1
FİRARPEREST
Yazan: Elif Şafak
Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan
kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez,
çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
Dijital yayın yarihi: Eylül 2012/ ISBN 978-605-09-1073-5
Kapak tasarımı: Uğurcan Ataoğlu
Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL
Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16
www.dogankitap.com.tr
/
editor@dogankitap.com.tr
/
satis@dogankitap.com.tr
downloaded from KitabYurdu.org
2
Firarperest
Elif Şafak
downloaded from KitabYurdu.org
3
downloaded from KitabYurdu.org
4
Anarşist Aşklar
Adam ve kadın, uzun senelerdir evliler. Seviyorlar birbirlerini,
orası kesin. Ama eskisi gibi değil. Zaten nicedir hiçbir şey eskisi gibi
değil. Eskiden sevdalar daha mı tutkuluydu, hasretler daha mı derin?
Sevgilinin saçının bir teline ne şiirler yazılırdı hani. Bir kez görmekle ne
kadar çok sevilirdi insan. Kapı aralığından uzanan bir baş, perde
arkasında bir kadın gölgesi, belli belirsiz bir tebessüm, gözbebeklerinde
saklı ateş ve har. Uzaktan da sevilirdi yâr. Mümkündü. Hem mümkün
hem imkânsızdı aşk. Hayatın bir parçasıydı dokunmadan sevmek.
Yaklaşmadan. Aşk bugün var, yarın kaçtı kaçacak bir ada tavşanıydı
sanki. Öylesine ürkek. Kimse yüzde yüz emin olamazdı aşka "sahip"
olduğundan. Mülkü yok, tapusu yoktu. Daha mı anarşistti eskiden
aşklar?
Sahi "yârim" ne güzel kelimeydi. Ağızda akide şekeri. "Yâ- rim"
der, sonra bir es verir, gayriihtiyari susardın. Söyleyecek söz kalmazdı
ardından. Tek başına kaç cümleye bedeldi kelimeler. Eskiden harfler
daha mı kıymetliydi? Bir mektup yeterdi aylar süren ayrılıkların
sessizliğini kapatmaya. Tek bir yemin yeterdi aradaki mesafeleri
azaltmaya. Artık hiçbir şey o kıvamda değil. İbre şaştı, ayar bozuldu
sanki. El titredi, akort bozuldu sanki. İlişkilerimizin ahengi eskisi gibi
değil. Kelime cömerdi, duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya
gelince açıyor ağzını, duygulanmaya gelince tutuyor kendini. Zaman
yok ya, hep bir telaş halindeyiz ya, bunca koşuşturma arasında kimsenin
durup da duygulanmaya vakti yok.
"Bütün meslekler insan ruhunu kemirir durur. Bir tanesi hariç:
Şairlik." Böyle demişti Charles Baudelaire. Artık bu durum da değişti.
downloaded from KitabYurdu.org
5
Şimdilerde şairlik dahil bütün meslekler ruhumuzu kemirip duruyor,
inceden inceden. Makyajla kapatıyoruz kemirilen yerlerin üstünü,
ruhumuzdaki
gedikleri,
benliğimizdeki oyukları. Meşguliyetle,
sosyallikle, unvanla, kariyerle, şan şöhretle kapatıyoruz. Ama alttan alta
bir çoğumuz aynı dertten mustaribiz: Tamamlayamadığımız bir eksiklik
duygusunu, azalmayan bir bezginliği sırtımızda un çuvalı gibi taşıyoruz.
Monoton bir değirmentaşı günlerin akışı. Dönüyor kendi ritmiyle. Bizi o
çarkın dışına çıkaracak bir aşk arıyoruz. Sıradışı bir sevda. Ama gel gör
ki ne Ferhat'ız dağları delecek, ne Simurg kuşlarıyız mavilikte kanat
çırpacak. Hem gizliden gizliye masalsı ve destansı bir sevda arıyor hem
de masalları ve destanları hayatımızdan satır satır siliyoruz.
Adam mesleğinde hayli yükselmiş, kadınsa çocukları büyütmüş
artık. Ne sıradışı bir heyecan var, ne yeni bir sınav. Birbirlerine
tahammül edemedikleri zamanlar da oluyor. Aynı çatı altında iki ayrı
dünya kurmuşlar kendilerine, daracık bir kesişim gösteren iki ayrı küme
gibiler. Öyle günler oluyor ki, "Çekip gitsem" diyor adam içinden.
"Yeniden başlasam hayata, tazelensem, yenilensem. Kırkından sonra,
ellisinden sonra yepyeni bir hayata atılanlar var. Ben de geç kalmış
sayılmam. Bunca zaman karımı ve çocuklarımı incitmemek için hep
alttan aldım, ama artık çocuklar büyüdü, karım da kendine yeter. Üstelik
erkek olmanın biyolojik avantajları var. Bir kadın altmışında anne
olamaz ama bir erkek altmışında, hatta yetmişinde baba olabilir.
Kadınlar önce çocuklarına, sonra torunlarına bağlı oluyor. Halbuki bir
erkek bağımsız kalabilir. Gidebilirim istersem. Bir gün belki..."
Öyle günler oluyor ki, "Çekip gitsem" diyor kadın içinden.
"Yeniden başlasam hayata, tazelensem, yenilensem. Otuz beş yaşına
kadar ha bire didişiyorsun, ya ailenle akrabalarınla, ya arkadaşlarınla, ya
sevdiğinle, ya bedeninle. Otuz beş-kırk arası yavaş yavaş duruluyorsun.
Ama esas kırkından sonra başlıyor kadınlık. Kadın ancak o yaştan sonra
pişiyor, olgunlaşıyor, kendini buluyor. Bunca zaman kocamı ve
downloaded from KitabYurdu.org
6
çocuklarımı kırmamak için hep alttan aldım, ama artık çocuklar büyüdü,
kocam da kendine yeter. Hem kadın olmanın avantajları var. Erkekler
nedense yalnız kalamıyorlar. Ürküyorlar yalnızlıktan. Karanlıktan
korkan oğlan çocukları gibiler. Halbuki kadınlar yalnız yaşayabiliyor.
Yalnız ve bağımsız. Bir kez dul kalan kadın kolay kolay evlenmiyor. Bir
ilişkiden çıkan kadın kolay kolay yenisine başlamıyor. Biz kadınlar
erkeklerden daha dayanıklıyız. Gidebilirim istersem. Bir gün belki..."
Gitmek ama nereye? Tası tarağı toplayıp Ege'de bir köye mi
gitmeli? Bodrum'a, Kaş'a ya da adı sanı duyulmamış bir sahil kasabasına
mı çekilmeli? Sırtta çanta, elde tren bileti, dünyayı mı dolaşmalı yoksa?
Yahut Uzakdoğu'ya, Hindistan'a filan mı gitmeli, mümkün olduğunca
uzağa, kendinden kaçarcasına? Kaç hayat yaşayınca yorulur insan? Kaç
seneden sonra yaşlı, kaç hezimetten sonra bezgin, kaç sevdadan sonra
kalpsiz, kaç kelimeden sonra lâl olur kişi?
Ne adam göze alabiliyor çekip gitmeyi, ne kadın. Kalıyorlar aynı
yerde, tıpatıp aynı şekilde. Evlilikleri orada burada konuşuluyor, "en
başarılı evlilikler" arasında sayılıyor. Parmakla gösteriliyorlar. Bunca
senedir mutlu bir evlilik yürütmenin sırrını soranlara "karşılıklı sevgi ve
saygı" diyorlar gülümseyerek. Diyemiyorlar ki "karşılıklı sevgi ve saygı
ve bir de karşılıklı bir türlü çekip gidememek..." Günler günleri
kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan
değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar.
downloaded from KitabYurdu.org
7
Huzursuz Ruh
Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek
bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken
tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin
de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İllaki
çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir
eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat,
illaki gitmem gerek.
Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok.
Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek,
gidebilmek... zaman zaman... her zaman.
Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve
uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları
kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle
bakıyoruz birbirimize. "Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan,
otur oturduğun yerde" diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı
sitemkâr. "Huzursuz ruh seni!"
Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde.
Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et, yakınlaşamazsın kendine,
eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru,
aslolan hikâyeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi
doğru. Ve her seyyah bilir ki, gittiği yerde onu gene kendisidir
karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız,
ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...
Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat.
Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak
downloaded from KitabYurdu.org
8
mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç
tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen
yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde
bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan
insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi
mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın
yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun
borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek,
ötekini keşfetmek...
Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş,
ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere,
tavsamış, sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten
ibaret kalmış aşklara... Bence devre mülk bile almamalı insan. Nereden
biliyorsun her sene, her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca
dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur
da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran'a mesela ya
da Ukrayna'ya veya Kamboçya'ya... Nasıl yaşar, nasıl ağlar orada
insanlar, sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz,
en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek
başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle.
Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle
sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine
olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara.
Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin
memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini
anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak
ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini
yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi
dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına...
downloaded from KitabYurdu.org
9
şaşırmak ölene kadar... şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek... budur son
tahlilde Âdemoğullarına Havvakızlarına kendilerini keşfettirten serüven.
downloaded from KitabYurdu.org
10
Dünyayı Görmeli!
Vaktiyle çocukluğumun Ankarası'nda, durmadan konuşma ve
hareket etme yeteneğine sahip ama bir o kadar da ketum ve sır saklayan
bir kadınlar dünyasının içindeydim.
Sağım solum, önüm arkam anneanneler, teyzeler, yengeler, komşu
teyzeler, haminnelerden müteşekkildi, tıpkı Baba ve Piç'teki Asya gibi
kadınlarla kuşatılmıştı evrenim. Tüm bu kadınların kendi aralarında tıkır
tıkır işleyen muazzam bir iletişim ağları vardı. Ne vakit birbirleriyle
haberleşmek isteseler –ister mühim bir ailevi mesele olsun, ister ödünç
yumurta istemek bahanesiyle– ne telefon açar, ne duman yükseltir, ne
posta güvercini uçurur, onun yerine biz çocukları ulak olarak
kullanırlardı. Vızır vızır evden eve gider gelirdi ufak ulaklar, çoğu
zaman
taşıdıkları
mesajların
anlamını
idrak
edemeden.
"Kıymethanımteyze anneannem dedi ki o mesele öyle değilmiş!.."
mealinde mesajlar bıraktığımı, karşılığında aynı şifreyle kodlanmış bir
cevap alıp bu sefer de onu taşıdığımı hatırlıyorum mesela. Yıllar sonra
bugün hermenötik'e (yorumbilim) ve metin-analizine olan ilgimi, öyle
entelektüel sebeplere değil de, belki de çocukken içine düştüğüm
kadınlar dünyasının sırlı, şifreli, mecazı bol dillerini çözememenin
verdiği sıkıntıya borçluyum. Kim bilir!
O vakitler etrafımdaki kadınlardan en çok duyduğum nasihatleri
sıralasam alt alta, listenin başına "Dünyayı görmeli" lafını yerleştirmek
icap ederdi herhalde. "Dünyayı görmeli" derdi mahallesinden dışarı
nadiren çıkan o kadınlar. Böyle deme ihtiyacı duyarlardı nedense, bazı
bazı televizyon karşısında iç geçirdiklerinde ya da iki sohbet arası
üzerlerine suskunluk çöktüğünde. "Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi
downloaded from KitabYurdu.org
11
demişler" diye eklerdi birileri ardından. Nasıl olup da aynı lafları döne
döne böylesine şevkle sil baştan edebildiklerine hayret eder, üstelik
sözleriyle kendi hayatları arasındaki engin kopukluğu görmezden
gelmelerine içerlerdim. Sorsanız, dünya muhakkak gidip görülmesi
gereken bir "şey"di nazarlarında. Ama hangi yön, tastamam neresiydi?
Ona varmak için acaba nereye yolculuk etmeliydi? Hangi ülkelere
giderse insan "dünya"yı görmüş sayılırdı acaba? Zamanla anladım ki,
Doğu ya da Ortadoğu "dünya"dan sayılmıyordu. Oraları görmek iyi hoş
da insanı başkalaştırmıyordu.
"Avrupa görmek şart" derdi kadınlar hep bir ağızdan. "Avrupa
görmüş insan başka... Hoş, şimdi televizyon sayesinde insan görmüş
kadar oluyor; ama gene de gitmek başka tabii."
Avrupa görünce bir başkalık çökecekti üzerimize. Avrupa dediğin
bir seyirlik âlem, ara ara gidip "izlemek" gerekti, ekranda pembe dizi
izlercesine. Bu kadınların çoğu tatil mefhumundan yoksundu. Kimileri
olsa olsa yazları çıkardı mahalleden. Ya memlekete, ya askeri kamplara,
ya memur kamplarına, ya orta bütçeli devre mülklere... Hep aynı yerlere
giderlerdi hep aynı şeyleri yapmak üzere. Tatile benzemeyen bu
tatillerde kadınlar normalden üç kat daha fazla iş yapar, yabancı bir
yerde tanıdık bir düzen kurar, üç kat daha fazla yorulurdu. Çadır
kamping görenler de vardı aralarında. İki hafta boyunca ip gibi akan
suyla bulaşık yıkayıp, tüpte yemek pişirmekten belleri tutulmuş
vaziyette dönerlerdi. Yorgun dönülürdü tatillerden. Zaten o kadar
meraklısı değillerdi bu gitmelerin. Esas Türkiye'nin güneyini kuzeyini,
batısını doğusunu filan değil, "dünyayı" görmek lazımdı.
downloaded from KitabYurdu.org
12
downloaded from KitabYurdu.org
13
Mor Harflerle Yazılmış
Bir Yazı
Şehrin kalabalık bir semtinde, trafiğin yoğun olduğu bir saatteyiz.
Yağmur çiseliyor hafiften. Yağmur hem ince ince yağıyor hem her
damlada bütün şehri altüst etmeyi başarıyor. Bir otobüs yanaşıyor
durağa. Yolcularını alıyor, yolcularını bırakıyor. Otobüsün arka
tarafında camdan dışarı bakan bir adam var. Orta yaşlı bir adam. Ne
şişman ne zayıf. Ne esmer ne sarışın. Belki bir devlet kurumunda
çalışıyor ya da özel bir şirkette. Dalgın, durgun bakıyor etrafa. Koşturan
insanlara, renklere, desenlere, insanlığın hallerine... Derken aniden bir
şey dikkatini çekiyor. İleride bir apartmanın yan cephesinde mor
boyayla yazılmış bir yazı duruyor: EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR
İYİLİK YAP.
Adam gözlerini kırpıştırarak bakıyor yazıya, tekrar bakıyor.
Öylesine alışkın ki başka türlü duvar yazıları görmeye, bunu yadırgıyor.
Halbuki çöp dökmemeyle ilgili bir yazı görse yadırgamazdı. Ya da siyasi
içerikli bir yazı olsaydı. Filanca partiyi tutanların ya da falanca partiye
kızanların yazdığı bir yazı. Veya bir aşk ilanı olsaydı... "Zeynep seni
seviyorum..." gibi bir şey mesela. Ya da "kömür gözlüm..." Onları da
yadırgamazdı. Her şehirli insan gibi adamın da gözleri alışkın orda burda
bu tür yazılar görmeye. Ama bu seferki yazı farklı. Kim yazmış acaba?
Niye yazmış? İnip bakmak istiyor bir an. Yakından görmek. Dokunmak
harflere. Ama otobüs tam o an hareket ediyor. Adam hiç düşünmeden
yerinden kalkıp otobüsün arka tarafına gidiyor ve yüzünü cama
yapıştırıp, oradan bakıyor duvar yazısına. Bakabildiği kadar bakıyor. Ta
ki harfler ufukta minnacık birer nokta oluncaya dek.
downloaded from KitabYurdu.org
14
Genç kız üniversite öğrencisi. Henüz ikinci sınıfta. İdealist,
girişken, azıcık romantik, delidolu, okumayı seviyor, müziği ve
sinemayı da. İsmi önemli değil. Yeliz ya da Ayşegül, fark etmez. Sosyal
bilimler okuyor ya da mühendislik. Sınavı var bugün, üstelik geç kalmak
üzere, koşturuyor yollarda. Kampustan içeri girerken gözü bir an için
yan tarafta duran satıcıya takılıyor. Satıcının tezgâhının üzerinde
elmalar, armutlar, portakallar dizili. Her bir meyve öbeğinin üzerinde
fiyatının yazılı olduğu bir karton var. Ve el arabasının kenarında bir
kâğıt, üzerinde mor harflerle yazılmış bir yazı duruyor. Genç kız
hayretle bakıyor yazıya. İnanamıyor gözlerine. Sınavı filan unutuyor bir
an. Yaklaşıyor.
"Sen mi yazdın bu yazıyı?" diye soruyor satıcıya.
Satıcı esmer, zayıf bir adamcağız. Sigaradan sararmış dişlerini
saklamaya çalışarak, yarı mahcup gülümsüyor. "Yok ben yazmadım. Az
evvel yaşlı başlı bir adam geldi, bunu verdi. Ben de sevdim. Aldım
koydum oraya." Genç kız usulca yazıya dokunuyor. Bir çiçeğe dokunur
gibi. Portakal kokuyor yazı. Güzellik kokuyor. Sükûnete, sadeliğe,
huzura ve uyuma davet ediyor. Kim yazmış acaba? Niye yazmış?
Çantasından yirmi lira çıkarıyor, gördüğü yazıyı aynen defterine
geçiriyor: EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP.
Gecenin bir saati, şehrin bıçkın yüzü, kenar semti. Pavyonların
önünde taksiler bekliyor, sokak aralarında alacaklılar kavga ediyor,
sarhoş bir adam ağaç altına kusuyor, tam şu anda birileri birilerini
dolandırıyor, yalanlar söyleniyor, sahte kahkahalar atılıyor, hüznün üstü
örtülüyor, makyaj makyaj üstüne. Şehir bu saatte hiç olmadığı kadar
hırçın ve kızgın. Ve tüm bu keşmekeşin ortasında bir hayat kadını
yürüyor tek başına. Rimeli akmış ağlamaktan. Hırpalanmış. Yaşamak
istemiyor. Bu gece intiharı düşünüyor.
downloaded from KitabYurdu.org
15
Rastgele bir taksiye biniyor. "Anadolu yakasına geçeceğiz" diyor.
Halbuki geçmeyecek. Boğaz Köprüsü'nde inecek. Oraya kadar
taksimetre ne yazmışsa kuruşu kuruşuna ödeyecek ama. Herkes onu
aldattı hayatta, ama o kimseyi dolandırmadan gidecek ölüme. Planı
böyle. Taksici gün görmüş adam, dikiz aynasından bakıyor, bir şey
söylemiyor. Anladı mı acaba yolcusunun intihara gittiğini?
Köprünün ortasında yavaşlıyor taksi. "Abla" diyor taksici. "Bak
bana bugün ne geldi?" Kadın evvela anlamıyor söyleneni. Taksici ısrarla
ona bir yirmi lira uzatıyor. Minnacık bir yazı yazılı üzerinde, mor
harflerle. "Sende kalsın" diyor taksici. "Çantanda taşı. Moral verir.
Yüreğini ferah tutarsın."
Kadın başını eğiyor. Bütün gece bastırdığı hüzün balon gibi
kaçıyor elinden. Tutamıyor. "Ağlama be abla" diyor taksici. "Ağlama,
bak beni de ağlatacaksın."
Sabaha karşı İstanbul. Taksici ve hayat kadını deniz kenarında
köfte ekmek satan seyyar satıcının önünde duruyorlar. Sessizce denize
bakıyorlar. Ödeme zamanı gelince kadın kendisine verilen yirmi lirayı
uzatıyor. "Bana iyi geldi, belki başkasına da iyi gelir..."
Otobüsteki adam duvarda bir yazı gördü. Öyle bir yazı ki çıkmadı
aklından. Aynı gün uğradığı bankada sıra numarası için makineden bir
kâğıt aldı. Duvarda gördüğü yazıyı oraya yazdı. Banka sırası kendisine
gelince bu kâğıt parçasını minik kutunun içine bıraktı. Bir sonraki banka
müşterisi yaşlı bir adamdı, emekli öğretmen Muzaffer Bey. Tesadüfen
aynı vezneye gelince yazıyı buldu, bir kâğıda not etti. O gün bir
üniversitenin yakınlarında işi vardı. Meyve satan satıcının yanından
geçerken dayanamadı, yazıyı ona verdi. On dakika sonra oradan geçen
üniversite öğrencisi genç kız yazıyı gördü, sevdi. Yirmi liranın üstüne
yazdı. Aynı gün marketten alışveriş yapınca o yirmi lirayı kullandı. Para
downloaded from KitabYurdu.org
16
gün içinde elden ele dolaştı ve en nihayetinde bir taksi şoförüne ulaştı.
Taksici baktı yazıya, sevdi. Gece arabasına binen hayat kadınına verdi.
Köfteci kendisine uzatılan parayı aldı. Üzerindeki yazıya
bakakaldı. Yüreğinin bir yeri ışıldadı. Bir hayır yapmak istedi,
tanımadığı bir cana yardım etmek, güzelliğe vesile olmak... Yazıyı
kâğıda geçirip kamyonetinin duvarına astı. Orada köfte ekmek yiyen
bütün müşteriler gördüler ve başka başka yerlere yazdılar. Bir fısıltı gibi
yayıldı yazı. Rüzgâr gibi yayıldı. EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR
İYİLİK YAP.
downloaded from KitabYurdu.org
17
downloaded from KitabYurdu.org
18
Dostları ilə paylaş: |