7
BÖLÜM 1
1-10 sorular aşağıdaki parçaya göre cevaplandırılacak.
Hasılı, Kerbela Kerbela olalı zannederim ki böyle gürültülü matem görmemiştir. Bağırmaktan
sesim kısıldığı zaman, günlerce büyük adam gibi, açlık grevi yaptım.
Dadımın acısını aylarca sonra bana, Hüseyin isminde bir süvari neferi unutturdu. Hüseyin, talim
esnasında attan düşerek sakat kalmış bir askerdi. Babam, onu emir neferi olarak eve almıştı. Hüseyin,
delişmen bir adamdı. Beni çabucak sevmişti. Ben de umulmaz ve affedilmez bir vefasızlıkla onun
sevgisine mukabele edivermiştim. Gerçi Fatma ile olduğu gibi beraber yatmıyorduk. Fakat sabahleyin
horozlarla beraber gözlerimi açtığım dakikada soluğu onun odasında alır,
ata biner gibi göğsüne
oturarak parmağımla gözkapaklarını açardım.
Fatma’nın bahçesine, kırlarına bedel; Hüseyin, beni kışlaya asker içine alıştırmıştı. Bu uzun
bıyıklı kocaman adamın oyun
icat etmekteki maharetini ben, başka kimsede görmedim. Asıl güzeli,
bunların çoğunun kazalı, heyecanlı şeyler olmasıydı. Mesela beni lastik top gibi havaya fırlatıp tutar,
yahut kalpağının üstüne oturtup ayaklarımdan tutarak sıçratır, fırıl fırıl çevirirdi. Saçlarım karışmış,
gözlerim dönmüş tıkana tıkana haykırmaktan duyduğum zevki ondan sonra hiçbir şeyde bulamadım.
Bazen kaza da olmaz değildi. Fakat Hüseyin’le aramızda sıkı bir mukavele vardı. Oyunda canım
yanarsa ağlamayacak, onu kimseye şikâyet etmeyecektim. Bu, benim doğruluğumdan ziyade;
onun bir
daha benimle oynamamasından korktuğum için büyük bir adam gibi sır saklamaya alışmış olmamdandır.
Çocukluğumda bana hoyrat derlerdi. Galiba hakları da vardı. Kiminle oynarsam canını yakar bağırtırdım.
Bu huy, herhalde Hüseyin’le oynadığım oyunlardan kalma bir şey olacak.
Nasıl ki, kendi canım yandığı zaman da pek ahü zara kapılmadan felaketi güler yüzle
karşılayışım bana onun yadigârıdır.
Hüseyin, bazen de kışlada Anadolulu neferlere saz çaldırır, beni yine testi gibi tepesinin üstüne
yerleştirip garip oyunlar oynardı. Bir zamanlar da onunla at hırsızlığına alışmıştık. Babam evde
olmadığı
zaman Hüseyin, ahırdan atı çalar, beni kucağına oturtarak saatlerce kırlarda dolaştırırdı.
Fakat eğlencemiz uzun sürmedi. Pek günahına girmeyeyim amma, galiba aşçı kadın tarafından babama
gammazlandık ve zavallı Hüseyin, ondan iki tokat yedikten sonra bir daha ata yanaşmaya cesaret
edemedi.
Halis muhabbet; kavgasız, gürültüsüz olmaz, derler. Biz de Hüseyin’le günde en aşağı beş nöbet
kavga ederdik. Bir tuhaf surat asma tarzım vardı. Odanın bir köşesinde yere çömelir, yüzümü duvara
çevirirdim. Hüseyin üç, beş dakika beni bu halde bıraktıktan sonra halime acıyarak birdenbire belim-
den kavrar, bağırta bağırta havaya kaldırırdı.
Hüseyin’le arkadaşlığımız iki sene sürdü. Fakat o zamanın seneleri şimdikilere benzemezdi. O
kadar uzun, o kadar uzundu ki...
Benim babam Nizamettin isminde bir süvari binbaşısıydı. Annemle evlendiği sene Diyarbakır’a
göndermişler, gidiş o gidiş. Artık bir daha İslanbul’a dönmemiş. Diyarbakır’dan Musul’a, Musul’dan
Hanıkın’a, oradan Bağdat’a, Kerbela’ya geçmiş... Bir yerde üst üste bir sene kalmamış.
... Annemi bana benzetirler. Hele babamla evlendiği seneden kalma bir fotoğrafı vardır ki benim
modelim gibidir. Fakat zavallı kadın, sıhhatçe hiç bana benzememiş. Çok zayıfmış. Bitip tükenmez
yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ateşine dayanacak bir vücutta değilmiş. Sonra, galiba bir
8
hastalığı da varmış. Fakat zavallının bütün evlilik hayatı bu hastalığı saklamaya çalışmakla geçmiş...
Ne yapsın, babamı çok seviyormuş. Kendisini zorla ayırırlar diye korkuyormuş...
- Seni
hiç olmazsa bir mevsim için, iki ay için annene göndereyim. O biçare de ihtiyar... Seni,
kim bilir, ne kadar göreceği gelmiştir, dermiş. Fakat annem:
- Şartımızda bu var mıydı? İstanbul’a beraber dönmeyecek miydik? diye adeta çıkışırmış...
Hastalığı için de:
- Benim hiçbir şeyim yok... Biraz yorgunluk... İki gün evvel hava biraz değişti de ondan oldum,
geçer, gibi şeyler söylermiş...
Sonra, İstanbul’u göreceği geldiğini babamdan saklarmış. Fakat mümkün mü? Daha uykuya
dalalı iki dakika olmadan uyandırır ve Kalender’deki yalımızda, civarındaki koruda veyahut Boğaz’m
sularında geçmiş bir uzun rüyayı anlatırmış. Birkaç uyku dakikasına bu kadar uzun rüyaları sığdırmak
için insanın o yerleri herhalde çok, çok göreceği gelmiş olması lazım gelmez mi?
Büyükannem serasker kapısına, mabeyincilerin konaklarına giderek ağlayıp sızlıyormuş, fakat bu
yalvarmalar bir türlü netice vermiyormuş.
Nihayet annemin hastalığı artınca babam hiç olmazsa onu İstanbul’a
götürmek için bir ay için
istemiş ve cevap beklemeden yola çıkmış. Mahfeler içinde çölü geçişimiz bugünkü gibi hatırımdadır.
Beyrut’ta denize kavuşmak, annemi biraz canlandırır gibi olmuştu. Misafir olduğumuz evde beni
yatağına oturtarak saçlarımı tarıyor, ellerimin kirli, düğmelerimin kopuk olmasına aldırmadan başını
göğsüme kapayarak ağlıyordu.
Bir gün büsbütün ayağa da kalktı; sandığından yeni elbiseler çıkararak süslendi. Akşamüstü
babamı karşılamak için aşağı indik. Babam, bende biraz vahşi tabiatlı, sert bir asker hatırası bı-
rakmıştır. Fakat annemi ayakta görünce sevinçle konuştuğunu, yeni
yürüyen bir çocuk gibi onu
bileklerinden tutarak ağladığını hiç unutamam...
Bu, bizim bir arada geçirdiğimiz son gün oldu. Annemi ertesi gün açık bir sandığın kenarında,
başı bir çamaşır bohçasının üstüne düşmüş, dudaklarında bir kan lekesiyle ölü bulmuşlar!
Altı yaşında bir çocuğun epeyce şeylere aklı ermesi lazım gelir. Fakat ben, nedense hiçbir şey
sezememiştim. Bulunduğumuz ev kalabalıktı. Birçok günler büyük bir bahçede çocuklarla
boğuştuğumu; Hüseyin’le
beraber sokaklarda, deniz kenarlarında, cami avlusu gibi kubbeli yerlerde
dolaştığımı biliyorum.
Annemi yabancı bir toprakta bıraktıktan sonra, İstanbul’a dönmek babamın içine sinmemiş...
Galiba biraz da büyükannem ve teyzelerimle karşılaşmaktan çekinmiş...
Dostları ilə paylaş: