01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə5/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

humiliation bana kalırsa.”

“Turgut!  Bu  sözü,  nasıl  buldun?  Farkında  mısın  önemi-

nin? Hayır, olamaz, bir yerde okudun bunu.”

“Selim, biliyorsun, biz Türkler, mahalle...”

“Hayır,  sus  konuşma,  bozma.  Bak,  Turgut;  hayatın  bo-

60



yunca  bir  daha  konuşmayacaksın  bu  sözünden  sonra.  Söz

veriyorsun değil mi?”

“Yoldan çıktığına göre ilhamını kaybetmiş olmalısın”

“Hayır, dostum. Ben, en acıklı anda bile güldürücü sözler

bulabilen  bir  insanım.  Kendime  acımam  yoktur.”  Silkindi,

gözlerini yumdu; sonra hemen açtı; değişik bir sesle devam

etti:

“Küçük yaşta, akranları arasında önder olması, onun bir-



çok  aşağılık  duygusundan  kurtulmasına  yardımcı  olduysa

da  manevi  bakımdan  kaçınılmaz  bir  fakirliğe  sürükledi

onu. Bu arada, Ahmet Mithat Efendi gibi, kısa bir süre için

de olsa, okuyucularımızdan izin alarak mevzumuzu bir ya-

na bırakmamıza rağmen, bize bu fırsatı verenlere, bu arada

bu satırların yazarına, ayrıca bizzat gelemeyerek yarı yolda

kalanlara  bilhassa  teşekkür  ederiz.  Turgut,  yukarıda  zikre-

dildiği gibi, kısa pantalonlu yaşantısının bu erken başarısı-

na  kapıldı;  ondan  sonra  da  her  davranışında,  Borjiya  gibi

‘Zafer  veya  hiç’  düsturuna  sadık  kaldı.  Bu  orman  yasasını,

üniversite kapıcısının o sırada başka yere bakmasından fay-

dalanarak mukaddes camiamızın içine de soktu. Evet bey-

ler!  İştirakiyun  mezhebinden  de  yıkıcı  olan  bu  telakkiyi

aramıza sokan Turgut’tur. Turgut değil o hayduttur. Halbuki

‘Vermesini bilmeyenler alamayacaklardır.’”

“Hayatımdır  bahis  konusu  olan.  İncil’i  karıştırma  ulan,”

diye Selim’in sözünü kesti Turgut.

“Uygun bir kafiye bulamadığım için bu müdahaleni kar-

şılıksız bırakmak zorundayım.”

Turgut: “Her zamanki gibi işin sonunu kendine bağlamak

gibi kaçınılmaz bir eğilim görüyorum sende,” dedi.

“Mülahazat  hanesine  yazacaklarımız  şimdilik  bu  kadar.

Gelelim Turgut’un okul ve dış dünyayla temaslarına.

“Turgut’un küçük yaştan beri geliştirdiği ve sonraları ar-

kadaşlarının başına ağır bir yük tahmil eden hususiyetlerin-

61



den biri de her şeyi mantıkî neticelerine kadar takip etmek

olmuştur.  ‘Mantıki  neticelerine  kadar  götürmek’  gibi  kor-

kunç  bir  tabir  daha  düşünemiyorum.  Bu  hususiyet  onda,

Selim Işık’ın aksine, sonradan olma bir vakıadır. Üniversite

hayatı sırasında bir umumiyet halini alan bu hususiyet, za-

manla büyük düşüşler kaydetmiştir. Esasında, herhangi bir

konuyu mantıkî neticelerine götürmek son derece tehlikeli

ve... yasaktır. Hiçbir vatandaşımızın bu oyuna kapılmasına

asla ve kat’a müsaade edilmemelidir. Bu, ancak oyun kabi-

linden  ve  Cumhuriyet  Bayramlarında,  maytapla  birlikte

patlatılması caiz olan bir kaziyedir.

“Turgut, bu oyunu, önce işine geldiği için sevdi. Ben, her

sene sınıfın birincisiyim ve herkesten kuvvetliyim ve kızlar-

la  konuşuyorum.  Ama  ne  demişler:  gülme  Menderes  gül-

me, senden büyük Allah var. Halbuki o ne diyor. ‘Gencim,

güzelim, matematikten de on aldım. O halde mantıkî neti-

celerden  ne  korkum  olabilir?  Komplekslerim  yok  ve  elle-

rim terlemiyor. Bana kimse dokunamaz.’

“Bir insanı, diğerinden ayıran hususiyet nedir? Dış şartlar

mı?  Olamaz.  Nedir  o  halde?  Kazanç  ve  kayıp  hakkındaki

telakkisidir.  Turgut  da  üniversite  giriş  imtihanını  bin  bir

zorlukla  kazanınca  bu  hayati  sualle  karşı  karşıya  kaldı:  ne

demekti bu? Kazanç mı, kayıp mı? Acele cevap verdi: ‘Ka-

yıp,’ dedi. Ah! İşte burada hata etti. Neden bu kadar acele

davrandı?  Neden  acısının  biraz  hafiflemesini  bekleyip  de

biraz daha soğukkanlı olabileceği bir zamana kadar dayana-

madı? Neden, neden? Bu vahim hükmü, ondan sonraki bü-

tün  harekâtına  da  tatbik  etmek  gibi  ikinci  elim  hatayı  da

hemen yaptı. Koparıp atsaydı bütünlüğünü bozan bu acıklı

tarafını  da  geri  kalanı  kurtarsaydı  hiç  olmazsa.  Yapmadı.

Kendini, rakipsiz saydığı konuların dışında, bir daha hiçbir

zaman tecrübe etmemeyi ve kuvvetsiz olmayı uygun buldu.

Tabii,  mantıkî  neticelere  götürme  oyunuda  birdirbir  ve  lik

62



gibi  bir  çocuk  oyunu  olarak  mazide  kaldı.  İşte,  düşüşü  de

bu  anda  başladı.  Bu  satırların  yaratıcısı  ve  yakın  arkadaşı,

onun bu metamorfozuna şöylece tarih düşürdü:

“Yıl bin dokuz yüz elli üç, baktı Turgut vaziyet güç; man-

tık yardım etmedi hiç. Oldu tam bir eyyamgüder. Bana gö-

re, oldu heder.

“Fakat, sonradan garson olmuş bir filozof ya da filozof ol-

muş bir garsona göre, insanlar karışık salataya benzer. Tur-

gut da, insan ruhundaki bu karışıklık yüzünden yeni şartla-

ra  tamamen  ayak  uyduramadı.  İnsancıllığı,  arasıra  görülen

eski yumuşaklığı, rahatsız etmeye başladı onu. Çare olarak

dinlenme anlarında, eski düşüncelerine uygun arkadaş...”

“Yeter artık sapıttın,” dedi Turgut. “Kendi elimle kendime

hakaret edemem. Müsaade edersen yazıyı otobiyografiye çe-

vireceğim.” “Müsaade etmem,” dedi Selim soğukkanlılıkla.

Turgut  başını  okuduğu  satırlardan  kaldırarak  çevresine

baktı:  eşyayı,  tanımayan  bakışlarla  süzdü.  Salonu  koridora

bağlayan kapıya doğru bir iki adım attı. Durdu, öylece kaldı.

Öylece  kal  Turgut!  Oyunun  sonunda  perde  kapanırken

olduğu  gibi.  Yatak  odasından  koridora  ışık  sızıyordu.  Yat-

mamış; beni bekliyor. Kalan kâğıtları yarın aramak daha iyi

olacak.


Ertesi  gün,  akşam  üzeri  eve  erken  döndü.  Nermin  mut-

fakta yemek yapıyordu. Karısını öptükten sonra yatak oda-

sına doğru kararsız bir iki adım attı. Önüne gelen ilk kapı-

nın tokmağına takıldı gözü. Tokmağı bir süre elinde tuttu,

kapının art-nouveau camına baktı. Pervazları, kapı kasasını

inceledi  alışkın  gözlerle.  “Bir  kat  astar,  iki  kat  boya,”  diye

mırıldandı.  Mühendislik  şartlanması,  ne  olacak.  Efendim?

Sonra,  sesini  yükselterek:  “Nermin,”  diye  seslendi.  Karısı,

hemen,  yakından  gelen  bir  sesle  cevap  verdi:  “Evet?”  Tur-

gut,  bir  an  durakladı.  Kendisine  karşılık  verilmesine  şaşır-

mış gibiydi. “Benim kâğıtlarım vardı.” Gene durdu. Söyleye-

63



ceğini  unutmuş  gibiydi.  Başını  sarsıp,  silkinerek  toparlan-

maya çalıştı. “Hangi kâğıtlar canım?” Birden rahatsız oldu.

Sanki karısı ondan birşeyler koparmak istiyordu. “Masamın

gözüne  sığmamıştı  ya  hepsi.  Bir  yere  kaldırmıştık.”  Neden

bu kadar soruyor? Bir şey mi biliyor acaba? “Bilmiyorum,”

dedi  Nermin:  “Dolabın  üstüne  bir  bak  istersen.”  Biraz  ra-

hatlamış hissetti kendini. Konuştuğumuz kelimelerin dışın-

da bir şeyin farkında değil demek. Kelimeler, kelimeler. Yal-

nız  kelimeler,  konuşulan  kelimeler.  Babama  benzemesem

sonunda hiç olmazsa. Fakat, neden kötü olsun? Yalnız ko-

nuşulan kelimeler geçerli demek. Gerisi insana kalıyor. İn-

sana,  onun  öz  varlığına.  İstersen,  içine  dönük  olabilirsin.

“Haklısın,  bir  bakmalı,”  dedi.  Oldu  işte.  Koridoru  yavaşça

geçerim. Onun bildiği, sadece “bakmalı” kelimesi. Tehlikeli

bir şey değil canım. Oyun oynuyoruz. Acaba gerçekten öyle

mi? Acaba, bildiği yalnız “bakmalı”mı? Aman oğlum Turgut

dikkat et. Mantıkî neticeler oyununa kapılma sakın. “Ne ya-

pıyorsun  orada  Turgut?”  “Düşünüyorum.”  Olmadı  işte.

Kendini ele verdin galiba. Yok canım! İnsanlar kendi söyle-

dikleriyle ilgilidir çoğu zaman. Evet çoğu zaman demeli ki

şaşırtıcı bir genelleme olmasın. “İyi” dedi karısı sadece. İyi.

Bu  iş  çözüldü.  Demek  ki  yemekle  uğraşıyormuş  mutfakta

“aslında.”  Koridoru,  kedi  yürüyüşüyle  geçti,  yatak  odasına

attı kendini. Tuvaletin önünden karısının pufunu çekti. Puf

ya Selim! Dil, yaşayışımızın aynasıdır. Elini gardrobun üstü-

ne  uzattı.  “Burası  ne  kadar  tozlu!”  diye  bağırdı  karısının

işitmesini bekleyen bir sesle. Cevap vermedi. İstediğim gibi

çalışabilirim öyleyse. Bana ne demişti: bir gün bu yazdıkla-

rımızı  arayacaksın;  ama,  yaşantınla  onlardan  öyle  uzaklaş-

mış olacaksın ki, bulamayacaksın. Buldum işte! Hem de ka-

rımın “puf”una ayakkabılarımla basarak.

Kâğıtlar  biraz  sararmış.  “Ne  arıyordun?”  diye  seslendi

Nermin mutfaktan. “Tartışma zabıtları,” dedi onun duyma-

64



yacağı bir sesle. Sonra: “Okula ait kâğıtlar,” diye yüksek ses-

le cevap verdi. Karısının karşılık vermesini beklemeden sa-

lona girdi. Masa lambasını yakıp hemen okumaya başladı.

Turgut: “Bana yazdırdıkların tamamen hayal mahsulü.”

Selim: “Ben o kanaatte değilim.”

Turgut:  “Bana  haksızlık  ediyorsun.  Aksini  ispata  her  za-

man hazırım.”

Selim:  “O  halde  genel  görüşme  açılmasını  teklif  ediyo-

rum.”

Turgut: “İsteğiniz kabul edildi.”



Selim: “Usul hakkında konuşmak istiyorum.”

Turgut: “Size söz vereceğim. Bunu sağlamak için başkan-

lığa kendimi tayin ediyorum.”

Selim: “Söze başlıyorum. Görüşme esaslarının şu şekilde

tesbit ve kabulünü rica ederim: beher görüşmecinin söz al-

dığı  zaman,  sadet  haricine  çıkmadığı  takdirde  sözü  kesil-

meyecektir. Karşısındaki, yani muhatabı, bu sözler hoşuna

gitmese  dahi,  insanlığa  yakışmayan  sıfatlar  kullanarak  söz

atmayacaktır.  Ve  nihayet,  görüşmenin,  yani  tartışmadaki

genel gidişin, aleyhine yön aldığını gören taraf, hiçbir şekil-

de kaba kuvvete başvurmayacaktır.”

Turgut: “Teklifinizin son maddesi, benim, bu gibi görüş-

melerdeki  münakaşa  kabul  etmez  kuvvet  üstünlüğümün

izolesi demek oluyorsa da, şimdilik kaydıyla, reddetmediği-

mizi ifade edebilirim. İlk olarak sözü kendime veriyorum.”

Selim: “Konuşma üslubunu tesbit etmedik. İlk cümleden,

ciddi,  dolayısıyla  tatsız  bir  gelişmeye  doğru  yol  aldığımızı

görüyorum;  sonumuz  neye  varacak  onu  merak  ediyorum.

Amerikalıların dediği gibi, ciddiyet kediyi öldürür. Türkçe-

ye çevirirken, yaptığım kelime oyunu kayboluyor tabii.”

Turgut: “Yapamadığın şeyler için sözümü kesme bir daha.

Üslup serbesttir. Müsaade edersen, kendime tekrar söz veri-

yorum.

65



“Evet! Diyorum ki; meselelerimizi çözmek için edebi de-

ğil teknik bir üslup seçersek, kendimize verdiğimiz serbest-

liği iyi kullanmış oluruz ve demokrasi gibi bunu da kendi-

mize benzetmeyiz. Teknik bir üslup seçmeliyiz; çünkü biz-

ler  teknisyeniz.  Duygularını  ifade  edebilmek  için  bakkal,

bakkal gibi, bahçıvan da bahçıvan gibi düşünebilseler; ken-

dilerine yakışacak bir ifade coşkunluğuna kavuşacak zamanı

bulabilselerdi; bütün şehir, gereksiz edebiyattan temizlenmiş

olurdu. Yazık ki her zaman birinci sınıf bir bakkal, dördün-

cü  sınıf  bir  edebiyatçının  üslubuna  özendiği  için,  onu  kul-

lanmak  zorunda  kaldığı  için,  edebiyatçılar  tarafından  edebi

bakımdan hor görülmektedir. Biz, yani bu dünyanın iki sa-

hibi  sen  ve  ben,  bu  oyuna  gelmeyecek  kadar  yeterliyiz.  Bi-

rinci sınıf matematikçi olmak yolunda bulunan bu iki müs-

tesna  genç,  lisede  matematikten  belge  almış  bir  edebiyatçı-

nın hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söy-

leyebiliriz:  ‘Bizim  asaletimiz,  bizimle  başlar.’  Anlaşılmamak

korkusuna  gelince:  bir  edebiyatçının  meseleleri  de  -günlük

yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçi-

nin denklemleri kadar, belki de daha soyut kalır.

“Söze başlarken, tarihçi taklidi yaptığınız için haksız ola-

rak benim hakkımda ‘eyyamgüder’ gibi, sığır çobanıyla ka-

rıştırılabilecek bir deyim kullandınız diyorum. Hiç olmazsa

oportünist deseydiniz, kimse anlamazdı. Ben oportünist de-

ğilim! Bu sözün arkasından bir kelime oyunu, bir şaka bek-

liyorsanız, benim idealist karakterimi yakından veya uzak-

tan hiç tanımamışsınız demektir. Evet! Ben idealistim. Ge-

çen yıl, matematik asistanı; ‘ben matematik yiyerek yaşıyo-

rum,’  demişti.  Benim  de  hayatımın  kısm-ı  âzamı  matema-

tikle  geçiyor.  Yemek  yediğim  saatlerin  toplamı,  matematik

çalıştığım  zamanla  mukayese  edilirse,  günlük  yaşantımda

gülünç  denecek  kadar  zavallı  ve  küçük  bir  yer  tutar.  Ben

kendime  ihanet  etmiyorum.  Sana  bir  dost  gibi  açılabilirim

66



Selimciğim:  dün  gece  sinüs  ve  kosinüs  münasebetleri  yü-

zünden gözüme uyku girmedi.”

Selim:  “Daha  baştan,  ciddiyetten  uzaklaştığınızın  zapta

geçirilmesini  istiyorum.  Hangi  münasebetten  bahsediyor-

sun? Sinüsle kosinüs arasındaki münasebetten mi?”

Turgut:  “Hayır,  onlarla  benim  aramdaki  münasebetten.

Acaba sinüsü mü yoksa kosinüsü mü daha çok seviyorum

diye öyle bir açmaza düştüm ki, sonunda ikisinin de karesi-

ni aldım; gene bir neticeye varamadım. Bir de, ‘Hayatın Ko-

ordinatları’ meselesi beni çok yoruyor.”

Selim:  “Saçmalıyorsun.  Bu  meselelerin  aslı  yok.  Beni  ve

edebiyatı şüpheye düşürmek için mahsus öyle yapıyorsun.

Fakat  ben,  her  ikisinin  müşterek  vekili  olarak,  seni  ispata

davet ediyorum.”

Turgut: “Bu davetlerde dişe dokunur bir şey sunamazsın

sen  adama.  Demek  sen  aşkı,  sinüs  kosinüse  çok  görüyor-

sun. Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve se-

nin gibiler, ancak beş elmayla on elmayı toplayabilen basit

insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulan

şeyleri  sevebilirsiniz  yalnız.  Siz  A  ve  B’den  değil,  üç  erkek

ve beş kadından anlarsınız ancak.”

Selim:  “Bir  dakika,  sayın  başkan;  kendinizi  aşıyorsunuz.

Beni bu tatsız yere getirip, kendinizi ayrık tutmayı nasıl be-

cerebildiniz?”

Turgut: “Sinüsün de sevebileceğini, ona da insan muame-

lesi yapılması gerektiğini yeteri kadar savunabileceğimi his-

setmiyorum  artık.  Sinüsün  entegralinin  nasıl  alınacağını

birden unuttum; mahçup oldum sinüse gösterdiğim bu ih-

malden.  Fakat  siz  anlayamazsınız  bu  duyguları.  Gene  de

‘Hayatın  Koordinatları’  hakkında  bir  açıklama  yapmamı

beklersiniz herhalde. Bak Selim! Öldürürüm seni! Bu mese-

leyi ilk defa duyduğun halde nasıl şaşırmamış görünürsün?

Beni  öldürmek  için!  Beni  kudurtmak  için!  Nasıl  sözlerimi

67



hiç  duymamış  gibi  yaparsın?  Kıskançlıktan!  Bir  de  nazari-

yemi bilsen, o zaman hasetten kurur, T cetveline dönersin.”

Selim: “Fena mı? Daha heyecanlı oluyor.”

Turgut:  “Peki,  bir  kelime  ile  olsun  ilgilendiğini  söyleye-

mez misin?”

Selim:  “İlgilendim.  Yalnız,  sonunun  kötü  bitmesinden

korkuyorum.”

Turgut: “Sen ilgilen de sonunu değiştiririz biz, merak et-

me.”

Selim: “Anlat o halde.”



Turgut: “Evet bu nazariyeyi ben buldum! Değil seni, Ga-

uss’u bile kıskandıracak, Leibniz’i ümitsizlikten intihara sü-

rükleyecek bir ilim-hayal buldum. Minimini bir x ile canım

bir y arasında başlayan bu...”

Selim: “Bıktım senin bu matematik masallarından. Uzat-

ma, konuya gel.”

Turgut:  “Dur  geliyorum...  çamaşırları  sudan  çıkarayım

da... Nasıl, meraklandırdım değil mi? Öyleyse dinle:

“Edebiyatçılar,  Ahd-i  Atik’ten  beri  gök  kubbenin  altında

hiçbir  şeyin  değişmediğini  bildikleri  halde  nasıl  yazmaya

devam ediyorlarsa, ben de aynı prensipten hareket ederek,

bin altı yüz bilmem kaç yılında -yani bundan sittin sene ka-

dar evvel- René Descartes’ın, beşeriyetten çirkinliğinin inti-

kamını almak arzusuyla yarattığı ve o günden beri tıpkı bü-

yük Sezar’ın -Rus-Çar- doğumundan beri karnıyarık doğum

metotlarına  sezaryen  denilmesi  gibi,  kartezyen  adı  verilen

ve herkesin bildiği koordinat sistemini, günümüzün icapla-

rına uydurmak ve pozitif bir bilim olduğu halde münekkit-

lerce biyokimya meselelerine gayri kabili tatbik bulunduğu

asırlar boyunca iddia edilegelmiş, fakat nihayet ben, sen ve

Kenan tarafından layık olduğu mevkie getirilmiş olan mate-

matik, nam-ı diğer riyaziye ilmini üniversel karakterine ka-

vuşturmak  hedef  ve  gayesiyle  uykusuz  geçen  geceler  ve

68



ayakta  uyuyarak  geçirdiğim  gündüzler  pahasına  ‘Hayatın

Koordinatları’  yahut  kısaca  ‘Bir  insanın  nerede,  ne  zaman

ve nasıl olursa olsun, ne yaptığının analitik geometri esasla-

rına göre açıklanmasına giriş’ adını verdiği sistemi buldum.

“Bu sistemi açıklamak için aşağıda vereceğim aşağılık iza-

hatı  dinlerseniz,  (kelime  oyunu  yoktur;  izahat  gerçekten

aşağılıktır.  Kelime  oyunu  olacak  korkusuyla  gerçeklerden

kaçamazdım  elbette)  meselenin,  yukarıdaki  cümleden  de

karışık bir mahiyet aldığını göreceksiniz.

“Her  zaman  kendi  kendime  düşünür  dururdum.  (Ben

kendi kendime düşünürüm. Selim gibi, birini aramam dü-

şünmek için.)

“Not: Bu kısım, Selim tarafından, muhalefet şerhiyle im-

zalanmıştır.

“Her zaman kendime sorardım: neden noktaların, doğru-

ların eğrilerin -ister düzlem, ister uzay şekiller olsun- koor-

dinatları  var  da  daha  mükemmel  bir  varlık  olan  insan  ve

onun ayrılmaz bir cüzü olan hayatın koordinatları yok? Bu

mesele, hayatımı zehir eder; fakat, mevzu hakkındaki bilgi-

sizliğim ve yetersizliğim elimi kolumu -nasıl yapıyordu bu-

nu bilmiyorum- bağlardı. Bir gün gene böyle (yani, elim ko-

lum bağlı ve hayatım zehir olmuş bir vaziyetteyken) karnı-

mın çok, ama pek çok, acıktığını hissettim. Yemekten kalka-

lı daha çok zaman geçmediğini gayet iyi bildiğim için: ‘Ha-

yırdır  inşallah,’  dediğimi  hatırlıyorum.  Olağanüstü  bir  du-

rum olduğunu seziyordum; fakat, ilham geldiğini anlayama-

mıştım tabii. Yerimden kalktım, mutfağa gittim. Bir iki lok-

ma  birşeyler  yedim.  Tekrar  odama  dönüp  divanda,  boş  bı-

rakmış olduğum kalıbımın üstüne, bir önceki durumda yat-

tım. Ne var ki, içimdeki, tarifi imkânsız ve benim bu gibi ru-

hi  vaziyetlere  alışık  olmamam  hasebiyle  yanlış  olarak  açlık

diye  adlandırdığım  kemirici  duygu,  yatışacak  yerde  büsbü-

tün alevlendi. Çaresiz, divanda, bana iyice alışmış olan yeri-

69



mi bırakarak, tekrar mutfağa gittim. Eskisine nisbetle daha

çok yedim. Yani, bir örnek vermek gerekirse: ilk gittiğimde,

diyelim,  beş  birim  yemişsem,  ikinci  gidişimde,  sekiz  birim

filan yemiştim. Fakat bu oburluk, beni tıkayacak yerde, büs-

bütün acıktırdı. Artık yerimde duramaz olmuştum. Mutfak-

la  divandaki  yerim  arasında  -tabir  caizse-  mekik  dokuyor-

dum;  bir  heyecan  ağı  örüyordum.  Dolapları,  rafları,  anne-

min misafirleri için kurabiye, bisküvi, şeker, çikolata ve fin-

dık sakladığı büfe gözlerini, gardrobu ve orada özellikle, ba-

bamın  ceketlerinin  asıldığı  bölmenin  arkasında,  karanlık

olup  da  annemin  görmeyeceğimi  zannettiği  yeri  altüst  edi-

yor, durmadan atıştırıyordum. O duruma gelmiştim ki, ne-

redeyse,  babamın,  siyah  elbisesinin  yeleğinin  alt  cebindeki

anahtarı alıp, özel dolabında sakladığı siyah havyarı bile yi-

yecektim. Bu son arzumun dehşeti ve imkânsızlığı, çılgınca

tutkularımın  beni  nereye  götürdüğünü  anlamamda  başlıca

amil oldu; işte, ancak o zaman kendime geldim ve bende bir

gariplik olduğunu sezmeye başladım. Bu duygu, muhakkak,

bedenî açlıktan öte, tanımadığım bir şeydi. Evet! Bu, maddi

bir açlık olamazdı; çünkü maddeler dünyasının elemanlarıy-

la  tatmin  olmuyordu.  Peki,  ama  neydi?  Basit  bir  ‘olmayana

ergi’ metoduyla, bunun manevi açlık olduğu neticesine var-

dım. Evet! Bu, manevi bir açlıktı; bu, ilim açlığıydı. Bu açlık,

beni bir hafiye gibi takip eden yüksek düşüncelerimin, tat-

min edilemeyen ilmî emellerimin verdiği açlıktı. Artık daya-

namıyordum.  Gözüm,  çevremde  hiçbir  şeyi  görmüyordu.

