01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

at Mathematicians - Büyük Matematikçilerin Küçük Tarafla-

rı”  adlı  eserinde  ileri  sürülen  görüşü  de  belirtmeden  geçe-

meyeceğiz. Spiral’e göre, Speare -Solomon’un soyadı, çeşitli

biçimlerde yazılıyor- önceleri matematik ve felsefeye merak

sardığı halde, yirmi yedi yaşından sonra maddi endişelerle

ve -“Loves and Adventures of Secondary Biblical Heroes, Ab-

raham Talmud, New York, 1916” adlı tarihi etütte belirtildi-

ği  gibi-  kabilenin  matematik  üstadı  Eliah  Infinitsimiah’ın

güzel kızını kendisine vermemesi üzerine matematikten so-

ğuduğu  için  bir  süre  kargı  yapımı  ile  uğraşmış.  Tanınmış

psikolog Erich Freum ise, daha sonraki yaşantısıyla içe dö-

nük  bir  insan  izlenimi  uyandıran  Solomon’un  saldırgan

amaçlara hizmet edemeyeceğini ileri sürüyor ve kargı yapı-

mıyla  ilgili  hikâyeyi  tamamen  bir  “hayal  ürünü”  bularak

reddediyor. Otto Spender de, Infinitsimiah’ı öldürme arzu-

sunu  bilinçaltında  duyabileceğini  belirterek,  bu  duyguyu

başka  bir  yöne  çevirmek  amacıyla  kargı  yapımcılığını  seç-

mesini  Solomon’un  iç  gerçeklerine  uygun  görüyor.  Ayrıca,

kabilenin savaşçı sınıfıyla ilişkiler kurarak, karşılık görme-

yen  aşkını  politik  bir  yöne  çevirdiğini  sözlerine  ekliyor.

Gerçekten  de,  savaşçı  sınıfın  yardımıyla  bir  “Coup  d’état”

yaparak kabile başkanlığına geçtiği hususunda sağlam bel-

geler var elimizde. Anlaşılan Speare, kitabını elinden düşür-

mediği filozof Emeritus’un “Silahları ellerinde bulunduran-

lar, bir gün milletlerin kaderine sahip olacaklardır” ilkesini

bütün kalbiyle benimsemiş.

Kabile  başkanlığını  ele  geçirdikten  sonra  (elli  dokuz  ya-

şındaydı; mücadele uzun sürmüştü.) Ahd-i Atik’teki birçok

kral gibi dört kere evlenen Shlomoh Speare, on dört çocuk

sahibi oldu. Mizahla başının hoş olduğuna dair elimizde bir

kayıt bulunmadığı için, kendisinden önce üç tane Solomon

gelmediği halde, birdenbire Solomon IV adını almasının ne-

deni  pek  anlaşılmıyor.  Ayrıca,  yalnız  kralların  numaralan-

140



ması  âdet  olduğu  bilinirken,  küçük  bir  kabile  başkanının

karşımıza dördüncü bir Solomon olarak çıkması da inanılır

gibi değil. Yahudiler hakkında oldukça alaylı bir tarih yaz-

mış olan İbni Kelami, bu sayının, Shlomoh’un dördüncü sı-

nıf  bir  lider  olmasından  çıktığını  söylüyor.  Söylentileri  bir

yana bırakarak, tarihî belgelerle konuşmak gerekirse, ince-

lememizi, ciddi ve güvenilir Alman tarihçilerinin bilgilerine

dayandırmak yerinde olacaktır. Aynı zamanda Araplar hak-

kında da dikkate değer görüşler ileri sürmüş olan Heinrich

Roetke,  Shlomoh  Speare’nin  (Roetke  de  Solomon’un  soya-

dını böyle yazıyor) Milattan Önce 550 ile 540 yılları arasın-

da Kudüs’te başgösteren karışıklıklardan yararlanarak sekiz

ay kadar krallık ettiğini yazmak suretiyle meseleye biraz ol-

sun ışık tutuyor. Böylece Solomon, karanlık kabilesinin ba-

şından,  birdenbire  krallığa  yükselmiş  oluyor.  Son  yıllarda

yaptığı  kazılara  dayanarak  yazdığı  kitabın  (Die  Geist  der



Mesopotamia, Berlin, 1958, Bild I) en son bilgileri taşıması

gerektiğine göre bu ihtimal üzerinde de durmalıyız.

Roetke’ye göre, bu iktidarın kısa sürmesinde Shlomoh’un

kişiliğindeki  kararsız  ve  çelişik  yönlerin  büyük  payı  var.

Ordunun  desteğini  sağladığı  halde  onları  tutmasını  bilme-

miş.  Ordunun  ve  şartların  sayesinde  kral  olduğunu  unut-

muş görünüyor. Devlet parasıyla, kıyıda köşede kalmış bü-

tün  kitaplarını  yayımlatmış.  En  kötüsü,  Araplara  yapılan

gizli  bir  silah  satışına  adı  karışıyor.  Tahtını  terketmek  zo-

runda kalıyor.

Bu durumda tekrar kabilesinin başına geçmek ağırına git-

miş olmalı ki, ailesini yanına alarak Antioch (Bugünkü An-

takya)  dolayına  yerleşiyor.  Burada  kendini  matematik  ve

felsefeye  veriyor.  Yalnız,  bu  arada,  yazdığı  felsefi  bir  şiirin

resmî  makamları  tedirgin  etmesi  üzerine  Adalara  kaçmak

zorunda kalıyor. Şiirin tehlikeli bir yönü yok. Bugün kimse

başını  çevirip  bakmıyor  böyle  “tehlikelere.”  Ayrıca,  o  za-

141



man da Solomon hakkında kovuşturma yapılmamış. Fakat,

aslında çok kuşkulu bir insan bu Shlomoh. Bir yandan hü-

kümetin hoşuna gitmeyeceğini bile bile böyle şiirler yazma-

ya cesaret ediyor, bir yandan da alabildiğine korkuyor. Başı-

na  gelenler  de  herhalde  sinirlerini  çok  bozmuş  olmalı  ki,

bugün hiçbir savcıyla insanın başını derde sokmayacak (ve

edebî zevk bakımından oldukça tenkite uğrayacak) masum

bir şiir yüzünden Kıbrıs’a sığınmış. Oysa, Antakya’nın felse-

fe çevrelerinde adı duyulmaya başlamış o sıralarda. Olayın

en acıklı yönü de bu şiiri, toplum meselelerine ilgisini kay-

bedip tek insana yöneldiği bir devresinde yazması. Toplum-

sal yaşantıya bir zamanlar bir katkısı olduğunu unutmamış

demek. Şiirin Türkçe’ye tercümesi aşağı yukarı şöyle:

Mükemmel bir daire çizilemeyeceği gibi,

Aklın ve tecrübenin de insanı idaresi kolay değil.

Tanrı çizmiyor her zaman kaderimizi;

Madde ve ruh arasına çizilen sınırdaki kesinlik yok.

Büyük ihanetler pençesinde tutuyor insanı,

Büyük karışıklıklardan kaçtığı yerlerde bile.

Bence, tatsız tuzsuz bir şiir. Galiba İbranicesi denildiğine

göre  biraz  daha  iyiymiş.  Özü  bakımından  da  tutulur  yanı

yok.  Felsefenin  ilkelerini  bildiği  hakkında  şüphem  var

Shlomoh’un.  Matematiğin,  felsefi  meselelerdeki  payını  da

çok büyütmüş ayrıca. Madde ve ruh arasındaki kesin sınırı

çizmesi de henüz insana yönelmeyi bilmediğini açıkça gös-

teriyor. Elbette, resmî makamlar, bu noktalar üzerinde fazla

durmamışlardır. Daha çok, “Tanrı’nın kaderimizi çizmeme-

si”  ve  “büyük  karışıklıklardan  kaçılan  yerde”  (burası  An-

takya olacak) “büyük ihanetlerle karşılaşılması” gibi sözlere

takılmış olacaklar. Atalarımdan biri olduğu için, fazla yük-

lenmek istemiyorum adama.

142



Speare’nin bundan sonraki hayatı (herhalde başka bir şey

yapmak  imkânı  kalmadığından  olacak)  büyük  bir  sadelik

içinde geçmiş. Önemli kitaplarının hemen hepsini bu dev-

rede  yazmış.  Eserlerinin  yetmiş  cilt  kadar  tuttuğu  söyleni-

yorsa da, elimize geçenler, matematik hakkında bir iki de-

neme ile “Hikmet ve İktidar” adlı bir diyalog. Bazı bakım-

lardan, çağına göre ileri düşünceler taşıyan bu son kitap ol-

dukça ilginç. Bir yerinde, yalnız tek bir kadınla evlenmenin

gereği  hakında  sözler  bile  var.  Genellikle,  iktidardakilere

tavsiyelerle  dolu  bu  kitap.  Irk  ve  toprak  bakımından  ayrı

özellikleri olan toplulukların bugünkü içişleri ve tarım ba-

kanlıklarını içine alan bir örgütün kurulmasıyla uzlaştırıla-

bileceği ileri sürülüyor.

Shlomoh IV, seksen iki yaşında, bahçesine yeni bir fidan

dikerken ani bir kalp durması sonucu ölmüş. “Kargı”nın ai-

le adı olması da Kıbrıs’ın Türkler tarafından ele geçirildiği

günlere rastlıyor. Gene adı Shlomoh olan aile başkanı, mal

ve mülkünü koruma endişesiyle bu soyadını almış. Sonra-

dan  adı  Müdebbir  Süleyman’a  çıkan  bir  adam  hakkında

başka  bir  söylenti,  bizi  Mezopotamya’nın  kumlarından  Al-

taylar’ın sarp tepelerine götürüyor.

Orta Asya Türklerinin yaşayış ve törelerini, bugüne kadar

bilinen  biçiminden  çok  farklı  bir  açıdan  ele  alarak  açıkla-

yan ve son yıllarda, bu meseleye hayatlarını adamış birçok

Türkologu şaşkına çeviren “Ortu Alga yazıtları” olayını an-

latmak  istiyorum.  Bu  yazıtlarda  da  (garip  bir  rastlantı  ola-

cak) bir Süleyman Kargı var.

Antropoloji  uzmanları  dışındakilerin  sadece  bir  gazete

haberinden  ibaret  sandıkları  Ortu  Alga  Yazıtları  meselesi,

büyük  yankılar  uyandırmış  -Avrupa  bilim  çevrelerinde  el-

bette- ve çeşitli yorumlara yol açmıştır. Gazetelerimizdeyse

sadece şu kısa haber çıkmıştı:

“Haber aldığımıza göre, halen Özbekistan Sosyalist Cum-

143



huriyeti  sınırları  içinde  olan  Ortu  Alga  mevkiinde  birlikte

kazı  yapan  Alman  ve  Rus  arkeologları,  önce  bir  tepe  sanı-

lan, fakat kazının ilerlemesiyle, büyük taş yazıtların üst üs-

te konmasıyla meydana geldiği anlaşılan, takriben elli met-

re  yüksekliğinde  bir  yığın  bulmuşlardır.  Gök-Türklere  ait

olduğu sanılan yazıtların incelenmesine başlanmıştır.

Haberi veren ajansın, ne tarih ne de arkeolojiden anlayan

bir muhabiri bulunmadığı için kazı yerine kimseyi yollaya-

mamış; incelemelere katılmak isteyen Türk bilim adamları-

na da Dışişleri Bakanlığı gerekli vazifeyi vermemişti. Tabii,

olayın bu kısmı, basından ve dolayısıyla halktan gizli tutul-

muştu. Oysa, bu kazı ve sonuçları hakkında Avrupa gazete-

lerinde  ve  bilimsel  dergilerinde  çıkan  yazılarda  Bakanlığın

bu tutumundan alaycı bir dille bahsediliyordu. Yabancı dil

bilen muhalif milletvekillerinden biri de tüccar bir arkada-

şının  işini  bakanla  konuşmak  üzere  Sanayi  Bakanlığı’nın

bekleme salonunda oturduğu sırada, önündeki masada du-

ran dergileri karıştırmaya başlamış ve olayı böylece öğren-

mişti. İşini bitirdikten sonra derhal meclise koştu ve bir so-

ru  önergesi  vererek  kazılara  neden  katılmadığımızı  hükü-

metten sordu. Önergenin görüşülmesi sırasında da olaydan

Dışişleri  Bakanını  sorumlu  tutarak,  kazılara  katılmamızın

milletlerarası itibarımızı artıracağını ve kendimizi tanıtmak

bakımından milyonlar sarfıyla elde edemeyeceğimiz bir fır-

satı  kaçırdığımızı  ileri  sürdü.  Ne  var  ki  vize  verilmemesi,

kanunlara uygundu ve muhalefete de yeni bir kanun teklifi

getirmekten  başka  yapacak  bir  iş  düşmüyordu.  Mesele  ka-

pandı.


Meclisteki  görüşmelerde,  yazıtların  mahiyeti  hakkında

bir  söz  edilmiyordu.  (Muhalif  milletvekili  -önerge  sahibi-

makalenin yalnız baştarafını okumuştu.) Durum ilgimi çek-

tiği için bu dergileri bularak okumaya başladım.

Kazının başlarında birçok yazılı taş bulunduğu halde, ka-

144



zı ilerledikçe taş yerine toprak çıkmaya başlamış. Kazıyı yö-

netenlerin  çalışmaları  durdurmak  istedikleri  bir  sırada  on-

ları seyreden ihtiyar bir köylü (yüz altı yaşındaymış) neden

işi  yarım  bıraktıklarını  sormuş.  Taşların  bittiğini  anlatmış-

lar ona. “Ne üzülüyorsunuz?” demiş. “Bizim evin duvarla-

rında çok taş var. Onları alın isterseniz.” (Anlaşıldığına gö-

re özel mülkiyet hırsından gerçekten kurtulmuş bir köylüy-

müş bu.) Önce gülmüşler; fakat köylü ısrar ediyormuş. So-

nunda,  biraz  da  dinlenmek  amacıyla,  köylünün  evine  git-

mişler ve hayretle bütün bahçe duvarlarının ve evin aynı taş

yazıtlardan yapılmış olduğunu görmüşler.

Köylü, durumu, aşağıdaki basit olayla açıklamış:

1917 ihtilalinde, en hareketli ve kimin iktidarda olduğu-

nun  bilinmediği  günlerde,  belli  olmayan  bir  nedenle  (Çar

ordularına yardım için deniyor) Ortu Alga yakınlarında bu-

lunan Orta Anadolulu bir tüccar, yanındaki adamlarıyla bir-

likte bu tepenin yanından geçiyormuş. O sırada adamların-

dan biri son dakikalarını yaşıyormuş. Biraz sonra da ölmüş.

Hastalığının  tifüs  olması  ihtimalinden  çekinerek  (şehirde

hepsinin  karantinaya  alınmasından  korkuyorlarmış)  ölüyü

bu tepeye gömmeye karar vermişler. Fakat daha bir iki kaz-

ma vurur vurmaz, taşlar ortaya çıkmaya başlamış. Tepenin

neresini yoklamışlarsa, durumun aynı olduğunu görmüşler.

Her  yerin  taş  dolu  olduğunu  anlayan  Orta  Anadolulu  tüc-

car, hemen ölüyü başka bir yere gömdürerek, adamlarını te-

pede bırakmış ve doğru kasabaya koşmuş. Kasabada henüz

Çarın adamları iş başındaymış. İdarecilere biraz da para ve-

rerek tepede bir taşocağı açma ruhsatını kolaylıkla almış ve

hemen kazıya girişmiş. Çevre köylere ve iki hükümet inşa-

atına  bir  hayli  taş  satmış.  Fakat  Kızılordu’nun  yaklaşması

üzerine korkuya kapılarak ocağı acele kapattırmış ve inşa-

atların  temellerinden  çıkan  bir  kısım  toprağı  da  üstüne

döktürerek  tepeyi  mümkün  olduğu  kadar  eski  durumuna

145



getirmeye  çalışmış.  Köylüler  de,  taşları  ellerinden  gider

korkusuyla durumu yeni hükümete bildirmemişler.

Arkeologlar,  hemen  çevre  köyleri  araştırmaya  koşmuşlar

ve kısa bir süre sonra da yazıtların hemen hepsini toplama-

yı başarmışlar. Fakat, yazıları okumak kolay olmamış. Bili-

nen Gök-Türk yazılarına benzemiyormuş bunlar. Sanki ya-

zanlar  bunların  anlamının  bilinmesini  istemiyormuş.  So-

nunda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne göre, Sov-

yet; Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne göre de Alman bil-

ginleri şifreye benzeyen yazıları çözmüşler.

Yazıtın  adı:  BİLİG-TENÜZ;  Bilgi  Denizi  anlamına  geli-

yor.  Yazıyı  okudukça  bunun,  bugünkü  ansiklopedilere

benzer bir şey olduğunu görmüşler. Taşların toplamı -kay-

bolanlar dışında- bugünkü kitap sayfasıyla on iki bin sayfa

ediyor  ve  bu  hacmiyle  dünya  ansiklopedileri  arasında  ye-

dinci sırayı alıyor. Bundan iki bin on dört yıl önceki bilgi-

leri  kapsadığı  düşünülürse,  birinci  sırayı  alıyor  demektir

benzerleri  arasında  (eğer  bir  benzeri  bulunursa).  Bilig-Te-

nüz hakkında okuduğum birçok makaleden ve eserin İngi-

lizce’ye tercümesi üzerinde bizzat yaptığım incelemelerden

bahsetmek  istiyorum.  (Bu  eserin  bir  an  önce  Türkçe’ye

çevrilmesinin  yararlı  olacağı  kanısındayım.)  İngilizce  ter-

cümenin  -The  Ocean  of  Wisdom,  translated  from  Gok-

Turkish  by  Alexander  William  Barnett,  Oxford  University

Press- önsözünde belirtilen bir noktaya değinmeden geçe-

meyeceğim.

Yüzyıllardan  beri  sürüp  gelen  ve  “Neden  Batılılaşmıyo-

ruz?”  “Neden  Her  Şeyi  Kendimize  Benzetiyoruz?”  “Neden

Yüzyıllardır  Denenmiş  Uygulamaları  Yapımıza  Uyduramı-

yoruz?” gibi makale ve kitapların sorularına kesin bir karşı-

lıktır Bilig-Tenüz. Yazıtı incelemeye başlayanlar, hemen bu-

nun  gibi  birçok  sorunun  karşılığını,  Bilig-Tenüz’ün  deyi-

miyle  tümaçtarsız  (yani  tümüyle  açık  seçik  ve  tartışmaya

146



yer  vermeyecek  biçimde)  bulacaklardır.  Önce,  neden  Batı

kültürünü  alıp  soysuzlaştırdığımızı  sanıyoruz?  Batı,  bizim

kültürümüzü alıp soysuzlaştırmış olmasın? Tanzimatla bir-

likte başlayan “Garplılaşma” hareketleri, bir kültürün kötü

bir biçimde kopya edilmesi mi demekti? Yoksa, biz, aslında

gene  atalarımızdan  miras  kalan  bir  medeniyete  mi  dönü-

yorduk? Bilig-Tenüz’ü inceleyenler göreceklerdir ki, biz, ye-

ni  uygarlığımızın  asıllarını  teşkil  eden  bütün  kurumları,

akımları  ve  düşünceleri  yeni  bir  biçime  sokarken  bir  keş-

mekeş ve bilmezlik içinde değildik; kökü ta iki bin yıl ön-

cesine  dayanan  ve  her  noktası  akıllara  durgunluk  verecek

bir  biçimde  hesaplanmış  olan  bir  bilimselliği  sürdürüyor-

duk. Yoksa ayakta kalabilir miydik?

Bilig-Tenüz’ün  temellerini  attığı  tarihi  gelişim  planımız,

bugün bile bir tek taşını yerinden oynatamayacağımız, mu-

azzam bir abidedir. Bu abidenin gelişiminde rastlantıya yer

yoktur.  Ansiklopedinin  ‘U’  harfinde  “us-akıl”  maddesi,  şu

kısa şiirle ne kadar büyük bir gerçeği belirtiyor:

Tanrı usıg baştan alır

O tuşinir yerge çünki

Yani Allah aklımızı başımızdan aldı ama, bizim yerimize

düşünmek için yaptı bunu. Bu sözde ne kadar çok gerçeğin

birden gizli olduğunu söylemeye bilmem ihtiyaç var mı?

Bilig-Tenüz’ün  birçok  bölümünü,  devrin  bilim  ve  özbil-

genlik  (felsefe)  alanında  ün  yapmış  Salman  Kargu  adlı  bir

düşünür yazmış. Kargu’nun yaşamı hakkında fazla bir bilgi

edinemedim. Salman da, Bilig-Tenüz’ün başka yazarları gibi

karanlıkta  kalmayı  uygun  görmüş.  Yalnız,  giriş  kısmında,

Ansiklopedinin  bütün  ortak  yazarları  gibi,  bir  iki  mısrayla

kendinden söz ediyor:



147


Salman gerek ününü acuna, Salman

Kargun saplanmalı bilmez bağrına.

Yirmi yüzyıl geçse gene aradan,

Çalman gerek kara bu kez bağrına.

Burada,  bilmez,  cahil  anlamına  kullanılmış.  Ancak  yüze

kadar saymanın bilindiği bir çağda, bu sayının yirmi katını

kullanarak  günümüzün  tarihine  kadar  düşünmesi,  Sal-

man’ın ileri görüşlülüğünü ne güzel belirtiyor. Bağrına kara

çalmak,  o  günün  bilim  adamlarının  tanınmasına  yardım

eden bir işaret olsa gerek. Ya da ak, bilmezliği, kara, bilgeli-

ği belirttiğine göre, bağrında kara olması, bir insanın içten,

yürekten gelen bir bilim sevgisini gösterebilir.

Salman Kargu, Ansiklopedinin D,K,M,T ve Z bölümlerin-

de yirmi kadar maddenin yazarı olarak görünüyor. Bunların

arasında:  Dikenli  Bitkiler,  Doğruluk,  Duvarcılık,  Kargı  ve

Sivri Uçlu Pusatlar, Kartal, Kıskançlık, Kurum, Kümes Yara-

tıkları (hayvanları), Masal, Moğollar, Tartı, Tefecilik, Tenüz,

Zenginlik, Zorbilim (cebir) gibi konuları sayabiliriz. Anlaşıl-

dığına göre, Salman’ın ilgilendiği alanlar geniş; özellikle ma-

tematik, biyoloji ve teknik bilimler ağır basıyor. Her sayının,

kendinden  önce  gelen  sayıdan  bir  fazla  olduğunu  ve  birle

bölündüğü  zaman  mutlak  eşdeğerini  verdiğini  ve  sayıların

saymakla  tükenmeyeceğini  bulmuş.  Yanlış  tartı  araçlarının

anlaşılması için de kılgın bir yöntem öne sürüyor. “Tanrı’nın

kılgın kanıtlanmasının zorbilim yöntemleri ve yer ölçümsel

(geometrik)  çizimlerle  bulunmasına  giriş”  adlı  denemesi

(Tanrı maddesinde), sonsuz kavramının o çağda bilinmeme-

si nedeniyle, biraz havada kalıyor. Yalnız, bu doğaötel (meta-

fizik) deneme içinde, eliptik konumdaki (Salman “yumurta-

sal” diyor “eliptik” için) biçimlere dıştan teğet çizilmesi için

kılgın bir yöntem kullanmış ve daha önceki matematikçile-

rin eserlerinde rastlanmayan yeni bir çözüm getirmiş.



148


Salman, Bilig-Tenüz’e yaptığı bu büyük katkıdan sonra -

inanılması  gereken  bazı  Pers  kaynaklarına  göre-  İran  Şa-

hı’nın  daveti  üzerine  Tebriz’e  yerleşmiş.  Bununla  birlikte,

Ortu  Alga,  Tebriz  ve  Isfahan’da  bulunan  üç  mezarına  ek

olarak  bir  de  Çorum’da  bir  türbesine  rastlanması,  Kar-

gu’nun Orta Asya’dan, doğru Anadolu’ya geldiği ihtimalini

de  düşündürüyor.  Birden  fazla  Kargu  bulunması  da  müm-

kün  ki,  bu  teoriden  -meseleyi  daha  fazla  karıştırır  endişe-

siyle- şimdilik vazgeçiyorum.

Ben, bu Kargılardan (ya da Speare’lerden) hangisinin so-

yundan geldiğimi bilmiyorum.

Mısra 10: Tutunamayanların...




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin