“Haziran dokuz yüz kırk”
Elini uzatıp bir an dokundu. Bronz çok soğuktu; bu yüzden parmaklarını çekti ve serüvenine
başlamadan derin bir nefes aldı. Bruno’nun düşünmemeye çalıştığı tek şey baba ve annenin o yöne
doğru gitmesini yasaklamış olmalarıydı. Tel örgünün yakınına veya kampa yaklaşamazdı, özellikle
Out-With’de araştırma yapması yasaktı ve bu düşünülemezdi bile...
Bölüm 10
Nokta Benek Oldu, Benek Damla Oldu, Damla Şekil Oldu, Şekil Çocuk Oldu
Tel örgü boyunca yaptığı yürüyüş Bruno’nun beklediğinden çok daha uzun sürdü. Sanki daha
millerce uzayıp gidiyordu. Yürüdü, yürüdü ve dönüp geriye her baktığında yaşadığı ev küçüldü,
küçüldü, sonunda tamamen gözden kayboldu.
Onca zaman boyunca tel örgülere yakın ne bir insan gördü ne de onun içeri girmesini sağlayacak
bir kapı. Araştırmasının tamamen başarısız olacağını düşünerek umudunu kaybetmeye başlamıştı. Tel
örgüler, göz alabildiğine devam etse de barakalar, binalar ve duman kümeleri, arkasında kaybolmaya
başlamıştı. Tel örgü, onu sanki sadece boş alanlardan ayırıyordu.
En iyi şartlarda yaklaşık bir saat yürüdükten sonra, acıktığını hissetmeye başladı. Bugün için bu
kadar araştırmanın yeleceğini ve eve dönmenin daha iyi olacağını düşündü. Ama o anda, ta uzaklarda
bir nokta belirdi ve ne olduğunu daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Bruno, okuduğu bir kitabı
hatırladı. Bir adam çölde kaybolmuştu. Günlerce yemek yemediği, su içmediği için harika restoranlar
ve muhteşem çeşmeler gördüğünü hayal ediyordu; ama yemeye veya içmeye çalıştığında her şey
hiçlikle yok oluyor, sadece avuç dolusu kum kalıyordu. Şu anda ona olan da bu mu, diye merak etti.
Bunu düşünürken ayakları onu uzaktaki noktaya adım adım, giderek daha çok yaklaştırıyordu. Bu
arada nokta, benek haline gelmişti. Sonra bir damlaya dönüştüğünün bütün belirtileri ortaya çıktı.
Kısa süre sonra o damla bir şekle dönüştü. Sonra, Bruno yaklaştıkça, o şeyin ne bir nokta, ne bir
benek, ne bir damla, ne bir şekil olduğunu gördü: Bir insandı.
Aslında bir çocuktu.
Bruno, insanın neyi keşfettiğinden emin olamayacağını bilecek kadar çok kitap okumuştu. Kâşifler,
çoğu zaman orada öylece duran, Amerika gibi keşfedilmeyi bekleyen bir şey buluyorlardı. Bazen de
olduğu yerde bırakılsa daha iyi olacak, bir dolabın arkasındaki ölü fare gibi bir şey buluyorlardı.
Çocuk ilk kategoriye aitti. Orada oturmuş kendi işiyle ilgileniyor ve keşfedilmeyi bekliyordu.
Önce nokta, sonra benek, sonra damla, sonra şekil, sonra çocuk olan şeyi gördüğünde Bruno
yavaşladı. Onları ayıran bir tel örgü olsa bile, yabancılarla asla fazla samimi olunamayacağını ve
onlara tedbirli yaklaşılması gerektiğini biliyordu. Yürümeye devam etti ve az sonra yüz yüze geldiler.
“Merhaba,” dedi Bruno.
“Merhaba,” dedi çocuk.
Çocuk, Bruno’dan daha küçüktü ve yerde, umutsuz bir ifadeyle oturuyordu. Üstünde, tel örgünün o
tarafındaki herkesin giydiği gibi çizgili pijama ve başında çizgili kumaştan takke vardı.
Çorap veya ayakkabı giymemişti ve ayaklan oldukça kirliydi. Koluna, üstünde bir yıldız olan
kolluk takmıştı.
Bruno yaklaştığında, çocuk bağdaş kurmuş oturuyor, yerdeki tozlara bakıyordu. Bir süre sonra
başını kaldırdı ve Bruno yüzünü gördü. Oldukça garip bir yüzdü. Derisi neredeyse gri renkteydi;
fakat Bruno’nun daha önce gördüğü herhangi bir gri gibi değildi. Gözleri çok iriydi ve karamelli
şeker rengindeydi, beyazları çok beyazdı. Çocuk kendisine baktığında Bruno’nun tek görebildiği, ona
bakan bir çift kocaman, üzgün göz oldu.
Bruno, hayatı boyunca daha sıska ve daha üzgün bir çocuk görmediğinden emindi ve onunla
konuşmanın iyi olacağına karar verdi.
“Ben araştırıyordum,” dedi.
“Öyle mi?” dedi küçük çocuk.
“Evet, neredeyse iki saattir...”
Bu lam olarak doğru değildi. Bruno, bir saatten biraz fazla zamandır araştırma yapıyordu; ama
azıcık abartmanın kötü olmayacağını düşündü. Bu yalan söylemekle aynı değildi, sadece onu
olduğundan daha serüvenci gösterecekti.
“Bir şey buldun mu?” diye sordu çocuk.
“Çok az.”
“Hiçbir şey mi?”
“Şey, seni buldum,” dedi Bruno bir süre sonra.
Çocuğa baktı ve ona neden bu kadar üzgün göründüğünü sormayı düşündü; ama sonra kabalık
olacağını düşündüğünden biraz tereddüt etti. Üzgün insanların bunun sorulmasını istemediklerini
biliyordu. Bazen kendiliklerinden bilgi verirler, bazen de konu hakkında durup dinlenmeden aylarca
konuşurlardı. Bruno hiçbir şey söylemeden beklemesi gerektiğini düşündü. Araştırması sırasında bir
şey keşfetmişti ve şimdi, tel örgünün diğer tarafındaki biriyle konuşabildiğine göre, bunun tadını
çıkarmak ona mantıklı geliyordu.
Tel örgünün dibine oturdu ve küçük çocuk gibi bağdaş kurdu. Yanında biraz çikolata getirmiş
olmayı diledi ya da paylaşabilecekleri bir çörek.
“Ben tel örgünün bu taralındaki evde yaşıyorum,” dedi Bruno.
“Öyle mi? Evi bir kez uzakları gördüm, ama seni görmedim.”
“Odam birinci katta,” dedi Bruno. “Oradan bakıp tel örgünün ötesini görebiliyorum. Bu arada
adım, Bruno.”
“Ben Shmuel,” dedi küçük çocuk.
Bruno yüzünü buruşturdu, küçük çocuğu doğru duyduğundan emin değildi. “Adın ne demiştin?”
“Shmuel,” dedi küçük çocuk, sanki dünyadaki en doğal şeymiş gibi.
“Senin
adın neydi?”
“Bruno,” dedi Bruno.
“Bu adı hiç duymadım,” dedi Shmuel.
“Ben de senin adını hiç duymadım,” dedi Bruno. “Shmuel...” Bunu düşündü. “Shmuel” diye
tekrarladı. “Söylerken çıkan ses hoşuma gitti Shmuel. Kulağa, rüzgâr esintisi gibi geliyor.”
“Bruno,” dedi Shmuel, başını mutlu bir şekilde sallayarak, “Evet, sanırım ben de senin adını
sevdim. Isınmak için kollarını ovuşturan birinin sesi gibi geliyor.” “Daha önce adı Shmuel olan
kimseyle tanışmadım,” dedi Bruno.
“Tel örgünün bu tarafında düzinelerce Shmuel var,” dedi küçük çocuk. “Belki de yüzlerce. Keşke
sadece kendime ait bir adım olsaydı.”
“Hiç Bruno adında birini tanımadım. Benim dışımda elbette. Tek olabilirim sanırım.”
“Öyleyse şanslısın,” dedi Shmuel.
“Sanırım öyleyim. Kaç yaşındasın?” diye sordu, Bruno. Shmuel bunu düşündü ve parmaklarına
baktı. Sanki hesaplamaya çalışıyormuş gibi onları havada oynattı. “Dokuz yaşındayım,” dedi.
“Doğum günüm, on beş Nisan bin dokuz yüz oluz dört.”
Bruno ona şaşkınlıkla baktı. “Sen ne dedin?” diye sordu.
“Doğum günüm on beş Nisan bin dokuz yüz otuz dört, dedim.”
Bruno’nun gözleri fal taşı gibi açıldı ve ağzı O şeklini aldı. “Buna inanamıyorum.” dedi.
“Neden?” diye sordu Shmuel.
“Hayır,” dedi Bruno, çabucak başını sallayarak. “Sana inanmadığımı söylemek istemiyorum.
Sadece şaşırdığımı söylüyorum, o kadar. Çünkü benim de doğum günüm on beş Nisan ve ben de bin
dokuz yüz otuz dörtte doğdum. Aynı gün doğmuşuz.”
Shmuel bunu biraz düşündü. “O zaman sen de dokuz yaşındasın,” dedi.
“Evet, garip değil mi?”
“Çok garip,” dedi Shmuel. “Çünkü tel örgünün bu tarafında düzinelerce Shmuel olabilir ama daha
önce benimle aynı doğum gününe sahip kimseyle tanıştığımı sanmıyorum.”
“Biz ikiz gibiyiz,” dedi Bruno.
“Birazcık,” diye katıldı Shmuel.
Bruno birden kendini çok mutlu hissetti. Gözlerinin önünde hayat boyu en iyi üç arkadaşı Kari,
Daniel ve Martin’in hayali belirdi. Berlin’de birlikte ne kadar çok eğlendiklerini hatırladı ve Out-
With’de ne kadar yalnız olduğunu fark etti.
“Çok arkadaşın var mı?” diye sordu Bruno, cevap beklerken başını biraz yana eğerek.
“Ah evet,” dedi Shmuel. “Öyle sayılır.”
Bruno kaşlarını çattı. Shmuel’in hayır demesini umuyordu, bu da onlar için başka bir ortak nokta
olurdu. “Yakın arkadaşlar mı?” diye sordu.
“Şey... pek yakın değil,” dedi Shmuel. “Ama bizden çok var -bizim yaşımızda çocuklar yani- tel
örgünün bu tarafında. Çoğu zaman durmadan kavga ediyoruz. Buraya bu yüzden geliyorum. Tek
başıma kalmak için.”
“Bu haksızlık,” dedi Bruno. “Ben tel örgünün bu tarafında sıkışıp kaldım. Konuşacak, beraber
oynayacak kimse yok, oysa senin diğer tarafta düzinelerce arkadaşın var ve muhtemelen her gün,
saatlerce oynuyorsunuz. Bu konuyu babamla konuşmam gerekecek.”
“Sen nereden geldin?” diye sordu Shmuel, gözlerini kısıp merakla Bruno’ya bakarak.
“Berlin.”
“Orası nerede?”
Bruno, cevap vermek için ağzını açtı, ama tam emin olmadığını fark elli. “Almanya’da elbette,”
dedi, “sen Almanya’dan gelmiyor musun?”
“Hayır, ben Polonyalıyım,” dedi Shmuel.
Bruno kaşlarını çattı. “Öyleyse neden Almanca konuşuyorsun?” diye sordu.
“Çünkü sen Almanca merhaba dedin ve ben de o dilde cevap verdim. Sen Polonya dilini biliyor
musun?”
“Hayır,” dedi Bruno, gergin bir şekilde gülerek. “İki dil konuşan kimseyi tanımıyorum. Özellikle
bizim yaşımızda.”
“Annem, benim okulumda öğretmen ve bana dilinizi öğretti,” diye açıkladı Shmuel. “O Fransızca
da konuşuyor. Ayrıca İtalyanca ve İngilizce de konuşuyor. Çok akıllıdır. Ben Fransızca veya İtalyanca
konuşmuyorum, ama bana İngilizce öğreteceğini söyledi, çünkü bir gün ihtiyacım olabilirmiş.”
“Polonya,” dedi Bruno düşünceli bir şekilde, dilinde sözcükleri tartarak. “Almanya kadar iyi
değil, değil mi?”
Shmuel kaşlarını çattı. “Neden olmasın?” diye sordu.
“Çünkü Almanya bütün ülkelerin en büyüğü,” diye cevap verdi Bruno, babasının, büyükbabasıyla
sayısız defa tartıştıklarını duyduğu bir şeyi hatırlayarak. “Biz üstünüz.”
Shmuel ona baktı, ama bir şey söylemedi. Bruno, konuyu değiştirme ihtiyacı hissetti; çünkü o
sözcükleri söylediği anda ona pek doğruymuş gibi gelmemişti ve Shmuel’in onun nazik olmadığını
düşünmesini istemezdi.
“Polonya nerede?” diye sordu, sessiz geçen kısa bir süreden sonra.
“Şey, Avrupa’da,” dedi Shmuel.
Bruno, Bay Liszt ile en son coğrafya dersinde ona öğretilen ülkeleri hatırlamaya çalıştı. “Hiç
Danimarka’yı duydun mu?” diye sordu.
“Hayır.”
“Sanırım Polonya, Danimarka’da,” dedi Bruno. Akıllı görünmeye çalıştıkça kafası daha çok
karışmaya başlamıştı. “Çünkü orası millerce uzakta,” diye tekrarladı, iddiasını güçlendirmek ister
gibi.
Shmuel, bir süre ona baktı ve ağzını iki kez açıp kapattı, sanki sözcüklerini seçiyordu. “Ama
Polonya burası,” dedi sonunda.
“Öyle mi?” diye sordu Bruno.
“Evet öyle. Ve Danimarka, Polonya ve Almanya’dan oldukça uzakta.”
Bruno kaşlarını çattı. Bütün bu ülkeleri duymuştu ama aklında tutmak her zaman zor gelmişti.
“Şey, evet,” dedi. “Ama hepsi göreceli, değil mi? Yani uzaklık.” Bu konuyu kapatabilmeyi umuyordu
çünkü tamamen yanıldığını hissetmeye başlamıştı. Bundan sonra coğrafya dersinde daha dikkatli
olmaya karar verdi.
“Berlin’i hiç görmedim,” dedi Shmuel.
“Ben de buraya gelmeden önce Polonya’yı gördüğümü sanmıyorum,” dedi Bruno. Bu doğruydu
çünkü görmemişti. “Tabii, burası gerçekten Polonya ise.”
“Olduğundan eminim,” dedi Shmuel usulca, “çok güzel bir bölgesi değil ama.”
“Evet.”
“Benim geldiğim yer çok daha güzel.”
“Berlin kadar güzel olmadığı kesin,” dedi Bruno. “Berlin’de, eğer bodrumu ve tepedeki pencereli
küçük odayı da sayarsak beş katlı bir evimiz vardı. Harika sokaklar, dükkânlar ve meyve, sebze
tezgâhları ve birçok kafe vardı. Ama gidecek olursan cumartesi akşamüstlerinde oralarda yürümeni
tavsiye etmem; çünkü çok fazla insan oluyor ve itilip kakılıyorsun. Her şey değişmeden çok daha
güzeldi.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Shmuel.
“Şey, eskiden orası çok sessizdi,” diye açıkladı Bruno. Hayatın nasıl değiştiği hakkında
konuşmaktan hoşlanmıyordu.
“Geceleri yatakta okuyabiliyordum. Fakat bazen oldukça gürültülü ve korkutucu oluyordu. Hava
kararmaya başladığında bütün ışıkları söndürmemiz gerekiyordu.”
“Benim geldiğim yer Berlin’den çok daha güzel,” dedi Shmuel, Berlin’e hiç gitmemiş olmasına
rağmen. “Orada herkes arkadaş canlısı ve ailemiz çok kalabalık, yemekler çok daha iyiydi.”
“Şey, fikir ayrılığına düşmeme konusunda karara varmalıyız,” dedi Bruno, yeni arkadaşıyla kavga
etmek islemiyordu.
“Tamam,” dedi Shmuel.
“Keşfetmeyi sever misin?” diye sordu Bruno, bir süre sonra.
“Pek keşif yapmadım,” diye itiraf etti Shmuel.
“Ben büyüyünce kâşif olacağım,” dedi Bruno, başım hızla sallayarak. “Şu anda kâşiflerle ilgili
okumaktan başka bir şey yapamıyorum, ama en azından bunun da iyi bir yanı var; kâşif olduğumda
onların yaptığı hataları yapmayacağım.”
Shmuel kaşlarını çattı. “Ne tür hatalar?” diye sordu. “Ah, sayısız hatalar...” diye açıkladı Bruno.
“Keşfetmekle önemli olan keşfettiğin şeyin bulmaya değer olup olmadığı. Bazı şeyler orada kendi
hallerinde duruyor ve keşfedilmeyi bekliyor, Amerika gibi. Bazı şeyleri de keşfetmemek daha iyi, bir
dolabın arkasındaki ölü fare gibi.” “Sanırım ben ilk söylediğin kategoridenim,” dedi Shmuel.
“Evet,” diye cevap verdi Bruno. “Sanırım öylesin. Sana bir şey sorabilir miyim?” diye ekledi bir
süre sonra. “Evet,” dedi Shmuel.
Bruno biraz düşündü. Soruyu doğru sormak istiyordu: “Neden tel örgülerin o tarafında o kadar çok
insan var?” diye sordu. “Ve hepiniz orada ne yapıyorsunuz?”
|