Kâğıt  kalem  aldım.  Divandaki  yerimi  süratle  terkederek,

masanın sert iskemlesine oturdum. Ne yaptığımı bilmeden,

kâğıdın üstüne önce bir koordinat eksen takımı çizdim. El-

lerim  bana  itaat  etmiyordu.  Sanki,  görünmez  bir  kuvvetin

tesiriyle bilmediğim bir yörüngenin üstünde hareket ediyor-

dum. Silkinip, kendime gelmeye çalıştım. Acaba biraz daha

yemek mi yeseydim? Fakat, karnım o kadar şişmişti ki, bu

70



fikre bedenim isyan etti. Tekrar çizmeye başladım. Önce, be-

lirsiz  şekiller  gibi  görünen  bu  esrarlı  çizgiler  yavaş  yavaş,

anlaşılır  sistemler  haline  gelmeye  başladı.  Kâğıdın  üstü,

uzay şekiller, formüller ve ilk bakışta okunamayan notlarla

dolmuştu. Ben de bitmiştim; bütün içimin boşaldığını hisse-

diyordum.  Masadan  kalktım  ve  divanda,  artık  bana  büyük

görünen  eski  yerimi  doldurdum  güçlükle.  Farkında  olma-

dan, kâğıdı da elime almışım. Önce, bu iki boyutlu nesneye

boş nazarlarla baktım: ne demekti bütün bunlar? Gevşek bir

gayretle, yazdıklarımı, çizdiklerimi çözmeye çalıştım. İlk ba-

kışta anlamsız görünen karalamalar gittikçe önem kazanma-

ya başladı. Bu karanlıkta, yavaş yavaş bütün unsurlar, şaşıla-

cak bir düzenle yerini buldu. Görünüşte bedenimde bir ha-

reket  olmadığı  halde,  içimin  şiddetle  sarsıldığını  duyuyor-

dum.  Gerçekten  sarsıcı,  müthiş  bir  gerçekle  karşı  karşıya

kalmıştım: ben, yeni bir sistem bulmuştum. Kâğıdın üstün-

deki o kargacık burgacık çizgiler arasında (halbuki, bilirsin

benim yazım okunaklıdır) ‘Hayatın Koordinatları’ nazariye-

sinin esasları yatıyordu.”

Selim:  “Şimdiye  kadar,  oburluğundan  başka  hiçbir  şey

açıklamadın.  Esasa  girmeden  bu  kadar  uzun  konuşman,

bulduğunu  zannettiğin  sistem  hakkında  beni  şüpheye  dü-

şürüyor. Sözünü kesmek zorunda bırakma beni.”

Turgut: “Sen, yalın düşüncelere alışıksın sadece. Hayatın

asıl tadı, gerçek tuzu olan ikinci dereceden bilinmeyen gü-

zelliklerin farkında değilsin. Biliyorsun hayat...”

Selim: “Size ikinci ihtarı veriyorum.”

Turgut: “Başkan benim. İhtarı ancak ben verebilirim.”

Selim: “O halde kendine iki ihtar ver de aklın başına gelsin.”

Turgut: “Olmaz öyle şey. Burası İngiltere mi? Bizde Ang-

losakson  terbiyesimi  var?  Avam  kamarasında  mıyız  ki  en

şiddetli  tartışmalardan  sonra  bile  iktidar  ve  muhalefet  ola-

rak meclisten kolkola çıkalım?”

71



Selim: “Sen İngiltere’yi anlayamazsın. Başka bir dünyadır

orası. Ancak komplekslerinden kurtulursan...”

Turgut: “Ben oraya hiç gitmedim. Onun için kompleksle-

rin var, diyemezsin bana. Sözünü geri al.”

Selim: “Meddahlığı bırak, anlatmaya bak.”

Turgut:  “İngilizlerin  bile  bulamayacağı  bu  nazariyenin

esası gayet basittir. Fakat, tatbikinin bir hayli güç olacağını

sanıyorum.  Bir  ilim  adamına  tatbikat  yakışmayacağı  için,

bu kısmını asistanlarıma bırakıyorum. Gündelik işlerle uğ-

raşamam ben.”

Selim: “Evet, uğraşamazsın da dışarda zenginlere ev pro-

jesi yaparsın.”

Turgut:  “Ben  senin  bildiğin  profesörlerden  değilim.  Bu

nazariye  ömrüm  boyunca  yeter  bana.  Dinle  ve  hak  ver  sa-

dece:

“Hayatın  Koordinatları  deyiminden  kısaca  şunu  anlıyo-



ruz: bir insanın, belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve be-

lirli şartlar altında ne yapmış olduğunu bilirsek bu bilinen-

lerle, yani hareket ve zaman boyutlarının önceden tesbitiy-

le, bu verilere dayanarak yazılan ve sabit katsayıları, o insa-

nın tayin edilmiş özellikleriyle belirlenen denklemlerin, za-

man değişkenine göre çizilen eğrileri, bize o insanın ilerde

ne gibi şartlar altında ne yapacağını gösterir. Şimdiye kadar

yaptığım  incelemeler,  dokuz  bilinmeyenli,  yani  dokuz  ek-

senli bir sistemde bir insanın bütün hayatının denkleminin

yazılabileceği  ve  buna  istinaden  de,  hayatın  koordinatları

metoduyla  varlığının  ifade  edilebileceği  merkezindedir.

Böylece, insan hayatına ait bütün meselelerin önceden, yani

yaşanmadan, çözülebilmesi imkân dahiline giriyor.”

Selim:  “Hiç  de  girmiyor.  Mekanik  asistanı  gibi,  sen  de

önemli noktaları atlayıp yutturmaya kalkıyorsun. Bu konu-

da bazı sorular sormak istiyorum.”

Turgut: “Buyur.”

72



Selim:  “Bütün  mesele,  insan  hayatının  denklemini  yaz-

mak olduğuna göre, acaba sayın müellif bize bu denklemin

işaret sistemini ve bir insanda bilinen faktörlere ait katsayı-

ların ne gibi bir transformasyonla değerlendirileceğini açık-

larlar mı?”

Turgut: “Derin tahlil kabiliyetiniz, burada da sizi ele ver-

di.  Ben  de  zaten  son  olarak  bu  problemi  düşünüyordum.

Evet,  meseleyi,  aşağılık  bir  pratiğe  dökmek  gerekirse,  bir

insanda  mevcut  karakterlerin  en  uygun  hangi  işaret  siste-

miyle gösterilmesi gerekeceği sorununu ortaya koymalıyız.

Bunun için de, kanaatimce, önce, insanlara ait bütün bilgi-

leri,  cebrik  notasyonlarla  gösterecek  bir  sistem  bulmalıyız.

İnsanın,  biyolojik,  psikolojik  ve  sosyolojik  durumlarını

bunlara uygun cebirsel işaretlerle ifade ederek, bütün haya-

tı,  kelimeler  yerine,  sayısal  değerlere  tekabül  eden  genel

notasyonlarla  gösterirsek,  gramatik  kombinezonlar  yerine

transandantal  eşitlikler  ikame  etmiş  oluruz  ki  bu  yeni  sis-

temde,  sizin  bilinen  faktörler  dediğiniz  sabit  katsayılar  da

herhalde yerini bulur.”

Selim: “Dur! Hemen tahtayı silme. Beni kandıramazsın.”

Turgut: “Aptal! Uzatma işte. Böyle bir nazariyenin elbette

bazı ufak tefek noksanları olacak. Ne demiş Ziya Paşa...”

Selim: “Ne mutlu Türküm diyene, demiş.”

Turgut: “Onu Namık Kemal söylemiştir. Ziya Paşa aynen

şöyle demiştir:

“Dî-rahtı ferganiyi nüman eyledi nevser

Tema-yı zur-u haltı kadar neyledi kevser.”

Selim: “Yeter söz milletindir. Söyleyen: Jean François Mil-

let.”

Turgut:  “Sanki  hiçbir  şey  olmamış  gibi  sözlerime  devam



ediyorum:

“İnsan,  kendini  beğenmeden  yaşayamaz.  Kendini  beğe-

nirse,  diğer  insanlar  onun  hayatını  cehenneme  çevirmeye

73



çalışırlar.  Bunun  için,  insan,  hem  kendini  beğenmeli  hem

de beğenmemelidir. İngilizlerin afyonla birlikte dünya piya-

sasına sürmüş oldukları bu kurnazlık, yüzyıllardır insanlara

hayatı zehir etmektedir. İngilizlerin, dünya milletleri arasın-

daki yerini böylece belirttikten sonra, konumuza dönelim.

“Bu fakir millet, sırası gelince, büyük değerler yaratabile-

ceğini her zaman göstermiştir. Fakat İngilizler, buna daima

engel  olmuşlardır.  Bu  millet  biraz  nefes  alabildiği  kısa  bir

süre içinde de Turgut Özben’i yaratarak bütün kötü şartları

hiçe  saymasını  bilmiştir.  Fakat  hemen  İkinci  Dünya  Sava-

şı’nı çıkaran Anglosaksonlar, bu ender şahsiyetin yetişmesi-

ni gölgelemek istemişlerdir.

“Ben savaş yıllarının çocuğu olduğum için, ilk talihsizli-

ğim beslenme şartlarının kötülüğüyle başlamıştır. Bütün sa-

vaş yılları kara ekmekle geçti benim için. Ekmekle birlikte

her  şey  bozuldu.  Bana  henüz  verilmeye  başlanan  terbiyem

okula gitmeden bozuldu. Bütün çocuklar gibi, kötülüğünü,

anlamını bilmeden küfür etmeyi öğrendim ve sebebini bil-

meden  dövüşmeye  başladım.  Sokak  aralarında,  biriktirdi-

ğim gazoz kapaklarıyla lik oynamak ve jilet kapaklarının en

iyisi olan giletteyi arkadaşlarımdan çalmak suretiyle kuma-

ra ve hırsızlığa alıştım. Babam beni mektebe götürdüğü za-

man,  çantamla  birlikte  artık  uzun  bir  hayat  tecrübesini  de

omzumda taşıyordum.

“Okulda  ilk  öğrendiğim  gerçeklerden  biri  de  babamın  -

sonra  peder  oldu-  beni  yanlışlıkla  mektep  yerine  okula

gönderdiği oldu. Önümüze alfabe adında anlaşılmaz bir ki-

tap koydular. Babam, ona da elifba dedi. Okulla babamı uz-

laştırmaya imkân yoktu.

“Bu  garip  kitapta,  bizim  kılığımıza  pek  benzemeyen  bir

biçimde  giydirilmiş  çocuklar,  boyuna  birbirlerine  top  atı-

yorlardı.  Hangi  mahallede  oturduklarını  bilemediğim  bu

çocuklar,  kumbaralarında  -bizim  evde  böyle  bir  kutu  yok-

74



tu-  para  biriktiriyorlar;  babaları  da  -Ahmet  Ağabey  kadar

genç ve bıyıksız adamlardı bunlar- onlara, çatana denen ka-

yıklar alıyordu. Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi

korunması  gerekiyordu.  Bizler,  her  sabah  hep  bir  ağızdan

onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek

haykırıyorduk. Bir de bazı çatık kaşlı adam resimleri vardı

ki, babam onlara, gazetedeki amcalara yaptığım gibi, sakal

bıyık takmamı şiddetle yasak etmişti. Kocaman bir dünya-

nın  içinde  -oysa  sınıfta  duran  ‘mücessem  küre’  çok  küçük

kalıyordu asıl dünyanın yanında- şaşkınlıkla ne düşünece-

ğimi bilemiyordum ve öğretmen gelince arkadaşlarla birlik-

te  ayağa  fırlayıp  kıvanç  duyduğumu  söylüyordum  bağıra-

rak. Bununla birlikte, birkaç gün içinde, bu işlerin pek an-

laşılamayacağını,  yalnız  bir  kısmının  ezberlenip  kara  bir

tahtanın  yanında  tekrar  edileceğini,  böylece,  öğretmen  de-

nilen teyzevari yaratıkla başımın belaya girmekten kurtula-

cağını  sezmiştim.  Sonunda,  sınıfın  kabadayılarıyla  itişmek

için  gereken  iç  huzuruna  kavuştum.  Zayıflardan  kendime

iki  dalkavuk  seçtim  ve  sınıfı,  mahalleye  çevirdim  kısa  za-

manda.  Hemen  I-A  birinci  takımını  kurduk  ve  I-C  ile  bir

maç yaptık. İçine sığmakta güçlük çektiğim okul sıraların-

da büyüklerimi saymak - küçüklerimi sevmek sözünü ters

söylediğim  için  öğretmenin  çektiği  kulağımın  acısını  ak-

şamki  maçı  düşünerek  hafifletmeye  çalışırdım.  Büyüyünce

öğretmenliği nasıl yasak edeceğimin hayaliyle yaşarken bir

yandan da durmadan tekrarlardım: öğretmenimi, yurdumu

sevmek, budunumu -bu budun kelimesi bana kasapta çen-

gele  asılı  etleri  hatırlatırdı-  korumak,  saymak,  üstün  tut-

mak,  doğruyum,  yasam,  onlardan,  herkesten  intikam  al-

maktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun.

“Babamla  öğretmenim  arasındaki  tartışmalar,  kültürle

olan  ilk  temasımın  zevkli  hatıralarıdır.  Benim  aracılığımla

yapılan  ve  tartışmacıların  pek  farkına  varmadıkları  bu  ko-

75



nuşmalar benim için sinsi bir keyifti. İlk gün koşa koşa eve

gelmiş  ve  hemen  babama  yetiştirmiştim:  ‘Baba,  sen  yanlış

biliyormuşsun.  Öğretmenimiz  söyledi:  biz  mektebe  değil

okula  gidiyormuşuz.’  Babam,  okuduğu  gazeteden  başını

kaldırdı, yorgun ve ilgisiz nazarlarla baktı yüzüme: ‘Dur ba-

kalım  hele,’  dedi.  Babamın,  sonradan  daha  iyi  farkettiğim

karakterinin eşsiz bir özetiydi bu cümle: ‘Dur bakalım hele.’

Hem kendi durur, hem de herkesi durdururdu bu cümley-

le. Benim hızımı, annemin hırçın ve telaşlı atılmalarını hep

bu  amansız  cümlesiyle  keserdi:  ‘Dur  bakalım  hele.’  Dünya

tefekkür  tarihine  ‘Durbakalımhelecilik’  geçmezse,  babama

yapılmış en büyük haksızlık olacaktır bu. Ben de belki bi-

raz bu felsefenin tesiriyle böyle olmuşumdur.

“‘Nasıl olur baba?’ dedim. ‘Sen beni öğretmene gönderir-

ken, onu çok iyi dinle demedin mi?’ dedim. Sözlerimi duy-

mamış  gibi;  ‘Okul  demek  ekol  demektir,’  dedi.  ‘Fransızca-

dan bozmadır. Sen anlamazsın.’ dedi. Bak bu noktada anla-

şıyorlardı: ‘Sen anlamazsın.’ Bu söz, okulda ve evde hep ku-

lağımda çınlıyordu: ‘Sen anlamazsın.’

“‘Öğretmenim!  Babam  dedi  ki,  ekoldur  dedi  öğretme-

nim!’ ‘Baba, öğretmenim dedi ki, yeni yetişenler dedi, her-

kesin  anlayacağı’  dedi.  ‘Öğretmenim!  Babam  dedi  ki  milli

mücadeleyi yapanlar dedi, ona milli mücadele demişler de-

di; kurtuluş savaşı sözü sonradan bulunmuş.’ ‘Öğretmenim!

Gazetede  okudum  -babam  tembih  etmişti  ikide  birde  ba-

bam dedi ki babam dedi ki deme diye- sizin kahraman de-

diğiniz...’ ‘Baba! Sen, artık çekilsin diyorsun ama, öğretme-

nim  bu  gün  bir  şiir  okuttu:  Atatürk  ulu  önder,  onun  izin-

den gider diyor. Yaa...’

“Kötülükten ancak kötülük çıkar. Bayağılık insan ruhunu

öldürür.  Elbette,  çok  gelişmiş  milletler,  kötülükten  de  bir-

şeyler çıkarıp, onu az gelişmiş milletlere ihraç etmek yolu-

nu  bilmektedirler.  Kötülüğü  rasyonalize  edip,  ya  da  sanat

76



eserlerinde dondurup, hayata ait bir canlılık bulmaktadırlar

kötülükte. Burada, tek korunma yolu, kötülüğün üstünden

akıp gitmesini sağlamaktır. Benim gibi, az gelişmiş bir ilko-

kul öğrencisinin de başarabileceği tek şey buydu. Kötülüğe

kayıtsız kaldım; ona içimde yer vermedim. Kara ekmeği ye-

mek zorundaydım; ama kötü şiiri okumadan da yaşayabilir-

dim.  Sınıfta  tahtaya  kalktığım  zaman,  gene,  şiirleri  en  iyi

ben  okuyordum;  çünkü  öğrenmiştim  en  çok  bağıranın  en

iyi şiir okumuş sayıldığını. Ve, öğretmenin bu zayıf tarafını

keşfeden tek akıllı öğrenciydim. (Üye Selim’in itirazı üzeri-

ne ‘akıllı’ kelimesi değiştirilerek ‘kurnaz’ konulmuştur.)

“Tarih, yurt bilgisi, coğrafya... her şey bizden çıkmıştır ve

gene bize dönecektir.

“Sevgili  çocuklar!  Bugünkü  dersimizin  konusu  fotoğraf-

ya. Önce fotoğrafyanın tarifini yapalım: eski Yunancada fo-

ton, ışık demektir, grafos da yazmak. Demek ki ne oluyor:

ışığın yazması ya da çizmesi demek oluyor. Tabiatta serbest

bir halde bulunan ışık, bazı metotlarla kâğıt üzerine yansıtı-

larak serbest halden bileşik hale geçirilir. İlk insanlar, bunu

bilmedikleri  için  kalemle  çizerlerdi.  Bununla  birlikte,  eski

Orhon Yazıtları’nı incelediğimiz zaman, Orta Asya’dakilerin

de ışığın bu özelliğinden faydalanmayı düşünmüş oldukla-

rını  görüyoruz.  Ne  yazık  ki  teknik  imkânsızlıklar  ve  bütçe

yetersizlikleri,  her  hayırlı  teşebbüs  gibi  bu  araştırmanın  da

emekleme çağında kalmasına sebep olmuş ve MS. II. yüzyı-

lın  başlarında  Orta  Asya’yı  ziyaret  eden  Fo-To-Çu  adlı  bir

Çinli teknisyen, bu araştırmaların bir kopyasını yurt dışına

kaçırmıştır.  Deneylerine  Çin’de  devam  eden  Fo-To-Çu,  on

iki yıllık bir çalışmadan sonra, ışığın kâğıt üzerine çizmesini

sağlamıştır. Ne var ki, son yapılan antropolojik incelemeler

ve  bu  arada  bazı  yazıtların  yeniden  okunması,  Fo-To-

Çu’nun Moğol bir babadan dünyaya gelmiş olduğu ihtimal-

lerini kuvvetlendirmiştir. Hatta, bundan iki yıl önce yapılan

77



kazılar  sırasında,  biri  Nevşehir’de,  diğeri  de  Akkale’de  ol-

mak üzere, yani iki yerde, Fu-Te-Ça adlı bir bilginin mezarı

bulunmuştur  ki  bu  şahsın,  yukarıda  sizlere  bahsettiğim

Çinli  alim  Fo-To-Çu  olması  kuvvetle  muhtemeldir.  Çin’de

oldukça geliştirilen bu metot sayesinde Çinliler çini mürek-

kebiyle yazmayı bırakmışlar ve Avrupalılar daha kurşunka-

lemi  bilmezken  Foto  Kalem  kullanmışlardır.  Fakat  sonra-

dan, bildiğiniz gibi, yobazlık ve gericilik Çin milletini ikiye

bölmüş ve Moğolların bu icatta parmağı bulunması, sonun-

da Çinli ırkçıların Foto Kalemi yasak ettirmelerini sağlamış-

tır.  Marko  Polo,  birçok  değerli  buluşla  birlikte  fotoğrafo-

metri aletini de İtalya’ya götürmüş ve dinde Reform, sanatta

Rönesans yapıldığı bir sırada, Leonardo Da Vinci, Foto Ka-

lemin çalışmasını sağlamıştır. Leonardo’nun bazı resimlerin-

de  görülen  parlak  tonlar,  bu  kalemi  kullanmış  olduğunu

açıkça  göstermiştir.  İşte  çocuklar,  Avrupalıların  en  büyük

meziyeti,  pratik  yönlerinin  kuvvetli  oluşu  ve  Türklerin,

Arapların  ve  Çinlilerin  birçok  buluşunu  kendilerine  mal

ederek  kullanılır  hale  getirmeleridir.  Bu  ve  bunun  gibi  bir

çok medeni harekete önayak olan Doğulular ise bazı küçük

yetersizlikler  yüzünden,  öncülüğü,  Batıya  kaptırmışlardır.

Sizlere  fotoğrafometri  aletini,  laboratuvarımızda  olmadığı

için gösteremeyeceğim. Şimdi, tahtaya aletin şematik kesiti-

ni çiziyorum ve formülünü yazıyorum. İyi öğrenin ha! An-

lattığım gibi, aynen isterim. Kendi cümlelerinizle uydurma

tarifler yapmak yok. Bunun için, isterseniz, esaslı noktaları

defterlerimize  geçirelim.  Yazın  bakalım:  satır  başı  önce  fo-

toğrafyanın tarifini yapalım iki nokta üstüste satır başı eski

Yunancada foton virgül ışık demektir nokta grafos da...

“Ben okul hayatımda güzel bir sınıf, zevkli bir okul bina-

sı,  iç  açıcı  bir  bahçe  görmedim.  Kirden  kararmış,  dayanan

dirseklerle  cilalanmış  eski  sıralar;  sıraların  üstüne,  geçen

yılların Süleymanları, Necdetleri, Aykutları, zaman geçtikçe

78



öztürkçeleşen isimlerini, adlarını çakıyla kazımışlar. Duvar-

larda,  her  yeni  müdürün  yeni  zevksizliğini  gösteren  renkli

badanalar üstüste: son müdür Behçet Beyin sidik sarısı ba-

danasının altında yer yer eski müdür Muhterem Beyin tür-

be  yeşili  ve  merhum  Sami  Beyin  çingene  pembesi  renkleri

sırıtıyor.  Kara  tahtanın  karalığı,  sözde  kalmış.  Öğretmen

kürsüsünün  ön  tahtasında,  kadın  öğretmenlerin  bacakları-

na,  kalem  düşürmek  bahanesiyle  bakabilmek  için  açılmış

koca birdelik. Perdesiz büyük pencereler, yaldız boyası dö-

külmüş  bir  soba,  kirli  ellerimizden  leke  olmasın  diye  tok-

mağının çevresi siyaha boyanmış kül rengi kapı ve hepsinin

varlığını ve neden öyle var olduğunu açıklayan beylik cüm-

le: bu fakir millet bu kadarını verebiliyor.

“Hela  yahut  apteshane  veya  yüznumara  ya  da  ayakyolu;

en  moderni:  tuvalet.  Ve  hepsinin  kapısında  bütün  bunlar-

dan ayrı bir yazı: 00. Bütün bu isimler içimi karartırdı. Bu

isimleri  hatırladıkça,  keskin  bir  koku  duyar  gibi  olurdum.

Sınıfın  koridoruna  kadar  yayılan  keskin  koku.  Kokunun

peşine  takılıp  giderseniz,  girişte  kovalar,  yer  bezi  yapılmış

çuval parçaları ve süpürgeler karşılardı sizi. Tokmağı kopuk

kapılar,  kapanmayan  kapılar,  kapısına  bozuk  bir  yazıyla

‘bozuk’ yazılmış helalar, duvarlara sürülmüş pislikler... Ala-

turka  helalar,  alafranga  helalar;  alaturka  musiki,  alafranga

müzik... Penceresiz helalar, muslukları kırık helalar... Hela-

lara, esas işimizi değil de çok daha başka marifetler yapmak

için girerdik: sınıfın gediklileri sigara içer, tembeller tahta-

dan  tebeşir  yürütüp  hemen  ağızlarına  atarlar  ve  üstüne

musluktan  su  içerler  -böylece  ateşleri  yükselirmiş-  kadın

öğretmenin dersinde kalem düşürmeyi becerip yeterli hayal

sermayesi  biriktirenler  de  kilidi  bozuk  olmayan  helalarda,

‘suistimal’ yaparlardı. Kadın öğretmenin hayali, sonuca var-

madan  kaybolsa  bile,  duvardaki  resimler  yardımcı  olurdu

helalarda.

79



“Ben  bütün  bu  hareketlerin  içinde  bir  gözlemci  sıfatıyla

bulundum.”

“Efendim?” dedi Selim yavaşça.

“Evet! Kötü ruhlu bir bakire gibi, her şeyi gördüm ve ge-

ne de bana bulaşmasına izin vermedim.”

“O halde yanımda ne işin var?” diye sordu Selim, başını

kaldırmadan.  “Beni  hangi  duruma  düşürmek  istiyorsun

böylece?”  Sustu.  Kelimeleri  bulmakta  zorluk  çekiyormuş

gibi:  “Bir  benzetme  yaparak  kendimi  kurtarmalıyım,”  diye

söylendi.

Turgut: “Kendini kurtarmak için çırpınan benim, onu da

bana bırakmayacak mısın?”

Selim:  “Bilmiyorum,”  dedi.  “Tartışma,  istemediğim  bir

yönde ciddileşiyor.”

Turgut: “Onun kolayı var,” diye atıldı hemen. “Sen yalnız

iste.”


Selim: “İstiyorum,” dedi. “Başka çarem yok.”

Selim:  “Hayata  dayanamadığımız  için  espri  yapıyoruz.

Ahlâk düşkünleri gibi doğru yoldan sapıyoruz. Bütün kur-

tuluş yollarını kapıyoruz. İşte kapı, işte...”

Turgut: “Yeter, canım Selim! İnsan kardeşim! Hayat dalı-

na yuvasını yapmış biricik eşim. Bırak devam etsin rezil gi-

dişim.

“Rezil  gidişim,  ben  rezil  olmadan  devam  etti  görünüşte.



Lisenin son sınıfına kadar, gözlemci ve daima muvaffakiye-

te özlemci bir gelişimi yaşadım. Birincilikle bitirdim okulu

ve korkulu tedirginlikten uzak kaldım.

“Giriş  imtihanlarına  da  bu  ruh  haletiyle  ve  lise  bitirme

diplomasının aslı ve nüfus cüzdanının suretiyle ve bıyıksız

altı adet vesikalık resimde açıkça belirtilen mütebessim su-

ratıyla katıldı bu canavar. Bir de ne görsün: hayatta, bilme-

diği çeşitten acılar da var!

“İmtihan  sonucu,  bana  bu  bakımdan  ilk  uyarma  oldu.

80



Dış  dünyanın  zayıflara  karşı  nasıl  insafsız  olduğunu  bildi-

ğim için, bir korunma içgüdüsüyle, bazı masum kötülükle-

ri  bu  çevreye  silah  gibi  kullanma  eğiliminden  kurtarama-

dım  kendimi.  Bununla  birlikte,  hiçbir  sınır  tanımadığımı

söylemek haksızlık olacaktır.

“Maruzatım  bundan  ibarettir;  ekmek,  suyla  undan  iba-

rettir.”

Selim: “Sözlerinize ilave edilecek bir husus görmüyorum.

İntibalarınıza aynen katılıyorum. Yalnız, ben de, o yıllarda

sizden farklı bir surette gelişen bir yanımı belirten ve şimdi

hangi  çekmecenin  hangi  gözünde  olduğunu  bilemediğim

bir  yazımı,  daha  doğrusu  bir  bildirimi  tartışma  zabıtlarına

eklersem,  müzakerelerin  bir  bütün  haline  geleceğini  sanı-

yorum. Artık seni daha iyi tanıyorum; daha önce bilmediği-

me yanıyorum.”

Turgut:  “Hevesli  edebiyat  hocaları  gibi  gene  dayanama-

dın: sonunda kendi şiirini okuyup berbat ettin dersi. Vazi-

yetin romantik bir dümende gelişmesi sebebiyle isteğini ya-

pıyorum, hakikate tapıyorum, oturumu bu anda ve burada

kapıyorum.”

Bin Dokuz Yüz Elli Üç Yılını Tarih için önemli bir dönem

yapan işbu tartışma zabıtları, iki nüsha olarak tanzim ve ta-

raflar arasında imza edilmiştir. (Buraya bir de ‘teati’ kelime-

sini ekleyebilseydik ne iyi olacaktı. Olmadı.)

Başkan

Üye


Turgut Özben

Selim Işık

(İmza)

(İmza)


Eki: Selim Işık’ın hatır için kabul edilen tamamlayıcı ma-

hiyetteki makalesi.

Turgut,  içine  girecekmiş  gibi  eğilerek  okuduğu  satırlar-

dan  uzaklaştı.  Yavaş  yavaş  başını  kaldırdı  masadan.  Kalın



81


parmaklarının orta boğumlarıyla gözlerini kaşıdı; dudakla-

rını ileri uzatarak, bir şey söyleyecekmiş gibi oynattı hafif-

çe.  “Nasıl  düşünmeli?  Ne  yapmalı?”  diye  belli  belirsiz  mı-

rıldandı.  Ne  yapmalı?  Ne  yapmalı?  Makalenin  adı  buydu

galiba: “Ne yapmalı?” Şu makaleyi aramalı. Salon-salaman-

jeye baktı: sofra hazırlanmıştı. Terliklerini sürüyerek sofra-

ya yürüdü; mutfağa doğru dönerek, isteksiz bir sesle: “Ma-

rifetli karım gene neler pişirmiş?” dedi.



6

Turgut,  o  gece,  daha  sonraları  her  hatırlayışında  ürperdiği

ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını verdiği bir kâbus gördü. Saba-

ha karşı rüyanın dehşetiyle birdenbire uyandı.

Rüyasında,  rüyanın  hemen  başlarında,  padişah  Sultan

Abdülhamit’i  gördü.  Koyu  kırmızı  büyük  bir  salonda,  bir

divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı.

Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde

de  ucuna  bir  nişan  asılmış  kalın  ve  sarı  bir  kurdele  vardı.

Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanıbaşında duru-

yordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anla-

tıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Tur-

gut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahçup ve ür-

kek,  konuşmadan  Abdülhamit’i  seyrediyor,  bir  yandan  da

kendine  cesaret  vermeye  çalışıyordu:  ben  Cumhuriyet  ço-

cuğuyum, ben Cumhuriyet çocuğuyum. Bir ilkokul öğren-

cisi  gibi  hissediyordu  kendini:  neden  korkacakmışım  Ab-

dülhamit’ten?  Fakat,  hiç  konuşmayan  bu  küçük  adamda

ürkütücü bir otorite vardı. Başıyla Turgut’a işaret etti. Tur-

gut  da  divanın  yanındaki  sandalyeye  oturdu.  Abdülhamit’i

şimdi çok yakından görüyordu. İkisi de susuyordu. Birden,

Sultanın  sarındığı  örtüler  kımıldadı;  ipek  kumaşın  arasın-

dan, Turgut’un o ana kadar farketmediği bir adamın başı ve

82



kolları  yavaşça  dışarı  çıktı.  Allah  Allah,  dedi  Turgut  için-

den, bu ince örtülerin altında bir insan olduğunu nasıl far-

ketmedim.  Yılışık,  her  an  sırıtan  bir  adamdı  bu;  Abdülha-

mit’in ciddi ve ağırkanlı duruşuna hiç uymuyordu. Sultan,

Turgut’un  aklından  geçenleri  anlamış  gibi:  “Önceden  belli

olmaz,” dedi. “Divanın ortasında onun için oyuk bir yer ya-

pılmıştır. Hep orada yaşar.” Adam, örtülerin içinde yılan gi-

bi  kıvranıyor  ve  yüzündeki  iğrenç  gülümsemeyle  Turgut’a

bakıyordu. “Şimdi ne yapıyor?” diye sordu Turgut. Kayıtsız

bir tavırla karşılık verdi Sultan: “Bana sevgisini gösteriyor.”

Turgut, bağlanmış gibi, iskemleden ayrılamıyordu. “Ben is-

terseniz  gideyim,”  gibi  birşeyler  mırıldandı.  “Lüzum  yok,”

dedi Sultan. “Alışıktır kıvranmaya. Senin yüzünden değil.”

Adam, gülüyor, kıvranıyor ve bir yandan da: “Öyledir efen-

dimiz,  buyurduğunuz  gibi,”  diye  tekrarlayıp  duruyordu.

Turgut:  “Yaptığımız  bütün  devrimlerin  aslı  yok  mu  dersi-

niz?”  diye  sordu  birdenbire.  Sultan,  başını  geriye  iterek:

“Bana kalırsa yok,” dedi. Adam kaybolmuştu. Sultan, eliyle

örtünün altını yoklayarak: “Yorulma artık sen Dilazer!” di-

ye  seslendi  yatağın  altına.  Kıvrımların  arasından  Dilazer’in

sesi geldi: “Vazifem, efendim.” “Sen sıkılma Turgut Bey oğ-

lum;  Dilazer  alışıktır.”  Ayaklarını  altına  topladı,  bir  eliyle

siyah mesini tutarak sözlerine devam etti: “Ben, bütün ola-

cakları evvelden görmüştüm. Benimle başa çıkamayacağını-

zı  biliyordum.  Ben  ve  Dilazer,  sizin  yenemeyeceğiniz  kuv-

vetlerdik. Hele Dilazer! Çok marifetlidir: istediğin kılığa gi-

rer.” Dilazer, siyah mesin altından başını çıkardı: “Girerim.”

“Sizin hatanız buradaydı: Dilazer’in yerine koyacak adamı-

nız  yoktu.”  Dilazer,  Turgut’un  sandalyesinin  yanında  gö-

ründü, Turgut irkildi. Yılan adam sırıtarak: “Adamınız yok-

tu,”  dedi  ve  gene  kayboldu.  Turgut  yerinden  fırlamak  ve

“Olmaz!”  diye  bağırmak  istedi.  Sesi  çıkmadı.  “Kalkmalı-

yım,”  dedi.  Kalkmazsam,  Dilazer,  beni  de  Sultan’dan  yana

83



sanacak.  Abdülhamit’in  yüzüne  baktı:  sakalını  tutmuş  dü-

şünüyordu  Sultan.  “Cumhuriyet,  bu  duruma  bu  kadar  ka-

yıtsız kalamaz.” diye haykırmak istedi. “Bunlara göz yuma-

maz!”  Yerinden  kalkmaya  çalışarak  Abdülhamit’e  doğru

uzattı  ellerini.  Oda  kararmıştı,  divanı  göremiyordu  artık.

“Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde, bunlara neden

mi engel olmuyorum? Duyduğu bu yeni sese çevirdi başını.

“Gücüm  yetmiyor,”  dedi  ses.  Oda  biraz  aydınlandı:  Tur-

gut’un karşısında Mustafa Kemal duruyordu. Onu resimle-

rinden tanıyan biri için kim olduğunu anlamak çok güçtü;

fakat Turgut tanıdı. Mustafa Kemal çok şişmanlamıştı. Saç-

larının  hemen  hepsi  dökülmüş,  sırtı  kamburlaşmıştı.  Sesi

yorgun  çıkıyor,  konuşurken  dudaklarının  arasından  altın

dişleri görünüyordu. Buruşuk yüzü beyaz kıllarla kaplıydı.

Eski bir ropdöşambr giymişti.

Turgut,  bütün  gücünü  toplayarak  konuşmaya  çalıştı:

“Nasıl  olur?  Siz  idare  etmiyor  musunuz?  Nasıl  engel  ola-

mazsınız?”  Mustafa  Kemal,  çaresizliğini  gösteren  bir  hare-

ket yaptı. Turgut, ona doğru ilerlerken ter içinde uyandı.

Saat  on  bire  kadar  yatakta  kaldı.  Son  günlerde  üstüste

gördüğü rüyaların, daldığı hayallerin verdiği huzursuzlukla

yatakta  dönüp  duruyor,  rahat  bir  durum  bulamıyordu

uzanmak  için.  Sonunda,  yatmakla  daha  çok  yorulduğunu

anlayarak kalktı ve hemen giyindi.

Nermin,  salonda  pazar  gazetelerini  okuyordu.  Kanepeye

giderken aynaya takıldı gözü Turgut’un. Kısa bir süre ayna-

da  kendini  seyretti.  “Şişmanlıyorum,  diye  geçirdi  içinden.

Mustafa  Kemal  gibi.  Büyük  mavi  gözlerim  yakında  bu  an-

lamsız  yuvarlak  surat  içinde  kaybolacak.  Ya  saçlar?  Acele

etmeliyim.  Burun  ve  ağıza  bir  şey  denemez  doğrusu.  Göz

ucuyla  karısına  baktı:  acaba  bu  incelemenin  farkında  mı?

Kalın,  etli  dudaklarını  uzattı,  diliyle  yaladı  onları;  pembe-

leştiler  hemen,  gerçek  hacimlerini  ortaya  çıkardılar.  Çok

84



çatmamalıyım kaşlarımı, çok da gülmemeliyim: ikisi de za-

rarlıymış. Parmaklarıyla, parmaklarının ucuyla, alnını, göz-

lerinin altını ovdu. Daha çok var, daha çok idare eder. Par-

maklarıyla yaşını hesapladı. Aptal gibi hissiz bir maske ta-

karsan yüzüne, o zaman hep genç görünürsün. En genç gö-

ründüğün  zaman  başlayacaksın  ki  buna...  Bana  bak  ayna!

Sana  çok  güveniyorum.  Gözlerini  kapadı,  aynadan  bir  iki

adım uzaklaştı. Turgut Özben ve eşi; ne kadar genç görünü-

yor resimde. Kim? Tabii Turgut, canım. Ya karısı? O görün-

müyor. Nasıl görünmüyor? Çok makyaj yapmış işte; gerçek

anlaşılmıyor. Kiminle konuşuyorsun Turgut? Kendimle ko-

nuşuyorum Turgut. Karısını ilk gördüğü gün, onun ince bı-

çak gibi düz ve müstehzi ağzını beğenmiş. Yok canım! Tur-

gut,  istihzaya  başkalarında  tahammül  edemez.  Dişine  göre

bir  şey  aramış  olacak.  Kızın  gözleri  de  çok  canlıymış  ilk

gün.  “Nermin!”  Karısı  başını  çevirip  yukarı  baktı.  Şimdi,

uykudan şiş de ondan tabii. Her zaman söylerim şu kaşları-

nı  alma  diye.  “Efendim  canım?”  Doğrusu  güzel  karısı  var.

Benim  için  fazla  muzip  bir  yüz,  demiş  Selim,  Kenan’a.  Ya-

nında  ne  yapacağımı  şaşırıyorum.  Kadınlığını  hissetmiyor

sanki benim yanımda. “İlaveleri okuduysan bana verir mi-

sin Nermin?” Küçük burjuvanın pazar ayini esas itibariyle

üç  kısma  ayrılır,  oğlum  Selim:  “Pazar  Gazetesi”  -günlük

olaylar,  makaleler  ve  bilmece  olmak  üzere  üç  bölümdür-

“Büyük  Kahvaltı”  ve  “Akşamüstü  Kime  Gidelim”  sıkıntısı.

Bu sınıf yasası, her pazar, büyük bir özenle yerine getirilir.

Bugün olduğu gibi, canınız sıkılıyorsa, ilaveye şöyle bir ba-

karsınız  ve  karınıza  uzatarak:  “Bilmeceyi  sen  çöz  canım,”

dersiniz  büyük  bir  vazgeçişle.  Nermin’in  gözleri  güldü  ve:

“Sahi mi?” dedi elini uzatarak.

Canım  sıkılıyor  Nermin.  Daha  küçük  sıkıntılarda  sana

açılsaydım, bu güçlüğü çekmezdim belki. Canım, erkekler

bazı geceler salonun bir köşesine birikip, kadınların merak

85



etmez  göründüğü  erkekçe  konulardan  bahsetmez  mi?  Bu

da,  onlardan  biri  oluversin.  Olmuyor.  Ayağa  kalktı,  karısı-

nın yanına oturdu kanepede. Koluyla onu sardı, başını da-

yadı  omzuna  hafifçe.  Nermin,  durumunu  değiştirmeden

gülümsedi ve hemen sordu: “Sonu ‘k’ ile biten beş harfli bir

hayvan ismi söyler misin?” “Tavuk,” dedi, içindeki sıkıntıyı

bastırmaya  çalışarak.  Bütün  hayatımı  şu  andaki  gibi  yaşa-

saydım  hayır  kalmazdı  bende.  Geçecek,  Turgut,  geçecek.

Öyle  bir  küçümserim  ki  ben  onu...  “Olmuyor,”  dedi  Ner-

min  mahzun  bir  sesle.  “Başharfi  V.”  “Vaşak,”  dedi  Turgut

aceleyle. Yerinde tepkiler gösterebildiğime göre, soğukkan-

lılığımı  kaybetmedim  daha.  Kim  bulabilir  bir  anda  vaşak

kelimesini? Milyonlarca insan bu hayvanın adını bile bilmi-

yordur.  “İnek,”  dedi  hayalindeki  Selim,  bir  türlü  aklından

çıkmayan Selim. “Düşünmekten korkan; korkudan, düşün-

mesini unutan inek” dedi. Evlendi diye, oyunun her daki-

kasını kuralına göre oynamaktan başka bir şey düşüneme-

yen inek. Sevgi apartmanında her gün görevli inek. Ne pa-

zarı ne tatili olmayan memur. “Neden benim aklıma gelmi-

yor  bu  kelimeler  Turgut?”  Çünkü  sen  inek  değilsin.  Bana

artık olgunluk yakışır Selim. İnşallah arkasından çöküp gi-

dersin Turgut. “Bilmem, aklımda kalıyor işte,” dedi, gevşek

bir gururla. Bir arkadaşın kötü durumda olduğunu biliyor-

sun, ona gitmek yardım etmek gerekiyor. Ne yapabilirim bu

durumda  Nermin?  Benden  utanmaz  mısın  sonra?  Şu  anda

sana,  ne  gibi  bir  yardım  beklediğini  söyleyemem  Selim’in.

Bunu daha ben de bilemiyorum. Fakat birşeyler yapabilece-

ğimi hissediyorum, dürüst ve olumlu birşeyler. Senden tek

istediğim  şimdilik  beni  bu  meseleyle  başbaşa  bırakman.

Sonra bir gün oturup birlikte...

Nermin  gazeteleri  elinden  bıraktı:  “Sen  tamamlarsın,

benden bu kadar,” dedi. “Kahvaltı etmek ister misin?” Ga-

zeteleri Turgut’a uzattı. Turgut, havadaki elini aşağı indirdi:

86



“Ben biraz dışarı çıkacağım,” dedi. “Selim’in annesine gidip

başsağlığı  dilemeliyim.  Cenaze  kalkalı  neredeyse  on  gün

olacak; hiç uğramadım. Gücenir sonra.” “Kahvaltı etmeden

mi  gidiyorsun?”  diye  sordu  karısı.  “Döndüğümde  bir  ‘Bü-

yük  Kahvaltı’  ederiz.  Şimdi  canım  bir  şey  istemiyor.”  “Sen

bilirsin.  Sonra  acıkacaksın.”  Ben  bu  filmi  daha  önce  gör-

müştüm, diye düşündü Turgut.

Kapının zilini çalarken, birden yaptığı işin anlamsızlığını

hissetti. Fakat kapı açıldı ve Müzeyyen Hanımın yorgun ve

sarı yüzü göründü. Hiçbir şey söylemeden Turgut’u içeri al-

dı.  Oturma  odasına  geçtiler.  Radyonun  yanındaki  koltukta

genç bir adam oturuyordu. Zayıf, uzun boylu, solgun yüzlü

ve  gözlüklü  biriydi  bu.  Acı  bir  surat  takınmış  bir  adam,

Turgut’un daha önce görmediği biri... Orada kimseyi bula-

cağını  düşünmeyen  Turgut’a,  tavırları  sahte  gelen  biri.  Se-

lim’in annesinden başka bir insanı görmeye hazırlıklı olma-

dığı için, ona yabancı ve iğreti gelen bir “arkadaş”. Ben, her

ne  pahasına  olursa  olsun  buraya  geldikten  sonra,  benden

önce  nasıl  birisi  aynı  durumda  olabilir?  Üzülme  canım,

rastlantı; resmî bir ziyaret olmalı. “Burhan Bey de eksik ol-

masın  aramış  beni.  Selimciğimin  çok  iyi  bir  arkadaşıydı.”

İnsan, hiç olmazsa, sizden iyi olmasın, der. Büyük fedakâr-

lıklarla  getirmiş  olduğumuz  Turgut  Özben,  tam  sahneye

çıkmak  üzereyken...  “Tanışıyor  muydunuz?”  Her  zaman,

birisi sizden önce davranır. Oysa, gelip geçici biridir bu. Si-

nemada, sizden önce, son boş koltuğu alan kör bir yabancı.

“Hayır,” dedi. “Yalnız... Selim bahsederdi. Şimdi, Ankara’da

bulunuyorsunuz,  zannedersem.”  Demek,  Burhan  buydu.

Selim’in onlara tanıştırmaktan kaçındığı “esaslı” arkadaşla-

rından biri. Selim, farklı çevrelerdeki arkadaşlarını birbirine

tanıştırmayı  sevmezdi.  “Hoşlanmazsın,”  diye  kestirip  atar-

dı.  “Yüksek”  arkadaş  çevrelerinde  üniversite  arkadaşların-

dan  utanırdı  Selim.  “Seni  elevermemizden  korkuyorsun,”

87



diye saldırırlardı Selim’e kantinde. Hepimiz, tanımadan, se-

vimsizliklerine inanırdık bu adamların. Bu yüksek arkadaş-

ların  da  bizi  tanımadan  sevimsiz  bulduklarını  bilmeseydi,

tanıştırmaktan  kaçınır  mıydı?  Ben  bile  zorlukla  barınabili-

yorum  aralarında;  sizi  hemen  yutarlar,  demek  isterdi  kan-

tindeki  arkadaşlarına.  Turgut  da,  bu  eski  ve  tatsız  hatırla-

manın verdiği soğuklukla, “Ankara’da bulunuyorsunuz” gi-

bi,  ilk  görünüşte  masum,  fakat  hiçbir  kantin  arkadaşının,

gerisinde gizlenen istihzayı kaçırmayacağı sahte bir incelik-

le yere vurmuştu Burhan’ı. Burhan da kantincilerin bu du-

rumda ifade etmekten çekinmeyecekleri bir deyimle “yerin

dibine geçmişti”. Kimleri yerin dibine geçirmedik kantinde,

kendilerinin haberi olmadan. Güner döverdi muhakkak bu

adamı hiçbir nedene dayanmadan. Hiç nedeni yok da dene-

mez bir bakıma; Selim’e, “arkadaşlarının”, Güner’e tanıştır-

maktan  utandığı  arkadaşlarının,  ne  kadar  zayıf  olduğunu

göstermek gibi bir bahane bulunabilirdi. Sen, benden, ger-

çekten çok gerisin Burhan. Bana bakarken bu kadar çeşitli

ve  çelişik  duygularla  kendini  yiyebilir  misin?  Sen,  sadece

soğuk bir kayıtsızlık gösterebilirsin. Sonra da kendine, be-

nim anlayamayacağım derin bir pay çıkarırsın bundan. Ne

çıkardığın da pek belli olmaz. Kalın camlı gözlüklerinin ge-

risinde ne düşündüğünü kimse anlayamaz. Selim olsa çırpı-

nırdı: “Daha elini sıkmadan mahkum ediyorsunuz adamı.”

Kayhan da olsa cevabı kaçırmazdı: “Tarih de bizi.” Sonunda

sen  kaybediyorsun  Turgut.  Olsun.  Demek  Burhan  bu.  Se-

lim’in  bahsettiği  Burhan.  Neden  beklemedim?  Belki  de  o:

“Selim  sizden  bahsederdi,”  diye  atılırdı.  Hayır.  Atılmazdı.

Benimle  ilgisi  sınırlı.  İşte  gene  kaybettim.  Neden  acele  et-

tim?  Burhan  kendini  tuttu,  konuşmadı.  Böyle  bir  meselesi

yok aslında. O zaman da kendi kaybeder. Kaybeder ama, şu

Burhan da neden ağırlık taslar, mollalar gibi? Bu Selim de,

insandan  hiç  anlamazdı.  “Sigara  kullanıyor  musunuz  Bur-

88



han Bey?” İntikamımı aldım işte: hem “kullanmak” hem de

“Bey” dedim. Beni küçümsemen için açık verdim. “Bey dedi

bana, pis küçük burjuva,” diye sevin bakalım. Bu çeşit inti-

kamdan  ne  anlarsın  sen!  Turgut  kendine  gel,  adamın  bir

şey dediği yok. Eski huyların ortaya çıktı gene. Çıksın! Eski

huylarımdan  kaçmakta  acele  etmişim  anlaşılan.  Bu  “olay”

karşısındaki  zayıflığımdan  anladım  bunu.  Yeni  huylarımla

büsbütün gülünç oldum. “Teşekkür ederim. O beni öksür-

tüyor,  bundan  içeyim.”  O  dediği  Yeni  Harman,  bu  dediği

Birinci.  Nasıl  “dolayısıyla”  anlatıyor  aramızdaki  farkı.  Se-

lim,  muhakkak  sana,  benden  “bahsetmiş”  olacak.  Yoksa,

kendi kendine akıl edemezdin bu inceliği. Şimdi de Müzey-

yen  Hanıma  döndü.  Onunla,  bir  anayla  nasıl  konuşulursa

öyle  konuşur  herhalde.  Ben  de  kendimi  ele  vermeyeceğim

daha  fazla.  Senden  sonraya  kalmakla  da  Selim’i  daha  çok

sevdiğimi göstermiş olacağım. Efendim?

“Ne  söyleyeceğimi  bilemiyorum,”  diyordu  Burhan.  Ben

de  bilemiyorum.  Birden  mahzunlaştı.  Bana  anlatabilirdin

Selim. Böyle bir durumda kim dinlemezdi ki seni? Ne yap-

tın son aylarda? Anlamasam da dinlerdim seni. Bir “huku-

kumuz”  vardı  hiç  olmazsa.  Ölümcül  düşüncelerini  hafifle-

tirdi bir insanın varlığı belki. Belki de anlatmaya çalıştın bi-

rilerine.  Kim  bilir?  Anlatamadın;  belki  o  insanın  yüzüne

bakar bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün. Bu düşün-

celerle  çevresini,  Burhan’ı,  ona  duyduğu  sebepsiz  öfkeyi

unuttu; kendini bıraktı bir süre. Gözü, bir koltuğun üzerin-

deki  dantele  takıldı;  hissetmeden  ona  baktı  ve  düşündü.

Her gün birlikte yaşadıkları yılları düşündü. Nasıl bu duru-

ma  geldik  Selim?  Bir  arada  olmanın  kaçınılmazlığından

başka  bir  neden  yok  muydu  bizi  yaklaştıran?  Aramızdaki

boşluğu  nasıl  doldurmalıyım?  Sen  olmadan  seni  nasıl  öğ-

renmeliyim?  Belki  de,  bu  kısa  huzursuzluğu  duyduğum

için,  dantelin  kıvrımlarından  gözümü  bir  türlü  ayıramadı-

89



ğım için benimle övünürdün. Koca ayı, derdin, düşünür gi-

bi  bir  halin  var.  Dikkat  et  midene  dokunur  sonra.  Zarar

yok;  yaşasaydın  da  beni  yerin  dibine  batırsaydın.  Bin  kere

esir  alsaydın  beni,  Selim!  Öyle  durma  hiç  konuşmadan.

Ağır bir söz söyle; utandır beni. Söyle, de ki: bin tane kitap

okumak  gerek.  Geceleri  de  uykusuz  kalınacak.  Her  gün

durmadan  koşulacak,  akşama  kadar;  sonunda  epsilon  ka-

dar  küçük  bir  fayda  temin  edilecek.  Bir  epsilon,  iki  epsi-

lon...  razıyım.  Esir  Selim  esir.  British  Museum’a  gidilecek.

Marx gibi çalışılacak... istersen sakal da bırakırım. Katalog-

lar  içinde  kaybolacaksın  Turgut,  de.  Bir  dene  bakalım.  C/

17760  8.P  158  6c  CD  lit  Vic-ne.  1949  mus.  o.  96.  Hemen

arar bulurdum. Hidrolik çalışmak gerekiyor, hem de ezber-

lemek yok; anlayarak, desen itiraz edersem o zaman söyle.

Batı  ve  Güney  Anadolu  Hitit,  İyon  ve  Mikene  medeniyeti

kalıntılarını  görmenin  bir  yararı  olacak  mesela.  Arabayı

alınca hemen toplarım çoluk çocuğu. Çoluk çocuk mu ha-

yır,  hayır  Selim.  Bir  an  için  oldu  o  duraklama.  Bir  yolunu

bulurum. Sen düşünme orasını. Selim, ne kuvvetliyim göre-

ceksin.  Ellerinin  bütün  gücüyle  koltuğun  kenarlarını  sık-

makta  olduğunu  hissetti.  Endişeli  bir  bakışla  Müzeyyen

Hanıma  ve  Burhan’a  çevirdi  gözlerini.  Ona  bakmadan,  al-

çak  sesle  konuşuyorlardı.  Hepimiz  suçluyuz  Selim.  Alçak

sesle konuşmalıyız. Fakat ben bir yolunu bulup yükseltece-

ğim  sesimi.  Burhan  ayağa  kalktı,  Turgut’a  yaklaşarak  elini

uzattı.  Turgut  bu  eli  kuvvetle  sıktı.  “Ankara’ya  gelirsem...

sizi  aramak...  konuşur...  bir  mahzuru  yoksa...”  gibi  sözler

mırıldandı  Burhan’a.  Bir  kâğıda  birşeyler  karalayıp  verdi

Burhan. Bakmadan cebine attı bilinçsiz bir hareketle.

Müzeyyen Hanım oturma odasına döndüğü zaman, Tur-

gut’u aynı yerde, ayakta buldu. Turgut, yavaş bir sesle sor-

du:  “Odasına  gidebilir  miyim?”  Selim’in  annesi,  Selim’den

birşeyler  taşıyan  yüzünü  yana  çevirdi,  gözyaşlarını  göster-

90



memek için. Turgut bir an durdu, onun omzuna dokunmak

istedi; vazgeçti. Selim’in odasına yürüdü.

Turgut,  biraz  içi  burkularak  girdi  odaya.  Bu  oda  benim

için, göründüğü kadar sıkıcı değildi. Belki de sıkıcıydı; be-

nim tanıdığım gibi değildi. Selim de, onu bütün canlılığıyla

tanıdığım  bir  sırada  kendini  öldürdü.  Bu  odayı  tanımıyo-

rum herhalde; içinde ölen Selim’i bilmiyorum. Odaya ve eş-

yaya ilk defa bakıyormuş gibi incelemeye başladı. Pencereyi

tam kapatmayan ve güneşi biraz geçiren basma perdeler sıkı

sıkı  kapalıydı.  Basmanın  bazı  yerleri  solmuş  bazı  yerlerine

de  pencereden  sızan  yağmur  suları,  koyu  çerçeveli  büyük

damgalar vurmuş. Pencerenin üstüne çıplak bir rayla tuttu-

rulan bu perde, hazin bir belge. Efendim? Bütün kötülük bu

perdeden, bu raylardan geliyor.  Yerde, asıl rengi anlaşılma-

yan bir halı ve bir iki kilim parçası. Yazık oldu. Müzeyyen

Hanım  oğlunun  mürüvvetini  göremedi.  Odasını,  gönlünce

süsleyemedi. Ya da bir kadın... kim bilir? Kitaplığının rafları

toz  içinde...  masanın  üstü  de...  Buraya  hiç  dokunulmamış.

Demek  beş  yılda  bitiremem,  diyorsun.  Sürekli  okusam  da.

Bitireceğim Selim. Bütün dünyaya gücümüzü göstereceğim.

Eğildi,  yazı  masasının  gözlerini  rasgele  açarak  içindekileri

çıkarmaya  koyuldu.  Sonra,  bütün  kâğıtları  kucakladı,  hem

yatak  hem  divan  olarak  kullanılan  somyanın  üstüne  taşıdı

ve kâğıtların yanına uzandı. Müzeyyen Hanımın yağlı boya

manzaralı  yastıklarından  birine  yaslanıp  önündeki  yığını

karıştırmaya  başladı.  Yatak  varken  masada  okumak  da  ne

oluyor  derdi  “rahmetli”.  Boğazına  bir  şey  düğümlendiğini

hissetti.  Sen  Müzeyyen  Hanım  değilsin.  Merhum,  arkasın-

dan ağlanmasını katiyen istemezdi. Hatta bana bir gün... ne

yazık ki bir şey söylemedi. Yalnız bu konuda bana “dersimi”

vermemişti. Acaba bu notları hemen okumaya başlasam mı?

Evde  rahat  olmayacak.  Başını  kapıya  çevirerek:  “Müsaade

ederseniz, ben buraları biraz karıştırıyorum,” diye seslendi.

91



“Acaba gerçekten okumalı mıyım? Ona bir faydası dokunur

mu?” Konuştuğunu farkederek sustu. Ne yapsan faydası var

oğlum  Turgut.  Merak  için  başlasan  bile.  Bir  yerden  başla-

mak zorundasın. Ayağa kalktı. Bir sigara yaktı. Tekrar otur-

du.  Kalpsiz  adam!  Ölü  yatağına  oturmuş,  sigara  içiyorsun.

Onun gizli yönlerini deşmeye hazırlanıyorsun. Onun iyiliği

için.  Kime  iyilik?  Bilmiyorum.  Öyle  söyleyiverdim  işte.

Durmadan çalışacağıma söz vermiştim ya... Peki ne yapma-

lı?  Evet  ne  yapmalı?  Dur  bakalım;  Ne  Yapmalı’yı  arayalım

önce.  Hayır  arama,  kapıyı  kapa  ve  çık.  Olmaz,  Selim  bile

gülerdi  böyle  bir  korkaklığa.  O  halde  sonuna  kadar  git.  O

ne demek? Yani hepsini oku mu demek? Biliyorsun ne de-

mek  olduğunu.  Hayır  bilmiyorum.  Evet  biliyorsun.  Hayır

bilmiyorum. Peki neden geceleri, evde homurdanarak dola-

şıp duruyorsun? Neden, kendi kendine söyleniyorsun arası-

ra,  “Hayır,  olmaz,  manasız,”  diye.  Bilmiyorum.  Biliyorsun.

Benim  durumumdaki  adama  yakışmaz  da  ondan.  Gülünç

olurum sonra. Otomobil işini yapan muhasebeci bir duysa...

beni kandırmaya çalışma. Sen duydun mu bir adamın “du-

rup dururken”... Duydum, gazetede yazıyordu. Gazete dedi-

niz de aklıma geldi: Nermin yemeğe bekler beni... müsaade-

nizle.  Espri  yaparak  kurtulamazsın;  koltukta  söz  verdin.

Vazgeçiyorum;  bütün  insanlığın  önünde  eğilerek  özür  dili-

yorum:  beni  yanlışlıkla  çıkardılar  sahneye.  Ben  yoldan  ge-

çen...  Bütün  sorumluluk  sende.  Hayır  değil.  Benden  paso;

çocuk  da  daha  altı  yaşını  doldurmadı  biletçi  amcası.  Evet,

çocuklar  da  bekliyor.  Paramı  geri  istiyorum;  yanlış  filme

gelmişim.  Görüyorsun,  benim  gibi  rezil  bir  insandan  hayır

gelmez.  Ölü  evinde  oturmuş...  Yataktan  fırlayarak  kalktı,

pencerenin  önüne  gitti.  Perdeyi  aralayarak  dışarı  baktı:  pis

bir aralık! Hemen yanında birbirinin üstüne yığılmış evler.

Az  gökyüzü.  Sen  o  kadar  yıl  oku,  didin;  mektebini  bitir...

sonra çöplük gibi bir yere bak. İnsan ruhu... Efendim? Ha-

92



yır! Çıkıp gitmeliyim bu odadan. Gel bizde kal, dedim. Ka-

rın istemez, dedi. Karıyı boşver, dedim. Benim derdim baş-

ka,  dedi.  Bir  gelseydi...  Ben  de  fazla  ısrar  etmedim  galiba.

Böyle  olacağını...  Efendim?  Batsın  efendin  senin!  Ne  olur

çıkıp gidelim buradan. Biraz anlayışlı ol. On bin peşin vere-

ceğim bu günlerde, biraz dişimi sıkmam gerekiyor. Olmaz.

Bu işe tayin edildiniz. İstifası yoktur askerlik gibi. Bütün ha-

yatımı ayaklarının altına seriyorum: incele beni! Çürüğe çı-

karırsın biraz insaflıysan. Peki, Allah canımı alsın kötü ni-

yetim yok. Peki, anladık; okuyacağız.

Söylenerek  yatağa  oturdu;  kâğıtları  telaşla  divana  yaydı:

ne  yapmalı,  ne  yapmalı?  İşte  burada  Ne  Yapmalı.  Buldum

işte. Buyur oku:

NE YAPMALI

Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremde-

ki  kişilerin  davranış  ve  tutumlarını  bilinçsiz  bir  aldırmaz-

lıkla  benimseyerek  bu  renksiz,  kokusuz  varlıkla  yetinmeli

mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğin-

den çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi

bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunla-

rın  çözümünde  bile  bocalayan  bu  sözde  devrimci  gölgeyi,

hiç  düzeltmeden,  biraz  olsun  çekidüzen  vermeden,  amaç

edindiğimiz  ülküleri  gerçekleştirmek  için  hemen  kavganın

ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen ki-

şileri,  toplumları  yönetmek,  onlara  yeni  yollar  göstermek

için hemen başa geçirelim mi? Yoksa, toplu eylemlerde küt-

lelerin başına bela olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir

sınavdan mı geçirmeli?

Ben  kendimi  yeterli  görmüyorum.  Ne  için  yeterli?  Her

şey için. Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı

çözmeden,  onu  güdebilecek  sorunlarımı  çözmeden,  onu

93



güdebilecek  güçte  olmadığımı  seziyorum.  Başkalarına  söy-

leyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçir-

mem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? di-

ye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, di-

yebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel

ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışın-

da hiçbir sorunu çözemez.

Ne  yapmalı?  Bu  soruya  hemen  bir  karşılık  bulmak  iste-

nirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan der-

lenmiş bir iki düşüncenin bileşimiyle bazı geçici çareler or-

taya  atılabilir.  İnsan,  ilk  bakışta  bu  geçici  çarelerin  kendi

buluşu  olduğunu  sanabilir.  Oysa,  örneğin,  salt  aklın  verisi

diye  nitelendirilen  kavramın  biraz  incelenmesi,  bunun  ço-

ğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu

gösterecektir.  Salt  aklın  verileri,  insanı,  gevşetmeye  fırsat

vermeyen  amansız  bir  çalışmanın  zorunluluğuna  itebilir.

Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü, dünyada eşi görülme-

miş  bir  baskıyla  yok  edilmek  istenebilir.  Bütün  kişisel  bu-

nalımlar,  ucuz  yaşantılara  dönüşle  ilgili  bütün  buhranlar,

birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleye-

rek yalnız güçlerini ortaya koyar. İşte, görünüşte, toplumsal

eylemi geliştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulun-

duğu sanılan ve her çeşit eylem için kaçınılmaz ilkeler ola-

rak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çü-

rümüş  toplumun  değiştirmek  istemedikleri  öz  varlıklarını

bilinçsizce  koruma  isteminin  gizli  baskılarını  arayacaksın!

Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden or-

taya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önle-

yecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa dü-

şürmekten böylece kurtulacaksın.

Karşılıklı  güven  ve  dayanışma  ancak  böyle  bir  sorunun

varlığını duyduktan sonra sözkonusu olabilir. Fakat, bütün

bu  sorunlarını  yalnız  başına  çözeceksin.  Bunalımlarını,

94



komplekslerini ve buhranlarını birlikte çalışacağın insanla-

ra iletmeyeceksin. Kurulacak örgütü bir düşkünlerevine çe-

virmeye kimsenin hakkı yoktur. Birleşecek kişiler önce bir-

leşecek  güçte  olmalıdırlar;  önce  bu  duruma  gelmelidirler.

Onlar,  yeni  düzenler  kurmak  ve  ilerlemek  için  birleşecek-

lerdir;  körle  kötürümün  yoldaşlığı  gibi  bir  iş  için  değil!

Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acı-

sını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.

Yalnız, kişisel sorunları tek başına çözme eylemini de ge-

reksiz bir aşırılığa götürmemelidir insan. Büyük örgütlerin

kurulmasından önce, küçük örgütler oluşurken kişi, çevre-

sinden kendini bütünüyle soyutlamayacaktır; kişisel sorun-

larını  çözerken  başkalarından  da  bir  bakıma  yararlanacak-

tır. Yani, bazı insanlarla genel ilişkiler kuracak onlarla birle-

şecektir. Ne var ki bu birleşme büyük örgütlerden farklı bir

biçimde  olacaktır.  Böylece  küçük  bir  çekirdeğin  aşağıdaki

ayırıcı özellikleri belirecektir:

1- Birleşenlerin sayısı az olacaktır.

2-  Bu  topluluk,  genişlemeyi  amaç  edinmeyecektir.  (Ken-

diliğinden bir artma olursa, bu artış da engellenmeyecektir.)

3-  Kişiler  bu  birliğe  zaaflarını  ve  güçlerini  koyarak  gire-

ceklerdir. (Zaaf konusunda aşırılığa kapılmamak gerekir.)

4-  Kişiler,  en  küçük  ayrıntılara  kadar  anlaşılabilecek  in-

sanlar  olmalıdır.  (Yani,  büyük  karakter  farkları  gösterme-

yen ve yakın bir ilişki kurabilecek kadar birbirini seven ve

birbirine güvenen kişiler bir araya gelmelidir.)

5-  O  güne  kadarki  gelişmeleriyle  nitelikleri  bakımından

birbirlerine yakın olan insanlar böyle bir eyleme girmelidir.

(Büyük  örgütlerde  zorunlu  bir  sınıflama  olacağından  bu

şart yalnız küçük birliklerin özelliğidir.)

Bu özellikler, küçük topluluğumuzdaki ilişkilerin sıkı ve

karmaşık  bir  biçimde  oluşacağını  göstermektedir.  Burada

kişi kendini ve topluluğu aynı anda geliştirecektir. Birlikte

95



gelişmeyi  sağlamak  için  her  toplulukta  ve  ortak  eylemde

gerekli gördüğüm şartları şöyle özetleyebilirim:

1-  Her  birey,  bütün  toplu  çalışmalara  aynı  oranda  katıl-

malıdır.


2- Bireyler, birbirinin iyi niyeti ve gücünden kuşku duy-

mamalıdır.

3- Her birey kendi ilerlemesi kadar karşısındakinin geliş-

mesinden  de  sorumlu  olmalıdır.  (Yani,  zincirleme  bir  so-

rumluluk ilkesi benimsenmelidir.)

Bu  topluluğun  gelişmesinde  en  önemli  etkenlerden  biri

-belki  de  en  önemlisi-  bireyin,  toplu  eylem  dışındaki  ya-

şantısını  nasıl  düzenleyeceğidir.  Bu  yaşantıyı  da  ikiye  ayı-

rabiliriz:

1- Bireyin, temel ülküsü dışındaki yaşantısı.

2- Toplu çalışmalar için gerekli oluşumu kazanmak ama-

cıyla sürdüreceği yaşantı.

1-  Temel  ülkü  dışında,  yani  ekmek  kavgası  için  tutula-

cak yol:


Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler, onu bazı iliş-

kiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dı-

şında  devam  edecek  herhangi  bir  eylemden  kaçınmalıdır

birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesin-

likle sakınmalıdır. Yalnız, bunu yaparken, çevreyle ilişkile-

rini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine kar-

şı  dargınlık,  kuşku  ve  kızgınlık  yaratmamaya  çalışacaktır.

Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir

yakınlık kurmalıdır onlarla.

Birey,  en  basit  ihtiyaçlarını  gidermekte  elbette  bağımsız-

dır, fakat, aşırı tutkuların -kumar, içki ve fazla eğlence gibi-

bir yana bırakılması ve bunların bir alışkanlık olmaktan çı-

karılması  gereklidir.  Bu  çeşit  tutkular,  özellikle  umutsuz

günlerde  bireyin  yakasını  bırakmaz:  umutlu  günlerde  kur-

tulmalıdır birey onlardan.

96



2- Toplu çalışmalar için tek başına yapılacak çalışmalar:

Bireyin  tek  başına  kaldığı  zaman  kendisini  oluşturmak

için yapacağı çalışmalar, ne yapmalı sorununun önemli bir

bölümüdür. Kendi değerini eksiksiz bilen ve her an bu de-

ğeri, yeni şartların ışığında eleştirebilen bir kişi ne yapmalı,

ne  yapmalı  diye  bocalamaz.  Düzenli  bir  çalışma  düzeyine

girebilmek için üç temel sorunu çözümlemek gerekir:

a) Kendini iyi tanımak

İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme

dayanmaz  ve  kendini  tanıma  sorunu  bilimsel  bir  yolla  çö-

zümlenmezse  sonsuz  bunalımlar  karanlığına  düşer  birey.

Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geç-

tikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri bü-

yütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çık-

madan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına gi-

renler  daha  işin  başında  ezilip  kaybolurlar;  gerçek  değeri-

nin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip

bir işe yaramazlar.

Kendini tanıma sorununun çözümünde, Descartes’ın bili-

me uyguladığı kuşkuculuğu kullanabiliriz. Bütün değerleri-

mizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydı-

ğımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelik-

ler  olabileceğini  de  hiçbir  zaman  akıldan  çıkarmamalıyız.

Örneğin,  soyut  ahlak  kavramlarını  ele  alalım.  Namus,  iyi-

lik,  iş  ahlâkı  gibi  her  toplumun  temel  dayanakları  sayılan

kavramlar  vardır.  Bu  kavramların  her  toplum  için  aynı  ol-

duğu ve bunlarla ilgili kurallara her toplumda uyulması ge-

rektiği  belirtilmiştir  bizlere.  Biz,  ancak  kendi  özlediğimiz

toplumda uymalıyız bu kurallara. Onlar ise, şartlar ne olur-

sa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla

uyutmaya  çalışırlar.  Ben,  sadece  namuslu  olmakla  övünen

97



kişiyi  adamdan  saymıyorum;  toplumu  iyiye,  güzele  götür-

mek  için  kendi  gibi  namuslu  insanlarla  birlikte  bir  çaba

harcamamışsa,  çevresindeki  uygunsuz  gidişe  başkaldırma-

mışsa, o kişi namussuzdur benim için. Benim de değerleri-

min arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları;

onlarla övünmemeliyim. Bu nitelikler, amacımı gerçekleşti-

rirken  bana  zararlı  bile  olabilir.  Gerekirse  bir  ülkü  uğruna

hırsızlık da yapmaz mı insan? Kendi aramızdaki ilişkilerde

ahlâklı olmamalı demek istemiyorum; bize bu çeşit iftiralar

atılmamalı.  Fakat  onların  düzenini  korumak  için  gerekli

olan böyle sahte değerlere de hiç önem vermeyelim.

b) Kendini eleştirmek

Bu  deyimle  Batılıların  “otokritik”  dediği  soruna  eğilmek

istiyorum. Yukarıda söylediklerim bir otokritik sayılabilirse

de ben otokritiği daha çok bir eylem için varsayıyorum. Bir

eylemden  sonra,  o  eylemin  birey  açısından  değerlendiril-

mesidir  otokritik,  diyorum.  Kendini  eleştirmenin,  kendin-

den yakınma çerçevesinden de çıkması gereklidir diye dü-

şünüyorum.

c) Dış etkenlerin uyutucu durgunluğuna kapılmamak

Ülkemiz, bugün için durgun bir toplum düzeni içindedir

ve  insanı  toplumsal  çalışmalara  itecek  bir  dış  etkenin  yok

olduğu söylenebilir. Peki ne yapalım o halde? Olayların bizi

hazırlıksız yakalamasına fırsat mı verelim? Yoksa tehlikesiz

çalışmalarla o zamana kadar kendimizi avutalım mı? Bence

hemen köklü bir çalışma dönemine girelim. Ben de bu sa-

tırları yazar yazmaz söylediklerimi uygulamaya girişeceğim

hemen. Daha fazla oyalanmayayım. Müsaadenizle.



98


Canım Selim! Nasıl çırpınmışsın bir yere tutunmak için:

Burhan’ların ortasında neler hissetmişsin! Onlara okuyama-

mışsındır bu yazıyı. Çizgili bir defterden koparılmış kâğıt-

lara yazılmış; sekiz sayfa. Alay ederdi bu satırları okusaydı

Burhan.  Neden  dövmedim  bu  herifi?  Elimden  nasıl  kaçır-

dım? Bir de adresini aldım üstelik. Ben aşağılık sahtekârın

biriyim.  Kendime  bile  sahtekârlık  ediyorum;  dolandırıyo-

rum kendimi. Duvarı yumrukladı; elini acıttı. Daha beter ol

sahtekâr ruh! Ne diyordu bu herif Selim için? Koltukta otu-

rurken kulağına gelen sözleri hatırladı: bu toplumla ilişkisi-

ni kaybetmiş: yaptığı işe ve yaşadığı düzene yabancılaşmış-

mış.  Tersini  ispat  edeceğim!  Hepinize  göstereceğim!  Mü-

zeyyen  Hanımın  basitliğinden  sıkıldığını  gösteren  belli  be-

lirsiz  bir  ifade  vardı  Burhan’ın  yüzünde.  İşte  o  sırada  döv-

meliydim. Hayır! Önce o saldırmalıydı. Pek de çelimsiz de-

ğildi.  Girişmez  kavgaya.  Duruma  uygun  bir  söz  eder.  Sen,

ayılığınla  kalırsın.  Bütün  kitaplar,  nazariyeler  ondan  yana.

Hepinizin sahteliğini yüzünüze vuracağım! Kâğıtlara saldır-

dı yeniden. Bir kâğıt çekti, durdu. Neden yok etmedi acaba

“Ne yapmalı”yı? Oysa, ne kadar utanmıştır yıllar sonra tek-

rar okuduğu zaman. Bizim zabıtlara da eklemedi. Getiririm,

dedi. Getirmedi. Burhan’ın gözleriyle değil de kendi gözle-

riyle görebilseydi. Gene de atamamış. Hiçbir şeyini atamaz-

dı nedense. Okumaya başladı:

Gelemeyeceğini söylemişti. Ben de sekizde evden çıktım.

Canım  çok  sıkılıyordu.  Bir  tramvaya  binip  Beyoğlu’na  git-

tim. Saray sinemasının önünden geçerken birden onu sine-

manın  dış  kapısında  gördüm.  Beni  görünce  yüzünde  hafif

bir rahatsızlık ve sıkılma izi belirdi. Ben de ne hayaller kur-

muştum.  “Ne  haber?”  dedim  sıkılarak.  “Sana  söylediğim

ders işi olmadı. Ben de sıkıldım evde,” dedi yüzünü buruş-

turarak.  “Bana  uğrasaydın,”  dedim.  Biraz  sinirli  bir  sesle,



99


“Evde  olacağını  tahmin  etmedim,”  dedi.  “Yok,  öyle  söyle-

dim  işte.”  Şimdi  de  ben,  onun  yerine  rahatsız  oluyordum.

“Birini bekliyorum,” dedi. “Yolda gördüm de. Sen tanımaz-

sın.”  Benden  sıkılır  onunla  diye  düşündüm.  “Haydi  eyval-

lah” dedim. “Ben seni ararım,” dedi aceleyle. Onun da çok

üstüne  varmıştım,  herkese  yaptığım  gibi.  Benim  de  hiç

kimseyle  olmak  istemediğim  anlar  yok  muydu?  İçimden

ona hak verdim; kendime yükledim suçu her zaman oldu-

ğu gibi. Birini yeni tanıyınca, nefes aldırmadan yükleniyor-

dum  üstüne.  Herkes,  benim  gibi  buhranlı  değildi.  Bu  dü-

şüncelerim, o zamanki durumumu

Yazı burada bitiyordu. Sayfanın altına bir iki karikatür çi-

zilmiş,  yanına  da  güllerle  süslü,  SIKINTI  yazılmıştı.  Daha

aşağıda  tek  harfler  ve  yedi  kere  altalta  yazılmış  bir  cümle

vardı;  “Gordiyum  neden  kördüğüm”.  Başka  bir  kâğıt  çekti

yığından. Bu sayfa başlıklıydı:

Çok İyi Bilinmesi Gereken Filozof ve Edebiyatçılar,

Satırlar, sayfanın ortasında küçük bir yere yazılmıştı:

Soren Kierkegaard

Oswald Spengler

Franz Kafka

Friedrich Nietszche




Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin