01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə17/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

Nedir bu nâz-ı tegafül zaman zaman güzelim

Kaçıncıdır bu eziyetli imtihan güzelim.

Turgut, kızların ortasında, elinde konyak dolu çay barda-

ğı, şarkıya yer yer katıldı. Müşterilerinden biri, arkadaşının

omuzuna başını dayamış horluyordu. Sigara dumanı gözleri

yakıyor,  eşyanın  ve  insanların  üzerine  siniyordu.  Durum

bir  kere  sağlığa  aykırı  oldu  mu  öyle  sürüp  gitmeli  oğlum

Turgut. İçki de çok içilmeli, sigara da. Havasız da kalınmalı,

dumandan boğulmalı insan. Adilik de artmalı, insan gittik-

çe bayağılaşmalı. Ahlaksızlık da artmalı, hem de aşağılık bir

ahlaksızlık. Çirkinlik de artmalı. Çevresine baktı. Tahta ke-

narlı,  düz  arkalıklı,  kılıfı  çiçekli  basmadan  eski  koltuklar,

yeşil muşamba ve çıplak yerler, gözlerinin boyaları yanakla-

rını ıslatan sarkık kadınlar, aptal suratlı ve en orta sınıftan

müşteriler, yatak çarşafına benzeyen perdeler. Her şey orta-

mına  uygun.  Çirkinlik  ne  kadar  kolay!  Tablalarda,  böcek

ölüleri  gibi  yatan  izmaritler.  Duvarda,  haftalık  dergilerin

ilâvelerinden kesilip camlatılmış en zevksiz resimler. Birden

kapı  açılarak  içeriye  dünyanın  en  usta  marangozları,  res-

samları,  mimarları,  dekoratörleri,  halıcıları,  inşaatçıları  gi-

recek.  Her  şeyi,  her  şeyi  güzelleştirecekler.  Her  şeyin  daha

güzelini  yapacaklar.  Eskileri  yakacaklar.  Dünyanın  en  eski

mahzenlerindeki en eski şaraplar masaları süsleyecek, mü-



271


zelerin en seçme kristalleri, seramikleri her köşeyi doldura-

cak.  Merdivenin  başında,  Philadelphia  Senfoni  Orkestrası-

nın  üyelerinden  seçme  bir  topluluk,  başlarında  birinci  ke-

man,  çalmaya  başlayacaklar.  Peki  insan?  İnsan  ne  olacak?

Onu  kim  değiştirecek?  Değiştirmek  ne  kelime?  Şu,  divan-

dan kolu sarkan orospunun kırmızı boyalı kırık tırnağının

bir parçasını dahi taklit etmek kimin haddine? Bütün o göz

boyayıcı  kalabalığınızla  onun  tırnağının  ucu  olamazsınız:

yeniden yapamazsınız o parçayı. Bu kurum, bu gösteriş ne-

den  o  halde?  Dışarı!  Herkes  dışarı!  Herkesin,  mimarlarla

fraklı orkestra üyelerinin, ressamlarla müze memurlarının,

bu  münasebetle,  açık  artırmaya  gelir  gibi  salonu  dolduran

tuvaletli  kadınlarla  cilacıların,  parkecilerin,  döşemecilerin,

fular  takmış  bir  üst  dereceden  sanatkârların,  mavi  boyalı

köhne kapının aralığından geçmek için itişerek birbirlerini

ezdiklerini  düşündü.  Derin  bir  nefes  aldı.  Biçimden  önce

öz, özden önce duygu, duygudan önce insan gibi basmaka-

lıp sözler düşündü. Eşyayı olduğu gibi bırakın. Bizim de el-

bette bir bildiğimiz var. Yeni çıkan kumaşlar sayesinde pan-

talonun  ütüsü  artık  bozulmuyor,  bu  döşemelik  kadifenin

üstünde  çekinmeden  sigaranızı  söndürebilirsiniz,  modern

stilde döşenmiş bir salonda, antika mobilyanın nasıl ustaca

yerleştirilmiş  olduğunu  görebilirsiniz,  filtreli  sigaralar  da

kanser  oranını  yüzde  yedi  azalttı,  son  gidişimde  köylüler-

den otantik bir vazo aldım, hem otantik hem antik, işte ger-

çek  bir  Stradivarius,  daha  Mozart’la  Beethoven’i  ayırdede-

miyor, servetlerimiz yağma ediliyor, bir tabak aldım, bir ta-

bak  daha  aldım,  birini  duvara  astım,  bir  bende  var  bir  de

kerhanede. Kapıyı arkalarından kapattı.

Gözleri kapalı, Safter’in şarkısına katıldı. Sarhoşların şar-

kısı yavaş yavaş salona yayıldı. Sıcakla birlikte merdivenle-

re tırmandı, günah odalarının içine, kapı altlarından sızdı,

kapağı  açık  kömür  sobalarına  girdi,  kurum  dolu  bacadan

272



gecenin  ortasına  süzüldü.  Gecenin  sıcağında  buharlaştı,

eridi;  yoldan  geçenlerin  elbiselerine,  ruhlarına  sindi.  Oto-

mobillerin açık pencerelerinden girdi, şoförlerin derilerinin

altına  işledi.  Şoförler,  ellerini  radyolarının  düğmelerine

uzattılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya

başladılar. Şoför Emrullah, derisinin altına şarkının girdiği

yeri,  orta  parmağının,  direksiyon  sallamaktan  sertleşmiş

eklemini,  hafifçe  kaşıdı.  Hafif  bir  zehirlenme.  Aynı  par-

makla gözünü kaşıdı; aynı parmakla başını kaşıdı. Sarhoş-

ların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: be-

ni Arap müziğiyle karıştırıyorlar, diye söylendi. Yayalar için

yanan  yeşil  ışıktan  yararlanarak  karşıya  geçti.  Yükseldi.

“Hastayım  yalnızım...”  oldu  ve  kapanmakta  olan  bir  mey-

hanede,  İstatistik  Umum  Müdürlüğü  kaleminden  emekli

Niyazi  Beyle,  tombalacı  Akif’in  fasılındaki  peltek  güfteye

karıştı. Kapanan kepengin paslı aralığından sıyrılarak asfal-

ta  çıktı.  Elinde  çanta-radyo  taşıyan  bir  işçinin  omuzuna

kondu, yorulmuştu. Şehrin fakir mahallelerinden birine gi-

den çamurlu bir otobüse bindiler. Eski otobüsün homurtu-

ları  arasında  bir  süre  sesi  duyulmadı.  Işıklı  yolları  geride

bıraktılar;  sarsıla  sarsıla  tozlu  yollarda  ilerlemeye  başladı-

lar. Sesini biraz yükseltti işçinin radyosunda. Bu yollara, bu

toza, bu sıcağa başka türlü dayanılmazdı. İşçiden bir durak

önce indi; ters taraftan gelen başka bir otobüse bindi. Bilet-

çiyle oturup iktidara yaranmaya çalışan bir işçi gazetesini,

ilanlarına varıncaya kadar okudular. Sonra hızlandı: apart-

manlara girdi. Demokrat Ahmet Beyin evinde, bir senfoniy-

le bir popüler müzik arasında dinlendi. Bazen high fidelity

oldu, bazen mono. Yetmiş sekiz devirli parlak kollu bir gra-

mofonda  bile  çalındı  bir  kere;  elle  kurulanlardan.  Bir  ara

yolunu  kaybetti;  sormak  için  bir  karakola  girdi.  Sıcakta

parmak izleri kötü kötü kokuyordu. İstediği şarkıyı çalma-

yan seyyar çalgıcı tamburî Arif’e sözle ve fiilen tecavüz etti-

273



ği iddiasıyla... daktilonun tıkırtısına kaptırdı kendini. Tuş-

ların tıkırtısı, arzunun tıkırtısı, rahmetli Mehmet Akif, Sey-

fi  Baba,  sen  bir  garip  çingenesin...  Arif  Baba...  kendini  so-

kağa attı. Peşine iki tane uzun saçlı, kırmızı ceketli genç ta-

kıldı. Armonize edilmemek için var kuvvetiyle kaçtı. Gece-

yarısı  olduğundan  kapalı  duran  demir  kapının  üstünden

aştı. Üç numara, on iki numara, yirmi sekiz numara; kapıyı

yumrukladı. Aceleden, muşambanın üstünde kaydı, duvara

çarptı,  sarhoşların  arasından  güçlükle  yer  açtı  kendine.

Sendeledi,  yere  düştü,  telaşla  kalktı.  Turgut  oradaydı:  bir

adım mesafede. Göğsüne yaslandı, başını omuzuna koydu.

Bir kedi gibi süründü, yaltaklandı. Nefes nefese, ama emin

ellerdeydi.

Turgut  terliyordu.  Gürültülerinin  dışardan  duyulmaması

için  pencereleri  açamıyorlardı.  Kuru  bir  sıcak  vardı.  Susuz

ve buzsuz içilen konyak da kurutuyor, kavuruyor, yakıyor-

du.  Bulantı  vereceği  endişesiyle  su  içilmiyordu.  Söylenen

şarkılar  da  boğazlarındaki  son  ıslaklığı  almış  götürmüştü.

Safter’in sesi çatallaşmıştı; kulakları tırmalıyordu. Turgut iki

Safter, üç Safter, dört Safter birden duyuyordu. Şarkı en ol-

madık yerde kesiliyor, susuzluk, nefessizlik, bitkinlik dolu

iç  çekmelerden  sonra,  kırılıp  dökülerek  devam  ediyordu.

Sıcak peşlerini bırakmıyordu. Turgut, önce çeketini, krava-

tını  çıkardı;  alacakaranlıkta  birleşen  şekilsiz  eşya  yığınının

içine bıraktı. Biraz susalım, bir pencere açalım. Sıcak hava

içeri doldu. Ağlayan kızın gözyaşları kurumuş; tuz, yüzün-

den garip ışıltılar yansıtıyor; kızıl ışıltılar. Yapışkan, az sulu

ter,  vücutları  pişiriyor,  yanma,  dayanılmaz  bir  hal  alıyor.

Dayanmak gerek, daha bütün kozlar oynanmadı, son çıkış

yapılmadı. “Safter, sen kimsin Safter?” Diliyle damağını ıs-

latmaya  çalışıyor,  tükürüğünü  yutuyor:  faydasız.  “Eski  bir

kumarbaz, efendim.” Efendim, efendimiz, efendimiz. Efen-



274


dimiz yorgunlar, efendimizin canları sıkılıyor. Sıcak efendi-

mizi  bunalttı.  Efendimizin  sağlığına  içiyorum.  Sarayımızın

içine sokulmaya cüret eden bu menhus sıcak kanımızı ku-

rutuyor, beynimizin suyunu buharlaştırıyor, kullarımıza is-

tediğimiz gibi hizmet etmemizi engelliyor. Muhafızlar! Kim

soktu  onu  buraya?  Ülkesinde  güneş  doğmaz  kralımızın

odasına  çıkan  yorgun  merdivenlerin  mermerlerini  hangi

ışık  kızdırdı?  Bir  zamanlar  duvarlarının  dibinde  dalgaların

oynaştığı  bu  sarayı  kim  getirdi  bu  bozkırın  ortasına?  Kim

icat  etti  sıcağı?  Efendimiz,  efendimiz.  Efendimizin  başına

güneş  geçti  galiba.  Hayır,  ışık  istemiyorum:  kapansın  ağır

kadife  perdeler,  kimse  içeri  alınmasın.  “Tombalacı  mıydın

Safter?”  Bütün  kabahat  sıcakta.  Düşmanın,  sıcak  çöllerden

gelmesi, savaş alanının şartlarına daha kolay uymasını sağ-

ladı.  Mermerden  yansıyan  ışığa  bile  dayanamayıp  sarayın

içinde şemsiyeyle dolaşan soylularımız birer birer kırıldılar.

Bizi  sıcak  yendi.  “Sonunda  tombalacı  da  olduk  efendim.

Önceleri büyük kumarlar oynardım. Büyük kumarlarda bu-

lundum.  O  zamanlar  iskambil...”  Demek  eskiyen  kumar-

bazları kırpıyorlar sonunda... sonunda efendimiz. Hayır, is-

temiyorum.  Bana  iyi  haber  getirin;  ölümden,  yenilgilerden

bahsetmeyin. Nöbetçiler! Bu adamı dışarı çıkarın; çürümüş

et  kokuyor.  Sıcak  yüzünden,  efendimiz.  Çok  uzun  yoldan

gelmiş.  Elbiseleri  tozlu:  havayı  dolduruyor,  nefes  alamıyo-

rum. Pencereleri açın, duvarları yıkın: efendimiz nefes ala-

mıyorlar.  Bir  elleriyle  şemsiyelerini  tutmaya  çalışırlarken,

öteki elleriyle kılıçlarını nasıl sallayabildiler? Işığı görünce

pencereye uçan, cama yapışan sinekler kadar da dayanama-

dılar  mı?  Tespihböcekleri  gibi  kıvrılıp  ölüverdiler  efendi-

miz. Borular çalınsın, halka haber verilsin. Yağmur duasına

çıkılsın.

Ayağa kalktı, gömleğini çıkardı, kapının yanındaki askıya

itinayla astı. Karanlıkta, el yordamıyla bir iki kapı tokmağı

275



tuttu;  tuvaleti  kokusundan  buldu.  Işığı  yaktı.  Lavabonun

içine başını soktu. Suyu açtı. Kurulanmadan salona döndü.

Yere oturdu. “Kapıda gözcülük yaptığın da oldu mu?” Bana

ince  elbiseler  getirin.  Seyrek  dokunmuş  kumaştan  olsun.

Gözeneklerinden hava girsin tenime. Tüylerimi bir çayır gi-

bi dalgalandırsın. Hiç esmiyor, efendimiz. Büyük yelpazeler

getirin: iki adamın taşıyamayacağı kadar büyük yelpazeler.

Mısır  resimlerindeki  firavunlara  tutulanlar  gibi  geniş,  hafif

tüylü. Dikişler tenimi yakıyor; dikişsiz beyaz elbisemi geti-

rin  bana.  Hay  Allah  kahretsin:  bu  sıcakta  yalnız  esmerler

imparatorluk  edebilir.  Bütün  krallar  akraba  olur,  dediler.

Hepsi  de  Tanrının  oğulları.  Beni  bu  sıcak  ülkenin  prense-

siyle evlendirdiler; oysa ben sarışınım. Buzlu çöllere alışkı-

nım. Olric, Olric! Birşeyler yapmak gerek. Yoksa, bu yenil-

ginin  suçunu  bana  yükleyecekler.  Oysa,  güneşe  sıcağa  ye-

nildik hepimiz. “Erkete demek istiyorsun, beyim. Erketelik

de yaptım.” “Bize, usulüne uygun bir kumar oynatabilir mi-

sin Safter?” Başıyla odadakileri işaret etti: “Bu kadroyla bir-

şeyler  yapılabilir  bana  kalırsa.  Sen  bu  oyunun  adabını,  er-

kânını bilirsin herhalde.” Abdülhak Hamit! Sıcak konusun-

da  bir  şiir  söyle.  “Bütün  raconunu  bilirim  beyim.  Sen  me-

raklanma; dediğini anladım ben. Safter, eski günlerini yaşa-

tacak sana.” “Ortaoyunu gibi bir şey olacak desene.” “Evel

Allah: sen üzülme. Her boyaya boyandık biz. Allah selamet

versin,  Sadi  Beyin  tiyatrosunda  mezarcıyı  bile  oynadım

ben.”  Vücudunu  dikleştirdi:  “Bir  kazma,  bir  de  kürek,  bir

de ölü gömülecek.” Ölülerimizi savaş alanından toplamayı

başardık  mı?  Halk  ölülerini  istiyor.  Kokudan  kimse  yakla-

şamıyor,  efendimiz.  “Efendimiz  Hamlet.”  Turgut,  belinden

hayalî  bir  kılıç  çekerek  Safter’e  hamle  yaptı.  Safter,  eliyle

masaya tutundu; sonra yavaşça aşağı kaydı. Elleriyle göğsü-

nü kapayarak bağırdı: “İhanet, ihanet!” Turgut koştu, ışık-

ları yaktı. Kadınlar, müşteriler gözlerini kırpıştırdılar: “Gö-

276



zümüze geliyor. Dayanamıyoruz. Karanlık!” Turgut ışıkları

söndürdü.  Gene  yere  oturdu,  kollarıyla  arkaya  dayandı,

gözlerini  Safter’e  çevirdi.  Başına  boşalttığı  sular  kuruyor,

yüzünde hafif bir serinlik dolaşıyordu. Efendimiz biraz da-

ha  iyi  hissediyorlar  mı  kendilerini?  Demek  savaşırlarken

güneş  gözlerine  geliyordu?  Evet  efendimiz:  doğru  dürüst

görememişler düşmanı. Kılıçların ışıltısı gözlerini kamaştır-

mış:  her  yer  beyaz  görünmüş  gözlerine.  Beyazdan  kör  ol-

muşlar. Karda dolaşan insanlar da böyle olurlarmış diyorlar

Olric.  Doğrudur  Efendimiz.  Kar  da  güneş  gibi  yakarmış.

Her  şeyi  duyuyoruz,  hiçbir  şeyi  bilemiyoruz  Olric.  Bu  du-

varlar arasında kapandık kaldık. Savaş diyorlar, öldüler di-

yorlar, halk diyorlar. Ne biçim şeyler bunlar? Rivayetler do-

laşıyor, sözler geliyor kulağıma. Hep, bir yerlerde birşeyler

oluyor,  biz  bilemiyoruz,  Olric.  Hep  anlatıyorlar,  söylüyor-

lar, naklediyorlar. Bir gün hiç beklemediğim bir sırada, kapı

bir  tekmeyle  açılacak;  tanımadığım  insanlar  dolacak  içeri-

ye.  O  anda,  büyük  bir  ihtimalle,  sen  de  yanımda  olmaya-

caksın;  muhafızlar  da  öldürülmüş.  “Kâğıt  mı,  zar  mı,  Saf-

ter?” Hem kılıç hem demeç kullanıyorlar. Olric ya da Osric

gibi  bir  isimdi.  Demek  iki  silahı  birden  kullanıyor.  Ben  o

anda  sıcaktan  bunalmış,  yarı  ölü,  tahtıma  uzanmışım.  Bu

düşüncelerle  kendinizi  yormayın  efendimiz.  Nasıl  rahatsız

olmam  Olric?  Yoksa  Osric  miydin?  Sıcak  beynime  vurdu;

her  şeyi  bulanık  hatırlıyorum.  Bu  akşam  sarayda  bir  oyun

oynanacak.  “Kumarcı  için  her  oyun  birdir.  Yalnız  beyim,

belirli  oyunlarla  şöhret  yapmış  namlı  kumarcılar  vardır.

Meraklıları,  o  oyunlarda  böyle  kumarcılardan  çekinirler.

Gene de dayanamazlar: hep o oyunu oynamak isterler. Te-

laşlı  olduklarından,  kumarcının  şöhretiyle  kulakları  dolu

olduğundan, her zamanki oyunlarını oynayamazlar çok ke-

re.  Yenilirler.  Kumarcının  şöhreti  de  gittikçe  artar.  Başedil-

mez böyleleriyle. Tokatlı bir Poker İbrahim vardı...” Turgut

277



kalktı,  gene  lavaboya  gitti.  Kumar  sözü  iki  müşteriyi  ilgi-

lendirmiş olacak ki Safter’in yanına yaklaştılar, ilk defa gö-

rüyorlarmış  gibi,  tepeden  tırnağa  süzmeye  başladılar  onu.

Sonra, hiçbir şey söylemeden ceketlerini çıkardılar; cüzdan-

larını  pantalonlarının  arka  cebine  aktardılar.  Susarak  Saf-

ter’i incelemeye devam ettiler.

Bir  tanesi  oldukça  uzun  boyluydu.  Bıyıkları,  dudağıyla

burnunun arasını kaplıyordu. Kendine güvenen bir duruşu

vardı. Gene de küçük siyah gözlerinde belli belirsiz bir en-

dişe  okunuyordu.  Kocaman  altın  bir  yüzükle  kaplı  işaret

parmağını Safter’in karnına doğru uzatarak: “Sen mi oyna-

tacaksın  kumarı?”  diye  sordu.  Turgut,  başından  sular  aka-

rak geldi. Boynundan sızan sular fanilasını ıslatıyor, kirpik-

lerinin çevresindeki damlalar gözlerini aydınlatıyordu. “Ben

kumarı  efendice  oynatırım.  Sende  buna  dayanacak  yürek

var  mı?”  Asilzadeler,  bu  ülkenin  soylu  fidanlarıdır.  Orada,

güneşin altında kuruyarak çürüdüklerini düşündükçe içim

bulanıyor. Korkuyorum Olric. Bu lanetin üzerime bulaşma-

sından  korkuyorum.  Soytarım  nerede?  Gözdelerimi,  silah-

şörlerimi  çağırmaktan  korkuyorum.  Ya  birdenbire,  pis  kı-

lıklı, ter kokan serseriler içeri dolup da beni öldürmeye kal-

karlarsa?  Ordunuzun  başında  bulunsaydınız  söylentilere

yer kalmazdı efendimiz. Bu sıcakta mı Olric? Hem, ben kan

görmeye dayanamam: bayılırım. Onların, bu kızgın güneşin

altında nasıl öldüklerini düşünemiyorum. Ölüler için sıcak

da soğuk da birdir: duymazlar efendimiz. Söyleme Olric: fe-

na oluyorum. Bütün vücudumu soğuk bir ter kapladı. Gü-

neş  batıyor  efendimiz.  Nöbetçiler,  nöbetçiler  nerede?  Tur-

gut silkindi. Her şey yavaşladı. Sıcaktan. Bu sarayda bir kö-

tülük hazırlanıyor. Sıcak, hainlerin kokusunu burnuma ge-

tiriyor.  Tevfik  Fikret!  Kış  şiirleri  söyle.  Yüreğim  kızdı.  Ka-

fam  kızdı.  Kar  altında  biçareler,  soğuk  düşünceler,  ete  de-

ğen çeliğin serinliği. Zavallı ruh! İşlediğin günahlar ne ka-

278



dar büyük ki gecenin bu saatinde dolaşıyorsun Nereden ge-

lip nereye gidiyorsun?

Turgut,  kumar  hazırlıklarını  gözden  geçirdi:  salonun  or-

tasında  yere  bir  yaygı  seriliyordu:  çarşaf  gibi  şey.  Metin,

koltuğun  arkasına  başını  dayamış  uyuyordu.  Tepedeki  ışık

yakıldı; tavanda uyuyan sineklerin birkaçı kımıldadı. Beyaz

örtünün  üstünde  bir  süre  tembelce  dolaştılar.  Bir  pervane

sırtüstü  yere  düştü.  Adamlar,  örtünün  çevresinde  bağdaş

kurup  oturdular.  Kadınlar  oturdukları  yerden  onlara  me-

rakla bakıyorlar. Herkesin yüzü ciddi. Safter zarları çıkardı,

avucunda  salladı,  avucunu  kapattı;  Turgut’a  döndü,  işaret

bekledi. En yakın arkadaşımı kaybettim Olric: kimse anla-

mamalı  bunu.  Başları  ağrıyor,  sizlere  katılamadıkları  için

üzgünler,  dersin.  “Siz  başlayın:  ben  belki  sonra  katılırım.

Yarım saatten fazla oynamak yok.” Elinin tersiyle, alnına bi-

riken  terleri  sildi.  Çok  sıcak  bir  gece,  rahmetli.  Toplantıyı

canlandırmak  için  elimden  geleni  yapıyorum.  Biraz  sonra,

şerefinize,  Safter’in  idarelerinde,  neşeli  bir  barbut  başlaya-

cak. Elini cebine attı, bir yığın buruşuk kâğıt para çıkardı.

Avucunda sıktı; Safter’e top halinde uzattı paraları. “Bir ar-

kadaş  için.  Benim  hesabıma  oyna.”  Safter  parayı  öylece

önüne  koydu.  Kral  eğleniyor.  Bu  gece  bütün  saraylılar  be-

nim için eğlensin, şarap su gibi aksın, havai fişekler atılsın,

mantar  tabancaları  patlatılsın,  fener  alayları  düzenlensin,

sokaklarda tepinilsin, sular idaresine haber verilsin, bir ge-

celik bütün havuzlara su aksın, renkli ışıklar yakılsın, fıskı-

yeler  göklere  yükselsin,  marangozlar  ucuz  tarafından  he-

men  zafer  takları  kursunlar,  elektrikçiler  renkli  ampullerle

donatsınlar takları; muhafız alayından sağ kalanlar toplan-

sın,  bir  geçit  resmi  düzenlensin.  Grand  Mama  seslendi:

“Mustafa’ya benden on beş lira.” “Oldu.” Bu gece bütün ta-

lih oyunlarına izin verilsin. Polisler halkın taşkınlığına göz

yumsun.  “O  zar  kesik.”  “Dübeşe  atıyoruz.”  Bütün  yüzler

279



gerilmiş,  bütün  yüzler  Safter’in  elinden  çıkacak  zarlara  di-

kilmiş.  Mustafa,  uzun  boylu  müşteri,  bıyıklarını  kaşıyor.

Kısa  boylu  arkadaşı  da,  kumarda  kişiliğini  bulmuş:  önün-

deki  paraya  bakıyor,  hesaplıyor,  çevresini  inceliyor,  elini

uzatıyor, elinin tersiyle zarları itiyor: “Gene kesik.” Safter’in

yorgun yüzünde hiçbir çizgi kımıldamıyor; uzanıyor, zarları

alıyor, zarın atılmasını uzatıyor, Turgut’a dönüyor: “Bunlar

acemi,” diyor. “Zardan korkuyorlar.” Ey zavallı ruh! Talihi-

ni dene bakalım. Alnına konan bir sineği kovdu. Sinekleri

hiç  sevmezdi  rahmetli.  En  çok  mavi  sineklerden  nefret

ederdi.  Ortaokuldayken,  bir  gün,  gene  böyle  sıcak  bir  yaz

gecesi, gene bu şehirde, Vahit Beylerin ortanca oğlu tıp tale-

besi ve sonra fakülteyi bitiremeyerek radyo acentesi olan ve

küçükken tutulduğu kuşpalazından kurtulmak için yarılan

boğazında  uzun  bir  yara  izi  taşıyan  Esat  ve  daha  sonraki

yıllarda  yaşadığı  sefih  hayatın  kefaretini  veremden  ölerek

ödeyen Jak ve Saffet Ağabey arasında yapılan bir sinek yarı-

şını anlatmıştı. Mavi sineklerin kanatları koparılıyor, kırmı-

zı  elişi  kâğıtlarıyla  kaplanmış  tavla  zarı  büyüklüğündeki

karton arabacıklara ipliklerle bağlanıyordu. Zavallı hayvan-

lar. Sonra, bu küçük atlı küçük arabalar, yeşil çuha kumar

masasının bir ucuna sıralanıyor. Süpürgeden koparılmış in-

ce sarı kamçılarla kanatsız sinekler dürtülüyor: hayvancık-

lar,  şaşkın,  telaş  içinde  arabacıkları  çekiyorlar.  “Dubara.

Kaybettin.” Ufak müşteri sevinçle zıpladı: “Zar hâkimiyeti-

ni kaybettin.”

Turgut, kızlardan birine yaklaştı. Ne kızı? Anasının kızı.

Bir sokak fotoğrafçısının çektiği resim gibi soluktu bu kız.

Balmumu kaplı bir ten, düz göğüsler. Meslekte pek makbul

sayılmamalı. Ufak tefek bir şey. Acaba Selim, Metin’i bekler-

ken  böyle  birinin  yanına  mı  oturdu?  Ürkütücü  bir  yanı

yok.  Oturmuş  olsaydı.  Çıplak  ayaklarına  plastik  terlikler

giymiş. Deri olmaz tabii: her şey sahte olmalı. Selim bir ki-

280



tapta  okumuştu  sanıyorum:  yazın  güneşte  yanamazlarmış:

müşteriyle  çıplak  yatarlarken,  memeleri  ve  karınları  ayrı

renk görünmesin diye. Ne kadar tartışmıştık, meslek midir

değil midir, diye. Kızın kolunu tuttu. Fare gözleriyle baktı

kız: ürkek, hem de küstah. Çekingen mi? Hayır, cahil. İn-

sanlığa cahil. Daha biçimsiz, daha uydurma kadınlarla dü-

şüp kalkarlardı arkadaşları üniversitede. Bir kadını elde et-

menin  gururundan  olacak.  Biçimli,  küçük  bir  burnu  var.

Kaşlarını  da  almamış.  Gözlerden  ve  burundan  anlayamaz-

sın bunları zaten. Ağız ele verir bunları, bir de eller. Bütün

çirkinlikler,  bütün  vahşet,  insanı  donduran  bütün  sahtelik

ağzın kıvrımlarında barınır. Peki, gözler ne ifade eder? Er-

keklerin beklediklerinin tersini... Bir insan tarafları olmalı.

Küçük  burjuva  kadınlara  özenirler  muhakkak.  Onlar  gibi,

“hürmete  şayan”  olmak  isterler.  Yoksa,  sol  ellerinin  yüzük

parmağına  neden  alyans  taksınlar?  Fakat  bazı  erkekler,

özellikle şoförler, hemen anlarlar kimliklerini bunların. On-

lar istedikleri kadar hanımefendi tavırlarıyla kırıtsınlar, ar-

kalarından  sıfatlarını  yapıştırıverirler.  Amansız  dünya.  Ko-

nuşmadıkları zaman da, Selim gibi erkekler, onlar için bir-

takım hayaller kurabilirler. Bu çelimsiz kızın elleri ne kadar

büyük  ve  kaba.  Geldiği  sınıfın  işaretini  taşıyor.  Neyse,  yü-

zük  takmamış.  Henüz,  aşağılık  duygusuna  kapılmayacak

kadar genç. Milyonlarca erkek için ne büyük bir nimet. On

binlercesi için de değil. Kazanılması kolay bir zafer. Kaç ke-

re geldim böyle yerlere? Bir iki kere. Diz kapakları da zaval-

lıdır. Onu memnun etmek kolay olmadı. Fakat erkekler de

ne kadar kaba ve anlayışsızdır. Kadınlar da öyledir. Erkek-

ler  de  öyledir.  Kadınlar  da  öyledir.  Sonu  yok  bu  gidişin.

Kız, Turgut’un yüzüne baktı, gülümsedi. Onlardan farkımı-

zı anlamazlar ki. Onlar diye bir şeyi nereden bilsinler? Hü-

kümetçe bizim gibilere nişan verilmeli. Bana verilmeli. Me-

tin’e  verilmemeli.  Burhan’a  verilmemeli.  Neden  mi?  Bilmi-

281



yorum.  Bakışlarını  beğenmedim.  Sınıfta,  Selim’le  birlikte,

en cana yakın öğrenci seçtiğimiz Osman bile sonradan yap-

madığını bırakmadı. Pişman etti bizi. Gerçi yaptıkları kadın

konusuyla ilgili değildi. Kadınlardan korkardı. Kadınlar da

taktığımız  bu  nişanlara  göre  davranmalı  bizlere.  “Nereden

bilsin  senin  sen  olduğunu”  özürü  ortadan  kalkmalı.  Ku-

marcılar  arasında  bir  dalgalanma  oldu:  “Manoyu  fazla  alı-

yor. Hesabı yanlış yapıyor. Hem oynamak hem mano almak

olur  mu?”  Turgut,  duruma  el  koydu:  “Benim  namıma  oy-

nuyor, kendi namına mano alıyor. İsterseniz keselim.” Kısa

boylusu,  kişiliğini  iyice  bulmuştu:  “Sana  ne  oluyor?  Sen

sanki kral mısın?” Turgut ayağa kalktı, kısa boylunun yanı-

na dikildi, tepeden tırnağa bir süzdü onu. Durdu, bekledi.

Safter atıldı: “Kaybediyor, biraz bozuldu. Önemli bir mesele

yok. Sen keyfine bak beyim.” Kısa boylu durumu kurtardı-

ğına memnun, acele örtünün başına döndü. Yazık: mesele-

ler  çabuk  kapanıyor.  İnsan,  her  şeyi  göze  aldığı  bir  anda

hırsıyla  başbaşa  kalıyor.  Onun  için  değmez,  bunun  için

değmez,  adamın  yorulduğuna  değmez,  üzüldüğüne  değ-

mez,  bir  orospu  değer  mi  erkek  adamların  dövüşmesine?

Delikli  demir  icat  oldu:  düellonun  tadı  kalmadı.  On  adım

yürüyeceksin, sırt sırta döneceksin, nişan almak için bir sü-

re bekleyeceksin. Tıpkı filmlerdeki gibi. Yerine döndü.

Kızı belinden kavradı, göğsünü tuttu. Kız, müşterilerin iş

dışındaki saldırılarına karşı gösterdiği tepkinin verdiği alış-

kanlıkla direndi. Yapmacık bir cilve. Ağızlarından da öptür-

mezlermiş. Savaştan dönmüşüm yorgunum kızım, bana bir

öpücük  ver  yavaş  yavaş.  Kızın  üstüne  eğildi.  İyi;  kaçmadı.

Kadına  sarıldı.  Kumar,  kadın  ve  içki:  dördüncü  sınıf  tatlı

hayat. Derler ki derileri gergin dursun diye şap sürerlermiş.

Kadın  kokusu  ne  de  olsa;  ucuz  lavantayla  karışık  da  olsa.

Biz, kadınlar gibi değiliz. İnsana karşı duyarlığımız var. Ka-

dın  ürperdi:  “Yapma,”  dedi.  Sıyrıldı.  Yapma:  ezeli  ve  ebedi

282



cevap. Ey zavallı ruh. Nedir bu yaptığın rezalet? Nereye sı-

ğar? Görelim gel bu rezaletleri ve onları doğuran tembel ar-

zuları ve karında yerleşen ve kafanın azdırdığı iştihaları ve

onunla birlikte teşebbüse geçen eli ve temizleyelim bu yaşa-

mak için geldiğimiz dünyadan kalın arzuları. İnceleri kalsın

yalnız. Nedir bu rezalet: insanın hem eli hem kafası çalışır

mı? Okuduğun satırların etkisi altındasın. Buldum seni: Se-

lim  Işık,  tembel  âşık.  Kadın  sızlandı.  “Herkesin  içinde  ne

yapıyorsun?  Çek  elini.”  Kelimelerin  beni  tahrik  edemiyor,

soluk  orospu.  Yarı  karanlıkta,  kadını  karıştırmaya  devam

etti.  Elleri,  dokunduğu  hiçbir  yerden  memnun  kalmıyor-

muşçasına aranıyordu. İleri gitmedi. Eli, kadının kalçaların-

da karar kıldı. Bir akşam, üniversitedeki arkadaşlarla böyle

bir  sokakta  kapıdan  kapıya  nasıl  vurmuştuk  arzularımızı.

Efendim? Yarı çıplak kadınlar, üstü çıplak altı etekli kadın-

lar, altı çıplak üstü kazaklı kadınlar, divanlarda bacaklarını

açmış  kadınlar,  divanlarda  bacaklarını  karınlarına  çekmiş

kadınlar,  salonda  dolaşarak  memelerini  sallayan  kadınlar,

öne  eğilmiş  memelerini  gösteren  kadınlar,  arkaları  dönük

kadınlar;  hiçbiri  onlara  göre  değildi.  Bir  evin  önünden  ge-

çerlerken,  Turgut’un  gözü  yarı  aralık  duran  kapıdan  görü-

nen  giriş  koridoruna  takılmıştı.  İçeriden  gülüşmeler  geli-

yordu; o tarafa yöneldiler. Merdivenleri çıktılar; koridorun

sonunda, salonda, merdivenin başında, öteki evlerdeki gibi

yarı  çıplak  kadınlar  dolaşıyordu.  Kapının  hemen  yanında

da  bir  erkek,  bir  iki  kadınla  konuşuyordu.  Altın  dişli,  es-

mer, bıyıklı, genç bir adam. Kadınlara davranışından, onları

daha önceden tanıdığı anlaşılıyordu. Sohbetleri uzadı! Ada-

ma  bir  sandalye  getirdiler,  oturdu.  Genç  adam,  kadınlara

müstehcen şakalar yapıyor, onları güldürüyordu. Sözlerinin

arasında,  teklifsiz  ve  alışkın  bir  hareketle,  elini  uzattı,  ka-

dınlardan  birinin  eteğinin  altına  soktu,  kadının  bacağını

okşadı.  Gülüştüler.  Bütün  gece,  kadınları  ilgisiz  gözlerle

283



seyreden  Turgut,  bir  anda  heyecanlandı:  zevkle  seyretti  bu

sahneyi. Çok kısa süren bir sahne. Adam, hemen elini çek-

ti: bir iki saniyelik bir temas. Turgut, Selim’in merak ve tut-

kuyla  bakan  gözlerini  yakaladı  ve  atıldı:  “Böylesini  seyret-

mek  daha  başka  oluyor,  değil  mi?  İnsan  bir  tuhaf  oluyor,

değil mi?” Kadın, adamın eline vuruyor, gülerek söyleniyor,

utanmış gibi, onları seyreden gençlere bakıyor. Selim kızar-

dı:  suçüstü  yakalanmış  gibi,  telaşlı  gözlerini  yere  indirdi.

Gülümseyerek meseleyi kapatmaya çalıştı. Şimdi beni gör-

seydi  nasıl  hissederdi  acaba?  Elini,  kadının  dizkapağından

yukarılarda  gezdirdi.  Çorabı  yok,  ne  yazık.  Çorabın  bitip

etin başladığı yere dokunmaya bayılırım doğrusu. Bacakta,

eşyanın  bitip  insanın  başladığı  yer  elin  altında,  vücudun

duygulara karşılık vermeye başladığı nokta. Daha yukarıda

sıcaklık  da  gittikçe  artmaya  başlar:  dünyanın  merkezine

doğru.  Bilinmeyene  doğru  yolculuk.  Kadına  sarılmış,  kü-

çük  hareketler  yapıyor,  sınırı  aşmadan.  Uzaktan  bakılınca,

insana, hiçbir şey yapılmıyormuş gibi gelir: bir şeyden şüp-

helenilmez. Telaşsız, hafif bir hışırtı. Bazı duyguları ifade et-

mek ne kadar zor. Elim anlatabilir ancak. Elimin derisinden

vücudumun hayati merkezlerine yayılan bu duyguyu sizle-

re  iletmekte  güçlük  çekiyorum,  insan  kardeşlerim!  Efen-

dim?  Yalnız  dokunma  duyusuyla  açıklanabilir  mi?  Ya  da

elektriklenmeyle?  Olamaz.  Hücrelerin  bir  kenarına  sığın-

mış  cinsel  zerreciklerin  bir  dış  etken  yoluyla  uyarılması.

Kelimeler, kelimeler, kelimeler. Bütün duyularımla giriştim

işe:  hepsi  var.  Hayır,  kitaplardan  da  etkileniyor  isan.  Oku-

ma duyusu eksik. Elimin altında kımıldıyor: yaşadığını bil-

mek  bana  heyecan  veriyor.  Kadının  kulağına  eğildi:  “Ben-

den  hoşlandın  mı?”  Buna  ne  diyebilir  ki?  Konuşma  duyu-

su. Kadın, belirsiz bir hareket yaptı. ‘Kadınlarla konuşurlar.

Bir bara giderler, konsomatrislere içki ısmarlarlar: bir daha,

bir daha. Hep konuşmak için. İnsan olduğumuzu, kendimi-

284



ze ispatlamak için. Köpeklerden farklı olduğumuzu göster-

mek  için.  Kadınlar  da  köpeklerden  farklı  olduklarını  gös-

termek için, utanırlar. Utanmış gibi yaparlar. İşte yanımda-

ki  kadın  da  on  dakikada  bir  kollarımdan  sıyrılıyor,  arada

bir elimi itiyor.

Uzandığı  yerden  sıçrayarak  kalktı,  barbut  oynayanların

yanına geldi. Kısa boylu müşteri kazanıyordu anlaşılan: ne-

şeliydi.  Grand  Mama,  elini  koynuna  sokmuş,  Turgut’un

verdiği yüz liralardan birini bozdurmak üzere çıkarıyordu.

Safter,  eski  günlerini  hatırlamanın  verdiği  ciddiyetle,  oyu-

nun  raconuna  uygun  gitmesine  çalışıyordu.  Turgut,  eski

kumarcıya  kaşlarını  çatarak  baktı:  “Bu  ne  biçim  kumar?

Usulüne göre oynanmıyor. Şimdi polis bir baskın yapsa ne

olur  haliniz?  Nerede  bu  oyunun  erketesi?”  “Kim  duracak

beyim kapıda? Herkes oynamaya hevesli. Gözlerini zardan

ayıramıyorlar.”  Turgut  güldü:  “Kim  mi  duracak?  Oynama-

dığıma  göre  elbette  ben  duracağım.”  Kapıya  doğru  gider-

miş gibi yaptı. “Olur mu beyim? Sana yakışır mı? Hem ca-

nını  üzme:  kimse  gelmez  bu  saatten  sonra.”  “Olmaz,  ol-

maz,” diye direndi Turgut. “Usulü neyse ona göre davranı-

lacak. Kızlar verin bir sandalye bana. Kapının yanına diki-

leceğim.”  Kazanan  kısa  boylu:  “Sen  efendisin.  İcap  etmez

sana,” dedi. Neden icap etmesin? İsa da öyle yapmadı mı?

Havarilerinin  ayaklarını  yıkamadı  mı?  Sen  kim  oluyorsun

Turgut,  İsa’nın  yanında?  Selim  duysaydı  bu  benzetmeyi,

hamiyyetten gözleri yaşarırdı. Ben iki kitapla olağanüstü iş-

ler başarırım: iki kitapla... İki kitap. İkisi tanışsalardı, nasıl

bakarlardı acaba birbirlerine? Ben Danimarka prensi Ham-

let,  siz  kimsiniz?  Aferin  oğlum  Hamlet,  sen  bu  yolda  de-

vam et. Soylu olduğu için biraz yukardan bakacak elbette.

Öteki, beyaz harmaniyesinin içinde kaybolmuş; yalnız yü-

zü görünüyor. Hangi dili konuşacaklar? Biri Danimarka di-

lini bilmez: yok, muhakkak bilmez. Hamlet sakalsız ve bı-

285



yıksız. O bilir mi İbranice? Öteki, inadına sakallı ve bıyıklı.

Fakir,  anadilinden  başkasını  bilmez.  Berber  yüzü  de  gör-

memiş  fakir.  İkisinin  bir  ortak  yanı  yok  mu?  Var  elbette.

İkisi  de  babası  için  savaşıyor.  Kim  beni  memnun  ederse,

yukarıdaki  babamı  da  sevindirmiş  olacaktır.  Hamlet,  ben

babanın  ruhuyum..  Ey  zavallı  ruh!  İntikam  alma  mesele-

sinde anlaşamıyorlar. Ben, herhalde Hamlet’e yakınım. Fa-

kat Selim’in intikamını alacak yerde Ofelya Magdalena’nın

bacakları arasında yatıyorum. Kapının yanındaki sandalye-

nin üstünden fırladı:

“Geliyor!” diye bağırdı. Kumarcılar büyük bir paniğe ka-

pıldılar:  Safter,  aceleden,  zarları  ağzına  attı.  Kızlardan  biri

örtüyü telaşla çekti: oyuncular daha paralarını almaya fırsat

bulamadıklarından, bir kısmı ortalığa saçıldı. Biri ışığı yak-

tı. Safter heyecanla sordu: “Kim geliyor? Nereden?” Zarları

ağzından çıkardı, yanındaki büfenin çekmecesine soktu. “O

geliyor, duymadınız mı? Sesleri, gürültüyü işitmediniz mi?

Tozu  dumana  katmış  geliyor.  Uyuyor  musunuz?  Dışarıda

kıyamet kopuyor.” Safter, rahat bir nefes aldı, cebinden pa-

raları çıkardı, bir kısmını ayırıp Turgut’a uzattı: “Hay Allah,

korkuttun, bey. Böyle şaka olur mu?” Kazancının bir kısmı-

nı karanlıkta kızlara kaptıran kısa boylu:”Olur mu böyle iş?

Aklımız başımızdan gitti,” diye homurdandı.

“İkinci  gelişini  size  haber  vereceğimi  söylememiş  miy-

dim?  Ayrıca,  artık  ülkesinin  sınırları  içinde  kumar  oynan-

masını istemiyor. Hiçbir şeyin talihe bırakılmasına razı de-

ğil artık. Kaderin ağlarını parçalamaya geldi. Onu anlatabil-

mem için bana içki verin. Boğazım kurudu.” Sehpanın üs-

tünde duran konyak şişesini kaptı, son yudumuna kadar iç-

ti.  Gözleri  bulanıyor,  başı  dönüyordu.  Gürültüden  uyanan

Metin, yanına geldi; uykulu ve yorgun bir sesle: “İçmekten

harap oldun. İstersen gidelim,” diye mırıldandı. Turgut sal-

landı, kolunu Metin’in omzuna dayayarak dengesini buldu,

286



yutkundu,  serbest  kalan  kolunu  sallayarak  konuşmasına

devam etti:

“Kendisi,  çatışmaya  katiyen  taraftar  değildir.  Bizler  gibi

intikamcı  da  değildir.  İkinci  gelişinin  sebebi,  ilk  gelişinin

öcünü almak değildir. Fakat istese de istemese de, önünde

ona yol açmak için giden atlılar, kötüleri cezalandıracaklar-

dır.”  Dizlerinin  üstüne  çöktü  Safter’in  yardımıyla,  Metin

onu  ayağa  kaldırdı.  Lavaboya  götürdüler,  başını  yıkadılar,

kızlardan  biri  kolonya  koklattı.  Başını  kaldırdı,  kendisini

tutanları iterek merdivenin korkuluğuna tutundu. Bir elini

uzatarak yumruğunu sıktı:

“Fakat ben, kuvvetli kollarımla bu atlıları durduracağım.

Onun  yeryüzündeki  kılıcı  benim.  Benden  başka  kimse,

onun adına hareket edemez. Atların önüne kendimi atarak

onları durduracağım.” İleri fırlamak için yorgun bir hareket

yaptı: Safter’le Metin onu tuttular.

“Onu  gülünç  duruma  sokanları  rezil  edeceğim.  Ona  vu-

ranları parçalayacağım. ‘İntikam Kılıcı’nda baş rolü oynaya-

cağım. Onu tanıyanları, onu ezenleri, hor görenleri, yakın-

lık  göstererek  eziyet  edenleri,  saklandıkları  deliklerden  bir

bir  çıkararak  kahredeceğim.  Evleri,  meyhaneleri,  parkları,

kerhaneleri, sokakları, müzeleri, arabaları altüst ederek on-

ları  teşhir  edeceğim.  Bazılarının  açıkça  üstüne  gideceğim,

bazılarına kurnazca yaklaşacağım: tabiatın bana verdiği bü-

tün  ustalıkları,  bütün  marifetleri,  bütün  maddi  ve  manevi

kuvvetleri  seferber  edeceğim.  Bu  uğurda  bütün  nimetleri

terkederek  gerekirse...”  Soluksuz  kaldı,  tükürüğünü  yuttu,

çenesini  oynattı.  Kısa  boylu  müşteri  mırıldandı.  “Durdur-

maya imkân yok. Adam deli dervişler gibi azdı. Böylesinin

ne işi var kerhanede?”

Turgut,  yatışmaz  bir  deniz  gibi,  küçük  kıpırdanmalarla

birden temposunu değiştirdi:

“Ben bunlarla uğraşırken, beyaz atlı prensiniz size rahat-

287



lık  dağıtacak.  Hani  sinemalarda,  reklam  filmlerinde,  kendi

kendine pişen yemekler, ipe dizilen çamaşırlar, banka kasa-

larından kalkıp cebinize giren paralar var ya, onun gibi ola-

cak işte. İnsanlar gibi eşya da halden anlayacak: insana kar-

şı kör ve anlamsız direnmeden vazgeçecek. Çok sıkılırsan,

oturup  masanla  bir  çift  laf  edebileceksin.”  Grand  mama:

“Desene  hepimiz  ecinni  tayfası  gibi  olacağız  yani.”  Turgut

bütün  dişlerini  göstererek  güldü.  Yaramaz  bir  çocuk  gibi.

Safter’le  Metin’in  kollarından  kurtuldu,  divanda  okşadığı

kıza yaklaştı. Yumuşak ve hükmedici bir sesle: “Haydi yav-

rum, oyun bitti,” dedi. “Sen yukarı çık, yatağı biraz serinlet.

Biraz nefes alır almaz ordayım.” Koltuğa çöktü.

Müşteriler, Turgut’u hafifçe küçümseyen bir tavırla süzdü-

ler.  Sonra,  uğraşmaya  değmez,  Allah’ından  bulsun,  zaten

bulmuş, boş gururundan utansın, biz de onu adam sanmış-

tık  bakışlarıyla  yanından  geçtiler.  Kısa  boylusu  belli  etme-

den  ve  kasten  Turgut’un  ayağına  çarptı.  Turgut  o  anda,  te-

mastan ya da aklına takılan bir düşüncenin etkisiyle hafifçe

başını oynattı; belli belirsiz bir ses çıkardı. Kısa boylu, adım-

larını sıklaştırdı: arkadaşıyla kolkola kapıdan çıktılar. Metin,

kızlardan  biriyle  -orta  boylu,  tıknaz,  hıçkıran  kız-  yukarı

çıktı. Grand Mama’yla Safter, Turgut görmeden kayboldular.

Turgut, gözlerini kapadı; çarmıha gerilmiş gibi, kollarını,

bacaklarını  uzattı.  Bir  parça  dinlenmeliyim,  toparlanmalı-

yım:  geceyi  zaferle  bitirmeliyim.  Saatine  baktı:  bir  buçuk.

Şimdi küçük burjuvalar yataklarında bilmem kaçıncı uyku-

larında. O halde ben burjuva değilim. Bununla birlikte, ya-

rın, çok muhterem bir beyefendiyle buluşup akşam yemeği

yiyebilirim. Mesela... mesela patronun gerekirse uğra dediği

genel  müdürle.  İşte  o  zaman  adama,  hiç  farkettirmeden,

kerhaneyi bulaştırmış olacağım. Beyefendi, benim gibi tah-

silli  ve  istikbali  parlak  bir  gençle  bulunmaktan  memnun...

karşılıklı,  hanımefendilere  gıyabi  hürmetlerimizi  arzediyo-

288



ruz: oysa ben daha bir gün önce, geceyi kerhanede bir oros-

punun kollarında geçirmişim. Buyrun bakalım! Oysa adam,

evine gidiyor, bana dokunduğu eliyle karısını ve henüz aç-

mamış bir gonca olan kızını tutuyor: rezalet! Buyrun baka-

lım! Hastalık, en namuslu evlerin yatak odalarına kadar gi-

riyor sinsice. Ben, sivrisinek gibi, mikrobu oradan oraya ta-

şıyorum:  her  yere,  hatta  kendi  evime  bile.  Suratını  buruş-

turdu. Nermin’i düşündü: bütün yatağa yayılmış, kocası iş

yolculuğuna çıkmış bir kadının gururuyla uyuyor. Onu se-

viyor  muyum?  Evet.  Böyle,  zorlanmış  küçük  maceraların

yıkamayacağı  kadar  kuvvetli  bir  bağ  var  aramızda.  Var...

mı? Olması gerek: yıkılmadığına göre. İşte gayet rahat karı-

mı  düşünüyorum;  bu  arada  saçlarımı  karıştırıyorum,  bir

demeti  soğukkanlılıkla  alnıma  indiriyorum.  Son  derece

normalim.  Dudaklarını  ileri  uzattı,  kaşlarını  çattı:  normal

miyim? Belki de küçük burjuvalık dediğim şey tam budur.

Ne dersin Selim? Sen çok meraklıydın bu tariflere. Hangisi

öyledir, hangisi değildir? Şimdi ne yapıyorsun orada, derin-

de?  Dizlerini  karnına  doğru  çekti,  yavaşça  doğruldu.  Elini

yeni  ceketinin  iç  cebine  soktu,  karıştırdı:  bir  parça  kâğıtla

birlikte kâğıda takılmış bir dolmakalem çıkardı. “Neredeyse

bu  önemli  geceye  tarih  düşürmeyi  unutuyordum,”  diye

söylendi.  Kâğıdı  sol  avucunun  içine  koydu,  ellerinin  titre-

mesine engel olmaya çalışarak yazmaya başladı:

Mısra 601 ve sonrası:

Sanmam bu, dil-i bîçarenin aşka meylidir,

Takib-i macera-i Selimdir bütün şiir.

Merdivenleri  çıktı,  kapısı  açık  duran  ışıklı  odaya  girdi.

Beyaz çarşafların ortasında yatan soluk kadına baktı. Bir an

289



odanın  ortasında  hareketsiz  durdu;  elini  göğsüne  götürdü,

gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Toplar atılsın: za-

ferimizi göklere ilan etsin.

10

Otele,  sabaha  karşı  döndü.  Hemen  banyoya  girdi,  yıkandı,

çamaşır değiştirdi. Yarı çıplak, yatağa uzandı.

Kapamayı  unuttuğu  perdelerin  arasından  giren  güneşle

uyandı. Başı ağrıyordu. “Yatarken aspirin almalıydım,” diye

söylendi. Sinekler vücuduna, beyaz çarşafa konuyordu. Çü-

rüyorsun,  oğlum  Turgut:  sinekler  de  kokunu  aldı.  Çürü-

mek dedim de aklıma geldi: bugün iş peşinde koşmalıyım.

Daire  dediklerine  göre,  çevresinde  dönüp  duracaksın.  Yu-

muşak  bir  dönüş:  yavaş  yavaş  yıpratır  insanı.  Yataktan

kalktı, temiz bir gömlek giydi. Gömleğin hafif serin ve ince

teması  hoşuna  gitti.  Küçük  şeylerden  memnun  olmasını

bilmelisin.  Küçük  sevinçler,  büyük  atılışlara  yardım  eder.

Cenap  Şehabettin  olsaydı  bu  sözü  kaçırmazdı:  hemen  bir

yere  yazardı.  Bana  yazık  oluyor.  Çorap  da  temiz  olmalı;

dünkü düğümün buruşturduğu kravat da değişmeli. Yaman

iş kovalar Turgut Özben. Evlere gidilir. Çok konuşuyorum

kendimle bugünlerde. Ne yapayım? Başkalarının sohbetin-

den  hoşlanmaz  oldum.  Müşterileri  de  kaçırdım  sonunda.

Hepsi Olric yüzünden. Olric mi? Kafamı durdurmalıyım bir

süre. Basit şeylerle oyalamalıyım onu. Matematikle dinlen-

meliyim. Efendim? Siz Poincaré misiniz? Hayır benekli dik-

dörtgenim.  Kendi  kendine  komiklik  yapma:  birikimlerini

tüketiyorsun. Ben bir noktaysam... odanın ortasında durdu.

Şu  anda  odanın  köşegenlerinin  kesim  noktasında  bulunu-

yorum. Bütün köşelere sesleniyorum: içinizden birinde kal-

mış  bir  tutunamayan  var  mı?  Matematik  de  seni  kurtara-

maz: daireye! Ceketsiz olmaz: insanı vatandaşla karıştırırlar



290


sonra. Aslında üçe ayrılır: halk, vatandaş, bir de benim gibi

olanlarla başlayıp... çantasını kaptı, hızla kapıya yürüdü.

Bütün memurlar daha gazetelerini okuyorlardı, çaylarını

içiyorlardı,  masalarını  düzeltiyorlardı;  ceket  çıkarma  tali-

matı  henüz  gelmediğinden  ceketleriyle  oturuyorlardı,  ada-

mı yakalamışlar bizim zamlardan bir haber yok dün akşam

başıma  gelenleri  sormayın  diyorlardı;  hademeler,  kapıların

önünde  iş  sahiplerinin  evrakını  masadan  masaya  odadan

odaya taşımak için bahşişlerini bekliyorlardı. Ceket kolları-

nın  sürtünmeyle  paralanmasını  istemeyen  bazı  titiz  me-

murlar  kolluklarını  takmak  üzereydiler;  daktilo  kadınlar

makyajlarını tazeliyorlar, dudaklarını yalıyorlar, kırmızı tır-

naklarını  törpülüyorlardı;  ortayaşlı  ve  gençliğine  düşkün

olanlar  parmaklarıyla  alın  derilerini  geriyorlardı;  yaşları

kırk  beşten  büyük  olanlar  son  zamanları  tenkit  ediyorlar,

küçük olanlar da masalardaki tozdan şikâyet ediyorlardı; si-

nekler,  rahatsız  edilmeden  masaların  üstünde  geziniyordu.

Daire, o battal kütle, yavaş yavaş geriniyor, uyanıyordu: şef-

ler  daha  otobüs  duraklarında  vasıta  bekliyorlardı,  müdür-

ler, evlerinde kahvaltı ediyorlardı, umum müdürler uyuyor-

lardı, bir yolunu bulup rapor alabilen küçük memurlar hiç

gelmiyorlar, evlerinde öteberi tamir ediyorlardı. Bazı anlar,

bir  kâğıda,  bir  kayıt  defterine  uzanır  gibi  oluyordu  eller;

sonra,  yandaki  masadan  atılan  bir  söz,  uzatılan  bir  gazete,

hademenin masaya koyduğu bir demli çay, bu atılışları ke-

siyordu. Tembel bir cevap veriliyor, habere dalınıyor, masa

ıslanmasın  diye,  çay  bardağının  altına,  yemek-içmek  için

gerekli  eşyanın  bulundurulduğu  çekmeceden  çıkarılan  bir

altlık konuyordu. Sigaralar, birer ikişer yakılıyordu, kibrit-

ler  tablalara  bırakılıyordu:  her  harekette  bir  yumuşaklık,

bir güngörmüşlük göze çarpıyordu. Hiç acele edilmiyordu.

Şaşırtıcı ve yeni hiçbir şey beklenmiyordu. Her sabahın, bü-

tün sabahlar gibi bir sabah olması bekleniyordu.

291



Bu  ağır  gidiş,  iş  sahiplerinin,  koridorları,  odaları,  kapı

önlerini  doldurmalarıyla  bir  süre  için  hızlanır  gibi  oluyor;

sonra, yeni gelenlerin de bu ağır senfoninin temposuna uy-

malarıyla  her  yer,  dünya  yaratılmadan  önce  ortalığı  kapla-

yan madde öncesi sakinliğe bürünüyordu. Bütün iş sahiple-

ri hep bir ağızdan iç çekiyor, bütün gözler hep birden mer-

divenlere  çevriliyor,  bütün  gözlerde,  beklenen  memurun

özlemi okunuyordu. Önce, beklenmeyen memurlar geliyor-

du, başlar hep birden ümitsizlikle sallanıyor, gözler hep bir-

likte  karşısındakine  hak  veriyordu.  Bütün  gözlerde,  peşin-

den hademeleri koşturan bir müdürü görmenin arzusu ya-

nıyordu.


Turgut, korunmasını bilen bir iş kovalayıcısıydı. Bilinme-

yen  kurallarla  yönetilen  bu  ülkeye  her  girişinde,  ürkütül-

memesi  gereken  yaratıkların  beklenmeyen  davranışlarına

saygı  gösterirdi;  yapmacık  sabrını  sonuna  kadar  sürdürür-

dü. Koridorda, dairenin sabah mahmurluğunu üstünden at-

masını bekliyordu. Önünden geçen her memuru saygılı ba-

kışlarıyla süzüyordu. Belli olmaz; kimin nerede ne işe yara-

yacağı hiç belli olmaz. Sonra, bana aldırmıyordun ama ağı-

ma  düştün  işte  bakışlarıyla  karşılaşıverirsin  birden.  Garip

ve mistik bir hava vardır; görünüşe aldanmamalıdır iş sahi-

bi denilen cüce yaratık. Hademeler süpürüverir insanı. Eli-

ni hiçbir kâğıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur.

Söze erken başlamayacaksın, hiçbir düşünce ileri sürmeye-

ceksin, hiçbir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekil-

de  giyinmeyeceksin,  ellerini  masaya  dayamayacaksın,  seni

baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendini acındıra-

caksın,  gülümseyeceksin,  bekleyeceksin..  ve  hiçbir  zaman

ümide  kapılmayacaksın.  İşte  beklediğin  memur  merdiven-

de göründü. Hemen yanına gitmeyeceksin. Bekledi. Sabırla,

odaya  girmesini,  masasına  yerleşmesini  ve  güne  alışmasını

bekledi. Odaya girdi. Allah’a emanet ol, oğlum Turgut. Me-

292



murlar,  masanın  iki  tarafında,  değişmeyen  yerleri  aldılar.

Önce Turgut’un yüzüne bakılmadı: onun sorması beklendi.

Küçük  bir  zaman  kazancı.  Beni  deniyor.  Boğazını  temizle,

öksür:  fazla  genç  olduğun  izlenimi  bırakma.  Buyrun,  bir

şey mi istediniz? Ne olağanüstü bir ülkedir! Bir şey mi iste-

diniz,  derler.  Çünkü,  esrarlı  ve  bu  dünyanın  insanlarının

akıl erdiremediği işlerle uğraşırlar. İşim olmasaydı, bu soru-

na  karşılık  sana  iki  perdelik  bir  Molière  oynardım  ki...  ve

alınmayacaksın hiçbir sözden. Anlatacaksın. Daha bir daki-

ka önce, yanındaki arkadaşına seslenir gibi alçak bir sesle,

omzunun  üstünden  aşarak  seslendi:  “Şükrü  efendi!  Bana

bir  çay  getir.”  Evet  ne  istiyordunuz?  Şimdiye  kadar  söyle-

diklerini  dinlemedim;  çünkü  çay  içmemi  beklemedin;  bu

nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. Ne

kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca, öksürmenin yararı

dokunmadı: beni genç gördü. İlk sözlerle baştan savmak is-

tiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle: “Evrakın sizde

olduğunu söylediler” gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım

ve  beni  en  aşağı,  iki  oda  kadar  öteye  savuracak.  Belirsiz

başlangıçlardan  yararlanmak  istiyor.  Bu  kanlı  savaş,  dışar-

dan hiç belli olmuyor değil mi? İşte al sana kesinlik: yazı-

nın tarih ve numarası. Yalnız, bu başarıyla sarhoş olmamalı-

sın. Evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin.

Yazı  işlerine  gittim  zimmetle  size  gönderdiler  diyerek,  ilk

dakikadan  onu  bunaltmaya  gelmez.  Kendisini  çok  çaresiz

görürse,  ümitsiz  hareketler  yapabilir.  Mesela:  “Bir  dakika”

der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. Nazlı masal kuş-

larıdır.  Ürkütmeyeceksin.  Belki  de  biraz  daha  beklemeliy-

dim. Ne dersin? Bir iki iş sahibi gelse. Onları terslese. Ben

bir  köşede  durup  bakışlarımla  ona  hak  versem?  Adamlar

gidince  de  önce  şundan  bundan  konuşuruz:  bir  iki  basit

hastalık filan. Bir ilaç tavsiye ederim. Yalnız, fazla ileri git-

meye gelmez: olmayacak bir şey ister insandan. İkmale kal-

293



mış  kızının  fikir  hocasına  gidip  iltimas  yaptırmak  gerekir:

gel de işin içinden çık. Fazla kibarlık da etmeyeceksin... ki-

barca atlatıverirler seni. Bunları düşünüp, karşılıklı oyunlar

oynamakla harcadığımız enerjiyle kimbilir kaç tane elektrik

santralı çalışırdı? Efendim?

Uzun uzun, tarih ve numarayı inceliyor: sanki hayatında

tarih  ve  numarayı  ilk  defa  görüyor.  Selim  olsa,  bir  cinayet

çıkardı.  Budist  olacaksın:  ağaç,  taş,  bu  münasebetsiz  me-

mur  ve  Turgut  Özben...  kaynaşıp  gideceksin.  İşi  cahilliğe

vuruyor:  böylece  hem  zaman  kazanıyor,  hem  de  sabrımı

deniyor. Sonra saf saf başını kaldıracak, ben bundan hiçbir

şey  anlamadım,  diyecek.  Cahilliğine  aldanmayacaksın,  he-

men  atılıp  anlatmaya  kalkmayacaksın.  Öyle  bir  anlamıştır

ki küçük ve önemsiz bir yanlışını yakalayıverir senin. Bilgi-

sizliğini  yüzüne  vurur.  Küçümser  seni:  çileden  çıkarmaya

çalışır.  Bu  kadar  okumuş,  tahsil  görmüş;  daha  bir  dilekçe-

nin  nasıl  yazıldığını  bilmiyor,  der  bakışlarıyla.  Masasının

gözünden  talimatnameler,  nizamnameler,  kanunlar  çıkarır:

maddeler  denizinde  boğar  seni.  Bir  işin  nasıl  yapılacağın-

dan çok nasıl yapılmayacağını gayet iyi bilir. Gerçek olum-

suzluğun sultanıdır. Canım benim! Şişman da değil ki biraz

gevşeyebileceğinden ümitli olalım. Zayıf, sinirli ve orta yaş-

lı.  Eski  usul  bıyık  bırakmış.  Koyu  renk  elbisemi  giymeliy-

dim. Gençliğimi kızgınlıkla karşılar belli etmeden. Öksürü-

ğümü  de  beğenmedi.  Şartnamenin  unutulmuş  bir  madde-

siyle  öyle  bir  saldırır  ki  müdürler  bile  çekinir  böylelerin-

den.  Yapamam  efendim,  der;  sonra  mesul  olurum.  Müdür

diyor ki mukavelenin ruhuna aykırı bir taraf yokmuş. Mü-

dür Bey böyle diyorsa kendi imzalasın: benim parafıma ih-

tiyaç yok. Müdür Bey, memur arkadaş dedi ki sizin imzanız

yetermiş.  Ne  demek  efendim?  İmzalasın.  Vazifesi.  Çağırın

bana. Müdürle memur arasında sıkışacağını düşünmek Tur-

gut’u  terletti.  Önce  size  havale  edilmiş  Necati  Bey,  neden

294



paraf etmediniz? Susun! Moralimi bozmayın. Uykusuzluk-

tan  olacak.  Boş  yere  kendini  korkutmayacaksın.  Selim’in

olumsuzluk  meleği  Nihat,  dairede  nasıl  bir  adamdı  acaba?

Bu adammış. Selim öldü Nihat Bey: imzalayın artık. Olmaz.

Babam mezardan çıksa imzalamam. Ne korkunç adamsınız.

Yalnız çiğ et mi yersiniz? Masaya fazla yüklenmişim: biraz

geri.  Bazıları,  masanın  başında  durup  dikilmeye  sinirlenir-

ler. Çok duyarlı bünyeleri var. En küçük bir hareket baskı

oluyor.  Gözlüklerini  burnuna  indirmiş;  elleri  düzgün.  Yal-

nız  kâğıt  tutmuş  eller.  Memur  sınıfı  diyorlar.  Bir  zamanlar

ne  kadar  gözdeymişler.  Bir  de  subaylar.  Onlardan  herkes

çekinirmiş.  Babalar  kızlarını  hep  bu  iki  sınıfa  verirlermiş.

Kızımı bir memura verdim; kızımı bir subayla evlendirdim!

Demek o zaman insanla evlenmek âdeti yokmuş. Ya öğret-

menler?  Onların  durumu  acıklı.  Erkek  ilk  öğretmenleri

hakkında  anlatılan  bir  fıkrayı  hatırladı.  Öğretmen,  yedek

subaylığını yapıyormuş: tabii hep üniformalı. Adamdan kı-

zını  istemiş.  Haluk  anlatmıştı  galiba.  Memurlarla  ilgili  ba-

şından  geçen  bir  olayı  hatırlıyorum.  Olay  değil  de  bir  an.

Önemli bir an. Yani bizler için önemli. Ne bakımdan önem-

li? Anlatmak zor. Böyle bir odaya girmiş de bütün memur-

lar  çay  içip  gazete  okuyorlarmış:  her  zamanki  gibi.  Hayır,

önemli olan bu değil. Kimse yüzüne bakmamış: herkes işiy-

le  gücüyle  meşgul.  Herkes  çayıyla  gazetesiyle  meşgul.  Bü-

tün başlar gazetelere gömülmüş. Haluk bekliyor. Öğretmen

fıkrasını  galiba  teyzem  anlatmıştı.  Adamı  subay  sanmış

müstakbel kayınpeder. Kızı vermiş. Böyle şey olmaz ya. İyi

uydurmuşlar.  Uydurma  bir  yaşantı...  uydurma  yaşantılar...

ne  garip  bir  milletiz...  bizi  kim  anlayacak?  Kayınpeder  di-

yormuş ki hakime: sayın hakim bey, ben onu subay zannet-

miştim: fakat, affedersiniz, öğretmen çıktı. Affedersiniz. Ha-

luk da memurlara, bir affedersiniz bile diyememiş. Meşgul

memurların  ortasında  öylece  kalmış.  Neden  sonra,  yaşlıca

295



bir  memur,  başını  gazeteden  kaldırmış.  Haluk  ümitle  ona

doğru  yönelirken,  yaşlı  memur  başını  arkadaşına  çevirmiş

ve:  “De  Gaulle  De  Gaulle  dediler:  onu  da  gördük,”  demiş.

Hepsi bu kadar. Her yerde kullanırdık bu sözü. Zavallı öğ-

retmen!  Böyle  bir  kayınpederin  kızını  ne  yapacaksın?  Se-

lim, De Gaulle fıkrasına bayılmıştı. Buna fıkra da denemez

ya. Bu sözün içinde binlerce sayfa gizli, diye tepinirdi. Kim-

se anlatamaz bu fıkranın ne kadar güzel olduğunu, diye kı-

yamet koparırdı.

“Ben tek başıma karar veremem. Şef gelsin, bir de onunla

konuşalım.”  Yarım  saat  gitti.  Şimdi  çık  koridora,  bir  ileri

bir geri dolaş bakalım: nöbet tut kapıda. Bir parça övseydin

onu: sizin gibi mevzuatı bilen biri için başkasına sormak...

uğraşmam,  yorgunum.  Şef  de  gelecek  mi  bakalım?  Bilin-

mez. Kimse kimsenin ne olduğunu bilemez. Kimse kimse-

ye  karışmaz.  Bu,  onun  işi  efendim.  Ben  bilmem.  Kendisi

gelsin de. Kendisi de bir türlü gelmez. Karanlık koridorda

birbirlerine çarparak evrak taşıyan hademelerin arasına ka-

rıştı. Düşünmeliyim, diye düşündü. Vaktimi boşuna geçir-

memeliyim. Dayanma gücümü kaybetmemeliyim. Bir siga-

ra yaktı.

Koridorda  dolaplar,  dolaplar.  Eskiden  alınmış  ahşap  do-

laplar,  yeni  çelik  dolaplar.  Dolapların  içi  dolmuş,  üstüne

taşmış: tozlu dosyalar. İplere, kâğıtlara sarılmış dosyalar. A-

2, B-4... Ne anlamsız bir yaşantı. Dolabın kapağında bir ya-

zı: yangında ilk kurtarılacak eşya. Onu değil beni kurtarın.

Nasıl dayanabilirim ben, Turgut Özben, bu beklemeye? Na-

sıl  dayanamazdık  Selim’le  birlikte  üniversitede?  Nasıl  ka-

çardık  sınıfların  arka  kapılarından?  Selim,  bütün  bu  eşya-

nın yanmasına kim bilir nasıl sevinirdi. Bir gün öfkelenmiş-

ti birden: hepsini yakmalı, bütün evrakı, kayıtları, belgeleri.

İnsanlık  bunlarla  ayakta  duruyorsa  şaşırıp  kalsın  herkes:

şaşırıp  kalsınlar  da  şaşkınlıktan,  ne  yapacaklarını  bileme-

296



mekten  ölsünler.  İçerdeki  odada  oturan  alçak  ne  yapardı

acaba?  Canını  kurtarmaya  bakardı;  tıpkı  onun  yanındaki

masada oturan ve daktilo kızı kaçamak bakışlarla süzen ve

onu  böyle  bir  yangından  kollarının  arasında  çıkaracağını

sanan ve yangın sözünü duyar duymaz tabanları yağlayacak

genç adam gibi. Şaşırmazlar Selimciğim: daire tatil oldu di-

ye sevinirler. İnsanlar, yalnız kitaplarda şaşırırlar. Romancı-

lar şaşırtır onları. Ölü denizdeki su zerrecikleri gibi birbir-

lerine  tutunurlar:  dalgalanırlar,  bir  yere  gitmezler  aslında.

Aslında, kimse, kafasındaki hayallerle kimseyi bir yere gö-

türemez kardeşim Selim! Belki biz, seninle ben, kafamızda-

ki hürriyetle bir yerlere gidebilirdik. Giderdik de! İstediği-

miz  zaman  kaçardık  sınıftan.  Yangın  çıkmasını  beklemez-

dik. Hocanın gözünden kaçarken arka kapının yanına yer-

leştirmiş  olduğumuz  kontrplak  korurdu  bizi.  Sormazdı  bu

tahta  nedir  diye.  Hürriyet  kontrplağı.  Kapının  gıcırtısını

duyduğu zaman hoca geç kalmış olurdu, çok geç. İşte böy-

leydik biz canım Selim! Şimdi ne durumlara düştük ikimiz

de. Sen öldün; ben de koridorlarda, anlamsız bekleyişlerin

içinde ölüyorum. Gerçekten öldün mü Selim? Bu yalnızlık

dolu  koca  dünyada  bütün  tutunamayanları  öksüz  bırakıp

gittin mi? Bat dünya bat! Talih! İki gözün kör olsun da pi-

yango  bileti  sat!  Midem  yanıyor:  içkiden  kurtarılacak  ilk

mide.  Yangından  kurtarılacak  ilk  mide.  Benim  midem.  Be-

nim kalbim.

Hademeler,  koridorda,  bir  sehpanın  çevresine  oturmuş-

lar, dertleşiyorlar. Hademeler kadar itibarımız yoktur bura-

da. Boş sandalye görsek de oturamayız: hademelerle karış-

tırmasınlar  bizi  diye.  Memurları  bizden  sormasınlar  diye.

Vallahi hemşerim, ben de senin gibi buraların yabancısıyım.

Güldü.

“Ne  gülüyorsun  Turgut  Bey?  İşlerini  koridordan  radarla



idare ediyorsun artık galiba. Onun için keyfin yerinde.” To-

297


parlandı. Musta Bey, eski müteahhit. Yenileri kıskanır. Doğ-

ruluğu yüzünden bir türlü büyüyememiş işinde: kendi yo-

rumu.  Geçen  ihale  işinde  onu  da  gördük.  De  Gaulle  gibi.

Müteahhit  Mustafa  Taşyap.  Eskiden  taşçıymış  da.  Soyadı

Kanunu çıkınca sonunu mesleğine uydurmuş hemen. “Ol-

muş”  “tuhaflıklar”  anlatır.  Müteahhit  esprisi  yapar.  Müte-

ahhit esprisi, memur esprisi. Herkesin kendine göre bir dü-

zeni var. Bir sen miydin bu dünyada garip olan, Selim? Bı-

rak beni Musta Bey; evrensel gerçekler peşindeyim. “Efen-

dim?”  dedi  Musta  Bey.  “Ne  dedin?”  Saldırdı:  “Son  ihalede

bize oynadığın oyundan sonra karşıma ne cesaretle çıkıyor-

sun, Musta Bey?” Belki kaçırırım böylece. “Bırak beni doğ-

ruluk  kuşu  Musta.  İşim  var.”  Olmadı:  pişkinliğe  vurdu.

“Bütün  kabahat  Memduh’ta.  Müteahhitlerin  listesini  eksik

almış.  Adam,  açıkgöz.  Memuru  elde  etmiş.  Listeye  adını

yazdırmamış.  Son  dakikada  attı  zarfı.”  Gördün  mü,  kaça-

mam  artık.  Ben  sana  gösteririm.  “Musta  Bey.  Çocuk  gibi

kandırma  beni.  Kapıyı  tutmak  yok  mu?”  “Ah  bu  gençler!

Her şey kitaptaki gibi mi oluyor? Memduh adamı görünce

müteahhite benzetememiş. Bırakmış içeri.” Seni benzetirdi.

Lacivert elbiseni ve kır saçlı şakaklarını görenler, seni mu-

harrir  falan  bile  sanırdı.  “Bırak  bunları.  Sen  adamdan  kaç

para aldın, onu söyle.” Musta Bey son sözü duymamış gibi:

“Bu  asfalt  yollarda  iş  kovalıyorsun  da  haline  şükretmiyor-

sun.  Bizim  gibi  Allah’ın  dağında...”  Bir  hikâye  kokusu  alı-

yorum.  Nasıl  kurtulsam?  “Ben  bir  şefe  bakmak...”  “Reşit

Bey  gelemez  daha.  Ben  de  onu  bekliyorum.  Yeni  evlendi.

Karısı bu saatte bırakmaz onu. Sen hikâyeyi dinle de Cum-

huriyet  Türkiyesi’nde  insanın...”  Bir  kitap  yazacağım:  bü-

tün insanlar birleşiniz ve aynı şeylere gülünüz. Mustafa Bey

gibilerden başka kaybedeceğiniz bir şey yoktur!

“Kırk  iki  senedir  bu  işteyim  Turgut  Bey.  Aklım  olsaydı

baba mesleği kunduracılıkta kalırdım. Ben, aslen Kütahya-

298



lıyım.  Kırk  iki  sene  önce  bir  dükkânım  vardı  orada.  Daha

yeni usta olmuştum. Bir gün dükkândan içeri senin gibi bir

beyefendi girdi. ‘Kunduraları kaçtan yapıyorsun?’ diye sor-

du. Yüzüne baktım: ‘İyi kundura mı, kötü kundura mı ola-

cak?’  Şaşırdı.  Anlattım:  ‘İyi  kunduranın  çifti  iki  lira,  kötü

kunduranın  dört  lira.’  Anlamadı.  Gene  anlattım:  ‘İyi  kun-

durayı iki liradan yaparsam kazanırım. Fakat sen ucuz gö-

rür yaptırmazsın. Onun için, dört lira derim. Kunduradan

anlamadığın yüzünden belli. Senin için iyi deri kullanırsam

yazık.’ Güldü, iki çift kundura ısmarladı gitti. Zamanla ah-

bap  olduk.  Birgün  bana:  ‘Mustafa,  oğlum,’  dedi.  ‘Sen  bu

kunduracılıkla zengin olamazsın. Benim gibi müteahhit ol-

malısın.’ Nasıl iş bu?’ ‘Kolay. İşi alacaksın, başkasına yaptı-

racaksın. Para böyle kazanılır ancak.’ Uzatmayalım: kandık

adamın  sözüne.  Müteahhitliği,  adamın  cebine  giren  para-

nın miktarıyla ölçtük. Memurlar da öyle sanır ya. Yüz bin

lirayı aldı, cebine attı, derler. O hırsla uzatır dururlar insa-

nın işini.

“Teminat, dediler: dükkânı sattık. Cebimize de birkaç ku-

ruş koyduk. İhale kolluyoruz. Allah’ın dağında bir yerde bir

jandarma  karakolu  inşaatı  düştü  kısmetimize.  Şarkta  bir

yerde. Ne adam gider ne vasıta. İnşaata yakın bir kasabada

akılsız  bir  kamyoncu  bulduk  sonunda:  bize  malzeme  taşı-

yacak.  Kasabayı  dolaştım:  sokakta  dilenen,  boş  dolaşan  ne

kadar deli varsa topladım. Sözün gelişi değil, gerçekten de-

li.  Başka  kim  gider  dağın  başına?  Bir  sivrisinekler  var:  ci-

binlik deliyor. En delisini de başlarına çavuş koydum. İnşa-

at yerine bıraktım onları. Deli takımı olduğundan çadır fa-

lan  isteyen  de  çıkmadı.  Kasabaya  döndüm.  İçim  rahat.  Bir

kahveye  oturdum.  Daha  ısmarladığım  kahve  gelmeden  bir

de ne göreyim, tuttuğum kamyonun şoförü geliyor kan ter

içinde.  Önümde  yıkıldı  kaldı.  Ne  oldu?  Ne  var?  ‘Ah  bey!’

dedi:  ‘Beni  öldürüyorlardı:  zor  kaçtım  ellerinden.  Hele  o

299



deli çavuş yok mu? Allah korusun!’ Kamyon, inşaat yerine

varınca bizim deliler toplanmışlar adamın çevresine: neden

geldin, ne yapıyorsun? Temel için taş taşıyacağım, şu kadar

fiyata diyecek olmuş zavallı. Sen misin diyen? Adamı öldü-

rüyorlarmış: sen, Allah’ın taşını getirmek için bir de müte-

ahhitimizden para mı alacaksın? Kamyonu bırakıp kaçmış,

canını zor kurtarmış. Ah, Mustafa! dedim kendime. Deliler,

dedim. Ne akıl varmış sende. Gitmesine gideceğim yanları-

na:  korkuyorum.  Şoför,  bir  daha  uğramam  oraya,  diyor.

Kamyonu bırakmaya razı. Bu nasıl iş dedim. O sıcakta yola

koyuldum gene, çaresiz. Şantiyeye vardım.

“Baktım  toplanmışlar,  homurdanıp  duruyorlar.  Daha

hırsları  geçmemiş.  Çavuş  ortalarında.  Belden  yukarısı  çıp-

lak: karnının üstüne bir küçük köpek dayamış. Bu köpeğin

hikâyesi de ayrı bir vahşet. Kasabadan yola çıkarken çavu-

şun  kucağında  bu  köpek.  Güldüm:  ‘Hırsız  gelirse,  bundan

mı korkacak Selman?’ ‘Yok, bey,’ dedi. ‘Dağ başı bu. Belli ol-

maz: insan aç kalır. Yemek için saklıyorum bu köpeği.’ Böy-

le adamlar işte. Gürültüleri bitince cesareti ele aldım: ‘Utan-

mıyor musunuz?’ diye çattım onlara: ‘Kamyoncuyu kovdu-

nuz. Şimdi ben, temeli hangi taşla yapacağım?’ Selman, kö-

peği iyice karnına çekti: ‘Sen merak etme bey,’ dedi. ‘Biz taşı

buluruz. Buraya da taşırız.’ Öteki delilerin yanına gitti: an-

lamadığım dilleriyle konuştular aralarında. Sonra, bana bir

şey söylemeden dağıldılar: çalıların, tepelerin ardında kay-

bolup gittiler. Ezan vaktine kadar bekledim. Herhalde kaç-

tılar diye düşünüp üzüldüm. Bir bakıma sevmiştim onları.

Kendine yakın gördün, dersin sen. Öyle diyelim.

“Sabaha  kadar  uyku  girmedi  gözüme  otelde.  Şafakla  iş

yerine koştum gene. Baktım deliler toplanmış. Beni görün-

ce sırıttılar. Ben de sevindim onları görünce. Aslında haklı

‘bu  adamlar,  diye  düşündüm.  Allah’ın  taşına  para  verir  mi

insan?  Kimin  malını  kime  satıyorsun?  Bütün  kabahat  dü-

300



zende.  Selman  yanıma  geldi:  ‘Bulduk  taşları.’  dedi  gururla.

‘Böyle iki binaya yeter.’ Derenin kıyısına yığmışlar. Bir de ne

göreyim:  hepsi  kitabe,  lahit.  Aman  Allahım!  Senin  anlaya-

cağın,  köy  mezarlıklarında  ne  kadar  mezar  taşı  varsa  sök-

müşler;  yüklenip  gelmişler.  Allahım,  dedim,  mahvoldum.

Hepsi  de  gerçekten  Allah’ın  taşı.  Köylüler  gelecekler,  beni

parçalayacaklar.  Hemen  kasabaya  kaçtım,  jandarmaya  sı-

ğındım:  gelecekler,  beni  öldürecekler!  Savcıyı  çağırdılar.

Anlattım.  ‘Bir  çare  düşünün,’  dedim.  ‘Bu  köylüler  beni  sağ

bırakmazlar.’ Savcı anlayışlı adam. Düşündü. ‘Bu taşları ye-

niden  yaptırır  mısın?’  dedi.  ‘Yaptırmak  ne  demek  Taş  diye

dikilirim  mezarlığa.’  Yanına  iki  jandarma  aldı:  ‘Gel  benim-

le,’  dedi.  ‘Aman’,  dedim.  ‘Jandarma  alayı  gelsin  birlikte.

Masrafı  neyse  veririm.’  ‘Sen  merak  etme.’  dedi.  Ne  yapa-

yım? Gözüm korkmuş bir kere. İş yerine döndük. Ana baba

günü. Köylüler gelmişler: neredeyse ameleyle, amele ne de-

mek,  bizim  delilerle  çarpışacaklar.  Derenin  kıyısına  birik-

mişler, birbirine yaslanmış yatan taşları gördükçe daha be-

ter kuduruyorlar. Herkes delirmiş.

“Savcı atından indi. Yanına bir tercüman aldı. Ne de olsa

hükümet.  Köyün  ağası  da  atından  inmeyip  gelmemezlik

edemedi. Ağa anlatıyor, bizim delilerin en akıllısı da sözle-

rini çeviriyor. ‘Bu yabancı, mezarlarımızda taş bırakmamış.

Ne  olacak  şimdi?  Ölülerimizi  karıştıracağız.  İki  satır  dua

edemeyeceğiz. Bırak bizi de cezasını verelim.’ Savcı, onu so-

ğukkanlılıkla  dinledi;  düzgün  bir  iş  yapılmış  gibi.  Sonra:

‘Bunda  kızılacak  bir  taraf  yok,’  dedi.  ‘Hükümet  emri.’  Ağ-

zım açık kaldı: hükümet emri mi? ‘Evet hükümet emri. Ca-

hil  herifler,  yeni  yazının  kabul  edildiğini  bilmiyor  musu-

nuz?  Bütün  nüfus  kâğıtları  yenilenmiyor  mu?  Yeni  yazıyla

almıyor  musunuz  kafa  kâğıtlarınızı  artık?  Bize  Ankara’dan

emir geldi. Bütün mezar taşları da eski yazıyla olduğu için

değişecek.  Hepsi  yeni  yazıyla  baştan  yapılacak.  Müteahhit

301



de bu işi üzerine aldı. Ankara’dan gönderdiler onu. Duyduk

duymadık  demeyin:  bütün  mezar  taşları  eski  yazıdan  yeni

yazıya  çevrilecek,  eski  yazıyla  yeni  mezar  taşı  yapılmaya-

cak.’  Köylüler,  bir  daha  söylendiler;  sonra,  atlarıyla  çekip

gittiler. Ben de bütün taşları yenilettim yeni yazıyla. Her ta-

şı doğru yere dikip dikmediğimi bilmiyorum. Allah taksira-

tımı  affetsin.  Beş  parasız  kaldık  o  zaman;  ama  yakayı  da

kurtardık.

“Bu işten canım yanmadı da, bir yıl sonra basit bir mesele

yüzünden altı ay hapis yattım. O da ayrı hikâye... İşte Reşit

Bey geldi: kaçırmayalım.”

Müdürleri tanımaya imkân yoktur. İş sahipleri için onlar,

sonsuz  bilinmeyenli  bir  denklemdir.  Hademeleri,  sekreter-

leri  aşmanın  zorluğu,  dairede  bulundukları  ve  iş  sahipleri

için  bulunmaz  bir  nimet  olan  o  eşsiz  saatlerin  kısalığı,  bu

esrar  perdesini  korumalarını  sağlar.  Davranışlarındaki,  ön-

ceden  tahmini  mümkün  olmayan  tutarsızlıklar,  bilinmeye-

ne olan saygıyı korur. Onları neşeli görürseniz ne yapacağı-

nızı  şaşırırsınız;  diliniz  tutulur.  Devlet  otoritesinin  korun-

ması  bakımından  asık  surat  gereklidir.  Senli  benli  olmak,

bu otoriteyi zayıflatır; devletin yüksek çıkarlarını tehlikeye

sokar. İnsan, müdürlere, sinema, tiyatro, ya da daha samimi

bir eğlence yerinde rastladığı zaman dahi bu korkulu saygı-

yı üzerinden atamaz; onların da hepimiz gibi eğlenebilece-

ğini bir türlü kabul edemez. Bu davranışlarında bile, bizle-

rin, iş sahiplerinin anlayamayacağı gizli, belirsiz yüksek bir

anlam vardır. Ayrıca onları, eğlenmeye gelen öteki insanlar-

la  karıştırırsanız,  ertesi  gün  dairede  bu  yanılmayı  oldukça

pahalı ödersiniz. Bütün memurlar, şefler, evrakınızı tam is-

tediğiniz gibi düzenlemişken, bütün mesele sadece bir for-

maliteden  ibaret  olan  müdürün  imzasına  kalmışken,  hatta

zafer sarhoşluğuna kapılıp hademeyi bile kandırarak evrakı

elinden almışken ve arkasında korkutucu şaşırtıcılıklar sak-

302



layan  kapıyı  yavaşça  açıp  o  sakin  mabetin  içine  girmeye,

mahremiyetini  bozmaya  cesaret  etmişken...  birden  bütün

dünya yıkılır. İmzalamaz, efendim, imzalamaz. Israr ettikçe

daha  çok  imzalamaz.  On  kere,  yüz  kere,  bin  kere  imzala-

maz. Israr etmezseniz, daha gölgeniz kapının eşiğinde kay-

bolmadan unutur sizi. Sizler geçicisiniz, o kalıcıdır. Adı de-

ğişse  de,  devletin  sorumluluğunu  taşımaktan  hafifçe  kam-

burlaşan sırtının eğimi değişse de, daha genç ya da ihtiyar

olsa da aynı insandır. Hatırlayacaksınız dün de aynı mesele

için rahatsız etmiştim. Hatırlamaz, bilmez. Unutmuştur, ak-

lından  silmiştir,  ilgilenmez.  Dün,  “Peki  imzalarız”  dediği

evrakı unutmuştur; imzalamaz. Fakat, dün imzalamadığını

da unuttuğu halde bugün gene imzalamaz: devletin yüksek

çıkarlarını  bilen  o  sarsılmaz  sezişiyle  imzalamaz.  İmzala-

maz,  efendim,  imzalamaz.  Belki  ben  değil  de  ilgili  memur

ya  da  hademe  götürseydi...  bu  iş  çıkardı  belki.  Hayır  çık-

maz.  Belki  çıkardı.  Bilinmez.  Yıllarca  inceleseniz  tanıya-

mazsınız  onu.  Karakteri  hakkında,  tecrübeliler  bazı  tah-

minler yürütürler, bazı öğütler verirler size. O insan değil-

dir ki devlettir, otoritedir. Soyut bir kavramdır. Kendi de bi-

lir soyut kavramlığını. Hem de nasıl.

Sonra... sonra, imzaladı, derler. Nasıl olur? Siz orada de-

ğilken, boş bulunduğunuz bir anda... başkasının rüyası gibi

bir şey... çırpınırsınız: nasıl imzaladı, ne dedi, yüzü nasıldı?

Dikkat  etmemişlerdir,  kaçırmışlardır.  İşin  önemini  bilmez-

ler ki, bir şey demedi, derler. Nasıl demedi? Hiçbir şey de-

meyişi nasıldı? Nasıl olur da yüzüne bakmazsınız; gözleri-

nin ifadesini kaçırırsınız o anda? Başımızı kaldırmaya cesa-

ret edemedik. Geçmiştir, fırsat kaçırılmıştır. Oysa, bu sizin

hayatınızdır,  hayatınızın  en  büyük  bölümünün  oynandığı

bir  sahnedir.  Bütün  acıları  çektiğiniz  halde  o  mutlu  anda

bulunmazsınız. Oysa sayfalar, altına yazdığı küçük bir not,

minimini  bir  soru  işareti  yüzünden  kaç  kere  değiştirilmiş-

303



tir; kaç kere baştan yazılmıştır. Resmî Gazete’de yayımlan-

mış  kanunu  bile  yazıp  getirseniz,  ilk  seferde  geri  çevirir.

Hiçbir şey bulamasa, bir daktilo yanlışı bulur. Oysa, o dak-

tilo olacak cahile en azından iki paket Yeni Harman almışsı-

nızdır, yanlışsız yazsın ve ön sıraya alsın diye yazıyı. O da

ne  yapsın?  Kusursuz  olmak  Allah’a  mahsus.  Öyle  ya.  Bir

paket  Yeni  Harman  daha.  Telaşla  yeniden  yazar.  Yazarken

de müsveddeyi hazırlayan Şemsi Beyin yazısını okuyamadı-

ğından  yakınır.  Makineden  kâğıdı  koparırcasına  alırsınız,

hademeyi  bile  göğüsleyip  odaya  dalarsınız.  İnsan  kutsal

yerlere bile bazen ne kadar hırsla girer. Boş koltuk bakar si-

ze:  toplantıya  gitmiştir,  yani  yandaki  odaya  gitmiştir.  Ol-

maz,  rahatsız  edilemez.  Girilemez.  Canım  nasıl  olur?  Her

dakika meşgul değil ya. Olmaz derler koro halinde hademe-

ler,  memurlar,  şefler,  sekreterler,  müdür  yardımcıları:  gire-

meyiz,  yapamayız.  Bizi  nasıl  karşılayacağı  belli  olmaz,  ne

diyeceği  belli  olmaz,  ne  yapacağı  BELLİ  OLMAZ.  Doğru,

öyle  ya!  Ya  imzalamazsa?  Gördün  mü  derler  hep  bir  ağız-

dan. Hemen sönersiniz, pişman olursunuz heyecanınızdan.

Bir an kendini unutup Allah’a isyan eden günahkâr bir ku-

lun  çöküntüsü.  Büyük  bir  boşluğa  düşersiniz.  Koridorda,

sizin  gibi  bahtsızlarla  bir  olup  onun  aleyhinde  bulunmuş

olduğunuzu  düşünürsünüz  acı  acı.  Küçük  söylentilere  ka-

pılıp çekiştirdiğinizi hatırlarsınız onu. Oysa, onun hakkın-

da her duyduğunuz bir tahminden ibarettir. Suçluluk duy-

gusundan kurtaramazsınız artık kendinizi. Koridordaki yal-

nızlığınıza dönersiniz.

Sonra... müdür değişir. Herkesi anlatılmaz bir sevinç sa-

rar birdenbire. Eski müdürün yaptığı eziyetler bir bir anla-

tılır koridorda. Baskının sona erip hürriyet güneşinin doğ-

duğu sanılır kısa bir süre. Yeni güneş ortalığı ısıtmaya baş-

lar. Oysa doğan, tam bir anarşidir. Hademeler ve memurlar

da tedirgin olur bu yüzden. Çılgın anarşistler gibi memur-

304



lara  kafa  tutarız.  Zafer  sarhoşluğuna  kaptırırız  kendimizi.

Koridorlarda  sigaraları  yere  atarız,  hademelere  bahşiş  ver-

meyiz. Zamanında işe gelmeyen memurları, şefe şikâyet et-

tiğimiz  bile  olur.  Kısacası,  çileden  çıkarız.  Memurlar,  bu

güngörmüş kütle, sabırla, havanın yatışmasını, düzenin ge-

ri  dönmesini  beklerler.  Bu  geçici  gerileme  devresini,  bize

yeni eziyetler düşünmekle geçirirler. Tanrısal ihtiyatı elden

bırakmazlar.  Kabuklarına  çekilirler.  Yeni  müdür  dişlerini

bilerken,  onlar  da  kuzuların  bayramını  seyrederler  ilgisiz

gözlerle.  Vahşi  hayvanların  kurbanlarıyla  ilişkilerine  karış-

mazlar. “Vaziyet normale avdet edince” birer ikişer delikle-

rinden  çıkarlar  ve  parçalanıp  yutulmamızı  da  aynı  ilgisiz-

likle  karşılarlar.  Arada  bir,  oramızdan  buramızdan  bir  iki

parça da onlar koparır. Orman kanunu Resmî Gazete’de ya-

yımlanır ve yayımlandığı tarihten itibaren de yürürlüğe gi-

rer.  Aynı  heyecanlar,  aynı  korkular,  aynı  bekleyişler,  aynı

çaresizlikler: bilinmeyen, gene aynı bilinmeyen. Koridorlar-

da  gene  aynı  dolaşmalar,  bakışmadan  konuşmalar,  konuş-

madan  bakışmalar;  hademelere,  parayı  atınca  çalışmaya

başlayan o otomatik makinelere gene aynı yalvarmalar, aynı

baş sallamalar. İniltiler, odaları, koridorları doldurur; yalnız

müdürün  kapısından  içeri  giremez.  İnsani  zaaflara  kapalı

tek kapıdır o.

Şefler  öyle  değildir.  Onlara  yaklaşabilirsiniz  hatta,  bazen

bir meseleyi, iki eşit insan gibi, karşılıklı konuşup tartışabi-

lirsiniz. Sigara ikram edilince alan şeflere bile rastlanmıştır.

Bazıları size sigarasını dahi yaktırır. Bütün bu yakınlık gös-

termeler,  onun  görevini  yapmasını  engellemez.  Ve  elinizi

masanın üstündeki dosyaya uzatmanızı hiç gerektirmez.

Reşit Bey de, arkasında bir insan kuyruğuyla odaya girin-

ce masa hemen kuşatıldı; eller alışkın hareketlerle dosyala-

rına uzandı, evrakını aradı. Bu saatte şefler bile nefes alma-

ya bırakılmaz. Öğle tatili denilen canavar yaklaşmak üzere-

305



dir.  Reşit  Bey  gene  de  başını  kaldırdı,  uzanan  ellere  baktı:

eller çekildi. Bu kısa çekimserlik süresini kaçırmak isteme-

yen Turgut atıldı: “Benim işim iki dakikalık.” Bu durumda-

kilere öncelik tanınır. Yer verdiler. “Evveliyatı” kısa olan iş-

lere  duyulan  bir  saygıdır  bu.  Turgut  da  kısaca  “arzetti.”  İş

sahipleri için çözüm ne kadar basittir. Tecrübesizler, hemen

atılıp memurlara, şeflere yol göstermeye çalışıp, akıl öğret-

meye  kalkarlar.  İşte  canım,  şu  dosya:  dolabın  üstündeki.

Dur  bakalım:  öyle  kolay  değil.  Nereden  biliyorsun?  Bütün

dosyalar birbirine benzer. Dosya numarası tutuyor mu? Ba-

zı  önemli  işler  için  birden  fazla  dosya  açılır.  Bunu  biliyor

musunuz? Senin, bu dosyanın içine konurken gözünle gör-

düğün  kâğıt  başka  dosyadan  çıkar.  Sen  dairenin  esrarına

akıl erdirebilir misin? Sen her an dairede misin? Her hare-

ketimizi izliyor musun?

Turgut’un,  meselesini  duygulu  bir  açıklıkla  anlatması,

sessiz  bir  anlayışla  karşılandı.  “Bir  de  dosyasını  görelim.”

dendi.  Bakalım  dediğin  gibi  mi?  Sesindeki  duygululuğa

kaptırmamalıyım kendimi. Biz ne insanlar gördük! Kılı kı-

pırdamadan yalan söyler. Ne korkunç! Selim duysaydı çok

üzülürdü. Yalana dayanamaz da. Ben de onun arkadaşı Tur-

gut  Özben.  Bizi  tanıyor  musunuz?  Biz  kimseyi  tanımayız.

Kimseye özel muamele yapamayız. Biliyorum: mezardan çı-

kıp  gelse  bile  değil  mi?  Biliyorum.  Kabahat  bende.  Daire

oyununa Selim’i karıştırmamalıydım. Bu oyunu kurallarına

göre  oynamalıydım.  İşte  hademeyle  dışarı  çıktım.  Adam

durdu.  Kurgusu  bitti.  İçine  bir  lira  atmadan  yürümez.

Uzaklaşır  gibi  yapsam?  Geri  döndü,  çıktığı  odaya  giriyor.

Duruyorum.  Hademe  de  durdu.  Ona  doğru  gitsem?  Bana

doğru  geliyor.  Olmaz:  savaşılmaz  bu  düzenle.  Parayı,  ada-

mın  ceketinin  cebine  attı.  Elli  kuruş  atarsan,  yavaş  yavaş

merdivenlerden  çıkar.  Bir  lira  verirsen  asansöre  biner.  Her

şey  ne  kadar  düzenli.  Bir  vidasını  değiştiremezsin.  Selim

306



dairede  çalışırken  ne  yapardı  acaba?  Ne  yapacak,  herkesin

işini  görürdü;  hademeler  de  memurlar  da  ondan  nefret

ederdi. Amir güçlük çıkarmazsa memur çıkarına bakamaz,

memur  güçlük  çıkarmazsa  hademe  çıkarına  bakamaz.  Bü-

tün düzen çığrından çıkar sonra. Düzen de çığrından çıkar-

sa, artık onu ne Hamlet düzeltebilir ne de Selim. Sonra bü-

tün aile babaları ne yapar? Bir ev nasıl çevriliyor, sen biliyor

musun Selim? Ya hesapta olmayan masraflar? Tahakkukta-

ki  Basri  Bey,  karısı  kürtaj  yaptırdığı  ay,  tarifeyi  iki  misline

çıkarmıştı.  Aslında  bir  yolsuzluk  yapmıyorlar.  İşiniz  biraz

daha  hızlı  yürüyor  o  kadar.  Bir  çeşit  fazla  mesai.  Güldü.

Şimdi  yanımda  olsaydın,  bütün  bu  meseleleri  tartışsaydık.

Birçok meseleyi askıda bırakıp gittin. Beni bıraktın bu ma-

kinenin  çarkları  arasında.  Ben  de  dişlilere  ceketimi  kaptır-

dım.  Eteğimin  ucundan  bağlandım  bu  düzene.  Ceketi  çı-

karmadan  olmaz.  Ceket  çıkarma  talimatı  da  verilmedi  da-

ha. Çıkar üstündekileri, kurtul bu düzenden. Olmaz Selim:

çırılçıplak kalırım sonra. Tutunacak bir yer bulamam sonra.

Düşünceler  göklere  yükseliyor,  fakat  vücut  toprağa  bağlı.

Tek  tek  koparılması  kolay  olan  milyonlarca  iplikle  bağlı.

Kör talih! Hademe dönmedi. Ben de arşive gitmeliyim. İki-

miz daha kuvvetli oluruz..

Arşiv, büyük ve uzun bir salondu. Bütün duvarlarda tava-

na  kadar  raflar,  raflarda  dosyalar,  dosyalarımız.  Canımız,

hayatımız.  Salonun  orta  kısmında  masalar  vardı:  dört  bir

yanı bankolarla çevrilmiş memur masaları. Bir domino oyu-

nundaki taşlar gibi birbirlerine yapışmış, uzayıp giden ma-

salar.  Uzayıp  giden  Devlet  Demir  Yolları  gibi.  Her  yerde

karşıma çıkma Selim.

Bir  hademe,  elinde  bir  kâğıtla  bankonun  önüne  gelir  ve

dosyayı ister. Bundan sonrası biraz güç. Uygulaması güç bir

halk oyunu. Memurlar, hademeler ve iş sahipleri hep birlik-

te bankonun dışına dizilirler, elele tutuşarak. Memur, onla-

307



rın  kolları  arasından  geçerek  raflara  gider.  Bu  sırada  hade-

meler  ve  iş  sahipleri  ellerindeki  dosya  numaralı  kâğıtları

sallayarak iki adım öne gelirler, kâğıtları bankonun üstüne

koyarak,  “Buyrun  işte  numara,  şimdi  bizdedir  sıra”  türkü-

sünü söylerler. Bu arada, rafın yanına varmış olan memur,

“Alt gözlerde arama” oyununu oynar. Bir hademe, salonda

yer  tutmasın  düşüncesiyle,  kapının  dışına  konulmuş  olan

merdiveni getirir. Merdivenle içeri girerken hademeler ve iş

sahipleri hep birlikte dalgalanırlar. Merdiven, raflara dayan-

dıktan  sonra,  oyunun  en  güç  figürleri  yapılır.  Merdivenin

üstüne çıkan memur, biraz bakınır ve: “Bulamıyorum işte,”

diye  bağırdıktan  sonra,  salonun  çevresini  merdivenle  dört

kere  döner.  Merdivenden  inerken,  bankonun  çevresindeki

halkada bulunanlar: “Dosya yokmuş yerinde” diye kâğıtla-

rını sallayarak bağırırlar. İçlerinden biri elindeki kâğıdı baş-

ka bir memura uzatır. Oyun tekrarlanır.

Turgut,  oyunun  en  heyecanlı  yerinde  içeri  girdi.  Merdi-

venli  memura  iki  kere  çarptı.  Bankonun  çevresindeki  hal-

kayla  birlikte  üç  kere  döndü:  sonunda  hademesini  gördü.

Adam  bankonun  içindeki  bir  memurun  yanına  gitmiş,

onunla konuşuyordu. Turgut bu karışıklıkta, seslenmesinin

bir yararı olmayacağını düşünerek, yasak olduğu halde, gö-

revli  memur  adımlarıyla  bankoyu  aştı,  memura  yaklaştı.

Orta yaşlı, yumuşak yüzlü bir memur. Turgut’un yüzüne il-

giyle baktı. Oturması için ona masasının yanındaki sandal-

yeyi gösterdi. Turgut, başıyla, hademeye, gidebileceğini bil-

dirdi.  Hademe  kalabalığın  içinde  kayboldu.  Daireye  geldi-

ğinden  beri  oturmamıştı.  Oturdu,  memura  teşekkür  etti,

paketini çıkardı, birer sigara yaktılar. “Şimdi dosyanızı bu-

lurum  efendim.  Şu  kalabalık  biraz  dağılsın  da.”  Turgut’u

süzdü,  beğendi.  “Burada  iş  görmek  imkânsız  beyefendi,”

dedi.  “Bu  karışık  düzen  kurulmuş  bir  kere:  yukarıdakiler

de aldırmıyor. Kaç kere teklif ettim onlara, bu salonu şöyle

308



tanzim edelim diye.” Masanın üstüne bir dikdörtgen çizdi,

parmağıyla  tozları  süpürerek.  “Şurada  raflar  olmalı.  Banko

da  kapının  karşısına...  merdiveni  de  şuraya  koymalı.”  Tur-

gut, sabırla dinliyordu. “Bu işlere aklım erer. Ama dinleyen

kim?”  Ben.  Memur  sustu.  Turgut  da  susmaya  devam  etti:

saygısından.  “Siz  anlayışlı  bir  insana  benziyorsunuz  beye-

fendi?  Zatıâliniz  hangi  işle  meşgulsünüz?”  Turgut  kendini

tanıttı. Memur, önce yerinden doğruldu; kalkar gibi hareket

yaptı. Sonra, saygı dolu bir sesle: “Bravo.” dedi. “Bravo! De-

mek  mühendissiniz.  Çok  güzel.  Hem  de  yüksek  mühen-

dis.” Hayranlığından sözlerine devam edemedi: bir an sus-

tu.  “Mühendis  ha?  Mühendis.”  İlk  duyduğu  bir  kelimeyi

zevkle tekrarlayan çocuk gibiydi. “Mühendis. Öyle ya, mü-

hendis.”  Yerinden  kalkarak  Turgut’un  elini  sıktı:  “Tebrik

ederim,  çok  güzel  bir  meslek.”  Yerine  oturdu,  gözlerini

uzaktaki bankoya, raflara dikerek, dalgın, konuştu: “Bravo.

Çok güzel meslek. Başardınız, bitirdiniz. Şimdi artık hakkı-

nız. Hem bu kadar genç, hem de bu kadar akıllı.” Turgut’a

hak  vererek  sustu.  Turgut,  birşeyler  söylemek  gerektiğini

anladı, fakat konuşamadı. Haklı haklı sustu. Bir süre bakış-

tılar.  Memur,  ellerini  oğuşturarak  mırıldandı:  “Ben  de  ne

kadar  isterdim.  İsteseydim  olabilirdim  de.  O  kadar  söyle-

dim  o  zaman.  Liseyi  bitirseydim  muhakkak  olurdum.  Me-

muriyeti  istemiyordum.  Çizgim  de  çok  güzeldi.  Masanın

başına oturur durmadan çizerdim: yukarıdan aşağı, soldan

sağa  muntazam  çizgiler.  Ne  diyorsunuz  ona,  içine  mürek-

kep,  çini  mürekkep  konan  kalemlere...  Ne  kadar  itinayla

doldururdum, kâğıda hiç damlatmadan. Bu çocuk derlerdi,

ya mimar olacak ya mühendis. Kâğıdın en altına da kurşun

kalemle  iki  çizgi  çizerdim...aynı  aralıkta...”  Turgut,  “para-

lel” demedi. “Bu çizgilerin arasına dikkatle yazardım: çizgi

denemesi. Ne kadar hevesim vardı bilseniz. Oturma odasın-

daki  abajurun  dibine  sokulur,  geç  vakitlere  kadar  çalışır-

309



dım.  Babam  yanıma  gelir.  ‘Artık  yatsan  iyi  olur  evladım,’

derdi.  ‘Gece  yarısı  oldu,  gözlerin  yorulacak.’  ‘Biraz  daha

müsaade edin babacığım,’ diye yalvarırdım: ‘Biraz da çapraz

çizgiler  çizeyim.’  Annem  sobanın  yanından  mırıldanırdı:

‘Bu  çocuk  muhakkak  mühendis  olacak.’  Misafirliğe  gelen

komşulara  bu  kâğıtları  gösterirdi,  benimle  iftihar  ederdi.”

Turgut’un  yüzüne  baktı:  “İyi  çizmek  çok  mühimdir  değil

mi?” Turgut: “Tabii.” dedi: “En mühim şeydir.” “Biliyorum,

elbette.  Ben  de  çok  iyi  çizerdim  işte.  Matematikçi,  istediği

kadar,  hesap  mühimdir  diye  tepinsin  dursun.  Nah  sana,

derdim içimden. Sen istediğin kadar beni ikmale bırak. Çiz-

mek gibi Allah vergisi değil ya. Çalışırsan öğrenirsin. Değil

mi?”  Turgut  “Öğrenilir,”  dedi,  “Çalışmaya  bağlıdır.”  Me-

mur, gururla başını kaldırdı: “Ben de öyle diyordum. Fakat

matematikçiye bunu anlatamazsın ki. En nihayet ezbere da-

yanmıyor mu hepsi? Ezberlersin davaları, olur biter. Mesele

çizgide. Ezberim de biraz zayıftı. Tarihten hep ikmale kalır-

dım. Mühendis olacak adam tarih bilmese de olur, derdim.

Tarihleri,  isimleri  hep  karıştırırdım.  Ama  tarihçiden  geçer

notu alacaktım. Fakat o matematikçi yok mu? İki not ver-

medi.  Düşman  oldu  bana.  İki  not  yüzünden  olmadı  işte.

Babam çok ısrar etti. Başka mektepte belge imtihanına gir-

memi istedi. Çocukluk işte. Sözünü dinlemedim. Soğumuş-

tum  bir  kere.  İki  not  yüzünden.  Aslî  maaşı  yüksektir.  Sık

sık  terfi  edersin.  İstemezsen  memuriyeti,  istifayı  basarsın.

Çık  serbest  çalış.  İyi  çizgi  çizenler,  muhakkak  diğerlerinin

içinde  temayüz  ederler.”  Gözleri  daldı.  Turgut,  bir  sigara

daha ikram etti. Sigarayı bakmadan aldı. “Fakat insan öyle

mühendisler  görüyor  ki  bunlar  da  nasıl  mühendis  çıkmış

diye  şaşıyor.  İşte  bizim  müdür.  Bir  yazısı  var:  daktiloların

canı çıkar sökünceye kadar. Üstelik, doğru dürüst bir çizgi

çizemez. Çağırır genç mühendisleri, teknik ressamları: şöy-

le  olacak,  böyle  olacak  diye  tarif  eder.  Bu  mühendislik  mi

310



sanki?  Belli  etmeden,  üzerini  karaladığı  bir  kâğıdı  aldım,

sakladım.” Çekmeceden bir kâğıt çıkardı: “Buyrun işte. Siz

de mühendissiniz. Böyle çizgi çizilir mi? Bir de umum mü-

dürlüğünden bahsediliyor.”

Yolunda  giden  işler  bile  ne  kadar  uzar.  Tozlu  raflardan

dosyalar indirilir: yazılar, tarih sırasına göre dizilmediğin-

den tek tek aramak gerekir. Yazı dosyanın içinde değildir:

başka dosyalara bakılır. Dosyada fazla kopya yoktur: suret

çıkarılır.  Suret,  aslıyla  karşılaştırılır:  siz  okuyun,  ben  as-

lından bakayım. Suretin altına mühür ve imza: aslının ay-

nıdır, aslı gibidir. Götürün memura paraf etsin, getirin şe-

fe imza etsin. Dilekçeye kâğıtlar eklenmeye başlar. Kâğıt-

lar birbirine iğnelenir; her memur, kendi kâğıdını ekleme-

den  önce  iğneyi  çıkarır,  yeni  iğneyi  başka  bir  yere  takar.

Kâğıtlarda  delik  sayısı  artmaya  başlar.  Bazı  memurlar  iğ-

neyi çıkarmaya üşenir: kendi kâğıdını ayrı bir iğneyle ta-

kar. İğne sayısı artmaya başlar. Bir başkası, kâğıtlar kabar-

dı der: bir ataş takar. Her memur, bir paraf, bir damga, bir

tarihle  kâğıtları  süsler.  Kâğıdın  ön  tarafı  dolar,  arkasına

geçilir. Her sayfa, taklidi imkânsız bir kompozisyon olur:

daktilo  harfleri,  kırmızı  damgalar,  mor  damgalar,  siyah

damgalar,  mühürle  basılmış  tarihler,  elle  atılmış  tarihler,

yeşil  kalemle  imzalar,  sabit  kalemle  paraflar,  tarih  ve  nu-

mara kaşeleri, sağda solda altta üstte yatay, çapraz havale

yazıları, mütalaalar, soru işaretleri, altı kırmızı kalemle çi-

zilmiş satırlar. Gerçek bir sanat eseri: toplu bir sanatçı ka-

labalığının ürünü, kollektif sanat. Muhasebeye, kayıt, per-

sonel,  teknik  büroya:  gereğinin  yapılması,  Müh.  Asım

Önal,  tahakkuk:  eski  evrakın  eklenmesi,  teknik  büroya:

sureti eklidir, özü: muhasebe kayıtları hakkında, bir nüs-

hasını  elden  aldım,  imza:  müteahhit  namına  Turgut  Öz-

ben.  İsminizi  de  üstüne  okunaklı  yazın,  kardeşim.  Oraya

değil canım, buraya. Neyse, öyle de olur. Bugünün tarihi-

311



ni  de  atın.  Tamam.  Şimdi  aşağı  götürün,  kaydettirin.  Şu

kâğıdın üstüne numarasını yazsınlar. Bana getirin, şefe pa-

raf ettirelim. Müdür imzalasın. Tamam. Öğleye yetişir mi

dersiniz? Sanmam. Şef paraf etse bile müdür yemeğe çık-

mıştır.  Siz,  en  iyisi  öğleden  sonra  gelin.  Daha  rahat  olur.

Bugün biter mi dersiniz? Akşam için  trene  bilet  almıştım

da. Vallahi orasını bilmem. Biter ama, ne kaldı ki? Siz öğ-

leden  sonra  erken  gelin:  hemen  bitirelim.  Yok  gelmeyin.

Müdür, üçten önce uğramaz. Siz gene bir gelin: bakarsınız

erken gelir. Biraz kalır, sonra çıkar. Belki imzaya siz götü-

rürsünüz.  Ben  bir  buçukta  geleyim.  Gelin,  gelin.  Müdür

bu,  hiç  bilinmez,  değil  mi?  Bilinmez.  Dün  öğleden  sonra

hiç  uğramadı  mesela.  Yapmayın.  Çocuğunu  doktora  gö-

türmüş.  Ya  bugün  de  gelmezse?  Yok,  iki  gün  arka  arkaya

yapmaz. Ama, gene de belli olmaz değil mi? Evet, belli ol-

maz.  Müdür  muavini  imzalasa?  İmzalamaz.  Geçen  gün

böyle  bir  evrakı  imzaladı  diye  mesele  çıktı.  Şimdi,  hangi

yazıyı  götürseniz,  ben  karışmam  müdür  imzalasın,  diyor.

Muavin  ne  iş  yapıyor  peki?  Yirmi  beş  yılını  doldurmuş;

emekliliğini bekliyor. Neyse hayırlı olsun. Hayırlısı neyse

o olsun. Güle güle.

Öğleden sonra gittiği zaman, sizin işiniz tamam, buyrun

yazıyı, dediler. Allahın hikmeti, ne denir?

Yazıyı  evrak  çantasının  içine  itinayla  yerleştirdi.  Bu  işte

emeği  geçenlere  kısaca  teşekkür  ettikten  sonra,  ağır  ve

emin adımlarla daireden çıktı. Dışarda güneş vardı; dışarda

hareket, canlılık vardı. Gözleri kamaştı, elini gözlerine siper

etti. Ulus meydanındaki heykel gibi. Neden bana bu şarkı-

lardan  bahsetmedi?  Dairenin  etkisiyle  kamburlaşan  sırtını

düzeltti. Bukalemun. İnsan da kişiliğini yirmi dört saat kul-

lanamaz bir günde. Eskir. Süleyman Kargı’ya telefon etsem

mi?  Tam  karşıya  geçerken  telefon  etmekten  vazgeçti.  Bir



312


otomobil, önünde fren yaptı: şoför ters ters baktı. Yapacak

bir  işi  yoktu;  yürümeye  karar  verdi.  Yollar  kalabalık  değil:

geniş  yaya  kaldırımında  kimseler  yok.  Öğle  sıcağı.  Benim

şehrimde, yollardan insan selleri akar. Burada herkes işinde

gücünde. Bu şehir gündüzleri nefes almıyor. Bütün kahve-

ler  boş.  Bir  gazete  aldı:  yolun  ortasında  durup  başlıkları

gözden geçirdi. Bir araç hızla geçti yanından. Kaldırıma çı-

kalım.  Canı  sıkıldı  hemen  gazeteden:  katlayıp  çantasına

koydu.  Yürümeye  devam  etti.  Binalar,  binalar...  Yetmiyor-

muş gibi bir de yenilerini yapıyorlar. Türk’ün parası olunca

binaya gidermiş. Başka neye gider? Aklına aynı mısra takıl-

dı:  şarkısı  yarıda  kaldı,  aklı  da  karıda  kaldı.  Sonunda  aklı

da kalmadı. Yavaş yürüyen bir adam çarptı. Kibar bir adam-

mış, özür diledi. Türk’ün aklı ne zaman gelir? Güven Anı-

tı’nı geçti. Durdu, geriye döndü. Parka girdi. Çocuklar yok:

öğle  uykusundalar.  Serseriler  dinleniyor.  Heykellere  baktı:

Türk’e benzemiyorlar. Ne duruşları benziyor ne de suratla-

rı. Kenan aklına geldi; gülümsedi. Alman Japon’una benzi-

yorlar. Biri öğünüyor, biri güveniyor, biri de çalışıyor. Şura-

ya  bir  kuş  konmuş:  biri  tutmuş...  burada  oturup  düşüne-

mem.  Ortam  uygun  değil:  düşünen  heykel  yok.  Parktan

çıktı. Nedir bu Selim’in başına gelenler? Alaman Japon’u bi-

le,  bunca  hilesiyle  çıkamaz  işin  içinden.  Metin’e  gitsem?

Olmaz. Selim’in dediğine göre Milli Emniyettenmiş. Zavallı

saf çocuk. Peki ne yapsaydı? Yüzüne, gözlerinin içine baka

baka,  yalan  söylüyorsun  mu  deseydi?  Kimsenin  gözlerine

uzun süre bakamazdı. Yıllarca katlanmış yalanlarına. Yanın-

dan da ayrılamamış: yalanını yüzüne vurmak gibi bir davra-

nış olur diye korkmuş. Istırap çekmeyi daha kolay bulmuş.

Kavramak  zor:  söyleyememek.  Anlayamadığım  bir  yönüy-

dü. Selim de anlatmayı denemedi. “Neden?” derdim; çırpı-

nırdım:  “Neden  söyleyemedin?”  Daha  başka  olaylarda  da

söyleyemedi.  Aman,  derdi,  canımı  sıkma;  sen  anlayamaz-

313



sın.  Söyleyemediklerini  içinde  götürdü.  Bir  adama  daha

çarptı. Düşünmek yürüme içgüdüsüne engel oluyor. Bütün

çarptığım  adamlar  birleşip  bana  cephe  alırsa?  Alaman  Ja-

pon’ları,  yürürken  kimseye  çarpmazmış.  Çünkü  yürümek

ve  düşünmek,  onlarda  yan  yana  giden  iki  özellikmiş.  Ben

Alman’ları böyle mi savunuyorum, diye tepinirdi Kenan ol-

saydı.  Beni  gülünç  duruma  sokuyorsunuz,  diye  tepinirdi.

Selim  söze  karışır:  bu  Alman’ların  her  işi  sağlam.  Dün  ak-

şam  bir  Alman  filmine  gittim;  çok  kötüydü  ama  kopmadı.

Kenan da gülerdi bu kere. Namussuzlar, derdi. Allah insanı

sizin elinize düşürmesin. Hep böyle gülebilirdik Selim. Ha-

yat bir oyun değil miydi bizim için? Gelseydin bana, durum

vaziyetlerini anlatsaydın, hep birlikte bir çare bulurduk. Kı-

zıl komünist değiliz ya; halden anlardık. Birbirimizin dilini

bilirdik.  Kenan  duymuş  mudur  olayı?  Duymuşsa  bir  süre

kendine  gelememiştir.  Görünüşe  bakma;  Alaman  Japon’u

gibi  sağlam  değildir.  İçi  zayıftır.  Anarşist  değil  ya:  elbette

üzülmüştür.  Polis  hafiyesi  Metin.  Milli  Emniyet  mensubu

liseli.  Bat  dünya  bat.  Bir  kadının  ayağına  bastı.  Artık  özür

dilemek gerek.

Bir  vitrinin  önünde  dursam,  diye  homurdandı  içinden.

İnsanların  ayaklarını  benden  kurtarmaya  çalışmalıyım.

Durdu.  Metin’i  bir  divana  yatırmışlar,  pencereyi  açmışlar.

Kıvranıyor.  Nefes  alamıyorum,  ölüyorum.  Yalan.  Selim  öl-

dü: sen yaşıyorsun. Doğan gülüyor kimseye belli etmeden.

Selim  anlıyor,  gene  de  çaresiz?  Neden?  Metin  çırpınıyor.

Selim’i  görmek  istiyorum  son  defa.  Selim  karışık  duygular

içinde.  Metin’in  yanına  oturuyor,  yakasının  düğmesini  çö-

züyor.  Ölüyorum,  diyor,  Metin.  Onu  sana  emanet  ediyo-

rum.  Milli  Emniyet’te  çalıştığımı  kimse  bilmemeli.  Neden

anlattın  bu  hikâyeyi  bana  Selim?  Öfkeyle  başını  kaldırdı.

Yanında duran bir kadın hayretle ona bakıyordu. Allah kah-

retsin! Kadın eşyası satan bir dükkânın önünde durmuşum.

314



Hızlı adımlarla uzaklaştı. Yolun kenarında toprak kazan bir

amele saati sordu; cevap vermedi. Kenan olsaydı şimdi, bir

durum muhakemesi yapardık. Kenan’ı düşünmek biraz hı-

zını kesti. Durdu: terlediğini farketti. Önüne ilk gelen “Sa-

lonumuz vardır”a girdi.

Aşağıda oturdu, salona çıkmadı. Garson, belini dayadığı

masadan  hafifçe  yaylanarak  doğruldu.  Taşralı  garsonlar.

İnsanın  içi  kapanıyor.  Etrafta  sinirlenecek  ne  kadar  çok

şey var. Önce sinekler... sonra, öğle sıcağında güneş.. yakar

Allah  deyu  deyu...  bir  bu  eksikti,  bir  de  mısralar  takılsın

aklıma.

“Buyrun beyim.” Kenan’ı istiyorum. Beni ancak o serinle-

tebilir. Ulan, biz herkesten başkaydık be! Bizde hayal gücü

vardı, bizde soyutlama gücü vardı. Peki, senin de onlar gibi

akademili kızların peşinden koştuğun yalan mı? Doğru. So-

murttu.  Kenan,  şimdi  bunu  karıştırma.  Alaman  Japonlu-

ğundan başlarım senin. Dur dinle. Kenan’cığım, mesele cid-

di. Ben rahatsızım. Bir dahiliyeciye görün. Bak Kenan; farzet

ki bütün takım toplanmışız. Eski günlerde olduğu gibi: Se-

lim, Güner, Kayhan filan hep birlikte. Yoklamada imzaları-

mızı atıp soluğu kantinde almışız. Fıkra anlatmaktan da sı-

kıldık. Zeytin çekirdeklerini önlerindeki kâğıda tüküren ya

da helvalarının üstüne limon sıkan çocukları mı seyredece-

ğiz karşı masalardaki? Senin miden bulanır, bakamazsın za-

ten. Ciddi meseleler konuşacağız: Amerikan savaş filmlerin-

deki  Alman  tank  birlikleri  neden  hep  yenilgiye  uğruyor?

Newton mu daha büyük, Gauss mu? Böyle önemli bir me-

seleden  bahsedeceğiz:  bu  Selim’in  durumu  ne  olacak  Ke-

nan? Kendi bilir. Ben ona söyledim o gün: sen de dokuz nu-

maradaki kıza gel, diye. Dinlemedi. Her hafta aynı kıza gi-

dersen,  diğerlerinden  farklı  muamele  eder  sana,  dedim.

Mutluluk hapı alacağına, bunu al, dedim. Yeter Kenan. Ken-

tin şakalarının vahşeti, Ortaçağ mezalimini de geçti. Susun!

315



Garson koştu: “Bir şey mi istediniz?” Kendine geldi. Be-

ğenmedim  bu  Kenan’ı.  Alın  götürün.  Bir  dondurma  daha

ısmarladı.  Bu  çocuğun  bütün  hayatını  bilmiyoruz  Kenan.

Bizimle yaşamadığı bir yönü var hayatının: kimseyle yaşa-

madığı bir yönü. Yalnız, bilemiyoruz neyi yaşayamadığını.

Kimlerle  yaşayamadıysa  onları  bulmalı.  Yanılıyorsunuz

aziz  dostum  Doktor  Vatson.  Kendisi,  içine  dönük  bir  in-

sandı:  hiç  parmak  izi  bırakmış  olduğunu  sanmıyorum.

Mister Holmes yanılıyorlar. İz bırakmayan bir suçlu krimi-

noloji tarihinde görülmemiştir. Deniliyor ki birçok insanın

kanına  girmiş  olan  Kafka  bile  bütün  evrakını  yakamamış.

Biliyorsunuz  sayın  üstad:  acele  etmemek  gerekir.  Zamana

bırakın. Ne korkunç söz! Bir daha söylediğini işitmeyeyim

Vatson.  Fakat,  haklı  olabilirsin  azizim.  (Bütün  meseleleri

bu  uşak  ruhlu  herifin  çözmesine,  hiç  olmazsa  çözmeye

kalkışmasına  da  içerlemiyor  değilim.)  Yalnız  kediler,  öle-

cekleri zaman bir iz bırakmadan kaybolurlar. Dostumuz da

hiçbir şekilde evcil bir hayvan olarak düşünülemeyeceğine

göre...  Gerçekten,  bu  bir  hareket  noktası  olabilir.  Onunla

yaşayanları kimden öğrenebilirim? Önce, bütün şüpheli ki-

şileri baştan gözden geçirmeliyim. Evinde bir arama yapın.

Derler ki ruh bozuklukları insanı son derece kurnaz yapar-

mış.  Yani  deliler,  bizden  akıllı  mı  Vatson?  Adımı,  çamaşır

suyu  markası  gibi  telaffuz  etmemenizi  rica  edeceğim  Mis-

ter  Holmes.  İntihar  bir  akıl  hastalığıdır  ve  ancak  bir  akıl

hastasının  körleşmiş  duyularının  sağladığı  soğukkanlılıkla

başarılabilir.  Muhakkak  bir  iz  bırakmıştır;  aksine  ihtimal

veremiyorum. Yalnız bunu, çok akıllıca, kurnazca yapmış-

tır. Manyakça bir zevk almıştır bunu yaparken de. Saçma.

Selim’in böyle bir aptallık yapacağını sanmıyorum. Kimse-

ye  zararı  dokunmayan  soyut  bir  kötülüğü  ben,  büyük  ve

mustarip bir ruhun iç çekmesi olarak kabul ediyorum. Psi-

kolojiyle kriminolojiyi birbirine karıştırıyorsun Vatson. İl-

316



min sonu yoktur. Ukalalık etme Kenan. Garson, bu ne bi-

çim Kenan?

Gerçekten, evinde birşeyler bulabilir miyim? Sıkı bir ara-

ma  yaptığım  söylenemez  ilk  gidişimde.  Birden,  orada  ol-

mak istedi. Bir an önce dönmeliyim. Daha öleli bir ay bile

olmadı. Belki de ölmedi. Onu göremiyorum; o kadar. Diye-

lim  ki  Afrika’ya  gitti.  Uzak  bir  ülkeye.  Ülkede  bir  iç  savaş

var;  bütün  haber  alma  imkânları  ortadan  kalkmış.  Yollar

kapanmış. Bütün bunları hayatın cilvesi diye kabul edeceği-

mi sananlar aldanıyorlar. Ben, giydiğim karaları bir daha çı-

karmayacağım.  Metin’in  yanında  hissettiğim  aşağılık  duy-

gulara  bir  daha  kapılmayacağım.  En  önemsiz  belirtilerden

yararlanacağım.  Sonunda  ceheneme  bile  gitmek  olsa,  dur-

mayacağım. Sağlığında erkek olan biri. İhtiyatlı davranaca-

ğım. Esrarını kapatmış, beni dışarda bırakmış. Yurdumuzun

semalarında  ağır  bir  hava  esiyor.  Olric.  Bu  lanet  hepimize

bulaşacak.  Bunu  hissediyorum.  Elini  alnına  götürdü:  biri-

ken  terler  eline  bulaştı.  Başı  ağrımaya  başladı:  “Hayallerle

boğuşuyorum,” diye söylendi. “Gün ışığına çıkarıp toz ede-

ceğim onları.”

Gömleğinin  üst  iki  düğmesini  çözdü,  kravatını  gevşetti.

Bir sigara yaktı. Dumanları burnundan çıkardı. Yüksek ma-

tematik imtihanından önce de böyle olmuştum. Bu sıcakta

vaktimi  nasıl  geçirdiğimi  söylesem...  inanmazlar.  Bu  ikinci

sınıf pastanede oturmuş boş hayaller kuruyorum: ikinci sı-

nıf  hayaller.  Daha,  nasıl  düşünüleceğini  bilmiyorum.  Se-

lim’in Fransa’da uzun yıllar kalmış bir arkadaşı vardı. Mem-

lekete dönünce bir de ne görsün: kimse düşünmesini bilmi-

yor, düşündüğünü sanıyor. Orada felsefe tahsil etmiş de. İki

çeşit  düşünmekten  bahsediyordu.  İnsanın  aklına  birtakım

kelimeler gelmesi başka... düşünmek başka. Sayıları notas-

yonları bilmekle matematikçi geçinebilir misin? Biz de fel-

sefe okuduk lisede. Ranke tarihi buldu, Wundt da psikolo-

317



jiyi. Hayır, kurdu. İnsanlar, daha önce psikolojiyi bilmiyor-

lardı. Wundt da bir gün yolda giderken... Her şeyi basite in-

dirgemekle, aslında işin kolayına kaçıyoruz Kenan. Mesele-

lerden  kaçıyoruz.  İkinci  sınıf  pastanelerde  başını  ellerinin

arasına almakla, burnunu karıştıran garsona kızmakla hiç-

bir  meselenin  üstesinden  gelemezsin.  Ağır  kayıplara  uğru-

yoruz Kenan. En yakın arkadaşlarımızdan olduk: açıklaya-

mıyoruz. Oblomov gibi geviş getiriyoruz hayallerle. Felsefe-

ci arkadaşı da istemiyorum. Bon pour l’Orient bir diploma

alıp gelmiştir. Fransızca da bilmez. İmtihana başkası girmiş,

diyorlar onun yerine. Hayır, demiyorlar. Ne olur Turgutçu-

ğum  Özben  bırak  artık  bunları.  Sen  adam  olmayacak  mı-

sın?  Olacağım:  birden  gerçeği  bütün  çıplaklığıyla  görece-

ğim.  Matematik  imtihanından  önce  de  böyle  olmuştum.

Asistan  soruları  yazdırdı.  Hiçbirini  bilmiyormuşum  gibi

geldi  bana.  Sanki  önceden  hiç  duymamışım.  Kâğıda  öyle

bakıyorum.  Nereden  başlayacağımı  bilmiyorum:  tereddüt-

ler içindeyim. Kimse de yardım etmiyor. Asistan başıma di-

kildi.  Benden  iki  satır  fazla  bilmenin  gururu  içinde.  Oysa

Gauss’un  yanında  benim  gibi  o  da  bir  hiç.  Farkında  değil.

“Ne  yapıyorsun?”  dedi.  “Düşünüyorum,”  dedim.  “Düşün-

mekte geç kaldın,” dedi. “Daha önce düşünecektin.” Soru-

lara bakıyorum: başım ağrıdan çatlıyor. Bugünkü gibi. Bir-

den gördüm. Gerçekten gördüm. Gauss’un sezişinin yanın-

da  milyonda  bir.  Ama  gene  de  seziş.  Matematiksel  seziş.

Tatlı bir duygudur: harfler, sayılar, direnmeyi bırakır. Elinin

altında onları istediğin yöne çevirirsin: direksiyon kursun-

daki  gibi.  İsteyiniz,  verilecek,  demiş.  Kimleri  kastediyor

acaba?  Tutunamayanları  mı?  Tutunamayanlar  sözüyle  tam

ne demek istedi? Her şeyi söylemekten gene korktu galiba.

Alay olsun diye yazdı. Alay da bir yerde bitiyor. Nerede bi-

tiyor? Kim bilebilir? Sezilebilir belki. Sezgi mi? Kalçalarını

hafifçe kaldırarak oturduğu yere yapışan pantalonunu san-

318



dalyeden ayırdı. Altında kısa bir süre bir hava akımı dolaştı.

Terli  parmaklarının  arasında  sigara  ıslanmış,  kâğıdı  dağıl-

mıştı.  Yeni  bir  sigara  yaktı.  Kendini  farketmenin  sevinci

kapladı  içini.  Ellerini,  bacaklarını,  sırtını,  yerinde  hissetti;

rahatladı. Var olduğunu duydu. Serinledi.

Hayatında ilk defa başka bir insan olma özlemini duydu.

Hiç bilmediği bir içkinin susuzluğu gibi bir duygu. Değişe-

bilmek.  Kendinin  bile  tanıyamayacağı  yeni  bir  varlık  ol-

mak. Bütün canlıların olanca güçleriyle karşı koydukları bir

değişim, bir başkalaşım. Korkutucu ve aynı zamanda çekici

bir  eğilim.  Hücreler  bütün  güçleriyle,  dış  etkenlere  karşı

koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı at-

maya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını ye-

nebileceğini  düşünmek,  insan  için  ne  kadar  zordu.  Değiş-

mek, kendine yabancılaşmak demekti. Dişimdeki küçük bir

oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şid-

detle  saldırıyor,  o  küçük  oyuğa  giremeyeceğini  bildiği  hal-

de,  bütün  yumuşaklığıyla  kendini  katı  duvarlara  vuruyor.

Barınamazsın o kovukta yabancı, diyor. Tükürük bezleri, o

küçük parçayı eritmek, boğmak için seller akıtıyor; dil, bir

yılan gibi tekrar saldırıyor, küçük bir gedik bulup dalmaya

çalışıyor.  Boğazım  yutkunuyor:  büyük  anaforlar  yaratıp

yutmak istiyor bu bilinçsiz küçük parçayı. Hepsi el birliğiy-

le uğraşıyorlar, kendilerini harap ediyorlar. Dilin ucu parça-

lanıyor, boğaz kuruyor. Amaç, canlının bütünlüğünü koru-

mak, değişmesini önlemek. Yeni olan her şeye isyan ediyor

vücut: dünyanın en rahat yatağında ilk yattığı gece uyuya-

mıyor. Beyin, vücudun o korkunç diktatörü de, tutucu bir

derebeyi  aslında.  Gene  de  vücut  kadar  geleneklerine  bağlı

değil. Bazen vücudu, yeni maceralara, bilinmeyen yaşantıla-

ra sürüklemek istiyor ve cahil hücrelerin kör başkaldırma-

sıyla  karşılaşıyor.  Emirlerini  dinlemiyorlar  yöneticinin:



319


ayaklanıyorlar. Vücudum isyan ediyor. Ellerine baktı: onla-

rı düşmanca gözlerle süzdü. Bir süre bakıştılar; sonra göz-

kapakları  da  karşı  tarafa  katıldı:  yavaş  yavaş  kapandılar.

Turgut silkindi, gözlerini açtı. Uyuşukluğunu üzerinden at-

mak için bir hareket yaptı: bir sigara daha yaktı.

“Kendimi  bırakmalıyım,”  diye  söylendi.  Direnmekten

vazgeçmeliyim. Yaşamalıyım ve görmeliyim. Bilmediğim bu

ülkeye yolculuktan korkmamalıyım. Kimsenin ilgilenmedi-

ği bu silik insanların dünyasına girmeliyim. Selim’in yolcu-

luğu yarıda kaldı, aklı da... Benim ne işim var onların ara-

sında? Olur mu Selim? Ben onları ne yapayım? Onlar beni

ne yapsınlar? Öyle deme Turgut. Seni görünce nasıl sevinir-

ler bilemezsin. Benden de selam söylersin. Kusura bakma-

yın  işi  çıktı  gelemedi  dersin.  Onlar  anlarlar.  Rüya  gibidir

Turgut:  aklınla  karşı  koymazsan  birdenbire  bir  kapının

önünde bulursun kendini. Hepsi kapının önüne birikmişler

seni  bekliyorlar.  Onlar  seni  istiyorlar  Selim:  tutunamayan-

lar prensini istiyorlar. Öyle anlatmadık mı kerhanede? Sen

anlattın  Turgut.  Kapının  önünde  fazla  durma,  hemen  içeri

gir  Turgutçuğum  Özben.  Onların  kahramanı  sensin.  Bir

kahraman  bekliyorlardı  yüz  yıllardır.  Kendileri  gibi  olma-

yan, gene de onları anlayan bir masal kahramanı. Gir içeri,

bekletme zavallıları canım kardeşim! Onlar, kendi mantık-

larıyla, senin gelişinin nedenlerini anlattılar sana. Dinledik-

çe hak vereceksin onlara. O kapının önüne sürüklenmenin

nasıl  kaçınılmaz  bir  kader  olduğunu  anlayacaksın.  İlk  şaş-

kınlığından utanacaksın. Rüyada da öyle değil midir? Bırak

kendini: rüyada yaşamaktan güzel ne var ki? Dilediğin in-

sanları  da  yanına  alırsın:  dairedeki,  mühendis  olmak  iste-

yen memur gibi. Maceranı yaşa canım kardeşim. Bütün acı-

larını,  senin  gibi  kahraman  bir  savaşçıya  anlatmak  istiyor-

lar. Birbirlerine anlatacak sözleri kalmamıştı. Seni milletve-

kili  seçtiler  oybirliğiyle.  Onları  temsil  etme  yetkisini  aldın

320



artık. Düşün, önüne ne fırsat çıkıyor: istediğin kadar oyna-

yabilirsin  artık.  Çekinmeden  istediğini  söyleyebilirsin.  Her

şey,  nasıl  isterseniz  öyle  olur.  Zaman  kavramını  silersiniz:

istediğiniz çağdaki insanlarla birlikte yaşarsınız. Kimse ka-

pıdan  çevirmez  sizleri.  Bütün  olumsuzlukları  kaldırırsınız

ortadan. Bütün maceraların sonunu istediğiniz gibi bitirirsi-

niz.  Kimse  engel  olmaz  size.  İsterseniz  dünya  nimetlerini

tadarsınız  sonuna  kadar,  isterseniz  manastıra  çekilirsiniz

hep birlikte, kadınlı erkekli. İsterseniz ikisini de birlikte ya-

şarsınız.  Bir  yandan  en  güzel  şarapları  yaparsınız  dağlarda

keşişler  gibi;  bir  yandan  şehirlere  götürüp  içersiniz,  o  şa-

rapları  en  karanlık  meyhanelerde,  Dostoyevski’yle  birlikte.

Çocuklarınız doğar kadınlar yorulmadan; karınlarında taşı-

madan doğururlar onları. Kanunlar çıkarırsınız benim açık-

lamalarımda olduğu gibi: herkesi her şey yaparsınız kimse-

ye danışmadan ve anayasaya uygunluğuna bakmadan: zor-

lamadan uyulacak kanunlar yaparsınız. Dairedeki memuru

mühendis yaparsınız. İçinizde hiçbir acılık birikmez. Ne bı-

rakılmış olmanın, ne anlaşılmamanın, ne yaşamamanın, ne

de baştan yaşayamamanın acısı düzeninizi bozmaz. Düşün-

meden kapılırsınız olaylara. Sonu ne olacak diye korkmaz-

sınız. Sonu yoktur ki...Sonu gelmez şövalye romanları gibi-

dir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur

girip saklanacak. Ne gördün bütün kapıların birer birer ka-

pandığı  bu  dünyada?  Hangi  kusurunu  düzeltmene  fırsat

verdiler?  Son  durağa  gelmeden  yolculuğun  bitmek  üzere

olduğunu  haber  verdiler  mi  sana?  Birdenbire:  “Buraya  ka-

dar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istas-

yonlara;  pencereden  görünen  hiçbir  ağacı,  hiçbir  gökyüzü

parçasını  kaçırmazdın.  Bütün  sularda  gölgeni  seyrederdin.

Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin

bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eski-

diğini ve eskittiğini söylemiştik. Sevginin ölümünü her pa-

321



zar çanlar çalarak ilan etmiştik. İşte onların kanunları böy-

le.  Bizimkilere  benzeyebilir  mi  hiç?  Şehrin  duvarlarına  sı-

rayla  üç  kere  ilan  asıyorlar:  sevginize  dikkat!  Dördüncüde

ilan ve sevgiyi kaldırıveriyorlar. Onlarla başa çıkılmaz Tur-

gut. Ben çıkabildim mi? Bilincin uyarmasın seni. Dikkat et

Turgutçuğum,  bu  güzel  hayalleri,  şekilleri  kaybetmesin  bi-

lincin. Kurtar kendini onun baskısından. Rüyadan gerçeğe

geçmenin  acılarını  yaşama.  Ne  olur  Turgut  uyanma  sakın.

Ne olur uyanma... ne olur... ne olur... silme...

Burnuna  konan  bir  sinek  uyandırdı  Turgut’u.  Çevresine

baktı: nerede olduğunu hatırlayamadı. Sabah mıydı? Masa-

ları gördü. Gözlerini kapadı. Nerede olduğunu buldu önce.

Saatine baktı: güneş var ve üç buçuk. Öğleden sonra olmalı.

Uyandım Selim. Kendimle biraz yalnız kalmalıyım. Kendi-

mi karşıma alıp öğüt vermeliyim. Bilmediğim bir maceraya

atılıyorum çünkü. Kuvvetlerimi gözden geçirmeliyim. Elle-

rini inceledi, parmaklarını oynatarak: eller hünerlidir. Yum-

ruğunu sıktı: kuvvetli eller. Başarır mıyız dersin Olric? Kol-

larını,  sandalyenin  iki  yanına  dayayarak  gerindi.  “Daha

vaktim var, daha vaktim var,” diye söylendi. Vaktim de var,

içim  de  var.  Bütün  kuvvetimle  mi  atılacağım  maceraya?

Onu  bile  korumayacak  mıyım?  Onu,  o  “şey”i?  Kimsenin

bilmediği bir parça: tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bil-

diği “şey”. Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut’u

hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine

saklamıştı. Değerini yalnız Turgut’un bildiği bir “şey”. Baş-

kaları da birçok şeyler saklarlar insanlardan: gene de bir şey

kalmaz kendilerine. Bu “şey” öyle değildi. Anlatılsaydı de-

ğeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı. Bu “şey”i birine

verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlat-

sa, “onun” kendine güven verdiğini söylese, merak ederler

belki.  Fakat  görünce  bir  “şey”e  benzetemezler  muhakkak.



322


Bu muydu, derler o “şey”. Verdiğiyle kalır insan. Ezer, bu-

ruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takar-

lar bu “şey”e. Tarifler, benzetmeler... Ben ne dediğimi bili-

yorum.  Benim,  Turgut  Özben’in  özbenliği.  Kelime  oyunu

yapıyorum, oyuna getiriyorum. Kendimi ele vermiyorum.

Evlendiği  gece  de  onu  kendine  sakladı.  Nermin’e  anlat-

mak  zordu.  Anlatılabilecek  gibi  başlamamıştı  ilişkileri.  Se-

lim,  kadın  olsaydı  belki  anlardı.  Gerçekten  neden  Selim’e

anlatmadım acaba? Alay eder diye korkmuşumdur. Çok er-

ken  gittin  rahmetli.  Şimdi  kime  anlatacağız?  Nermin’e  ne-

den anlatmadım? Bu öyle bir “şey”dir ki kıskanır bazı olay-

ları. Evlenmeni kıskanır. Belli etmez tabii. Başından geçen-

leri  başkalarına  anlatmanı  da  kıskanır.  Akşam,  evine  yor-

gun dönersin. Karına anlatacağın bir sürü olay birikmiştir;

içinde  birtakım  duygular  gelişmiştir.  Anlatmaya  başlarsın.

Birden, içinde bir duraklama duyarsın. “Şey” engel olur sa-

na:  söyleme  onu,  der.  Her  “şey”i  anlatma.  Belki  sözlerinin

arasında,  farkında  olmadan  beni  ele  verirsin.  Belki  anlar:

insan bu, bilinmez. Sen gene dikkat et; her “şey”i ayrıntılı

anlatma  o  kadar.  Bütün  “şey”  ayrıntılarda  değil  midir  za-

ten? Ayrıntılarda ele vermez mi insan kendini? Başkalarına

anlatamadıklarınla  beslenir,  varlığını  sürdürür  herhalde.

Başkalarından saklandıklarınla gelişir. Fakat, her zaman gü-

venebilirsin ona. Yalnız kaldığın, yalnız ve çaresiz bırakıldı-

ğın zaman, karşındakine her şeyini verdiğini ve tükendiğini

sandığın  zaman  (karşındaki  her  şeyini  alıp  kaçmışsa)  he-

men  yardıma  gelir:  biraz  daha  dayan,  merak  etme  ben  ya-

nındayım,  der.  Üzülme,  der;  her  şeyini  kaybetmedin:  ben

varım. Belli etme zayıflığını; bunu da atlatırız.

Ayrıca,  kimsenin  istediği  yoktur  bu  “şey”i.  Nermin  bile

farkında değil ona vermediğim “şey”in. Herkes gibi, kendi

istekleriyle  ilgili,  benim  vermek  istediklerim  o  kadar

önemli değil. Her şey iyi gittiği sürece, bunun önemi yok...

323



iyi  gittiği  sürece...  Garip  işler  dönüyor  Olric:  karışık  işler.

Görünüşte  olağanüstü  bir  durum  yok.  Ben  Nermin’i  sevi-

yorum. Nermin de beni seviyor. Bu durum gün gibi aydın-

lık; karanlıkta kalan yalnız o “şey”. Sessizce duruyor orada,

olaylara  karışmadan.  Nermin,  diyorsun;  peki,  diyor.  Peki,

bildiğin  gibi  yap.  Bana  dokunma  da.  Aslında  kötü  bir

“şey”:  duygusuz,  acımasız.  Benim  dışımda  hiçbir  varlık

onu ilgilendirmiyor. Onu seviyorum, diyorsun: boyun eği-

yor.  Ya  da  öyleymiş  gibi  yapıyor.  Sevemiyorum,  diyorsun:

aynı katılık. Birden ürperdi. Sevmiyorum... bunu söyleme-

ye  hakkım  yok.  Bunu  söyleyemem.  İşleri  karıştırmış  olu-

rum. Söküp atmalıyım bu duyguyu içimden. Doğru da de-

ğil.  Anlatamadığım  bir  “şey”  yüzünden  kimseyi  suçlaya-

mam. İçimdeki düzenle ilgiliydi huzursuzluğum. Dışımda-

ki düzenle bir ilgisi yok. Nermin’e dış düzen mi diyorsun?

Susun!


Ertesi gün karısını gördüğü zaman, bu duyguların etkisi

altındaydı.



11

Anahtarıyla kapıyı açtığı sırada karısı, sabahlıkla salonsala-

manjede dolaşıyordu. Koştu, Turgut’a sarıldı: “Çabuk dön-

dün,” dedi. Turgut’u beklemediği bir anda görmenin sevin-

cini  gizlemek  için,  masanın  ortasındaki  küçük  örtüyü,  va-

zoyu  düzeltmeye  başladı.  “Sana  kahvaltı  hazırlayayım.”

“Teşekkür ederim. Vagon-restoranda kahvaltı ettim.” Sonra

özür  dilemek  ister  gibi  hemen  ekledi;  “Önemli  meseleler

halletmiş  işadamları  olarak  vagon-restoranda  kahvaltı  et-

tik.  Beni  de  onlardan  sandılar.”  Nermin,  sabahlıkla  daha

fazla ortada görünmemek için yatak odasına giyinmeye git-

ti. Beni görünce sevindi. Hiçbir şeyi farketmedi. Çünkü hiç-



324


bir şey değişmedi. Değişseydi anlardı. Ben yanıldım. Masa-

nın ortasına küçük örtü koymanın ne anlamı var? Orta hal-

li bir aile oluyoruz. Ne demek sehpa örtüsü, masa örtüsü?

Çeyizinde varmış, ne yapsın?

Nermin, yarı giyinmiş, yarı boyanmış, yarı taranmış, ko-

ridorun  başında  göründü:  “İşler  nasıl  gitti?”  Huylarıma

saygısı  vardır:  bekletilmeyi  sevmediğimi  bilir.  Giyinirken,

arada bir görünür. “İyi,” dedi. Eksik bir karşılık. Bazen, ek-

sik karşılıklar da fazlaları kadar tehlikelidir. Az konuşmak-

la da “şey”e ihanet edebilirsin. “Keyfin yerinde, değil mi?”

Bu soruya hemen karşılık vermemeliyim hiç olmazsa. Seh-

padan  bir  biblo  aldı,  onunla  oynayarak:  “Yerinde,”  dedi.

“İşi  bitirdim.  Müthiştim.”  Gözlerini  Nermin’in  üzerinde

dolaştırdı, gülümsedi: “Yalnız, çok sıcaktı. Gece de yataklı

vagonda  uyuyamadım.”  “Hayret.  Sen,  her  zaman  uyursun

trende.”  Olmaz,  konuşamayacağım;  ağzımı  açmayacağım.

Ben sana ayrıntılara girme demedim mi? Ayağa kalktı: “Ya-

zıhaneye gitmeliyim, işler birikmiştir.” Karısını öptü, kapı-

ya yürüdü.

İnsanın kendi işyeri başkadır. Ne daireye benzer, ne eve.

Ortalıkta daimi bir kargaşalık vardır. Sigara tablaları hemen

kirlenir, masaların üstü bir günde tozlanır; fakat, bir canlı-

lık göze çarpar eşyada. Evlerdeki, kapısı kapalı duran, mi-

safir  odalarının  ölülüğü  yoktur;  yazıhanede  her  şey  yaşar

bütün hızıyla. Mobilya zevksizdir, kabadır, çeşitlidir. Farklı

zamanlarda alındığı için birbirini tutmaz; bir uyuşma yok-

tur aralarında. Çelik bir masanın arkasında, kocaman, eski

bir maroken koltuk durur; oymalı, küçük bir sehpanın üs-

tüne, sehpa büyüklüğünde modern seramik bir vazo konul-

muştur. Sigara tablaları, başka başka şirketlerin reklam he-

diyesidir.  Bir  odaya  muşamba  döşenmiştir;  bir  odada  cilalı

ahşap döşemenin üstüne ne renk olduğu belirsiz bir halı se-



325


rilmiştir. Koridorda, ahşap ve ayaklı bir portmantonun ya-

nındaki  duvara  çelik  askılar  takılmıştır.  Sandalyeler,  olur

olmaz yerlere serpiştirilmiştir; ama hepsi de işe yaramanın

rahatlığı  içinde  utanmazlar  hallerinden.  Evde  duyulan,  or-

talığı  kirletme  tedirginliği  yoktur.  Kimse  sizi  uyarmaz.  En

kirli  dairelerde  bile  rastlanan  titiz  bir  memurun,  bir  hade-

menin  rahatsız  edici  bakışlarından  insan  burada  uzaktır.

Hademe-memur  çekişmesine  benzer  bir  sıkıntı  da  yoktur.

Hademe  senindir:  istediğin  yere  yollarsın.  Memurunu  bile

sigara almaya gönderirsin gereğinde. Sehpanın üstüne siga-

ranın  küllerini  silkelersin.  Masanın  üstüne  ayağını  dayar-

sın: tabii patron dışardayken.

Öğleye  kadar  durmadan  çalıştı.  Bir  sürü  telefon  etti;  bir

sürü telefona cevap verdi. Patron geldiği zaman, yolculuğu-

nu kısaca anlattı: yazıyı çıkarmanın başarısını biraz büyüt-

tü,  masraflarını  biraz  kabarık  gösterdi.  Metin’le  geçirdiği

geceyi kendine biraz ucuza getirdi. Dairede olanları anlatır-

ken  patronu  biraz  güldürdü.  Kendinden  aşağı  derecede

olanlara da babacan bir tavır takındı: iş için gelen taşeronla-

rının sırtlarına vurdu. Herkesin tam, neşeli ve canlı dediği

cinsten  bir  işadamı  gibi  davrandı.  Muhasebeciyle  satın  al-

mayı düşündüğü arabayı ne gün göreceklerini kararlaştırdı-

lar. Kısa bir süreye, yarım güne, bu kadar işi sığdırmak ne

kadar ümit vericiydi. Yarım günde bunları yapan bir insan,

bir günde, bir ayda neler yapmaz. Geçmiş günlere, boşuna

harcanan zamanlara acıdı. Böyle çalışmaya bir yıl önce beş

yıl  önce  başlasaydı,  şimdi  nerelere  varmıştı.  Herkese  iltifat

etti;  sigara  almaya  gönderdiği  adama  bile,  âdeti  olmadığı

halde, bahşiş verdi. Karısı telefon etti: Aysel gelmiş de, so-

kağa  çıkacaklarmış  da,  telefonla  ararsa  bulamaz  diye;  ora-

dan da belki annesine gidermiş, istediği bir şey var mıymış.

Onunla  şakalaştı,  telefondan  öptü.  Yemek  vaktinin  nasıl

geldiğini anlamadı.

326



Yemek için dışarı çıkmadı: meşgul işadamları gibi yazıha-

neye hafif bir yiyecek aldırdı. Masanın üstünde yedi. Yeme-

ğini bitirdiği zaman, yazıhanede kimse kalmamıştı. Ayakla-

rını masanın üstüne uzattı, bir sigara yaktı: artık dinlenebi-

lirdi.

Gözleri  kapanıyordu;  o  ayranı  içmemeliydim,  diye  dü-



şündü. Uyuklamaya başladı: sigarayı tablaya bıraktı. Bir iki

dakika içinde uyuyakaldı. Bir de rüya gördü.

Selim’le birlikte yolda yürüyorlardı. Selim ölmemişti, bir

yanlış anlaşılma olmuştu. Uyandığı zaman bu yanlışlığın ne

olduğunu hatırlayamadı. Selim’in koluna girmişti. Onu sağ

gördüğüne seviniyordu. İşte ölmemiş, diyordu kendi kendi-

ne.  Yanımda  yürüyor.  Açıkça  görüyorum.  Rüya  olamaz.

Hepsini biliyorum, diyordu Selim’e. Ölmediği iyi oldu, diye

düşünüyordu. Konuşacak çok söz birikmişti. Bütün olanla-

rı da yeni baştan konuşabiliriz. Ne kadar canlı yürüyor, hiç

ölmüş  olabilir  mi?  Selim,  neden  ölmediğini  anlatıyordu.

Turgut da ona hak veriyordu: nasıl düşünemedim bunları?

Oysa durum ne kadar açık. Herkese anlatacağım, şaşıracak-

lar. Selim’in ölmemiş olmasına hemen alıştı. Onun hakkın-

da  herkesle  nasıl  konuştuğunu  anlatıyordu.  Boşuna  uğraş-

mışım, diyordu. İkisi de gülüyordu. Tıpkı sağlığındaki gibi

gülüyordu  Selim:  biraz  utangaç,  biraz  şımarık.  Hafifçe  za-

yıflamıştı. O kadar olacak, diye düşündü. Her zaman karı-

şık  duran  sık  siyah  saçlarını  taramış,  tıraş  olmuştu.  Yüzü

parlıyordu. Hayır, bu kadar belirli rüya olamazdı. İri siyah

gözlerine  varıncaya  kadar  bütün  ayrıntılarıyla  görüyordu

onu.  Her  zamanki  gibi  kambur  durmuyordu.  Giyinişine

özenmişti.  Canlı  bir  duruşu  vardı.  Üniversiteden  bahsedi-

yordu: daha fakülteyi bitirmemişlerdi. İki imtihan kaldı, di-

yordu.  Onları  da  vereyim:  sonra  bol  bol  konuşuruz.  Nasıl

olur? diyordu Turgut; biz diplomayı almadık mı? Almışlar-

dı,  biliyordu:  ama  bir  eksiklik  olmuştu.  Son  dakikada  bir

327



aksilik  çıkmıştı.  Turgut,  uyandıktan  sonra  bu  aksiliğin  de

ne olduğunu hatırlayamadı. Rüyada, Selim’e hak verdi. Ha-

yır rüya değildi. Her zamanki gibi ellerini kollarını sallaya-

rak konuşuyordu. Sözlerinin arasında duruyor, Turgut’a ba-

kıyordu,  gülüyordu.  Sonra...  hareketleri  yavaşladı,  olduğu

yerde durdu. Turgut kuşkulandı. Gözlerini iyice açarak onu

görmeye çalıştı. Selim’in görüntüsü yavaş yavaş soluyordu.

Selim  kayboluyordu.  Olmaz,  diye  haykırmak  istedi,  sesi

çıkmadı.  İçine  bir  gariplik  çöktü.  Rüya  değil,  rüya  değil

derken uyandı.

Gözlerini açtıktan sonra da bir süre rüyayı kafasında ya-

şadı:  gerçeği  hemen  kabul  edemiyordu.  Gördüğü  rüyaya

hayalinden  eklemeler  yaptı:  aklının  gözlerinde  sürdürdü

rüyayı. Sonra, görüntüler bütünüyle silindi: yerini, bir rüya

boyunca  unuttuğu  düşüncelere,  meselelere  bıraktı.  Uyan-

manın  sersemliğinden  yararlanan  kuruntular,  daha  büyük

bir şiddetle saldırdılar. Uzandığı koltuktan doğruldu, ayağa

kalktı.  Kendime  gelmeliyim,  onlarla  savaşmalıyım.  Pence-

renin yanına gitti, alnını cama dayadı. Bir süre öylece kaldı.

Sonra aşağıya baktı: caddede insanlar, karıncalar gibi, telaş-

la birbirlerine çarparak oraya buraya gidiyorlardı. Yüzlerce

insan, binlerce insan... çoğu ne kadar önemsiz, ne kadar si-

lik. İçlerinden biri Selim olamaz mıydı? Milyonların içinde

sadece bir Selim. Bu tabiat kanunları ne kadar insafsız, diye

düşündü. Kime zararı dokunur bunun? Hepsinin eli, ayağı,

başı var... Selim gibi. Ne olur bu kadar el, ayak, baş bir ara-

ya gelse de sadece bir tanecik Selim çıkarsalar aralarından;

ne olur bir tane Selim olsa. Elimi sallar çağırırım: koca bu-

dala, derim, nereye gidiyorsun gene dalgın dalgın? Olmaz,

olamaz!  Yok  olamaz  insan.  Hareketleri,  gülüşü,  birlikte

yaptıklarımız:  nereye  gitti  hepsi?  Lavoisier  Kanunu  var:

hiçbir  şey  yok  olamaz  durup  dururken.  Kanun,  adamdan

hesap  sorar;  nereye  gitti,  diye.  Pencereyi  açtı,  aşağı  sarktı.

328



Başka  kanunlar  da  var  diyorlar.  Lavoisier  Kanununda  top-

lam  ağırlık  sabit  kalırmış.  Peki  Selimlik?  Onu  nasıl  tarta-

caksınız? Neden kimse üzerine almıyor bu özelliği? O hal-

de haksızsınız. Bu kadar insan bir araya gelip bir Selim ola-

mıyorsunuz.  Gülümsedi.  İnsanlar,  insanlar...  onu  da  gör-

dük. Pencereyi kapattı.

Masanın yanına geldi, oturdu. Cebinden not defterini çı-

kardı.  Masanın  kenarına  dayadı.  Program  yapmalıyım,  bu

işi sonuçlandırmalıyım. Nereden başlamalı? İşlerim ve evim

ne kadar vaktimi alıyor? Kimsenin, ne yaptığımı anlayama-

yacağı bir zaman kalmalı bana. Sonra şüphelenirler. Bu sü-

reyi kesin olarak bilmeliyim. Defterin yapraklarını karıştır-

dı:  ne  aptalca  notlar  tutmuşum.  Beni  değerlendirmek  için

bu deftere başvursalar... bugün çarşamba: gitti sayılır. Hayır,

gitmedi. Direksiyon kursuna yalnız giderim, oradan da... ne

yapacağımı  da  bilmiyorum  ya.  Hayır,  şantiyeye  gittiğim

günler  sıkı  çalışırım;  erkenden...  Patron  bir  yolculuğa  çık-

sa.. gerisi kolay.. karım da duyarsa patronun gittiğini... du-

yar da... Vay canına! Demek benim özel bir işim olsa... de-

mek her taraftan kuşatmışlar beni. Demek her an izliyorlar

beni. Her yaptığımı biliyorlar. Karşılarına alıyorlar: dün saat

ikiden dörde kadar neredeydiniz? Ne hakla bana karışıyor-

sunuz? Bir işim vardı. Ne işiniz vardı? Canım ne biçim so-

rular  bunlar?  Canım  sıkılıyordu,  sinemaya  gittim.  Neden

yalnız gittiniz? Gece karınızla birlikte gidebilirdiniz: her za-

manki gibi. Hangi filmi gördünüz? Anlatın. Demek bu du-

ruma geldin. Neden canınız sıkılıyor, evde mutlu değil mi-

siniz? Bununla ilgisi yok diyorum size. Evinde mutlu olma-

yan insanın belirli tepkileri olur. Bunlar sizde görülmüyor.

Ayrıca, bu hastalığın da tedavi metotları vardır. Bir değişik-

lik gerekiyor. Karınızla birlikte bir yolculuğa çıkın. Bu yol-

culuk  için  de  hafta  sonları  var,  bayram  tatilleri  var:  onları

kullanın. Ben yolculuk filan istemiyorum. Ne olur bana, sa-

329



dece zaman verin. Özür dileriz: işte bu imkânsız. Boş vakti

olan insanların tehlikeli durumlara... Defteri hırsla karıştır-

dı: akşam eve giderken pasta ve kurabiye, Mehmetler gele-

cek. Defteri kapattı. Ben hepinizden akıllıyım: bu işin üste-

sinden geleceğim. Sizi bir daha bu durumda, defter karıştı-

rıp boş vakit ararken görmeyeceğimizi ümit ediyoruz. Ora-

da kimse olmadığı için, durumunuz bir dereceye kadar ba-

ğışlanabilir. Siz de bu durumda görünmek istemezsiniz her-

halde.

Sonra, günlerce, hayatın akışına kapıldı. Önemsiz gördü-



ğü günlük olayları tekrar yaşadı. Selim’i düşünmeden gün-

ler geçti. Yatakta karısının sıcaklığıyla, gecelerce uyudu. Yı-

kandı... tıraş oldu... tekrar kirlendi. Yeni bir paket jilet aldı.

Evde bir kaç kere “umumi temizlik” yapıldı. Dostlarıyla ge-

celer yaşadı: Selim’in tanımadığı dostlarla, aile ve iş çevresi-

nin  arkadaşlarıyla.  Birbirlerine  benzeyen  günler,  yaşarken

nasıl geçtiği anlaşılmayan günler, tarih düşürülmesi imkân-

sız  günler.  Günler  birbirini  kovaladı.  Pazartesi  oldu,  sonra

pazar, sonra gene pazartesi, Sonra gene pazar oldu. Yakala-

maya, yetişmeye imkân yoktu; sonra gene pazar oldu. Geç

kalkıldı.  Kahvaltı,  büyük  kahvaltı,  geç  yapıldı.  Pazar  gaze-

teleri okundu, bilmeceler çözüldü: geçen hafta çözülen ay-

nı bilmeceler. Evde yemek verildi, başka evlere yemeğe gi-

dildi. İlk bakışta sizin evinize benzemeyen, aslında birbiri-

ne benzeyen evlerde yemekler yendi. Son yemeği bizde mi

vermiştik,  yoksa  Kayalara  mı  gitmiştik?  Yoksa  Mehmetler

miydi? Ne önemi var? Hep aynı evde yiyoruz, hep aynı te-

laşla  aynı  hazırlık,  aynı  kravatı  taktım,  bütün  beyaz  göm-

leklerim birbirine benziyor. Pantalonum aynı yerden buru-

şuyor.  Yemeği  ben  mi  Kaya’nın  üstüne  dökmüştüm,  Kaya

mı benim üstüme dökmüştü, yoksa Kaya, kendi üstüne mi

dökmüştü? Hayır, ben üstüme dökmüştüm. Ne önemi var?



330


Biri yemek döktü ve birinin üstüne döküldü. Ben Kaya’yım,

Kaya  da  Mehmet’tir.  Turgut,  Kaya,  Mehmet,  bir  arada  ol-

duktan  sonra...  bir  görüntünün  üç  aynada  yansıması  gibi

bir olay. Mehmet’in karısı, bana Turgut diyeceğine Kaya de-

di. Ağzından öyle çıktı. İsimler, birbirinden farklı yaratıkla-

rı ayırt etmek içindir; bizleri değil. Biz aynı türün örnekleri-

yiz.  Kayamehmetturgutgillerdeniz.  Yaa!  Ön  ayaklarımızla

yemek yeriz, duyargalarımız başımızın iki tarafındadır, arka

ayaklarımızla yürürüz. İkideliklilerin gecelerinihepbirlikte-

geçirengiller  familyasındanız.  Dişilerimiz  yuvayı  yapar,  er-

keklerimiz  yiyecek  taşır,  leylekler  de  yavrularımızı  getirir.

Yazın da göçmen kuşlar gibi sayfiyeye taşınırız. Yalnız başı-

mızda ve oramızda kıl vardır.

Zaman, baş döndürücü bir hızla geçiyor. Ayakta durması-

nı bilmeyenleri yıkıyordu. Onlar, bir bakıma birbirlerine tu-

tunduklarından,  düşmediler,  Turgut’un  neler  yapabilirdim,

dediği  süreler  geçti.  Patron  yolculuğa  çıktı:  Turgut  hiçbir

şey yapmadı. Huzur bozucu hayaller, yavaş yavaş silinmeye

başladı; isimler unutuldu. Süleyman Kargı’nın, Metin’in gö-

rüntüleri  kaybolur  gibi  oldu.  Bir  gün,  Süleyman  Kargı’nın

adını, saatlerce uğraştığı halde hatırlayamadı. Yüzünün biçi-

miyse  çoktan  hatırından  çıkmıştı.  Belirsiz  bir  rahatsızlık

duygusu  içinde  yüzdüğünü  seziyordu:  silik  bir  huzursuz-

luk.  Bazen,  bir  filmi  seyrederken,  gazetede  bir  havadisi

okurken,  birden  ürperiyor,  gözleri  dalıyordu.  Daha  çok,

üzücü bir haber, acınacak bir insan gördüğü zaman bu duy-

gular canlanıyordu. Sonra, sarsılan hafıza düzeliyor, yumu-

şak  ve  tek  düzenli  görüntülerle  beslenerek  sakinleşiyordu.

Patron gene yolculuğa çıktı: Turgut aynı düzeni gene yaşadı.

Patron döndü: gevşek bir vicdan azabıyla geçen günlere acı-

dı. Sivri köşelerin yontulduğu, insanın hiçbir yerini acıtma-

yan bir yaşantıydı bu. Direksiyon kursunu bitirdi: bir kere-

de ehliyeti aldı. Nermin gibi altı kere imtihana girerek değil.

331



Çevresinde, kolayca hükmedebileceği bir topluluk yarat-

mıştı.  Hiçbir  konuda  onunla  yarışamayacak  bir  kalabalık.

Yapamadıklarının hırsını çıkarmak için kolayca yüklenebi-

leceği  bir  kütle.  Topluluğun  yıldızı,  toplantıların  vazgeçil-

mez insanı oldu. Delicesine araba sürmek onda, briçte ka-

zanmak onda. Bir köşeye çekilip suratını astığı zaman, ka-

dınlar  çevresini  sarıyor,  Selim’i  ve  onun  karanlık  ortamını

hatırlamasıyla  içine  düşer  gibi  olduğu  çukurdan  onu  bir

çırpıda çıkarıyorlardı. Turgut bile anlamıyordu bu kısa dü-

şüşlerin  rahatsızlığını.  Gerçekten  düştüm  mü,  yoksa  bana

mı  öyle  geldi?  Belki  rüyada  gördüm.  Herkes  onun  korku-

sundan titriyordu. Bir tartışmada, o konuşmadan önce, bir

düşüncesini  söylemek  cesaretini  bulan  kimse,  göz  ucuyla

ona  bakıyordu:  acaba  söylediklerimi  uygun  bulacak  mı?

Acaba söylediklerim ona göre mi? Elinin tersiyle yıkıyordu

bütün çabaları. Hiç tatmin olmuyordu: yemekleri beğenmi-

yor, filmlerle alay ediyor, okudukları kitapları küçümsüyor.

Fakat ne zararı var? Turgut da onlardan biri değil mi? Onla-

rın hayatını yaşamıyor mu? Şimşekler yağdırıyor, fırtınalar

estiriyordu; onlara okşar gibi geliyordu.

İçimizden  biri,  bizim  cinsten,  yumuşakçalardan.  Yumu-

şakçalardan  ve  aynı  zamanda  kabuğu  en  sert  olanlardan.

Azarlayışlarında bir babacanlık var: hemcinslerine anlayışlı

bir hiddet gösteriyor. Bana dün bir saldırdı sormayın: oku-

duklarımı bir beğenmeyişi vardı, şaşkınlıktan duyargalarım

birbirine girdi. O da bir şey mi? Geçen gün, salona yeni al-

dığım  koltuk  takımını  öyle  bir  yerin  dibine  batırdı  ki,  ka-

buğuma  öyle  bir  tekme  attı  ki;  kırılacak  sandım.  Bereket

sağlammış.  Aman  ne  güzel.  Aman  ne  heyecan  verici.  Sizi

de kötüledi mi? Herkes, başsümüklüböceğin nutkunu coş-

kunlukla alkışlarken, “Sümüklüböcek Postası” için yazdığı

o enfes makaleyi göklere çıkarırken, o aldı ayağının altına:

şöyle  ezdi.  Aman  ne  heyecan  verici,  aman  ne  güzel.  Öyle

332



bir yerinden tuttu ki, orasından tutulan hiçbir sümüklübö-

cek  kendini  kurtaramaz.  Aman  ne  heyecanlı.  Hiç  aklıma

gelmezdi.  Aman  ne  ilginç.  Hangisi  ilginç?  Başsümüklübö-

ceğin makalesi mi, Turgut’un onu tutuşu mu? İkisi de, ikisi

de.  Ne  dedi,  ne  dedi?  Gidip  hemen  bir  kenara  yazayım.

Sonra unuturum. Hafızamla öyle alay ediyor ki başkası be-

nim yerimde olsa bu kadarına dayanamaz artık. Galiba, içi-

nizde  en  dayanıklısı  benim.  Sümüklüahmetkayaböcektur-

gutgillerin böyle bir temsilci çıkarması ne kadar gurur veri-

ci değil mi? Canımıza okuyor. Başka sürüngenlere bakıyo-

rum da, onların familyasında Turgut gibisini göremiyorum.

Çok  talihliyiz.  Orkestra  şefi  gibi  yüksek  bir  yere  çıkıyor:

sen  sus,  sen  konuş,  diyor.  Bana  en  son,  bir  kitap  verdi;

okudum,  hiçbir  şey  anlamadım.  Bu  akşam  sorar  muhak-

kak.  Ne  yapacağımı  bilemiyorum.  Dün  gece  gördüğümüz

filmden bahsedecek diye benim de ödüm kopuyor. Rejisör,

diyor. Hele iki gece önce, gene böyle sinemadan bahseder-

ken, “jenerik” dedi; korkudan yerimden sıçramışım. Aman

ne  korkunç!  Ne  zaman  öğrenmiş  bütün  bunları?  Bilinmi-

yor. Bilgisinin, kudretinin sınırlarını çizmek imkânsız. Biz-

lerin  yaptığı  gibi  dar  bir  açıdan  bakmıyormuş  meselelere.

Geniş  açı  diyor.  Mühendis  olduğu  için  geometriyi  iyi  bili-

yor tabii. Tabiî. Haydi bana müsaade: bu akşam bizde top-

lanıyoruz. Dilpeynirini çok severmiş: almak için Balıkpaza-

rı’na ineceğim.

Altı parke cilalanması geçti. Yok, o kadar değildi. İki, yı-

kama-yağlama olacak. Daha fazla, daha fazla. En az dört sa-

lonşeklinideğiştirme  oldu.  Durun  bakayım:  bir  hesap  ede-

yim. Bir katsatınalma, altı evdeğiştirme eder. Ayrıca, iki ya-

takodası-çalışmaodası  değiştirmesi  daha  var.  Evet,  tam  üç

perdeyıkama ediyor. Çok iyi hatırlıyorum, başladığı zaman,

perdeleri yeni almıştım. Alışılmış zaman ölçüleriyle hesap-

lanması  güç  bir  süre.  Ben  o  zaman  koltukları,  pencerenin

333



yanına koymuştum. İnsanın aklında kalmıyor ki: eşya akıp

geçiyor. O zamanlar daha debriyaj kaçırmıyordu. Hey gidi

günler! Parkelerde en küçük bir çizik yoktu. Yaşlanıyoruz:

eşyalar eskiyor. Demek dört hizmetçikaçması oldu ha! An-

lamıyorum. Bir gün gelecek, parkeleri bile değiştirmek zo-

runda  kalacağız.  Belki  bu  kattan  çıkmış  oluruz  o  zaman.

Yeni  bir  kat  alırız.  Kat  kat  olun  inşallah!  Ne  yerinde  bir

söz. On iki buakşambizdetoplanalım oluyor, böyle bir espri

yapmamıştı. Zaman ne çabuk geçiyor. Bizim bebeğin boyu-

nu ölçtüğümüz duvara üç yeni çizgi çizdik o günden beri.

Turgut, yemek örtüsüne yedi kere şarap döktü. Şarap lekesi

de  çıkmıyor  biliyorsunuz.  Ama  zamanla  soluklaşıyor,  sili-

nir  gibi  oluyor:  hafıza  gibi.  Yıkandıkça  çıkıyor.  Ben  şöyle

yapıyorum: her lekenin üstüne bir tuzluk, bir biberlik, bir

hardal  şişesi,  bir  ketçap  şişesi,  bir  mayonez  kâsesi,  bir  li-

mon suyu kadehi, bir ekşi krema tabağı koyuyorum. Hiçbir

şey  belli  olmuyor.  Peki,  ya  bunlardan  birini  aldıkları  za-

man?  Yenisini  koyuyorum  kimse  farketmeden.  Yedek  tuz-

luklar, biberlikler bulunduruyorum. Eskiye ait hiçbir leke,

masa örtüsünün üstünde kalmıyor. Bir de çamaşır suyunu

deneyin.

Yüzünüz  yabancı  gelmiyor,  sizi  bir  yerden  tanıyorum.

Dağda beraber değil miydik? Dağda mı? Dağa iki yıldır çık-

mıyorum,  olamaz.  O  halde  Termos’ta  görüşmüş  olmalıyız.

Ben her yıl oradaki içmelere giderim. Sanmıyorum: ben ge-

çen  yıl  Nefes  harabelerindeydim.  Karım,  kimsenin  bize

bakmadığı sırada, ne güzel taşlar toplamıştı. Bakın: bir vit-

rin  yaptırdım  onlar  için.  Amphorayı  da  yanına  koydum.

Köylülerden  de  ucuza  çok  taş  topladık.  Daha  çok  karım

meraklı. Her taraf taş doldu; bir sandık da çalışma odasın-

da.  Salon  küçük,  koyacak  yer  bulamadık.  Henüz  açmadık

bu yüzden. Acaba... Herdek’te mi karşılaştık yoksa? Hiç ih-

timal vermiyorum. Biz artık oraya gitmiyoruz. Bir kere, çok

334



kalabalık  oluyor.  Aylarca  önceden  yer  ayırtmak  gerekiyor.

Sonra...  çok  pis.  Pansiyonlarda  sivrisinekten  uyuyamadık

geceleri. Geçen yıl yeni bir yer keşfettik, sormayın. Karade-

niz sahilinde. Akçapakça kasabasına çok yakın. Ama berbat

bir  yolu  var.  Arabanın  canına  okuyor.  Fakat  sessiz,  sakin.

Henüz  kimse  keşfetmemiş.  Özellikle  karım  çok  beğeniyor.

Herkesten  uzak,  başını  dinlemeye  bayılıyor.  Köylüler  de

çok medeni. Karım sokakta hep şortla dolaşıyor, kimsenin

rahatsız olduğu yok. Hele bir kumu var: şahane. Deniz... ya

deniz?  Yüzlerce  metre  yüzüyorsunuz  içinde;  şuranıza  geli-

yor. Ayrıca berrak ve temiz. Bir de Tartaris’in denizini met-

hederler. Gelsinler de deniz görsünler. Efendim, biz bir yere

alışınca,  boyuna  gidip  duruyoruz  oraya.  Renkli  resimler

çektim; banyodan gelmiş olsaydı gösterirdim. Herdek’in de-

nizi  mi?  Beş  para  etmez  bunun  yanında.  Sonra  efendim,

oralara  bir  kamplar  kurulmuş:  bir  sürü  öğretmen,  memur

üşüşmüş.  Hele  öğretmenler:  ilkokul  öğretmenleri,  kadın

öğretmenler. Bir lokantaya gidersiniz, yiyecek yemek bula-

mazsınız  bunların  yüzünden.  Her  tarafı  istila  ederler.  Bir

görmemişlik,  bir  bayağılık.  Bir  şortlar  giyerler,  bir  bluzlar

giyerler: gülmekten katılırsınız. Güneşte yanarlar: her taraf-

ları  yara  olur.  Sokakta,  plajda  bakamazsınız  omuzlarına:

çirkin  bir  manzara.  Sahilleri  çadırlarla  doldurmuşlar:  yüz-

lerce çadır, binlerce çadır, milyonlarca çadır. Yazın Türkiye

sahillerine  çadırdan  bir  harita  çiziyorlar.  En  iyi  yerleri  de

kapmışlar. Bazen arabayla kilometrelerce gidiyorsunuz: pik-

nik yapacak bir karış deniz kıyısı bulamıyorsunuz. Siz gali-

ba daha, nerede görüştüğümüzü düşünüyorsunuz. Evet, iyi

bildiniz.  Aklıma  takıldı  bir  kere:  muhakkak  bulmalıyım.

Grup halinde bir yere gittiğiniz oldu mu? Belki de böyle bir

kafilede görüşmüş olabiliriz. Evet, bakın bu olabilir. Biz, ge-

nellikle,  yedi  araba  oluyoruz.  Öyle,  şuraya  gideceğiz  diye

karar verip çıkmıyoruz yola. Nereyi beğenirsek orada kalı-

335



yoruz.  Böyle  yolculuklarda  anlaşmak  mesele.  Gelecek  ilk-

baharda,  birlikte  Avrupa’ya  gitmeyi  bile  düşünüyoruz.  Yok

canım!  İyi  cesaret  doğrusu.  Avrupa’ya  bu  kadar  kalabalık

gitmek! Olur şey değil! Biz karımla bile anlaşamıyoruz çok

kere.  O,  vitrinleri  görmek  istiyor;  ben  ise...  Kimsenin  bil-

mediği yerleri de böyle kalabalık yolculuklarda buluyoruz.

Herkesin ileri sürdüğü bir yer oluyor. Sonunda yeni bir yer

keşfediyoruz tabii. Tabii! Bu iç turizm çok iyi bir şey oldu.

Bir kere köylünün, kasabalının eli para görüyor. Sonra, me-

deniyete  alışıyorlar,  medeni  insan  yüzü  görüyorlar.  Temiz-

lik nedir öğreniyorlar. Elbette. Evini, pansiyon olarak veri-

yor. Şimdiye kadar böyle bir şey var mıydı? Yoktu. Öyle te-

miz olanları da var ki. Bembeyaz, mis gibi çarşaflar seriyor-

lar  altınıza.  Otellerden  bin  kat  üstün.  Tahtaları  ovuyorlar,

ağartıyorlar.  Doğrusu  ben,  ayakkabılarımla  içeriye  girmeye

kıyamıyorum. Kılıkları da düzeldi nisbeten. Gözlerindeki o

vahşi  bakış  da  kayboldu.  Ceplerine  para  giriyor.  Evlerine

misafir giriyor. Kasabalarına medeniyet giriyor. Hiç yadırga-

mıyorlar. Alıştılar. Taşra uyanıyor. Yakında İsviçre’ye döne-

ceğiz. Bizdeki tarih, bizdeki manzara orada var mı? Nerede

var  ki!  Biz  değerini  bilmiyoruz.  Yabancılar  bizden  iyi  bili-

yorlar. Bizi bizden iyi biliyorlar. Onlar bulmadı mı önce bu-

raları?  Geçen  yaz  bir  Alman  ailesiyle  tanıştım.  Hayran  ol-

dum. Çok da akıllı insanlar. En ucuz lokantaları bulup çı-

karmak onlarda, en güzel evleri ucuza tutmak onlarda. Ta-

bii,  köylünün  de  gözü  açılmış.  Yok  pahasına  kaptırmıyor

elindeki  zenginlikleri.  Uyanıyorlar.  Hâlâ  bulamadınız  mı

nerede  tanıştığımızı?  Bulamadım.  Bile’de  olmasın.  Daha

oranın  mevsimi  değil.  Bu  zamanda  gitmeli  oraya.  Herkes

soğuk  diye  bilir,  değil  mi?  Hiç  de  değildir.  Tam  bu  sırada

gitmeli.  Evet,  deniz  biraz  soğuk  olur,  fakat  alışmaya  bağlı.

Yolda durursunuz. Yumurta-tavuk çiftlikleri vardır. Ben hep

yumurtayı  oralardan  alırım.  Bakkallardaki  bayat  yumurta-

336



lardan hem ucuz hem de tazedir. Arabası olunca, insan öyle

yapmalı.  Eti  de  Küçükçerçeve’den  alıyorum.  Atıyorum




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin