmadan, bazı kalıp yapılarla, soru cümleleriyle bağlamdan hareketle olumsuz ifade elde edilebilir ki bunlar genellikle meydan okuma, büyüklenme, özgüven, emin olma vb. duyguları içerir. Ancak bu bölümünde verilen kalıplar, doğaldır ki Türkiye Türkçesinde var olan yapıların hepsini karşılayamaz. Çalışmada sadece olumsuzluğu örneklendirmeye yetecek nicelikte yapı olmasına özen gösterilmiştir. Örneklerde verilen anlama ulaşabilmek için gerekli bağlam bile çalışmanın hacmini artırmamak için sınırlandırılmıştır. Yazım ve noktalama işaretlerinin, konuşma dilinde parçalar üstü birimlerin; vurgu, ton, ezginin anlamı belirlemeye katkısı olduğu da göz ardı edilmemeli. Bu yorgunluğun üstüne bir de size börek açayım öyle mi? Zaten tek işim buydu! Bu yorgunluğun üstüne bir de size börek açamam. Tek işim bu değil! Aldıklarım azmış gibi bunu da mı alayım? Kusura bakma! Bunu alamam. Kim çalabilir onun kapısını bu saatte? Kimse çalamaz onun kapısını bu saatte. Sözde kumardan vazgeçmiş. Artık kumar oynamayacak. 1713 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE Onu her gördüğümde arkadaşımı sormaktan çekinirdim. .... soramazdım. Daha çok kıvranacak. Ev mi istiyor? Çok istiyorsa buyursun alsın! Alamaz. Daha çok kıvranacak. Ev mi istiyor? Buyursun alabilirse alsın! Alamaz. “Böyle mi, bu ... mı, olur, neredeyse, az kalsın, hangi ... ki, ne, hiç ... mi, ne ... ne …, sıfır” vb. kalıp yapılar olumsuzluk kodlayıcısı olmadıkları halde cümlenin olumsuz anlam yüklenmesine yol açar. Bu tarz yapılarda söz konusu olan yalnız olumsuzluk değildir. “Aşk olsun, böyle mi dilimlenir baklava!” cümlesi yalnız “ Baklava böyle dilimlenmez.” demek istemez. Vericinin sitemini, hayıflanmasını, yapılan işin yanlışlığını, beğenmezliğini, hatta baklavanın ziyan oluşuna varan bir sürü düşünce ve duyguyu beraberinde getirir. Hatta öne çıkan bilgiden çok duygudur denebilir. Sen böyle misin ya! Sen böyle değilsin. Gelin bu, hemen arabadan iner mi? Bahşiş bekler. Gelin, hemen arabadan inmez. Pazara gideceğim, kiraz alacağım, getireceğim siz de yiyeceksiniz. Olur! Pazara gitmeyeceğim, kiraz almayacağım, getiremeyeceği, siz de yiyemeyeceksiniz. Olmaz! Çocuk, neredeyse balkondan düşüyordu. Çocuk balkondan düşmedi. Az kalsın otobüsü kaçırıyordun. Otobüsü kaçırmadın. Çocukların derdine hangi ilaç fayda eder ki? Çocukların derdine ilaç fayda etmez. Kadın ne yapsın hayırsız evlada? Kadın, hayırsız evlada bir şey yapamaz. Niye gelsin buralara, siz onu kovmadınız mı? Buralara gelmez… Senin gelmen ne mümkün? Sen gelemezsin. Bu devirde işçide para ne gezer? İşçide para yok! Ben hiç bunu yapar mıyım? Yapmam. Baban seni gurbet ellerde bırakır mı hiç? Baban seni gurbet ellerde bırakmaz. Ne senin arkadaşlarını ne onun akrabalarını arayacağım. ... aramayacağım. Dişlerde sıfır çürük! Dişlerde çürük yok! V. Sonuç Olumsuzluk, bütün dil birimleri, kavramlar için aynı biçimde gerçekleşmez. Ne tür olumsuzluktan söz edilirse edilsin anlam, bağlamda yer alan pek çok yapının iç içe girmesi sonucunda belirlenir. Olumsuzluk kodlayıcılarıyla birlikte dil dışı göndermelerin, yazım ve 1714 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE noktalama işaretlerinin, konuşma dilinde parçalar üstü birimlerin; vurgu, ton, ezginin anlamı belirlemeye katkısı olduğu da göz ardı edilmemeli. Dilbilgisel olumsuzluk, olumsuzluk kodlayıcılarıyla sağlanır. {-mA}, olumsuzluk işaretleyicisi olduğundan olumsuzluk eki olarak adlandırılmalı; {-sIz}, olumsuzluk işaretleyicisi olmadığından yokluk eki olarak görülmelidir. Olumsuzluk; eylemin, yükleme bağlı olarak cümlenin konusudur. Olumsuzluk, adların konusu değildir. Ad cümlelerinin olumsuz yapılması için yok, değil işaretleyicileri kullanılır. Adları olumsuz yapmayan yokluk eki {-sIz}, olumsuz ad cümlesi oluşturmada kullanılabilir. Değil koşacı, eylem cümlelerinde olumsuzluk işaretleyicisi olarak kullanıldığında olumsuzluğun dışında anlamsal katkılarda bulunur. Değil koşacı aracılığıyla kendinden önceki bilgiye itiraz ederek anlatımı güçlendirme yolu seçilir. Üstdilsel olumsuzluk, sıklıkla önce gelen yapının yadsınmasıyla gerçekleştirilir. Verici, kendi söylemini, genellikle alıcının söyleminden alıntılama yoluyla oluşturur. Bazen tamamını, bazen bir kısmını yineleyerek düzeltme işlevi gören ikinci söylemle üstdilsel olumsuzluğu gerçekleştirir. Olumsuzluk kodlayıcısı kullanmadan, bazı kalıp yapılarla, soru cümleleriyle bağlamdan hareketle olumsuz söylem elde edilebilir ki bunlar genellikle meydan okuma, büyüklenme, özgüven, emin olma, hayıflanma, öfke, kızgınlık, sitem vb. duyguları içerir. Dolayısıyla bu tarz yapılarda söz konusu olan yalnız olumsuzluk değildir. Hatta öne çıkan bilgiden çok duygudur denebilir. Kaynaklar ACARLAR, K. (1970). “Mİ” Ekinin Türlü Kullanılışları. Türk Dili, XXII, 227, 358-363. AĞCA, F. (2010). Budist Türk Çevresi Metinlerinde Olumsuzluk ve Yokluk Şekilleri. Ankara: TKAE Yayınları, Dil Araştırmaları: 02. ALYILMAZ, S. (2010). Türkçede Olumsuz Fiillerin Geniş Zaman Biçimbirimi. Turkish Studies, 5(4), 87-118. ATALAY, B. (1942). Türk Dilinde Ekler ve Kökler Üzerine Bir Deneme. İstanbul: TDK Yayınları. BÖREKÇİ, M. (2001). Türkçe Öğretimi Bakımından Dil Bilgisi Terimi ve Kavram Olarak Olumluluk-Olumsuzluk. TDAY-Belleten, I-II, 44, 45-61. ÇÜRÜK, M. S. (2010). Olumsuzluk ve Kiplik Arasındaki İlişki: Bakış ve Yaklaşımlar. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, 7(2), 57-72. ÇÜRÜK, M. S. (2013). Olumsuzluğun Üstdilsel Kullanımına Dair. Türkbilig, 26, 91-106. ERTEN, M. (2007). +sIz Eki Olumsuzluk Eki midir? Turkish Studies, 2(4), 1168-1173. GEMALMAZ, E. (2010). Türkçenin Derin Yapısı. (Yay. Haz. Cengiz ALYILMAZ ve Osman MERT). Ankara: Belen Yayıncılık. 1715 Kerime ÜSTÜNOVA ______________________________________________ Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/4 2016 s. 1703-1715, TÜRKİYE HİRİK, E. (2015). Anlam Değiştirme Aracı Olarak Olumsuzluk Eki –mA. Karadeniz Araştırmaları, 44, 167-185. HİRİK, S. (2014). Kesinlik ve Olumsuzluk İlişkisine Kipsel Yaklaşım. Turkish Studies, 9(12), 349-367. İLHAN, N. (2005). Türkçede Olumsuzluk. Karaman Dil Kültür ve Sanat Dergisi, Ankara: T.C. Karaman Valiliği Yayınları, TBBM Basımevi, 271-279. KARADEMİR, F. (2009). -mA Olumsuzluk Biçimbiriminin ‘Kip’le İlgisi ve Olumsuz Fiil Çekimlerinin Adlandırılması Sorunu. Turkish Studies, 4(3), 1343-1374. KORKMAZ, Z. (1994). Türkçede Eklerin Kullanılış Şekilleri ve Ek Kalıplaşması Olayları. Ankara: TDK Yayınları. KORKMAZ, Z.(1969). Türkiye Türkçesindeki -madan / -meden <-madın <-medin Zarf-Fiil (Gerundium) Ekinin yapısı Üzerine. (2. Baskı). Türkoloji Dergisi, II(1), 279-307. ÖZMEN, M. (1997). Türkçe’de Değil Kelimesi ve Kullanımları. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1995, Ankara: TDK Yayınları, 315-368. TEKİN, Ş. (1990). -MA- Olumsuzluk Eki ile -DIK+ Eki Nereden Geliyor? İştikakçının Köşesi Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzerine Denemeler. İstanbul: Simurg Yayınları, 43-58. TEKİN, T. (2003). Olumsuzluk Aki –ma / -me’nin Etimolojisi, Makaleler 1 Altayistik, Ankara: Grafiker Yayınları. (Yay. Haz. Emine YILMAZ ve Nurettin DEMİR), 247- 253. ÜSTÜNER, A. (2001). Eski Türkiye Türkçesinde -sUz Eki. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(2), 177-184. ÜSTÜNOVA K. VE HOROZ Ö. (2001). {-sİz}, {-lİ} Ekinin Olumsuzu mu?, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınları, 1, 119-140. VARDAR, B. (1998). Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü. İstanbul: ABC Yayınları

Advertisement

SpringerLink

Search


Log in

Affirmation and Denial in Aristotle’s De interpretatione

Download PDF

Open Access

Published: 20 September 2019

Affirmation and Denial in Aristotle’s De interpretatione

Mika Perälä

Topoi volume 39, pages645–656(2020)Cite this article

2387 Accesses

1 Altmetric

Metricsdetails

Abstract


Modern logicians have complained that Aristotelian logic lacks a distinction between predication (including negation) and assertion, and that predication, according to the Aristotelians, implies assertion. The present paper addresses the question of whether this criticism can be levelled against Aristotle’s logic. Based on a careful study of the De interpretatione, the paper shows that even if Aristotle defines what he calls simple assertion in terms of predication, he does not confound predication and assertion. That is because, first, he does not understand compound assertion in terms of predication, and secondly, he acknowledges non-assertive predicative thoughts that are truth-evaluable. Therefore, the implications of Aristotle’s ‘predication theory of assertion’ are not as devastating as the critics believe.

Introduction

In the De interpretatione (Int.), Aristotle holds that affirmation (κατάφασις) and denial (ἀπόφασις) constitute two different kinds of assertion (ἀπόφανσις) or assertive sentence (λόγος ἀποφαντικός). He conceptualizes the distinction in terms of combination (σύνθεσις) and separation, or division (διαίρεσις). In his view, affirming that Socrates is white, for example, requires combining being white with Socrates, whereas denying that he is white requires separating being white from him. The same distinction can be drawn in terms of two different kinds of belonging (ὑπάρχειν), or being predicated (κατηγορεῖσθαι): attributive and negative. Affirming that Socrates is white implies predicating being white of him, whereas denying that he is white implies negating being white of him.

At first sight, this seems to be a reasonable way of distinguishing between affirmation and denial. A problem is, however, that Aristotle seems to be committed to the converse implications, too. He gives the impression that predicating being white of Socrates implies affirming that he is white, and that negating being white of him implies denying that he is white. It is not clear why he should make this assumption. Indeed, the assumption appears to be a confusion. Therefore, it is not surprising that some modern logicians such as Gottlob Frege have complained that Aristotelian logic lacks an adequate distinction between predication (including negation) and assertion.Footnote1 Even if this criticism is not directly raised against Aristotle’s logic, there are good grounds to raise doubts about Aristotle’s position, too. It could be argued, for instance, that he is unable to differentiate the way in which we apprehend the predicative (i.e. propositional) contents of thought from the way in which we affirm or deny their truth. Furthermore, one might doubt whether Aristotle is able to differentiate the use of predication in a simple assertion from its uses in compound assertions such as conditional and disjunctive assertions. Hence, if the criticism is correct, Aristotle’s logic and thereby cognitive theory is laid on feeble grounds.

The question I shall address in this paper is whether the foregoing criticism is well grounded. The focus of my discussion will be on what Aristotle calls simple assertions, that is, assertions which signify one thing of one thing (Int. 5, 17a15–16, 20–21). In the case of simple assertions, I argue, Aristotle fails to make a clear distinction between predication and assertion. That is, as seen above, because he accounts for assertion in terms of predication. I shall refer to this account as the ‘predication theory of assertion’. However, it does not follow from this theory that Aristotle confounds predication and assertion. That is basically for two reasons. First, in the De interpretatione, Aristotle sets out to account for assertion or assertive sentence rather than predication, which is why one should be cautious in drawing any conclusions about Aristotle’s view of predication in general. Note that Aristotle’s phrase for an assertive sentence (λόγος ἀποφαντικός) suggests that he acknowledges a mere sentence (λόγος) that is not assertive. By the unqualified term ‘sentence’ (λόγος), he has in mind primarily the kinds of modes of speech that are not truth-evaluable, such as prayer, but he does not rule out non-assertive sentences that are truth-evaluable.Footnote2 There are other contexts in which he examines predicative thoughts, such as deliberating (βουλεύεσθαι) and calculating (λογίζεσθαι), which may be true or false but do not obviously imply assertion or denial in all cases, for instance, when one is conducting research but has not yet reached a conclusion (e.g. Ethica Nicomachea 6.9, 1142b1–2). Secondly, not even in the De interpretatione does Aristotle confound predication and assertion. As I shall show, the distinction between the two is obvious insofar as compound assertions are concerned. Even if Aristotle does not discuss compound assertions in any detail—for instance, he does not discuss the truth conditions for compound assertions nor does he discuss the denials of compound assertions—,Footnote3 he makes no suggestion that when we assert, say, ‘Socrates teaches and Plato learns’, we also assert ‘Socrates teaches’ and ‘Plato learns’ separately. The conjunction in question involves two predications, but we only make one assertion. A conjunction may thus have unasserted parts.Footnote4 I assume that the same applies to other compound assertions such as the conditional ‘If Socrates teaches, Plato learns’.Footnote5 It follows that simple assertion and compound assertion constitute different kinds of single assertions. Aristotle expresses this implication as follows: ‘A single assertive sentence is either one that reveals a single thing or one that is single in virtue of a connective’ (17a15–16; trans. Ackrill, modified).Footnote6

The foregoing considerations suggest that the implications of the predication theory of assertion are not as devastating as the critics believe. As soon as we see the qualifications that Aristotle makes to this theory, the theory no longer looks outrightly false, and the criticism loses some of its power. The aim in this paper is thus twofold: on the one hand, I discuss the qualifications that Aristotle makes to the predication theory of assertion, and on the other, I consider whether and how we can address the criticism levelled against that theory. The focus of this paper lies on the De interpretatione; other texts will be consulted only for the sake of comparison and contrast.Footnote7

Truth and Falsity, Combination and Separation

In the beginning of the De interpretatione, Aristotle proposes the following analogy between speech and thought:

Just as some thoughts in the soul are neither true nor false while some are necessarily one or the other, so also with spoken sounds. For falsity and truth have to do with combination and separation. Thus names and verbs by themselves—for instance ‘man’ or ‘white’ when nothing further is added—are like the thoughts that are without combination and separation; for so far they are neither true nor false. (16a9–16)Footnote8

The proposal put forward here is that there are two kinds of locutions and thoughts: those that are either true or false, and those that are neither true nor false. This distinction between being a truth-bearer and not being a truth-bearer is fundamental. Thoughts and locutions that are not capable of being truth-bearers include thoughts and locutions about single items such as man, being white or a two-footed animal. Such thoughts are concepts which correspond to single terms or expressions in a language. Even if they are constituents of true and false thoughts and locutions, they do not in and of themselves constitute affirmations and denials, the topic of the present paper. In what follows, therefore, the focus will be on the kind of locutions and thoughts that can be truth-bearers and hence are truth-evaluable.

Aristotle claims that being true or false involves some sort of combination (σύνθεσις) or separation (διαίρεσις). He does not specify what he means by ‘combination’ and ‘separation’ here, but the context suggests the following. In the case of speech, what we combine and separate are typically names and verbs. For instance, when we combine ‘being white’ with ‘Socrates’, we say, ‘Socrates is white’, which is either true or false depending on whether Socrates is in fact white or not. Similarly, when we separate ‘being white’ from ‘Socrates’ by using a negation, we say, ‘Socrates is not white’, which is either true or false depending on whether Socrates is in fact white or not.

In the present context, Aristotle does not explain how the proposed analogy with thoughts (νοήματα) works, but we can begin with the following suggestion. When we combine the concept of being white with the mental correlate of the name ‘Socrates’, we think that Socrates is white. By analogy, when we separate the concept of being white from the notion of Socrates, we think that Socrates is not white. The composite thoughts involved are either true or false depending on whether Socrates is in fact white or not.

The claim that being true and false implies some sort of combination originates from Plato’s Sophist. There the Eleatic Visitor suggests that the most basic statement arises from a combination (συμπλοκή) of a noun (ὄνομα) and a verb (ῥῆμα). For example, when one combines the noun ‘man’ with the verb ‘learns’, one produces the statement ‘Man learns’ (262c9). A further example Plato gives is the statement ‘Theaetetus sits’ (263a2). The two examples suggest that in Plato’s view, the noun may be a proper name or a common noun.

How do Aristotle’s considerations relate to Plato’s? Aristotle generalizes Plato’s point about the combination of a noun and a verb. In Aristotle’s view, simple assertion may consist not only of a noun and a verb but also of a noun and a verbal phrase such as ‘is just’. In Int. 10, 19b24–25, he points out that the word ‘is’ (ἐστιν) is construed with the predicate term rather than with both the subject and the predicate terms (as is the case in the Analytics in which Aristotle takes the word ‘is’ to be a copula, and therefore rejects the syntax of the Sophist). Although there is some evidence to the contrary (e.g. 19b19–22; 21b27–28, which point in the direction of the Analytics), it is reasonable to suppose that in the De interpretatione Aristotle is advancing Plato’s analysis of simple assertion.Footnote9 Additionally, he makes further divisions between the different kinds of assertion. Apart from affirmative and negative assertions, he distinguishes between simple and compound assertions, between singular and general (either universal or particular) assertions, and between categorical, apodictic and problematic assertions. In what follows, the focus will be on the distinction between affirmative and negative assertions on the one hand, and simple and compound assertions on the other.

The claim that being true and false implies combination and separation sets Aristotle’s view of truth-bearers apart from some later developments. Whilst Aristotle takes the bearers of truth-values to be linguistic, mental or even mind-independent composite entities, that is, locutions, thoughts or Socrates being white (or the fact that Socrates is white), for example, many of his critics, such as the early Stoics and Frege, claim them to be exclusively mind-independent propositions.Footnote10

Aristotle thus claims that true and false locutions and thoughts imply a requisite sort of combination or separation. He contrasts such locutions and thoughts with those that are neither true nor false (16a13–16). The implication is that such locutions and thoughts are neither true nor false because they do not arise from a relevant sort of combination or separation. It is reasonable to assume that the locutions and thoughts in question include those that entirely lack combination and separation because they consist of single concepts and terms that are constituents of combination and separation. These are the cases that Aristotle pays most attention to. However, he also acknowledges locutions and thoughts that involve a different, non-assertive sort of combination or separation, namely questions, commands, prayers and the like (Int. 4, 17a2–7). In his view, then, it is only a certain kind of combination or separation that gives rise to true and false locutions and thoughts.Footnote11

The foregoing considerations have shown that all true and false locutions and thoughts involve a specific kind of combination or separation. But nothing said thus far suggests that all true or false locutions and thoughts imply an affirmation or denial. This is a controversial implication. In what follows, I shall argue that Aristotle is not committed to that implication without qualification. I have already mentioned that in some contexts outside the De interpretatione, for instance, when discussing the nature of research and deliberation, Aristotle acknowledges non-assertive locutions and thoughts. However, there is some evidence that he distinguishes between predication and assertion even in the De interpretatione. Even if he fails to make a clear distinction between the two in the case of simple (i.e. categorical) assertions, he separates them in the case of compound (i.e. hypothetical) assertions.

Simple and Compound Assertions

In Int. 4 Aristotle claims, ‘A sentence is a significant spoken sound some part of which is significant in separation—as an expression, not as an affirmation’ (16b26–28; trans. Ackrill). Here he contrasts a sentence (λόγος) with its part that remains a significant expression (φάσις) even when it is removed from the sentence.Footnote12 For instance, ‘an animal’ signifies an animal even when it is separated from a sentence, but it constitutes neither the affirmation ‘An animal exists’, nor the denial ‘An animal does not exist’, for example, unless it is combined with the predicate. By adding ‘as an expression, not as an affirmation’, he points out that an expression that is part of a sentence does not constitute in separation an affirmation or, for that matter, a denial. This suggests that Aristotle is characterizing here a simple sentence rather than a compound sentence, parts of which constitute affirmations or denials in separation. Consider, for example, the compound sentence ‘If Socrates teaches, Plato learns’. The expression ‘Socrates teaches’ constitutes an affirmation if it is taken out of the sentence. However, if it is part of the compound sentence, it does not constitute an affirmation. I shall suggest in a moment that Aristotle treats in this way all those assertions that are compounded by sentential connectives such as ‘if’, ‘or’, and ‘and’. In other words, compound assertion, according to Aristotle, constitutes a single assertion rather than several assertions.

In the present context, Aristotle focuses on assertive sentences. He proceeds to explain what is distinctive of assertive sentences, thus: ‘Every sentence is significant […] by convention but not every sentence is assertive, but only those in which there is truth or falsity’ (16b33–17a3; trans. modified). A straightforward interpretation of this claim is that if a sentence is true or false, it is assertive. In other words, all true or false sentences are assertions. The immediate context seems to support this interpretation: ‘There is not truth or falsity in all sentences: a prayer is a sentence, but is neither true or false’ (17a3–4). The fact that Aristotle contrasts here true and false sentences with non-assertive sentences such as prayers that have no truth-value suggests that he takes all true and false sentences to be assertions.Footnote13 But this cannot be correct. And that is not Aristotle’s view, or so I argue. For instance, the false sentence ‘The sun is a foot across’ does not constitute an assertion if a perceiver uses it to express in a predicative form what appears to her when she is looking at the sun, but does not in fact believe that the sun is a foot across. To give a plausible account of assertion, therefore, Aristotle ought to place some further requirements for a true or false sentence to count as assertive. And he does that, even if, as we shall see, he does not give a complete account of the matter in the De interpretatione.

In the subsequent two chapters, Aristotle specifies how he understands the nature of assertion. First, in Int. 5, he draws the distinction between an affirmative and negative assertion, thus: ‘The first single assertive sentence is the affirmation, next is the denial’ (17a8; trans. modified). Affirmation and denial are given here as different kinds of the single assertive sentence (ἀποφαντικὸς λόγος).Footnote14 Aristotle continues by stating, ‘Every assertive sentence must contain a verb or an inflection of a verb’ (17a9; trans. modified). That is a syntactic requirement for being an assertive sentence. The contrast between ‘verb’ and ‘inflection of a verb’ is between the present tense and the other tenses. Even if some universal statements such as ‘All men are mortal’ constitute eternal and hence in a way timeless truths, they are nevertheless tensed in a semantic analysis.Footnote15 A couple of lines later, he adds two further, alternative requirements, which I have already quoted in the introduction of the present paper: ‘A single assertive sentence is either one that reveals a single thing or one that is single in virtue of a connective’ (17a15; trans. modified).Footnote16

The first requirement is semantic by nature. It requires that a single assertion reveals a single thing. I take this to mean that a single assertion signifies one thing about one thing. This point is confirmed in Int. 8. There Aristotle adds that a single assertion signifies one thing about one thing, ‘whether about a universal taken universally or not’ (18a13). In his view, then, a universal assertion such as ‘All men are white’ constitutes just a single assertion, even if it implies that the predicate is affirmed of each man.Footnote17 Further, in Int. 11, Aristotle puts forward considerations on how several predicates can constitute a compound predicate that signifies one thing rather than several things. More specifically, the question Aristotle discusses is under which conditions it is legitimate to infer from the claims that a is F and G the claim that a is FG, where FG signifies one thing (20b31–33). Aristotle notes, for instance, that it is not legitimate to infer from someone being good and a cobbler that he is a good cobbler (b35–36). That is presumably because the person in question may not be good insofar as he is a cobbler. He may, for example, be a good father, but a poor cobbler. In this case, then, the attribute ‘good’ does not qualify the attribute ‘cobbler’; it rather qualifies directly the person who happens to be a cobbler. Hence, even if it is correct to say that the cobbler is good, that is true only because the person who happens to be a cobbler is good. In other words, the cobbler is good merely accidentally (κατὰ συμβεβηκός, 21a8).Footnote18 Further examples clarify the matter. It is incorrect to infer from someone being educated and white that he is an educated white (a9–14). The compound predicate ‘educated white’ fails to single out one thing, because ‘educated’ does not specify ‘white’; it merely qualifies the subject, a man. Hence, even if it is correct to say that the educated man is white, that is true only because the man who happens to be educated is white. In other words, the educated man is white merely accidentally. By contrast, it is correct to infer from something being two-footed and an animal that it is a two-footed animal (20b33–34). That is because the predicate ‘two-footed’ specifies ‘animal’, and thereby the compound predicate ‘two-footed animal’ signifies one thing. These considerations suggest the following generalization: if the elements of the compound predicate determine each other, the predicate signifies a unity; if the elements do not determine each other, but do determine the subject directly, the predicate does not signify a unity. In the latter case, the attributes are independent of each other and merely co-occur in the subject.Footnote19

An advantage of this interpretation is that it helps to explain why Aristotle, somewhat surprisingly, considers the predicate ‘white man’ to single out one feature of the subject (20b34–35). The explanation is that Aristotle takes the attribute ‘white’ to specify ‘man’ rather than the subject, say, Socrates. In the present case, then, he does not require that the one feature singled out by the predicate ‘white man’ be a natural kind, and yet he insists that that feature constitutes a unity.Footnote20 Being a white man is indeed one way of being as opposed to being a black man, for example.Footnote21 It can be concluded that Aristotle contrasts single assertions with several assertions by contrasting predicates signifying unities with predicates signifying accidental compounds.

The second requirement is syntactic by nature. It requires that a single assertion constitutes a single thing in virtue of a connective. Aristotle does not determine the relationship between the two requirements. It is reasonable to assume, however, that the assertions that are compounded by a connective are assertions that satisfy the first requirement. If that were not the case, compound assertions would not be single in a fundamental sense, because their components would be analysable into more basic assertions.

In the second requirement, the term ‘connective’ is ambiguous. I take that to be intentional on Aristotle’s part. By that term, he refers not only to predicative connectives in cases such as ‘Man is two-footed and an animal’ and ‘Man is educated and white’, but also to sentential connectives in cases such as ‘Man is two-footed and man is an animal’ and ‘Man is educated and man is white’. There is a connection between the two types of cases because the former assertions imply the latter ones. The point Aristotle wishes to make here is that not only a simple assertion but also a compound assertion constitutes a single assertion. That is why he contrasts these assertions with those that fail to be single. In the present case, the lack of a connective explains why there is more than one assertion in cases such as ‘Man is two-footed. Man is an animal’ and ‘Man is educated. Man is white’.

The two further requirements, as Ackrill correctly notes, seem to be inconsistent.Footnote22 It follows from the first requirement that ‘Man is an educated white’ does not count as a single assertion, whereas the second requirement treats the assertion ‘Man is educated and white’ as a single assertion. The inconsistency is merely apparent, however, because Aristotle understands the single assertion in the two cases in a different way, or so I argue. The argument, then, is that what it is to be a single assertion for a simple assertion is different from what it is to be a single assertion for a compound assertion. In the first case, a single assertion consists of a certain kind of combination or separation, i.e. attributive or negative predication, whereas in the second case, it is achieved through a requisite connective. Since the two requirements imply a different understanding of single assertion, there is no discrepancy between them. Note that Aristotle needs both requirements because there must be some criteria to decide whether any given assertion is single or not. The second requirement is particularly important. Unless he accepts it, he will be unable to give a satisfying account of compound assertions (i.e. hypothetical assertions) and thus address the issue I mentioned in the introduction. Before we can address that issue, we need to look closer at the distinction Aristotle makes between simple and compound assertions. That helps to further clarify the basic distinction he draws between affirmation and denial.

As mentioned, Aristotle divides assertive sentences into simple and compound. He says, ‘Of these the one is a simple assertion, affirming or denying something of something, the other is compounded of those [simple assertions] and is a kind of composite assertion’ (17a20–22; trans. modified). Now the way in which Aristotle characterizes simple assertion sheds further light on his understanding of the nature of assertion. Here, he conceives of affirmation as a kind of predication rather than as the acceptance of a predicative sentence. He accounts for affirmation in terms of affirming something of something rather than in terms of affirming that something is the case, i.e. that S is P. That is because he assumes that affirmation consists in taking the predicate to be true of the subject, that is, combining the predicate with the subject in a distinctive way. Likewise, he accounts for denial in terms of denying something of something rather than in terms of denying that S is P. He thus assumes that denial consists in taking the predicate to be false of the subject, that is, separating the predicate from the subject in a relevant way. For these reasons, I find it appropriate to call Aristotle’s view of simple assertion a predication theory of assertion. However, I am not suggesting that he takes all kinds of predication to imply assertion. I shall return to this matter in a moment. I shall also return to his view of compound assertion to explain why he does not take the elements of compound assertion to be assertions in their own right.

It should be clear from the foregoing considerations that Aristotle’s predication theory can be contrasted with, for example, the Stoic and Fregean theories in which assertion takes as its object a complete proposition.Footnote23 However, the foregoing considerations do not imply that Aristotle considers it illegitimate to use propositional phrases such as ‘I affirm that S is P’ or ‘I deny that S is P’ in referring to assertions. The point is just that he does not regard these formulations as being logically basic. They can be reduced to assertions with a predicative structure.

I will conclude this section by pointing out two implications of Aristotle’s considerations about simple assertion. First, from the assumption that denial consists in separating the predicate from the subject, it follows that the correct logical form of denial is ‘S is not P’ rather than ‘It is not the case that S is P’.Footnote24 That is so even if Aristotle is in the habit of formulating denials by prefixing the negative particle to the entire sentence.Footnote25 Secondly, from the assumption that all simple assertions are either affirmations or denials in the proposed way, it follows that also simple existential assertions ought to be accounted for in predicative terms. It is not entirely clear, however, whether Aristotle succeeds in explaining existential assertions in predicative terms (Int. 10, 19b14–19). It is beyond the scope of the present paper to review the merits of Aristotle’s theory in this respect. Let it suffice to say that at the very least, he has resources to address the issue, if not to settle it. As Crivelli has pointed out, Aristotle can qualify the way in which we affirm (or deny) Socrates to exist, saying, for example, that this consists in affirming (or denying) his form to be combined with matter.Footnote26 Let me note a further obscurity in Aristotle’s considerations. It is not clear whether affirmation and denial, considered from a cognitive point of view, require more than an act of predication. In other words, it is not clear whether an act of predication suffices to constitute an affirmation or a denial. Aristotle does not discuss this question in the De interpretatione. However, his discussion of compound assertion suggests that predication is not sufficient for affirmation and denial. I shall proceed to discuss this matter next.

Further Consideration of Compound Assertions

The considerations put forward in the preceding two sections suggest that Aristotle has resources to address the criticism levelled against the predication theory of assertion. By exploiting those resources, I hope to have shown that he does not fail to distinguish between predication and assertion nor is he unable to differentiate the use of predication in a simple assertion from its use in a compound assertion. It is fair to admit, however, that Aristotle himself does not use those resources to address the criticism in any detail. In the De interpretatione, he does not discuss truth-evaluable sentences other than those that are assertive. Moreover, in one case he even seems to contradict himself when he suggests, as seen above, that complex assertion is ‘compounded of those’ (ἐκ τούτων συγκειμένη), i.e. of simple assertions (17a21). However, this appears to be a single unhappy formulation which is not repeated elsewhere. Therefore, it does not suffice to call into question the argument that I have pursued thus far.

Nonetheless, the argument proposed needs to be further clarified and examined. Let me first clarify the distinction between predication and assertion in the two cases under study: simple assertion and compound assertion. In simple assertion, as suggested, assertion is a certain kind of predication. In this case, then, we can regard the predication involved as being assertive. It does not follow that all predications are assertive, although Aristotle fails to emphasize this point in the case of simple assertion. In compound assertion, by contrast, predication and assertion are for obvious reasons different because, as seen, asserting ‘If Socrates teaches, Plato learns’ does not imply asserting ‘Socrates teaches’ and ‘Plato learns’, and yet it implies making two predications. In this case, then, the predications involved are to be regarded as being non-assertive, and yet capable of being true or false because they are combinations of terms. Even if Aristotle does not give an account of the different types of compound assertions, including conjunctions and disjunctions, it is reasonable to assume that the same analysis applies to both of them.Footnote27 Further, it is reasonable to assume that the compound assertion itself does not constitute a predication because it is not a combination or separation of terms. However, compound assertion is a combination or separation of sentences, and that is why it is an assertion that can be true or false.

Let me make a second clarifying remark about the distinction between affirmation and denial in simple and compound cases. In the simple case, Aristotle understands the distinction between affirmation and denial in terms of certain kinds of combination and separation, that is, affirmative and negative predication. In the compound case, however, a comparable account cannot be given, because compound assertions are not predications. Rather, as noted above, they are combinations and separations of sentences, compounded by relevant kinds of connectives. The question that we need to raise here is whether this characterization constitutes a reasonable account of compound assertion. I shall address this question by considering two more specific questions: first, how Aristotle would account for negative compound assertions (i.e. compound denials), and second, how he would reduce those assertions that are presented in the form of a simple assertion but which are genuine compound assertions to compound assertions. Since Aristotle, as mentioned, does not give an account of compound assertions, it would be pointless to try to answer these questions in a systematic manner. Therefore, I shall focus on some examples that help to point out the distinctive features of the approach to which Aristotle is committed.

Regarding the question about compound denials, consider the denial of ‘If Socrates teaches, Plato learns’. According to a reasonable modern understanding of the conditional (‘If p, q’), say, Frege’s understanding, the affirmation of the conditional consists in affirming the truth of the inclusive disjunction between the negation of the antecedent and the consequent (‘not-p or q’), whereas the denial of the conditional consists in affirming the truth of the conjunction of the antecedent and the negation of the consequent (‘p and not-q’). In this understanding, then, the denial of the given conditional implies affirming the conjunction ‘Socrates teaches and not: Plato learns’. As Frege insists, there is no need to postulate a distinct negative act of judgement because denial can be accounted for in terms of an affirmative act with a negated proposition. By contrast, Aristotle postulates an act of denial. The question that interests us for the present is whether he needs to refer to that act in explaining the denial of the conditional. The subsequent considerations suggest that he need not do so.

Suppose that Aristotle formulates the denial of the conditional in question in terms of two predications with a connective: ‘Socrates teaches and Plato does not learn’. The first predication is attributive, whereas the second is negative. Neither of the two is an assertion because they are elements of a compound assertion. Now, since the connective here is a conjunction that conjoins the two predications, it is reasonable to suggest by analogy with simple affirmation (which consists of a combination of the subject and predicate terms) that the assertion that we make here is an affirmation. Hence, the analysis suggests that Aristotle need not refer to the act of denial in explaining the denial of a conditional. However, a similar analysis suggests that he must refer to that act in explaining the affirmation of a conditional. That is because the affirmation in question is given in terms of the disjunction ‘Socrates does not teach or Plato learns’, and the disjunctive connective involved is most reasonably seen to separate the two predications. In this case, too, the suggestion is based on the analogy with a simple denial, which consists of a separation of the predicate term from the subject term. In the compound case in question, the denial consists of a separation of one predication from the other. The case is mixed in that one of those predications is negative and the other affirmative.

The foregoing considerations show that Aristotle has resources to account for both affirmation and denial of the conditional. I have assumed above that Aristotle would analyse the conditional ‘If…then…’ in terms of conjunction and disjunction, taking the two to correspond to affirmative and negative acts of judgement. If he found it unnecessary to posit other connectives beyond conjunction and disjunction, and if he took the double negation to be identical to affirmation, he would have sufficient resources to account for all basic compound assertions. By ‘basic compound assertions’, I refer to those compound assertions that include only one connective, either conjunction or disjunction, and hence are not mixtures of conjunctions and disjunctions, for example ‘(Socrates teaches and Plato does not learn) or Plato learns’. In analysing basic compound assertions, then, Aristotle applies four basic concepts: attributive predication, negative predication, affirmation and denial. Note that this is in fact less than what Frege posits in his analysis of compound assertions: proposition, negation, conjunction, disjunction, and affirmation. It does not follow, however, that Aristotle’s approach is simpler than Frege’s. That is because Aristotle is compelled to set the affirmations and denials in a hierarchy to analyse mixed compound assertions. In the above example, the affirmation indicated by the conjunctive particle ‘and’ is subordinate to the denial indicated by the disjunctive ‘or’. That means that it loses its affirmative force in a way analogous to a predication embedded in a compound assertion. This is because a mixed compound assertion ought to constitute a single assertion rather than several assertions.

I then proceed to address the question of how Aristotle would reduce those assertions that are presented in the form of a simple assertion but which are compound assertions to compound assertions. Consider the universal denial ‘No man is white educated’.Footnote28 This denial looks like a simple denial, but it is not because of the complex predicate term. The denial cannot be reduced to the compound denial ‘No man is white and no man is educated’ because this denial and the original one do not mean the same. It does not follow, however, that the original cannot be analysed into a compound assertion at all. On the contrary, such an analysis can be given, or so I argue.Footnote29 In fact, a similar analysis can be given for all quantified assertions, whether they have complex predicates or not. Given that, the universal denial ‘No man is white’ which is overtly a simple denial could be reduced to a complex one. For a deeper understanding of the matter, however, we need to make a brief digression to the Analytica priora. There Aristotle analyses the meaning of the quantified predications ‘being predicated of all’ and ‘being predicated of some’ in compound terms. I suggest that he would be consistent in considering all quantified predications to be compound assertions in accordance with their semantic complexity.

In APr. 1.1, Aristotle concludes his discussion of predication, thus: ‘We speak of “being predicated of all” when nothing can be found of the subject of which the other will not be said, and the same account holds for “of none”’ (24b29–30; trans. Striker). The fact that Aristotle characterizes not only universal denial but also universal affirmation in negative terms (‘nothing can be found’) is somewhat startling. However, his phrasing can be explained if we assume that he refers to an arbitrary individual, say z, of which a negative claim is made. In this interpretation, Aristotle’s conclusion yields the following characterizations of universal affirmation (‘Every S is P’) and universal denial (‘No S is P’):

For every term S, for every term P, every S is P if and only if it is not the case that for some z, S is predicated of z and P is not predicated of z.

For every term S, for every term P, no S is P if and only if it is not the case that for some z, S is predicated of z and P is predicated of z.

In a semantic analysis, then, universal affirmation and universal denial are not simple assertions. Rather, they are compound assertions with two simple predications regarding some instance falling within the scope of the subject term. That is why they require an existential quantification (‘for some z’) with negation (‘it is not the case that…’). Even if Aristotle does not characterize ‘being predicated of some’ and ‘not being predicated of some’ in a similar fashion, we can propose the following formulationsFootnote30:

For every term S, for every term P, some S is P if and only if for some z, S is predicated of z and P is predicated of z.

For every term S, for every term P, some S is not P if and only if for some z, S is predicated of z and P is not predicated of z.

Now, applying the characterization of the universal denial given above, we can unpack the universal denial ‘No man is white educated’ in two steps. In the first step, we take apart the predications implied in the subject and predicate terms, treating the compound predicate ‘being white educated’ as if it were simple, thus: ‘It is not the case that for some individual, he is man and he is white educated.’ In the second step, we analyse the compound predicate-term into two (i.e. ‘being white and being educated’), and thus reach the complete analysis: ‘It is not the case that for some individual, he is a man and he is white and he is educated.’ A similar analysis can be given for the universal affirmation ‘Every man is white educated’, thus: ‘It is not the case that for some individual, he is a man and he is not white educated.’ Since ‘is not white educated’ is identical to ‘is not white or is not educated’ (in which ‘or’ is understood inclusively), we reach the analysis ‘It is not the case that for some individual, he is a man and (he is not white or he is not educated)’. The foregoing considerations suggest that quantified assertions are not simple assertions in a semantic analysis. It can be concluded, then, that Aristotle can give a reasonable analysis of quantified assertions in terms of attributive predication, negative predication, affirmation (i.e. conjunction) and denial (i.e. disjunction), but he cannot reach a complete analysis without an existential quantifier (‘for some individual’, i.e. ‘there is an individual such that…’) with sentential negation (‘It is not the case that…’).

An Issue Regarding Indirect Proof

Having discussed the implications of Aristotle’s approach for his implicit view of compound assertions, I will proceed to examine whether the distinction between simple assertion and compound assertion suffices to explain all kinds of demonstrations. Direct proof does not constitute a problem because the premises are by default assertions, either simple or compound. Indirect proof (reductio ad absurdum) requires closer examination, however. The issue is whether Aristotle can avoid suggesting that we affirm the false premise of an indirect proof, that is, the contradictory of the demonstrandum. He should avoid making that suggestion because we do not affirm that premise if we know that it is false. And that is the case when we apply the indirect proof, which Aristotle takes to be a specific kind of an argument ‘from hypothesis’ (ἐξ ὑποθέσεως, APr. 1.23, 41a25).

I argue that Aristotle can address the issue just raised. There are basically two alternative strategies, one inferior to the other. The first, the inferior one, is to suggest that in the case of indirect proof, Aristotle makes an exception to his principle that the premises of a demonstration are assertions. The contradictory of the demonstrandum is taken to be a premise, a ‘hypothesis’, and yet it is not accepted as true. This is the interpretation of Alexander of Aphrodisias, for example (In APr. 256.18–25). There is a problem with this suggestion, however. The problem is that if the hypothesis is seen to be a premise of an ordinary syllogistic argument, it remains unclear why Aristotle aligns indirect proof with the other kinds of arguments from hypothesis that need not have simple assertions as premises. We need to turn to an alternative strategy, then.

A second strategy is to understand the false premise as part of a compound assertion.Footnote31 Now the entire compound assertion is taken to be the hypothesis Aristotle has in mind. This compound assertion can be taken as a general principle. Consider, for example, the following principle: ‘If something impossible follows from a given premise, then that premise is false.’ When we use this principle in deriving something impossible, we have shown that the denial of the premise can be asserted as true. It is reasonable to claim that this is what giving an indirect proof is all about. Further, and importantly for the present purposes, we can assert the principle without asserting the false premise. In this line of interpretation, then, Aristotle can thwart the criticism that he could not give a reasonable account of indirect proof.

Belief and a Mere Thought

Having shown why Aristotle does not take predication to imply assertion in the case of compound assertions, I will return to consider why he is not committed to that implication in the case of simple assertions. Suppose that we do not know the answer to the question of whether the world is eternal or not (Topica 1.11, 104b16). There are different considerations for and against, and yet we lack sufficient grounds to make a decision. Given that, we can certainly understand the question without affirming or denying that the world is eternal. But why could not we simply say that the world is eternal, or that it is not eternal, without having any belief about its being eternal or not being eternal?

Of course we can, and Aristotle would not disagree. As it stands, however, he does not address this question in his logical treatises. That is because the question belongs to psychology or rhetoric rather than logic. Yet, Aristotle assumes that his logical theory is based on his psychological theory. In Int. 1, he proposes a theory of signification, according to which written marks are symbols of spoken sounds, and spoken sounds symbols of the affections of the soul (16a3–8). He thus assumes that when we say that the world is eternal, that saying must correspond to some sort of an affection of the soul. If the affection in question is not a belief (δόξα) which comes with conviction (πίστις), it must be a mere thought. Let us consider these two alternatives in more detail.

In DA. 3.3, Aristotle characterizes belief as follows: ‘Belief is accompanied by conviction, for it is not possible to have a belief unless we are convinced about what we believe in’ (428a19–22). This means that belief must be based on reasoning, or evidence of some kind, which produces conviction (πίστις). Typically, belief is based on other beliefs that lend support to the belief in question, and thereby make us convinced about what we believe in. Here, I assume, Aristotle follows Plato, who defines belief as the outcome of inner discussion (Sophist 264a1–b4). In some cases, however, belief can be based on mere thoughts, or how things appear to us. For example, when the sun appears to be a foot across, that is what we believe, unless some other belief contradicts that appearance, and makes us suspicious of the appearance.Footnote32 Note that the appearance in question is not necessarily accompanied by conviction. In fact, no appearance can be accompanied by conviction, except by incidence (κατὰ συμβεβηκός), because appearance pertains to the perceptual part of the soul. Aristotle says: ‘Conviction belongs to none of the brutes, whereas appearance belongs to many of them’ (428a19–22). That is because non-rational animals lack the intellectual capacity required for being convinced of anything. In fact, non-rational animals lack the intellectual capacity required for forming predicative thoughts in the first place; instead, they live by sense perceptions, appearances and memories which are due to the perceptual capacity. By contrast, rational animals, i.e. human beings, have the capacity for forming predicative thoughts even when we are not convinced about the subject matter. We can have a mere thought about the world being eternal because we have the capacity to compare appearances, and make calculations before we acquire conviction about the object of study, and reach a conclusion.Footnote33

The suggestion that I am making here is this: when we say that the world is eternal, but we are not convinced about the matter, our saying corresponds to a mere thought. We entertain such a thought when we are conducting research on the matter, which implies that we measure the world by some conceptual standard such as a year as a unit of time.Footnote34 When the research is complete, we draw the conclusion which means that we assert being eternal of the world, either affirmatively or negatively.

The foregoing considerations suggest that Aristotle has resources to explain the difference between asserting and mere saying. If the considerations are correct, Aristotle relates asserting to cases in which we are convinced about something. This is the case with the results of study. Mere saying, by contrast, is related to ongoing research (though not exclusively), that is, measuring an object of study when we have not yet reached a conclusion, and formulated it as an assertion. That is why mere sayings do not play a part in demonstrations.

It is worth emphasizing that only rational animals which are capable of using language, and associating and dissociating things, can conduct research and acquire conviction. Indeed, conducting research and acquiring conviction requires that we go beyond what we can perceive by the senses, and retain by memory. It requires cooperation of the perceptual capacity and the intellectual capacity, not only in discriminating the perceptible and intelligible features of objects, but also in passing judgements on them. This is not to say that Aristotle would limit mere saying to conducting research. There are of course many other spheres of life, such as art and theatre, in which we express ourselves and imagine things without forming beliefs and making assertions. That is the reason why we are not necessarily affected when we look at pictures of frightening things in an art gallery. However, when we believe that something is frightening, we are immediately affected. Aristotle makes this distinction clear in DA 3.3, where he notes that appearance, in the case of human beings, is up to us (427b17–24). He thus acknowledges that we can associate and dissociate things in whatever ways we like. Belief, by contrast, is not up to us in the suggested way. That is, as seen above, because belief requires conviction. It can be concluded, then, that the considerations Aristotle puts forward in the DA crucially supplement and qualify those given in the De interpretatione. That is why I think it is fair to judge that the implications of Aristotle’s predication theory of assertion are not as devastating as the critics believe.

Notes


1.

See Frege (1919). Frege does not name his opponent, though. It is most likely, however, that he criticizes Bruno Bauch, who was his colleague in Jena. See Schlotter (2006). The points that Frege puts forward can be equally raised against Aristotle’s considerations. For a discussion on some confusions in the De interpretatione, see Kneale and Kneale (1962, pp. 49–54).

2.

For the contrast between assertion (ἀπόφανσις) and sentence (λόγος), see Int. 1, 16a2 and Int. 4, 17a2–4. However, Aristotle does not use the term λόγος in referring to sentences only; in some cases, the term refers to a phrase such as ‘a beautiful horse’ (Int. 2, 16a22). Furthermore, Aristotle does not consider the modern distinction between sentence and statement in cases such as ‘Socrates is white’ and ‘Sokrates ist weiß’, in which there are two different sentences, but only one statement.



3.

See e.g. Geach (1972, pp. 15, 26). Geach gives a critical review of Aristotle’s considerations on conjunctions not only in the De interpretatione, but also in some passages in the Sophistici elenchi and Analytica priora (APr.). In APr. 1.44, 50a40–b1, Aristotle promises to give an extensive account of arguments ‘from hypothesis’ (ἐξ ὑποθέσεως) elsewhere, but fails to do so. For Theophrastus’ work on this topic, see Barnes (1985).

4.

This is an implication of what Geach (1972, pp. 13–14) takes to be a defining feature of what he calls ‘the classical doctrine of the conjunctive proposition’. Geach claims: ‘Like any other proposition, a conjunction may occur as an unasserted part, e.g. as an if or then clause, of a longer proposition’ (Geach’s emphasis). From the claim that any proposition may occur as an unasserted part of a longer proposition, it follows that the propositions that constitute the conjunction may occur as unasserted parts. This is not to suggest that Aristotle would deny, for the reasons just given, the principle of conjunction elimination, i.e. the inference from ‘p and q’ to ‘p’ (and to ‘q’). We do not know about his view of this inference or other similar inferences based on a single premise, because he does not discuss such cases. The point that I wish to make is rather that it is one thing to assert ‘p and q’ and another thing to assert ‘p’ and ‘q’ separately, because the proposition ‘p and q’ is a single unit (as in ‘if p and q, then r’) that is different from the pair of separate propositions ‘p’ and ‘q’.



5.

In the case of the conditional, it is perhaps easier to see why the compound assertion does not imply assertion of each of its elements.

6.

Here I follow the interpretation that is shared by all ancient commentators (Ammonius In Int. 66.31–67.19; 73.15–74.14; Boethius In Int. sec. ed. 96.28–97.18; 105.1–18; 115.23–116.6; Stephanus In Int. 20.4–10; 20.16–24; anon. In Int. 18.7–19). The same interpretation can be found in some medieval commentators (e.g. Thomas Aquinas, Expositio libri Peryermenias I 8, 192–198, 261–277) as well as some modern interpreters, e.g. Crivelli (2004, p. 172), and Weidemann (2014, pp. 193–197). However, other modern commentators, e.g. Lukasiewicz (1954, pp. 131–132), and Bobzien (2002, p. 364), assume that Aristotle does not allow a single assertion to consist of sentences combined by connective particles. Presumably, they make this assumption because Aristotle overlooks compound assertions in his discussion of demonstration in the Analytics. However, this reason is not convincing because the scope of the De interpretatione is broader than the theory of demonstration. For a very helpful note on further references, see Crivelli (2004, p. 172 n. 72).



7.

Hence, I do not assume that Aristotle’s considerations in the De interpretatione are entirely in line with e.g. the Analytica priora. For a helpful recent account of assertion that is mainly based on the Analytica priora, see Crivelli (2012, pp. 113–124).

8.

All the translations of the Int. are from Ackrill (1963); all other translations are mine unless otherwise indicated.



9.

For more detailed considerations in support of this interpretation, see Barnes (1996, pp. 187–192).

10.

I am referring to Frege (1918). For the Stoics, see e.g. Diogenes Laertius 7.65 and Sextus Empiricus Adversus mathematicos 8.74. I say ‘even mind-independent composite entities’ because it is controversial whether Aristotle, in Metaph. Δ.29, 1024b17–21, and Θ.10, 1051b1–3, attributes truth and falsity to the composite objects of thoughts and locutions. For a positive answer to this question, see e.g. Crivelli (2004, pp. 46–62); for a negative, see e.g. Charles and Peramatzis (2016). This issue is significant because in Metaph. Ε.4 Aristotle says in contrast that ‘falsity and truth are not in objects […] but in thought’ (1027b28–29). However, nothing of importance for the present paper depends on adjudicating this issue.



11.

In commenting on Int. 1, 16a9–18 (the passage quoted above in part), Ammonius points out this implication succinctly, thus: ‘So truth and falsity are wholly concerned with combination and division, but not every combination or division accepts one or the other of these. In fact, one who wishes or uses any other sentence besides the assertoric combines names and verbs while saying nothing either true or false. But the combination or division must be of the “belonging” (ὑπαρκτική) type, that is, it must reveal that one item belongs or does not belong to another, a character seen only with regard to the assertoric sentence.’ (In Int. 27, 8–14; trans. Blank)

12.

In the sentence quoted, then, Aristotle uses the term ‘expression’ (φάσις) in signifying a subsentential expression. That is why the contrast he draws here is between a subsentential expression and an affirmation, rather than between a sentence that is not affirmed and an affirmation. It is not entirely clear which of the two Aristotle has in mind in DA 3.7, 431a8–9, where he contrasts ‘saying’ (τὸ φάναι) with ‘affirming’ (καταφάναι) and ‘denying’ (ἀποφάναι). Elsewhere, he tends to use the term φάσις in signifying either an affirmation (e.g. Int. 12, 21b21–22; APr. 1.46, 51b20, 2.11, 62a14; Metaph. Γ.4, 1008a9), or more generally an assertion, including affirmation and denial (e.g. Int. 12, 21b19, 22a11; Metaph. Γ.6, 1011b14, Κ.5, 1062a6).



13.

It is not entirely clear why Aristotle says that a prayer has no truth-value. In Int. 9, 18a33–34, he claims that sentences about singular states of affairs in the future have no truth-value, and he may assume that prayers are among these sentences. I do not think, however, that this is the reason why he denies truth-value to a prayer. Since Aristotle, in the passage cited above, gives prayer only as one example of a non-truth-evaluable sentence, I assume that he takes it to be analogous with other similar sentences such as a wish or a command which are not expressed in the indicative mood that is confined to factual statements, i.e. assertions that are true or false. Instead, in Aristotle’s Greek, the act of wishing is expressed in the subjunctive mood, and the act of command in the imperative mood. I am thus suggesting that in contrasting prayers with truth-evaluable sentences, Aristotle follows colloquial speech in which the distinction between factual and non-factual sentences is drawn in terms of the indicative mood and the other moods, including the subjunctive and the imperative.

14.

The fact that Aristotle mentions affirmation first gave rise to an issue on the status of an assertive sentence in the commentary tradition. Alexander of Aphrodisias, it is told, argued that if affirmation is prior to denial then the two cannot be species of the same genus. Ammonius and Boethius rejected Alexander’s argument. For their criticism of Alexander, see Ammonius In Int. 67, 30–68, 9; Boethius In Int. sec. ed. 98, 15–99, 12.



15.

Consider, for instance, ‘The simple statement is a significant spoken sound about whether something does or does not hold in one of the divisions of time’ (17a23–24). Ackrill puts the expression that I have italicized in brackets, but that is misleading because Aristotle wishes to underline here the point that simple assertions are basically tensed assertions.

16.

Substantially the same two requirements are put forward in De arte poetica 20, 1457a28–30 and APo. 2.10, 93b35–37. For a discussion, see Barnes (2007, pp. 178–180).



17.

In APo. 1.1, Aristotle further specifies the matter, thus: ‘We speak of “being predicated of all” when nothing can be found of the subject of which the other will not be said, and the same account holds for “of none”’ (24b29–30; trans. Striker). An implication of this specification is that universal affirmation does not constitute a simple assertion, but rather a compound assertion. So even if Aristotle considers universal affirmation to be single, he does not regard it as simple in a semantic analysis. I shall discuss this matter in more detail in Sect. 4.

18.

For a similar use of the term ‘accidentally’ (κατὰ συμβεβηκός), see e.g. Cat. 6, 5a38–b10; APo. 1.22, 83a1–21; DA 2.6, 418a20–23. This usage is to be contrasted with the way in which a non-essential property (i.e. accident, τὸ συμβεβηκός) is said to belong to a substance, e.g. the property of being white to a man. For this use, see e.g. Metaph. Γ.4, 1007a31–34; APo. 1.4, 73a34–b5. Weidemann (2014, p. 381), notes correctly that in Metaph. Δ.7, 1017a7–22, Aristotle uses the term κατὰ συμβεβηκός in a broader sense that comprises the two usages just mentioned.



19.

I take this generalization to be Aristotle’s answer to the question of what the difference is between the two types of compound predicates, i.e. those that signify a unity and those that do not (20b31–33). By giving this answer, Aristotle does not give a general rule to decide whether an element of a given compound predicate determines another element or not. Hence, Aristotle does not explain when it is legitimate to pass from separate predicates to a compound predicate. That is why I agree with Ackrill (1963, p. 148), who concludes his commentary of the passage in question by saying that ‘no general rule has been given as to which predicates function, when combined with others, as “good” does in “good cobbler”’. For further considerations in support of this interpretation, see Weidemann (2014, pp. 385–387).

20.

Here, again, I am following Ackrill (1963, p. 147), who notes, correctly, ‘Yet “white man” is an excellent example of what is not a real or natural unity like “two-footed animal”’ (Ackrill’s emphasis).



21.

In the beginning of Int. 11, however, Aristotle denies that the attributes ‘white’, ‘man’ and ‘walking’ succeed in signifying a unity (20b18–19). It is not entirely clear how this denial is to be interpreted in the light of the subsequent considerations in the same chapter. It is reasonable to suppose, however, that Aristotle considers this case to be analogous with a man being white and educated (21a10).

22.

See Ackrill (1963, pp. 126–127).



23.

For a testimony on the Stoic view, see Stobaeus Anthologium 2.88, 4: ‘Acts of assent are directed to propositions’ (συγκαταθέσεις μὲν ἀξιώμασί τισιν). For an extensive discussion on Stoic propositions, see Frede (1974, pp. 32–44). Having shown that question and answer, i.e. assertion, contain the same proposition or thought (Gedanke), Frege (1918, p. 62) concludes by pointing out what is distinctive of assertion: ‘In einem Behauptungssatz ist also zweierlei zu unterscheiden: der Inhalt, den er mit der entsprechenden Satzfrage gemein, hat und die Behauptung.’ He thus assumes that assertion consists in an assent to a proposition.

24.

See e.g. Barnes (1986, p. 202), who discusses Alexander of Aphrodisias’ view about the denials of singular affirmations. These denials are simple assertions. It does not follow that the general (quantified) denials, i.e. universal and particular denials, can be analysed in the same way. I shall suggest below (Sect. 4) that in a semantic analysis, according to Aristotle, quantified assertions are compound assertions, and that they require a sentential negation (‘It is not the case that…’).



25.

See e.g. Int. 7, 17b10, 25, 28–29, 18a2–7; Int. 10, 19b32–35, 20a5–7.

26.

See Crivelli (2004, p. 124).



27.

In commenting on Int. 5, 17a15–17, Ammonius (In Int. 73.15–74.14) denies that some conjunctions such as ‘Socrates sits and Alcibiades walks’ constitute a single (compound) affirmation. That is because, he says, the two predications are united only on account of expression; they do not signify a unity in reality. It is not entirely clear whether he takes all conjunctions to be of this type. However, he notes that the conditional ‘If god is good, the universe is eternal’, and the disjunctive ‘The universe is either eternal or created’ are single (compound) affirmations, and signify a unity. That is because the former signifies the consequence (ἀκολουθία) and the latter the disjunction (διάστασις).

28.

The expression ‘white educated’ is ambiguous, but the denial in question should be understood as saying, ‘No man who is white is educated’.



29.

This is where I disagree with Weidemann (2014, p. 197), who notes, correctly, that the universal denial ‘No man is educated white’ cannot be analysed into ‘No man is white and no man is educated’. However, he is mistaken, along with Ackrill (1963, p. 126) and Geach (1972, p. 47), in his further remark that the denial in question cannot be analysed into any other complex of simple claims either. That claim is true only of Aristotle’s considerations in the Int. However, as I argue below, Aristotle has resources to account for overtly simple quantified assertions in terms of compound assertions in the Analytica priora.

30.

See Crivelli (2012, p. 119).



31.

For a recent defence of this interpretation, see e.g. Striker (2009, p. 177).

32.

In De insomniis 2, Aristotle explains how we can be deceived by the reports of our senses as follows: ‘The reason why these things happen is that the authoritative capacity and the capacity by which phantasms occur do not judge with the same power. An indication of this is that the sun appears to be a foot across, and yet often something else contradicts that appearance’ (460b16–20). Aristotle thus suggests that when there is nothing to contradict the appearance of the sun as being a foot across, we go along with the appearance and are therefore deluded by it. However, if we know that the sun is larger than the inhabited world, we reject the appearance and are not deluded by it.



33.

Aristotle refers to an appearance that is used in reasoning as ‘calculative appearance’ (φαντασία λογιστική, DA 3.10, 433b29), and as ‘deliberative appearance’ (φαντασία βουλευτική, DA 3.11, 434a7). By these terms, he does not imply that there are rational (conceptual) appearances in addition to perceptual ones. What separates calculative and deliberative appearance from perceptual appearance (φαντασία αἰσθητική, DA 3.10, 433b29; 3.11, 434a5) is the way in which it is used in reasoning. Only animals with the capacity for reasoning can combine several appearances into one (e.g. an appearance of a horse and an appearance of a man into an appearance of a centaur), and associate an appearance with a thought, say, the concept of centaur. This explains how the appearance used in reasoning can be informed by concepts. Hence, I agree with Wedin (1988, p. 145), who observes that ‘the difference between man and the other animals lies less in the distinction between two types of imagination than in the former’s capacity for logos’. Cf. Modrak (2001, p. 258); Corcilius (2014, p. 85).

34.

In a practical context, the standard is something like ‘good’ or ‘desirable’. Even if Aristotle limits his discussion on calculative and deliberative appearance to practical contexts, such as deliberating on whether a certain fig is more desirable than another one (in a context in which one wishes to choose the more desirable one), there is no reason why he could not extend his discussion to theoretical contexts such as studying whether the world is eternal. At this point, I am following Corcilius (2014, p. 85). What is common to the two cases, the practical and the theoretical, is that we consider, or ‘measure’ (μετρεῖν) a given object or several objects by a single standard (ἑνί, 434a8–9). That implies, Aristotle adds, having in mind the practical case, that we have the capacity to combine several appearances into one (434a9–10). In the practical case regarding figs, we bring the two figs in question into comparison, which requires that we combine the two appearances that we have regarding those figs into one. In the theoretical case, by contrast, the unification of appearances takes place at an earlier stage of study when we form the notion of the world based on experience (ἐμπειρία), which derives from several appearances that are stored in the memory. For the details on concept acquisition, see Metaph. A.1; APo 2.19.



References

Ackrill JL (1963) Aristotle’s categories and de interpretatione. Clarendon Press, Oxford

Book

Google Scholar



Alexander of Aphrodisias, In Aristotelis Analyticorum Priorum librum I commentarius (Commentaria in Aristotelem Graeca II.1), ed. M Wallies. Georg Reimer, Berlin, 1883 (= In APr.)

Ammonius, Aristotelis de interpretatione commentarius (Commentaria in Aristotelem Graeca 4.5), ed. A Busse. Reimer, Berlin, 1897 (= In. Int.)

Ammonius, On Aristotle On Interpretation, tr. D Blank. Duckworth, London, 1996

Anonymous commentary on Aristotle’s De interpretatione (Beiträge zur klassischen Philologie; Heft 95), ed. L Tarán. A. Hain, Meisenheim am Glan, 1978

Aristotle, Ethica Nicomachea, ed. I Bywater. Clarendon Press, Oxford, 1894

Aristotle, Metaphysics (2 vols), ed. WD Ross. Clarendon Press, Oxford, 1924 (= Metaph.)

Aristotle, Categoriae et liber De Interpretatione, ed. L Minio-Paluello. Clarendon Press, Oxford, 1949 (= Cat., Int.)

Aristotle, Parva Naturalia, ed. WD Ross. Clarendon Press, Oxford, 1955 (incl. De insomniis)

Aristotle, Topica et Sophistici elenchi, ed. WD Ross. Clarendon Press, Oxford, 1958

Aristotle, De anima, ed. WD Ross. Clarendon Press, Oxford, 1961 (= DA)

Aristotle, Analytica priora et posteriora, ed. WD Ross. Clarendon Press, Oxford, 1964 (= APr., APo.)

Aristotle, De arte poetica, ed. R Kessel. Clarendon Press, Oxford, 1964

Barnes J (1985) Theophrastus and stoic logic. In: Wiesner J (ed) Aristoteles Werk und Wirkung—Paul Moraux gewidmet I. Walter de Gruyter, Berlin, pp 557–576

Google Scholar

Barnes J (1986) Peripatetic negations. Oxf Stud Anc Philos 4:201–214

Google Scholar

Barnes J (1996) Grammar on Aristotle’s term. In: Frede M, Striker G (eds) Rationality in greek thought. Clarendon Press, Oxford, pp 175–202

Google Scholar

Barnes J (2007) Truth, etc. Oxford University Press, Oxford

Google Scholar

Bobzien S (2002) The Development of Modus Ponens in Antiquity: From Aristotle to the 2nd Century AD. Phronesis 47:359–394

Article


Google Scholar

Boethius, In librum Aristotelis Peri hermeneias commentarii, ed. C Meiser. Teubner, Leipzig, 1877

Charles D, Peramatzis M (2016) Aristotle on truth-bearers. Oxf Stud Anc Philos 50:101–141

Article


Google Scholar

Corcilius K (2014) Phantasia und Phantasie bei Aristoteles. In: Brüllmann P, Rombach U, Wilde C (eds) Imagination, Transformation und die Entstehung des Neuen. Beiträge zur Transformation der Antike. De Gruyter, Berlin, pp 71–87

Google Scholar

Crivelli P (2004) Aristotle on truth. Cambridge University Press, Cambridge

Book

Google Scholar



Crivelli P (2012) Aristotle’s logic. In: Shields C (ed) The Oxford handbook of Aristotle. Oxford University Press, Oxford, pp 113–149

Google Scholar

Diogenes Laertius, Vitae philosophorum, ed. M Marcovich. B. G. Teubner, Stuttgart, 1999

Frede M (1974) Die stoische Logik. Vandenhoeck & Ruprecht, Göttingen

Google Scholar

Frege G (1918) Der Gedanke. Beträge zur Philosophie des deutschen Idealismus 1, H. 2:58–77

Frege G (1919) Die Verneinung. Eine logische Untersuchung. Beiträge zur Philosophie des deutschen Idealismus 1, H. 3/4:143–157

Geach PT (1972) Logic matters. Basil Blackwell, Oxford

Google Scholar

Kneale W, Kneale M (1962) The development of logic. Clarendon Press, Oxford

Google Scholar

Lukasiewicz J (1954) Aristotle’s syllogistic from the standpoint of modern formal logic. Clarendon Press, Oxford

Google Scholar

Modrak DKW (2001) Aristotle’s theory of language and meaning. Cambridge University Press, Cambridge

Google Scholar

Plato, Opera. Tomus I, ed. EA Duke, WF Hicken, WSM Nicoll, DB Robinson and JCG Strachan. Clarendon Press, Oxford, 1995 (incl. the Sophist)

Schlotter S (2006) Frege’s anonymous opponent in Die Verneinung. History and Philosophy of Logic 27(1):43–58

Article


Google Scholar

Sextus Empiricus, Adversus mathematicos. Opera, vol. 3, ed. H Mutschmann and J Mau. B. G. Teubner, Leipzig, 1961

Stephanus, In librum Aristotelis de interpretatione commentarium (Commentaria in Aristotelem Graeca 18.3), ed. M Hayduck. Reimer, Berlin, 1885

Stobaeus, Anthologium, 5 vols., ed. O Hense and C Wachsmuth. Weidmann, Berlin, 1884–1912

Striker G (2009) Aristotle: Prior analytics, book I. Clarendon Press, Oxford

Google Scholar

Thomas Aquinas, Expositio libri Peryermeneias (Editio altera retractata. Opera omnia iussu Leonis XIII P.M. edita. Vol. XLV.2), ed. R-A Gauthier. Vrin, Rome, 1989

Wedin MV (1988) Mind and imagination in Aristotle. Yale University Press, New Haven



Book

Google Scholar



Weidemann H (2014) Aristoteles: Peri hermeneias. Aristoteles Werke in Deutscher Übersetzung Band 1 Teil II. 3rd, rev. ed. Walter de Gruyter, Boston

Download references
Yüklə 64,02 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin