01 tutunamayanlar


Dördüncü Bölüm 547



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə25/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

545


Dördüncü Bölüm

547


17

Salon-salamanjede  oturuyorlardı.  Hizmetçi  sofrayı  toplu-

yordu;  Nermin,  küçük  kızı  Tuna’nın  ağzını  siliyordu;  Tur-

gut, karısının ona yeni aldığı rahat koltuğuna gömülmüştü;

büyük kızı Sevgi, halının üstüne oturmuş, avucunda sıktığı

kalemle,  bir  resim  defterini  büyük  bir  özenle  karalıyordu;

radyoda kimsenin dinlemediği bir adam konuşuyordu; sesi-

nin tonundan, faydalı birşeyler söylediği anlaşılıyordu; Tur-

gut, rahat koltuğundan uzattığı ayağıyla Sevgi’nin bacağına

dokunuyordu; Sevgi: “Yapma baba; işim var, rahat bırak be-

ni,”  diyordu;  saat  dokuza  geliyordu:  Turgut’un  canı  sıkılı-

yordu. Nermin, yüzü temizlenirken o güzel yemek kokula-

rının yerine ağzına acı bir sabun tadı ve burnuna keskin bir

sabun kokusu geldiği için yüzünü buruşturan Tuna’yı kuca-

ğına aldı, çocuk, hoşnutsuzluğunu belirten sesler çıkarıyor-

du. Kızı, babasının yanına getirdi; havada Turgut’un yüzüne

doğru uzattı. Turgut, küçük kızın yanağından öptü ve ona

iyi geceler dileyen, anlaşılmaz bir iki söz mırıldandı; ya da

dudaklarını oynatarak mırıldanır gibi yaptı. Tuna için ikisi

549



de  farketmiyordu;  yatağa  götürülme  töreninin  başladığını

sezmişti;  onun  için  bu  kadarını  anlamak  yeterdi.  Annesi

onu geriye çekerken karşı koyduğunu belirtmek için, boş-

luğu  küçük  bacaklarıyla  tekmeledi.  Fakat  bu  çırpınma  da

bir  işe  yaramadı;  havada  yaptığı  yolculuğa  devam  ederek

kendini hizmetçinin kollarında buldu. Halılar ve parkelerle

dolu  yerde  birkaç  adım  atmaya  başladığı  halde,  adamdan

sayılmayıp  uçarak  taşınması,  ona  yapılabilecek  en  büyük

hakaretti.  Kaşlarını  çatarak,  bu  davranışı  sessizce  protesto

etti. Fakat hızla yatak odasına götürüldüğünü ve karşı koy-

manın  anlamsızlığını  sezince,  koridorda  kaybolmadan  ön-

ce, elini babasına sallayarak hiç olmazsa görevini yerine ge-

tirmeye çalıştı.

Sevgi, babasının ayağını uzatmasına karşı son tedbir ola-

rak  tırnaklarını  Turgut’un  etine  batırdı.  Turgut,  sıçrayarak

ayağını geri çekti: yaptığı hareketi unutmuştu. Gözlerini ki-

taplığına dikmiş düşünüyordu. Sevgi, ayağa kalkarak baba-

sının yanına geldi, resim defterini uzattı. “Şimdi bunlar ne

demek oluyor?” diye sordu Turgut. Bu çocukluk da ne za-

vallıca  bir  durumdu.  Düz  bir  çizgi  çizebilmek  için  yıllarca

uğraşmak gerekiyordu. Bütün iş çizgide, diye düşündü. Gü-

lümsedi.  Belki  de  bütün  hayatınca  düz  bir  çizgi  çizemeye-

cekti.  Sevgi,  parmağını  çizgiler  üzerinde  dolaştırarak  neler

yapmak  istediğini  anlatıyordu:  bu  yuvarlak,  adamın  kafa-

sıydı; altındaki daireler de elbisesinin düğmeleri. Ne kadar

çok düğmesi vardı bu elbisenin: tam dokuz tane. Sevgi do-

kuza kadar sayabiliyordu. Bir erkeğin elbisesinde bu kadar

düğme olur muydu? Olurdu: canı öyle istemişti. Her şeyin

bir  açıklaması  vardı!  Adamın  gülümseyen  ağzı,  yüzünün

biraz  dışında  kalmıştı;  yüzünün  biraz  dışında  gülüyordu

adam. Adamın bacakları, elbisesinin içinde bir yerden başlı-

yordu.  Kolları?  Kolları  görünmüyordu:  elbisesinin  içinde

kalmıştı. Kolsuz ve bol düğmeli adam çok büyüktü: bu ne-

550



denle ağaçlar, evler, eşyalar, adama karışmıştı. Her şeye bur-

nunu  sokmuştu  adam.  Ne  yazık  resimde  gerçek  bir  burnu

yoktu. Neden evler küçüktü? Sevgi, ellerini iki yana açarak

bu  çaresizliğin  de  nedenini  açıklıyordu:  kâğıt  küçük  gel-

mişti.  Bir  daha  evlerden  başlamalıydı  işe.  Peki,  bu  karala-

malar neydi? Kalemi bastırarak neden kâğıdın orasını bura-

sını  karartmıştı?  “Aman  babacığım  anlamıyorsun  işte.  On-

lar da süs.” Şimdi ne yapmalıydı? Aklına bir şey gelmiyor-

du. Babası bulmalıydı ona ne çizeceğini. Hayır, öyle de yap-

mamalıydı; temiz bir sayfaya önce babası çizmeliydi. Gayet

güzel bir elbise giymiş, saçları kıvrılmış bir kız çocuğu isti-

yordu. Elbisesinde de tam altı düğme bulunmalıydı: annesi-

nin elbisesi gibi. Turgut, önce bu teklife yanaşmadı: akıldan

çizmeliydi Sevgi. “Baba, ne yapayım? Aklıma hiçbir şey gel-

miyor ki.” Turgut razı oldu sonunda. Sevgi, gülerek, ellerini

sallayarak, babasının çizişini seyretti. Sonra defteri aldı. Ya-

pacağı  resmi  babasına  beğendirebilmek  için  resim  malze-

mesini, yeni toplanmış olan yemek masasına taşıdı. Sandal-

yenin üstüne çıktı, başını resmin içine sokarcasına çalışma-

ya başladı.

Nermin,  Turgut’un  karşısındaki  koltuğa  oturdu,  Tur-

gut’un yere bıraktığı gazeteyi aldı, karıştırdı; gelişigüzel bir

yerinden  okumaya  başladı.  Turgut,  kımıldamadan  oturu-

yordu. Turgut Özben: iki çocuk sahibi. Gerçek mühendisle-

rin kız çocuğu olurmuş. Başını hafifçe öne eğerek, karısının

okuduğu  sayfalara  baktı.  Turgut  Özben:  evli  ve  iki  çocuk

sahibi. Çocuklarının babası ve karısının kocası. Evin erke-

ği. Erkek kuş. Sabahları penceresinden uçar gider ve bütün

gün eşiyle çocuklarına yiyecek arar. Gazetede, bir bankanın

talih kuşu uçuyordu: küçük, oyuncak gibi bir eve birtakım

ikramiyeler  taşıyordu.  İkramiye  taşıyan  kuşların  cinsiyeti

nedir acaba? Yuvalarına aş taşıyan kuşlara yardımcı kuşlar.

Bir kanat çırpmadır gidiyor. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca

551



erkek kuş havada çırpınıp duruyor; hepsinin gagasında bir

torba.  Kanatlar,  gagalar  çarpışıyor,  tüyler  dökülüyor.  Bazı

kuşlar çıkınlarını düşürünce çevresindekiler hemen kapışı-

yorlar.  Göz  göze,  gaga  gagaya  bir  didişmedir  gidiyor.  Tır-

naklar kıvrılıyor, gagalar bileniyor. Gökyüzünde büyük bir

kavga sürüyor, kan gövdeyi götürüyor. Dişi kuşlar da, mil-

yonlarca  dişi  kuş  da,  milyonlarca  yuvalarının  milyonlarca

pencerelerinden bu kavgayı izliyor, bir yandan da yuvaları-

nı yapıyorlar. Birden erkek kuş, kan ter içinde pencereden

atıyor kendini içeri.

Nermin,  başını  gazeteden  kaldırmadan  konuştu:  “Seni

geçen gün arabada güzel bir kadınla görmüşler.” Turgut sil-

kindi, başını kaldırdı. Nermin gazeteyi indirdi. Turgut karı-

sının yüzünü gördü. Gülümsemeye çalışarak: “Gazetede mi

yazıyor?”  diye  sordu.  Karısına  yorgun  gözlerle  baktı.  Ner-

min,  gazeteyi  yavaş  bir  hareketle  elinden  bıraktı.  Turgut,

onun sakin, meraklı yüzünü, biçimli ellerini, koltuğu çap-

raz kesen bacaklarını inceledi. Sonra hemen yoruldu, gözle-

rini  kıstı:  karısının  görüntüsü  hafifçe  bulandı,  uzaklaştı.

Şimdi Nermin salonun çok uzak bir köşesinde oturuyordu.

Turgut için: yüzlerce metre uzakta. Parmağını gözbebeğinin

altına batırdı: bir Nermin yerinde kaldı, bir Nermin de, ka-

rısına benzeyen bir renkli gölge de, yukarı aşağı oynadı. İş-

te bir hayalden ibaret: parmağımla oynatabildiğim bir şekil.

Parmağını gözünden uzaklaştırdı; elini saçlarında gezdirdi.

Aile babasının saçlarının altın telleri azalıyor. Sesi, derinden

çıkıyormuş  gibi  geldi  Turgut’a:  “Selim’in  bir  arkadaşı.  Son

aylarda tanımış Selim’i. Bana geldi.” Gözlerini açtı iyice: gö-

rüntü birden hızla yaklaştı, büyüdü, keskinleşti. Tıpkı film-

lerdeki gibi. Turgut başını kaldırdı: kadının başı bütün per-

deyi  kapladı.  Konuşma:  “Selim’in  kız  arkadaşı  mı?  Nasıl

olur?  Bize  hiç  bahsetmemişti...  Yoksa  sen  tanıyor  muy-

dun?”  Turgut,  elleriyle,  gözlerinin  iki  yanını  kapadı:  Ner-

552



min’in başını karenin içine yerleştirdi. “Hayır,” dedi sadece.

Konuşmak istemiyordu; düşünmek ve seyretmek istiyordu.

Konuşmak için artık çok geç kaldığını hissediyordu. Birlik-

te başlamamışlardı. Nermin’le tanışmadan yıllarca önce ya-

şamaya başlamıştı. Önce bu boşluğu doldurmak, anlatmak,

anlatmak  gerekiyordu.  Daha  ilk  tanıdığı  günden  başlama-

lıydı anlatmaya. Ve ilk günden başlamalıydı anlamaya, ilgi-

lenmeye.  Nermin,  belki  de  bu  kadar  köklü  bir  açıklama

beklemiyordu; bütün kadınların, ortak bir yaşantı sürdüre-

bilmek için beklediği kadarını istiyordu. Düşünmek, hayatı

ne karmaşık bir biçime sokuyor. Bu telaş içinde bekleneni

veremiyorum. Her gün açıklanamayanlar biraz daha artıyor.

Tarifi  güç  bir  yorgunluk  geliyor  üstüme.  Ellerini  iki  yana

sarkıttı.  İnatçı  bir  yorgunluk  durumu  güçleştiriyordu.  Bir-

kaç  kelimeyle  geçiştirmek  imkânı  varken,  boğazı  kuruyor,

kurtarıcı  kelimeler  bir  türlü  çıkmıyordu  ağzından.  “Neler

konuştunuz?” diye sorulmadan söylenebilecek bir iki sözü

bulamıyordu.  Sonra  yarın,  öbür  gün  daha  çok  konuşmak,

hem olayı, hem de anlatmakta neden geciktiğini açıklamak

zorunda  kalacaktı.  Şimdi  bile,  Günseli’den  daha  önce  ne-

den bahsetmediğini açıklamak gerekiyordu. Oysa, koltuğu-

na yapışmış, boş gözlerle karısını süzüyordu. Nermin ayağa

kalktı;  kadınlık  içgüdüsüyle,  çıkmazda  olan  konuşmayı

sürdürmeye çalıştı: “Bu karşılaşma senin için üzücü mü ol-

du?”  Turgut,  birden  sinirlenmeye  başladığını  hissetti.  Ne

olursa  olsun  çocuklarının  babasını  korumak  gerekiyordu

demek.  Kendimi  düşünmediğim  zamanlarda  bile,  kendim-

den önemli bir şey olduğunu duyduğum bir anda bile, her

şeyden önemli olduğum hatırlatılıyor bana. Ayrıca, bir iha-

net  kokusu  var  işin  içinde.  Nermin’e  anlatamadığım  bir

olay,  onunla  paylaşılmayan  bir  yaşantı,  bugün-kimi-gör-

düm-biliyor-musun-neler-konuştuk-biliyor-musun-hiç-

böyle-bir-şey-beklemezdim-biliyor-musun-bütün-bu-olan-

553



lara-rağmen-seni-ne-kadar-seviyorum-biliyor-musun  for-

mülünün dışında garip bir davranış. Bir kadın... bu ne de-

mek? Birlikte olduğumu başkalarından öğrendiği bir kadın.

Hayat  tehlikelerle  dolu.  Fakat  yanlış  yollardan  her  zaman

dönülebilir.  Yeter  ki  insan,  kendisine  verilen  fırsatı  zama-

nında kullanabilsin. Nermin de büyük kızını yatırmak üze-

re kalktığı sırada, bu fırsatı vermiş oluyordu. Masaya doğru

yürürken  acele  etmedi.  Turgut,  arkasından  seslendi  -oysa,

bir  an  önce  gazeteyi  alıp,  sütunlar  arasında  dolaşarak,  dü-

şüncelerinden  kurtulmak  istiyordu-:  “Henüz,  Selim’den

bahsedecek kadar uzak hissetmiyorum olayı.” Nermin dön-

dü:  sorgulu  gözlerle  Turgut’a  baktı.  Turgut,  acele  ediyordu

kurtulmak  için:  “Selim’in  başına  geleni  tam  olarak  idrak

edemiyorum  daha.  Bu  ölüm,  benim  için  bir  kelime  değil

henüz. Bir gün belki daha rahat konuşacak bir duruma ge-

lirim.  O  zaman...”  Sustu.  Telaş  gösterdiği  için  utanmıştı.

Utanma, birlikte tanıdıkları bir duygu değildi. Kendine kız-

dı. Demek bir gün, unutup rahatça bahsedecekti Selim’den.

Nermin’i  tatmin  edememişti  ve  kendine  ihanet  etmişti.

Nermin bakışlarını yumuşattı: “Nasıl istersen. Ben kendim

için  konuşmadım.  Seni  düşünerek...”  Sözünü  tamamlaya-

madı;  eteğinden  çeken  Sevgi’yi  eğilerek  kucağına  aldı.  Ben

her şeyden önce, çocuğumun annesiyim, demek istiyordu.

Sen  de  babası  olduğunu  unutma.  Bu  meseleyle  daha  fazla

uğraşamam: görevlerim var benim. Senin de var. Turgut ge-

ne  koltuğuna  gömüldü.  Nermin’in  yere  bıraktığı  gazeteyi,

yerinden  kalkmadan  aldı.  Aile  babası  Turgut,  çocukları

uyutulurken gazetesine dalmıştı. Bütün günün yorgunluğu-

nu,  karısının  sevgili  kocası  dinlensin  diye  Amerikan  paza-

rından  aldığı  rahat  koltukta  gideriyordu.  Geriye  yaslandı;

koltuğun arka kısmı da onunla birlikte hafifçe geriye gitti:

aile  babalarının  geceleri  kötü  şeyler  düşünmelerini  önle-

mek için sayısız tedbirleri vardı medeniyetin. Gazeteyi tem-

554



bel  gözlerle  inceledi.  Neyse,  aile  babalarının  başına  gelen

bir aksilik yoktu o gün. Hepsi uslu durmuştu. Oysa, yazıla-

mayan ne acıklı olaylar vardı. Haber aldığımıza göre, iki ço-

cuk  babası  genç  bir  mühendis,  son  günlerde  evinde  kötü

kötü düşünmektedir. Özellikle, karısı çocukları uyuturken

karanlık düşüncelere dalan bu genç adam yuvasının gelece-

ği  hakkında  planlar  kurmadığı  gibi...  gazeteyi  elinden  bı-

raktı. Yanındaki sehpanın üzerindeki bir kutuya konulmuş

olan pipolarından bir tane aldı: sigaranın zararlarını düşü-

nen  karısı  ona  değişik  pipolar  almıştı.  Pipoyu  yakmadan

ağzına  soktu.  Onu  Günseli’yle  görmüşlerdi.  Belki  Aysel’le

de  görmüşlerdi.  Onu  görüyorlardı.  Hiçbir  şey  yapmadan,

aptalca bir düzen içinde yaşarken kimse görmüyordu. Son-

ra, alışılmışın dışında en küçük bir davranışını görüyorlar-

dı. Nasıl görüyorlardı acaba? Sizi gördük, diyorlardı. Bütün

gün sadece bakıyorlardı; sonra akşam evlerine dönünce ra-

hat koltuklarına gömülüp kimleri gördüklerinin bir muha-

sebesini  yapıyorlardı.  Önce  erkek,  gördüklerini  anlatıyor-

du,  sonra  başkalarının  görüp  ona  söylediklerini  anlatıyor-

du,  en  sonunda  da  başkalarının  dahabaşkalarından  duy-

duklarını anlatıyordu. Sonra kadın başlıyordu: ona gelenle-

rin gördüklerini anlatıyordu. Anlatma bitince, yoruma geçi-

yorlardı. Birbirlerine, gördün mü? diyorlardı. Gördün mü?

Peki  neden  ben  kimseyi  görmüyorum?  Görmesini  bilmek

gerek; bakarak dolaşmalı. Parmağını havada sallayarak; gö-

rürsünüz, dedi; hepsine. Hepiniz görürsünüz. Ben size gös-

teririm.  Yıllarca  konuşur  durursunuz  artık.  Rahat  koltu-

ğundan kalktı: rahatsız olmuştu. Düşünene bu koltukların

faydası  yok.  Bir  sandalyeye  oturdu.  Düşünceli  görünüyor-

sunuz Turgut. Ne korkunç bir iftira. Beni mi düşünceli gö-

rüyorsunuz?  Hiç  âdetim  değildir:  düşünmem.  Hayır,  dü-

şünceli görünüyorsunuz. Muhakkak bir sıkıntınız var. De-

mek  yakalanmak  için  bir  tuzak  bu.  Düşünceli  görünüyor-

555



sunuz. Düşünmeyince kurtuluyorsunuz. Neyin var, düşün-

celi görünüyorsun. Bu sözden sakınmalı. Düşüncesiz de ol-

ma. O zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam derler. Dü-

şünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. İşiniz-

de çalışırken düşünün. Ev satın alırken düşünün. Çocukla-

rınızın geleceğini düşünün. Yalnız, akşam evde otururken,

durup  dururken  düşünmeyin.  Arka  odadan  Sevgi’nin  sesi

geliyordu. Uyumuyor. Gidip bir görünmeli. Nermin bekler.

Babalar  çocuklarına,  uyumadan  görünürlerse  çok  etkili

olur. Müşfik fakat kararlı bir sesle konuşulur. Nermin, sen

görünmeyince bir türlü uyumuyorlar, diyor; babalık ve aile

reisliği  duygusunu  okşuyor.  Sen  söyleyince  başka  oluyor.

Seni  görünce  susuyorlar.  Babaları  olmadan  uyumuyorlar.

Görünüşte  ne  masum  bir  söz.  Tercümesi:  hiçbir  akşam  ve

pazar, beni onlarla yalnız bırakma. İş yolculuklarını ne ya-

payım? Bırak başkaları gitsin. Şirkette adam mı yok?

Terliklerini sürükleyerek çocukların odasına doğru yürü-

dü. Beni neden çağırdınız demekti bu yürüyüş. Fakat kimse

aldırmadı  onun  bu  inceliğine;  böyle  özelliklere  ancak  ro-

manlarda  dikkat  ederlerdi.  Sevgi,  babasının  geldiğini  gö-

rünce, hemen yatağında ayağa kalktı. Turgut’un odaya giri-

şinden, kendisini şımartacağını sezmişti; uyuma meselesin-

de  annesinden  yana  olmadığını  anlamıştı.  Bir  aksilik  vardı

babasının  üstünde:  çekingen  bir  aksilik.  Sevgi’yi  uyumaya

zorlamayacak  bir  aksilik.  Yalnız,  babasına  çok  dayanmaya

gelmezdi;  sonunda  annesine  kalacaktı.  Birçok  meselenin

çözümünde annesinin daha önemli bir payı vardı. Babasına

sarılırken, yan gözle de annesine bakıyordu. Turgut, mate-

matiğe  akılları  ermiyor  ama  sezgileri  yerinde,  diye  düşün-

dü. Ne yazık, birkaç yıl sonra büyüyecek ve sezgileri zayıf-

layacak. Kötü bir devre. Ya hep küçük kalsalar, ya da birden

büyüseler. Bu yavaş büyüme dayanılmaz bir şey. Yanınızda

yetişen  bir  şeyin  siz  anlamadan  büyümesi.  Bir  bakıyorsu-

556



nuz,  sevilip  okşanmayacak  kadar  büyümüş.  Siz  de  buna,

yavaş yavaş, hissetmeden, o kadar alışmışsınız ki artık sevip

okşamak  istemiyorsunuz  zaten.  Bütün  duyularınız,  bu  ya-

vaş  gelişmeyi,  size  sezdirmeden  izlemiş,  Akıl,  ya  akıl?  En

aptal tarafımız. Hiçbir şeyin farkında değil. Kızını kucağına

aldı. “Çok sıkı bir sarılacağız ve ondan sonra hemen uyuya-

caksın.” Sevgi’yi eğilerek yatağa bıraktı ve karısına bakma-

dan odadan çıktı.

Böyle  bir  düzen  içinde  insan  düşünebilir  mi?  Büyük  ve

güzel  şeyleri  demek  istiyorum.  Önce  eşya  engel  oluyor,

sonra  şartlar:  kalorifer,  hizmetçi,  çocuk  odası.  Düşünmek

için  kendime  bir  daire  tutsam.  İçinde,  düşünmeye  engel

olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. Ka-

pıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme

terliklerimi  giyiyorum.  Odalardan  hiçbirinin  özel  bir  adı

yok; hepsi de sadece oda. Bir odada, sandalyenin üstünde,

düşünme  elbiselerim  duruyor.  Üstümdekileri  çıkarıp  he-

men  bir  dolaba  kaldırıyorum  ve  dolabın  kapağını  hemen

kapatıyorum.  Ne  dolabı  olduğu  belli  değil;  dolap  işte,  her

şey  konabilir  içine.  Her  şey,  düşünmeyle  ilgisine  göre  ad-

landırılıyor,  her  şey  düşünmeye  yaradığı  oranda  önemli.

Orada ne düşüneceğim? Kim bilir? Oraya gitmeden belli ol-

maz. Ne düşüneceğimi düşünürüm. Hayır. Önce Ahmet Ba-

yır’ın arkadaşı gibi düşünmeyi öğrenirim orada. Sonra otu-

rur  yazarım.  Yazmak  mı?  Bu  kelimeden  ürktü  birden.  Ne

demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir bel-

ge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde

belirsiz  yaratıklar  olarak  yüzen  ve  sadece  var  olmalarıyla

yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini

çizmek  kadar  güç.  Fakat  Selim  yazdı.  Adres  defterindeki

düzgün yazısına hiç benzemeyen bir yazıyla karanlık satır-

lar doldurdu. Hayır, okumak daha iyi. Otomobilin bagajın-



557


da duran karton kutunun içinde yatıyorlar. Yarın yola çıka-

cağım ve kimse bilmeden okuyacağım. Hayır. Günseli bile-

cek.  Belki  düşünme  evine  onu  da  çağırabilirim;  Selim’den,

dinlemesini öğrenmiştir hiç olmazsa. Bazı durumları anlat-

mak ne kadar zor. Nerminciğim, ben bir yolculuğa çıkıyo-

rum,  Selim’in  yazılarını  okumak  için.  Peki,  neden  evde

okumuyorsun? Hep birlikte yorumunu yapardık. Ne kadar

iyi  olurdu.  Sevgi  de  konuyla  ilgili  resimler  yapardı,  değil

mi? Selim Amcanın resmini yap bakalım. Anne, Selim Am-

ca kim? Ben tanıyor muyum? Bir amca işte. Başka amcalara

benzemez.  Kaya  Amcaya  benziyor  mu?  Elbisesinde  kaç

düğme var? Yanına ne çizeyim? Bir tabanca çiz. Turgut, mü-

nasebetsizlik  etme.  Çocuklara  neler  söylüyorsun?  Selim

Amca uzun bir adam, Sevgi. Nerede şimdi? Yaramazlık yap-

tı,  alıp  götürdüler  evinden.  Bütün  bu  yazıları  Selim  Amca

mı yazmış baba? Hayır çocuğum, ben yazdım. Ben de Selim

Amca gibi yazılar yazacağım büyüyünce. Murat gibi duvar-

lara yazmayacağım. Kim Murat? Nasıl bilmezsin baba? Ka-

ya Amcanın oğlu. Kayaları da çağırsaydık Nermin. Hep bir-

likte okurduk. Karısı uyuklardı. Bir incelik olarak Selim’in

sevdiği  yemekleri  yapardık.  Pikaba  da  Chopin’in  sonu  ce-

naze marşı olan sonatını koyardık. Görülmemiş burjuva in-

celikleri  gösterirdik.  Günseli’yi  çağırırdık.  Bize  gözyaşları

içinde aşkını ve Selim’in son günlerini anlatırdı. Hep birlik-

te  yapardık,  hep  birlikte.  Her  şeyi  yaptığımız  gibi  elbette

bunu da birlikte yapardık. Yalnız bir tek şey hariç: hep bir-

likte ölmezdik sonunda. O Selim’in işi. Bizler seyirciyiz sa-

dece.  Dünya  bir  penceredir;  her  gelen  öldü  geçti.  Sonra

oturur briç oynardık. Sonra pasta yerdik. Sonra gene okur-

duk.  Sonra,  bir  aralık,  hava  güzelse,  biraz  Boğaz’a  kadar

uzanırdık  üç  araba  halinde.  Sonra  geri  dönerdik.  Sen,  kü-

çük  sandviç  ekmeklerine,  o  güzel  mezelerinden  sürerdin.

Kokteyllerimizi içerken okumaya devam ederdik. Kaya’nın

558



karısı her zamanki gibi uyuklamaya başlardı. Sonra, gözle-

rini açardı: aman ne güzelmiş çocuklar, tatlı tatlı uyuttu be-

ni, derdi. Bir kerede bitirmezdik hepsini. Her salı, bir Selim

günü  düzenlerdik.  Bir  hafta  bizde,  bir  hafta  Kayalarda,  bir

hafta... Kaya derdi ki: neden bunları kullanıp birşeyler yaz-

mıyorsun?  Nermin  atılırdı:  sen  istersen  her  şeyi  yaparsın.

Yazdıklarını akşamları bize okursun, hep birlikte düzeltiriz.

Aylardır  bu  konuda  çalışıyorsun;  bu  kadar  vaktini  verdin

buna. Uğraştığına değsin. Hep bir ağızdan: tabii, neden yaz-

mıyorsun? Benim tanıdığım bir yayınevi sahibi var: kolayca

bastırırız.  Gazetelerde  sanat  haberleri  yazan  bir  arkadaşım

var:  biraz  bahseder.  Reklamcı  biri  var:  kapağını  yaptırırız.

Kuşe kâğıdına basılmış nefis cıvıl cıvıl şömize bir kapak. Si-

yah çerçeveli ciddi bir ilan: bu kitap ne ciddi kavgaların, ne

büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların roma-

nıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanı-

dır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla su-

nar:  Tutunamayanlar.  Belli  başlı  bütün  kitapçılarda  bulu-

nur. Taşraya ödemeli gönderilir. Büyük bir gazetenin sahibi,

bizim  kayınpederin  liseden  arkadaşı.  İlanı  çok  ucuza  ya-

yımlatırız. Belki tefrika yapmaya bile yanaşır. Duyurma işi-

ni  bana  bırakın.  Sonra,  küçük  dedikodular  çıkarırız  yavaş

yavaş. Yazar, eserinin o kadar etkisi altında kalmış ki nere-

deyse kendini öldürüyormuş. Tutunamayanlarla birlikte ya-

şayacağım diye tutturmuş. Aylarca kendine gelememiş. Di-

lenci  filan  görmeye  dayanamıyormuş  artık.  Bir  süre  sinir

buhranları  geçirmiş.  Az  kalsın  karısından  ayrılıyormuş  bu

yüzden. Allah yazdıysa bozsun: Kaya o ne biçim söz. Henüz

tam iyileşmemiş. Evine gelenlerle konuşmuyormuş. İnsan-

lardan  nefret  ediyormuş.  Hayır,  insanları  seviyormuş  ama,

genel  anlamda.  Bunun  dışında  kimseye  tahammülü  yok-

muş. Olayı gerçek hayattan aldığını söyleyenler de var. Yok

canım! Böyle olaylara rastlıyor muyuz çevremizde? Adamın

559



muazzam  bir  hayal  gücü  var.  Adam  filan  değil.  Çok  genç

bir çocukmuş. Daha liseye gidiyormuş. Olamaz. Çok derin

bir  hayat  tecrübesi  var  bu  kitapta.  Hayır  canım:  bizim  oğ-

lanla aynı mektebe gidiyorlarmış. Şu Fransa’da bir kız çıktı

ya; işte onun gibi. O kızcağıza da inanmamışlardı başında.

Kaya Amca, bak Selim Amcanın resmini yaptım. Murat da

çok  seviyor  Selim  Amcayı.  Büyüyünce  onun  gibi  intihar

edecekmiş. Çocukların yanında konuşursanız böyle olur iş-

te.  Onlara  çok  güzel  şeyler  öğretiyorsunuz.  Bu  Selim’den

çok  konuşuluyor  artık;  başım  ağrımaya  başladı  hafiften.

Şimdi  anlıyorsun  değil  mi  neden  gitmek  istediğimi?  Anla-

san  da  geciktin  biraz.  Ben  anlıyor  musun  dedikten  sonra

anlamak, ya da ben söylemeden önce anlasan da, anlamak

diye  bir  meselenin  varlığı...  Bütün  bunlara  dayansam  bile,

Selim’i  seninle  paylaşmaya  razı  olsam  bile,  sonunda  başın

ağrıyacak, Kaya da, karısı da senin başını ağrıtabilir. Belirli

bir sınırı geçerlerse başın ağrır. Ben mutlak bir yoğunlaşma

istiyorum:  kolumu  bacağımı  unutturacak  bir  yoğunlaşma.

Hem  de  boş  yere,  durup  dururken  bir  yoğunlaşma.  Sana

yoğunlaşmadan nasıl bahsetsem? Gerçekten bu kelime, ara-

mızda  hiç  geçmedi.  Bunun  gibi  birçok  kelimeyi  karşılıklı

hiç  kullanmadık.  İşte  karıcığım,  bütün  bu  nedenlerle,  ben

de bu yazıları evin dışında okumalıyım. Direksiyonunu is-

tediğim  doğrultuya  çevirebileceğim  bir  arabanın  arkasında

yatan ve beni, sana tarif edemeyeceğim bir biçimde ilgilen-

diren bu yazıları uzun bir yolculuk boyunca okumak niye-

tindeyim. Uzun ve hazin bir yolculuk olacak: geçmişten ge-

leceğe  uzanan  bir  yolculuk.  Bu  yolculukta  ben  gelişimimi

yaşayacağım. Kendime bu hürriyeti vermeden önce, kutuyu

açıp bir satırını bile okumaya cesaret edemezdim. Yol uzun

ve zahmetli. Bana müsaade.

Çocukları uyutan Nermin, yüzünde muzaffer bir yorgun-

luk ifadesiyle geldi. Biraz önce kocasına o kadından bahset-

560



mekte acele etmişti. Ah “o kadınlar”. Turgut’un yüzünde ve

hareketlerinde sakin bir görünüş vardı; bu meseleyi hemen

unutması gerektiğini düşündü Nermin. Karşılıklı oturdular;

Turgut’un  ertesi  gün  yapacağı  iş  yolculuğunu  konuştular.

Turgut heyecansız görünmeye çalışıyordu. Düz bir sesle ko-

nuşuyordu: bir gün gelecek bu yolculuklar azalacaktı, son-

ra bitecekti. Bütün insanlarda bulunan oturup yerleşme eği-

liminden bahsetti. Sonu belirli bir işle uğraşmak insana hu-

zur veriyordu. Nermin konuşmaya başlayınca bu sahte dur-

gunluk bir anda bozuluyordu: düşüncelerine dalıyordu bir

anda. Nermin’in sözlerinin bitmesini büyük bir sabırsızlıkla

bekliyordu.  Düşüncelerinden  kurtulabilmek  için  anlatma-

ya,  gelişigüzel  anlatmaya  karşı  bir  susuzluk  duyuyordu.

Nasıl olursa olsun, bu zamanı, bu ağır geceyi geçirmek ge-

rekiyordu. Düşüncelerini kendine saklamak isteyen bir in-

san  olarak  yataktaki  yakınlığın  getireceği  huzursuzluktan

korkuyor, konuşmayı uzatıyordu. Günün yaşandığı bu oda-

da,  elbiselerle  yapılan  bu  oturum,  günün  devamıydı  onun

için. Yatak odasında yeniden başlaması gereken bir yaşantı-

nın düşüncesi onu yoruyordu. Orada sahte ve zorlama bir

davranışı sürdürmek çok zahmetliydi. Yolculuğa çıkmadan

önceki  gece  insan  hemen  arkasını  dönüp  yatamazdı.  Ço-

cuklar  uyumuştu.  Konuşma,  anlamını  kaybetmeye  başla-

mıştı. Hiçbir dış etkenin bozamayacağı yakınlık, kaçınılmaz

duruma gelmişti. Bu huzursuzlukla, karısından önce kalka-

rak yatak odasına doğru yavaş yavaş yürüdü.

Korkuyorum Olric. Kendimi elevermekten korkuyorum.

Majesteleri bana güvenebilirler. Ne zamandan beri majeste

olduk  Olric?  Geçen  gün  konuşmuştuk  efendimiz:  yeni  bir

krallığın  hüküm  sürmeye  başladığından  söz  etmiştik.  De-

mek yeni saltanatımız başlıyor. Öyle oluyor efendimiz. İçi-

mi  bir  soğukluk  kapladı  Olric.  Uzaktaki  ülkemin,  buzlar

ülkesinin bir özlemi olacak bu Olric. Bu sahte sıcaklık beni

561



hiç  ısıtmadı;  şimdi  anlıyorum  bunu.  Sıcak  ülkelerin,  insa-

nın  beynini  uyuşturan  büyüsüne  kapıldım  bir  süre.  Şimdi

bu yatak, bana ülkemin bütün buzlarından daha soğuk ge-

liyor. Bu kocaman yatakta kaybolacağımı sanıyorum. Bana,

bu  bilinmeyen  ülkeye  gelmek  üzere  yola  çıkmadan  önce

söylemişlerdi Olric; bizim ülkenin az görünen güneşini ara-

yacağımı söylemişlerdi. Çok geç kalmadan birşeyler yapma-

lıyız.  Kraliçe  geliyor  efendimiz:  biraz  kendinizi  toparlasa-

nız.  Beni  bırakmayacaksın,  değil  mi  Olric?  Sizi  ne  zaman

yalnız  bıraktım  efendimiz?  Perdeleri  kapadı:  bu  Turgut’un

göreviydi. Işık yanarken pencereye ancak erkek yanaşabilir

yatak odasında. Buradaki âdetlere bir türlü alışamadım Ol-

ric.  Bana  öyle  geliyor  ki  bizim  soğuk  ülkemizde,  insanlar

arasında, bu kadar sık ortaya çıkmasa da, bu kadar çok sö-

zü edilmese de, bu kadar yerli yersiz bahsedilmese de, daha

başka türlü, daha başka anlamı olan bir sıcaklık vardır.

Yatağın yanında kımıldamadan duruyordu. Soyunmadan,

öyle hareketsiz bekliyordu. Nermin yaklaştı, kravatını çöz-

dü.  Kötü  bir  başlangıç.  Bana  dokunulmasını  istemiyorum

Olric. Sinirlisiniz efendimiz. Yapamıyorum artık, Olric. Ben

kral  rolüne  daha  fazla  devam  edemeyeceğim.  Bu  elbiseler

beni sıkıyor; soyunmak da istemiyorum. Düşünce elbisele-

rinizi mi istiyorsunuz? Yamansın Olric. Hiçbir şey belli et-

mezsin. Duymamış gibi yaparsın. Çok yükseklerde olabilir-

din. Ben yerimi seviyorum efendimiz. Yerimi biliyorum. Be-

ni kraliçeye takdim etmediğiniz için size hiç gücendim mi?

Bir  türlü  fırsat  olmadı  Olric.  Münasebetsizliğimin  ben  de

farkındayım.  İstersen  bu  gece...  “Soyunmayacak  mısın  da-

ha? Yarın erken kalkmayı düşünüyordun.” İyi bir düşünce

bu. Erken uyumalıyım. İsteksiz bir hareketle elini gömleği-

ne  götürdü.  Nermin,  vücudunu  kapatmaktan  çok  açık  bı-

rakmak  için  yapılmış  bir  gecelik  giymişti.  Bu  gece  ayrılık

gecesi.  Başka  ne  giyebilirdi?  Ne  garip.  Beni  soyunurken

562



görmesini istemiyorum bu gece. Garip bir utangaçlık için-

deyim  Olric.  Buzlar  ülkesindeyken  de  öyle  olduğunuzu

söylerlerdi. Soyunurken kimseyi yanınıza yaklaştırmazmış-

sınız.  Annenizden  bile  utanırmışsınız  soyunurken.  Ne  ga-

rip:  ben  bütün  bu  huylarımdan  vazgeçtiğimi  sanıyordum.

Kaybettiğim bütün eski alışkanlıklarımın beni sardığını his-

sediyorum  şimdi.  Özlemden  mi  dersin?  Bilemeyeceğim

efendimiz. Ben sizin kadar okumuş değilim. Daha çok, ken-

dimi  yetiştirmiş  sayılırım.  Kravatını  asmak  için  gardrobun

kapağını açtı ve artık yatağa girmiş olan Nermin’le arasında

yer alan kapağın gerisinde soyundu. Kapağı kapattı: birden,

onu  seyreden  Nermin’in  gözleriyle  karşılaştı.  Boşuna  telaş

ediyorum.  Her  zamanki  gibi  davranıyor  aslında.  Beni  sey-

retmekten  hoşlandığını  bu  gece  mi  öğreniyorum?  Fakat,

yatağa  yaklaşınca  gene  cesareti  kırıldı,  kapıya  doğru  yürü-

dü: “Bir kitap alıp geliyorum,” dedi.

Önce  mutfağa  gitti;  buzdolabını  açıp  yiyeceklerin  karşı-

sında durdu bir süre. Burada güzel günler geçirdiğimizi in-

kâr edemezsin Olric. Burada yaşamanın rahat bir yanı oldu-

ğunu sen de biliyorsun. Belki bu arada seni çok ihmal etti-

ğim olmuştur. Fakat, her zaman varlığını hissettiğim de bir

gerçektir.  Seni  hiçbir  zaman  yanımdan  ayırmadım.  Bana

bunları  açıklamak  zorunda  değilsiniz  efendimiz.  Üzerinize

titrediğimi belli etmeden her zaman yardımcı olmaya çalış-

tım size. Birlikte daha güzel günler göreceğiz Olric. Şimdi-

den uzak ülkemin kokularını duyar gibiyim. Buzdolabı açık

kaldı: ondan olacak efendimiz. Bu iyi bir işaret Olric: güler

yüzlülüğünü  kaybetmemişsin.  Gerçek  neşeyi  unutmamış-

sın. Benim gibi, başkalarına hırslanarak neşelenmek gibi al-

datıcı bir eğlenceye kaptırmamışsın kendini. Kendini koru-

duğuna sevindim. Üşümeye başladığını hissetti. Buzdolabı-

nı kapadı. Canı bir şey istemiyordu. Mutfaktan çıktı.

Başka duvarların arasında mı kapayacağım kendimi der-

563



sin  Olric?  Efendimiz  daima  en  iyi  olanı  bilirler.  Benimle,

karımmışsın  gibi  konuşma  Olric.  Senden  bana  güven  ver-

meni istemiyorum. Gözünü kapadı: kitaplığından bir kitap

çekti.


Dönüşte,  çocukların  odasına  uğramak  gibi  bir  soğukluk

yapsam  mı  Olric?  Her  şeyi  yapabilirsiniz  efendimiz.  Artık

işimiz soğukluk yapmak değil mi? Evet Olric. Buna mecbu-

ruz. Bu kargaşalıkta çocukların yeri ayrı olsa gerek efendi-

miz.  Onların,  büyüyünceye  kadar  gece  üstleri  örtülmeli,

terleyen  alınları  silinmeli;  onlara  bu  fırsat  verilmeli  bana

kalırsa, efendimiz. Peki Olric. Bu gece senin gecen. Bu gece

isteklerin yerine getirilecek. Her zaman böyle hareket ede-

ceğim  anlamına  gelmez  bu  biliyorsun.  Ben  yerimi  bilirim

efendimiz.

Yatağa girdi, konuşmadan kitabı açtı, okumaya çalıştı. Bi-

raz  sonra,  karısının  yumuşak  kolunu,  boynunda  hissetti.

Döndü, ona sarıldı.

O  gece  Turgut  karısıyla,  bütün  geçmiş  alışkanlıklarını,

bütün  birlikte  geçen  yaşantılarının  verdiği  alışkanlıkları

kullanarak  sevişti.  Ona  artık  verebileceğim  bir  şey  kalma-

mış  Olric.  Alışkanlıklarımdan  başka  verebileceğim  bir  şey

kalmamış ona. O ise, bütün bu uzun sevişmeyi, onu şimdi-

den  özlemeye  başlamam  gibi  bir  duyguyla  açıklıyor.  Oysa

Olric,  içimde  özlemini  duyduğum  uzak  ülkemin  soğuklu-

ğu, beni başarısızlığa uğratabilirdi. Nermin için yeni bir du-

rum:  üzerinde  fazla  durmamıştır.  Belki  biraz  hissetmiştir.

Bu,  son  savaşımız  olacak  Olric.  Sonu  nasıl  gelirse  gelsin,

yorgun  ordumuz  son  savaşını  veriyor.  Askerler,  yorgun  ve

isteksiz.  Zafer  ya  da  yenilgi  onlar  için  aynı  anlama  geliyor

artık. Artık savaşmak istemiyorlar.

Bittiği zaman Nermin, başarılı bir kumandan gibi gülüm-

süyordu. Turgut, onu son defa öperek yavaşça arkasını dön-



564


dü. Artık sarılarak yatamam Olric. Yüzükoyun yatarak elle-

rini çarşafa bastırdı. Eşyalarımızı hazırla Olric; gidiyoruz.

Uzun süreden beri ilk defa o gece rüya görmeden aralık-

sız uyudu. Belki de uyandığı zaman gördüğü rüyaları hatır-

lamadı, hatırlamak istemedi. Belki de ilk defa, uyandığı za-

man, kafasında tek düşünce olmasını istedi. Tek bir amaçla

uyanmak istedi ilk defa: kalkmak ve yola çıkmak.

18

Uyandık Olric. Kalktı, tıraş oldu, giyindi. Radyoyu açtı. Bir

banka onlara iyi günler diledi. Sana da iyi günler sayın ban-

ka.  Kâbusları  geride  bıraktık  Olric.  Doğan  güneşle  birlikte

yola çıkacağız. Kahvaltı istemedi. Bavulu hazırdı. Çocuklar

uyuyordu. Onları kısa bir süre seyretti. Hafif bir sersemlik

hissediyordu. Misafirlikte geçen bir gecenin sabahında du-

yulan  şaşkınlık  gibi.  Eşyaya,  duvarlara  yabancı  gözlerle

baktı. Yapılacak işler çabuk bitiyor. Kendine iyi bak. Araba-

yı dikkatli kullan. Olur. Şehre erken varmak istiyorum. He-

men yola çıkmalıyım. Karısını öptü. Allahaısmarladık. Güle

güle.  Fazla  konuşmayınca  her  şey  ne  kadar  çabuk  bitiyor.

Merdivenlerden indi. Kapıcı başıyla saygılarını sundu; eğil-

di,  beyefendiye  sokak  kapısını  açtı.  Bavulu  taşımak  istedi;

Turgut  bırakmadı:  hayatı  fazla  karmaşık  duruma  getirmek

gereksiz. Senin kapıyı açman yeter. Bu yardımın yüzünden

aramızda  faydasız  sözler  geçecek.  Arabanın  bagajını  açtı,

kutunun  yanına  bavulu  yerleştirdi:  filmlerdeki  soğukkanlı

banka  soyguncuları  gibi.  Seyirciler,  kutunun  içinde  ne  ol-

duğunu biliyorlar; oyuncular bilmiyorlar. Bagajı kapadı. Ar-

tık  bu  kutunun  götürülmesine  kimse  engel  olamaz.  Biraz

sonra araba köşeyi dönecek, gözden kaybolacak; sahne de-

ğişecek. Hafif bir sonbahar rüzgârı kolonyalı yüzünü okşa-

dı; bir serinleme duydu. Pencereden kendisini seyreden ka-



565


rısına elini salladı; anahtarı kilidin içinde yavaşça çevirerek

otomobilin  kapısını  açtı.  Bu  işleri  yapanlar,  göründükleri

kadar  soğukkanlı  değildir  Olric.  Bütün  hırsızlar  sonunda

kalpten  ölüyorlarmış.  Böyle  görünmek  de  bir  ustalıktır,

efendimiz. Teşekkür ederim, Olric. Kontağı çevirdi, motoru

çalıştırdı.  Yanındaki  pencereyi  indirdi;  hafifçe  dışarı  sarka-

rak karısına tekrar el salladı. Soğukkanlılığınıza hayranım,

efendimiz.  Tam,  bir  dakika  otuz  beş  saniyemiz  var  Olric.

Bir dakika sonra köşeye varmış olmalıyız. El frenini boşalt-

tı.  Debriyaja  basarak  arabayı  vitese  taktı.  Artık  arkamıza

bakmaya  lüzum  yok  Olric.  Heyecanlanıyorum  efendimiz.

Hareket ediyoruz Olric. Ayağımı debriyajdan çekiyorum ve

yavaşça  gaza  basıyorum.  Yavaşça  sokağı  geçtiler,  köşeyi

döndüler. Belki şu anda arkamızdan su döküyorlardır. Ara-

bayı hızlandırdı. Uğurlar olsun Olric. Uğurlar olsun efendi-

miz. Tanrı efendimizi korusun.

Şehir  yeni  uyanıyordu.  Kapıların  önüne  konulmuş  çöp

tenekelerini,  sokakların  ortalarına  dökülmüş  çöpleri  geçti-

ler. Polisler, kavşaklara henüz gelmemişti. Otomobiller bü-

yük bir hürriyet havası içinde, istedikleri yerden dönüyor-

lardı. Hava aydınlandığı halde, bazı dalgın otobüsler ve so-

kak lambaları ışıklarını söndürmemişlerdi. Yerden hafif bir

sis yükseliyordu. Etrafı maviye boyayan bu sisin içinde yer

yer,  apartman  kapılarının  önünde  gerinen  kapıcılar  görü-

nüyordu. Çöpçüler, büyük bir toz bulutu içinde, yerleri sü-

pürüyorlardı.  Ana  caddelerden  birine  çıktılar.  Bir  taksi  şo-

förü, ağzı açık, arabasının içinde uyuyordu. Geçerken hafif-

çe kornaya bastı: uyan dostum. Küçük bir dükkânın önün-

de  durdular.  Sabaha  kadar  açık,  sonra  gene  açık  bir  dük-

kân.  Uykulu  gözlerle  onları  süzen  tezgâhtardan,  sigara  ve

ufak  tefek  yiyecek  birşeyler  aldılar.  Anadolu’ya  gidiyorum

Olric.  Selim’in  doğduğu  topraklara  gidiyoruz.  Taşralı,  der-



566


dim ona. Yiğidin harman olduğu yerden geldim, derdi. Ara-

ba vapuru kuyruğuna girdiler. Dilenciler, satıcılar, arabanı-

zıtemizleyelimmiağabeyler, biletinizialalımmıamcalar çevre-

lerini sardı. Vakit daha erken: tembel bir kuşatma. Her satı-

cıdan  bir  şey  aldı;  yalnız,  arabanızınarkasınaasarsınızsalla-

nırdurur  maymundan  almadı.  Biletini  aldırdı,  dilencilere

para  verdi.  Şöhreti  çabuk  yayıldı;  başka  kalabalıklar  sardı

çevresini. Vapurun gelmesiyle kurtardılar yakalarını. Vapur-

dan indikten sonra bizi kimse tutamaz Olric. Kocaman oto-

büslerin  arasından  vapura  girdiler.  Bu  kadar  insan  nasıl

oluyor da aynı yere gitmek üzere anlaşıp bir araya geliyor-

lar, yola çıkıyorlar? Ne çabuk karar veriyorlar? Bizim karar

vermemiz ne kadar uzun sürdü oysa. Bir iki kişi olsa neyse:

yüzlerce binlerce kişi nasıl şaşırmadan doğru otobüslere bi-

nip istedikleri yere gidiyorlar? Neden oraya değil de şuraya

gidiyorlar? Anlaşılmaz bir düzen bu. Ben nereye gideceğimi

bilemiyorum mesela. Herkes sizin gibi olsaydı bu ülke şim-

diye kadar kalkınmış olurdu efendimiz. Çok şeyler biliyor-

lar  Olric,  çok  farklı  şeyler  biliyorlar.  Kimi,  pencerenin  ya-

nında oturmayı akıl ediyor, kimi ön tarafta yerim olsun di-

ye diretiyor. Kimden ne zaman öğrendiler bu kadar bilgiyi?

Bazısı sigara içiyor: öyle olur olmaz bir marka değil, kendi

istediği  sigaradan  içiyor.  Bazıları  da,  yol  uzundur  diye,  bir

sürü  gazete,  dergi  alıyor  otobüse  binmeden  önce.  Gazete

satanlar biliyorlar onların ne çeşit dergileri istediklerini; he-

men koltuklarının altındaki yığından, kılıç çeker gibi çıka-

rıveriyorlar. Sen o dergilerin daha adını bile duymamışsın;

şöyle ikiye katlayıp uzatıyorlar bir anda. Zehirlenmeden si-

gara  içmek  için  ağızlıklar,  saymak  için  tespihler  satıyorlar;

çakmağını  dolduruyorlar,  içine  taş  koyuyorlar.  İhtiyaç  sa-

hipleri ve onlara ihtiyaçlarını temin için didinenler. Bu işler

ne kadar uzak geliyor bize. Aralarındaki gizli bağı göremi-

yoruz.  Sen  tam,  bu  adam  elindeki  eşyayı  kime  satar,  diye

567



düşünmeye başlarken birden başka bir adam, beklenmedik

bir  adam  elini  kaldırıyor,  ver  bakalım  bir  tane,  diyor.  Yağ-

murlu havalarda ayakkabı boyacıları vapura binmiyor; her-

kes  işini  biliyor  bizden  başka.  Ben  bütün  insanlara  hayra-

nım Olric. Bütün satıcılar, biletçi yanlarından geçerken na-

sıl gülümsemek gerektiğini ve arkasından nasıl küfredilece-

ğini biliyorlar. Biletçi de işini biliyor: atarım sandığınızı de-

nize  bir  daha  görürsem,  diyor.  Nasılsın  arkadaş,  bir  sigara

ister misin? demiyor mesela. Benim yanımdan geçerken de

saygılı bir tavır takınıyor. İçlerinden bir tanesi bile görevini

şaşırsa, kim bilir ne karışıklık çıkar. Vapur altüst olur. He-

pimiz denize dökülürüz. Oysa hepimiz her şeyi çok iyi bili-

yoruz. Bizi artık kimse tutamaz Olric. Kirli ve güzel şehri-

mizden  ayrılıyoruz.  Yanımızdaki  arabanın  şoförü  radyoyu

açıyor,  sabah  bültenini  dinliyor.  Herkes  olup  bitenleri  me-

rak ediyor: başbakan ne dedi? Vietnam’da durum nasıl? Ba-

kalım  De  Gaulle  gene  ne  yapacak?  Kimse  De  Gaulle’ü  bi-

zim gibi değerlendirmiyor. Onlar için etli canlı bir adam De

Gaulle. Bizim için bir fıkranın sembolü. Bakalım bugün ne-

ler olacak. Yol ve hava durumu nasıl? Kırk ikinci kilometre-

de toprak kayması varmış: bizim yol üzerinde değil. Ferah-

lıyoruz.  Üzülmeyin,  bizim  için  de  sıkıntılı  bir  haber  bulu-

nabilir.  Sonra  hafif  müzik  başlıyor:  hemen  kapatıyoruz.

Hiçbir  şeye  gerektiğinden  fazla  önem  vermemeli;  gerekeni

öğrendik,  bu  kadarı  yeter  bize.  Hafif  bir  yağmur  başladı:

radyo  söylemişti  zaten.  Denizin  rengi  değişiyor;  ayrılırken

denizi  bu  renk  bırakmak  istemiyorum  Olric.  Damlalar  va-

purun  kenarına  çarpıyor.  Islak  demir  kadar  içime  sıkıntı

veren  bir  şey  yoktur.  Vapuru  ıslak  bir  demir  yığını  olarak

hatırlamak istemiyorum. Denizi külrengi bir sıvı olarak bı-

rakmak istemiyorum. Sonra, hep bu renkte hatırlarım diye

korkuyorum.  Çok  hüzünlü  sözler  söylüyorsunuz  efendi-

miz. Yer yer bulutlu olacak, demişti radyo. Belki bulutlu ol-

568



mayan bir yer buluruz efendimiz. Şimdi evde ne yapıyorlar

acaba? Günlük hayatlarını yaşıyorlar efendimiz. Bir sarsın-

tı: yanaştık Olric. Maceramıza başlayabiliriz artık.

Sarsıntılı parke bitti, asfalt yola girdiler. Tilt lastikleri iyi

yolculuklar diler. Yol boyunca reklamlarımız size arkadaşlık

edecektir.  Tepeler  ve  düzlükler  boyunca,  en  iyi  yerlerde

manzaranızı kesecektir. Beş yüz metre ileride benzin istas-

yonumuz.  Depomuzu  dolduralım  Olric.  Benzin  istasyonu-

na  varmadan  solda  küçük  bir  toprak  yol.  Yolun  başında

tahta bir tabela: çarpık bir yazıyla, bir çiftliğe gittiğini yazı-

yor. Daha yolun başında insanın aklını çelmeye çalışıyorlar.

Belki  de  dönenler  içindir.  Kim  gider  oraya  acaba?  Durup

beklesek  mi?  Arabayı  yolun  kenarına  yanaştırdı,  durdu.

Ağaçsız, sıkıcı bir yer. Otomobiller hızla geçip gidiyorlardı

yanlarından. Hep merak ederdim Olric. Çok beklemek ge-

rekecek  efendimiz.  Olur,  yola  girelim.  Modern  bir  benzin

istasyonu:  boyalı,  küçük  bir  kadın  gibi.  Camlı  odadan,  sa-

kalı uzamış kirli bir adam çıktı. Onu daha yenileyememiş-

ler.  Necati  Bey  bu  istasyonlarda  çok  para  var  diyor;  bütün

mesele güvenilir bir adam bulmakta. Sonra, oturduğun yer-

den para kazan. Binayı şirket yapıyor. Benzini şirket getiri-

yor.  Sakalı  uzamış,  güvenilir  bir  adam  yeter.  Her  gün  tıraş

olup temiz giyinenlerden çekinmeli. İnelim, lastikleri kont-

rol etmek gibi bir iş yapalım. Yolda kalırız sonra. Tilt lastik-

leri  kullansaydınız  kalmazdınız.  Elini  alnına  koymuş  bir

adam,  eğilerek  düşünüyor.  Lastiklerine  üzülerek  bakıyor.

Tilt kullanmamış olmanın acısı içinde. Lastiklere birer tek-

me attı: şoförler gibi. Bu reklamları, nasıl yapıyorlar acaba?

Al şu elli lirayı, diyorlar; elini alnına koy, üzgün bir ifadeyle

lastiğe bak. Hangi lastiğe? Ahmet efendinin indirdiği lasti-

ğe. Lastik de patlamış rolü yapıyor bedava. Bir adam da fo-

toğraf  makinesini  bir  sehpanın  üstüne  kurmuş,  büyük  bir



569


ciddiyetle  ayarlıyor.  Gülünç.  Sonra,  lastiği  şişirip  arabaya

binerek  uzaklaşıyorlar.  Ne  kadar  sıkıcı  bir  iş.  İnsanlarımız

eskiden ne mutluydu. Belki de bu istasyonda çektiler resmi.

Sakalı uzamış adam övünerek uzatıyor gazeteyi arkadaşları-

na.  Bizim  istasyonda  çekildi,  diyor  gururla.  Bakalım  daha

nelerle karşılaşacağız?

Bir otobüs durağını geçtiler. İnsanlar kendi evlerinde, ya

da biraz daha iyi bir evde yaşamak için nerelere geliyorlar.

Dağ başında otobüs bekliyorlar. Biraz uzak, ama havası te-

miz. Çocuklar için katlanıyoruz. Bu temiz hava modası da

yeni  çıktı.  Herkes  temiz  havaya  koşuyor.  Tabiata  dönüş.

Hilesiz süt içip taze yumurta yiyorlar ayrıca. Sizin, şehirde

aldığınızdan  çok  ucuz  üstelik.  Bir  yerde  durup  kahvaltı

edelim Olric. Hususi arabaların henüz şımartmadığı bir yer

olsun.

Yol kenarındaki bu evi daha önce görmüştüm. Adamı da.



Dünyanın  her  yerinde  bu  insanlar,  bu  yerler,  birbirlerine

benzerler.  Sahi  mi?  Fransa’da  da,  İngiltere’de  de  böyle  mi-

dir?  O  halde  mesele  yok:  girelim.  Fakat  bizde  erkeklerin,

kırıtmaya çalışarak hizmet etmesi bir garip oluyor. İyi terbi-

ye edilmemiş sirk hayvanlarına benziyorlar. Efendimiz, mil-

letimiz uşaklığa alışamıyor bir türlü. Yağmur dinmişti. Ada-

ma,  masanın  üstünü  sildirdi.  Sandalyeye  rahatça  yaslandı.

Kimse,  benim  burada  olduğumu  bilmiyor.  Hiç  kimsenin

benim  hakkımda  düşündükleri  buraya  ulaşamaz.  Güneş

çıkmalı,  ya  da  ben  hava  tahmin  raporundan  uzaklaşmalı-

yım.  Raporu  çıkarılmamış  yerlere  gitmeliyim.  Düşünmeli-

yim.  Düşüncemin  bir  yerinde  kalkmak  onu  yarıda  bırak-

mak zorunda kalmamalıyım. Hayatımda ilk defa, bir işi so-

nuna kadar götürmeliyim. Bundan sonra ne yapacağımı dü-

şünmeden kahvaltı etmeliyim. Kalın kesilmiş ekmek dilim-

leri,  süt,  yumurta,  peynir,  bal.  Kocaman  çukur  tabaklar

içinde kaybolmuşlar. Buraya, kahvaltı ettikten sonra, oğlum

570



bu  yiyecekleri  küçük  tabaklar  içinde  getirmesini  öğrenin,

diyen  akıl  hocaları  gelmemiş  daha.  Küçük  tabak  kullanır-

san  sen  de  benim  gibi  zengin  olursun,  benzin  istasyonları

gibi  şık  yerler  yaptırırsın.  Birden  sevindi.  İstediği  gibi  bir

yerdeydi. Bu gidişle insanlarla tanışabilecekti; onlarla konu-

şabilecekti.  Kayınpederim  gibi  değil.  Hayır,  onun  gibi  ko-

nuşmam. İnsan bütün geçmişini, düşünme ve çağrışım alış-

kanlıklarını birkaç kilometrede atamıyor Olric. Bu kayınpe-

derimi  bilmezsin.  Eski  kuşağın  absurd  temsilcisidir.  Yalnız

kendisi  bunu  bilmez.  Şimdi  geride  kaldı,  neyse.  Daha  da

geride  kalsın:  en  geride  kalsın.  Adamı  çağırır,  sorardı:  bu

sütü kendi ineklerinizden mi alıyorsunuz? Günde ne kadar

süt veriyorlar? Çalışmalı, daha çok çalışmalı. Karın da çalı-

şıyor mu? Çocuklar da çalışıyor mu? Herkes çalışmalı. Kü-

çük tasarruflar yapmalı. Herkes işini büyütmeli. Geride kal-

dın işte, çok geride. Evinizi büyütmelisiniz, ahırı büyütme-

lisiniz.  Bir  de  dokuma  tezgâhı  almalısınız.  Evini  kendin

yapmalısın;  ustaların  başında  durmalısın,  pencereyi  şöyle

yapmalısın, kapıyı böyle yapmalısın. Oğlum Turgut, bu ara-

zi ne kadardır? Ben ne bileyim moruk. Olmaz, sen mühen-

dissin: bileceksin. Evle birlikte bir de lokanta yapsa kaça çı-

kar? Otur hesap et. Çok pahalı olmasın. Canım, neden key-

fimi kaçırıyorsunuz? Ben buraya süt içmeye geldim. Olmaz.

Otur,  yaz  çiz.  Ben  sana  söylerim  nasıl  yapılacağını.  Bizim

evden biliyorum. Yakınlarda kum ocağı var mı? İyi. Kendin

getirirsin.  Kamyonu,  ameleyi  tut,  yüklet.  Daha  ucuz  olur.

Baba, şimdi hesap yapmak istemiyorum. Bugün dinlenmek

istiyorum. Dinlenirken de çalışmalı. Ne kadarcık iş? Metre-

kare hesabıyla yap. Şimdi, söylediğim gibi çiz oraya. Geride

kaldın  işte,  dinlemiyorum  seni.  Olmaz.  Seni  hiç  duymaz.

Marangozu  çağırırsın:  burada  yapar.  Gözünün  önünde.

Malzemeyi  sen  al.  Kayınpederinin  dünyasını  düşündü:  ba-

şını kaldırmadan çalışan insanlar, durmadan biriktiren yor-

571



gun yüzlü erkekler. Burada olduğumu bir bilse. Bu yeri sa-

tın almak için geldim, babacığım. Sizden gizli biriktirdiğim

paralarla. İyi. Yüzü güldü. Otomobili almakta acele ettiğini-

zi söylemiştim. Önce başınızı sokacak bir yer lazım, demiş-

tim. Senin gibi bir daha başımı çıkaramamak için mi baba-

cığım? Bütün gün okur. Faydalı bilgiler tabii. Boyuna hesap

yapar.  Balkonun  üstünü  kapattık:  camekân  yaptırdık.  Hiç

yoktan bir oda kazandık. Mutfağın yanındaki balkonda du-

ran tenekeleri buraya taşıdık. Gaz bidonunu da şuraya taşı-

dık.  Şu  girintiye  de  bir  dolap  yaptırdım.  Yatak  odasında,

sandıkta  duran  eşyayı  koyuyoruz  içine.  O  sandığın  yerine

de  oturma  odasındaki  çalışma  masamı  koydum.  Salon  fe-

rahladı. Bulutlar aralanıyor. Hava açacak. Güneşi göreceğiz.

Bir sigara yaktı. Kahvaltımı bitirmişim. İyi çalışmalar kayın-

peder, iyi değiştirmeler. Ben artık, sadece sütümü içeceğim.

Güneş asfaltın üstünde parlıyordu. Kır çiçekleri yağmuru

sevmişti. Bana çiçeklerin adlarını kim öğretecek Olric? Yeni

şeyleri  öğrenmek  için  çok  vaktiniz  olacak  efendimiz.  Ne

kadar iyisin Olric. Benim bütün ihanetlerime göz yumuyor-

sun ve bana doğru yolu göstermiyorsun. Bir gün bu çiçek-

ler o kadar büyüyecek ki bütün reklam demirlerini örtecek.

Sarmaşıklar  reklam  levhalarına  sarılacak  ve  tabiat  medeni-

yeti yutacak. O zaman biz ne olacağız Olric? Biz her zaman

yolda olacağız efendimiz. İlerde bir ağaç topluluğu görüyo-

rum  Olric.  Suyu  görünce  bir  araya  gelmişlerdir  herhalde.

Bir  akarsu  olmalı  aralarında.  Arabayı  çimenlerin  ortasında

durdurdu. Sürekli akan çeşmenin yanına geldi. Selim, böyle

çeşmelerde  her  tarafını  ıslatırdı;  suyu  da  içemezdi  istediği

kadar. Oysa, bazı insanlar vardır; en çamurlu yerlerden bile

kolalı beyaz gömleklerini ve açık renk pantalonlarını kirlet-

meden çıkarlar. Böyle adamlar hayatta başarıya ulaşırlar Ol-

ric.  Selim  nereye  tutunacağını  bilemezdi.  Bir  eliyle  çeşme-

nin duvarına dayanmaya çalışırken, öbür elini suya uzatır:

572



dengesini bulamaz bir türlü. Ayakları çamura batar, dudak-

ları suya yetişmez. Islanırız, gene kururuz; ne yapalım? Yü-

zünü  yıkadı,  saçlarını  ıslattı.  Saçlarım  azalıyor.  Yalaktaki

suda  yüzünü  seyretti:  tenim  daha  genç,  derim  gergin.  Yaş-

lanmış olsaydık bunu yapabilir miydik? Tolstoy, doksan ya-

şında yapmış efendimiz. Ben Tolstoy değilim Olric. Tolstoy

entelektüel  bir  devmiş.  Ufak  tefek  olduğunu  söylüyorlar

efendimiz.  Üstelik  geleceği  düşünemiyormuş:  büyük  bir

ümitsizlik içindeymiş. Bizimle birlikte gelseydi ne iyi olur-

du. Yanınıza kitap aldınız mı efendimiz? Hayır ama almalı-

yız.  İlk  girdiğimiz  kasabada  bir  kitapçıya  koşalım  hemen.

Yazmak  konusunda  da  artık  biraz  iyimser  misiniz  efendi-

miz?  Şimdi  bunu  bırakalım,  şimdi  bunu  bırakalım.  Sonra

düşünürüz.  Kafamı  toparlamalıyım  biraz.  Kayınpederler-

den,  para  biriktirmelerden,  öfkelerden  sıyrılmalıyım  biraz.

Arkasında bir otomobil durdu. Gördün mü Olric? Beni lafa

tuttun. Suda kendini seyreden bir adamı seyretme imkânını

verdin  başkalarına.  Arkasına  döndü.  Şişmanca  genç  bir

adam,  yanında  bir  kadın.  Adam  elinde  plastik  bir  bidonla,

arabadan  indi.  İyi.  Su  almaya  gelmiştir.  Bize  yaramazlar.

Hemen  gidelim.  Hayır  efendimiz.  İnsanların  gözlerine  ba-

kabilmelisiniz. Sizin ne yaptığınızı kimse bilmiyor. Bilseler

de daha rahat bakmalısınız. İsa da bakıyordu, deme sakın.

Ayrıca  o,  zenginlerin  cennete  girebileceğinden  çok  kuşku-

luydu. Biliyorsun. Şişman adam yaklaştı; seyrek siyah saçlı,

beyaz tenli bir adam. Turgut, tekrar suya doğru eğildi:

“Gençlik  gitmeden  saçlar  insanı  bırakıyor  diye  düşünü-

yordum.”


Adam gülümsedi. Elindeki bidonu çeşmeye uzatarak: “Be-

nim kadar olmasın,” dedi. “Bu çeşmenin suyu gibi yoktur.”

“Ben  Ankara’ya  gidiyorum  yavaş  yavaş,”  dedi  Turgut.

Güldüler.  Şişman  adam  bidonunu  doldurdu.  Turgut  yarı

saydam ve yeşil bidonun içinde, suyun görüntüsünü beğen-

573



medi. Adama arkasını döndü, arabasına bindi. Şişman ada-

mın  uzaklaşmasını  seyretti  pencereden.  Şişman  adam  işte.

Suyun bidon içindeki görünüşünden anlamaz. Kasabaya gi-

delim Olric; kitap alalım daha iyi. Biliyor musun Olric, ada-

ma az kalsın gidiyordum yerine gidiyorduk diyecektim.

Yabancılar için kasabalar birbirine benzer. Kasabada yaşa-

yanlarsa, sayılmayacak kadar değişik özellikler bulurlar ka-

sabalarında. Bir kasabada günlerce kalırsınız. Belediye par-

kında oturmaktan, derenin kenarındaki gazinoda gazoz iç-

mekten,  hükümet  meydanındaki  çok  katlı  iki  üç  binayı

görmekten  içinize  sıkıntı  çöker.  Tozlu  yollardan  geçen  şe-

hirlerarası  otobüsler  bile  bir  yenilik  getirmeye  başlar  size.

Sonra bir gün bir yerde o kasabanın yerlilerinden biriyle ta-

nışırsınız;  laf  olsun  diye  N.  kasabasında  bulunduğunuzu

söylersiniz.  Size  hemen  birtakım  yerleri  saymaya  başlar,

gördünüz  mü,  diye.  Kasabanın  bitip  tükenmez  güzellikle-

rinden, yakında bulunan tarihî zenginliklerinden bahseder.

Gitmiş olduğunuz lokantayı beğenmez: en iyi lokantayı na-

sıl öğrenmediğinize şaşarsınız. En iyi otelde kalmışsınızdır

Allah’tan: onu da nasıl beğenmediğinize şaşar. Büyük şehir-

lerde bile bu kadar temiz bir otel bulunmaz. Ya şehir parkı?

Ya hükümet meydanı? O zaman, daha önce söylediklerinin

gerçek değerini anlarsınız. Büyük şehirlerde gördüğü hiçbir

bina, hiçbir tabii güzellik, kasabasını unutturamaz ona. Za-

ten biraz hayal güçleri olsaydı, bu tek katlı dükkânlarla do-

lu sokaklarda bütün gün dolaşabilirler miydi? diye düşün-

dü Turgut. Peki, derler hiçbir tarafını beğenmediniz; çarşıyı

da  mı  güzel  bulmadınız?  Çarşı  mı?  Donar  kalır  insan.  Ne

çarşısı? Yan yana yan yana dükkânlar. Yeşil boyalı, mavi bo-

yalı dükkânlar. Sokaklar biter, dükkânlar bitmez. Bu karışık

sokaklarda,  bu  dükkân  denizinde  kitapçıyı  nasıl  bulacağız

Olric?  Burada,  galiba  yalnız  kasabalıların  ihtiyaç  duyduğu



574


şeyler  satılıyor.  Bisikletler,  halılar,  koltuklar,  dolaplar,  her

şey taksitle. Otobüs acenteleri: şirketimiz bu yıl aşağıda fo-

toğrafları  görünen  sayın  hacılarımızı,  kazasız  belasız  Mek-

keyi Şerife götürüp getirmiş ve bu mukaddes seyahatlerin-

de kendilerine her türlü rahatı temin etmiştir. Cama yapış-

tırılmış bir sürü vesikalık fotoğraf. Bir sokak fotoğrafçısında

çektirilmiş herhalde: sayın hacıların yarısının gözleri kapa-

lı,  hepsi  birbirine  benziyor.  Bir  adam  çıktı  yazıhaneden:

Turgut’a  ne  istediğini  sordu.  Kitapçı,  dedi  Turgut,  kitapçı

arıyorum.  Bu  adam  muhakkak  beni,  dinî  eserler  satan  bir

yere  gönderir.  Neden  göndersin?  Eliyle  ileriyi  işaret  etti.

“Soldan birinci değil, ikinci değil, üçüncü sokağa girin. Ha-

lıcı  Musa’dan  iki  dükkân  ötede.”  İyi.  “Bizim  Kitapçı  diye

yazar üstünde dükkânın.” İyi. Bizim Kitapçıymış Olric. Bi-

zim  Kitapçı  olduğuna  göre  bizim  istediklerimizi  buluruz

orada. İstersen, Kan Kalesi’ni bile alırız. Hayır. Onları, hü-

kümet  meydanına  çıkan  bir  sokağın  başında  satarlar.  Ne-

den mi diyeceksin? Anlatması güç. Öyle sezinledim işte. Bu

kitapları  öyle  yerlerde  satarlar.  Neden  mi?  İzahı  yok.  He-

men yanındaki seyyar satıcıda muhakkak gülyağı bulunur.

Esans da vardır. Caminin yakınlarında bir yerdedir. Tespih

ve  ağızlık  da  saftır.  Büyük  şehirlerde  de  böyle  değil  midir

efendimiz?  Onlardan  görmüş  olsalar  gerek.  Kimin  kimden

gördüğü belli değil Olric. Caminin yanından geçtiler. Bu ca-

mii  şerifin  tamiri  için  makbuz  mukabilinde  teberru  kabul

edilir. Ne güzel, Olric. Bağış demeye dili varmıyor. Her zih-

niyetin  bir  dili  var  Olric.  İşte  bizim  kitabevi.  Çerçeveleri,

sokaktaki öbür dükkânlardan farklı bir renge boyanmış. İs-

tediğimiz kitapları burada bulabileceğimizi sanıyorum.

Yaylı  kapıyı  iterek  geçti.  Burnuna  hafif  küflü  ve  keskin

bir  kitap  kokusu  geldi.  Kitapçı  dükkânlarının  özel  bir  ko-

kusu vardır Olric: nevi şahsına münhasır derler eskiler, işte

ondan. Kasada duran genç adam başını kaldırdı ve gülüm-

575



sedi.  Taşra  usulü  bıyık  bırakmış  kibar  bir  adam.  Kitapçı

olabilir: bu sıfata uygun bir adam. Kitapçıların ve çiçekçile-

rin  bazı  özellikleri  olmalıdır  Olric.  Gelişigüzel  insanlar  bu

mesleklerin  içine  girmemeli.  Kitaplar  ve  çiçekler  özel  bir

itina  isteyen  varlıklardır.  Ne  yazık,  bu  meslekler  de  artık

olur  olmaz  kimselerin  elinde,  sattıklarıyla  ilgileri  olmayan

kişilerin.  Durmadan  kitaplara  ve  çiçeklere  eziyet  ederler,

onlara nasıl davranılacağını bilmezler. Bana kalırsa, bir “ki-

tapları koruma derneği” kurmalı ve kitaplara kötü muame-

le  edilmesini  önlemeli.  Herkes  bu  işi  yapamaz.  Bazı  zalim

insanlar,  binbir  itinayla  hazırlanan  o  çiçek  gibi  kitapları

alırlar, hiçbir koruyucu tabakaya sarmadan, evet olduğu gi-

bi, üst üste koyarlar; sonra kalın ve çirkin bir iple bağlarlar.

Zavallı kitapların, özellikle en üstte ve en altta kalanları, bu

işlem  sırasında  kurban  edilirler:  kapaklarının  üstünde  haç

biçimi yaralar meydana gelir. Kaba taşıyıcılar da onları ora-

dan oraya fırlatırlar. Lekeler ve buruşukluklar kitapları in-

citir. Kapaklar, dizgiler, baskılar için gösterilen bunca itina-

ya  yazık  olmaz  mı?  Satıcılar  da  gelişigüzel  dizerler  onları:

isimlerini bile öğrenmeden. Onlar için en iyi kitap, en çok

satılan  kitaptır.  Müşterinin  ne  biçim  bir  insan  olduğuna

bakmadan, yalnız en çok satılan kitapları överler onlara. Bu

adamları  bir  imtihadan  geçirerek  yeterlik  belgesi  verilmeli

Olric. Herkes kitap satamamalı. Cahil kitapçıların, iyi oku-

yucuları rahatsız etmelerine izin verilmemeli artık. İyi oku-

yucu  az  bulunan,  ürkek  bir  kuş  gibidir.  Kapıdan  girer  gir-

mez kaçırmamalı onları. Bir zamanlar Selim, Balkanların ve

Ortadoğu’nun en hassas okuyucusu olmakla övünürdü. Bu

çeşit okuyucular, daha kapıdan içeri girer girmez sonsuz bir

hürriyet  havası  duymalıdırlar.  Kitapları  serbestçe  koklaya-

rak  başıboş  dolaşabilmelidirler.  Oysa,  bu  cahil  kitapçılar

hemen yanına yaklaşır, tüyler ürpertici kitap adları sayarlar.

Kendi  akıllarınca  müşteriye  yararlı  olmak  isterler.  Ne  gibi

576



bir kitap istediğinizi sorarlar size: polisiye bir şey mi olsun,

yoksa bir aşk romanı mı? Bazı kitapları insanın burnuna so-

karak,  bunların  çok  tutulduğunu,  herkesin  satın  aldığını

söyleyerek baskı yaparlar. Oysa bu okuyucular, kaçmak için

küçük  bir  bahaneye  bakarlar:  uçup  giderler  hemen.  Bu  az

bulunur kuşların çekingenliğini hep yanlış yorumlarlar ap-

tal kitapçılar. İşte, derler, ne istediğini bilmeyen bir müşteri

daha. “Aşkın Günahları”nı sattım gitti. Olmazsa, Gece Ko-

kan Cinayet’i yuttururum. Bu “iyi” kitapları uzatmakla, za-

vallılara nasıl hakaret ettiklerini bilmezler. İnsan bazı kitap-

çıları kapıda görünce, onların bekleyişinden korkar da içeri

adımını atamaz.

Bu  adam  onlara  benzemiyor.  Kitaplara  bakacağını  söyle-

di. Bu söze karşılık vermezse, gerisi kolaydır. Vermedi. Ki-

tapların  arasında  biraz  kaybolalım.  En  iyisi  büyük  kitapçı-

lardır. Müşterilerle fazla meşgul olamadıkları için, koridor-

larda, rafların arasında rahatça dolaşabilirsin. Kasaba kitap-

çılarında da, tükenmiş nice kitabı bulabilirsin. Selim de 




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin