Çocuk Kalbi



Yüklə 1,14 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə61/83
tarix25.02.2022
ölçüsü1,14 Mb.
#53085
1   ...   57   58   59   60   61   62   63   64   ...   83
Edmondo De Amicis - Çocuk Kalbi

BABAMIN ÖĞRETMENİ
11 Salı
Dün  babamla  gezmeye  gittik.  Bakın  nasıl  geçti!  Önceki  akşam,  yemekten
sonra gazetesini okurken babam birden bir sevinç çığlığı attı:
–  “Hey  Allah!  Ben  onu  yirmi  yıl  önce  öldü  sanıyordum!”  Sonra  bizlere
döndü  ve:  “84  yaşındaki  ilkokul  öğretmenim  Vincenzo  Crosetti’nin  hayatta
olduğunu  biliyor  muydunuz?”  diye  ekledi.  “Gazetede  resmini  gördüm;  milli


eğitim  bakanı,  altmış  yıllık  öğretmenlik  hayatını  mükafatlandırmak  için  ona
bir  madalya  vermiş.  Altmış  yıl,  düşünebiliyor  musunuz?  Öğretmenlikten
ayrılalı yalnız iki yıl oluyormuş. Zavallı Crosetti! Trenle buradan bir saatlik
uzaklıkta  olan  Condove’de  oturuyormuş,  Chieri’deki  evimizin  eski
bahçıvanıyla aynı şehirde yaşıyor. Enrico, seninle gider onu ziyaret ederiz.”
Bütün  gece  boyunca  yalnız  eski  öğretmeninden  söz  etti.  İlkokul
öğretmeninin  adı  ona  çocukluğuna  ait  pek  çok  şeyler  hatırlatıyordu,  ilkokul
arkadaşları, şimdi ölmüş olan annesi...
–  “Crosetti!”  diye  haykırıyordu,  “bize  öğretmenlik  ederken  kırk
yaşlarındaydı. Hala gözümün önünde. Ufak tefek, açık renk gözlü, sakalsızdı.
Çok sertti ama, hain değildi, bizleri gerçek bir baba gibi severdi ama, hiçbir
suçumuzu  bağışlamazdı.  Köyünden  gelmiş,  bütün  yokluklara  rağmen
durmadan,  yılmadan  çalışmış,  bir  şehirli  olmuştu.  Annem  onu  çok  severdi.
Babam  da  onu  bir  arkadaş  gibi  görürdü.  Demek  son  günlerini  Condeve’de,
Torino’da  geçirmek  istemiş.  Öyle  sanıyorum  ki  beni  pek  tanımayacak.
Aradan 48 yıl geçmiş! 48 yıl, Enrico; yarın onu görmeye gideriz.”
Dün  sabah  saat  dokuzda  Susa  tren  istasyonundaydık.  Carrone’nin  de  bizle
beraber gelmesini istedim ama, annesi hasta. Çok güzel bir ilkbahar günüydü,
tren  selvi  ağaçlarının,  yeşil  çayırların  arasından  geçiyordu,  trenin  açık
pencerelerinden  de  taze  ot  ve  kır  çiçeklerinin  kokusu  giriyordu.  Babam  çok
sevinçliydi,  durmadan  beni  öpüyor,  kırlara,  çayırlara  bakarak  benimle  bir
arkadaş gibi konuşuyordu.
– “Zavallı Crosetti!” diyordu, “babamdan sonra beni çok seven ve hep bana
iyilik  eden  ilk  insan  odur.  Onun  vermiş  olduğu  öğütleri  hiçbir  zaman
unutmadım, hatta bazen söylediği acı sözleri de hatırlıyorum. Bu sözler beni
öyle üzerdi ki, sanki boğazıma bir şey tıkanırdı. Küçük, etli elleri vardı, okula
girişi  gözümün  önüne  geliyor,  bastonunu  bir  köşeye  bırakır,  paltosunu  da
askıya asardı, hep aynı hareketleri tekrarlardı. Okula her gün aynı güler yüzle
gelirdi,  ilk  kez  ders  vermeye  geliyormuş  gibi  dikkatli  ve  iyi  niyetliydi.
Yüzüme  bakarak  söylediklerini  şimdi  gibi  hatırlıyorum:  ‘Bottini,  hey,
Bottini!  İşaret  parmağınla  orta  parmağını  böyle  tutacaksın.’  Kim  bilir  kırk
yılda ne kadar değişmiştir!”
Condove’ye  varır  varmaz,  Chieri’deki  eski  bahçıvanımızı  aramaya
koyulduk;  ara  sokaklardan  birinde  küçük  bir  dükkanı  varmış.  Dükkanına
vardığımızda  çocuklarıyla  beraberdi,  bizi  sevinçle  karşıladı,  kocasından
haberler  verdi.  Üç  yıldır  Fransa’da  çalışıyormuş  ama,  yakında  memleketine
dönecekmiş,  büyük  kızı  Torino’daki  sağırlar  okuluna  devam  ediyormuş.


Sonra da bize yaşlı öğretmenin evini tarif etti, onu orada herkes tanırmış.
Şehirden çıktık ve iki tarafı yabani otlar, kır çiçekleriyle kaplı dik bir yolu
tırmanmaya koyulduk.
Babam  artık  konuşmuyordu,  hatıralarına  dalmıştı,  zaman  zaman
gülümsüyor, bazen de başını sallıyordu.
Birden duruverdi ve bana:
– “İşte!” dedi, “Eminim ki bu gelen ta kendisi:”
Yokuştan  aşağı,  bize  doğru  yaşlı  biri  geliyordu.  Bembeyaz  sakallı,  ufak
tefek bir ihtiyardı,  başında geniş bir  şapkası vardı, iri  bir bastona dayanarak
yürüyordu. Ayaklarını sürüklüyor, elleri titriyordu.
Babam, adımlarını hızlandırarak:
– “Evet, o” diye tekrarladı.
Yaşlı  beyin  yanına  ulaşınca,  durduk.  İhtiyar  da  durdu  ve  babama  baktı.
Yüzünün daha hala genç bir ifadesi vardı, gözleri açık renk ve canlıydı.
Babam şapkasını çıkararak:
– “Öğretmen Vincenzo Crosetti? Sizsiniz, değil mi?” diye sordu.
Yaşlı bey de şapkasını çıkardı ve titrek ama, canlı bir sesle:
– “Benim.” dedi.
Babam onun bir elini tutarak:
–  “Öyleyse,”  dedi,  “eski  bir  öğrencinize  izin  verin  de  elinizi  öpsün,
hatırınızı sorsun. Sizi görebilmek için Torino’dan geldim.”
Yaşlı bey şaşkın şaşkın babama baktı, sonra:
–  “Bu  benim  için  büyük  bir  şeref...  Bilemiyorum...  Ne  zaman  benim
öğrencim oldunuz? Özür dilerim. Adınız, lütfen.”
Babam  adının  Alberto  Bottini  olduğunu,  hangi  yıllarda,  nerede  onun
öğrencisi olduğunu söyledi ve ekledi:
– “Elbette siz beni hatırlamazsınız. Ama, ben sizi çok iyi hatırlıyorum.”
Öğretmen  başını  yere  eğdi,  bir  süre  düşündü,  iki,  üç  kere  babamın  adını
mırıldandı. Bu sırada babam da gülümseyen gözlerle ona bakıyordu.
Birden öğretmen başını kaldırdı, gözlerini fal taşı gibi açtı ve ağır ağır:
–  “Alberto  Bottini?  Mühendis  Bottini’nin  oğlu?  Consolata  Meydanı’nda
oturuyordunuz.” dedi.
Babam ellerini uzatarak:
– “Ta kendisi.” dedi.
Yaşlı öğretmen:
–  “Öyleyse...  İzin  verin,  sevgili  öğrencim,  izin  verin.”  diyerek  babamı  iki


yanağından  öptü.  Öğretmenin  beyaz  saçlı  başı  babamın  ancak  omzuna
ulaşabiliyordu. Babam yanağını onun alnına dayadı.
Öğretmen:
– “Ne olur, benimle beraber gelmek iyiliğini gösterin.” dedi.
Başka  birşey  söylemeden  geri  döndü  ve  evine  doğru  yürümeye  başladı.
Birkaç  dakika  sonra  bir  düzlüğe  vardık.  Geride  iki  pencereli,  küçük  bir  ev
vardı, çevresi de badanayla beyazlatılmış küçük bir duvarla çevriliydi.
Öğretmen  kapıyı  açtı  ve  bizi  bir  odaya  aldı.  Burası,  duvarları  beyaz
badanayla boyanmış bir odaydı. Bir köşede, üzerinde mavili beyazlı bir örtü
bulunan  yatak  duruyordu.  Başka  bir  köşede  üzerine  kitaplar  yerleştirilmiş
küçük  bir  masa  vardı.  Odanın  orasına  burasına  üç  dört  sandalye
serpiştirilmişti.  Duvarda  da  eski  bir  coğrafya  haritası  asılıydı.  Odada  çok
güzel bir elma kokusu vardı.
Üçümüz  de  oturduk.  Bir  süre  öğretmenle  babam  hiç  konuşmadan
birbirlerine baktılar.
Sonra öğretmen, güneşin kareler üzerinde değişik şekiller çizdiği döşemeye
gözlerini dikti ve:
–  “Bottini!”  dedi.  “Evet,  çok  iyi  hatırlıyorum.  Anneniz  ne  kadar  iyi  bir
hanımdı!  İlk  yıl  siz  pencere  tarafındaki  ilk  sırada  oturdunuz  bir  süre.  Biraz
daha  hatırlamaya  çalışayım.  Kıvırcık  saçlı  başınız  hala  gözümün  önünde.”
Bir süre düşünceye daldı. “Canlı, hayat dolu bir çocuktunuz, değil mi, hem de
çok  canlıydınız.  İkinci  yıl  kuşpalazına  tutulmuştunuz.  Okula  döndüğünüzde
çok  zayıflamıştınız,  anneniz  sizi  kocaman  bir  atkıya  sarmıştı.  Aradan  tam
kırk  yıl  geçti,  değil  mi?  Zavallı  öğretmeninizi  hatırlamakla  ne  iyi  ettiniz.
Geçen yıllarda da pek çok eski öğrencim beni görmeye geldi: Bir yüzbaşı, iki
din adamı, pek çok bey.”
Babama mesleğinin ne olduğunu sordu. Sonra:
–  “Bütün  kalbimle  o  kadar  seviniyor,  o  kadar  seviniyorum  ki.  Size  çok
teşekkür ederim. Epey bir zamandır öğrencilerimden hiçbirini göremiyordum.
Sevgili çocuğum, sizin en sonuncu olmanızdan korkuyorum!” dedi.
Babam:
– “Neler söylüyorsunuz?” diye haykırdı. “Daha sıhhatiniz yerinde, oldukça
da dinç görünüyorsunuz. Böyle şeylerden söz etmemelisiniz.”
Öğretmen:
– “Yok, yok, bu titremeyi görüyor musunuz?” dedi ve ellerini gösterdi. “Bu
çok kötü bir işarettir. Bu üç yıl önce, daha öğretmenlik yaparken başladı. İlk
önceleri  pek  aldırış  etmedim;  kendiliğinden  geçeceğini  sanıyordum.  Ama,


olduğu  gibi  kaldı,  gittikçe  de  artıyor.  Bir  gün  geldi  ki  artık  yazı  bile
yazamadım. Ah! O gün, öğrencilerimden birinin defterini ilk kez lekelediğim
o  gün,  sanki  kalbime  bir  şey  saplandı,  bu  benim  için  çok  büyük  bir  darbe
oldu.  Bu  durumu  bir  zaman  daha  sürdürdüm  ama,  sonra  okula,  öğrencilere,
işe  veda  etmem  gerekiyordu.  Bu  çok  zor  oldu,  biliyor  musunuz,  çok  zor.
Öğrencilerime  verdiğim  son  dersten  sonra  bütün  öğrencilerim  beni  evime
kadar  getirdiler,  benim  için  küçük  bir  şenlik  düzenlediler.  Ama,  ben  çok
üzgündüm, artık hayatımın bittiğini anlıyordum. Bir önceki yıl karımı ve tek
çocuğumu  kaybetmiştim.  İki  köylü  torunumla  kala  kalmıştım.  Şimdi  birkaç
yüz  liralık  emekli  aylığımla  geçiniyorum.  Artık  hiçbir  şey  yapmıyorum;
günler  bana  öyle  uzun  geliyor  ki.  Yaptığım  tek  şey,  gördüğünüz  gibi  eski
okul  kitaplarımı,  eski  okul  gazetelerini,  bana  hediye  ettikleri  kitapları
karıştırmak  oluyor”.  Küçük  kitaplığı  göstererek:  “işte”  dedi,  “bütün
hatıralarım, bütün geçmişim orada... Dünyada onlardan başka bir şeyim yok.”
Sonra,  birden  neşelenen  bir  sesle:  “Sevgili  Bay  Bottini,  size  bir  sürpriz
yapmak istiyorum!” dedi.
Ayağa  kalktı,  yazı  masasına  yaklaştı,  içinde  pek  çok  küçük  paketler
bulunan  uzun  bir  çekmeceyi  açtı,  bu  paketlerin  hepsi  ince  bir  iple
bağlanmıştı,  üzerlerinde  de  dört  rakamlı  bir  tarih  yazılıydı.  Biraz  aradıktan
sonra,  paketçiklerden  birini  açtı,  pek  çok  kağıdı  karıştırdı,  aralarından
sararmış bir kağıdı çekti aldı ve onu babama uzattı. Bu, kırk yıl önce yaptığı
okul  ödeviydi!  Kağıdın  başında:  Alberto  Bottini,  İmla,  3  Nisan  1883,
yazılıydı. Babam hemen o kocaman harflerle yazdığı çocuk yazısını tanıdı ve
gülerek  okumaya  koyuldu.  Ama,  birden  gözleri  yaşardı.  Kalktım,  neyi
olduğunu sordum.
O kolunu belime doladı ve beni kendine doğru çekerek:
–  “Bu  kağıda  dikkatle  bak.  Görüyor  musun?  Bunlar  zavallı  anneciğimin
yaptığı  düzeltmelerdi.  Her  zaman  ‘o’  ve  ‘sen’  kelimelerini  düzeltirdi.  Son
satırlardaki  yazılar  onun.  Harfleri  benim  gibi  yazmasını  öğrenmişti,
yorulduğum, ya da uykum geldiği zaman ödevlerimi benim yerime o bitirirdi.
Ah, kutsal anam benim!”
Ve kağıdı öptü.
Öğretmen ona başka paketçikler de göstererek:
–  “İşte”  dedi,  “bütün  hatıralarım.  Her  yıl  öğrencilerimden  her  birinin  bir
ödevini  kenara  ayırırdım,  şimdi  burada  hepsi  isim  ve  numara  sırasına  göre
yerleştirilmiş duruyor. Bazen onları gözden geçiriyor, böylece de, oradan iki
satır, buradan bir satır okuyorum. Aklımda pek çok hayal canlanıyor, geçmişi


yaşar gibi oluyorum. Sevgili öğrencim, aradan ne uzun yıllar geçti. Gözlerimi
kapıyorum  ve  birbiri  ardından  yüzleri,  sınıfları,  yüzlerce  ve  yüzlerce  çocuk
teker  teker  gözümün  önünden  geçiyor,  belki  bu  çocukların  içinde  şimdi
ölmüş  olanları  da  vardır.  Pek  çoğunu  hatırlıyorum.  İçlerinden  en  iyi  kalpli
olanlarını,  en  kötülerini,  beni  çok  mutlu  edenleri  ve  bana  sıkıntılı,  üzüntülü
zamanlar  geçirtenleri  hatırlıyorum.  Böylesine  büyük  bir  sayının  içinde
yılanlar  da  vardı,  inanın!  Ama,  şimdi,  aradan  geçen  bu  kadar  yıldan  sonra
hepsini affediyor, bağışlıyorum.”
Tekrar sandalyesine oturdu ve ellerimden birini kendi ellerinin arasına aldı.
Babam gülümseyerek:
– “Ya benimkileri?” diye sordu, “Benim yaptığım yaramazlıkları hatırlıyor
musun?”
Yaşlı öğretmen de gülümseyerek:
–  “Sizin  mi?”  diye  sordu.  “Şimdilik,  hayır.  Ama,  bu  hiçbir  zaman
yaramazlık,  haşarılık  etmediniz  demek  değildir.  Siz  herkese  karşı  eşit
davranırdınız,  yaşınız  için  fazla  ciddiydiniz.  Anneniz  sizi  ne  kadar  çok
severdi...  Ama,  beni  görmeye  gelmeniz  çok  çok  iyi,  çok  nazik  bir  davranış!
Zavallı  bir  ihtiyar  öğretmeni  görmeye  gitmek  için  işlerinizi  nasıl
bırakabildiniz?”
Babam, heyecanla:
–  “Dinleyin,  Bay  Crosetti,”  dedi,  “sevgili  anneciğimin  beni  ilk  kez
sınıfınıza  getirdiği  günü  çok  iyi  hatırlıyorum.  İlk  defa  olarak  iki  saatliğine
benden  ayrılacaktı  ve  beni  babamdan  başka  birisine  emanet  edecekti;  bir
sözle,  o  güne  kadar  hiç  tanımadığı  birine  emanet  edecekti.  Bu  iyi  kalpli
yaratık için benim okula başlayışım yeniden doğuş gibi bir şeydi. Bu gerekli
olduğu kadar da acıklı olan o pek çok ayrılığın ilkiydi; toplum, bir daha bütün
olarak kavuşturmamak üzere bizi birbirimizden ayırıyordu. O da, ben de çok
heyecanlıydık.  Titreyen  bir  sesle  beni  size  emanet  etti  ve  sonra  da  sınıfın
kapsından  çıkmadan  önce  son  bir  defa  daha  döndü,  gözleri  yaşlarla  dolu,
bana elini salladı. Tam bu sırada siz de bir elinizi kalbinizin üstüne koyarak
diğeriyle  ona  bir  işaret  yaptınız,  sanki  ona  “hanımefendi,  bana  güveniniz”
demek istiyordunuz. Yaptığınız bu hareketten, o bakışınızdan annemin bütün
duygularını,  bütün  düşüncelerini  sezdiğinizi  anladım.  “Cesaret!”  diyen  o
bakışınızı,  gerçek  bir  güven,  sevgi  ve  anlayış  belirten  o  hareketinizi  hiç
unutmadım,  her  zaman  kalbimdeki  o  yerini  koruyacaktır.  Beni  Torino’dan
buraya  getiren  de  o  hatıradır.  İşte  tam  kırk  yıl  sonra  size:  Teşekkür  ederim,
sevgili öğretmenim demek için buradayım.”


Öğretmen  karşılık  vermedi.  Bir  eliyle  saçlarımı  okşuyordu  ve  eli  titriyor,
titriyordu, saçlarımdan alnıma, alnımdan omzuma sıçrıyordu.
Bu  sırada  babam  da  bu  çıplak  duvarlara,  bu  zavallı  yatağa,  pencerenin
pervazındaki  bir  parça  ekmekle  küçük  zeytinyağı  şişesine  bakıyordu,  sanki:
“Zavallı öğretmenim, altmış yıllık çalışmadan sonra sana verilen bütün ödül
bu mu?” demek istiyordu.
Ama, iyi kalpli ihtiyarcık memnundu, daha hareketli bir şekilde ailemizden,
o yıllardaki diğer öğretmenlerden, babamın okul arkadaşlarından söz etmeye
başladı.  Öğrencilerinden  bazılarını  hatırlıyor,  diğerlerini  hatırlamıyordu;
birbirlerine  onun,  ya  da  bunun  haberlerini  veriyorlardı.  Sonunda  babam
sözünü  kesti  ve  şehre  inip  bizimle  beraber  yemek  yemesi  için  öğretmenine
rica etti.
Öğretmen neşeyle karşılık verdi:
– “Teşekkür ederim, teşekkür ederim” diyordu ve kararsız görünüyordu.
Babam onun iki eline sarıldı ve ona yeniden rica etti.
Öğretmen:
–  “İyi  ama,  böylesine  titreyen  ellerimle  nasıl  yemek  yiyebilirim  ki?”  dedi.
“Bu diğerleri için de bir ceza olur!”
Babam:
– “Biz size yardım ederiz, öğretmenim” dedi.
Bunun üzerine öğretmen kabul etti ve gülümseyerek şapkasını aldı.
Sokak kapısını da kaparken:
– “Bugün hava çok güzel, çok güzel, sevgili bay Bottini!” dedi. “Emin olun
ki bunu yaşadıkça hatırlayacağım!”
Öğretmen  babamın  koluna  girdi,  beni  de  elimden  tuttu,  üçümüz  de  neşe
içinde kır yolundan şehre indik. Yolda, inekleri çayıra götüren yalın ayaklı iki
kız çocukla, sırtındaki ağır saman yüküyle koşarak ilerleyen küçük bir oğlan
çocuğuna  rastladık.  Öğretmenin  dediğine  göre  bu  çocukların  üçü  de  ikinci
sınıfa gidiyormuş; öğleye kadar hayvanları yalın ayak çayıra götürüyorlarmış,
öğleden  sonra  da  pabuçlarını  giyip  okula  gidiyorlarmış.  Saat  on  ikiye
yaklaşmıştı.  Başka  hiç  kimseye  rastlamadık.  Birkaç  dakika  sonra  lokantaya
vardık,  büyük  bir  masaya  oturduk,  öğretmeni  de  aramıza  aldık,  hemen
yemeye  başladık.  Lokanta  bir  mabet  gibi  sessizdi.  öğretmen  çok  neşeliydi,
heyecanı  da  ellerinin  titremesini  artırıyordu;  öyle  ki  güçlükle  yemek
yiyebiliyordu. Babam tabağındaki eti kesiyor, ekmeğini parçalıyor, yemeğine
tuz serpiyordu. İçebilmek için bardağını iki eliyle tutması gerekiyordu, gene
de  dişlerine  çarpıyordu.  Her  şeye  rağmen  konuşmasına  devam  ediyordu.


Gençliğindeki  okuma  kitaplarından,  ders  saatlerinden,  üstlerinin  kendisine
yaptıkları  övgülerden,  son  yıllardaki  program  uygulamalarından  heyecanla
söz ediyordu. Ama, yüzünün o sakin ifadesi hiç kaybolmuyordu, yalnız şimdi
biraz  daha  kızarmıştı.  Sesi  sevinçliydi,  bir  delikanlı  neşesiyle  gülüyordu.
Babam o şefkat, sevgi dolu gözleriyle öğretmenine bakıyor, bakıyordu, bazen
evde, başını yana eğip, kendi kendine gülümseyip düşünürken de bana böyle
baktığını  hatırlıyorum.  Öğretmen  göğsüne  şarap  döktü;  babam  hemen  kalktı
ve peçetesiyle temizledi.
– “Ama, hayır, efendim, hayır, izin vermiyorum!” diyor ve gülüyordu.
Latince  bazı  sözler  de  söylüyordu.  Sonunda,  ellerinin  arasında  titreyen
bardağını kaldırdı ve ciddi ciddi:
–  “Sağlığınıza,  sevgili  bay  mühendis,  sizin  ve  çocuklarınızın  sağlığına,  iyi
kalpli annenizin hatırasına!” dedi.
Babam onun elini sıkarken:
– “Sizin de sağlığınıza, benim sevgili öğretmenim!” dedi.
Lokantanın  bir  köşesinde  lokantacıyla  diğerleri  duruyorlar  ve  bize
bakıyorlardı. Onlar da sevinmiş gibi gülümsüyorlardı. Kendi memleketlerinin
ünlü öğretmenine yapılan bu küçük şenlik onları da sevindirmişti.
Saat  iki  buçuğa  doğru  lokantadan  çıktık,  öğretmen  bizi  istasyona  kadar
götürmek  istedi.  Gene  öğretmen  babamın  koluna  girdi  ve  benim  de  elimi
tuttu, ben de onun bastonunu taşıyordum. Halk yolda durup bize bakıyordu,
çünkü şehirde herkes onu tanıyordu; içlerinden bazıları da onu selamlıyordu.
Sokağın bir yerine varınca, açık bir pencereden hep bir ağızdan ders okuyan
pek  çok  çocuk  sesi  duyduk.  Yaşlı  öğretmen  durdu  ve  biraz  hüzünlenir  gibi
oldu.
– “İşte, sevgili bay Bottini, beni üzen tek şey bu!” dedi. “Okulda ders yapan
çocukların  sesini  duymak,  artık  orada  olmamak  ve  yerinde  bir  başkasının
olduğunu  düşünmek.  Bu  müziği  altmış  yıl  boyunca  dinledim  ve  onu  bütün
kalbimle  sevdim...  Şimdi  tek  başıma,  kimsesiz  kaldım.  Artık  çocuklarım  da
yok.”
Öğretmen, üzülerek:
–  “Hayır,  hayır”  dedi,  “artık  sınıfım  olmadığı  için  çocuğum  da  yok.
Çocuksuz  da  pek  uzun  bir  zaman  yaşayabileceğimi  sanmıyorum.  Öbür
dünyaya göçme saatim bir an önce çalmalı.”
Babam:
– “Böyle söylemeyin, öğretmenim, bunu düşünmeyin bile!” dedi. “Değişik
şekillerde  ne  kadar  çok  iyilik  yaptınız!  Hayatınızı  öylesine  asil  bir  şekilde


çalışarak geçirdiniz ki!”
Yaşlı  öğretmen  bir  süre  o  beyaz  saçlı  başını  babamın  omzuna  dayadı  ve
benim de elimi kuvvetle sıktı.
İstasyona girdik. Tren hareket etmek üzereydi.
Babam, öğretmeninin iki yanağından öperek:
– “Allahaısmarladık, öğretmenim!” dedi.
Öğretmen bir eliyle babamın elini tutup onu kalbinin üstüne bastırırken:
– “Güle güle, teşekkür ederim, güle güle!” diye karşılık verdi.
Sonra  ben  de  onu  öptüm  ve  yüzünün  yaşlarla  ıslandığını  gördüm.  Babam
beni vagona itti ve vagonun basamaklarını çıkarken de, öğretmenin elindeki o
kaba bastonu el çabukluğuyla alıverdi ve yerine üzerinde isminin baş harfleri
bulunan gümüş saplı güzel bastonunu verdi.
– “Bunu benim hatırım için saklayın” diye ekledi.
Yaşlı  öğretmen  babama  bastonunu  geri  verip  kendi  eski  bastonunu  almak
istedi ama, babam çoktan trene binmiş ve vagonun kapısını kapamıştı.
– “Allahaısmarladık, benim iyi kalpli öğretmenim.”
Tren hareket ederken öğretmen:
–  “Güle  güle,  evladım,  zavallı  bir  ihtiyara  yeni  bir  avuntu  getirdiğin  için
Tanrı seni takdis etsin!” diye karşılık verdi.
Babam, heyecanlı bir sesle:
– “Gene görüşelim!” diye seslendi.
Ama, öğretmen: “Artık bir daha görüşemeyeceğiz” demek ister gibi başını
salladı.
Babam :
– “Evet, evet, tekrar görüşeceğiz!” diye tekrarladı.
Yaşlı öğretmen titreyen elini gökyüzüne doğru kaldırarak:
– “Yukarıda!” diye karşılık verdi.
Böylece, bir süre sonra, eli havada, gözden kayboldu.



Yüklə 1,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   57   58   59   60   61   62   63   64   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin