01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə15/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

Her kılında bir mızıka bulunan Deccal’ın

Tekvin  ve  Vahiy’in  yer  yer  birbirine  karıştığı  bu  kasvet

dolu mısralarda, Selim’in kaçınılmaz ve karşı konulmaz bir

kadere  isyanının  gizlenemeyen  belirtilerini  ve  milletinin

uzlaşmaya  düşkün  yatıştırıcı  karakterinin  bezgin  arayıcılı-

ğını ve içinde sınıflar arası uçurumları eriterek her sınıftan

insanın ortak endişesi haline gelen dinin daha erginlik çağı-

nın başında onu nasıl yakaladığını, bir kısım cinsel sorunla-

rını başka yollara çekerek içindeki dünyevi ateşi nasıl kül-

lediğini görüyoruz.

Düzensiz bir din bilgisi, Selim için utanç kaynağıydı. Bi-

linmeyen kuvvete karşı bazı saldırılara geçmeye eğilimi ol-

makla birlikte, korkusu her zaman kesin bir vuruculuktan

onu alıkoymuştur. İşçi sınıfı için durum basittir. O her şeyi

bütünüyle  kabul  eder  ya  da  karşı  çıkar.  Küçük  burjuva

duygusallığı ve çekingenliğiyse, bu sorunu bulanık bir yere

sürükler. Büyük şehirlerimizde dine bağlılığın özellikle kü-

çük burjuva ailelerinde zayıf olması, din terbiyesinin veril-

mesinde  gösterilen  ihmal,  çocukların,  daha  çok  taşradan

gelen  hizmetçilerin  efsaneleriyle  yetişmesine  sebep  olmuş-

tur. Şarkıda, köylü sınıfının dinî temsilcisi olarak karşımıza

çıkan  Gülsüm  Abla  da,  yalnız  cezalandırıcı  sert  ilkeleri  ve

efsanelerin  masalsı  heyecanını  duyurabilmiştir  Selim’e.

Böylece korkusu artan Selim, birşeyler yapmak ihtiyacıyla,



220


proleter aydın bir babanın dördüncü çocuğu olan Sabri’yle

ilişkilerini güçlendirmek zorunluluğunu duymuştur.

Selim,  dinin  cezalandırıcı  yönünden  kaçarak,  yıldırımla-

rın  yalnız  sevmediklerine  yağmasını  dilemiş  (bak:  mısra

191-214), bir yandan da bu kötü dileğinin verdiği suçluluk

duygusundan kurtulamamıştır. Dini bir mevsimlik (yaz) se-

vebilmesi  ve  dileklerinin  yerine  gelmediğini  görmesi  onu

başka bir çıkmaza düşürmüştür. Ayrıca, Sabri’nin kolaylıkla

uyduğu cami kuralları onun için bir ıstırap kaynağı olmuş-

tur. Bütün iyi niyetine rağmen Selim, aşağı tabakayla ilişki-

lerini  Marie  Antoinette’in  davranışından  öteye  götüreme-

miştir.  Dine  bağlılığı,  günlük  sorunlarına  bir  çözüm  getir-

memiş ve çocukların mahallede ona saldırmalarını engelle-

memiş, herkes kötülüğünde ısrar etmiştir.

Selim ne yapabilirdi? İnsanlar doğru yoldan ayrılmıştı ve

“mücazat  ve  mükâfat”ın  gene  ortaya  çıkması  gerekiyordu.

İsa’nın ikinci gelişinin de geciktiğini görünce, birden ortaya

çıktı ve insanlara şöyle buyurdu:

Ne  yazık  onlara  ki  çıkarlarına  dokunulmadıkça

doğru yola gitmezler ve Allah’ın kendilerine sunacağı

nimetleri bilmezler.

Ne yazık onlara ki kalpleri temiz olmadığı için her-

kesi kötü sanırlar ve günahsıza ve günahkâra bir fark

gözetmeden kötülük ederler.

Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık,

samimiyeti yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar.

Ne  yazık  onlara  ki  kendilerine  açılan  saf  bir  kalbi

zaaflarından  istifade  edilecek,  istismar  edilecek  bir

akılsız sayarlar.

Onların,  geleceği  yaratan  insanlar  arasında  yeri

yoktur.

Unutulacaklardır.



221


Bir  gün  bütün  değer  yargıları  değişecek  ve  yargılananlar

yargıç,  eziyet  edenler  de  suçlu  sandalyesine  oturacaklardır

ve  onlar  o  kadar  utanacaklar,  o  kadar  utanacaklardır  ki

utançlarının  ve  suçlarının  ağırlığı  yüzünden  ayağa  kalka-

mayacaklardır.

O zaman, akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim

caddedeki insanların çoğu, yani öcü geliyor diye küçükken

beni  korkuttukları  çolak  ve  topal  Deli  Rüstem  ile  ben  ve

benimle birlikte bar kızı Leylâ kendisine yüz vermedi diye

intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat an-

cak  kafatasını  delerek  alay  edenlerden  kurtulmak  için  bü-

tün  hayatınca  yolda  kalpak  giyerek  dolaşmak  zorunda  ka-

lan meyhaneci Hızır ve onunla birlikte ortaokulda kekeme-

liği  ve  garip  mistik  düşünceleriyle  arkadaşlarının  alay  ko-

nusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bu-

lunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boyayla yeni

boyanmış  yeşil,  titrek  bir  yapraktan  ibaret  kalan  Ercan  ve

Ercan’la birlikte annesi Rus babası İtalyan olan ve sınıfta ve

bahçede  paltosunu  hiç  çıkarmayan  ve  daima  gözlüğü  ve

paltosuyla ilkokul birinci sınıf çocuklarıyla top oynayan ve

gâvur  diye  ve  kambur  diye  horlanan  Altan  ve  Altan’la  bir-

likte  zeki  ve  siyah  gözleriyle  bana  hep  muhabbetle  bakan

ve yedi kardeşiyle ve annesiyle ve babasıyla ve teyzesiyle ve

dayısıyla  Evkaf  apartmanının  en  üst  katında  labirent  gibi

karışık koridorlardaki yüzlerce odadan sadece birinde otu-

ran  ve  sınıf  birincisi  olduğu  halde  ilkokuldan  sonra  elekt-

rikçi  çıraklığına  başlayan  Osman  ve  onunla  birlikte  bütün

gülünçlüğüne  rağmen  aşağılığı  sefaletinden  ve  sefaleti  aşa-

ğılığından ileri gelen mimar Cemil (Uluer) Turan ve Mimar

Cemil’le  birlikte  sakat  olduğu  için  hiç  yürümeyen  ve  hep

altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik anne-

si rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep ba-

ğıran ve altına yapan ve güzel yüzüyle ve akıllı sözüyle beni

222



büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan za-

vallı Ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve

bahçedeki  yirmi  yedi  kedisiyle  yaşayan  ve  kimseye  zararı

dokunmayan  ve  ölmüş  kocasını  unutamayan  Rus  madam

ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek biz-

leri  ve  ailesini  elemlere  boğan  ve  Albay  Sait  Beyin  biricik

oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan al-

tı  kere  kaçan  ve  yağmurlu  bir  ilkbahar  akşamı  hastaneden

son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan

kanla boğulan Ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şö-

för muaviniyken lastik karaborsasından zengin olarak genç

yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini

ve  dostlarını  kaybeden  ve  karısı  ve  kızı  ve  oğlu  tarafından

terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesin-

de  kendini  vuran  ve  eski  ve  samimi  aile  dostumuz  Orhan

ve Orhan Beyle birlikte, Orhan Beyle birlikte olmaktan mu-

hakkak gurur duyacak olan ve elkapısında dünyaya gözleri-

ni açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz

Saffetlerin  üçüncü  hizmetçisi  Kezban  yargıç  kürsüsünde

bulunacağız.

Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikle-

ri  suçları  bilmek  zahmetine  katlanacak  kadar  dahi  düşün-

mediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağıla-

yan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden,

ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, kü-

çümseyen,  çaresiz  bırakan,  yalnız  bırakan,  terkeden,  baskı

yapan,  istismar  eden,  ezen,  cesaret  kıran,  iyilik  etmeyen,

değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gös-

teren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korku-

tan,  yanına  yaklaştırmayan,  başkasının  yaşama  hakkına

saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her

davranışı  meşru  sayan  onlar,  yani  bizim  küçük  kalabalığı-

mızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, ne-

223



fes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bi-

leği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük

ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zaval-

lıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar,

yani  şekilsiz  hüviyetleriyle  daima  vuran  ve  kaçınabilenler,

yani  hem  ezip  hem  de  ezdiklerini  kabul  etmeyenler,  yani

bir  mertebe  aşağıdayken  ezilen  ve  bir  derece  terfi  edince

ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her za-

man  döven  ve  ona  insan  muamelesi  etmeyen  ustalar,  mu-

avininin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurla-

rına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlik-

te  garsonlara  paralarıyla  orantılı  olarak  bağıran  müşteriler

ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumrukla-

rını  gösteren  görevliler  ve  yetkilerini  kötüye  kullanan  gö-

revlilerle  birlikte  bilgisizin  bilgisizliğini  suratına  çarpan  ve

ondan  bir  kelime  fazla  bilen  bilgiçler,  yani  öğrenmek  iste-

yen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgi-

sizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve ca-

hillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kala-

balık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla

birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çı-

karanlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve

onlarla  birlikte  kimseye  zararı  olmayan  zayıfları  ezerek

kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte

her  zaman  ve  her  yerde  her  sınıftan  ve  her  ideolojiden  ve

her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek as-

lan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla

aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman

haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflama-

lar  bulup  çıkaranlar  yani  her  zaman  insanları  insanlardan

ayıranlar  ve  onları  birbirlerine  düşman  edenler  ve  onlara

körü  körüne  uyan  kalabalıklar  ve  gerçeği  boğanlar  ve  on-

larla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arka-

224



daşlık  dostluk  sevgiyle  uzatacakları  sıcak  bir  elleri  olma-

yanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sa-

katlar  yani  onlar  onlar  onlar  onlar  onlar  onlar...  karşımıza

oturacaklar.

Ve biz onlara diyeceğiz ki:

Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitapla-

rında  yargılandınız.  Biz  fakirler,  zavallılar,  yarım  yamalak-

lar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz.

Ve  çıkarınıza  baktınız.  Hatta  gene  sizlerden,  sizin  gibiler-

den,  büyük  düşünürler  çıktı  ve  bu  kitapların  bizleri  uyuş-

turmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu

düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları biz-

den sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıl-

dık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç san-

dalyesinde  oturuyorsak  da  gene  acınacak  durumda  olan

bizleriz.  Esasında,  sizleri  yargılamaya  hiç  niyetimiz  yoktu;

sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepi-

nize  hayrandık.  Sizler  olmadan  yaşayabileceğimizi  bilmi-

yorduk.  Ayrıca,  dünyada  gereğinden  çok  acıma  olduğuna

ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insan-

cıl  duygularına  bağlandığına  inanmıştık.  Bu  çok  masraflı

dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir feda-

kârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter

diyordu.  Onunla  birlikte  bağırıyorduk:  artık  yeter!  Bazen

kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman

kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi

kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insan-

lar  çıkarıyorduk  aramızdan.  Kimse  bizim  tanımımızı  yap-

mıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi

anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii

sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurum-

ları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü



225


kurtarmaya  çalıştınız.  Sizlere  ne  kadar  minnettardık.  Buna

karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıl-

larında,  sizler  bu  dünyanın  gelişmesi  ve  daha  iyi  yarınlara

gitmesi  için  vazgeçilmez  olduğunuzdan,  durumu  kurtar-

mak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman,

bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler ola-

rak  biz  tasfiye  edildik  (sizler  yeni  düzenin  kurulması  için

gerekliydiniz,  bizse  bir  şey  bilmiyorduk);  savaşlarda  bizim

öldüğümüze  dair  o  kadar  çok  şey  söylendi  ki  bu  konuyu

daha  fazla  istismar  etmek  istemiyoruz;  bir  işe,  bir  okula

müracaat  edildiği  zaman  fazla  yer  yoksa,  onlar  kazansın,

onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes

birşeyler  yapabilsin  diye  biz,  bir  şey  yapmamak  suretiyle,

hep  sizler  için  birşeyler  yapmaya  çalıştık.  Bütün  bunlar

olurken  birtakım  adamlar  da  anlayamadığımız  sebeplerle

anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gitti-

ler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize,

sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk de-

fa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkla-

rın kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşü-

nüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybir-

liğiyle karar verildi.

Mısra 463: Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz

Yıl  bin  dokuz  yüz  kırk  dokuz.  Artık  kara  renkli  ekmek

yenmiyor.  Girmeden  girdiğimiz  savaştan  çıktık.  Şeker

ucuzladı.  Babası  Selim’e  yeni  bir  kat  elbise  yaptırdı.  De-

mokrasi diye bir söz çıktı. Saffet tıbbiyeyi bitirdi. Zengin bir

kıza âşık oldu. Yalansız her gün mektup yazıyorlar birbirle-

rine.  Ecmel  Beyler  taşındılar.  Selim  on  bire  geçti.  Herkes,



226


bu  Amerikan  arabaları  da  daha  ne  kadar  yenileşecek,  bi-

çimde  daha  ne  yenilikler  bulacaklar  diye  soruyor.  Selimle-

rin  sokağı  asfaltlandı.  Kanalizasyon  diye  bir  şey  yapılıyor;

eskiden yokmuş. Selim, Gorki ile tanıştı. Bu yaz İstanbul’a

gidemeyecekler.  Herkes,  Amerikalılarla  görüşebilmek  için

İngilizce  öğreniyor.  Selimlerin  evinin  önünden  gençler

omuzlarında  bir  adamla  geçtiler.  Irkçıymış.  Gençlik  Parkı-

na kadar arkalarından gitti. Orada itfaiye üzerlerine su sık-

tı. Sabri’nin babasıyla Selim’in babası ayrı partileri tutuyor-

lar. Güreşimiz dünya minderlerinde söz sahibi. Bazı evlere

buzdolabı  alındı.  Savaşta  Almanları  tutan  yazarlar,  şimdi

demokrasinin  vazgeçilmezliğinden  bahsediyorlar.  Alt  kata

bir mebus ailesi taşındı. Uzun boylu bir kızları var. Ameri-

kan yardımı heyeti Ankara’ya geldi. Bülent’le Karadeniz lo-

kantasında adamakıllı içtiler. O gece Selim Bülentlerde yat-

tı. Anadolu’da köylü jandarmayla çatıştı. Hece vezniyle alay

ediliyor.  Saffet  İstanbul’a  gidiyor.  İhtisasını  orada  yapacak-

mış; Nâzım Hikmet bir vatan hainidir diyor. Şiir kitaplarını

Selim’e  bıraktı.  Selim’in  kırk  beş  liraya  aldığı  ayakkabılar

ayağını  vurdu.  Numan  bey,  tek  parti  devrinde  kanunsuz

emirleri dinleyenlerin günahı yoktur, dedi. Saffet’in ağabeyi

Dumrul, Avrupa’dan döndü. Karikatürcüler yeni şiirle alay

ediyorlar.  Dumrul  bombardımanlardan  çok  korktuk  ve  yi-

yecek sıkıntısı çektik, diyor. Bazı ileri fikirli gençler büyük-

lerin yanında sigara içiyor ve onlara sen diye hitap ediyor-

lar. Müzeyyen Hanım soba derdinden usandı. Dumrul, par-

ti  meselesi  yüzünden  babasıyla  kavga  etti  ve  evden  kovul-

du.  Bir  hafta  sonra  döndü.  Söylediğine  göre,  Amerikalılar,

otururken masaya ayaklarını dayıyorlarmış. Böylesi sağlığa

daha uygunmuş. Namık Bey damadını pek züppe buluyor.

Dumrul  bir  akrabasını  ziyaret  için  gittiği  hastanede  hade-

melerin kötü muamelesine isyan etti ve kollarından tutula-

rak zorla dışarı çıkarıldı. Selim’in anneannesi öldü. İntihar

227



haberlerinin gazetelerde yayımlanabilmesi isteniyor. Selim’e

okulda Birleşmiş Milletler ve İnsan Hakları konusunda bir

tahrir vazifesi verildi. Babası Erkan’a, yeni model arabasını

kullandırıyor.  Semra,  Selim’e,  Çehov’u  okumalısın  dedi.

Hayat pahalılaşıyor. Dar gelirliler deniyor. Selim, anneanne-

sinin ölümüne dair bir hikâye yazdı. Bazı derslere girmiyor-

lar,  gidip  kahvede  oturuyorlar.  Selim,  sigaranın  tadını  be-

ğenmedi. Semra, yazdığın hikâyede Çehov etkisi var, dedi.

Yeni  yıla  arkadaşları  Selim’in  evinde  girdiler.  Sarhoş  olup,

bir koltuğun (şimdi öyle koltuklar yok) tahtasını kırdılar.

Mısra 474: Kirli şadırvanların çamurlu...

Ankara, hele o zamanlar, çok kirliydi. Rivayete göre, ba-

taklık  bir  zemin  üzerine  kurulan  bu  şehir  için  uygun  bir

yer  seçilmemişti.  Bazı  ihtiyarlar,  Paşa’ya  o  zaman  o  kadar

söyledik,  başka  yere  taşısın  diye,  derler.  Anlaşılan  dinlete-

memişler. Selim’in döneminde bu bataklığı yer yer binalar,

yollar ve kaldırımlarla kapamışlardı. Fakat şehrin ortasında

bulunan ve yeni yetişmekte olan memur sınıfının bitki kül-

türünü  artırmak  amacıyla  yapılan  büyük  bir  park  her  yeri

çamura  buluyordu.  Bu  parkın  ortasında,  tıpkı  kumsal  bir

deniz  kıyısı  gibi  sığ  başlayan  ve  gittikçe  derinleşen,  beton

zeminli  bir  büyük  havuz  vardı.  Selim’in  deniz-havuz  adını

verdiği  bu  su  kütlesinin  derinliği  belki  bir  adam  boyuna

ulaşıyordu. Pisliği nedeniyle dibi hiçbir zaman görünmedi-

ği için derinliğini tam bilmeye imkân yoktu. O sıralarda ka-

nalizasyon da bir ırmak gibi ana caddenin yanında, açıktan

akardı.  Irmak-kanal,  yer  yer  deniz-havuza  çok  yaklaşıyor,

çıkan kokunun hangisine ait olduğu anlaşılmıyordu.

Selim,  kurbağa  yavrusunun  nasıl  bir  şey  olduğunu,  de-

niz-havuzun  kıyısında,  hareketli  virgüllere  benzeyen  mil-



228


yonlarca kara yaratığı görerek öğrendi. Umumi helayı da ilk

defa  parkın  giriş  kapısının  yanında  gördü.  İlgililer,  parkın

gizli köşeleri kirletilir endişesiyle giriş kapılarından dördü-

nün yanına bu tek katlı çirkin yapıları yerleştirmişlerdi. He-

laya girişin paralı oluşu yüzünden birçok serserinin bu me-

deni yapıdan yararlanamaması, parkın gizli köşelerini gene

pislik  içinde  bırakmalarıyla  sonuçlandı.  Kurbağa  yavrusu

ve umumi heladan başka öğretici çok şey vardı parkta. Bü-

tün bitkilerin yanına Latince adları yazılmıştı. Ayrıca bir de

Sağlık Müzesi vardı ki Selim, frengi yüzünden erkeklik or-

ganı kopmuş alçıdan heykeli görmemek ve müzenin arka-

sından gelen pis kokuları duymamak için -bütün serseriler,

Sağlık  Müzesinin  arkasını,  kimse  gelmiyor  diye,  açık  hava

helası yapmışlardı- oraya pek gitmezdi.

Deniz-havuzun  ortasında  ikisi  birbirine  çok  yakın  olan

üç ada vardı. Küçük adalar arasında demir bir köprü yapıl-

mıştı.  Büyük  adaya  ise  karadan  bir  beton  köprüyle  geçili-

yordu.  Büyük  adanın  üzerinde  yıllardır  bitmeyen  bir  ‘Göl

Gazinosu’ yapılıyordu. Bazıları bu gazinoya Deniz-Park ga-

zinosu  denmesinin  daha  uygun  olduğunu  ileri  sürüyorlar-

dı.  Orta  sınıf  halk  deniz-havuzu,  saati  bir  liraya  kiralanan

kayıklarla  gezebiliyordu.  (Adalara  çıkmak  yasaktı.  Düdük

çalan  ve  küfür  eden  bekçilerden  geçilmiyordu.)  Zenginler

ve büyük memurlar için de Büyük Adanın yanında “Yelken

Kulübü” ya da “Deniz Kulübü” gibi bir adı olan bir tesis ya-

pılmıştı. Bu vatandaşlar da “Kayıkhane”den çıkarılan kotra-

larla  deniz-havuzu  dolaşıyorlardı.  Burada  ayrıca,  birtakım

aletlerle kürek çekiyormuş gibi yapan gençler vardı.

Suyun renginin denizi hatırlattığı pek söylenemezdi. Ha-

vuz boşaltıldığı zaman, Türk olmadıkları söylenen bazı er-

ler, uzun paçalı donlarla, dibindeki çamuru boş yere temiz-

lerdi. Su dolar dolmaz deniz-havuz gene eski rengini alırdı.

Parkın kaç kapısı olduğu hakkında çeşitli söylentiler var-

229



dı. Kimse çevresini tam dolaşmadığı için kesin bir sayı elde

edilememişti. Denildiğine göre bazı kapılar, kullanılmadık-

ları  için  kapatılmış  ve  zamanla  yabani  otlar  arasında  kay-

bolmuştu. Parkta çeşitli yapılar vardı. Latince bitkilerin en

sık olduğu yerde bir pisuar yapılmıştı. Üstü sundurma kap-

lı ve dört tarafı açık bir yapıydı bu. Ortasından yelpaze gibi

açılan  düşey  teneke  levhalar  -halk  buraya  rağbet  etmediği

için-  zamanla  cinsel  resimlerin  teşhir  edildiği  panolar  ola-

rak kullanılmaya başlanmıştı. Selim, cinsel birleşme konu-

sunda ilk ve yanlış bilgilerini buradan edindi. Cinsel ilişki

resimlerinin sınıfta yalnız mutlu bir azınlığın elinde bulun-

ması  nedeniyle  de  uzun  yıllar  bu  yanılmalarını  düzeltmek

imkânını  bulamadı.  Pisuardaki  paslı  tenekeler  üzerinde

kurşunkalemle çalışmak zorunda kalan bu ilkel sanatçıların

hayati  mesele  hakkındaki  bilgileri  de  Selim’inkinden  pek

fazla değildi. Resimlerin kadın ve erkek kahramanları, ara-

larında  geçen  olay  hakkındaki  duygu  ve  düşüncelerini,

ağızlarının  yanına  çizilmiş  dairelere  yazılan  ve  okunması

zor sözlerle ifade ediyorlardı. Gazetelerdeki resimli roman-

lara  benzeyen  teneke  levhalardaki  bu  resimlerin,  bütün  il-

kelliklerine  rağmen,  okuyucuyu  etkilemediği,  onu  heye-

canlandırmadığı söylenemezdi.

Parkı ilginç duruma getiren başka bir özellik de park ze-

mininin  her  noktada  aynı  seviyede  olmamasıydı.  Parkın

esas girişiyle deniz-havuz arasında yapılan uzun ve dar be-

ton, çağlayanlar dizisinin tabanını teşkil ediyordu. Böylece

deniz-havuza, parkın kapısından gelen coşkun sular dökü-

lüyordu. Çağlayanın çevresine çay bahçeleri yapılmıştı. Ay-

rıca bir iki gazino vardı. Yalnız, ortalıkta serserilerin dolaş-

ması nedeniyle bu gazinolara aile kadınları getirilemiyordu.

Altın  dişli  bazı  taşra  zenginleriyle,  sarhoş  olunca  çantayla

garsonların kafasına vuran kadınlar görülüyordu buralarda.

İyi niyetle başlayan her teşebbüs gibi, parkı geliştirme işi

230



de  kötüye  gitmeye  başladı  böylece.  İyi  niyetli  insanlar  bu

duruma  çok  üzüldüler;  parka  gelmez  oldular.  Oysa  park

onlar için yapılmıştı. Bu arada vatandaşlar da halkın parkı

daha  fazla  tahrip  etmemesini  isteyen  şikâyet  mektupları

yağdırmaya başladılar. Yetkili makamlardan ilgi bekliyorlar-

dı.  İlgililer  önce  çok  kızdılar.  Sanki  park  bu  duruma  bir

günde  mi  gelmişti?  Daha  önce  akılları  neredeydi?  Parklar

ve  Bahçeler  Müdürlüğü  sorumluluğu  kabul  etmedi.  Koru-

ma görevinin Belediyeye ait olduğunu bildirdi. Belediye de

sağlıkla ilgili tedbirlerin Sağlık Müdürlüğü’ne ait olduğuna

karar verdi. Sağlık Müdürlüğü de önce Sağlık Müzesini ka-

pattı. Sonra da deniz-havuza tonlarca ilaç boşaltıldı. Havu-

zun rengi gene değişti ve yüzeyini yağlı bir parlaklık kapla-

dı.  Sandalların  ve  kotraların  teknelerinde,  suya  değen  kı-

sımlarında yeşil çizgiler meydana geldi. Deniz Kulübü, Yel-

ken Kulübü gibi bir adı olan yer kapandı. Yerine semaverli

çay bahçesi açıldı. Kurbağalar öldü. (Ölülerin temizlenmesi

hiçbir zaman tam bitirilemedi.) Bekçilere tabanca dağıtıldı.

(Pinus pinealis altında sevişen bir çifte ateş ettiler.) Bir ban-

ka, bankları yeniledi. Çamur... çamur öylece kaldı.

Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...

Tarih  bir  tahriften  ibarettir.  Tarih,  geçmişten  geleceğe

uzanan  ve  bugün  gördüğümüz  bir  rüyadır.  Bütün  rüyalar

gibi  tarih  de  yorumlanabilir;  ama  görülürken  değil.  Selim,

ılık  bir  sonbahar  gecesi,  ya  da  rüya  oldukça  uzun  olduğu

için,  birkaç  ılık  sonbahar  gecesi,  aşağıda,  ana  çizgileriyle

yeniden yaratmaya çalıştığımız rüyayı gördü:

Bir Alman tayyaresiyle şehrin üzerinde uçuyoruz. Yanım-

da Hitler var. Bir Alman keşif tayyaresiyle uçuyoruz. Uçağın

gövdesi gamalı haçlarla dolu. Spitfire kelimesi kulaklarımda



231


çınlıyor. Olamaz, diyorum. Oturduğumuz apartmanın üstü-

ne  geldik.  Ben  aynı  zamanda,  uçağı  balkondan  seyrediyo-

rum. O zamanlar, uçak kelimesini henüz zarfların üzerinde

kullanıyoruz.  “Almanlar  geliyor  baba!”  diye  bağırıyorum.

Babam da: “Onlara yeni harp ilan ettik; elbette gelecekler,”

diyor.  İçerideki  misafirlerin  ne  olacağını  soruyorum.  Ba-

bam: “Hitler, anlayış gösterir,” diye karşılık veriyor. Balkon-

dan  içeriye  giriyorum.  Odada,  çeşitli  seviyelerde  (tavana

kadar) insanlar bulunuyor. Abdülhakhamit (tek gözlüğün-

den  tanıyorum),  ayağa  kalkarak  bana  yaklaşıyor;  herkesin

rolünü ezberlediğini ve provaya başlayabileceğimi söylüyor.

Kalabalıktaki insanları -herkes rolünü söyledikçe- birer bi-

rer seçiyorum:

ABDÜLHAKHAMİT: Elli kadar Türk büyüğü (ve Osman-

lı büyüğü sesleri) burada toplanmış bulunuyoruz (toplantı

değil içtima sesleri). Sözümü kesmeyin. Ben elimden geldi-

ği  kadar  Türkçeleştirilmişgibigillerden  biri  olarak  davran-

maya çalışıyorum. Lehavle.

SUFLÖR: Müzekkerdir: Lahavle.

ABDÜLKADİR: Burjuvalar, burjuvalar.

MAKSİM GORKİ: Küçük.

ALPASLAN:  Sekiz  yüz  seksen  yaşında  olmam  ve  Malaz-

girt  vaziyeti  dolayısıyla  ve  en  yaşlı  üye  sıfatıyla  oturumu

açıyorum.

HİTLER:  Türk  misafirperverliğinin  bir  örneğini  daha

gösterdiniz.  Bu  vesileyle,  ölmüş  bulunanlar  için  sizleri  beş

dakikalık saygı duruşuna çağırıyorum.

(Rüya zaman birimiyle dört milisaniye süren beş daki-

kalık saygı duruşu)

KALABALIK: (Gülmeyelim sesleri).

HİTLER: Teşekkür ederim.

TERCÜMAN: Danke sehr.



232


FUZULİ, BAKİ ve NEDİM: Biz Türk şiirinin üç gülüyüz,

has bahçenin bülbülüyüz.

SUFLÖR: Düldülüyüz.

TÜRKBARIŞGÜCÜ:  Burada  toplanmaktan  sosyalizmse

maksadınız, onu tarihler içine sığdıramayız.

TÜRKMÜTEFEKKİRLERCEMİYETİGENELİDAREKU-

RULUÜYELERİ (hep bir ağızdan): Korsanlar.

ABDULLAHZİYA: Türk.

SELİM: Hep bir ağızdan konuşmayalım.

ABDÜLHAKHAMİT:  Bir  teklifim  var.  Önce  marşımızı

söyleyelim.

(Hep  birlikte,  “Hamsi  koydum  tavaya”  türküsü  marş

şeklinde söylenir.)

(Alkışlar)

HİTLER:  Aranızda  bulunmaktan  gurur  duyuyorum.  Bü-

yükelçiye de söylemiştim. Bu münasebetle şurasını da belir-

teyim  ki  yaptığımız  yeni  yollarla  Almanya’yı  bir  baştan

öbür  başa  donattık.  İşsizliği  ilga  ettik.  Türkçe’yi  yardımcı

dil olarak okutuyoruz. Her şeyimiz çok sağlamdır. Biz de si-

ze hayranız.

OSMAN HAMDİ BEY: Bize daha çok traktör gönderiniz.

MIZRAKSARSAN:  Abdülhak  Hamit’i  okuyarak  yeni  dü-

zenler  kuruyorum.  İltica  ettiğimden  beri  gerek  ilgililerden

ve gerek sayın halkınızdan gördüğüm yakınlık, bu ülkenin

ihmal  edilmiş  ve  toprak  altında  yatan  milli  servetlerine  ve

onlarla  birlikte  yatan  aziz  şehitlerine  saygıda  kusur  etme-

den  ve  onları  incitmeden  yaşamak  hususunda  bana  güven

veriyor.  Geçen  gün  Namık  Kemal’le  konuşuyorduk.  Ona

dedim ki: “Böyle giderseniz, yakında Türkçeleştirmediğiniz

bir şey kalmayacak.”

NAMIK KEMAL: Sataşma var. Söz istiyorum.

ALPASLAN:  Sayın  delege  iltifat  buyuruyorlar.  Sözlerini

tavzih etsinler.

233



OSMAN  HAMDİ  BEY:  Bize  daha  çok  yağlıboya  fırçası

gönderiniz. Sözlerim yanlış anlaşılmasın.

ABDÜLKADİR:  Sosyalizm,  ülkenin  gerçeklerine  eğilmek

üzere,  ilk  defa  böyle  bir  kalabalık  önünde  tartışılmaktadır.

Kimseden korkunuz olmasın.

NAMIK KEMAL: Peki, ya Kemalizm?

SELİM:  Uzlaştırıcı  bir  formül  teklif  ediyorum.  Bu  toplu-

lukta,  bazı  eski  tüfekçilerin  bulunması,  bazı  art  niyetlileri

tedirgin ediyorsa, buyursunlar gitsinler.

MIZRAKSARSAN:  Benim  hakkımda  da  dedikodu  yapı-

yorlar.

ABDÜLHAKHAMİT:  Ayıp,  ayıp...  Ne  kadar  ayıp.  Bu  ka-

dar döviz sarfıyla getirilen ve bunca emeklere...

ABDÜLKADİR:  Milletlerarası  yardımlaşma  fonundan  ge-

tirilmiştir. Tek kuruşumuz dahi yurt dışına çıkmamıştır. Ay-

rıca,  bunca  yıldır  bu  uğurda  savaşmış  kardeşlerimizi  mu-

aheze etmeyi çirkin buluyorum.

BURHAN: Benim başkan olmam normaldir. Bu insanları

bir araya toplamayı ilk önce Selim düşündüğüne göre...

BELEDİYEDEN BİR YETKİLİ: Yerlere tükürmeyin.

MECLİSİMEBUSANÜYESİ: Gizli çalışmalardan hayır gel-

mez. Gençler şurasını iyi bilmelidirler ki bu yere kolay vasıl

olmadık.  Padişahımızın  iradesini  küçümseyenlerin  sonu

hüsran olacaktır. Bu sözler bana eski bir hatıramı...

ALPASLAN: Bir görevli geldi; aramızdan biri 1908 plakalı

arabayı kapının önüne usulsüz park etmiş..

(Hoparlörden bir ses duyulur: 1908 numaralı arabanın

sahibi erkekse lütfen dışarı gelsin. Her kafadan bir ses

çıkar. Toplantıyı dinleyici locasından takip eden bir kı-

sım  işportacılar  kaçışır;  polis  geliyor  sesleri.  Bir  deli-

kanlı yerinden fırlar.)

DELİKANLI:  Şimdi  haber  aldığımıza  göre  kapıda  birta-

kım...  (Heyecanından  sözünü  bitiremez.  Yuh  sesleri.  Kapı

234



bir tekmeyle açılır ve içeriye beraberindeki zevatla birlikte

devrin başbakanı girer.)

DEVRİNBAŞBAKANI:  Benden  çekinmeyin  arkadaşlar.

Ben de bir vatandaşınızım ve şu anda aranızda misafir ola-

rak  bulunuyorum.  Gönül  isterdi  ki  ben  de  sizler  gibi  yol-

dan  geçen  her  vatandaş  gibi,  aranıza  katılabileyim.  Fakat

hususi kalem müdürü, dilekçeleriyle kapıda bekleyen birta-

kım çilekeşlerin bulunduğunu haber verdi. (Açık duran ka-

pıdan  vatandaşlar,  ellerinde  dilekçeleriyle  içeri  dolarlar.

Banka  defterlerini  çıkarırlar,  başbakan  onlara  imza  dağıtır.

Polis de, kalabalığı dağıtır.)

ALPASLAN: Bu hususi bir toplantıdır. Sayın başbakan, si-

zi lütfen toplantıyı terke davet ediyorum. Vilayetten izin al-

dık. (Elini koynuna sokar ve Kutadgu Bilig’in ciltli ve tıpkı-

basım bir nüshasını çıkarır. Başbakan çıkar. Alkışlar.)

BURHAN: Nerede kalmıştık?

ABDÜLHAKHAMİT: Bu çatının altına siyaset sokmayın.

BİR ÇOCUK: Sayım suyum yok.

(Bu  çocuğu  içeri  kim  soktu  sesleri.  Devrinbaşbakanı

girer ve çocuğu elinden tutarak götürür.)

ŞÜKRÜ: Bizim de kongreye bir teklifimiz var. Anayasanın

madde madde yorumlanmasını istiyoruz. O zaman görüle-

cektir ki bizce isimleri malum olanların düşündüğünün ter-

sine, anayasa işportacılara geniş hak ve yetkiler tanımakta-

dır.  Paris’te  doktora  yaptık  diye  ortaya  çıkanların  maskesi

bu  sayede  düşürülecek  ve  emekçiler  kendi  kaderlerine  sa-

hip  çıkacaklardır.  Buraya  kumda  oynamaya  gelmediğimizi

herkes kafasına iyice yerleştirmelidir.

SELİM: Peki, ya Dostoyevski?

MİSTERPARKHAYD:  İngiltere’de  bu  konular  serbestçe

tartışılabilir.

ALPASLAN: Daha söz isteyen çok delege var. Konuşma-

nızı kısa kesin.

235



DELİKANLI:  Ben  buraya  geldiğimde...  (Heyecanından

konuşamaz.)

TÜRKMÜTEFEKKİRLERCEMİYETİGENELİDAREKU-

RULUÜYELERİNDENBİRİ:  Arkadaşlarım  adına  size  şu

açıklamada  bulunacağım.  Biz  esas  itibariyle  bu  teşebbüse

karşı  değiliz.  Yalnız,  bilmek  istediğimiz  bazı  hususlar  var.

Bir kere, tarihimize saygılı kalınacak mı, bunu bilmek isti-

yoruz.  Saniyen,  bir  referandum  yapılarak  buradaki  delege-

lerin umumi temayüllerinin öğrenilmesinde sayılamayacak

faydalar  mülahaza  ediyoruz.  Böyle  hayırlı  bir  teşebbüsün

karşısında olmak aklımızdan ve hayalimizden geçmez, geç-

memelidir.  (Bu  iş  reyle  hallolmaz  sesleri.  Soldan  alkışlar.)

Fakat zaten sınırlı olan gücümüzü böyle olur olmaz teşeb-

büslere harcamak taraftarı da değiliz. Bir komisyon seçelim,

her  defasında  bütün  arkadaşları  buraya  çağırmak  külfetin-

den  kurtuluruz,  onlar  da  gelmek  zahmetini  ihtiyar  etmez-

ler. Sonra, yurdun muhtelif bölgelerinin nabzını yoklayarak

bütün  temennileri  bir  merkezde  toplarız.  (Delikanlı  yerin-

den fırlayarak kürsüye yaklaşmak ister. Genel idare kurulu

üyeleri kendisini tutarlar. Maksim Gorki, konuşmacıyı kür-

süden indirerek yerine geçer.)

MAKSİM GORKİ: Arkadaşlar, her ne kadar konulara ya-

bancı isem de kitaplarımdan beni gayet iyi tanırsınız. Biraz

önce  bir  arkadaş  Dostoyevski’den  söz  açtı.  (Selim,  gösteri-

len  ilgiye,  başını  sallayıp  gülümseyerek  mukabelede  bulu-

nur.) Ben de sözü oraya getirmek istiyordum. Artık, roman

ve romancılarla bu işi yürütmenin modası geçti arkadaşlar.

Onların başımızın üstünde yeri var.

ŞÜKRÜ: (Oturduğu yerden): Yok.

ALPASLAN: Konuşmacıya müdahale etmeyelim. Size bir

ihtar veriyorum. (Dışarı at sesleri)

MAKSİM GORKİ: Bize nasihat vermeyiniz, yol gösteriniz.

OSMAN  HAMDİ  BEY:  Traktörler  hakkındaki  sözlerim

236



yanlış anlaşıldı. Söz istiyorum.

MAKSİM GORKİ: İkide birde sözümü kesmeyin. Bakıyo-

ruz, bu ülkenin iyiliğini isteyenler bir araya geliyorlar, iyi ni-

yetlerini  birleştirmek  için  bir  araya  geliyorlar,  sonra  birta-

kım tariflerde anlaşamadıkları için her biri bir tarafa gidiyor.

DELİKANLI: Arka sıralarda kaça kaç oynayanlar var.

BURHAN: Sağduyuya ihtiyacımız var.

YENİKUŞAKTANBİRGENÇ: (yerinden kalkarak): kitabı-

mız yok.

MiMAROLDUĞUSONRADANANLAŞILANBİRGENÇ

(oturduğu yerden): Uçak sanayiinde dönen dolapları anlat-

mak  istiyorum.  (Konuş  konuş  sesleri)  Bildiğiniz  gibi  uçak

üç kısımdan ibarettir: kanat kısmı, gövde kısmı ve kuyruk

kısmı. Alman aleyhtarı bir filmde...

SUFLÖR (yavaşça): Amerikan aleyhtarı.

MİMAROLDUĞUSONRADANANLAŞILANGENÇ:  Sov-

yet aleyhtarı bu filmde, Naziler yeni bir bomba icat ediyor-

lar ve uçağın gövdesiyle birlikte...

HİTLER:  Herkes  sıkıldı.  On  dakikalık  ara  verilmesini

teklif ediyorum.

(Herkes  paketlerini  açar,  haşlanmış  yumurta  ve  Çem-

berlitaş turşusu yerler.)

ALPASLAN: Oturumu yeniden açıyorum. Yoklama yapa-

cağım.


SUFLÖR  (Yalnız  Alpaslan’ın  duyacağı  yavaş  bir  sesle):

Aman yapmayın. Herkes gitti.

ALPASLAN:  (Yavaşça  suflöre):  Nasıl  olur?  Ben  kimseyi

görmedim.

(Oda yavaş yavaş aydınlanır. Selim, bütün delegelerin

aydınlıkta  yerlerini  aldıklarını  görerek  rahat  bir  nefes

alır.)

ZİYA  GÖKALP:  Herkes  okuma  kitaplarını  getirdi  mi?



(Selim’e dönerek) Sizin kitabınız nerede? (Selim telaşla bir

237


kitap uzatır, hayretle bunun Türk Meşhurları Ansiklopedisi

olduğunu görür.)

ZİYA GÖKALP (Tekrar): Bakanlık müfettişi olmam dola-

yısıyla bana biraz daha saygı göstermeniz gerekirdi.

SELİM: Ben sizin adınızı duydum sadece. Bir de tesadüfen

bir şiirinizi okudum. Fakat burada göreceğimi bilseydim...

DELİKANLI (arkadan): Biz burada gayet iyi anlaşıyoruz.

ZİYA GÖKALP: Kitaplarınızın iki yüz elli altıncı sayfasını

açın. Alıştırma yapacağız.

SELİM: Ben üniversiteyi bitirdim. Artık bu konuda yeni-

den imtihan edilmesem iyi olur.

OSMAN  HAMDİ  BEY:  Diplomanızda  bazı  yanlış  harfler

görüldü. Bu yanlışlığı izah etmek üzere söz istiyorum.

NAMIK  KEMAL:  Osmanlı  hanedanının  şu  andaki  duru-

mundan  bahsetmek  istiyorum.  Yavuzların,  Kanunilerin  to-

runları  bugün  gurbet  ellerde  fakrü  zaruret  içinde  bulun-

maktadır.

ARKADANSESLER: Yüzbin geliyor. Yol açın.

(Bizi sattınız, alçaklar, dönekler sesleri. Yüzbin girer.)

YÜZBİN:  Beni  reddetmeden  iyi  düşünün.  Bu  parayla  iki

yüz  tane  masa  ya  da  beş  yüz  tane  sandalye  ya  da  elli  bin

Kastel kalem alabilirsiniz.

DELİKANLI  (arka  sıralardan  kalkarak  öne  doğru  yakla-

şır. Ağzında sigara, elinde, saklamaya çalıştığı iskambil kâ-

ğıtları vardır): Bu teklifi daha iyi incelemek için hesap ma-

kineleri gelsin. (Hesap makineleri gelir.) Bu arada sizlere...

(dili dolaşır, susar.)

(Bir süre yalnız hesap makinelerinin sesi duyulur.)

YÜZBİN: Benim de ileri sürmek istediğim bazı şartlar var.

BURHAN (aceleyle): İki gruptan her biri, kendi araların-

dan üçer kişi seçsin. Ben de başkan olarak sizleri, uzlaştır-

mak amacıyla yarın saat ikide Hitler’in yazıhanesinde topla-

yacağım.

238



HİTLER (ağlamaklı bir sesle): Bu benim için bir şereftir.

Kahve mi içersiniz çay mı?

YÜZBİN: Durumu açık olarak anlatamadım galiba.

DELİKANLI (şarkı söyler): Gemilerde talim var, Kumar-

da talihim var.

(Kapı açılır: içeri, iki resmî, bir sivil, bir de kıyafet de-

ğiştirmiş polis girer.

Yüzbini yakalayıp götürürler. Sahteymiş, kendine yüz-

bin süsü vermiş sesleri.)

ABDÜLKADİR: Ben bunun böyle olacağını bilmiştim. Za-

vallı  kızın  durumu  ne  olacak  şimdi?  (Aklını  başına  topla-

mak için saçlarını tarar.)

ARTIKMİMAROLDUĞUANLAŞILANGENÇ:  Dönen  do-

lapları izah etmek istiyorum.

OSMAN HAMDİ BEY: Bir yanlış anlaşılma oldu. Söz isti-

yorum.


YÜZBİN (bir an kapıda görünür.): Vatan sağ olsun.

ABDÜLHAKHAMİT: Şimdi buradaydı, gitti elden.

HİTLER (ağlar): Ben yaptım, siz yapmayın: yeni bir sava-

şa engel olun.

FUZULİ: Bizim burada kalmamız artık gerekli değil ga-

liba.


BAKİ: Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.

NEDİM:  Gemilerin  ipleriniibrişimdenyelkenleriniatlas-

tanlazımlıklarınıaltındankürekleriniabanozdandümeninina-

zariyedenkıçkasarasınıaltıdokuzluk...  (Susturamazlar,  ken-

di kendine devam eder.)

SUFLÖR: Hep bir ağızdan marş söyleyin.

ŞÜKRÜ: Emekçilerin yedekçileri olan sizler, sizlere sesle-

niyorum: Yalnız Dostoyevski’yle yaşanmaz.

MASKİM GORKİ: Bana sen diyemezsin.

ALPASLAN: Susun susun susun.

DELİKANLI  (ayılmış):  Aramızda  polis  var.  Bütün  söyle-

239



nenleri  kaydediyorlar,  dosyaya  geçiriyorlar.  Dosyası  olma-

yana yeni dosya açıyorlar.

NAMIK KEMAL: Yeni dosyalar için üç vesikalık fotoğraf-

la bir tercümeihal lazımmış.

(Herkes üçer fotoğrafla birer tercümeihal verir. Polisin

önü kalabalıklaşır.)

POLİS: Sıraya girin, birer birer müracaat edin. İtişmeyin.

KALABALIĞIN  ÇIKARDIĞI  GÜRÜLTÜ,  GİTTİKÇE

DAYANILMAZ  BİR  HAL  ALIR.  KALABALIKTA  DAL-

GALANMA  BAŞLAR.  BOĞULUYORUZ  PENCERE

AÇIN SESLERİ. PENCERE AÇIN. HİÇ OLMAZSA HA-

VA  DEĞİŞSİN.  HERKES  İTİŞE  KAKIŞA  KAPIYA  KO-

ŞAR. YERE DÜŞENLER, EZİLENLER, KARIŞIKLIK.

BEŞİNCİ ŞARKI

Mısra 542: .....tunç devri

Kaç  yıl  sonra  başlayacağını  henüz  bilim  adamlarımızın

kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir al-

tın  devri  olacaktır.  Bir  kısım  ilahiyatçılara  göre  bu  devir,

İsa’nın İkinci Gelişi’yle aynı zamana rastlayacaktır.

Tunç  devrinde  insanlarımız  arasında,  birinci  sınıf  vatan-

daş, ikinci sınıf vatandaş ve halk şeklinde yapılan ayrım or-

tadan kalkacaktır.

Umumi nakil vasıtalarında biletçiler, halka, bay ve bayan

gibi kaba tabirlerle hitap etmeyeceklerdir.

Şoförler halka eziyet etmeyeceklerdir. Bozuk para bulun-

duracaklardır.

Köylüler,  en  kalın  elbiseleriyle,  güneş  altında  çömelerek

saatlerce devlet kapısında beklemeyeceklerdir.

Apartman kapıcılarının saltanatı sona erecektir.

240



Kalabalık  caddelerde  oyuncak  satan  esmer  adam,  kemer

satan ve olduğundan yirmi yaş fazla gösteren adam ve kü-

çük şişelerde ne olduğu anlaşılmayan bir sıvı satan ve sarası

yüzünden sık sık kaldırımlara düşen adam ve meyhaneler-

de  fıstık  satan  gözlüklü  genç  adam  ve  gene  meyhanelerde

kasap  oyunu  oynayarak  hayatını  kazanan  Koço  ve  artık

yaşlandığı için rakı isteyince şarap getiren garson Tanaş, bu

zavallı durumlarından kurtarılacaktır.

Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyen-

ler  reklamcı,  yazar  olmak  isteyenler  mühendis,  mimar  ol-

mak  isteyenler  iktisatçı,  meyhaneci  olmak  isteyenler  hu-

kukçu,  hukukçu  olmak  isteyenler  tezgâhtar,  adam  olmak

isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil ol-

mayacaklardır.

Delilerle alay edilmeyecektir. Mahalle çocukları böyleleri-

nin peşine takılmayacaktır.

Para kazanamayanlara serseri denilmeyecektir.

Babalar, kızlarını her çeşit insana vereceklerdir.

Sokak köpeklerinin durumu düzeltilecektir.

Çocuklar, masallarla ve Allah’ın vereceği cezalarla korku-

tulmayacaktır.

Taşradan  gelenler,  şehirde  doğmaktan  başka  meziyetleri

olmayanlar tarafından hor görülmeyecektir.

Kurnazlık  ortadan  kalkacaktır.  Bu  konuda  sıkı  tedbirler

alınacaktır.

Yüreğimizi ezen bu sıkıntı, başımızdaki bu ağırlık kalka-

caktır.

O  zaman,  bin  yıllık  saltanat  başlayacaktır.  Bin  yıl  daha

sürecektir.  Bin  yıl  daha  sürecektir.  Bin  yıl  daha  sürecektir.

Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha, bin yıl daha...



241


Mısra 595: Çare yok dünyadan gideyim gayrı

Çare.......... bulunacaktır.

Açıklamalar burada bitiyor. Gerek şarkılarda, gerek açık-

lamalarda sözü geçen insanlar, yerler, tarihî ve günlük olay-

lar,  gösterilen  kaynaklar,  ileri  sürülen  düşünceler,  yapılan

benzetmeler, anlatılan şehirler, ispat edilen nazariyeler, va-

zedilen kanunlar tamamen hayal mahsulüdür. Uydurmadır.

Bunların içinde gerçek hayattaki yerlere, insanlara ve olay-

lara  benzeyenler  varsa,  tesadüften  ibarettir  ve  kimsenin

üzerine alınmaması gerekir. Yalnız, yazar, bu satırların mü-

ellifi olduğuna göre, istese de istemese de vardır ve gerçek

hayatta mevcuttur. Fakat, içinde bulunduğumuz gerçek ha-

yatta  yaşayıp  yaşamadığı  ve  başına  gelenlerin  gerçekten

olup olmadığı hususunda bir şey söylenemez. Belki, yaşadı-

ğını sandığı hayat bir rüyadan ibarettir ve uyandığı zaman o

da  bütün  gerçekleri  görecektir;  ya  da  herkes  uyumaktadır

da  onun  yaşadıkları  gerçektir.  Yazar  da  bir  gün  onlar  gibi

uyuduğu  zaman  herkesin  gerçek  sandığı  rüyaları  görecek-

tir.  Belki  dün  rüya  görüyordu,  belki  bugün  rüya  görüyor,

belki yarın rüya görecek. Belki dün yaşıyordu, belki bugün

yaşıyor, belki hep yaşayacak.


Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin