01 tutunamayanlar


Birinci Bölüm 23



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

22


Birinci Bölüm

23


1

Olay, XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evin-

de başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zaman-

lar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı

evinde  oturmuş  düşünüyordu.  Selim,  arkasından  bir  de

herkesin  bu  durumlarda  yaptığı  gibi,  mektuba  benzer  bir

şey bırakarak, bu dünyadan birkaç gün önce kendi isteğiyle

ayrılıp gitmişti. Turgut, bu mektubu çalışma masasının üs-

tüne koymuş, karşısında oturup duruyordu. Selim’in titrek

bir  yazıyla  karaladığı  satırlar  gözlerinin  önünde  uçuşuyor-

du. Harflerin arasında arkadaşının uzun parmaklarını seçer

gibi oluyor, okuduğu kelimelerle birlikte onun kalın ve bo-

ğuk sesini duyduğunu sanıyordu.

O zamanlar, henüz, Olric yoktu; hava raporları da günlük

bültenlerden sonra okunmuyordu. Henüz durum, bugünkü

gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi.

“Bu mektup, neden geldi beni buldu?” diye söyleniyordu

hafifçe. Demek, hafifçe söylenme alışkanlığı, o zamana ka-

dar uzanıyordu. Demek, kendi kendine konuşma o gece ya-

25



rısı başlamıştı. Çevresindeki eşyaya duyduğu öfkenin ifade

edilemeyen sıkıntısıyla bunalıyordu. Selim, belki bu yaşan-

tıyı, önde bir salon-salamanje, arkada iki yatak odası, kori-

dorun  sağında  mutfak-sandık  odası-banyo,  içerde  uyuyan

karısı  ve  çocukları,  parasıyla  orantılı  olarak  yararlandığı

küçük burjuva nimetleri onu, nefes alamaz bir duruma ge-

tirmişti  diye  tanımlayabilirdi.  Turgut,  anlamsız  bakışlarla

süzüyordu çevresini henüz. Duvarlar, resim yaptığı dönem-

den kalma ‘eserler’le doluydu. Nermin çerçeveletmiş hepsi-

ni; benimle öğünüyor. “Resimlerini çerçeveletmişsin, iyi ol-

muş,” demişti Selim. “Ben değil, karım,” diye karşılık ver-

mişti. Karısı odada yoktu. Bir resim aşağıda, bir resim yuka-

rıda; bir duvar resimle doldurulmuş, bir duvarın yarısı boş:

simetriyi  bozmak  için.  Efendim?  Efendim,  derdi  Selim  ol-

saydı son heceye basarak. Ev sahibi de kızmıştı duvarların

bu renge boyandığını görünce ama belli etmemişti. Tavana

kadar  aynı  renk,  böylece  düzlemler  daha  kesin  beliriyor,

modern  sanatın  burjuva  yaşantısına  katkısı.  Efendim?  Oy-

sa, ne güzeldi eskiden: tavana bir karış kala, bir parmak ka-

lınlığında koyu renk, yatay bir çizgi çizilirdi; duvarın rengi

orada  biterdi  işte.  Selimlerin  Ankara’daki  evinde  öyleymiş.

Tek  parti  devrinin  kalıntısı,  fazla  askeri  bir  düzen.  O  gün-

lerde tavana kadar yükselen kitaplıklar yoktu herhalde; ya-

tay çizgi kaybolurdu kitapların arkasında böyle olsaydı.

İsteksiz bir kımıldanışla yerinden kalktı, kitaplığının kar-

şısına  geçti.  Selim’e  özenerek  alınan  kitaplar;  yüzlerce  ki-

tap,  çoğu  hiç  okunmamış  duruyordu  öylece.  “Hiç  evden

çıkmadan  beş  yıl  sürekli  okusan,  belki  biter  bu  kitaplar,”

demişti  Selim.  Ne  demek?  İçinde  birden,  hepsini  okuyup

bitirme ateşi yandı: kitapları her görüşünde yanan eski ateş.

Kaç sayfa eder hepsi? Bin sayfa, beş bin sayfa, on bin sayfa.

Bir  sayfa  kaç  dakikada  okunur,  yemek  ve  uyku  saatleri  çı-

karılırsa  geriye  günde  kaç  saat  kalır,  cumartesi,  pazar  ve

26



bayramlar için daha uzun süre konursa... istersem yutarım

hepsini.  Okuldaki  günleri  aklına  geldi:  böyle,  hırsla  eline

aldığı kitapların beş on sayfasını okuduktan sonra içinin bir

balon  gibi  söndüğünü  hatırladı.  Bir  kitabı  bırakır  ötekine

saldırırdı.  Bu  ümitsizce  çırpınış,  bütün  kitapların  yüzüstü

bırakılmasıyla  sona  erer,  büyük  bir  utanç  ve  hayata  dönüş

buhranları gelirdi arkasından.

Kitaplığının önünden zorla ayırdı kendini: oyuna gelme-

yelim yeniden. Aynı zamanda yatak olabilen kanepeye otur-

du ve bir düğmeye basınca içinden sahte ağızlıklara sokul-

muş sigaralar çıkan kutudan bir sigara alıp Alâettin’in lâm-

bası biçimindeki çakmakla yaktı. Durum, ümit verici değil-

di:  yerdeki  halı,  mobilyalara  hiç  uymuyordu.  Düğün  hedi-

yesi. Ne yapalım, istediğimiz gibi halı alacak paramız yok-

tu. Sigarasını, yaprak biçimi gümüş tablada söndürdü. Ka-

rım kızacak. Bu tablalar neden duruyor öyleyse? Bilinmez.

Çalışma  masasına  yaklaştı.  Kaya’nın  ayrı  bir  çalışma  odası

var.  Orada  ne  çalışıyor?  Bilinmez.  Ben  ne  çalışıyorum?

Mektubu  okuyorsun  ya!  Öyle  ya.  Selim’in  yazdığı  satırlara

eğildi yeniden.

Olay, böyle bir ortamda başlamıştı. Aslında, buna olay bi-

le  denemezdi.  Turgut,  yani  bir  bakıma  bir  zamanlar  onun

en iyi arkadaşı, olayı gazeteden, yani olayları veren bir ‘or-

gan’dan  öğrendiği  için,  olay  diye  adlandırılabilirdi  bu  du-

rum.  Turgut  yeni  uyanmıştı:  her  sabah  kapıcının  kapının

altından attığı gazetenin hışırtısını bekliyordu. Sesi duyun-

ca,  karısını  uyandırmamaya  çalışarak,  uyuşuk  hareketlerle

terliklerini  aramış,  sonra,  yavaşça  ‘olay’a  doğru  bilmeden

yönelmişti.  Yedinci  sayfada,  bir  cinayet  haberinin  sonunu

ararken birden çarpmıştı ‘olay’ gözüne. Sonra karısı, yatakta

sarılarak onu teselli etmişti. Bu gece de erken yattı beni ra-

hatsız  etmemek  için;  rahmetliyi  dilediğim  gibi  düşünebil-

mem  için.  Kendine  düşeni  yaptı  fazlasıyla.  Erken  yatması-

27



nın  başka  bir  nedeni  de  yarınki  direksiyon  kursu.  Ben  de

yatıp  uyumalıyım;  herkes  yatıp  uyumuştur.  Benden  başka

kimse, bu mektubun anlamını düşünmüyor. Kaya şimdi ça-

lışma odasında olsaydı ne yapardı? Üniversiteli kızların so-

yunmasını seyrederdi. Hele bir tanesi varmış; her gece, her

gece bacaklarını duvara dayayıp... Karısından gizli, yani ka-

çamak.  Ben  de  kaçamak  yapıyorum  şimdi:  karımdan  gizli,

Selim’i  düşünüyorum.  Hayır,  gizli  değil;  biliyor  kimi  dü-

şündüğümü. Gene de bir gizlilik var: ne düşündüğümü, na-

sıl düşündüğümü bilmiyor. Selim’i ve kızların bacaklarını...

Selim de olsaydı seyrederdi, ben de seyrederdim. Olmuyor;

düşünce suçları, kaçamaklar artıyor. Ayağa kalktı, salondan

çıktı,  koridorun  duvarına  tutunarak  karanlığı  geçti.  Yatak

odasının  kapısını  itti;  uyuyan  karısını  seyretti  ışığı  yakma-

dan. “Hayır, hayır.” İpek yorgan hışırdadı, karısı uyanır gibi

oldu. “Uyusaydın artık,” diye mırıldandı, yorganın içinden.

“Biliyorsun...”  Biliyordu:  kaçamak  sona  ermeliydi  artık.

Turgut, o sırada tehlikeyi göremiyordu: gene de bitmesi ge-

rektiğini  seziyordu  bu  olaya  olan  ilgisinin.  Kaya’nın,  karşı

binadaki  yarı  aralık  kırmızı  perdelerin  arkasını  merak  et-

mesinden öte, daha büyük bir tehlikeydi bu. Çıplak bir ba-

cağın görüntüsüyle yatışan ilgiden daha keskin bir şey: bir

düşünce, geriye doğru giden bir merak. Selim olsa, sabaha

kadar uyumaz, düşünür dururdu. Ben olsam yatardım. Üni-

versitede  okurken  de  ben,  gece  yarısı  olunca  yatardım;  o,

çalışmasını sabaha kadar sürdürürdü. “Saçların dökülüyor,

uykusuz çalışmaya dayanamıyorsun; oğlum Turgut, ihtiyar-

lıyorsun.” “Uykusuz kalabilmen sinir kuvvetinden. Benim-

ki  adale  kuvveti.”  Kollarıyla  Selim’i  soluksuz  bırakıncaya

kadar  sıkardı:  “Sen  birden  çökeceksin  Selim.  Çünkü  ne-

den? Çünkü için boş senin. Birden, kollarımın arasında için

boşalacak:  birden,  üçüncü  boyutunu  kaybedip  bir  düzlem

olacaksın ve ben de seni duvarda bir çiviye asacağım.” Ha-

28



vaya kaldırdığı Selim’i duvara sürüklerdi. Siyah saçlarından

yakalayarak başını duvara dayar: “Dökülmeyen saçlarından

asacağım seni,” diye bağırırdı. “Erkeğin kılları göğsündedir,

oğlum Selim.” Hemen gömleğini çıkarır ve boynuna kadar

bütün  gövdesini  kaplayan  kıllarını  gösterirdi  Selim’e.  “İğ-

rençsin  Turgut.  Sen  onları,  üniversite  kantinindeki  kızlara

göster. Kapat şu ormanı.” Bir erkeğin yanında soyunmasın-

dan sıkılırdı Selim. “Beni, aşağılara çekiyorsun Turgut. Sen-

den kurtulmalıyım.” Turgut, pantalonunu da çıkarır, kolla-

rını açarak bağırırdı: “Ben, senin bilinçaltı karanlıklarına it-

tiğin  ve  gerçekleşmesinden  korktuğun  kirli  arzuların,  ben

senin bilinçaltı ormanlarının Tarzan’ı! yemeye geldim seni.

Benden  kurtulamazsın.  Ben,  senin  vicdan  azabınım!”  “Ba-

ğırma, anladık. Benim vicdan azabım bu kadar kıllı olamaz.

Ruhbilimci Tarzan, lütfen giyin.”

Karısına karşılık vermeden yavaşça yatak odasından çık-

tı, kapıyı kapadı. Koridorda yürürken kollarını havaya kal-

dırdı:  “Esir,  Selim,  esir,”  diye  mırıldandı.  Selim’in,  zevkle

bağıran  sesini  duyar  gibi  oldu:  “Yenildin  demek,  koca  ayı.

Evet,  yenildin.  Bu  yenilginin  tarihini  hep  birlikte  bir  kez

daha  yaşıyoruz.  Kurtuluş  Savaşı’nın  ateş  ve  dehşet  dolu

günlerinden  biriydi.  Mühendishane’yi  Berrii  Hümayun’un

üçüncü  sınıfında  talebeyken  gönüllü  olarak  askere  yazılan

genç mülazim Selim Efendi, Afyon dolaylarında, Kartaltepe

mevkiinde,  tek  başına  mevzilenmişti.  Düşman  kurnaz  bir

kalabalıktı. Mülazımıevvel Selim, boynunda bir kayışla asılı

duran dürbünü eldivenlerini çıkarmadan eline aldı; gözüne

götürdüğü  bu  optik  aletin  okülerlerini  iki  parmağının  iki

zarif  hareketiyle  çevirerek,  görüş  alanı  içine  aldığı  düşma-

nın  görüntüsünü  netleştirdi.  Artık  bütün  hazırlıkları  ta-

mamdı;  düşman  hatlarını  gözetliyordu.  Üsküdar’da,  Soğa-

nağası’nda,  minimini  bir  çocukken  ahşap  konaklarının  ta-

van arasında hayal etmiş olduğu an, nihayet gelip çatmıştı.

29



‘Sadece üç bin kişi’, diye söylendi. Sonra, Tarzan gibi ‘Uuu..’

diye  üç  kere  bağırdı,  yumruklarıyla  göğsünü  dövdü.  Düş-

man neye uğradığını şaşırmıştı. Silahlarını yere atarak kaçı-

yorlardı. Askerin başındaki Yunan zabiti, Türkün, bu gücü-

nü  göstermesi  karşısında,  yerinden  bile  kımıldayamamıştı;

kollarını  havaya  kaldırdı.  Avuçlarının  içinde  eldivenin  ka-

pamadığı iki delikten teni görünüyordu.” Turgut: “Yesir, ye-

sir...” diye bağırdı. Bir yandan da işaret parmağıyla, muhay-

yel eldivenin boş bıraktığı avuç içi derisini gösteriyordu.

L.  biçimi  salona  döndü,  maroken  taklidi  plastikle  kaplı

rahat koltuğuna oturdu; bir düğmeye basarak koltuğu geri-

ye itti. Yakalandın Turgut, kendini eleverdin. Neden, Selim?

Nasıl  olur,  tam  şirketin  muhasebecisinden  onbinpeşin  yir-

mibeşbine bir araba almak üzereyken, tam direksiyon kur-

suna başlayacakken, tam bir kat parası biriktirmenin gerek-

liliğini düşünürken... beni kandıramazsın Selim, işime bur-

nunu  sokamazsın.  Ben,  soğukkanlılığımı  korumasını  bili-

rim.  Sen  söylemez  miydin  ‘utanmadan,  duygusuzluğumla

öğündüğümü’. On yıl önce olsaydı, belki biraz daha düşü-

nürdüm;  belirsiz  tehlikelerden  korkmazdım.  On  yıl  önce

olsaydı,  Oblomov’u  okuduktan  sonra  beden  hareketlerine

başlamam  gibi,  gene  bu  sarsıcı  olayla  kımıldardım  yerim-

den belki. Kımıldardım da ne yapardım? Hiç. Biraz huzur-

suzluk  duyardım  herhalde.  Eski  bir  yara  yerinin  sızlaması

gibi  bir  şey.  Oblomov’u  ve  beden  hareketlerini  unuttum.

Kendimi  çabuk  toparladım.  Bilinmeyen  yüz  binlerce  kız

içinde, üniversite kantininden birini seçtin kendine ve ona

okuduğu  kitapları  sordun  ve  karşında  oturup  susmasını

seyrettin. Evet; öyle oldu Selim; ne kötülük görüyorsun bu

davranışımda?  Bir  şey  dediğim  yok,  Turgut.  Evlenirken  de

bir şey söyledim mi? Bize çok uğramadın evlendikten son-

ra. Size mi? Siz kimsiniz? Ben, Nermin, çocuklar... Ben sizi

bilmiyorum, seni tanıyorum. Evinize alışamadım herhalde.

30



Eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları. Salon-salaman-

jeyi, deniz gibi büyük ve kauçuk köpüklü yatağı olan kar-

yolayı, aynı takımın yaldızlı gardrobunu ve gene aynı takı-

mın şifonyerini ve gene aynı takımın tuvaletini sevemedim.

Evinizde  Türkçe  bir  şey  kalmamıştı.  Bana  anlayış  göstere-

cek  yerde  büfeyi  gösterdin.  Kelime  oyunu  yapıyorsun  Se-

lim.  Benim  bütün  işim  oyundu,  bunu  biliyorsun  Turgut.

Hayatım,  ciddiye  alınmasını  istediğim  bir  oyundu.  Sen  ev-

lendin ve oyunu bozdun. Bütün hayatımca nasıl oynayabi-

lirdim?  Sen  de  dayanabildin  mi?  Sen  de  ürkütücü  bir  ger-

çekle  bozdun  bu  oyunu.  Herkesin  belirli  bir  işle  uğraştığı

bu kocaman dünyada yalnız başına oradan oraya sürüklen-

din  canım  kardeşim  benim.  Necati’nin  işi  oyun  yazmaktı.

Küçük  burjuva  alışkanlıklarını  yeren  son  oyununu  hatırlı-

yor musun? Oyunun yarısında çıkmıştım. Sen bütün oyun-

ların yarısında çıktın aslında. Necati’nin oyunu dört yüz elli

kere  oynandı  ve  Necati  de  bir  kat  aldı  kazandığı  parayla.

Senin  işin  neydi  onların  arasında?  Ne  yapıyordun?  Hiçbir

işim  yoktu.  Bu  nedenle  sevmezlerdi  seni  işte.  Bu  nedenle

aldırmadılar sana. Senin ne işin vardı orada? Herkesin işine

karıştın, işin olmadığı halde. Ölmek bile, kendilerine böyle

bir  görev  verilenlerin  işidir.  Kendine  oyunlar  buldun:  baş-

kalarının  katılıp  katılmadığına  aldırmadığın  oyunlar.  Her-

kesi  yargıladın  bu  oyunlarda.  Bu  arada  beni  de  yargıladın,

bana  da  haksızlık  ettin.  Ben  de  bir  oyun  yazsam,  sonunda

haklı çıkmak için kendini öldürdüğünü söylesem... Bu oyu-

nu  sevmedim  Turgut.  Ben,  oyunlarda  bana  saldırılmasını

sevmem.  Ben  oyun  istemiyorum  artık;  ne  oyun  ne  de  ger-

çek,  senin  ölmen  gibi  bir  gerçek,  beni  sarsmamalı  Selim.

Ayağa kalktı. İnsan gerçeklere karşı durur: yaşar ve olduğu

gibi olmayı sürdürür Selim. Ayrıca, bu mektubu bana yolla-

madın,  bana  böyle  bir  görev  verilmedi.  Benim  işim  değil

bu. Benim işim değil. Mektubunu on kere okudum, bir so-

31



nuca varamadım. Başka türlü bir yaşantın olabilirdi Selim.

Seni istemeyenlerin dışında bir düzen kurabilirdin.

“Bu sözlerimle belki birşeyler kaybediyorum Selim,” diye

yüksek sesle söylendi. Saat üçe geliyordu; Turgut’un kafası

karışıyordu. Olayın iyi başlamadığını seziyordu. Neye göre

iyi? Bilemiyordu. “Benim işim değil,” diye mırıldanarak ya-

tak odasına doğru yürüdü.

2

Turgut  ertesi  sabah  çok  erken  uyandı.  Güneşin  ilk  ışıkları

odaya yeni doluyordu. Sıkıntılı rüyalar görmüştü. Neler gör-

düğünü toparlamaya çalıştı; Selim’le ilgili bir olay hatırlaya-

madı.  Bütün  gece  uğraşmış  olduğu  bir  konunun  rüyasına

girmemesi garip geldi ona. “Sersem gibiyim. Biraz daha uyu-

sam,”  diye  düşündü.  Yanında  yatan  karısına  baktı:  Ner-

min’in  vücudu,  yorganın  kıvrımları  arasında  kaybolmuştu;

yalnız  saçları  görünüyordu.  Yorgan  hafifçe  inip  kalkmasa,

yatakta  canlı  bir  varlık  olduğunu  anlamak  zordu.  Belki  de

gerçekten yoktur; yanımda yatan, bir saç demetinden ibaret-

tir. Yorganın altından elini uzatarak karısının tenine dokun-

du. Yazık; insanlar düşüncelerimize uygun biçimler almıyor.

Karısına sırtını döndü, kolunu yataktan aşağı sarkıttı. Hayat,

düşünceleri tutan bir hapishanedir. İnsan, can sıkıcı bir saç

demetidir, ben de akılsız bir robotum. Uyuyakaldı.

O kısa sabah uykusunda, çok uzun bir rüya gördü. Rüya-

sında, büyük bir çayırda bekliyordu. Yoksa, bir tarla mıydı?

Belki de bir meydandı; çünkü büyük bir saatin altında du-

ruyordu. Hayır meydan değildi, çayırdı; çünkü, her yandan

papatyalar  açmıştı.  Papatyaları  çok  iyi  hatırlıyordu.  Elinde

bir  karanfil  demeti,  birini  bekliyordu.  Nermin’le  daha  ev-

lenmemişti.  Evet,  onu  bekliyordu.  “Nermin  gene  geç  kal-

dı,” diye düşündü. Oysa Nermin hiç geç kalmazdı. Güneş,



32


ekinlerin saplarında ışıldıyordu. O halde bir tarla olmalıydı.

Çevresine  baktı:  uzakta  koyu  bir  orman  vardı,  gökyüzü

parlak ve bulutsuzdu. Koyu renk elbisesini giymişti. Kendi-

ni  görüyordu.  Koyu  renkli  orman,  uçsuz  bucaksız  buğday

tarlasının içinde -demek bir buğday tarlasıydı- bir leke gibi

duruyordu. Birdenbire, ormanın içinden bir kalabalık çıktı:

koyu renk bir kalabalık; Turgut gibi onlar da koyu renk el-

biselerini  giymişler.  Sonra,  ekinlerin  arasında  kayboldular.

Elindeki demeti yere atarak, kayboldukları yöne doğru koş-

maya başladı. Nedense çok yorgundu; bir türlü ormana ula-

şamıyordu.  Birden  karşısına  çıktılar.  Yüksek  ekinlerin  ara-

sından Turgut’a doğru gelmişlerdi demek. Ellerinde, kayış-

larla  tuttukları  bir  tabut  vardı.  “Demek  bugün  gömeceksi-

niz?” dedi onlara. Adamlar tabutu yere bıraktılar. Ceplerin-

den kara mendiller çıkarıp terlerini sildiler. Turgut yüzleri-

ni  hatırlayamıyordu  bu  adamların.  Bir  süre  karşı  karşıya

durup konuşmadılar. Sonra, adamlardan biri; “Bu kadar pa-

raya yapılmazdı bu iş,” dedi. “Bize bu kadar ağır olduğunu

söylememiştin.” “Ben de bilemedim,” diye çekinerek karşı-

lık verdi Turgut. “İnsan ölünce çok daha hafif olur sanmış-

tım.” Turgut’a bakmadan konuşuyorlardı sanki. “Onu bile-

meyiz,”  dedi  bir  başkası.  “Artık  gömmek  de  sana  düşüyor

beyim.  Geç  kaldık  zaten.  Haşim  Beyin  cenazesi  kalkacak

daha.  Karısı  yeşiller  giymemizi  istiyor.  Gidip  bir  de  elbise

değiştirmek var.” İriyarı olanları dönüp gittiler. Onların çe-

kilmesiyle, Turgut’un daha önce göremediği çok küçük bir-

kaç  adam  ortaya  çıktı  birdenbire;  kısa  boylu  ve  şişman

adamcıklar. “Hüküm okunuyor,” diye bağırdı içlerinden in-

ce  sesli  biri.  Herkes  ceketini  ilikleyerek  tabutun  çevresini

sardı.  Keskin  güneşin  sertliğine  rağmen  yüzler  seçilmiyor-

du. Belli belirsiz kıpırdanmalarından, bir hazırlık yaptıkları

anlaşılıyordu. “Ne hükmü? Ölen adamdan daha ne istiyor-

sunuz?”  diye  bağırdı  Turgut,  ya  da  ona  bağırıyormuş  gibi

33



geldi; sesini duyduklarından kuşkuluydu. Cebinden bir kâ-

ğıt parçası çıkarmaya çalışan adama doğru atıldı. Ayağı ta-

buta takıldı, yere düştü. Tabut, bu çarpmayla yerinden oy-

nadı ve hemen yanındaki çukura yuvarlandı. Demek çukur

varmış. Demek, Turgut’un düşündüğünün, bilmeden istedi-

ğinin  tersine,  hep  dışarda,  güneşin  altında  ve  papatyaların

arasında  kalamayacaktı  Selim.  “Tabut  ne  kadar  hafifmiş,”

diye düşündü. “Yalancı herifler. Boş yere yarım bırakıp git-

tiler işi.” Ayağa kalktı. Küçük adamlar da kaybolmuştu. Çu-

kura  baktı:  derin,  karanlık  ve  biçimi  belirsiz  bir  çukurdu

bu. Tabut görünmüyordu. Bu karanlık kuyunun çevresinde

dolandı. Yeni kazılmış toprağın çimenlerle birleştiği yere bir

taş dikilmişti. Taşın üstünde kabartma bir yazıt vardı. “Hiç

olmazsa  yazıt  koymayı  düşünmüşler  bu  çarpık  taşın  üstü-

ne.  Düzgün  bir  yazı  olsa.”  Taşa  yaklaştı,  okumaya  çalıştı.

Kargacık  burgacık  harfleri  zorlukla  söktü:  “TURgUT  Öz-

BEn  1933-1962.”  Geriye  sıçradı:  “Hayır!  Olamaz!”  İçinin

boşaldığını hissetti birdenbire: göğsünden midesine, oradan

da bacaklarına doğru bir kayıp gitme. “Hayır! Selim olmalı!

Ben, Nermin’le buluşacaktım.” Birden yanında Selim’i gör-

dü, tarifsiz bir korkuya kapıldı: acaba? Bütün gücüyle çene-

sini  oynatmaya  çalıştı:  “Doğru  mu  bu,  Selim?  Nasıl  olur?

Sen de biliyorsun ölmediğimi, değil mi? Yoksa ikimiz de öl-

dük mü?” Selim başını salladı. Nasıl anlamamıştı. “Demek

tabut  bunun  için  hafifmiş.  Ama  ben  o  kara  adamları  gör-

düm, konuştum onlarla.” Selim gene başını salladı: “Onlar

seni  görmediler  ki.”  “Parayı  az  bulduklarını  söylediler

ama...” “O sözler sana değildi. Cenaze memuruyla konuşu-

yorlardı.”  Kendi  ölümüne  üzülmekle  birlikte,  Selim’i  gör-

düğüne sevinmişti. “Belki o da ölmemiştir,” diye düşündü.

“Peki, hüküm neydi Selim? Kimin hakkındaydı? Benim mi,

senin  mi?”  “Bilmiyorum.”  dedi  Selim:  “Her  zaman  söyle-

mezler. Zaten, bilinen, beylik sözlerdir. Her hükümden bir-

34



kaç  kopya  çıkarırlar.  Aynı  günde  gömülenler  için  okurlar.

Çok  merak  ediyorsan,  Haşim  Beyin  törenine  gider  öğreni-

riz.” “Hayır, sen anlat.” Selim omuzlarını silkti: “Hepsi ay-

nıdır,  dedim  ya.”  Turgut,  içinde  ifade  edemediği  tatlı  bir

duygunun varlığını duyarak direndi: “Hayır, sen gene anlat

Selim.  Sen  başka  türlü  söylersin.  Sen  anlatınca  beylik  ol-

maz.” Selim, gözlerini, ileriye, çimenlere, papatyalara ya da

onlardan  öteye,  hiçbir  şey  görmüyormuş  gibi,  hep  Tur-

gut’un onu hatırladığı gibi dikerek kısa bir süre sustu. Son-

ra,  parmaklarını  saçlarının  arasında  gezdirdi  ve  yarım  bı-

raktığı  bir  sözü  tamamlıyormuş  gibi  konuşmaya  başladı:

“Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: bekle-

diğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çı-

karıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ve ayrıntı-

lara  inmeyen  bir  hüküm.  Biraz  para  verilince,  biraz  tatlı

davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin

bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm.” Turgut

kendine  acıyordu.  Ölümün  getirdiği  durgunluğu  yırtmak

istiyordu: “Bir yararı dokunuyor mu bizlere?” Selim başını

salladı:  “Öldükten  sonra  neyin  yararı  dokunur  ki?”  “Doğ-

ru.”  Durumu  kabul  etmeye  başlamıştı;  kendine  ve  bileme-

diği, tanımlayamadığı şeylere acıması artıyordu. Bir yandan

da  bu  durumdan  kurtulmak  için  yüreğini  acıtan  bir  çaba

göstermeye çalışıyordu. “Papatyalar...” diye söylendi Selim.

“Papatyalar... burada o kadar çok var ki...”

Ter içinde uyandı. Görünmeyen iplerle bağlandığı yatak-

tan kendini ayırmak için, ona dayanılmaz ve ümitsiz gelen

bir  çırpınma,  bir  hayata  dönme  isteğiyle  kıvranıyordu;  ya

da kıvrandığını sanıyordu. İçinde bir yerde, artık hiç hare-

ket  edemeyeceğini  hissediyordu.  Gene  içinde  bir  yer,  bir

duygu, kendini bütünüyle bırakmasına engel oluyordu. Bir

kıpırdayabilse tekrar yaşayacaktı. Birden, bir oluştan başka

bir oluşa geçmenin ölçülemeyen süresi içinde kendine gel-

35



di. Hiçbir şey düşünemedi. Güneş odayı doldurmuştu. Göz

ucuyla  yanına  baktı:  karısı  kalkmıştı.  Yarı  aralık  kapıdan

çocuklarının sesleri geliyordu. Bu sesler ve odayı kaplayan

güneş,  onu  yavaş  yavaş  ısıttı.  Ne  oldukları  pek  anlaşılma-

yan,  fakat  hayata  ait  sesler,  rüyanın  verdiği  katılığı  yumu-

şattı. Yattığı yerden doğruldu, henüz başka bir ülkenin ko-

layca  kırılabilen  bir  varlığı  olmanın  endişesiyle  yavaşça

kalktı.  Pencereye  yaklaştı,  perdeyi  hafifçe  aralayarak  dışarı

baktı:  karşı  evlerin  Turgut’a  sırtını  dönmüş  arka  cepheleri:

çizgilerini yumuşatmayı bilememiş kütleler; çirkinliklerini,

rüyadan  yeni  uyanmış  bir  insana,  sadece  var  olmalarıyla

unutturan gerçek hacimler... Turgut, bütün bunları o sırada

mı düşündü, yoksa sonradan, o anı hatırladığı zaman, öyle

düşündüğünü  mü  sandı?  Bilemedi:  çünkü  o  zaman  henüz

Olric yoktu. Henüz durum bugünkü gibi açık ve seçik, bir

bakıma  da  belirsiz  değildi.  Bir  cümle  kaldı  yalnız  aklında:

“Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”

3

“Siz hiç merak etmeyin,” dedi adam. “On derste bu işin üs-

tesinden  gelirsiniz.  Kimlere  öğretmedik  ki  biz  bu  mereti.

Biz  de  az  dayak  yemedik  ustamızdan.  Cehalet,  beyağabey,

cehalet işte. Senin gibi münevver bir vatandaş olsaydım hiç

zahmet çekmezdim vallahi.” Turgut, önündeki direksiyona,

belli  etmek  istemediği  bir  çekingenlikle  bakıyordu.  Kimse

sezmeden,  korkusunu  farketmeden,  bu  inatçı  ve  onu  tanı-

mayan  sertlikle  nasıl  uyuşabilecekti?  Öğrendikten  sonra,

bütün zorluklar geride kaldıktan sonra; vücudun her parça-

sında,  başlangıçta  bu  makine  kadar  kör  ve  inatçı  olan  di-

renmenin  yumuşadığını,  dokunmanın  mümkün  olduğunu

gördüğü  zaman,  yazık  ki  geçiş  süresini  unutuverir  insan.

İlerde, yeni bir denemeye girmek üzere olduğu anda, hiçbir



36


yararı dokunmaz; ya da dokunmayacakmış gibi gelir yaşan-

mış  olanın.  İnsanlar  da  bırakmazlar  ki:  en  yakınınız  bile,

otomobilin  arka  kanepesinde  oturan  karınız  bile...  bile  ne

demek?  Özellikle,  en  yakınınız,  sizi  aptalca  bir  yarışma

duygusuna  sürükler.  Turgut  da  kendini,  sesini  çıkarmadan

arkada  oturan  ve  sinirine  dokunan  bir  anlayışlılık  içinde

görünen karısıyla gizli bir yarış içinde görüyordu. “Kadın-

larda, el ustalığı isteyen işler için, aptalca bir yarışma duy-

gusu vardır zaten,” diye düşündü. “Erkeklerin, başka konu-

larda, onlara, üstün ve yukardan bakarmış gibi görünen ta-

vırlarını çekemezler, bu çeşit yarışmalarla acısını çıkarmak

isterler böyle küçük görülmelerin. Bir yandan da, her şeye

rağmen  savunmasız  ve  narin  olduklarını  gösteren  yapma-

cıklarını elden bırakmazlar: ‘Canım şu ipi şuraya takar mı-

sın? Canım senin boyun yetişir - ya da sen benden kuvvet-

lisin.’  Yani  senin  bütün  üstünlüklerin,  basit  ve  hayvani  te-

mellere dayanır. Sonra, küçük bir aksama olunca: ‘Dur ca-

nım,  bir  de  ben  denesem’  sahteliği.  ‘Uzun  boylu  hayvan!

Beni  kuvvetli  kollarınla  alıp  götürdün;  şimdi,  bir  çamaşır

ipini  takamıyorsun  işte!’”  “Karı-kocanın  birbirleriyle  ve

çevreleriyle  durmadan  yarışmasını  anlamıyorum,  demişti

Selim, Turgut evlenmeden önce. “Belki onlar farkında değil;

oysa bana bu davranış, hayatı cehenneme çevirmek gibi ge-

liyor.” Ne yapalım, canım Selim? Nermin’in şu anda, bu işi

benden  iyi  yapma  arzusuyla  tutuşmasına  nasıl  engel  ola-

lım? Haydi Turgut, göster kendini. Yut şu direksiyonu.

Solundaki  pencerenin  camını  indirdi  ve  kolunu  kapıya

yaslayarak  dışarı  baktı.  Talim  alanı,  ağaçsız  bir  tepenin  al-

tında,  beceriksizce  tesviye  edilmiş  bir  yolla  çevrelenmiş

toprak bir arsaydı. Tembel bir ilkbahar güneşi toprağı ve in-

sanı ısıtıyordu. Zemin kuru ve tozsuzdu. Toprak yolun üs-

tünde, araçların ezmediği ve iyi düzeltilmemiş yerlerde pa-

patyalar  büyümüştü.  Selim’le,  kır  gezintilerimizde  topladı-

37



ğımız papatyalar... “Başlasana artık; vakit geçiyor,” diye ses-

lendi  karısı  arkadan  bir  yerden.  Bir  koşuda,  yanındaki  ya-

rışmacıların sinirini bozmak için, çıkış yerine hesaplı bir te-

laşsızlıkla yaklaşan, çevresini bilinçli bir anlamazlıkla süzen

bir atlet gibi hareket etti; elini yavaşça aşağıya indirdi, kon-

tağı açtı; henüz alışkın olmayan ayaklarıyla gaz ve debriyaj

pedallarını  ayırlamaya  çalışarak  yavaş  yavaş  arabayı  yürüt-

meye başladı.

“Yaşa ağabey vallahi. Nasıl, hemen kaldırdı arabayı değil

mi abla?” Senin aklından geçmeyen ya da yakıştıramayaca-

ğın  düşünceler  içinde  “abla”.  Nermin  karşılık  vermedi.

“Ben, arabayı kaldırmaya çalıştığım ilk gün ustamdan nasıl

bir yumruk yemiştim sırtıma. Az kaldı direksiyon göğsüme

giriyordu.  Direksiyonu  az  sağa  çevir;  sağdan  gidelim  yol-

daymışız  gibi.  Çok  yapışma  direksiyona,  biraz  serbest  bı-

rak.” Şoförün, övücü sözlerini bırakması Turgut’u biraz si-

nirlendirdi. Adamın uyarmalarını azaltmak için, bütün gü-

cünü  toplamaya  çalıştı.  Vücudunun  her  noktası  gergin  bir

korku  içindeydi;  üstüne  çöken  bu  alışık  olmadığı  baskıya

karşı  koyuyordu.  Turgut,  kaslarında  bilinmeyene  karşı  ilk

isyan  geçinceye  kadar,  bu  korkulu  gerginliğin  azalmaması

gerektiğini  biliyordu.  Bütün  gücüyle  bir  yandan  vücudu-

nun isyanına karşı koyuyor, bir yandan da bu çatışmayı ya-

nındakilere sezdirmemek için, sonradan ona gülünç gelen,

aşırı  bir  itina  gösteriyordu.  Bu  gergin  öğrenme  devresi  ge-

çince de, arkadaşlarına, kendini küçümsermiş gibi bir tavır

takınarak  anlatacaktı  bu  durumu.  İlk  korkunun  yaşandığı

zamanın ağırlığından kurtulmak için, o anın güzelliğini bo-

zacak, ona ihanet edecek ve başarmanın kolaylığını yaşaya-

caktı.  Bu  işlere  yatkınlığını  ileri  sürecek,  öğünecekti.  Tur-

gut,  bütün  bunları  bilmiyordu  o  sırada.  Biraz  daha  dişini

sıkması  gerektiğini  biliyordu  sadece.  Birden  arkaya  döndü

ve: “Gerçekten, sanıldığı kadar zor bir şey değilmiş,” dedi.

38



Bu  işin  sanıldığı  kadar  zor  olmadığını  söyledikten  kısa

bir  süre  sonra  elinin  altındaki  direksiyonun  küçüldüğünü

hissetmeye  başlamıştı  gerçekten;  o  kadar  kısa  bir  süre  ki

Turgut, söylediklerine inanmakta zorluk çekmedi. Oturdu-

ğu yerde hafifçe kımıldadı, sırtı ter içinde kalmıştı. Belli et-

meden  vücudunu  hafifçe  oynatarak,  terli  sırtını  gömleğin-

den  ayırdı.  Yumuşak  bir  hava  dalgası  araya  girerek  terini

kurutmaya  başladı.  Kendinden  memnun,  gülümsedi:  “Pa-

patyalar  ne  güzel,  değil  mi  Nermin?”  “Evet,  direksiyonu,

elinin altına sığdırabildiğin anlaşılıyor.” Anlamamış gibi ba-

şını arkaya çevirdi: “Efendim?” “Önüne bak; yoldan çıkar-

sın sonra.” Tekrar: “Efendim?” dedi. Şımarık şımarık sırıttı:

“Yaşasın  papatyalar;  canım  papatyalar.  Seviyorum  sizleri.

Sizler ki bütün kış, toprağın altında, yalnız bizi düşünürsü-

nüz ve ilkbaharda hemen seriliverirsiniz ayaklarımızın altı-

na.  Canımlarım  benim.  Seviyorum  sizleri  insan  kardeşle-

rim.  Durup  dururken  seviyorum  işte.  Sevip  duruyorum.

Kollarımı açıp bütün insanlığı kucaklıyorum. Papatyalar gi-

bi sizi koparıp göğsümde tutmak istiyorum...” “Yeter,” dedi

Nermin.  “Galiba  iyice  öğrendin.  Bırak  da  biraz  ben  çalışa-

yım  artık.  Sen  arkaya  geç.  Hem  papatyaları  seyredersin,

hem de terini kurutursun.” Turgut, birden fren yaptı. Ner-

min  yerinden  fırladı,  önündeki  koltuğun  arkalığına  çarptı.

“Gel bakalım öne,” dedi Turgut: “O kadar acele ediyorsan.”

Hızla kapıyı açıp dışarı fırladı: “Direksiyona geçiniz lütfen,”

dedi. “Ve müessesemizin bir hediyesi olarak yerdeki bütün

papatyaları  kabul  buyurun.”  Hayır!  papatyaları  değil,  ka-

ranfilleri.  Papatyalar  Selim’in.  Arabanın  arka  kapısını  aça-

rak eğildi: “Tanıştığımıza, birbirimizi tanıdığımıza memnun

oldum. Gözlerinizin rengine şafaklar kadar uygun bu çiçek-

ler aşkımızın solmaz birer hatırası olsun, gözleriniz yaşlarla

dolsun.” Nermin: “Sizinle tanışmıyoruz,” diyerek onu hafif-

çe itti ve öne geçti.

39



“Anlamadığın bir şey olursa çekinme lütfen, sor, olur mu

karıcığım?” Öne doğru eğildi: “Önce biraz zor gelecek, ama

alışacaksın.” Üniversitede ders çalışırken de Selim, arkadaş-

larına böyle takılırdı. Kim çıkarmıştı bu sözü? Kenan çıkar-

mıştı. Yüksek matematikten haziranda geçince, Selim’le bir

olup, etüd odasında, çalışmaya çalışan Turgut’un baş ucun-

dan ayrılmamışlardı. Kenan, Selim’in okulda tanıdığı ilk in-

sandı.  Turgut’un  onları  ilk  farkettiği  gün,  sıranın  üstüne

birşeyler  yazıyorlardı.  Turgut’un  canı  sıkılıyordu  o  gün.

Dersten çıkıp gitmek istiyordu. Onlarda bir canlılık, bir kı-

pırdanma  görerek  öne  doğru  eğildi.  Yalnız  sırtlarını  görü-

yordu.  Sonra,  bir  sırt,  yavaşça  sola  dönerek  bir  insan  biçi-

mine girdi, diliyle parmaklarını ıslattı ve ıslak parmaklarıy-

la sıranın üzerindeki yazılardan birini sildi. Hiç konuşmu-

yorlardı.  Turgut,  merakla  sordu:  “Affedersiniz,  ne  yapıyor-

sunuz  orada?”  Uzun  boylusu  başını  çevirmeden  karşılık

verdi: “Sıkılıyoruz.” Turgut, bu sözden ümitlenerek yavaşça

yanlarına kaydı ve sıranın üzerine yukardan aşağı yazılmış

sayılara  anlamadan  baktı.  “Vakit  geçirme  oyunu  oynuyo-

ruz,” dedi uzun boylusu. “Ve başarıyoruz da. İyi bir şekilde

olmasa  da  geçiriyoruz  vakti.  Kenan  saat  tutuyor,  ben  de

yazma  işini  yürütüyorum.”  Turgut  tekrar  sayılara  baktı:

otuz  dörtten  başlayıp  aşağı  doğru  birer  birer  azalarak  sıfır

oluyorlardı sonunda. Sıfırın altına da ‘zırrr’ diye yazılmıştı.

Kenan: “Otuz üç,” dedi başını kaldırmadan; arkadaşı da bü-

yük bir ciddiyetle parmağını ıslattı diliyle ve otuz dört sayı-

sını  sildi.  Turgut’a  dönerek:  “Zil  çalınca  da  ‘zırrrr’ı  siliyo-

ruz,”  dedi.  “Denemeyle  sabittir  ki  bu  metotla  bütün  sıkıcı

dersler  en  garanti  bir  şekilde  geçirilir.  Şubemiz  yoktur.  İlk

deneme  parasızdır.  Bakkallarda  ısrarla  arayınız.”  “Sevdim

sizleri,” dedi Turgut. “Benim adım Turgut Özben, oyununu-

za katılabilir miyim?” “Saatiniz tam zile göre ayarlıysa, za-

man tespiti görevini size verelim. Kenan’ın saati biraz geri.

40



‘Zırrr’ı silme işini kesin bir duyarlıkla yapamıyoruz. Benim

adım da Selim.” Turgut hemen daha yakına sokuldu.

Can sıkıntısı, Selim’in önemli bir derdiydi. Bir işi yapma-

dan önce geçirilmesi zorunlu olan zaman onu müthiş sıkar-

dı. Turgut’un da bu konuda, kendisine yakınlık duyduğunu

anlayınca  hemen  ‘metotlarını’  açıklamıştı:  “Otobüste,  evle

okul arasında geçen zamanın bana nasıl bir yük olduğunu

bilemezsin. Böyle zamanları, yaşanmamış zaman haline ge-

tirmemek  için  olmadık  oyunlar  icat  ederim.  Kendimi  kap-

tırmadan,  belirli  bir  süreyi  atlatabileceğimi  sanmıyorum.

‘Duraklar arası maç oyunu’ da bunlardan biridir.” “Nasıl?”

demişti Turgut: “Anlat.”

“Oynanırken  pek  tatlı  değildir  ama,  anlatırken  ben  bile

sanki bir şey yapıyormuşum gibi heyecanlanıyorum. Çünkü,

neden? Çünkü oyunun, oynanırken verdiği ve gene de hiç-

bir şey yapmamak kadar ağır olmayan sıkıntısını hafifletmek

istiyorum; kendimle biraz olsun alay etmeden, kendi kendi-

me yarattığım boşluğa dayanamıyorum. Bunun için, dinler-

ken, beğensen de, beğenmesen de bana haksızlık etmiş ola-

caksın. Olayın yalnız hafif yönünü öğrendiğin için, beni bir

bakıma istismar etmiş olacaksın. Hiçbir şeye benzetemezsen

o daha kötü. Neyse, bu kısa ve son tahlilde gene bizi inciten

girişi  bir  yana  bırakalım.  Her  resmi  Türk  genci  gibi,  yani,

sporla  ilişkisi  hiçbir  zaman  maç  seyretmekten  öteye  gitme-

yen  her  namuslu  ve  bunalmış  vatandaş  gibi  siz  de  ayrı  bir

duhuliye  ödemeden  bu  oyuna  katılabilirsiniz.  Ben  de,  bir

çok vatandaşım gibi, soyutlama gücünden yoksun olduğum

için ve özellikle zaman kavramını soyut olarak, yani ele gel-

mez  bir  kavram  olarak  düşünemediğim  için  süreye,  ancak

iki nokta arasında bir cismin hareketi olarak katılabiliyorum.

Bu açıklamanın, değil dinleyenler için, benim için bile fazla

soyut olduğunun farkındayım. Belki bizler, yani bu toprakla-

rın yetiştirdiği şu ya da bu çeşit değerler, soyutlaşmaya başla-

41



dığımızı bu kadar çabuk farketmeseydik ve bu kadar çabuk

korkuya kapılmasaydık, bizlerden de büyük matematikçiler

yetişir  ve  ansiklopedilerde  taş  basması  resimleri  çıkardı.  Bu

acıklı durumu da hemen, fazla üzülmeden geçelim ve somut

örneklerle  yetinelim.  Sözün  kısası,  benim  oturduğum  evle,

üniversite arasında on dört durak vardır. Adlarını ezbere bil-

diğim, her gün birer birer geçilmesi gereken on dört durak.

On dört resmî Türk otobüs durağı. Benim gibi otobüse tıkıl-

mış başka insanlar bu süreyi nasıl geçirir bilemiyorum. Yüz-

lerinden  anlaşılmıyor  ki.  Hiçbir  şey  belli  etmiyorlar.  Tabii,

ben de içimden bu oyunu oynadığımı belli etmiyorum onla-

ra. Onların yüzünü takınıyorum. Belki hepimiz bir yüz takı-

nıp başka bir oyun oynuyoruz. Hiç olmazsa ben kendimi, sa-

na ifşa ediyorum Turgut. Bunun değerini bil. Bundan sonra

kimseye kötülük etme ve bütün dilencilere sadaka ver. Her

durakta karşı takıma bir gol atarım, onun attığı bir golü sile-

rim.  Nasıl  mı?  Turgut!  Yüksek  matematikteki  başarısızlığın

yüzünden okunuyor. Canım, ilk durakta, yani bindiğim du-

rakta  on  dört-sıfır  yenik  durumda  girerim  maça.  Geçtiğim

duraklar benim yenilgimi önce hafifletir, sonra yavaş yavaş,

zaman yenik düşmeye başlar bana. Üniversitede inerken, on

dört-sıfır  galip  durumda  olan  benim,  anlıyor  musun?  Za-

man, hiçbir zaman kazanamaz bana karşı. Otobüs bir dura-

ğı, durmadan geçerse, bu o gün olacak başka olaylar için iyi

bir işarettir. Yedinci durağa kadar içimi buruk bir acı ve en-

dişe kaplar. Sanki, daha dün, zamanı aynı biçimde yenilgiye

uğratan ben değilmişim gibi içim titrer. Dalıcı bir forvet gibi

saldırırım  zamansporun  kalesine:  on  üç-bir,  on  iki-iki,  on

bir-üç... Tabii buradaki sayı sisteminde, gerçek spor kuralla-

rıyla  bir  uyuşmazlık  var  gibi  geliyor  insana.  Bu  kadar  ince

düşünen  insan,  zamanı  bu  ince  düşünceleriyle  geçirir;  be-

nim oyunumu ne yapsın? Programımız burada sona eriyor,

zamanım doldu. Bana müsaade...”

42



“Seni  eve  bırakıyorum,”  dedi  Turgut  karısına.  “Araba

işiyle ben uğraşırım öğleden sonra.”



4

Turgut’un  oturduğu  apartman,  büyük  şehrin  kuzey  doğu-

sunda, enlemi kırk bir derece sıfır sıfır dakika kuzey ve kırk

bir derece sıfır sıfır dakika bir saniye kuzeyle boylamı yirmi

dokuz derece on iki dakika doğu ve yirmi dokuz derece on

iki  dakika  bir  saniye  doğu  olan  noktalar  arasında  sıkışan

bir arsa üzerine kurulmuştu. Apartmanın dünya üzerindeki

bu  konumunu  anlayabilmek  için  biraz  astronomi  bilmek

gerekiyordu. Oysa, Turgut’un arkadaşlarının karıları, bu bil-

giden yoksun oldukları halde, apartmanı ‘elleriyle koymuş’

gibi buluyorlardı. Selim ise -bilimsel tanımları uygulamakta

her zaman güçlük çektiği için- yarım saat oralarda dolaşıp

durmuştu ilk geldiği gün. Bina, enlem ve boylam noktaları

arasına  sıkıştığı  gibi,  daha  yüksek  birçok  apartmanın  ara-

sında ezilmişti. Bu nedenle, kuzey rüzgârlarına kapalıydı ve

güneyindeki  apartmana  bitişik  tavan,  yağmurda  biraz  akı-

yordu. İnsanın kendi evi olmadıkça, bunlara katlanmak ge-

rekiyordu.  Çocukların  odasının  penceresinden  bakılınca

-biraz  da  sola,  dışarı  sarkmak  şartıyla-  karşıdaki  iki  apart-

manın çatı katları arasındaki küçük boşluktan, önce bir iki

servi  ağacı  ve  daha  uzakta  soluk  mavi  renkli  bir  çizgiden

ibaret olan deniz görünüyordu.

Turgut,  apartmanların  arka  cephelerine  baktıkça,  yapıla-

rın  neden  iki  ayrı  cephesi  olduğunu;  neden,  duvara  daya-

nan  kanepelerin  arkasına  kötü  kumaş  kaplamak  gibi  bu

“modern”  apartmanların  da  arka  cephelerinin  yüzsüz  bir

insan gibi anlamsız olduklarını ve üstlerine her zaman ne-

den  sarı  badana  vurulduğunu  düşünürdü.  “Bitişik  düzen”

denen anlaşılmaz sistem, öteki iki cepheyi sadece “yan cep-

43



he” adı verilen ve görünmeyen bir varlıktan, bir deyimden

ibaret  bırakmıştı.  Fakat,  bütün  bu  soyut  kavramlar  arasın-

da,  anahtar  denen  somut  nesneyle  kolayca  açılan  -tabii

apartmanın dış kapısı için aynı kolaylıktan bahsedilemezdi-

bir kapının gerisinde, içinde yaşanan ve elle tutulabilen be-

lirli  hacimlerin  varlığı  inkâr  edilemezdi.  Dairenin  içine  gi-

rince de bazı küçük aksaklıklar... duşun tepenizden akma-

ması, sıcak suyun tam yıkanırken soğuması, mutfakta evye-

nin  sık  sık  tıkanması,  hamamböceklerinin  alışkın  hareket-

lerle bütün odalarda dolaşması gibi küçük ayrıntılar.

İnsan bunları neden görür? Daha doğrusu neden bunlara

takılır  aklı?  Basit:  demek  yürümeyen  birşeyler  var.  Evet,

ama  yürümeyen  şey  nerede?  Eşyada  mı?  Yoksa....  Turgut

henüz  düşünemiyordu;  yalnız  bir  huzursuzluk,  huzursuz-

luk bile değil, insanı bazı şeyleri yapmaya ve bazılarını yap-

mamaya  farkettirmeden  iten  ve  davranışlarında,  eski  alış-

kanlıklarına  yabancı  gelen  küçük  değişiklikler.  Eve  döner-

ken acele etmek için bir ihtiyaç duymuyordu içinde, örnek

olarak. Bu ihtiyaç eksikliğini de düşünmüyordu aslında; sa-

dece, eve dönerken acele etmiyordu. Bazı eski alışkanlıkla-

rı, unuttuğu hareketler, yokluyordu onu. Kitapçı vitrinleri-

nin önünde biraz fazla kalıyordu, duraklara en kısa yoldan

çıkmıyordu;  duraktaki  insanlardan  daha  hesaplı  davranıp

dolmuşa, önce o binmiyordu; bu beceriklilik, kendisini üs-

tün saymasında oldukça önemli bir noktaydı oysa. Hafıza-

sında da bazı boşluklar oluyordu: kendini birdenbire, elin-

de anahtarla kapının önünde buluyordu.

Ilık bir bahar akşamıydı. Turgut, rahat koltuğunda oturu-

yordu.  Gözünü  duvardaki  rutubete  dikmiş,  bu  koyu  leke-

nin içinde yer almaya başlayan beyazlıkların, bahara doğru

gidişi gösterdiğini düşünüyordu. Üniversitedeki bir hocası-

nın sözleri aklına geldi: her yapıda, alttaki bir tabakada ya-

pılan küçük bir hatayı bile, onun üstüne koyacağınız daha

44



iyi  tabakalarla  örtemezsiniz.  Duvarda  rutubet  var,  o  halde,

tecritte  bir  hata,  sıvada  bir  kalınlık  farkı...  bana  ne  bütün

bunlardan? Karısına baktı: Nermin perdeleri kapıyordu. Dış

dünyayla  ilişkileri  kesme  vakti  gelmiş:  “Bugün  ne  yaptın

canım?”  zamanı  yaklaşmıştı  demek.  Turgut  birden,  günü

anlatarak tekrar etmenin getireceği yorgunluğu duydu. Bazı

günler konuşamazdı insan. Elini koltuktan aşağı sarkıttı ve

gazeteyi aldı. Anlamadan başlıklara baktı, spor sayfasını çe-

virdi;  antrenörler  arası  dayanışmanın  gereği  hakkında  bir

makaleyi,  alışkanlığın  verdiği  ciddiyetle  okumaya  başladı.

Birkaç  satır  okuduktan  sonra  göğsünden  ağzına  doğru  bir

sıkıntının yükseldiğini hissetti; gözlerini karısına doğru çe-

virmekte kısa süren bir gecikme oldu. Sonra, kendi derdine

düştü ve içinin sıkıldığını karısına anlatmayı unuttu. Belki

de Selim için üzüldüğünü, karısını bu düşüncelerle yormak

istemediğini,  zamanla  bu  yaranın  kapanacağını,  erkeklerin

bazı yalnız sıkıntıları, evin düzenine dokunmadan zararsız-

ca geçiştirdikleri belirsiz huzursuzlukları olduğunu açıkladı

kendine.  Belki  de  bir  şey  demedi.  Belki,  kendine  bile,  bir

açıklama yapması gereksizdi. Büyük bir sarsıntı olmamıştı.

Selim ölmeden önce, içinde düşüncenin fazla yer tutmadığı

bu evde oturuyorlardı. Selim yaşamıyordu artık ve gene ay-

nı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek im-

kânsızdı.  Ayrıca  bu  evde,  Selim’in  içine  dert  olan  şeylerde

bir  değişiklik  yapılmamıştı,  her  şey  yerli  yerinde  duruyor-

du;  değil  Selim’in  düşünceleri,  genel  anlamda  bir  düşünce

bile kendine uygun bir yer bulamazdı: küçük odada çocuk-

lar yatıyordu, hemen yanında da onların yatak odaları var-

dı;  salonda  zaten  birçok  iş  bir  arada  görülüyordu;  yemek,

yaşamak,  çalışmak  ve  misafir  kabul  etmek...  Selim  ve  dü-

şüncelerinin  temsil  ettiği  şey  -bir  şey  temsil  ediyorlarsa

eğer- bu evde birkaç günlük gece yatısına gelmiş bir misa-

firdi. Nermin, onun varlığını duymuyordu bile; duymaz gö-

45



rünüyordu. Evliliklerinin ilk yılında evlerine biraz sık gelen

ve artık kendiliğinden yok olan meyhane ve bazı uygunsuz

üniversite  arkadaşları  gibiydi  Nermin  için  bu  misafir.  Bü-

yük  bir  tatlılıkla  kabul  etmişti  bu  arkadaşları  önce;  sanki

onların  gelmesini,  Turgut’tan  çok  Nermin  istiyordu.  Onla-

rın garip ve tutarsız fikirlerine, öncüsüz şakalarına ve kayıt-

sız  davranışlarına  hayran  olan  Nermin’di.  Turgut,  bu  uy-

gunsuz arkadaşlarından biraz usanmanın, onları fazla tanı-

manın  ve  onlar  hesabına  Nermin’den  utanmanın  -en  kuv-

vetli duygusu buydu onlar hakkında galiba- telaşıyla onun

kadar rahat davranamıyordu arkadaşlarına. Üstelik bu telaş

içinde  -ve  daha  çok  bu  telaşın  yarattığı  panik  yüzünden-

Nermin’e,  bu  uygunsuz  arkadaşlarından  farklı  olduğunu

göstermek endişesiyle kıvranıyordu. Belki Turgut da, yaşan-

mış  bu  eski  düzenin  kendisi  için  artık  tehlikeli  olduğunu

Nermin  kadar  biliyordu;  fakat  arkadaşlarıyla,  ‘insan’la,  on-

lardan utansa bile, ilgiliydi. Nermin gibi, ileriyi açık ve se-

çik görüp bütün bunların biteceğini hissetmenin rahatlığıy-

la kayıtsız kalamıyordu. Ve beklenen oldu: Turgut, arkadaş-

larını  çağırmaktan  ya  da  onlarla  birlikte  dışarı  çıkmaktan

bahsetmez oldu; hem de görünürde bir rahatlığa kavuşarak

oldu  bu.  Nermin,  gene  onlardan,  tatlı  tatlı  bahsetti;  onlar

hesabına iyi dileklerde bulundu.

Mutfaktan  karışık  gürültüler  geliyordu;  yemeğin  hazır-

landığını duyuran gürültüler. Turgut, kendini kaptırdığı dü-

şünceler arasında, birden Kayhan’ı, Güner’i, Kenan’ı ve bü-

tün  onlarla  geçen  zamanı  hissetti  içinde.  Buraya  nasıl  gel-

mişti?  Kafasındaki  akışı  izlemediği  için,  bulup  çıkaramadı;

böyle  bir  istek  de  duymadı.  Başka  türlüydü  onlarla  geçen

zaman: tarih öncesi yaratıkların arasında bir masal dönemi.

Hep birlikte bu salona nasıl sığdılar o gün? Eşyayı nasıl par-

çalamadılar?  Yemek  masasının  çevresinde  toplanmışlardı.

Küçük masada tabaklar, çatallar, insanlar içiçeydi. Tabaklara

46



uzanan  eller  birbirlerine  karışıyor;  omuzlar,  bardaklar  sür-

tünüyordu. Turgut içini çekti. Güner, okulu on iki yıldır bi-

tiremeyen  koca  Güner,  kollarıyla  her  yeri  kaplıyordu.  Yap-

ma  bir  nezaketle  Nermin’e  eğiliyor,  yemekleri  övüyordu.

Bütün  dikkatine  rağmen  gene  olmadık  bir  hareket  yapmış

ve  pantalonu  gene  olmadık  bir  yerinden  boydan  boya  sö-

külmüştü.  Şimdi  de  bunu  belli  etmemek  için,  bacaklarını

bitiştirmiş, vücudunun yalnız üst kısmını çevirmeye çalışa-

rak  Puşkin’den  bahsediyordu.  Seçme  Yazılar’ı  okuyordu  o

günlerde. Puşkin’den ve Rus yazarlarından okuduğu ilk ki-

taptı bu. Sarhoşluğun ve zekâsına güvenmenin coşkunluğu

içinde,  kendi  bilmezliğiyle  alay  ediyor,  sezginin  ve  anlayış

gücünün övgüsünü yapıyordu. “Biz, hanımefendi,” diyordu

-hanımefendiyi,  tatlı  bir  eğlenme  ifadesiyle,  Nermin’in  bile

alınamayacağı  bir  yumuşaklıkla  söylüyordu-  “Yaman  bir

milletiz; Rusları ve Rusları sevmeyenleri aynı derinlikte an-

larız; ama, belli etmeyiz. Bizim gösterişe ihtiyacımız yoktur.

Yaptıkları eserleri karşılarına koyup, bununla boş bir gurura

kapılmak  Evropalıların  işidir.  Durmadan,  varlıklarını  duy-

mak için, olur olmaz yerde, good morning, bon soir derler

birbirlerine. Bizde de birtakım insanlar bunu tutturmuş. Bu-

günlerde de ‘iyi günler’ diye bir söz çıkmış. Herkes birbirine

iyi günler deyip duruyor. ‘Bonjour’un tercümesiymiş.” Ken-

di sözlerine, herkesten önce, kendisi gür bir kahkaha atmış-

tı: nerede başlayıp nerede biteceği hiç belli olmayan sözleri-

ne, Nermin’in ve alay ettiği Avrupalıların hiçbir zaman anla-

yamayacaklarını  düşündüğü  bir  duyguyla  gülmüştü.  Ner-

min’in sesini duydu birdenbire, solunda, yukarıda: “Yemek

hazır;  düşüncelerinle  soğutma  çorbayı  istersen.”  Yumuşak

ve  tabii  bir  sesti  bu,  hiçbir  art  niyeti  olmayan  bir  ses.  Tur-

gut,  rahatsız  olduğunu  hissetti.  Bu  hayatın  dışında  sürekli

hiçbir şey yapamayacağını anlar gibi oldu bir an için. Soluk

bir gölge gibi geçti bu rahatsızlık. Kendini toparladı: “Güzel

47



yemeklerine bu haksızlığı yapamam,” dedi ve alışkın ayak-

larını, şaşırmadan masaya sürükledi.

Masayı,  yalnız  çorbayla  ve  karısıyla  değil,  Kayhan’la  ve

Güner’le de düşünme hürriyetine sahip olabileceğini, dün-

yada böyle bir imkânın var olduğunu o sıralarda düşünemi-

yordu. Selim’i düşünmek bile ona, evli erkeklerin -suçluluk

hissinden  kurtulamadıkları  halde-  kendilerini  günah  duy-

gusuna  kaptırmaları  gibi,  gizli  ve  hiçbir  zaman  gerçekleş-

meyeceği için hoş görülen bir günah gibi geliyordu. Hayal

gücü, henüz bilemediği bir derinlikteydi. “Canım sıkılıyor”

sözleri, kendisinin de farkına varmadığı bir kolaylıkla, baş-

ka  bir  insanın  söylediği  bir  cümle  gibi  duyuldu  sofrada.

Mutfaktan, yemek yiyen çocuklarının, hizmetçiye karşı ko-

yan sesleri geliyordu. “Kendini bırakmamalısın,” dedi Ner-

min. Selim’in öldüğünü gazeteden öğrendiği sabah duydu-

ğu sesten biraz farklıydı Nermin’in sesi. O sabah -ağladığını

pek hatırlamazdı- gözleri yaşlı, yatakta karısına sokulduğu

zaman,  kendini  öksüz  bir  çocuk  gibi  hissetmişti.  İkisi  de

gözlerini boşluğa dikip, susmuşlardı uzun süre. Turgut, her

saniyesini  dolduran  mahzunluğu  Nermin’le  paylaştığını

sanmıştı o sırada. Sanki, çocukluğundan beri, Turgut’a acık-

lı ve hüzünlü gelen yaşantıların hepsini bir ana sıcaklığıyla

içine almıştı Nermin. Turgut, yüzünü, karısının boynunda,

saçlarında  saklamış  ve  bütün  olanlar  ve  olacaklardan  tatlı

tatlı  yakınmıştı  sessizce.  İkimiz  olduktan  sonra,  bütün  bu

hüzünler, sıcak bir yaklaşma için bahanedir, demek istemiş-

ti Nermin’e. Daha düzenli günlerde hissedilmesi zor bir ya-

kınlıktı  bu  Turgut  için.  Aslında  erkeklerin  zayıflıklarını

göstererek, kadınlara vermeleri gereken sürekli güveni sars-

mamaları gerektiğini içgüdüsüyle biliyordu. Fakat, yuvanın

bütünlüğüne zarar vermeyen küçük bir zayıflıktı bu gevşe-

me. Yazık ki erkekler, şımartıldıkları zaman nerede durma-

ları  gerektiğini  çoğu  zaman  bilemezler.  Kadının,  bunu  ha-

48



tırlatmasıysa,  utanç  verici  bir  uyarmadır  onlar  için.  Ya  da

bazıları  için  öyledir.  Belki  nesli  tükenmeye  başlayan  garip

yaratıklardır artık bu çeşit erkekler. İşte biri daha öldü gitti.

Turgut’un  içinden  atamadığı  hüzün,  belki  de  bu  azalışın

hüznüydü. Kendini bırakmaması söylenince de, bu duygu-

dan kurtulamadığı için, tekrar düzelinceye kadar bunu sak-

laması gerektiğini hissetti utanarak.

Kendini, içinde bulunduğu düzenli yaşantının ayrıntıları-

na  bıraktı.  “Düşünmüyorum,  sıkılıyorum  sadece,”  dedi.

Daha  birşeyler  söyleyecekti.  Söyleyemedi.  Sustu.  Bir  saygı

duruşu yapıyorum herhalde, diyecekti belki. Bu kadar ma-

sum bir sözü bile söyleyemedi. Söylemek içinden gelmedi.

Kendini  elevermekten  korktu.  Nasıl  olsa  geçecekti.  Yerin-

den kalktı ve seslerinden, yemek yemedikleri anlaşılan ço-

cuklarını azarlamaya gitti mutfağa. İki kızı da suçu birbiri-

ne yükledi hemen. Sonra da hizmetçiyi kötülediler. Yemek

yemeyen  çocukların  kötü  geleceklerinden  bahsetti  onlara.

Bu çeşit çocuklarla kimse konuşmazdı sonunda. “Bütün iş-

lerinizi yalnız yaparsınız sonra. Kimse yemeğinizi yedirmez

ve uyumanız için masallar anlatmaz. Kocaman kızlar olur-

sunuz:  gene  yalnız  kalırsınız.”  Su  bardağına  uzanmak  için

sandalyenin  üstüne  çıkan  küçük  kızı:  “Hayriye  Teyze  gibi

kocaman bir evde tek başımıza kalırız sonra, değil mi baba-

cığım?”  dedi.  Evin  kocamanlığını  anlatmak  için  kollarını

bütün gücüyle açtı, hizmetçi tutmasa yere düşecekti. “Sakın

Hayriye Teyzenin yanında söyleme bunu.”

“Önümüzdeki  hafta  Ankara’ya  gideceğim.  Artık,  bazı  iş-

leri  yalnız  benim  yapabileceğimi  anlamaya  başlıyorlar  şir-

kette.”  Nermin,  hafifçe  başını  kaldırıp,  sevindiğini  gizledi-

ğini belirtmek isteyen bir bakışla: “Başka türlü olabilir miy-

di?” dedi. “Bunu biliyorduk. Anlamalarına ihtiyacımız yok-

tu.”  Son  cümlenin  söylenişi  Turgut’u  tedirgin  etti  hafifçe;

yerinden kımıldanır gibi oldu. Telaşını örtmek için acele et-

49



ti: “İnsanların hoşuna gidecek biçimde davranmayı oldukça

beceririm  biliyorsun.  Onun  için,  bana  önem  verilmesinde

bu  aldatıcı  tavırlarımın  payı  vardır  diye  endişe  ederim.”

“Böyle  olmadığını  biliyorsun,”  diye  telaşsız  karşılık  verdi

Nermin.  “Nasıl  bir  insan  olduğunu  anlatmamı  istiyorsan,

başka.”  Turgut  elindeki  çatalı  bıraktı:  “Beni  şımartırsan,

mutfaktaki  çocuklar  gibi  yemeğimi  bitirmem  sonra.”  Gül-

düler, Turgut, çatalı bırakan eliyle uzandı, karısının kolunu

okşadı, gözlerine baktı; artık, bir şey düşünmedi.

Sonra Nermin sofrayı toplarken, oturduğu koltukta, bir-

den Turgut aynı huzursuzluğun yaklaşmakta olduğunu his-

setti. Kıskanç ve intikamcı bir duyguydu bu: biraz unutul-

maya gelmiyordu. Gizlice büyüyor, eskisinden daha şiddetli

bir biçimde ortaya çıkıyordu hiç beklemediği bir anda. Bir

davranışta bulunmadan, onunla ilgili bir hareket yapmadan

atlatılması  imkânsız  gibi  görünen  bir  duyguydu.  Hüzünlü

bir  biçimde  ele  alınmayınca  daha  zalim  oluyordu  sanki.

Kendisine saygı duyulmasını istiyordu. Küçük bir fırsat bu-

lunca  da  Turgut’un  içini  ezen  bir  rahatsızlık  olarak  ortaya

çıkıyordu.  “Midem  iyi  değil  galiba,”  dedi.  “Bana  bir  ilaç

versene.”  Söylediği  sözlerden  hemen  pişman  oldu.  Gene

ihanet  etmişti  içindeki  ‘şey’e.  Bu  ‘şey’  Selim’in  ölümünden

öte bir hüzün, ne olduğu belirsiz, fakat sürekli ilgi isteyen

bir  duyguydu.  Hem  örtülmesi  gereken,  hem  de  örtüldüğü

ona hissettirilince kuvvetlenen bir duygu. Turgut, çok ağır

ve  hesaplı  olması  gerektiğine  inandığı  bir  hareketle  yerin-

den kalkarak kitaplığına yürüdü.

5

Karısı ve çocukları salonda yoktu. Arka taraftan seslerin ke-

sildiğini  duyunca  iki  saattir  bir  kelimesini  bile  anlamadan

okumaya çalıştığı kitabı elinden bıraktı. Bu iki saat içinde,



50


hiçbir  şey  düşünmeden  ıstırap  çekmişti;  o  güne  kadar  ya-

kından tanımadığı bir duygu olduğu için, uzak ve karanlık

bir kelime seçmişti. Divanda oturan karısına belli etmeden

ve bu belli etmemenin kendine neye mal olduğunu bilerek

dayanmıştı. Onu üzmemek için böyle davrandığını bile ak-

lına getiremedi bu sıkıntı içinde. Sonunda bütün sakınma-

sını elden bırakarak, uykusu olmadığını ve salonda kalarak

okumak  istediğini  söyledi.  Neden  yatak  odasında  değil  de

salonda? Onu bile söylemedi. Karısının bunu nasıl karşıla-

yacağını görecek durumda da değildi.

Kitabı  elinden  bırakınca,  daha  önce  ne  yapacağını  kesin

olarak bilen insanların görünüşüyle, çalışma masasına yürü-

dü. Oysa, bu iki saat içinde, bu hareketi çok kısa bir an ak-

lından geçirmişti ve kitabı bıraktığı anda, kafası boşalmış gi-

biydi.  Aceleyle  çekmeceleri  karıştırdı.  Kâğıtları,  dosyaları,

kutuları  telaşla  çekmecelerden  çıkarırken  yalnız  Selim’in

sözlerini duymaya başlamıştı: “Sen günün birinde çok meş-

hur olacaksın. Ben o zamana kadar belki sağ kalamam.” Öy-

le oldu Selim; kalmadın Selim. “Gel, senin bir tercümei hali-

ni yazalım. Kimseye yararlı olmasa da tarihe hizmetimiz do-

kunur.”  Dokunur  Selim.  Dur  Selim,  bulacağım,  bir  dakika.

“Bütün  bu  adamların  biyografileri  yanlışlarla  dolu.”  Yanlış,

evet  Selim.  Tarih  oldu  Selim.  Çekmecelerde  olmalıydı;  iyi

hatırlıyorum.  Elini  sıkıştırdı  çekmecenin  birini  kaparken.

Acıyla bir an durdu; parmağına baktı. “Biz seninle yeni bir

çığır  açacağız  bu  konuda  Turgut.”  Tanımadığım  bir  telaş

içindeyim Selim. “Bu oyuna heves duyuyor musun?” Duyu-

yorum  Selim  duyuyorum.  Allah  belamı  versin  ki  duyuyo-

rum.  “Yalnız  bir  mesele  var:  hangi  üslubu  kullanacağız?”

Bilmiyorum  Selim;  görüyorsun  telaş  içindeyim.  Nermin’in

yanında olmam gerekirdi şu anda. Selim, elini yanağına ko-

yup bir süre düşündü. Sonra ayağa kalktı, kitaplığının önü-

ne gidip kitaplara elini dayayarak bir heykel gibi hareketsiz

51



ve boş bakışlarla onları seyretti. “Doluyorsun,” diye bağırdı

Turgut.  Selim,  karşılık  vermedi.  Ellerini  göğsünde  gezdire-

rek  hafifçe  kımıldadı.  Boynunu,  omuzlarını  tuttu,  çenesini

sıktı ve sonunda hırsla kafasını kaşıdı. “Tamam,” diye hay-

kırdı Turgut. Gözleri yarı kapalı, kendinden geçmiş bir tavır-

la konuştu Selim: “Evet, sonunda doldum,” dedi. “Sonunda

doldum, Turgutçuğum Özben. Ayak tırnaklarımın ucundan

saçlarımın  tellerine  kadar  doluyum  artık.  Üslubumuz  da

belli  oldu  bu  arada.  Tarihi  Türk,  Roma  ve  Fransız  kahra-

manlarıyla  büyük  matematikçi  ve  fizikçilerin  hayat  hikâye-

leri tarzında yazacağız. Heyecanlı sahneler de kovboy filmle-

rini  andıracak.  Sen,  önce  bana,  o  tatsız  ve  sıkıcı  anlatışınla

hayat-ı hakikiyeni nakledersin...” Turgut tamamladı: “Sonra

sen de uykusuz geçen kâbuslu bir gecenin sabahında, on bi-

ninci fincan kahveni yudumlar ve sokak satıcılarının pence-

reden sızan seslerini dinlerken, ‘kahramanlar marşı’nın son

notalarını kâğıda geçirirsin.” Selim, sabırsızlıkla karşılık ver-

di:  “Oldu,  evet,  anlaştık.  Dolmakalemimize  kan  doldurup

yazacağız  bu  satırları.  Ve  ben,  bir  avuç  toz  olduktan  sonra

bile, senin destanın ağızlarda dolaşacak...” Turgut tamamla-

dı: “Ben ve emrimdeki yüz bin şövalye, ihtirasın yakıcı alev-

leriyle kavrulurken, sen köşenden bizleri ibretle seyredecek

ve: ‘Sevişin evlatlarım, diyeceksin. ‘Sevişin ve mutlu olun...’”

Selim atıldı: “Ve zina etmeyin.” Turgut, yapma bir kıskanç-

lıkla elini salladı. “Sonunda okuyacağım bu İncil’i ve senin

okumamış olduğunu ispat edeceğim böylece.” “Kağıtlar ne-

rede?” diye söylendi Turgut. “Kâğıtlar, zabıtlar... onları bura-

larda bir yerlere saklamıştım.” “Eski Mukaddes Roma-Aksa-

ray İmparatorluğunun kurucularından, kadim Osmanlı mü-

verrihlerine göre Turgut Bey, Avrupalı müsteşriklere göre na-

mı  diğer  Dragut’un  hayatını  yazacağım  bilinen  ve  bilinme-

yen taraflarıyla.” Sabret biraz Selim, eskisi gibi acelecilik et-

me. Giriş hazırlıklarını tamamla, ben geliyorum.

52



Bir proje dosyasının içinde, birkaç kâğıt buldu sonunda.

Bu  kadar  değildi;  daha  olmalı.  Sonra  tekrar  ararım.  Elleri

titreyerek,  sayfaları  masanın  üstüne  koydu.  Canım  Selim;

hep oynayabilseydik bu oyunları. Biraz olsun dinlenseydin

arada. Durmak bilmeyen kafanı rahat bırakıp kuvvet topla-

saydın biraz. Kim dayanabilmiş ki sürekli? En basit insanla-

rın bildiği bu gerçeği nasıl göremedin? Bu sayfalarda yaşa-

dığını görüp, öldüğüne nasıl katlanabileceğim? Bu acıya da-

yanmak  için  bir  yol  göster  bana.  Parmaklarının  bütün  gü-

cüyle  bileğini  sıktı.  Okumalıyım,  bilmeliyim,  okumalıyım.

İşin içine girmeliyim; kendime acı vermek pahasına. Elleri-

ni yanaklarına bastırdı, okumaya başladı:

“Bundan yirmi beş yıl kadar evveldi. Aksaray’ın Horozuç-

maz Mahallesi Lâlegül Sokağı Hane No. 54, Cilt No. 22, Sa-

hife No. 669’da, iki katlı ahşap bir evde, medeni hali bekâr,

cinsiyeti erkek, dini İslam bir çocuk dünyaya geldi. Babası

tütün rejisi muhasipliğinden, on sekiz yıl dört ay yirmi iki

gün sonra emekliye ayrılacak olan Hüsnü Bey, annesi de ev

kadını  Mürüvvet  Hanım’dı.  Turgut  bir  ebe  marifetiyle,  ba-

bası  ahşap  evin  alt  katında  merak  ve  endişeyle  kıvranır  ve

beş  dakikada  bir  merdivenleri  tırmanırken  dünyaya  geldi.

Daha  doğrusu,  yazık  ki,  yedinci  kere  merdivenleri  tırman-

dıktan  sonra  aşağı  inerken  doğdu.  Evin  içinde  mahallenin

yaşlı kadınları dolaşıp duruyor ve Hüsnü Bey de orada, var-

lığı gereksiz bir insan olduğunu düşünerek, kendini nereye

koyacağını bilemiyordu. Kaynar sularla dolu taslar üst kata

taşınıyor ve sigara üstüne sigara içen Hüsnü Bey, bu taşıma

işine yardım edecek gücü bile kendinde bulamıyordu. Hüs-

nü Bey o zamanlar çok zayıftı. Çocuk iki yaşına geldiği gün

çektirilen fotoğrafta onu tanımakta güçlük çekerdiniz: ince

bıyıklı,  soluk  benizli,  genç  bir  adam.  Başında,  o  yıllarda

moda olan, siyah şeritli, geniş kenarlı bir şapka var. Bu şap-

ka, onun silik yüzünü daha da önemsiz gösteriyor ve Hüs-

53



nü Bey resimde bir sığıntı gibi duruyordu. Üst kattan çocuk

ağlamasının duyulduğu sırada Hüsnü Bey, ertesi gün girece-

ği  Amme  Hukuku  imtihanını  düşünüyordu.  Bir  taraftan

muhasebeci  yardımcılığı  bir  taraftan  Hukuk  talebeli-

ği...Hüsnü  Bey  bunalıyordu.  Okumaya  fazla  düşkün  olma-

dığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği fi-

lozoflar,  kafasında  birbirine  karışıyor;  Necmettin’in  notla-

rından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışıyordu. Bu

Necmettin’in  notları  da  ne  kadar  okunaksızdı.  On  Binlerin

Ricatı’nı  yazanın  Aristophanes  mi  yoksa  Ksenophanes  mi

olduğunu  çözmeye  çalışırken  Platon’un  aile  nazariyesi,

Dante’nin devlet mefhumuna karışıyordu. Hüsnü Beyin en

büyük talihsizliklerinden biri de yanlış isimlerin daima da-

ha önce aklına gelmesiydi. Kültür, sadece bazı isimleri ha-

tırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri

yerli  yerinde  ve  başka  isimlerle  münasebetini  bilerek  kul-

lanmak demekti. Kelimeler, kelimeler... diye düşündü Hüs-

nü Bey, Shakespeare’in adını bile duymadığı halde. Bu keli-

meler,  kültür  mü  demekti?  Hakikaten,  kültür  ne  demek

acaba?  Hüsnü  Bey  için  kültür  onun  dört  kere  tek  dersten

sınıfta kalmasına sebep olan Amme hocası Ordinaryüs Pro-

fesör -o zamanki adıyla müderris- Ekrem Galip Bey (Aydı-

ner)  demekti.  Eğer  böyleyse,  ‘Kültür’,  insanı  küçümseyen,

insanın  ne  mal  olduğunu  bir  bakışta  anlayan  iri  kıyım  bir

şey  demekti.  Ekrem  Galip  Bey,  Hüsnü’nün  bu  korkusunu

sanki  önceden  bilirmiş  gibi,  imtihan  odasına  girince  ona

öyle  bir  bakardı  ki  Hüsnü  Bey  küçülür  küçülür,  bildiği  ya

da birbirine karıştırdığı bütün isimleri ve nazariyeleri unu-

turdu  hemen.  O  an,  odanın  dışında  olmak  için  neler  ver-

mezdi.  Üçüncü  hakkına  girerken,  bu  duyguların  tesiriyle,

bir an, kapıya doğru yönelir gibi olmuş, fakat hocanın kü-

çümseyen bakışlarını ensesinde hissederek masanın başına

oturup  kaderine  boyun  eğmekten  başka  bir  çare  bulama-



54


mıştı sonunda. Ekrem Galip, soruyu onun yüzüne bakma-

dan sormuş ve gene onu dinlemiyormuş gibi, önündeki kâ-

ğıda, her zamanki geometrik şekillerini çizmeye başlamıştı.

Bu  kısa  rahatlık  devresini  kaçırmak  istemeyen  Hüsnü  Bey,

telaffuz  etmekte  zorluk  çektiği  kelimelerle  boğuşarak,  ez-

berlediği  cümleleri  sıralamaya  cesaret  etmişti.  Bir  an  için,

bu sefer olacakmış gibi gelmişti Hüsnü Beye. Hoca susmaya

devam ediyordu. Kadim Yunan felsefesinin bu zayıf temsil-

cisi, muhasebe defterine yazdığı maddeler gibi, alt alta dizi-

yordu  fikirleri:  ‘Platon’un  devlet  nazariyesini  böylece  gör-

dükten  sonra,  onun  kadar  mühim  olmamakla  birlikte,  On


Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin