rast gel iyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık,
kambur hayvanlar
trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir
köpük çiğneyerek dalgın ve küskün
arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak,
iz bırak madan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu, “Bu ne?” O
güldü:
-
Gemel! Gemel! dedi. Hasan’ı bir istasyonda indirdiler.
Gerdan ında, alnında, kollarında ve kulaklarında altınlar bulunan kara çarşaflı, kara
çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın Hasan’ı
göğsüne bastır dı. Anasınınkine benzemeyen,
tuhaf kokulu, fazla yumuşak, cansız bir göğüs... “Ya habibi! Ya ayni!” Halasının
yanındaki kadınlar da Hasan’a sarıldılar, Hasan’ı öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok
çocuk da gelmişti; entârilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları
perçemli , başları
takkeli çocuklar... Hasan durgundu; susuyor, susuyordu. Böyle
haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, inatla konuşmayarak sustu, hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı
entâri si, ceketi,
takke si vardı. Saçlarının ortası
el ayası kadar
makine ile sıfır kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan
tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine
burup kullanmayı
beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı eve çağırdı. Evin avlusuna sırtında
çuval , elinde bir tabure ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyâfetli bir adam girdi.
Torbasından da
mukavva gibi
bükülmüş bir
tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne
bir sürü