01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə20/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

‘Benim  Üniversitelerim’de  Nietzsche’yle  Marx’ı  uzlaştırmaya

çalışan biri var. Ne garip değil mi? Bunu yapmaya fırsat bu-

lamadan  da  ölüp  gidiyor.  Ne  yapabilirdi  acaba  yaşasaydı?

Böyle yarım kalan işler bana hüzün veriyor.’

Benim Üniversitelerim’i ezbere bildiğine inanıyordu. Yıl-

lar sonra, üniversiteyi bitirirken, yeniden bütün kitabı oku-

muş  ve  gözünden  kaçan  noktalar  olduğunu  görerek  şaşır-

mıştı.  Fakat  sesinde,  o  eski  hayranlık  yoktu.  Wilde’a  hay-

ranlığıysa  tamamen  geçmişti.  ‘Bu  adamı  bir  zamanlar  nasıl

beğendiğimi bir türlü anlamıyorum,’ diye dövünürdü. Ona,

geliştiğini, artık on beş yaşındaki Selim olmadığını, kişiliği-

ni bulduğunu hatırlattığım zaman yüzünü buruşturdu: ‘Bel-

li  değil.  Hiç  ilerlediğimi  sanmıyorum.  Aynı  aptalca  duygu-

ları  taşıyorum  içimde.  Bendeki  başkalaşma,  gelişme  biçi-

minde  olmuyor.  Olduğum  gibi  kaldım  ben.  Aptallar  gibi

büyümedim. Biraz ağırlığım arttı o kadar.’

“Büyümediği, gerçek dünyaya karışmadığı için üzülüyor-

du. ‘Gerçekten bucak bucak kaçıyorum,’ diyordu. Birini sı-

kıntıda  görünce  çocuk  gibi  ortadan  kaybolmak  istiyorum.

Korkaklıktan  değil;  kendimi  onun  yerine  koymaktan.  İn-

sanların  karşısında  bazen  de  o  eski  aptalca  utangaçlığım

yüzünden  dikilip  kalıyorum.  Gitmek  gerektiği  halde  bir



369


türlü uzaklaşamıyorum. Her zaman gerekenin tersini yapı-

yorum,  çocuklar  gibi.  Kitaplarla,  yani  bir  çeşit  masal  dün-

yasıyla  hayatı  karıştırıyorum  eskisi  gibi.  Galiba  gittikçe  de

düzeltilemez oluyorum bu konuda. Masalın nerede bittiği-

ni,  hayatın  nerede  başladığını  farkedemiyorum.  Bazen,  su-

ratıma bir garip bakıyorlar; o zaman uyanır gibi oluyorum.

“Benim için bütün oyunlar, romanlar, hikâyeler herkesin

anladığından  başka  bir  anlam  taşıyor.  Bütün  hayat,  bütün

insanlık bu kitaplarda anlatıldı, bitirildi. Yeni bir şey yaşa-

mak,  yeni  bir  kitap  tanımak  oluyor  benim  için.  Kitaplarla

ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum. Önsözlerle yaşı-

yorum. Hiçbir yazar şaşırtmıyor beni: çünkü hayatlarını so-

nuna kadar biliyorum. Gerçek dediğiniz dünyadaysa kimin

ne yapacağı belli değil. Her gün şaşırtıyorlar beni. Yazarla-

rımla  yaşamak  daha  kolay.  1886’da  N.  kasabasında  doğdu.

Babası,  annesi,  kardeşleri,  çevresi,  yaşarken  kimsenin  bil-

mediği  ıstırapları,  kuruntuları,  arkadaşlarıyla  kavgasının

gerçek nedeni, hepsi hepsi satırların arasında. Tanımadığım

yönlerini  merak  ediyorum  ilk  sayfalarda;  fakat  biliyorum

hemen her şeyi öğreneceğimi.

“Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız

gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Şövalye romanları okuya

okuya  kendini  şövalye  sanan  Don  Kişot’a  benzetebilirsiniz

beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: ben kendimi Don

Kişot sanıyorum.

“Kitaplardan,  yaşantılarım  için  yararlanamadığımı  ve

kendimi  bir  biçime  sokamadığımı  da  yüzüme  vurabilirsi-

niz.  Ne  yapabilirim?  Kitap  okumakla,  manavın  beni  aldat-

masına  engel  olamıyorum  bir  türlü.  Manava  inanmadığım

halde  beni  aldatıyor  namussuz.  Ya  inandığım  dostalarımın

beni  aldatmasını  önlemek:  büsbütün  imkânsız  bu.  Dostla-

rım  alay  ediyor  benimle.  Bu  çocuğun  sonu  ne  olacak,  di-

yorlar.  Hiç  olmazsa  kitaplardan  kitaplar  çıkarmalıymışım.

370



Bunu  da  yapamıyorum,  yazamıyorum.  Kitapları,  işimde

kullanılacak bir mal gibi göremiyorum: kapılıyorum onlara.

Belki kitaplar da onlara karşı gösterdiğim aşırı ciddiyetimle

alay ediyordur. Biliyorum, kitaplar da beni adamdan saymı-

yorlar.  Fahişelerin,  onlara  barlarda  para  yediren  tüccarları

küçümsemesi gibi hor görüyorlar beni.

‘Bütün  bunları  düşündükçe  daha  da  tersleşiyorum,  ken-

dime daha çok zararım dokunuyor; benimle alay edenlerin

gözünde daha da küçülüyorum. Duvarlar duvarlar var çev-

remde. Halsiz kalıncaya kadar başımı vuruyorum onlara.’

“Soluksuz  kalmış  gibi  susardı.  On  beş  yaşının  kaygısız

coşkunluğu  gitmişti.  Oysa  daha  yirmi  yaşındaydı.  On  beş

yaşındayken  kızması  bile  başka  türlüydü.  Panait  Istrati’yi

ilk okuduğu zaman, bir arkadaşı ‘Çok simple bir yazar’ de-

miş Selim’e. ‘Nasıl böyle konuşur Esat Ağabey,’ diyordu öf-

keyle:  ‘Panait  Istrati  Suç  ve  Ceza’yı  nasıl  coşkunlukla  oku-

duğunu  öyle  anlatıyor  ki  insan  o  kitabı  okumuş  gibi  olu-

yor.’ Gözleri parladı: ‘Ya arkadaşlıktan söz etmesi? Mihail’le

arkadaşlığı?  ‘Simple’mış.  Asıl  onun  okuduğu  yazarlar

‘Simple’dir.  Gösteriş  budalası  ne  olacak?  Neredeyse  kavga

edecektim.’  Neredeyse  kavga  edecekmiş.  Bundan  kötü  bir

hareket  yoktu  sanki.  Kavga  etmezdi  de.  Benim  dışımda

kimseye de öfkesini belli etmezdi. ‘Bütün kötülüğün bana,’

diye takılırdım. ‘Anlamıyorsunuz Esat Ağabey,’ derdi. ‘Onla-

rı öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın

hissetmediğim  birine  nasıl  gösteririm  onu.  Onlara  da  size

davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman kötülük

etmiş  olurum  size.’  Bu  ‘Simple’  sözünü  hiç  hazmedemedi.

Günlerce ‘Simple, simple,’ diye söylendi durdu.”

Bu öfkeni bana da göstermedin Selim; beni de layık bul-

madın.  Bilmiyorum  bugün  bile  bunu  öğrenmeye  hakkım

var  mı?  Söyle,  istemiyorsan  hemen  gideyim  buradan.  Her

şeyin  istediğin  gibi  olmasını  istiyorum.  Sen,  öğrenme  der-

371



sen, öğrenmem. Sen, git beğenmediğim hayatını yaşa, der-

sen bir dakika bile burada durmam canım Selim! Nasıl is-

tersen öyle olurum.

“Önceleri, çekingenliğinden, seyrek uğrardı. Onun bütün

davranışlarını  hoşgörüyle  karşıladığımı  görünce  cesareti

arttı: her gün gelmeye başladı. İlk yıllarda gene seyrek geli-

yor sayılırdı. Üniversiteye girdikten sonra, benim genellikle

evde okuduğumu bildiği için, okulda canı sıkıldıkça, belir-

siz  saatlerde  gelmeye  başladı.  Üst  kattaki  odanın  pencere-

sinden  başımı  çıkarıp  görününce,  neşelenir,  merdivenleri

bir solukta çıkarak dağınık odamı, hemen kendine göre, o

günün  ihtiyaçlarına  göre  düzenlemeye  girişirdi.  Odayı,  o

gün yaşamak istediği oyunun mizansenine uygun bir duru-

ma getirirdi. Yarı çıplak odada, hayallerine uygun birşeyler

bulurdu nasılsa. Onun hazırlıklarına hiç karışmazdım; oyu-

nu engellemek aklımdan geçmezdi. Belki ben de, bir bakı-

ma onun gibi çocuk kalmıştım bir yanımla. Selim, bu oyun-

larda  her  yanıyla  çocuktu.  Onunla  olmadığım  zaman  ne

yaptığımı, nasıl yaşadığımı hiç sormazdı. Oyun dünyamızın

dışındaki  yaşantımla  pek  ilgili  değildi.  Ben  de  bunu  bildi-

ğim için, Selim’le birlikte olmadığım zamanlarda ne yaptığı-

mı anlatmazdım ona.

“Odama girdiği sırada, o gün nasıl yaşanacağını kafasında

çoktan kurmuş olduğu için, bu oyunların ne olduğunu öğ-

renmek ve rolümü oynamaktan başka yapacak iş düşmezdi

bana. Hangi oyunların oynanacağını seçme yetkim de yok-

tu.  Ayrıntılar  üzerinde  bazı  tekliflerde  bulunabilirdim;  yal-

nız, önce oyunu sevdiğimi söylemem şarttı. Üzerime düşeni

de içten bir çabayla yapmalıydım, yapıyordum da.

“Benimle  işlerin  kolay  yürüdüğünü  görünce,  her  sabah

erkenden gelmeye başladı. Benim saat kaçta uyandığımı bil-

diği  halde,  çok  daha  erken  gelirmiş  sokağın  başına.  Biraz

dolaştıktan sonra -ne kadar gecikmeye çalışırsa çalışsın- sa-

372



at dokuz olmadan sokağın köşesini dönermiş. Sonra, daha

babamın daireye gitmediğini düşünerek geri dönmek ister-

miş. Sonra gene vazgeçermiş. Babamı gözetlemek üzere, so-

kağın  köşesinde  kalmaya  karar  verirmiş  sonunda.  Babamı

görünce de, onunla karşılaşmamak için, hemen yandaki so-

kağa saparmış. Sonra, biraz daha geç kalabilmek için, yavaş

yavaş yürürmüş. Gülerek anlatırdı: ‘Sanki elli metrelik yeri

yavaş  yürüsem  ne  olur?  Ne  kadar  vakit  geçer?  Kendime

acele etmedim, diyebilmek için. Bazen bir kahveye girerim.

Hiçbir zaman kahvelere yakışmamışımdır. Orduevine giren

bir  sivil  gibi  yabancı  hissederim  kendimi.  Çayımı  içer  zor

kaçarım. Zaten nereden kaçmam ki?’

“Benden  kaçmazdı.  Hiç  olmazsa  o  zamanlar:  üniversite

yıllarında. Zili çalmadan, kapıda dururmuş bir süre. Uyanıp

uyanmadığım hakkında tahminler yaparmış. Uykuda oldu-

ğumu bildiği halde, bunu unutmuş gibi yaparak faraziyeler

ileri sürermiş. Ya kapıyı Aysel açarsa? Bu saatte ne işin var

burada der gibi bakarsa? Ya da hiç öyle bakmazsa? ‘Alışkın

gözlerle süzerse beni? O zaman da, benim artık tatsız bir sı-

ğıntı  olduğum  ortaya  çıkacak.  Ya  da  artık  gelişimin  hiçbir

heyecan uyandırmadığı anlaşılacak.’ Sonunda sıkılır, zili ça-

larmış. Çalar çalmaz da pişman olurmuş. Tam o anda anlar-

mış kesin olarak, daha erken olduğunu. Neden acele ettim;

sokaklarda  dönseydim  bir  kere  daha,  diye  kendini  yermiş.

‘Şimdi güldüğüme bakıyorsun da tatlı sıkıntılar yaşadığımı

sanıyorsun.  O  sırada  yanımda  olsaydın,  hamiyetten  gözü-

nün yaşını tutamazdın,’ diyerek kızardı bana. Endişelerinin

yersiz  olduğunu  söylediğim  zaman  da  bana  inanmış  görü-

nürdü. Ertesi gün gene aynı sıkıntıları yaşardı. Kapıdan gi-

rince: ‘O filme bir daha gittim,’ diye söze başlardı.

“Rahat  görünmeye  çalıştığı  zamanlarda  bile  bu  görünü-

şünün altında kuşkulu, güvensiz ve karanlık iç dünyasının

katılığı  olduğunu  sanıyorum.  İlk  bakışta  insanlara  hemen

373



inanıveren,  söylenen  sözlerin  gerçekliğinden  kuşkusu  ol-

mayan  bir  genç  izlenimi  bırakırdı.  Fakat,  kendisinde,  ger-

çeklere karşı dalgın duran bu yanı iyi bildiği için, kimsenin

aklına  gelmeyen  yersiz  ve  gerçekdışı  kuşkulara  kapılırdı.

Öylesine  söylenmiş  sözlerin  altında  gizli  anlamlar  arar,

kimsenin  onunla  ilgilenmediği  bir  sırada  kendisiyle  alay

edildiği  endişesine  kapılarak  azap  çekerdi.  Bir  söz  yüzün-

den  gecelerce  uyuyamaz,  huzursuzluk  içinde  kıvranırdı.

Bana  geldiği  sabahlar  bile,  uzun  süre,  beni  rahatsız  etmiş

olduğunu  düşünerek  elini  kolunu  nereye  koyacağını  bile-

mezdi. Sezdirmemeye çalışarak yüzümü inceler, davranışla-

rımda sıkıntıya benzer birşeyler arardı. Endişeleri dağıldık-

tan sonra da kendisiyle alay eder: ‘İçimdeki Kont Draculala-

rı gün ışığına çıkarayım da toz olsunlar. Sayın Kont: yarın

gece gene beklerim.’

“Önüne çıkan her konuyla ilgilenirdi. Hepsine aynı güçle

saldırır, ne yöne döneceğini bilemezdi. Onun ilgilendiği bü-

tün  meselelerde,  onun  kadar  heyecanlı  olduğumu,  doğru-

su, söyleyemeyeceğim. Fakat, Selim’le birlikte olduğum za-

manlarda, onun heyecanına kapılmamazlık edemezdim. Bu

eve,  heyecanı  Selim  getirirdi  ve  giderken  de  birlikte  götü-

rürdü. Tekrar geldiği zaman, yalnız yaşadığı saatlerin biriki-

miyle daha da ateşli görünür ve bizi, bıraktığı yerde bile bu-

lamazdı. O zaman kızar, köpürür, hakaretler yağdırır, içimi-

zin ölü olduğunu, artık heyecanlarını bizimle paylaşamaya-

cağını bağırarak ilan ederdi. Onun heyecanlarını izlemek de

zordu:  çünkü  hızla  yön  değiştiriyordu.  Bana,  ilk  tanıştığı-

mızdan  beri  duyduğu  saygıyı,  böyle  anlarda  bütünüyle

unutur, daha iyi birini bulsa, bizleri hemen bırakacağını ve

bir  kere  bile  dönüp  arkasına  bakmayacağını  ileri  sürerek

beni  tehdit  ederdi.  Sonra,  birden  durgunlaşır,  belki  benim

de aslında bunu istediğimi, beni bırakmakla bana iyilik et-

miş olacağını, zaten herkesin belirli bir süre sonra onu bı-

374



raktığını,  aptalca  telaşlarından  herkesin  usandığını  üzgün

bir sesle anlatırdı. Bazı günlerdeyse, hızını alamazsa, kapıyı

vurup giderdi. Dışarı çıkınca hemen pişman olur, ama bu-

nu  itiraf  etmek  ona  zor  geldiği  için  günlerce  uğramazdı.

Döndüğü zaman anlattığına göre, arada geçen günlerde, bi-

zim sokağa her gün birkaç kere uğrar, evin çevresinde dola-

şır,  içeri  girmeye  bir  türlü  cesaret  edemezmiş.  Ben  de  eski

kavgamızı  ona  hatırlatmamaya  çalışırdım.  Yoksa,  aynı  me-

seleye  dokunmaya  kalkarsam,  aynı  kavgalar  tekrarlanır  ve

kapı aynı sertlikle yüzüme çarpılırdı.”

Acaba bu heyecanları hiç kıskanmadın mı Esat? Bu heye-

canlara  tam  katılmadığına  göre,  bu  kavgalarda,  göründü-

ğün kadar soğukkanlı mıydın? Bunu hiçbir zaman bileme-

yeceğim.  Bazı  noktaları  hep  karanlıkta  bıraktın  giderken

Selim. Olur ya, belki bir gün tam senin gibi hissederim, se-

nin  heyecanların  benim  heyecanlarım  olur:  o  zaman  seni

bütünüyle yaşarım, kim bilir?

Esat,  soluk  almak  için  durmuştu.  Turgut  onu  daha  fazla

yorarsa, istediği gibi konuşamayacağını sezdi. Saatine baktı

ve özür dileyerek artık kalkması gerektiğini söyledi: Tekrar

gelecekti.  “Çok  sevindim  sizinle  tanıştığımıza,”  dedi  Esat.

“İstediğiniz  zaman  uğrayın.”  Gülümseyerek  ekledi:  “Bili-

yorsunuz, hep evdeyim.” Kızkardeşiyle birlikte Turgut’u ka-

pıya  kadar  geçirdiler.  Aysel,  elini  uzattı,  gülümsedi:  “Gene

bekleriz.” Tekrar geleceğim.

Turgut o gece, rüyasında Metin’i gördü. Metin, bütün rü-

ya boyunca, Turgut’a kötü gelen garip gülümsemesiyle gö-

ründü.  Derin  anlamlar  taşıyorum  diyen  ve  insanın  kanını

donduran  bir  gülümseme.  Turgut  durmadan,  kendi  kendi-

ne: “Hayır, o aptaldır, bu gülümseme sahtedir,” diye tekrar-

lıyordu. Sanki bu gülümsemeden korkuyordu da bu sözler-

375



le kendine cesaret vermek istiyordu. Bir bakıma bu gülüm-

semeye de razıydı. Sanki birden bu gülümsemenin biteceği-

ni, aslında bunun kötü sözlere bir başlangıç olduğunu bili-

yordu  ve  ne  olursa  olsun  bu  sözleri  duymak  istemiyordu.

Selim  gene  ölmemişti.  Metin,  evinde  bir  ziyafet  veriyordu.

Selim, Süleyman Kargı, Esat ve Turgut’un tanımadığı ya da

hatırlayamadığı daha birçok insan vardı. Ankara’nın birbiri-

ne  paralel,  birbirine  benzeyen  küçük  asfalt  sokaklarından

birinde tek katlı, bahçeli bir evde toplanmışlardı. Gece mi,

gündüz  mü  olduğu  belli  değildi.  Pencerelerdeki  kalın  ku-

maş perdelerin hepsi kapalıydı. Odaların, salonların orasına

burasına  serpiştirilmiş  sayısız  sehpanın  üstüne  lambalar

yerleştirilmişti.  Bu  ışık  yetmediği  için  evin  bazı  yerleri  ka-

ranlıktı. Metin’in ailesi çok kalabalıktı: kızkardeşler, erkek-

kardeşler, anne, baba, teyzeler, amcalar, yeğenler... bitip tü-

kenmez bir aile. Turgut, eve ilk gelenler arasındaydı. Geldi-

ği zaman ortalıkta tanıdık bir kimseye rastlamadı. Evde bü-

yük bir telaş vardı; kadınlar, odalarda ve salonlarda hiçbir iş

yapmadan koşuşup duruyorlardı. Metin, sahte gülümseme-

siyle hazırlıkları gözden geçiriyor ve yapılanları beğenmedi-

ği, gülümsemesindeki farkedilmesi güç değişmelerden anla-

şılıyordu.  İnsanların  ve  eşyanın  üzerinde  dolaşan,  sıkıntı

verici bir gülümseme. Metin, devamlı olarak bir şeyden şi-

kâyet  ediyordu.  Turgut,  uyandıktan  sonra  uzun  süre  bunu

düşündü: neden şikâyet ediyordu?

Sonra buldu: evet, misafirlerin gecikmesinden şikâyetçiy-

di.  Sehpalardaki  lambaların  ışığı  yetmediğinden,  kadınlar

şamdanlar  getirerek,  büfelerin,  kitap  raflarının,  dolapların

üstüne koyuyorlardı. Ne kadar çok eşya vardı. Turgut, şam-

danlar  konuldukça  evin  aydınlanan  köşelerine  bütün  dik-

katiyle  bakarak,  tanıdık  bir  yüz  görmeye  çalışıyordu.  Me-

tin’in  akrabaları,  salonun  çeşitli  yerlerinde  kümelenmişler,

aralarında  alçak  sesle  konuşuyorlardı.  Hepsinde  Metin’i

376



kızdırmaktan korkan, ürkek bir tavır vardı. Duvarlar siyaha

boyanmıştı  ya  da  evin  karanlığından  öyle  görünüyordu.

Hayır,  siyahtı  duvarlar;  şamdanlar  bile  onları  aydınlatamı-

yordu. Işıklı olmadığından, tavan da görünmüyordu. Oda-

lar,  salonlar,  ceviz  kaplama  mobilyalarla  doldurulmuştu:

evin  karanlığını  artıran,  çarşı  işi,  koyu  renkli  mobilyalar,

mumların,  lambaların  ışığında,  eşya,  derin  ve  heybetli  gö-

rünüyordu. Metin, arada bir ortaya çıkıyor ve akrabalarına

çatıyor, misafirlerin gecikmesinden onları sorumlu tutuyor-

du.  Son  görünüşünde,  vaktin  artık  çok  geç  olduğunu,  bu

saatten  sonra  gelseler  bile  geri  dönemeyeceklerini,  bu  ne-

denle onlara yatacak yer hazırlanması gerektiğini ileri sür-

dü.  Akrabalar  çok  yumuşak  başlıydı.  Hemen  arka  odalara

giderek,  küçük  demir  karyolaları  salonlara  taşımaya  başla-

dılar.  Karyolalar  Turgut’un  bulunduğu  salonun  ortasından

yan  yana  dizildi.  Adım  atacak  yer  kalmamıştı.  Metin,  bir

karyolanın  üstüne  oturdu  ve  Turgut’a  bakarak  konuşmaya

başladı. Turgut bu sözleri çok iyi duyamıyordu; fakat, arada

anladığı kelimelerden, Selim’in merakla beklendiğini öğren-

di.  Anlaşıldığına  göre,  Selim’in  gelmesi  zayıf  bir  ihtimaldi.

Metin, bu duruma çok sinirleniyordu. Sesini yükseltti: “Ya-

pacağım  açıklamalar  bakımından  gelmesi  gerek.  Yoksa,  bu

toplantının  bir  anlamı  kalmayacak.”  Acı  acı  gülümsedi:

“Her zamanki gibi,” dedi. “Her zaman dediğim gibi.” “Ge-

lirse, bütün durum aydınlanacak ve ben temize çıkacağım.

Ama, gelmeyecek, beni bu zor durumda yalnız başıma bıra-

kacak.” Turgut da, Selim’i görmek istediği halde, gelmesin-

den çekiniyordu. Metin’in zor durumda kalmasından değil,

bu açıklamalardan korkuyordu nedense. Bu sırada, kalaba-

lığın içinden biri Turgut’a yaklaştı. Turgut baktı: Süleyman

Kargı. Sonunda tanıdık biriyle karşılaşmıştı. Sıkıntısını Sü-

leyman Kargı’ya anlatmaya başladı. Fakat değişik bir biçim-

de açıklıyordu bunu: Metin, meydanı boş bulduğu için Se-

377



lim’i çekiştiriyordu. Selim bir gelseydi, bütün gerçek anlaşı-

lacak  ve  Metin,  yerin  dibine  girecekti.  Metin,  o  kadar  ya-

kında duruyordu ki bu sözleri duymasından korktu ve Sü-

leyman Kargı’yı salonun bir köşesine sürükledi. Birden, Se-

lim’i yanında gördü. Ona doğru ilerledi. Bu tatsız gidişe bir

son vermesini istedi ondan. Selim onu görmüyordu. Gözle-

rini  salonun  ortasındaki  karyolalara  dikmiş,  Metin’i  seyre-

diyordu.  Turgut’un  yanında  durduğu  büfe  hareket  etmeye

başladı.  Büfenin  arkasında  bir  kapı  varmış:  biri  kapıyı  iti-

yordu. Turgut yardım etti, kapı açıldı. Aralanan kapıdan bi-

raz sürtünerek Esat geçti, içeri girdi. Turgut heyecanla ona

atıldı:  “Ne  söyleyecek?  Selim  hakkında  ne  söyleyebilir?”

Metin’den  gene  korkmaya  başlamıştı.  Esat:  “Selim,  onunla

konuşmayacak,”  dedi.  “Selim,  artık  onun  gibilerle  hiç  ko-

nuşmayacak.  Aynı  yanlışlığı  bir  daha  yapmayacak.  Burada

olduğu halde ona görünmeyecek. Böyle insanlar Selim’i bir

daha göremeyecek. O, artık, kendisini sevenlere görünecek

yalnız.” Gerçekten de Selim, o sırada Metin’in yanıbaşında

durduğu  halde  Metin,  onun  gelmediğinden,  kendisini  bo-

şuna  masrafa  soktuğundan  bahsediyordu.  Turgut:  “Neden

şimdiye kadar böyle hareket etmedin Selim?” diye söyleni-

yordu. Elbette, onlarla ancak böyle başa çıkılabilirdi. Bugü-

ne kadar nasıl görmemişti bu gerçeği? Metin, gittikçe öfke-

leniyor,  Selim  ise  onun  yanında  durarak  gülümsüyordu.

Turgut,  sevinerek,  kendi  kendine  konuşuyordu  -Esat  kay-

bolmuştu-  “Yalnız,  onu  sevenlere  görünecek;  yani  ölmedi.

Sevmeyenlerden  kurtulmak  için  bulduğu  bir  çareydi  de-

mek.” Bu işe aklı çok yattı. Uyandığı zaman hâlâ gülümsü-

yordu. Uzun süre de aynı durumda kaldı.

Daha güneş doğmamıştı. Hava aydınlanıyor, çirkin teras-

lar, uzun teneke bacalar, birbirine girmiş çatılar yavaş yavaş

ışığa çıkıyordu. Pencerenin yanında duruyordu Turgut. Ka-



378


rısını  uyandırmadan  sessizce  kalkmış,  perdeyi  aralamıştı;

şehrin üstüne çirkinlik yığınları çökmüştü. İçinde herkesin

küçük  bir  payı  olan  çirkinlikler.  Mimarıyla,  mühendisiyle,

ressamıyla, yazarıyla bütün aydınların, rahatsız olmadan bir

köşesinde  yer  almaya  çalıştığı,  bir  köşesine  tutunmak  için

uğraştığı  çirkinlikler.  Her  çeşit  aydınıyla,  yarı  aydınıyla,

okumuşuyla,  kendini  yetiştirmişiyle,  korkağıyla,  gerçek

mücadelecisiyle,  bu  çirkin  taş,  beton,  mozaik  ve  hepsinin

üstünde  sarı  badanalı  çatı  katlarına  tutunmaya  çalışan  şe-

kilsiz  kalabalık.  Bankayaonbinkoyupikiyılsonraellibinalan-

giller. Senin arkadaşların Selim. Benim arkadaşlarımdı Tur-

gut.  Şimdi  senin  arkadaşların.  Bir  süre  daha  konuştu  Se-

lim’le.  Ona,  giriştiği  işin  güçlüklerinden  bahsetti.  Selim’in

arkadaşlarının  Selim’i  anladıklarından  kuşkusu  olduğunu

söyledi. Onlarla yaptığı konuşmaları uzun uzun anlattı. Se-

ni nereye kadar tanıdıklarını bilmiyorum. Belki de seni ol-

duğundan  çok  başka  türlü  tanıtıyorlar  bana.  Kuşun,  kur-

dun  elinde  kaldım  Selim.  Bana,  onları  daha  önce  tanıtma-

lıydın.  Onlar  hakkında  bir  fikrim  olmalıydı.  Karanlıklar

içindeyim. Bu insanları ne kadar sevmiş olduğunu bile bil-

miyorum. Hepsi de, benim gibi, belirli bir yönüyle tanıyor-

lar seni. Birçok Selim var ortada. Bunları nasıl birleştirsem?

Bunu yapabilmek için hangi kitapları okusam? Bana, o gü-

zel aydınlatıcı programlarından çizebilseydin. Salı günü ne

yapmalıyım? Çarşamba günü nereye gitmeliyim? Perşembe

günü  hangi  kitabı  okumalıyım?  Ne  zaman  yemek  yemeli-

yim? Ne zaman uyumalıyım? Arada boşluk bırakma sakın.

Tehlikeli oluyor benim için. Rüyalardaki gibi hep benim ya-

nımda  ol.  Yanlış  bir  söz  ederlerse  beni  uyar  hemen.  Sağlı-

ğında  seni  dinlemezdim  belki.  Sen  gene  de,  alınıp  hemen

kaybolma. Yoksa ben de kaybolacağım. Kayboluyorum. Ya-

şamak, ölmek gibi değil. Bazı zorlukları var bir kere. Daha

çok tehlike karşısında insan. Çoğunlukta değiliz. Ezilebili-

379



riz. Biz... Biz demeye hakkım var mı dersin? Seni, beni, se-

nin  insanlarını  hep  bir  arada  düşünebilir  miyim  acaba?

Yoksa, beni aranıza almıyor musunuz? Çabalarımı gelip ge-

çici  mi  kabul  ediyorsunuz?  Çırpınışlarımın  sizinle  ilgisi

yok mu? Beni nasıl değerlendiriyorsun? Değerlendiriyorsu-

nuz? Ben de başarılarımı bırakmalı mıyım yoksa? Söyle ba-

na,  arkadaşlarının  arasında  bu  meseleye  benim  gibi  eğilen

var mı? Yoksa, bu bir yaratılış meselesi mi? Bazıları anadan

doğma  mı  öyledir?  Sonradan  olmalar  kabul  edilmiyor  mu

aranıza?  Selim  de  ona,  böyle  bir  mesele  olmadığını,  böyle

bir ayrımın yapılmadığını, önce girenlerin sonraya kalacağı-

nı, yeni girenlere öncelik tanınacağını anlattı. Böyle bir me-

selenin de insan sezmedikçe var olmadığını, elle tutulur bir

gerçekliği  bulunmadığını  belirtti.  Aralarına  adam  almakta

güçlük çıkardıkları hakkındaki söylentiler doğruydu. Fakat

tutunamayanların, bu kadarcık bir titizlik göstermesi de ya-

dırganmamalıydı.  Sahtekârlar  türemişti.  Tutunamayanlara

gösterilen  bazı  kolaylıklardan  yararlanmak  istiyorlardı.  Ne

gibi kolaylıklar Selim? Karısının sesini duydu: “Ne yapıyor-

sun  canım?”  Uykulu  bir  ses.  “Güneşin  doğuşunu  seyredi-

yorum.”

Şantiyede işler çabuk yoluna girdi. Gene de bir gün önce-

ki düzen bozulmuştu işe başladıkları sırada. Sevgili kardeş-

lerim:  benim  yokluğumu  bütün  kalbinizle  duyduğunuzu

belirtmek için çalışmanızın yalnız benim varlığıma bağlı ol-

duğunu  gösterdiniz.  Her  gün  düzeni  yeniden  kurmamız,

aramızdaki bağlılığın güzel bir belirtisidir.

Esat’ın  sokağına  geldiği  zaman,  Esat  için  günün  henüz

başlamadığı  aklına  geldi.  Bir  an  durakladı.  Kahveye  gire-

mem  ya.  Kaybedecek  vaktim  yok.  Adımlarını  sıklaştırdı.

Kapıyı  Esat  açtı.  Daha  giyinmemişti.  Turgut,  özür  dileyici

380



bir iki söz mırıldandı ve içeri girdi. Yukarı çıktılar: orada da-

ha rahat olurmuş. Elbette. Esat’ın odasına girdiler: Aysel ya-

tağı düzeltiyordu. Turgut’u görünce gülümsedi. Dağınıklık-

tan biraz sıkılmış gibi özür diledi. Aysel’in, daha çok kılığı-

nın  düzensizliğinden  sıkıldığını  anladı  Turgut  ve  görünüşe

aldırmadığını  göstermek  için  de  gitti,  odanın  en  rahatsız

sandalyesine rahat bir tavırla oturdu. Karımdan sakladığım

küçük bir yaşantı. Bu düşünceyi hemen unuttu. Onu daha

rahat bir yere oturttular: yatağın üstüne. Esat, giyinmek için

dışarı  çıktı.  Aysel  de  kayboldu.  Onların  yanında  çevresine

bakmaktan utanıyordu. Arkasına yaslanarak odayı inceledi.

Beyaz badanalı, çatlak duvarlar çıplaktı: ne bir resim, ne bir

takvim, ne de bir raf. Kapının arkasındaki çivilere Esat’ın el-

biseleri asılmıştı: biri koyu, biri açık renk iki takım. Küçük

bir masanın üstünde kitaplar: üniversite kitapları. Bir tanesi

açık  duruyor.  Bir  iki  sandalye,  yerde  bir  kilim.  Kahverengi

boyalı ahşap tavandan çıplak bir ampul sarkıyordu. Selim’in

oyunlarının mizanseni: Bir oda, sahnenin sağında bir kapı.

Solda pencere, bir cumba. Sabah. Oda, yarı karanlık. Genç

adam, aynı zamanda yatak olarak kullanılan divanın üstüne

oturmuş tavana bakmaktadır. Sessizlik. Kapı açılır, Esat gi-

rer. Giyinmiştir. Genç adama kahvaltı edip etmediğini sorar.

Kapı tekrar açılır. Aysel girer. Elinde bir kahvaltı tepsisi tut-

maktadır.  Elbisesini  değiştirmiş,  saçlarını  toplamıştır.  Yü-

zünde hafif bir boya. Böyle daha güzel olmuştur. Genç ada-

ma kahvaltı etmesi için ısrar ederler. Yalnız bir çay içmeye

razı olur. Esat, kitapları bir yana iterek tepsiyi masanın üs-

tüne koyar. Genç adama bardağını uzatır. Genç adam teşek-

kür ederek bardağı alır. Divana oturur. Sessizlik. Aysel, pen-

cerenin yanına giderek perdeleri açar. Oda, yavaş yavaş ay-

dınlanır. Esat kahvaltısını ederken konuşur.

ESAT  (gülerek):  Erken  geldiğiniz  için  sokaklarda  dolaş-

madınız  ya?  Benim  bu  tembelliğim  yüzünden  herkesin

381



kendini suçlu hissetmesi doğru değil. Aslında bunun zara-

rını ben çekiyorum. Erken kalkamadığım için çok imtihan

kaçırmışımdır. Uyanamıyorum, ne yapayım? Oysa, siz mü-

hendisler erken kalkmalısınız, değil mi?

TURGUT  (erken  kalkmakla  iyi  bir  şey  yapmadığını  his-

sederek): Mühendise bağlı.

(Esat  kahvaltısını  ederken  Turgut,  onu  seyreder.  Konuş-

madan, Esat’ın kahvaltısını bitirmesini bekler. Sonra, çekin-

gen bir ifadeyle sorar.)

TURGUT:  Bana,  bir  gün  önce  sözünü  ettiğiniz  oyunlar-

dan bahseder misiniz?

Esat,  masanın  önündeki  sandalyenin  yanından  kalkar,

Turgut’un yanına gelir, yatağın kenarına ilişir. Düşünceleri-

ni toplamak ister gibi, başını ellerinin arasına alır. Bir süre

konuşmazlar. Sonra Esat, ağır ağır anlatır.

“Selim, ilk yıllarda üniversiteden çok sıkılıyordu. Birçok

günler,  evden  çıkınca  doğru  bana  gelirdi.  Ben  giyinip  tıraş

olurken,  günlük  programı  çizerdi.  Program  onaylanınca,

yemek  bakımından  evdekilere  yük  olmamak  için,  bakkal-

dan alışveriş etmeyi teklif ederdi hemen. Bunu, aslında, ev-

dekilerle mümkün olduğu kadar az karşılaşmak için isterdi.

O  sıralarda,  evden  aldığı  harçlıktan  başka  geliri  olmadığı

için, fazla parası yoktu. Ben bu ayrı yemek düzenine itiraz

ederdim: hep birlikte birşeyler yiyebilirdik. Olmazdı; o za-

man her gün gelemezdi. Kısa zamanda bu yemek düzenine

de alıştım. Bütün düzenlerine alıştım. Her sabah kapıyı aça-

rak onu kimseye göstermeden yukarı çıkarma düzenine de

alıştım. Bu düzenlerden biri bile herhangi bir nedenle bozu-

lursa, o gün için kafasında kurduğu bütünlüğün zedelendi-

ğini  hisseder  ve  uzun  süre  kendine  gelemezdi.  Odaya  biri

girse  belli  etmeden  huysuzlanır  ve  tekrar  yalnız  kalıncaya

kadar ‘yaşamazdı’.

“Günlük yaşantımızın ana çizgileri belli olduktan sonra,

382



ikimiz de ceplerimizi boşaltır ve ne kadar paramız varsa ya-

rını düşünmeden ortaya koyardık. Masanın üstüne yığdığı-

mız paralara bakarak: ‘Aptal Carnegie gibi gün geçmez böl-

melerde yaşıyoruz,’ diye sevinirdi. Günlük bütçe yapılır: yi-

yeceğe, sigaraya -ben içmezdim-, gidilecekse sinemaya, mi-

zansen için kaçınılmaz masraflara uygun miktarlar ayrılırdı.

Bütün bu işler gerçek bir ciddiyetle yapılırdı. Mevcut para,

giderler, hep ayrı yazılırdı. Bazen, yazarken, birdenbire gü-

lümser,  başını  kaldırarak:  ‘Bizim  kantindeki  çocuklar  ne

düşünürdü  beni  görseler,’  derdi.  ‘Doktor  Jekyll  ve  Mister

Hyde’ın çocukluk yılları!’

“Evdekiler,  yukarıda  olup  bitenlerle  pek  ilgilenmezlerdi.

Ne yaptığımızı bilmezlerdi. Bu saatler, ikimiz arasında titiz-

likle  saklanan  bir  sırdı.  Yalnız  Aysel,  çocukça  bir  merakla

bizi izlerdi. Selim, onu da, sabırsız bakışlarıyla odadan kaçı-

rırdı.  Büyük  çocukların  oyunlarına  almadıkları,  erkek  ço-

cukların aralarından attıkları küçük bir kız gibi mahzunla-

şırdı  Aysel.  Benim  de,  Selim’den  çekindiğim  için,  sırrımızı

saklamam, onu büsbütün meraklandırırdı. Sonunda Selim,

Aysel’in sessiz baskısına dayanamayarak, kadınlarla başa çı-

kılamayacağını  homurdandı  ve  Aysel  de  kabul  edildi.  Ay-

sel’in  ilk  görevi,  bize  yemek  hazırlamak,  ortalığı  toplamak

gibi, esasa ait olmayan işlerdi.

“Bütçe  düzenlendikten  ve  dengelendikten  sonra  -bazen,

ertesi gün için yedek akçe ayrılırdı- Selim alışverişe çıkardı.

Selim, temizlik yapılmasına sinirlendiğinden, o dışarı çıkın-

ca Aysel odayı süpürür ve eşyaya düzen verirdi. Selim, ge-

nellikle, Aysel’in işi bitmeden onu ‘suçüstü’ yakalar ve sahte

bir gürültü kopararak, kadınları, bütün ciddi işleri, sonun-

da  ev  işi  biçimine  sokmakla,  bütün  oyunları  soysuzlaştır-

makla suçlardı. Aysel, bu saldırıları ciddiye alır ve gücene-

rek  odadan  kaçardı.  Selim  utanır  ve  sıkıntısını  belli  etme-

mek için, Oscar Wilde’ın kadınlar hakkında söylediği iğneli

383



sözleri tekrarlar, kadınlardan yakınırdı uzun süre. Onu, ya

istemediği kadar ciddiye alıyorlar ya da hiç aldırmıyorlardı.

Sonra,  hemen  unuturdu  yaptıklarını.  Başkalarına  yaptıkla-

rını  hemen  unuturdu.  Başkalarına  kötülük  ettiğini  hisset-

menin  acısına  dayanamazdı.  ‘Bütün  öfkelerimi  öyle  içten

duyuyorum  ki,  kimsenin  alınmaması  gerek  bana;  bu  yüz-

den  ancak  beni  beğenebilirler,’  diyerek  şımarıkça  gülerdi.

‘Beni ya şımartın, ya da kapı dışarı edin!’ diye bağırırdı. ‘Ya-

rı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi mi kalacak? Ta-

mam:  bir  kişi  kalsın.’  Sonra  gene  bağırmaya  başlardı:  ‘Ben

günahkârım: bana vurun!’ O günlerde Dostoyevski’yi oku-

yordu.


“Sonra  hemen  mahzunlaşırdı:  ‘Ya  bir  kişi  de  kalmazsa?’

Yanıma  oturur,  titrek  bir  sesle:  Kitaplar  yüzünden  çok  acı

çekiyorum Esat Ağabey,’ derdi. ‘Sanki hepsi benim için ya-

zılmış. Bu kadar insanı birden canlandıramıyorum: hepsini

birbirine karıştırıyorum. Gülünç oluyorum.’ Odayı dolaşır-

dı  inleyerek.  ‘Ben  rezilin  biriyim  ve  rezilliğimi  biliyorum.’

‘Selimciğim,’  derdim,  ‘Kendini  bu  kadar  zorlama.  Karama-

zov’ların bulunduğu şartlar altında değilsin.’ Oyuncağı elin-

den alınmış bir çocuk gibi suratını asardı: ‘Peki, ben etki al-

tında kaldığımı, kitapların beni mahvettiğini nasıl anlataca-

ğım?’  Anlaşılmamaktan  çok  korkardı.  ‘Başkalarından  ayrı

hissetiğimi nasıl belirtsem? Kimse bilmeyecek... Hiç olmaz-

sa mezar taşıma yazın: burada insanlara başka türlü hayran

olan biri yatıyor. Ne türlü? Bir bilsem, ah bir bilsem.’

“Beni tedirgin ettiğini düşünerek, aşırı kibarlık oyununa

başvururdu. Çantasından ders notlarını çıkarır, yatağın üs-

tüne serer ve önce benimle ilgili değilmiş gibi yapardı. Say-

faların  arasına  gömülür,  büyük  matematikçileri  oynardı.

Sonra, benim de büyük hukukçuları oynamamı isterdi: bü-

yük  adamların  yanında,  büyük  adamlar  bulunduğu  için.

Masayı hazırlar, kitabımı açar, kırmızı kalemimi üstüne ko-

384



yarak önümde eğilirdi. Bu denemenin kısa zamanda sonuç

vereceğini, benim, beş on dakika sonra usanarak, ‘onun ar-

zularına boyun eğeceğimi’ bilirdi. Kitabı kapayarak kalkar-

dım: ‘Peki Selim, ne istersen yapalım.’

“Bana zor gelen işlerle başlardı: ‘O halde,’ derdi, ‘Hikâye

yazalım.’ Hikâye defterlerimizi yatağın altından çıkarır, toz-

larını temizler, uzatırdı: ‘Bu günkü konumuz, ihanet ve vic-

dan azabı.’ Sonra hemen yatağa oturur ve başını kaldırma-

dan sürekli yazardı. ‘Ben yazarım, ben yazarım.’ diye söyle-

nirdi arada. ‘Çünkü yazıyorum.’ Ben bir iki satır yazdıktan

sonra yorulur, onu seyretmeye başlardım. İyi bir günündey-

se  bir  sayfa  kadar  yazdıktan  sona  bırakır  ve  yazdıklarını

okurdu.  ‘İhanet  ve  vicdan  azabı’  hikâyesini  hatırlıyorum:

çünkü  bir  hafta  boyunca,  aşağı  yukarı  aynı  şeyleri  yazdı,

yırttı. Tolstoy’un Şavaş ve Barış’ını okuyordu. ‘Adam yüzler-

ce  sayfa  yırtıyormuş.  Biz  de  kendi  çapımızda  katılıyoruz

ona. Gorki’ye göre, Tolstoy insana baktığı zaman bin gözü

varmış gibi gelirmiş. Bizim bir sayfa yırtmamız gene iyi.’ Ya-

zarlık konusunda ciddi görünmekten korkardı. ‘İşi gülünç-

lüğe vurup, kurtarıyorum kendimi,’ derdi.

“Hikâyedeki  vicdan  azabı,  canlı  bir  varlıktı.  Yanılmıyor-

sam dört ayaklıydı. Evet. Daha önce iki ayaklıymış da, vic-

dan  azabından  dört  ayak  üzerinde  sürünmeye  başlamış.

Okurken,  elindeki  kâğıdı  birden  bırakır  ve  halının  üstüne

çömelerek vicdan azabını taklide başlardı: ‘Dickens da, ka-

labalığın  önünde,  romanlarındaki  kahramanları  taklit  ede-

rek okurmuş kitaplarını. Bu yüzden epey para yapmış.’ Ay-

nı zamanda, yedi çocuk babası bir adam var hikâyede. Dı-

şarda kar yağıyor ve adam aç. İçerde yalnız başına oturuyor

vicdan  azabı.  Bir  türlü  pirzolasını  yiyemiyor:  dışardaki

adam  yüzünden.  Sonra,  Şehvet  Kurbanları’ndan  bir  sahne

giriyor araya. Onu pek iyi hatırlamıyorum. Galiba beyaz sa-

kallı bir ihtiyar da kar altında bekliyor. Sonra, vicdan azabı

385



sahneye çıkıyor. Bu bölümün başlığı: Vicdan azabı sahnede.

Yedi çocuk babası adama bakabilmek için, onun çocukları-

nı  doyurabilmek  için  sahne  hayatına  atılıyor  vicdan  azabı.

Perde açılıyor. Sahne boş. Soldan, kulisten, bir adam görü-

nüyor,  yerde.  Adam,  yavaş  yavaş  sahneye  çıkıyor,  sürüne-

rek. Yedi çocuk babası adam da sağdan çıkıyor ve yerde sü-

rünen adama eğilerek soruyor: ‘Sen kimsin?’ Yerde sürünen,

son bir gayretle cevap veriyor: ‘Vicdan azabı’, ve ölüyor. Pi-

yes  burada  bitiyor.  Hikâyenin  nerede  bittiği  belli  değil.

Çünkü  Selim  burada  bıraktı.  Yok,  biraz  daha  yazdı  galiba.

Oldukça  para  yapıyorlar  bu  oyundan.  Fakat  baba,  parayı

eve  götürmüyor.  Bir  bar  kadınına  yediriyor.  Burada  gene,




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin