01 tutunamayanlar


İkinci Bölüm 243



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə16/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

242


İkinci Bölüm

243


9

Süleyman  Kargı’nın  evinden  çıkarken  Turgut’un  başı  ağrı-

yordu.  Hava  kararmıştı.  Ilık  bir  akşamdı.  Kaldırımın  orta-

sında durdu; bir sigara yaktı. İnsanlar, Selim Işık’ın başına

gelenlerden habersiz, aceleyle birtakım yerlere gidiyorlardı:

birtakım insanlar, birtakım yerlere. Bir adam yaklaştı: “Ate-

şinizi  müsaade  eder  misiniz?”  Etmem.  Siz,  Selim’den  bah-

setmeme  müsaade  eder  misiniz?  Etmezsiniz.  Gördünüz

mü?  Adam,  kamburunu  çıkararak  eğildi,  sigarasını  yaktı;

sağol anlamına elini başına götürdü, uzaklaştı. Hemen kaç-

tınız, değil mi? Kaçın bakalım. Sigara yakma hukuku. İnsan

kaldırımın ortasında kararsız durursa, ya ateş isterler ya da

adres sorarlar. Başka bir şey sormazlar. Sigarayı attı. Yardımı

kesiyorum. Adımlarını hızlandırdı. Beni de bir yere sıkıştı-

rıverseydi şarkıların içinde. Saçmalama! Turgut’u çok sever-

dim.  Benim  olsaydı  derdim!  Senin  kaderin,  ortaokul  man-

zumelerinde kalmak. Küçüktüm ufacıktım, gerçeklere acık-

tım.  Efendim?  Gerçekler  mideme  oturdu.  Şarkıları  bizim

evde  yazsaydın.  Anlamadım!  Bir  sigara  daha  yaktı.  Nereye

245



gitsem?  Süleyman’da  kalmadığıma  iyi  ettim.  Bir  yerde  söz

biter:  iki  kişi  karşılıklı  kendini  tekrarlamaya  başlar.  Yeni

başlayan  ilişkiler  bile  eskir  böylece.  Hemen  kaçacaksın  ki

aklın orada kalsın. Başka tanıdıkları da vardır burada. An-

nesine  gittiğim  gün  yazdığım  adresler  nerede?  Bir  elektrik

direğinin  altına  gitti.  Cebinden  bir  not  defteri  çıkardı.  Hiç

not defteri taşımazdı. Hafızasına çok güvenirdi. Kartvizit de

kullanmazdı. Dokunuyormuş. Bu kartvizitte ne yazıyor ba-

kalım?  Nermin’in  verdiği  adres.  Akşam  yemeğini  onlarda

yesem... mi? Çok sevinirler. Efendim, bir görevle bu güzel

şehrinize geldim. Onlar yaşıyor ya, elbette güzeldir. Bir uğ-

rasan iyi olur, demişti Nermin. Ben, balon muyum çocukla-

rı  sevindirecek?  Kimseyi  sevindirecek  halim  yok.  Sizlere

uğramadan  edemedim.  Şehri  çok  güzel  ve  değişmiş  bul-

dum. Yeni taşındığınız evi bulmakta güçlük çekmedim. Oğ-

lunuz  çok  büyümüş.  İnşallah  büyüyünce  sen  de  Turgut

Amcan  gibi  mühendis  olursun.  Daha  beter  olsun.  Nermin

ne yapıyor? İyidir, selam ve sevgileri var. İnşallah bir daha-

ki  sefere  onu  da  getiririm.  Sen  derslerine  çalışıyor  musun

bakalım? Kaşlarını çattı. Amcalar bazen kaşlarını çatar: on-

lara  güven  olmaz.  Süheyla’yı  hatırlayacaksınız:  teyzemin

gelini. Müşerref oldum. Yemekler çok güzeldi. Evin yeri de

çok güzel. Sizi gençleşmiş buldum. Benim otelde biraz ça-

lışmam  gerekiyor  bu  gece.  Nermin’le  birlikte  bekleriz  bir

dahaki  sefere.  Geliriz  dedik  ya,  uzatmayın.  Bir  daha  otele

inmek yok. Olur: uçakla doğru size ineriz. Binayı başınıza

yıkarız.  Bir  dahaki  gelişinizde  doğru  bize  inin.  Darılırız.

Gitmiş kadar oldum. Bu da kimmiş? Haluk Sanver: mimar.

Askerlik  arkadaşı.  Bana  biraz  bahsetmişti.  Yaramaz.  Bir

adam yaklaştı: “Kibritiniz var mı acaba?” Biraz önce sigara-

nı  yakmıştık  ya.  Kutuyu  uzattı:  “Bende  çakmak  var.  Sizde

kalsın.” Bir daha isteyen olursa çakmağı da veririm: bu iş-

ten kurtulurum. Olmaz: Nermin’in hediyesi. Ne diyor Hul-

246



ki Bey: insanlar yüzünüze bakınca, sizden bir şey koparabi-

leceklerini düşünmemeli. Ticaretin ilk şartı. Turgut, demiş-

ti, bakışlarınla insanların cesaretini kıracaksın. Ya da buna

benzer bir söz. Sayın patronum: ayakta, fenerin dibinde du-

ruyordum,  adres  arıyordum.  Yaklaştığını  görmedim.  Ol-

maz:  duruşun  da  umut  kırıcı  olmalı.  Hava  karardı  Hulki

Bey; mesai bitti. Özel işlerimle meşgulüm: beni rahat bırak.

Selim Işık’ın intiharı meselesi üzerinde duruyorum. Bu söz-

leri  duyan  bir  Hulki  Beyin  suratını  görmek  isterdim.  Bul-

dum:  Metin.  Evet  Metin  ve  keman.  Daha  önce  neden  akıl

edemedim?

Bana haksızlık ettin Selim; açıklamalara Metin’i bile koy-

dun. Kim bilir neden? İşte karşımda yarım saattir oturuyor

bu  şerefin  farkında  olmadan.  Kaba  ve  melankolik  bakışlı

bir  genç.  Romantik  buldu  onu  da  kendisi  gibi.  Kantinde

aramıza alsaydık şimdiye kadar çoktan foyasını çıkarmıştık

ortaya. Burhan gibi onu da yerin dibine geçirmiştik. Güner

ve  Kenan  da  oldu  mu,  elimizden  kurtulamazdı.  Güner’le

Kenan’ı da koymadın şarkılara. Çünkü neden? Çünkü on-

lar  konuşurken  ağızlarının  kenarında  böyle  acı  ve  çarpık

bir gülümseme belirmez de ondan. Bu kazma dişli, güreşçi

suratlı Metin gibi ikinci sınıf milli Türk romanı kahramanı-

na benzemezler de ondan. Seni dinlerken gözlerini boşluğa

dikmezler de ondan. Babasını ve ağabeyini kaybetmiş iki ay

arayla. Ondanmış bu elem. Talihleri vardır bu gibilerin: her

zaman bir acı bulurlar çekecek. Senin de her işin iyi gider

aksi  gibi.  “Selim  nasıl,  Turgut  Bey?”  “İyi,  iyi,”  dedi  Turgut

aceleyle. Bu acıyı da kendimize saklayalım Metin Bey. “Sizi

muhakkak aramamı söyledi, Metin Bey. Çok severmiş sizi.”

Haksızlık  etmeyelim:  Metin’i  ara,  demezdi  Selim.  Hiç  ol-

mazsa  çekinirdi.  Acaba  Metin  de  tutunamayanlara  giriyor

mu? Bir bakıma girer. Hepsi de sevimli olmaz ya. Belki ço-

ğu  değildir.  “Acı  şeyler  anlatıp  sizi  üzdüm  galiba  Turgut

247



Bey.  Konuşmuyorsunuz.”  Parmağındaki  altın  şövalye  yü-

zükle oynadı, iri kemikli ve küt eklemli ellerini ovuşturdu

sinirli  sinirli.  Sıcak  olduğu  halde  koyu  lacivert  elbisesini

giymiş.  Siyah  elbisesi  olsaydı  onu  giyerdi.  Üzülme  ölmez-

sin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karı-

nı bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun

kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek

için, foyan meydana çıkmasın diye. Güner ve Kenan’la evle-

necek değilsin ya. Şimdi Güner olsaydı, tutardı senin baca-

ğından, kocaman ayaklarına dar gelen ve yer yer taşan ayak

parmaklarının  baskısıyla  biçimi  bozulmuş  siyah  ayakkabı-

larını,  kantin  masalarından  birine  dayardı  ve  pantalonunu

sıvayıp  vişne  çürüğü  jartiyerlerini  gösterirdi  bizim  çeteye.

Neden  baston  yutmuş  gibi  oturuyorsun?  Buldum:  bütün

acına  rağmen,  korseni  giydin.  Çünkü  romantikler  göbekli

olamazlar:  yasaktır.  Ben  sana  gösteririm.  Limonata-pasta-

komparsita  düğünü  yaparak  evlendin;  bir  önceki  unutul-

maz  aşkının  elemini  bir  sonraki  kızın  kollarında  unuttun

ve  Allah  kahretsin,  belki  de  bu  kelimelerle  anlattın  duru-

munu  kıza  evlenme  teklif  ederken.  Kızla  dansederken  na-

sırların  da  ayağını  vuruyordu.  Belki  üzüntün  ondandı.  İlk

gece de pek parlak geçmemiştir. Ne yapayım Selim? Henüz

öfkemi  kaybedemedim.  Neden  bu  adamın  karşısına  oturt-

tun beni? Küçük memur, karısı yeni doğurmuş, parası yok.

Ben bu işi beceremeyeceğim Selim. Kirli bir geçmişim var:

onu inkâr edemem. Yağlı, siyah bir kravatı üçgen mi bağla-

malıyım Metin gibi? Sen de katılırdın bize kantinde. Benim

“başka yönlerim” yok senin gibi. Ben bu adamı alırım... Şu

adamı bir deneyelim. Evine de çağırmaz ki: karısından kıs-

kanır. “Metin Bey, bu akşam beni yalnız bırakmazsınız her-

halde. Eleminizi biraz içkiye boğalım; ne dersiniz?” Metin,

başını  kaldırdı  yavaşça.  Seytani  bir  ifade  belirir  gibi  oldu

gözlerinde. Hırslı ve kötü bir ifade. Alay edilmeyi yakıştıra-

248



maz kendisine; üzüntüsünden öyle baktı. “Beni taşımak zor

gelmezse sevinirim. Selim’in bir dostuyla bulunmak...” Sö-

zün gerisini dinlemedi.

Metin, Turgut’un tahmin ettiği gibi, tıraş olmadan ve elbi-

sesini değiştirmeden geldi otele. Turgut, geceye istediği gibi

hazır  olmak  için,  önce  odasına  çıkıp  biraz  uyumuş,  sonra

da tıraş olup yıkanmıştı. Beyaz gömleğinin ütüsünü beğen-

medi,  kolacıya  gönderdi.  Elbiselerini  fırçalattı,  ayakkabıla-

rını boyattı. Oyuna çıkıyoruz: hazırlıklarımızda bir eksiklik

olmamalı.  Otelin  salonunda,  geniş  bir  koltuğa  gömülerek

viski ısmarladı. Durumu beğenmiyorum. Durum kötüye gi-

diyordu. Turgut’a yardım edecek kimse yoktu. Henüz Olric

ufukta  görünmemişti.  Kendi  kendine  konuştuğunu  sanı-

yordu daha. Henüz basit bir ağrı sanıyordu göğsündeki sı-

kışmayı. Kendine acımaya başlamıştı yalnız. Selim’e duydu-

ğu acımayla karıştırıyordu bu acımayı. Suratını astı, hiçbir

şey düşünmedi.

Metin’i görünce biraz aşırı bir nezaketle karşısına oturttu:

“Viskiyle  mi  başlıyoruz,  votkayla  mı?”  Metin,  benim  için

hepsi bir, anlamına gelen bir gülümsemeyle: “Hangisi olur-

sa olsun.” dedi. “Oğlum, bize iki viski.” Garson uzaklaşır-

ken Metin, ciddi bir sesle: “Otelde sizin misafiriniz olurum;

fakat dışarı çıkınca hiçbir şeye karışmak yok. Gücenirim.”

Gücenmezsin. Fakat gösteriş fırsatını da kaçırmazsın. “Böy-

le  bir  durum  bahis  konusu  olamaz,”  dedi,  ciddi  bir  sesle.

“Masrafları  zaten  şirket  ödüyor.”  Rahatladın  değil  mi?  Bu

sözlerini sana pahalıya ödetmek de vardı ama sonra bütün

gece keyfimi kaçırırsın.

“Onun için, Metin kardeşim -sana Metin diyebilirim, de-

ğil mi?- bütün acılarını unutturup şirket hesabına biraz te-

selli etmek istiyorum seni. Olmaz mı?”

“Sizin  gibi  canlı,  neşeli  birinin  yanında  olmak  acılarımı

biraz küllendiriyor.”

249



“Bir viski daha?”

“Bilmem ki, alışık değilim.”

“Alışırsın Metin kardeşim; metin ol. Bu acıya ucuza kat-

lanılmaz.”

Metin, duruma, Turgut’un tahmininden daha çabuk alış-

tı. Lokantaya gitmek üzere otelden çıktıkları zaman hafifçe

sallanıyordu. Gururla:

“Oldukça içtim, değil mi Turgut Bey kardeşim? Ama hiç

tesir etmedi.” dedi.

“Üzüntüden. Yaşadığın hayat seni dayanıklı yapmış. Son-

ra, mert bir insana benziyorsun. Böyle mert insanlar kolay

sarhoş olmazlar.”

“Tabii olmazlar. Namuslu ve vatanı için her şeyi yapmaya

hazır ve yapmış bir insan olarak... Aaaah! Bilmezsin benim

fırtınalı hayatımı.” Esrarlı bir tavır takınarak sustu.

Masayı içki ve mezeye boğdu Turgut. Önce, iki büyük şi-

şe  rakı  getirtti.  Garsona  gülerek:  “Bizim  ne  kadar  içeceği-

miz belli olmaz,” dedi. “İçki biter sizde sonra. Alt üst ede-

rim  ortalığı.”  Metin’in  bir  şey  söylemesine  fırsat  vermeden

masayı  doldurttu:  beyaz  peynir,  kavun,  yaz  olmasına  rağ-

men sucuk, pastırma, fasulye pilakisi, midye pilakisi, cacık,

sarmısaklı köfte, patates köftesi, haydari, arnavutciğeri, ta-

rama,  Rus  salatası...  Metin:  “Yeter,”  dedi:  “Kim  yiyecek  bu

kadar...” “Belli olmaz,” diye sözünü kesti Turgut: “Belli ol-

maz.”  Devam  etti  ısmarlamaya:  turşu,  patates  tava,  midye

tava, çoban salatası, yeşil zeytin, fava, mayonezli balık, pat-

lıcan  salatası,  patlıcan  tava...  Garson,  yandaki  boş  masayı

da  çekti  ve  arkası  gelmeyen  siparişleri  yığmaya  başladı.

“Oğlum,  burası  çok  geri  bir  meyhane.  Dil,  füme  balık,  sa-

lam, kokoreç, karides, pavurya filan yok mu?” İriyarı, ayıya

benzeyen  lokanta  sahibi  koşarak  geldi;  çıkarabildiği  kadar

nazik  bir  sesle,  “Eksikleri  aldırıyorum.  Siz  bunlarla  başla-

yın, her şey gelecek,” dedi. Turgut, garsonu yanına çağırdı:

250



“Bizi  yabancı  gördün  galiba.”  Metin’e  bakıyormuş  gibi  ya-

parak eline bir on lira sıkıştırdı; komiyi de çağırıp iki onluk

verdi: “Bize on beş liralık kadar taze fındık, fıstık gibi bir-

şeyler alıver. Üstü senin.” Bir masa daha getirdiler: rakılar,

sodalar,  sular,  gümüş  kaplı  buz  kovalarına  kondu.  Turgut,

bir komi daha çağırdı: ona da beş paket Yeni Harman ve ay-

rıca patronun aracılığıyla üç paket Amerikan sigarası aldır-

dı. Metin’e döndü: “Biz bu hazır şeylerle başlayalım, şişke-

babı,  balık  tava,  kabak  tava,  et  sote,  ciğer  tava,  börek  gibi

sıcak şeyleri de hazırlatırız bu arada. Garson senin adın ne

bakayım? Mustafa. Evet Mustafa. Ayıp değil mi oğlum? Ha-

di biz unuttuk diyelim: hatırlatmak yok mu? Nerede oğlum

zeytinyağlı biber, patlıcan dolmaları? Nerede midye tavaya

tarator?”  Mustafa  telaşla  uzaklaştı.  “Biraz  fazla  olmadık

mı?”  diye  çekinerek  sordu  Metin:  “Bunları  yeseydik  ön-

ce...” “Olur mu, Metin olur mu? Üzüntümüzü nasıl unutu-

ruz başka türlü? Hem ben engin ruhluyumdur, şair tabiatlı-

yımdır. Her şeyde aşırılıktan, bolluktan hoşlanırım. Kaptır-

dım  mı  kendimi  tutamam  artık.  Sen  beni  rahmetli...”  Bir-

den  şaşırdı;  fakat  üç  masaya  sığmayan  mezeleri  inceleyen

Metin’e belli etmedi. Metin, çekingen hareketlerle mezelere

saldırmaya başladı bile... Kimin rahmetli olduğunu sormak

aklına bile gelmedi... Ah rahmetli; ne kadar haklıydın, kim-

se kimseyi dinlemiyor dediğin zamanlar...

Garson,  masayla  mutfak  arasında  koşuşup  duruyordu.

“Evet  beyim,  geliyor  beyim,  şimdi  hazır  beyim.”  Turgut,

masalardaki aşırılığı yeterli bulunca, birden garsonun hızını

kesti: “Oldu artık. Şimdi bizi rahatsız etmek yok. Bu masayı

unut, ben seni hatırlayıncaya kadar.” Gülerek Metin’e baktı:

“Her şey tamam mı? Muhabbete geçelim mi?” Garson, Tur-

gut’u memnun etmek endişesiyle emrini hemen yerine ge-

tirdi.  Turgut  arkasına  yaslandı.  “Ortak  dostumuz  Selim  ve

dostumun yeni tanıdığım dostu Metin şerefine.” Metin: “Si-

251



ze bayıldım doğrusu,” dedi: “İnsanı sarıp götürüveriyorsu-

nuz.” “Öyleyimdir. İstersem tadıma doyum olmaz. Her za-

man böyle değilim ne yazık ki. Bazen ne kötü olurum bil-

sen.  Bu  akşam  senin  şerefine  iyilerimi  giydim.”  Kötü  kötü

güldü:  “Söyle  bakalım  nereden  girişelim?”  Masaya  baktı.

Metin:  “Bilmem.  Hepsi  tazeye  benziyor.”  “Yok  canım  ye-

mekten  değil  sohbetten  bahsettim.”  Metin,  gevrek  gevrek

güldü:  yavaş  yavaş  kabuğundan  çıkıyordu.  Acı  tebessüm,

önce yerini bayağı bir gülüşe bıraktı. Metin, kuvvetli alt çe-

nesini her açışında çarpık ve sağlam dişleriyle etlerini gös-

teriyordu Turgut’a. Önceleri, Turgut’un sözlerinin bitmesini

bekliyor  ve  ondan  sonra  anlayışlı  ve  kendine  güvenen  bir

kahkaha atıyordu. Masalardaki mezeler ve şişelerdeki içki-

ler  azalmaya  başlayınca  konuşmayı  izleyemez  oldu;  yerli

yersiz  gülmeye  başladı.  Turgut,  bazen  konuşmayı  ciddi  bir

biçime sokuyor ve sözün arasında birden: “Birader, orda da

o  sözü  söylemek  gerekmezdi.  Anlayınca  başını  öne  eğip

sustu,” gibi ilgisiz ve baş tarafı eksik bir sözü sıkıştırıveri-

yordu.  Metin,  bazen  şaşırıyor:  “Hangi  yerde  gerekmezdi?”

diye  soracak  oluyordu.  “Canım  diyordum  ya  büyükse  bü-

yüklüğünü bilsin diye...” Metin, sonunda direnmeyi bıraktı

ve her söze başını sallamaya başladı. Oturduğu yerde salla-

nıyordu: gülüşleri daha seyrek, konuşması daha anlaşılmaz

olmuştu.  Turgut,  bu  durumu,  anlayışlı  bir  dost  gibi,  anla-

mazlıktan  geldi.  Kadehini  kaldırdı:  “İçebiliyoruz,  o  halde

içelim. Her şey vızgelsin bize bu dünyada. Ne günlük sıkın-

tılar,  ne  arkadaşların  ölümü,  ne  de  aşk  üzüntüleri  kılımızı

bile  kıpırdatmasın.”  Metin,  hafifçe  kımıldadı,  yerinden

kalkmak  istedi,  olmadı.  Dişlerini  sıkarak,  elleriyle  masaya

tutunarak kalktı sonunda. “Ben,” dedi. Bir an ayakta durdu;

sonra bir şey hatırlamak istermiş gibi, elini alnına götürdü.

“Fakat aşk...” dedi. Ellerini havaya kaldırdı, dengesini kay-

beder  gibi  oldu.  “Bir  dakika;  şimdi  geliyorum,”  diyerek

252



uzaklaştı. Turgut, garsona işaret etti, garson, başını sallaya-

rak Metin’in peşinden koştu, ona doğru yolu gösterdi. Dön-

düğü  zaman  Metin’in  dudaklarındaki  acı  tebessüm  de  geri

gelmişti.  Yüzü  bembeyazdı.  Bakışları  gene  melankolikleş-

mişti.  Turgut,  canlı  bir  sesle:  “Sözün  yarım  kaldı,”  dedi.

“Fakat  aşk,  diyordun.  Konuların  en  hassasına  gelmiştik.

Doğrusunu istersen ben de artık sabırsızlanmaya başlamış-

tım.  Fakat  sözü  bir  türlü  oraya  getiremedim.  ‘Fakat  aşk’...

doğrusu cesaretli bir çıkış yaptın.”

“Benim  bu  hususta  ağzım  çok  yanmıştır,”  dedi  Metin.

“Aşk  dememeye  yeminliyim.”  “Gene  de  duramadın;  fakat

aşk, dedin. Biz Türkler açıksözlüyüzdür. Kendimizi tutama-

yız.  Birbirimizi  ne  kadar  yeni  tanımış  olsak  da,  yarım  saat

geçmeden  içimizi  döker  ve  fakat  aşk,  deriz.”  Metin,  alnını

oğuşturarak dinliyordu. “Bir saat içinde en gizli aşklarımızı,

en  mahrem  anılarımızı  ortaya  koyarız.  Önce  genel  sözler

edilir;  fakat  Metin  Bey  kardeşim,  insan  örneklerle  konuş-

mak istiyor, ayrıntılara girmek istiyor. Ona nasıl engel ola-

biliriz? Biri başlıyor anlatmaya. Adı gerekli olmayan bir ka-

dınla  trende  nasıl  tanıştığını  söylemesiyle  yatması  bir  olu-

yor. Tabii burada zaman kavramı önemli değil. Ben, konuya

birden  giremediğim  için  yadırgıyorum  belki.  Ayrıca  beni,

‘açılmak’ için çok uygun bulurlar. Karılarıyla nasıl yattıkla-

rını anlatanlara bile rastlamışımdır. Sonra, adı gerekmeyen

kadının  da  kim  olduğunu  öğrenir  insan.”  Kaşlarını  çattı:

“Biz  açık  sözlü  milletiz.  Bizi  beğenmeyen  gitsin  İngiliz  ol-

sun. Senin de razı değilim benden gizlenmene Metin karde-

şim,  dostum.  Selim’in  dostu!  Canım  kardeşim!”  diyerek

kalktı Metin’i kucakladı, öpüştüler.

“Heyecanımı  mazur  gör  kardeşim.  Ben  içimden  geldiği

gibi davranırım. Ne diyordum? Evet, insanlarımız bu anlat-

ma  görevine  kendilerini  o  kadar  verirler  ki  bazen,  sabaha

doğru, olur ya anlatacak bir şey kalmaz -insanlık hali, hepi-

253



mizin başına gelmiştir, ayıplamak için söylemiyorum- (uy-

gun  gördüğümü  de  söyleyemem)  o  zaman  da  başlarından

geçmemiş  olayları  anlatmaya  başlarlar.  Bizim  için  söylemi-

yorum  ama,  özellikle  yolculuklarda  insanı  uyku  tutmadığı

zaman başlayan konuşmalar vardır. Hikâyeyi uydurdukları

halde,  kadın  kahramanları  gerçek  hayattan  seçiyorlar;  işte

buna  dayanamıyorum.  Anlatma  ihtiyacına  bir  şey  dediğim

yok; hayır, kızdığım nokta şu: günahsız bir kızı ya da kadı-

nı, hem de çok defa bildiğiniz birini bu masallara alet edi-

yorlar. Aynı şehirde, aynı mahallede oturmuşsun kızla, üs-

telik  sen  kız  sanıyorsun,  değilmiş.  İtiraf  etmek  gerekir  ki

insan, bir an için de olsa, bu masala kaptırıyor kendini, bil-

seydim o kızın... hayır bu tarafını karıştırmayalım işin. Ko-

münistler  gibi,  ortaya  bir  yalan  atıyorlar,  milleti  birbirine

düşürmek  için.  Bütün  kızları,  kadınları  savunuyorum  bu

yalancılara karşı.” Ayağa kalktı. “Masum insanlara kötülük

ediyorlar, gerçek olaylara karşı güvenimizi sarsıyorlar.” Göz

ucuyla Metin’e baktı. “İnanarak dinlememizi güçleştiriyor-

lar. İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık. Gerçekle düş

birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz.

Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.” Sallandı,

Metin’in  üstüne  düşecekmiş  gibi  oldu.  “Kimse  aydınlıkta

konuşmaya  cesaret  edemiyor.”  Birden  elini  alnına  vurdu:

“Doğru ya. Ortalık çok aydınlık burada. İnsan içinden gel-

diği gibi konuşamıyor.” Metin’e göz kırptı: “Daha loş ve da-

ha ilginç bir yere gidelim.” Metin, bitkin bir sesle: “Haklı-

sın,” dedi. “Nereye?” “Bu işleri sen daha iyi düzenliyorsun.

Sana  bırakıyorum.”  Bu  gecenin  en  bayağı  hareketini  yapı-

yorum. Bağırdı: “Garson!” “Buyur beyim.” “Oğlum Musta-

fa.” Tanrım bana güç ver. “Bak oğlum. Sen açıkgöz bir ço-

cuğa benziyorsun. Bu saatten sonra, bu kafamıza uygun bir

yer söyle bize, eğlenebileceğimiz bir yer. Ben buraların ya-

bancısıyım. Bu da canımdan çok sevdiğim arkadaşım, arka-

254



daşımın arkadaşı Metin. Ona göre konuş. Şerefimize uygun

bir  yer  olsun.”  Garson,  Turgut’un  kulağına  eğildi.  “Hayır.

Olmaz. Halkın arasında olmak istemiyorum.” Garson, sırı-

tarak eğildi gene. “Hayır, orası daha sonra. Önce nereye gi-

delim?”  Metin’in  yüzü  biraz  aydınlanmıştı.  Gülümseyerek

onlara bakıyordu. “Anlaşıldı sende iş yok. Biz kendimiz bu-

luruz. Duyularımız yol gösterir bize. Yürü dostum.” Metin,

bu garip arkadaşın çekiciliğine kapıldı, yürüdü.

Turgut, Metin’i hemen bir yere oturtmadı. Bir saat kadar

pavyondan pavyona dolaşıp durdular. Gecenin ikinci yarısı-

na başlıyoruz oğlum Metin. Önce havasına bir alışmalısın.

Merdivenler indiler, merdivenler çıktılar. Çıkmaz sokaklara

girdiler,  ana  caddelerde,  ışıklı  meydanlarda  gezindiler.  Bit-

mez tükenmez salonlara göz gezdirdiler; bazılarında oturur

gibi oldular. Turgut, hemen orasını Metin’e uygun bulmadı;

çıktılar.  Bazılarının  orkestrası  yetersiz  bulundu.  Bir  kısmı

loş değildi. Bir kısmı da kızlarının geçkin oluşu dolayısıyla

beğenilmedi.  Sonunda,  Metin  herhangi  birine  razı  olacak

duruma  geldi.  Turgut,  daha  iyisi,  daha  iyisi  diye  salonlara

saldırıyordu. Karanlıkta birbirine benzeyen bu karanlık iz-

belerde, bu dumanlı kutularda, bu neon-kapıcı-vestiyer-kır-

mızı perde-kırmızı örtülü masa-pist-orkestra platformu-kır-

mızı  halılar-iki  basamak  merdiven-kızlar-kızlar-kızlar-pist-

perde-vestiyer-kapıcı-neon çemberinde, Metin’i oradan ora-

ya savuruyordu.

Sonunda, Turgut da yorulmaya başladığı için, bir tanesin-

de biraz fazla durdular. Metin, Turgut gene beğenmez kor-

kusuyla, arkadaşını lafa tutmaya çalışarak, hemen bir masa-

ya oturdu: “Ben ne iyi orkestra, ne de taze kız istiyorum.”

Rahat  bir  nefes  aldı:  “Böyle  yerlere  alışık  değilim  aslında.

Sen de benim hatırım için idare edersin.” Turgut sırıttı: “Bu

akşam senin için yaşıyoruz, biliyorsun. Elbette taze kız bu-

lacağız burada. En kötü barda bile daima iyi müşteriler için

255



serinletici birşeyler bulunur. Biraz ipek hışırtısı, biraz kadın

teri artı parfüm, biraz çorabın bitip tenin başladığı yer, bi-

raz dans, biraz elin üstüne konulan el, hepsinden biraz bi-

raz... ağır bir roman okuduktan sonra Mike Hammer’e dön-

mek gibi; senfonik müzikten bunalıp ‘rock’n’roll’ dinlemek

gibi.  Aklımda  kaldığına  göre  sen  müzikle  ilgili  olacaksın.”

Metin,  gıcırtılı  bir  sesle:  “Eskiden  keman  çalardım,”  dedi.

“Çok  iyi  çalmazdım  ama  dinlendirirdi  beni.  O  zamanlar

sevdiğim  kız  da  piyano  çalardı.  Onu  tanıdığım  zaman  ben

kemanı bırakalı yıllar olmuştu. Sekiz yaşından on iki yaşına

kadar çalış, çalış... sonra o meş’um gece... hayır hayır canını

sıkmak  istemem!”  “Hayır  sıkmazsın.  Hayır.  Çok  ilgiliyim

seninle. Yemin edebilirim. Evet, gerçekten buna yemin ede-

rim:  ne  yaptığınla  çok  ilgiliyim.  Anlat.”  “Bilmem  ki  nasıl

anlatsam?  Ben,  çok  buhranlı  bir  çocukluk  geçirdim.  Olur

olmaz  zamanlarda  fenalık  gelirdi  bana,  düşer  bayılırdım.

Yumruklarımı sıkar, sayıklar dururmuşum.” Turgut, yanda-

ki masada oturan boyalı sarışına bakarak: “Sakın sara olma-

sın?  Bir  doktora  gitseydin,”  dedi.  Metin,  yerinde,  rahatsız

bir şekilde kımıldadı. “Hayır, ruhsal bir dengesizlik olacak.

Çok  hassas  bir  çocuktum.  Neyse,  geçelim  bunu.  Evet,  ke-

man çalıyordum; bırakmasaydım belki de...” “Doğrusu kıs-

kandım seni. Kızla Kreutzer sonatı filan çalıştınız mı?” Bo-

yalı  sarışın  güldü.  Metin,  biraz  utangaç,  biraz  acı.  “Oraya

kadar gidemedik,” dedi. “Ben gene bir buhran geçirdim ve

bıraktım  kemanı.  Kendi  kendime  çalışırdım  zaten.  O  yaz,

bütün  günümü  evde,  kapalı  perdeler  arkasında,  çalışarak

geçirdim.  Birlikte  hiç  çalışmadık.  Babası  geri  kafalının  bi-

riydi. Bizim evde de piyano yoktu. Öğleye kadar odama ka-

panır  çalışırdım.  Perdeleri  hafifçe  aralar  ve  yalnız  notaları

aydınlatacak kadar ışığı içeri bırakırdım. Zeliha’nın, yanım-

da benimle birlikte çaldığını hayal ederek kendimden geçe-

ne kadar çalışırdım.” Turgut: “Ne güzel. Roman gibi anlatı-

256



yorsun,” dedi. “Aklımda kaldığına göre, Saffet Nezihi’nin o

unutulmaz  romanında,  Zavallı  Necdet’te,  buna  benzer  kı-

sımlar vardır. Zavallı Necdet, zavallı Metin. Yalnız orada kız

değil  de  Necdet  çalar  piyanoyu  sanıyorum.”  “Nasıl  bil-

mem? Yalnız, Necdet değil kız çalar piyanoyu. Öyle ya, ne

garip:  Zeliha,  Meliha.  Nasıl  oldu  da  hiç  aklıma  gelmedi?

Meliha, insafsız ve hoppa bir kadındır: Zeliha’ya benzemez.

Necdet’i  seven  zavallı  Müzehher’i  kıskanır.  Necdet’in,  so-

nunda,  kızcağızı  bırakmasına  ve  ölümüne  sebep  olur.”

“Kaltak,” dedi Turgut, dişlerinin arasından. “Burhan Cahit’i

okudun  mu  Turgut?”  Gördün  mü  nereye  geldin  Turgut?

Sen istedin, sonuna kadar gideceksin. “Pek okumadım.” Ne

demek oluyor pek okumamak? Uzatma, idare ederim ben.

“Ne kalem vardı adamda Turgut, bir bilsen.” Her şeyi de bi-

lemem  ya.  “Bir  romanında,  hiç  unutmam,  gene  böyle  bir

kadın, kanına girer genç bir adamın.” Ben kadınlardan ya-

nayım. “Zengin bir müteahhittir adam. Bütün servetini yer

bitirir, bu sarı saçlı kahpe.” Turgut, boyalı saçlı kadına gü-

lümsedi.  Ben  kadınlardan  yanayım  dedik  ya.  “Genç  adam

bir  baraj  inşaatı  yapmaktadır.  Kadının  lüksüne  ve  israfına

para  yetiştiremeyen  zavallı  adam,  inşaatın  malzemesinden

çalmaya başlıyor.” Turgut kadına, sonra gelirsin, anlamında

bir  işaret  yaptı.  “Hırsızlığa  alışıyor.”  Müteahhitlerin  neden

çaldığını  da  öğrendik  bu  arada.  “O  kocaman  barajın  beto-

nuna  putrel  yerine,  tahta  parçaları  koyuyor  boyayıp.  Hey

gidi  koca  müteahhit!  Anadolu’nun  sellerine,  iki  tahta  par-

çası dayanır mı?” Turgut: “Dayanmaz,” dedi. “Ben mühen-

disim,  bilirim.  Katiyen  dayanmaz.”  “Ondan  sonra,  iş  bit-

mek üzereyken, yağmurlar başlıyor. Ortalık tufan gibi olu-

yor. Seller gelip barajın seddine dayanıyor.” “Tahta putrelli

barajın  seddine  mi?  “Evet,  tahta  putrelli  barajın  seddine.”

“Romancıdaki  inşaat  bilgisine  de  hayran  olmamak  elden

gelmiyor.” “Müteahhit, merak ve korkuyla, inşaat yerindeki

257



binada, şeyde...” “Şantiyede....” dedi Turgut. “Evet, şantiye-

de. Yoksa sen de okudun mu bu romanı?” “Hayır, okuma-

dım. Şantiyede bulundum.” “Sonra, sular barajı yıkıyor ta-

bii.” “Tabii.” dedi Turgut. “Bundan tabii ne olabilir?” “Sular

her  yeri,  şantiyeyi  işgal  ediyor.  Binaları,  makineleri,  müte-

ahhidi,  her  şeyi  ve  herkesi  sürükleyip  götürüyor.  Sularda,

müteahhidin  betona  koyduğu  tahta  parçaları  da  yüzüyor.”

“Olur  şey  değil,”  dedi:  “Nasıl  da  çıktılar  betonun  içinden

bu tahta parçaları.” “Evet, olur şey değil. Bir kadına duyu-

lan ihtiras insanı nerelere getiriyor.” Doğru, kadınlardan ya-

na  olmasaydım  sana  hak  verirdim  dostum.  “Hele  bir  son

kısmı var romanın: boyalı tahta parçalarına tutunan adam,

inşaatı müteahhit adına yürüten şey...” Turgut: “Kalfa,” de-

di. “Evet kalfa. Müteahhidin güvendiği mert bir adam. İşte

bu adam, nasılsa suda yüzen tahta parçalarından birine tu-

tunuyor ve başını geriye çevirip kalıntılara bakıyor ve ken-

dini tutamayıp söyleniyor: ‘Ah Cahide Hanım, yaktın bizi.’”

Turgut  da  kendini  tutamadı:  “Vay  namussuz  karı.”  Metin,

derin bir nefes aldı: “Ne realist bir roman değil mi?” Turgut

içini çekti: “Anlattığın kadarı bile bana çok tesir etti. Belki

bir  mühendis  olarak  itiraz  edeceğim  noktalar  olabilir.  Ör-

nek olarak, tahtaya putrel şekli verilip boyanması ve beto-

nun  içine  konulması  doğrusu  bana  pek  realist  gelmedi.”

Metin, dişlerini gıcırdatarak: “Olur, olur,” dedi. “İnsanın bir

kere gözü dönerse her şeyi yapar. Hele böyle bir kadın insa-

na  her  şeyi  yaptırır.”  Turgut:  “Alçak  karı,”  diye  söylendi.

“Doğrusu  ben  Burhan  Cahit’in  bu  kadar  kuvvetli  bir  mu-

harrir olduğunu bilmiyordum.” Canım Selim! Nereden bu-

lursun  böylelerini:  “Zaten,  bu  milletin  gerçek  değerlerini

tanımıyoruz.  Kendi  öz  değerlerimizi  ihmal  ediyoruz.”  “Se-

ninle düşüncelerimiz çok uyuyor,” diye atıldı Metin. Bende

herkese  uygun  gelen  düşünceler  vardır,  değil  mi  Selim?

Metin  kendini  kaptırmıştı:  “Müzikte  de  Avrupa’dan  aşağı

258



kalır  yerimiz  var  mı?  Örnek  olarak  Türkçe  tangoları  ala-

lım.” Bu kadarı da fazla değil mi? Bu konuda pek hazırlıklı

değilim. Fakat başladın bir kere oğlum Turgut. Sonuna ka-

dar  dayanacaksın.  Sen  bile  şaşıracaksın  nerelere  vardığına.

Peki  Metinciğim:  canım  benim!  Fakat,  Türkçe  tango?  “Bu

kadarı  da  fazla,”  dedi  yapma  bir  şaşkınlıkla:  “İçimden  ge-

çenleri okuyorsun dostum. Ben de aynı konuda sana içimi

dökmeye  hazırlanıyordum:”  İçin  çıksın,  iki  gözün  kör  ol-

sun da piyango bileti sat. Metin şaşırmadı: “Ben, seni görür

görmez  anlamıştım:  bütün  kaygısız  görünüşünün  altında,

duygulu,  içine  kapanık  bir  insan  olduğunu.”  Bunu  beğen-

dim işte. “Türkçe tangolardaki kırık ve ıstırap dolu sözleri

ancak böyle bir insan anlayabilir.” Bat Turgut bat. “Karıma

bile anlatamıyorum bunu Metin kardeşim. Evi bir sürü ağ-

lamaklı plakla dolduruyorsun, diye söylenip duruyor.” Me-

tin  gururlandı:  “Benim  karım  sesini  çıkarmaz.  Hayrandır

bu müziğe.” İkiniz de daha beter olun. İnşallah yakında Ba-

tı enstrümanlarıyla Türk müziğini de seversiniz. Turgut iyi-

ce açıldı Metin’e: “Ezbere bilirim sözlerini bu tangoların. O

ne canım kafiyedir, o ne canım anlamdır!” Kendini tutama-

yarak mırıldandı:

Minimini bir kuştum

Deli gibi olmuştum

Selim itiraz, etti: yanlış oğlum Turgut, aslını okumalısın:

Minimini bir kuştum

Dejenere olmuştum

Anlamaz ki canım Selim: hem de şüphelenir, hem de ya-

zık olur, hem de ikimize ait bir şeyi başkalarına neden du-

yuralım?  Neden  kendimizi  ele  verelim?  Aferin  oğlum  Tur-

259



gut,  sen  adam  olacaksın,  ben  görmeyeceğim.  Göreceksin

Selim, göreceksin. Yalnız biraz izin ver bana; şu arkadaşınla

hesabımı göreyim önce.

“Neden daldın Turgut? Bir şey mi düşünüyorsun?” Hem

de  nasıl:  bir  bilsen  korkudan  dudağın  uçuklar.  “Ben  mi?

Düşünüyordum:  keman  çalarım  demiştim  de.  Kemanlı  bir

tane vardı. Dur dur hatırlayacağım. Evet işte:

Sevdim bir genç kadını

Ansam onun adını

Her şey benim olsa bile

Yaşarım hayalinle

Kemanımla ona bir ses

Verebilseydim eğer...”

Metin devam etti:

....................

Turgut silkindi, tangonun sonunda uyandı:

Bu karanlık günün elbet

Olacaktır bir sonu

Kalbim özlüyor onu

“Kalbim  hep  ağlasın  Metin.  Gerçekten  ağlasın.”  Bozuk

bir sesle söylendi:

Sarhoşum sarhoş

“Garson! Bizi unuttun oğlum. Ben sana Metin Beyin vis-

kisi biter bitmez, hiç sormadan tazele demedim mi?” Gar-

son, bahşişi baştan almanın keyfiyle yapmacık bir telaş gös-

tererek  koştu.  “Dur  bakalım,  gitme  hemen.  Sen  nerelisin?

Sivaslı. Hemşeriyiz desene. Bak hemşerim, bizim, orkestra-

260



dan  bir  isteğimiz  olacak.”  Allahım  sen  günahlarımı  affet.

Metin’e  eğildi:  “Hangi  tangoyu  isteyelim  Metin?”  “Ben  en

çok, ‘Yıldızlar düşerken bir gece, Tanrıya yalvardım gizlice,’

var  ya  onu  severim  işte.”  Bütün  yıldızlar  başına  düşsün.

“Duydun  mu  Sivaslı?  Dur,  gel  buraya.  Sen  onu  unutursun

şimdi?  Bana  bir  kâğıt  kalem  getir  bakayım.  Sende  var  mı

Metin? Tamam, şunu da al. Müzisyenlere söyle, bununla bi-

zim  için  bir  şey  içsinler.”  Daha  ne  kadar  dayanabileceğim

bakalım?

“Bence,  sen  bu  tangoyu  dansederken  dinlemelisin  Me-

tin.”  Çevresine  baktı:  “Acaba  sana  göre  bir  parça  bulabile-

cek miyiz?” Yan masadaki boyalı sarışın gülümsedi: “Evet,

unutmuştuk.” Olur, anlamına kadına başını salladı. Kadın,

kırıtarak kalktı: “Arkadaşım da gelebilir mi?” Gelebilir. Bü-

tün  dünya  gelsin.  Ben  tek  başıma...  Geldiler.  Kendilerini

sahte iki isimle takdim ettiler. Amerikan sigaraları çıkarıldı.

Sahte cennet, bu akşamki programını sunar! Metin, boyalı

sarışınla  dansa  kalktı.  Turgut’unki:  “Pek  konuşkan  değilsi-

niz,” diye söz attı. Sessizlik. Bir gariplik yapmalı. Ceketinin

yakasını kaldırdı, eğildi ve esrarlı bir sesle: “Burada vazife-

ten  bulunuyorum.  Gizli  servisten  F-16  ile  buluşacağım,”

dedi. Kadın, anlamadan gülümsedi: “Ne vazifesi?” Kadının

kulağına fısıldadı. Bir kahkaha. Oldu. Garson dikildi. İçki-

ler  ne  çabuk  bitmiş.  Birer  konsomasyon  daha.  Yan  gözle

Metin’i inceledi: İyi dansedemiyor. Kocaman ayakkabılarıy-

la  kadının  ayağına  basıyor.  Yanaklar:  tamam,  birbirine  da-

yalı.  El:  henüz  fazla  aşağılarda  değil.  “Siz  dansetmez  misi-

niz?”  Öyle  ya,  sen  de  vardın.  “Olmaz:  aydınlıkta  tanırlar.”

Kadının  bacağını  tuttu.  Kulağına  eğildi:  “Biraz  daha  yavaş

içebilirsin.” Metin’i yanlış tanısalar da olur ama beni yanlış

anlamamalılar.  Metin’in  tangosu  bitti:  fakat  dansı  devam

ediyor. Kadına gülerek birşeyler anlatıyor. Demek kemancı

Metin  sensin.  Demek  sen  bu  kadarsın.  Dur  dur...  sen  Se-

261



lim’in  geneleve  ilk  gidişinde  yanında  taşıdığı  şu...  tamam

sensin. Evet... İkiniz de ilk defa gidiyordunuz. Birinci evde

kadın  seni  merdivenlerden  aşağı  kovalamıştı.  Kadını,  so-

yunduktan  sonra,  zevkine  uygun  bulmadın,  işi  yarıda  bı-

raktın. Düşün ki o da insan; mesleğe hakaret. Fakat ikinci

evde, esmer ve ufak tefek kadına tenbih edildi. Evet... hep-

sini  hatırlıyorum.  Selim  iki  misli  para  verdi  kadına.  Sonra

gene  bu  acı  tebessüm  -nasıl  hatırlayamadım-  ve  romantik

sözler: “İşte bunu da öğrendik. Büyütüldüğü kadar önemli

değil.” Kadın müstehcen şarkılar söyledi. Sen ise yeni gelin

gibi korkuyordun. Neydi o şarkı: “Annem bakkala yolladı,

adam şeyini salladı” Metin bu işi ters anladı. Güzel bir tan-

go  olurdu.  Odada  kırmızı  renk  hâkimdi  muhakkak.  Jarti-

yerlerin görünüyordu. Korkma yavrum, ben adam yemem.

Peki, bu hayat size zor gelmiyor mu? Duvarda bir yazı: Be-

lediye  Bilmem  Ne  İşleri  Müdürlüğünden.  Zor  tarafları  var

tabii. Her hafta muayene. Şarkı: ben erkeğe erkek demem.

Rahat etmem erkekte... Ne dedin? Ona, hiç öyle dendiğini

bilmiyordum.  Yatağa  ayakkabılarınla  mı  gireceksin?  Selim,

çekingen, aşağıda bekliyor. “Turgay Bey daldınız? Ne tuhaf-

lık düşünüyorsunuz gene?” Turgay Bey mi? Öyle ya, kendi-

mizi öyle tanıttık ya. Gizli servis meselesi. “Öyle bir tuhaf-

lık ki, göstersem korkarsınız.” Bir kahkaha daha. Ben ölüyü

bile  güldürürüm.  Selim’i?  Uzatma.  “İkimizi  lüks  bir  apart-

manın  yatak  odasında  düşünüyordum.”  Metin  pabuçlarını

çıkardı,  yatağa  girdi.  Kadına,  “şimdi  ne  yapacaksın?”  diye

sordu,  Metin...  “Çapkın!”  dedi  kadın  Turgut’a.  Selim  kadı-

na:  “Arkadaşımı  bekliyorum,”  dedi.  Metin  kadına:  “Dans-

tan  yoruldunuz  mu?”  diye  sordu.  Kadın  Turgut’a:  “Turgay,

bir içki daha içebilir miyim?” diye sordu. Adam ol: ısmarla-

madan sor. Metin kadına: ‘Her gün bir sürü erkekle yatmak

nasıl bir şey?’ diye sordu. Turgut kadına: bu hayata dayana-

biliyor musunuz?” diye sordu. Hayır yorulmuyorum. Hayır

262



yoruluyorum.  Hayır  yorulmuyorum,  düşünmüyorum.  Bil-

miyorum. Bir içki daha, bir sefer daha.

Sen,  Selim  Işık,  genelevin  salonunda  ne  arıyorsun?  Şu

karşında  oturan  adamlara  bak.  Onların  arasında  senin  ne

işin  var?  Büfenin  üstündeki  aynada  kendini  hiç  seyretme-

din mi? Hangi rüzgâr seni buraya attı iki gözüm? Bu ahmak

Metin için mi? Bak karıyla nasıl dansediyor. Nasıl yılışık bir

gülümsemeyle  konuşuyor.  Orada,  kenarına  iliştiğin  kane-

pede,  bir  sığıntı  gibi  oturuyordun.  Nereden  geldin,  nereye

gidiyordun Selim Işık? Kim bilir bu soruyu orada, öyle bü-

zülmüş otururken kaç kere sormuşsundur kendine? Çık dı-

şarı Selim Işık! Temiz hava al biraz. İnsan, kötü şeylerle ne

kadar  az  karşılaşırsa  o  kadar  iyi  olur.  Hayat  tecrübesi  mi?

Sanmam. Bak karşındaki adam nasıl bir kravat takmış; ce-

ketinin  yeşiline  bak.  Sen  hiç  öyle  ceket  giydin  mi?  Neden

odandan çıkmak diye bir mesele attın ortaya? Neden, dün-

yaya, yaşamaya karışmak gibi bir mesele çıkardın? Sen kon-

somosyon yapabilir misin? İn oradan aşağı. Kapıdaki gözet-

leme yerinden içersini seyretmek isteyen kalabalığa, onlar-

dan  birine,  bir  sözünü  anlatabilir  misin?  Siz  de,  Selim’in

çevresini  saran  yaratıklar,  kiminle  birlikte  olduğunuzun

farkında  mısınız?  Hayatınızda  bir  daha  belki  hiç  görmeye-

ceğiniz  bu  adamın  sizi  hiç  unutmayacağını  biliyor  musu-

nuz? Siz onun yanında kim oluyorsunuz? Böyle bir adamın

yanında  bir  daha  oturabilecek  misiniz  bakalım?  Onun  bü-

tün arkadaşları şimdi paşa oldu. Sizde hiç utanma yok mu?

Yer verin biraz. Siz, biraz kenara çekilin. Sen de rahatsız et-

me  çocuğu,  memelerini  sallayıp.  Arkadaşını  bekliyor  işte:

görmüyor musunuz? Siz de kapının önünde birikip durma-

yın. Başka yapacak işiniz yok mu? Çocuk sıkılıyor işte. Bir

saattir,  parmaklarını  birbirine  değdiriyor,  sigara  içiyor,  du-

vardaki yazıları okuyor, biri bir şey sormasın diye yerinden



263


kalkamıyor. Peki, siz de onun gibi, buraya gelmeden önce,

günlerce uykusuz kalarak, yalnız buraya gelmeyi düşündü-

nüz mü? Buraya gelmenin ne demek olduğu, sizin de aklı-

nıza takılıp kaldı mı? Haydi Metin! Sen de şeyini çabuk tut

biraz.  Metin’e  baktı:  herifin  danstan  başını  kaldırdığı  yok.

Hiç  oturmayacak  bu  gidişle.  Masaya  bir  yumruk  vurdu:

“Metin!” “Sarhoş oldunuz galiba.” “Metin! Buraya gel Me-

tin!”  Metin,  biraz  şaşırarak  yaklaştı.  Metin’inki  de  içkiye

devam  edileceğini  umarak  Turgut’unkinin  içtiğiyle  arasın-

daki  farkı  kapatmak  hırsı  içinde  hemen  masaya  oturdu.

“Gidiyoruz Metin.” “Gidiyor muyuz? Nereye?” Kendininki-

ne, göz ucuyla, biraz mahzun baktı.

“Meselenin  kaynağına  gidiyoruz  Metin!”  “Kaynağına

mı? Neresi...” Turgut ayağa kalktı. Kahramanca sallanıyor-

du.  “Meselenin  dibine  gidiyoruz.  Kaynağına  gidiyoruz.”

Elleriyle masaya dayandı. Dişlerini sıktı: “Hayatın kucağı-

na  gidiyoruz  Metin.”  “Peki,  nereye?”  “KERHANEYE!”

Herkes sustu. Turgut bağırdı: “Hesap. Palto. Araba.” Kapı-

ya koştu.

Şoföre  bağırdı:  “Yürü!”  “Nereye  beyim?”  “KERHANE-

YE!”  Metin,  başını  arabanın  arkalığına  dayamış,  sabit  gü-

lümsüyordu.

Şoför:  “Sizi  burada  bırakmalıyım,”  dedi.  Turgut,  parayı

attı:  “Bir  daha  almazsın  inşallah.  İnşallah  düşeceğimiz  bu

çukurdan  bir  daha  çıkamayız.”  Büyük  kapıdan  geçtiler.

Üstleri  arandı.  Turgut,  sokaktakilere  çarpa  çarpa  ilerledi:

“İşte,  yıllardır  beklenen  maslahat  nihayet  arabadan  inerek

aranıza karıştı. İşte, teknik bir organ sizleri şereflendiriyor.”

Bir adam, ona gülüyormuş gibi geldi; hemen adama saldır-

dı.  Bir  yumruk  salladı:  eline  kan  bulaştı.  Zabıta,  duruma

müdahale etti. Bu adamdan davacı mısınız? Turgut, ellerini

sarkıtmış,  sallanıyordu.  Adam,  Turgut’a  baktı:  Turgut,  elle-

riyle yüzünü kapadı. Efendiden bir adama benziyor. Yakışır

264



mı  ona?  Hayır  davacı  değilim:  kendinden  utansın.  Turgut

tekrar kapandı. Polis kalabalığı dağıttı.

Turgut, bir evin kapısındaki kalabalığı yararak içeri dal-

dı.  Yol  verin  kavgacıya.  Nasıl  vurdu  demin  gördün  mü?

Yaşa  kahraman!  Güldüler.  Acelen  mi  var?  Herkese  elini

salladı.


Salon biraz karanlıktı. Bir iki kişi oturuyordu. Tenha saat.

Turgut  bağırdı:  “Burayı  canlandırmaya  geldik.  Elimizdeki

ışık,  karanlığı  delecektir.”  Genelevin  patronuna  yaklaştı:

“Anneciğim.  Venüs’ün  kolarına  atmaya  geldik  kendimizi.”

“Burada öyle biri çalışmıyor.”

Turgut, Metin’e döndü: “İşte, gerçek bir kerhaneciyle kar-

şılaştık.”

Kadın:  “Orospu  çocuğu,”  dedi.  “Anneciğim,  kızlarına

söyle, ellerini çabuk tutsunlar. Türk korsanları geldi.” Me-

tin  bir  koltuğa  yayıldı.  Bir  kadın,  divanda  bacaklarını  aç-

mış, şarkı söylüyor: “İstedim de vermedi....” Turgut konu-

şuyor:  “Grand  Mama,  söyle  bana:  burası  müstakil  bir

memleket mi? Hangi kanunlarla idare ediliyorsunuz?” Hıf-

zısıhha kanunlarıyla. “Sen buranın hükümdarı mısın? Evet

öylesin: tevazu gösterme.” Birden, salonun ortasına fırladı.

Boyun damarları şişmiş, yüzü kızarmıştı. “Sizin tabiyetini-

ze giriyorum. Ben, Turgut Özben, Danimarka kralının oğ-

lu,”  Memâlikiâlîosmanın  vârisi,  sizlere  tarih  kürsüsünden

sesleniyorum.”  Divana  yaklaştı:  “Yavrum,  beni  idare  eder

misin?”  Kadının  yanına  oturdu.  Gözlerini  tavana  dikti.

“Burada çok rahatım. Terliklerimi getirin. Entarimi getirin.

Beni  getirin.”  Patron  yaklaştı:  “Rezalet  çıkarmayın.  Polis

çağırırım.”  Turgut  kalktı.  Bir  kadın  merdivenden  indi;  sa-

londaki adamlardan birine işaret etti. Birlikte çıktılar. “Ya-

tırım ve tüketim. Anneciğim, benden şimdiye kadar ne kö-

tülük  gördün?”  Divandaki  kadına  baktı:  “Birbirimizi  sevi-

yoruz  ve  evlenmek  istiyoruz.”  Salonda  kalan  tek  adam:

265



“Arkadaş biraz şakacı, o kadar,” dedi. “Tabii. Benim bütün

kötülüğüm dilimde. Saat on iki. Kerhane kepenklerini ka-

patıyor. Kirleri kabaranlar, kuytularda kokuyor. Kerhaneyi

kaç paraya kapatabilirim?” Elini cebine soktu, birkaç yüz-

lük  çıkardı.  “Sana  sığınıyorum.  Beni  geceye  teslim  etme.”

Kadın,  durakladı:  “Gürültü  çıkarırsanız  zabıta  gelir.”  Tur-

gut,  uslu  çocuklar  gibi,  başını  önüne  eğdi;  gitti  divana

oturdu.  Kadın  parayı  koynuna  soktu.  Omuzlarını  silkti,

uzaklaştı.

Yukarıdaki son müşteri de indi; arkadaşının yanına geldi.

Turgut,  onlara  yaklaştı,  elini  uzattı:  “Ben,  Mustafa  Umaz,”

dedi.  “İsterseniz  siz  de  kalın.  Ne  varsa  hep  birlikte  yeriz.

Sizleri oturuma davet ediyorum.” “Neşeli bir arkadaş. Sizle-

ri rahatsız...” “Hayır, sizler bana lazımsınız. Tek başıma be-

ceremem.”  Bağırdı:  “Metin!”  Metin,  uyukladığı  koltuktan

başını  kaldırdı.  Şaşkın,  çevresine  baktı.  “Gidiyor  muyuz

Turgut?” “Hayır. Yeni geldik. Dostlarımızın arasında bu ül-

kenin misafirleriyiz. Kendileri, eksik olmasınlar, lütfettiler;

bu gece ülkeyi idare etmek şerefini bize bahşettiler. Metin!

Seni sadrazam yaptım. Ben de maliye nazırıyım. Suyun ba-

şında  bekliyorum.  Dünya  bir  kerhanedir:  her  gelen  yaptı

geçti.  Grand  Mama,  perdeleri  kapa.  Sen  de  kızım,  ışıkları

söndür;  yalnız  büfenin  üzerindeki  kırmızı  abajur  kalsın.

Metin! Amerikan sigaralarını dağıt!” Elini arka cebine sok-

tu: yassı bir şişe konyak çıkardı. “İşte yakıtımız.” Salon, si-

gara  dumanlarıyla  mavilendi.  “Radyoyu  açın!”  Hafif  melo-

diler. “Vakit gece yarısına yaklaşıyor. Ortam uygun. Ey ka-

fa! Akıt zehirini!”

Sallanmamaya çalışarak ayağa kalktı:

“Burası  ne  biçim  Kerhane  İmparatorluğu?  Nerede  later-

na, kırmızı perdeler nerede? Duvarlar kumaş kaplı. Her ta-

rafta altın yaldızlar. Kadeh dolusu şampanya.” Konyak şişe-

si  elden  ele  dolaştı.  Grand  Mama:  “Ben  içmem:  öksürtü-

266



yor.”  Kadın,  Turgut’un  kucağına  oturdu,  kulağıyla  çenesi-

nin birleştiği yerden öptü onu. Turgut, bir elini kadının be-

line doladı; öteki eline konyak şişesini alarak havaya kaldır-

dı: “Bütün arzum hamamda kız kovalarken düşüp ölmektir.

Sevgili  karımız  ve  tahtımızın  temel  direği,  bu  gece  sizlere

bir  erkek  evlat  vermek  için  bütün  hazırlıklarını  tamamla-

mıştır. Biz de elimizden geleni yapacağız. Kerhane kralının

her seferi, sarayın dört bir yanından atılacak toplarla halka

ilan edilecektir. Kerhanenin salonlarında nur topu gibi ço-

cuklarımız koşuşacak ve müşterilere hizmet edecektir. Ben,

balonun ilk dansını, vârisimin yaratıcısıyla yapıyorum.” Ka-

dını, sarılarak kaldırdı. Dansetmeye başladılar. “Alkışlar, al-

kışlar:  alkışlayın.”  İki  müşteri,  gülerek  alkışladılar.  Metin

de öteki kadının yanına giderek, önünde eğildi. “Yaşa Me-

tin! Şimdi, sayın sadrazam da kralın gözdesiyle dansediyor-

lar. Halk durumdan gayet memnun. Hayran gözlerle velini-

metlerini  takip  ediyorlar.”  Patrona  seslendi:  “Tabiat  Ana!

Sen  de  bize  katılmaz  mısın?”  Müşterilerden  biri,  patronun

yanına  gitti;  kadın,  onu  yapmacık  bir  tavırla  itti.  Müşteri,

Grand Mama’yı sürükleyerek ortaya getirdi. “Yapmayın ço-

cuklar. Ben bu havalara uyamam.” Turgut: “Zarar yok,” de-

di.  “Arkadaş  da  bu  havaları  bilmez.  Uyuşur  gidersiniz.”

“Doğru  söyledin  arkadaş.  Maksat  muhabbet.”  İtişir  gibi

dansetmeye başladılar.

Grand  Mama:  “Çocuklar,  böyle  olmayacak.  Şu  öksürten

şeyden bana da verin.” “Şimdi, ana kraliçe, doğacak veliah-

tın şerefine içiyorlar. Balo, dostane bir hava içinde geç saat-

lere  kadar  devam  ediyor.”  Kapı  vuruldu.  Durun.  Radyoyu

kapayın.  “Polis  mi?”  “Kim  o?”  “Anne,  açın.  Ben  Safter”

“Hay  canın  çıksın  senin.”  İçeriye  kadınsı  bir  adam  girdi.

“Sanat âlemimizin gözde simalarından biri baloyu şereflen-

dirdiler.  Sizlere  kendileri  şimdi...”  “Dışarda  polis  filan  var

mı?”  “Yok  yok.  Rahatınıza  bakın.”  “Safter  Bey,  size  kadın

267



kalmadı.  Kendinizle  başbaşa  kalınız.”  “Sersem.”  Metin:

“Buraya ısınmaya başladım.” “Elbette ısınacaksın. Hepimiz

bu  vatanın  çocuklarıyız.  Hepimiz  vergilerimizi  ödüyoruz.

İnsanları ayıran duvarları yıktık. Elbirliğiyle bizi mutlu ya-

rınlara götüren bir anlayışın kurulmasına hizmet ediyoruz.

İçelim.”


Şişedeki son yudumu Metin içti. Turgut, kapının yanında

oturan  Safter’e  seslendi:  “Bize,  bir  büyük  şişe  konyak  bul.

Sana  on  lira  bahşiş.”  Safter  kımıldandı.  Sallantılı  bir  yürü-

yüşle  Turgut’a  yaklaştı,  elini  uzattı.  “Yakıtımız  bitiyor,  ça-

mura  saplanacağız.  Yetiş  ey  Safter,  yetiş  imdade.”  Parayı

uzattı. Safter terliklerini sürükleyerek kapıya gitti. Kapı ara-

landı, zayıf gölge karanlıkta kayboldu.

Konyağı  açarken,  telaştan,  şişenin  boynunu  kırdılar.

Grand mama, büfeden çay bardakları çıkardı: iki kişiye bir

bardak düştü. Metin’in eli titriyordu. Tam bardağını düşür-

mek üzereyken Turgut kaptı:

“Dostlarım!  Burada  dostlar  arasındayım.  Buranın  kralı-

yım. Sorarım sizlere: kim, bir ülkeyi bu kadar ucuza ele ge-

çirmiştir? Ben, kraliçeye rüşvet vererek, kerhanistanı ele ge-

çirmiş  bulunuyorum.  Fakat  şurasını  da  belirtmek  isterim

ki, bu zafer kolay olmamıştır. Bütün hükümet darbelerinde

olduğu gibi, gecenin geç ve tenha bir saatini seçtim. Muha-

fızlara içki dağıttım. Kızların bacaklarını okşadım. Kalanla-

rı da müzikle uyuttum. Şimdi artık planımı tatbik mevkiine

koyabilirim.”  Bir  yudum  içti.  Kuvvet  toplamak  için,  eliyle

alnını  oğuşturdu.  “Dostlarım!  Bu  münasebetle,  aramızda

bulunmayan ve hatırası benim için kutsal olan birinin adı-

na  konuşmak  istiyorum.  Herkes  ayağa  kalksın.”  Kimsenin

ayağa  kalkacak  hali  yoktu.  Turgut,  adamlara  giderek  birer

sigara ikram etti ve onları kaldırdı. Ne yaptığını pek farke-

demeyecek  kadar  sarhoş  olan  Metin,  bir  robot  gibi,  emre

itaat  etti.  Kızlar,  önce  biraz  direndiler.  Turgut,  onların  da

268



koynuna ellişer lira sokunca, nazlanmayı bıraktılar. Turgut,

merdivenlere yürüdü, birkaç basamak çıktı:

“Aramızda bulunması bizlere şeref verecek olan dostum,

ülkemizin gerçek sahibidir. Bu dünyaya ikinci gelişinde, be-

yaz bir ata binmiş olarak aramızda görünecektir. İlk gençli-

ğinde, bu sokaklarda çok dolaşmış, bazen bir türlü içeri gi-

remeyerek dönüp gitmiştir. Bazen de, bu ve bunun gibi sa-

lonlarda saatlerce oturarak, onu anlayacak duygulu bir kal-

bi boş yere beklemiştir. İkinci gelişinde, bu sokak zafer tak-

larıyla  donatılacaktır.  Bütün  kapılar  defne  dallarıyla  süsle-

necektir.  O  gün  resmî  tatil  olacak  ve  kızlar  müşteri  kabul

etmeyerek,  ellerinde  bayraklar,  pencerelerde,  yarı  bellerine

kadar sarkmış, bekleyeceklerdir. Polisler, en iyi üniformala-

rını giyerek asayişi temin edeceklerdir. Çünkü, o kadar ka-

labalık olacak, o kadar kalabalık olacaktır ki üç gün önce-

sinden  ayırtmaya  kalksanız  bile  hiç  yer  bulunamayacaktır.

Yalnız,  karaborsacılara  müsamaha  edilmeyecektir.  Çünkü

o, öyle isterdi. Sokak bir gün önceden süpürtülecek; çöpçü-

ler  de  onu,  ellerinde  süpürge  sopaları,  hazırol  vaziyetinde

bekleyeceklerdir.  Safter  bile  o  gün  için,  terliklerini  çıkara-

rak  ayakkabılarını  giyecektir.  Bütün  müşteriler  de,  kapıla-

rın  dışında,  bayramlıklarını  giymiş  olarak  elele  tutuşacak-

lardır.”

Kızlardan  biri  hıçkırmaya  başladı.  Bir  müşteri:  “Hangi

bayram?”  diye  sordu  arkadaşına.  Metin,  anlamadan  bakı-

yordu. Turgut devam etti:

“Kurtuluş  bayramının  kerhane  bölümü.  Bütün  bayram

törenlerinde olduğu gibi, onun da gelişi biraz gecikecektir.

Sokakta  sabırsızlık  son  haddine  varacaktır.  Polisler,  halkı

zaptetmekte  güçlük  çekeceklerdir.  Herkes,  onu  ilk  gören

olmak  hırsıyla,  sokağın  girişine  yığılacaktır.”  Aynı  müşteri

homurdandı:  “Ne  gelmek  bilmez  adammış.”  Arkadaşı  onu

susturdu: “Adam nutuk veriyor, görmüyor musun? Kes se-

269



sini.”  Turgut,  kendini  kaptırarak,  bağırır  gibi  konuşmaya

başladı:


“Fakat  o  gelecektir.  Birinci  gelişinde  ona  kötü  muamele

yapanlar  utanacaklardır.  O,  üstünde  şimdiye  kadar  görül-

memiş bir üniformayla beyaz atına biraz çarpık olarak bin-

miş  bir  vaziyette  sokağın  başında  görünecektir.  İşte  o  za-

man kıyamet kopacaktır.”

Sustu.  Geveze  müşteri  sordu:  “Hangi  kıyamet?”  Turgut,

son derece ciddi karşılık verdi: “Büyük kıyamet” Yavaş ya-

vaş merdivenlerden indi.

Salon karışmıştı. Metin, Turgut’a yaklaştı: “Güzel konuş-

tun.  Fakat,  kimden  bahsettiğini  pek  anlayamadım.”  Ağla-

yan kız: “Bize faydası dokunacak mı bu paşanın?” diye sor-

du.  Turgut  gülümsedi.  “Yalnız,  bizden  şu  haraç  isteyenler

var ya, onları sokmamalı bence o gün. Herkesin bir işi var,

onlarsa  hazır  yiyici.”  Turgut:  “Hakkın  var,”  dedi.  “Ben  de

isimlerini ağzıma almadım zaten.” Patron endişeliydi: “Bize

bir  zararı  dokunmaz  ya  bu  adamcağızın?  Ben  namuslu  bir

kadınım.  Kızlar  da  benden  memnundur.  Onlar  şahadet

ederler bana.” Bir koltuğa çöktü. Hıçkıran kız, rahat bırak-

mıyordu: “Hikâyenin sonunu anlatmadın. Kumandan bura-

lara kadar zahmet ettiğine göre, bir niyeti olmalı. Bu sokağa

böyle birinin geldiği hiç duyulmamıştır. Neden biz bayrak-

ları  alıp  sokaklara  dökülüyoruz  da  o  bir  şey  söylemiyor?”

Arkadaşı.  “Hiç  konuşmadığına  göre,  kendini  beğenmişin

biridir herhalde,” diye söze karıştı. Hıçkıran kız içini çekti:

“Belki de gürültüden, prensin konuşmasına fırsat vermiyor-

lar. Ben, buna benzer bir film görmüştüm galiba. Onda da

çok ağlamıştım.” “Haydi sersem. Sen dün ne yediğini hatır-

lamazsın.” Kız alındı, sustu. Turgut, tartışmalara son verdi:

“Masalın  sonunu  istediğim  zaman  anlatırım.  Şimdi,  krallı-

ğımın  keyfini  sürmek  istiyorum.  Canlanın  biraz!  Bana  il-

ham verin ki ben de sizleri sevindireyim. Safter! Bize şarkı

270



söyle.” Safter gururlandı; yatay şeritli gömleğini, siyah pan-

talonunun  üstünde  itinayla  çekti.  Bir  elini  büfeye  dayaya-

rak hazırlandı: “Hangi şarkıyı emredersiniz efendim?” “Gü-

zel. Saray adabını iyi biliyorsun. Biraz kederli bir şey olsun.

Hani,  daha  ilk  mısralarla  insanın  gözünden  sicim  gibi  yaş

getiren şarkılar vardır ya, işte ondan.”

Safter,  boynunu  ve  çenesini  titreterek  başladı.  Yanık  bir

sesle söyledi. Söylerken de yavaşça gözlerini kapadı:




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin