Fİrarperest yazan: Elif Şafak Yayın hakları



Yüklə 2,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə12/15
tarix25.11.2019
ölçüsü2,04 Mb.
#29692
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15
[kitabyurdu.org]-1478172938 firarperest-elif-safak


   
     Edebiyat Sınıfta Kaldı 
   
 
 
   
Bundan  uzun  zaman  evvel  kendi  kendime  bir  karar  aldım.  Basit 
ama  temel  bir  karar.  Olumlu,  yapıcı,  güzeli  ve  üretkenliği  öne  çıkaran 
yazılar  kaleme  alacağım.  Övgüye  değer  bulduğum  eserleri  tanıtacak, 
sanatın  ve  hayatın  her  dalından  yaratıcı  seslerin  daha  iyi  bilinmesinde 
kendimce  kadrimce  bir  katkıda  bulunacağım.  Velhasıl,  tek  taraflı 
eleştiriler,  belden  aşağı  vurmalar,  tepeden  bakmalar,  ithamlar, 
suçlamalar,  ağız  dalaşlarından  mümkün  mertebe,  yapabildiğimce  uzak 
duracağım. 
   
İşte  aldığım  karar  böyle  ve  aynen  bu  doğrultuda  yazıyorum. 
Diyelim bir hafta içinde iki filme gittim. Birini hiç beğenmedim, ötekini 
sevdim. Oturup beğendiğim filmi analiz ediyor, pozitif olanı yazıyorum. 
Bu arada senelerdir basının içinde olan eski tüfek yazarlar tembihliyorlar 
bazen: "Ama bu iyi bir yöntem değil. Bu memlekette çok okunmak için 
bol  kavga  çıkarmak  gerekir.  Baksana  televizyon  programlarında  bile 
herkes  saç  saça,  baş  başa.  Kimse  kimseyi  beğenmiyor.  En  azından  ara 
sıra kavga çıkaran ya da ona buna takılan, takan yazılar yazmazsan veya 
tartışmalara bulaşmazsan okunma oranın düşer." Dinliyorum onları ama 
inanmıyorum  söylediklerine.  Ve  ben  sevdiğim  konular  hakkında 
yazmaya  devam  ediyorum.  İstiyorum  ki  kalemimin  mürekkebi  aşk 
olsun,  yaratıcılık  ve  ilham  olsun;  husumet  veya  haset  değil. 
Kıskandıklarımı değil, takdir ettiklerimi yazıyorum. 
   
Zira  biliyorum  ki,  bu  memlekette  hepimizin  esas  takdir  edilmeye 
ihtiyacımız  var.  Çocukluğumuzdan  itibaren  ha  bire  paylanıyor, 
eleştiriliyor,  hizaya  getiriliyor,  sıradanlaştırılıyoruz.  Sıradışı,  yaratıcı, 
çığır  açan  ve  bir  kültürü  ilerleten  işler  yapmak  için  teşvik  ve  takdir 
downloaded from KitabYurdu.org

183 
 
görmek o kadar önemli ki. Her yönetmen izlenmek, her yazar okunmak, 
her  şarkıcı  dinlenmek  ister.  Aksini  söyleyenlere  inanmayın.  Okurunu 
umursamayan yazar, yazar değildir. 
   
Peki  bir  yazarı  en  çok  inciten  şey  nedir?  Kayıtsızlık!  Üretimde 
bulunan, bilhassa hayal gücünü başkalarına açan insanı en çok incitecek 
şey  emeğine,  özenine  ve  yüreğine  karşı  kayıtsız  kalınmasıdır.  Yusuf 
Atılgan'ın  1980'lerde  Oğuz  Atay'ı  kaybettikten  sonra  yazdığı  bir  yazı 
var, diyor ki: "Günlerden bir gün, bir paket geldi bana. Açtım içinden bir 
kitap çıktı: Tutunamayanlar. Kitap imzalıydı ve içinde de şöyle bir yazı 
vardı: 'İlgileneceğinizi umarak...' " 
   
Yusuf  Atılgan  bu  kitabı  okur,  çok  da  sever.  Ama  bunu  hiçbir 
zaman Oğuz Atay'a söylemez. "Benim okuduğum kitap o kadar müthiş 
bir  eserdi  ki,  böyle  muazzam  bir  kitabı  kaleme  alan  birinin  daha  nice 
eserler  yazacağını  düşündüm.  Benim  yorumuma,  iltifatıma, 
söyleyeceğim  iki  çift  lafa  ihtiyacı  olmadığını  düşündüm.  Dolayısıyla 
hiçbir  zaman  takdirlerimi  ona  iletme  gereği  duymadım."  Ama  aradan 
seneler geçer, ortak bir arkadaşlarından öyle bir şey işitir ki, bu hadiseyi 
yeniden  hatırlamasına  sebep  olur.  "Ben  Yusuf  Atılgan'a  kitabımı 
gönderdim,  ama  kendisinden  tek  bir  kelime  dahi  duymadım.  Tek 
gördüğüm  kayıtsızlık  oldu"  demiştir  Atay.  Bunu  duyan  Yusuf  Atılgan 
çok pişman olur; ancak geçtir artık. Oğuz Atay vefat etmiştir. Ve Atılgan 
bu anıyı anlatırken der ki: "Eğer bugün hayatta olsaydı, ne yapar ne eder 
muhakkak  onu  bulur,  karşısına  geçer,  yüz  yüze  ona  kalemini  ne  kadar 
takdir ettiğimi söylerdim." 
   
Bizler  de  bugün  aynı  kayıtsızlığı  sürdürüyoruz.  Birbirimizin 
eserlerini  okumuyoruz.  Velev  ki  okuduk  ve  sevdik,  bu  sefer  de  bunu 
kendimize  saklıyoruz.  Kayıtsızlık,  köklü  bir  alışkanlık  olmuş  edebiyat 
çevresinde.  Ve  aslında  işin  ilginç  ve  ironik  yanı,  hepimiz  hem  bundan 
şikâyet  ediyoruz  hem  de  bunun  yeniden  üretilmesine  katkıda 
bulunuyoruz.  Yani  başka  yazarların  kayıtsızlıklarıyla  bizzat 
downloaded from KitabYurdu.org

184 
 
karşılaştığımızda  sitem  ve  şikâyet  ediyoruz,  ama  biz  başka  yazarların 
–kendimi  de  işin  içine  dahil  ederek  söylüyorum–  kitaplarını,  eserlerini 
ne  kadar  okuyoruz?  Okuduğumuz  zaman  bunu  ne  kadar  yazıya  veya 
söze döküyoruz? Birbirine ruhen ve zihnen destek olmak, ilham vermek 
konu olunca edebiyat dünyası her sene sınıfta kalıyor. 
   
downloaded from KitabYurdu.org

185 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

186 
 
   
     Yalnız Benim İçin Yaz... 
   
 
 
   
"Ben sizi seneler evvel ilk romanınız Pinhan ile tanıdım. O günden 
bugüne  çıkan  her  kitabınızı  okudum.  Ama  eskiden  sadece  benim 
yazarımdınız.  Etrafımdakilere  hep  sizden  bahsederdim.  Şimdi  herkesin 
yazarı  oldunuz.  Etrafımdakiler  bana  sizden  bahsediyor.  Bazen 
dayanamayıp  arkadaşlarımı  tersliyorum:  Bana  niye  Elif  Şafak 
anlatıyorsunuz  diyorum.  Yahu  siz  daha  onun  ismini  bile  duymamışken 
ben  onu  okuyordum.  Daha  hiçbiriniz  keşfetmemiştiniz  bile...  Ama 
anlamıyorlar  niye  sinirlendiğimi.  Ve  ben  bu  yüzden  sizden  soğudum. 
Gene  okuyorum  her  kitabınızı,  ama  herkesle  beraber  okumak  hoşuma 
gitmiyor.  Keşke  bu  kadar  meşhur  olmasaydınız.  Sırf  benim  yazarım 
olarak kalsaydınız." 
   
Bana  bunları  söyleyen  kişi  genç  bir  kadın.  Kalabalık  bir  salonun 
ortasında, son derece keyifli geçen bir edebiyat sohbetinin ardından söz 
alıyor.  Yarı  sevgi,  yarı  sitem  dolu  bir  sesle  şikâyetini  dile  getiriyor. 
Dürüst  ve  dobra.  Samimi  ve  hakiki.  Ama  gülüşmeler  oluyor  salonda. 
Diğer  okurlar  hınzırca  sataşıyor  kadına.  "Ne  yani  sadece  senin  için 
basılsın  romanlar,  öyle  mi?  Senden  başka  kimse  okumasın  mı  yani?" 
diyor arka sıralardan biri. 
   
"Hatta kitapların üstüne özel okur baskısı yazılsın..." diye takılıyor 
bir başkası. "Her kitaptan bir adet olsun ortalıkta! Sadece sen oku." 
   
Genç  kadın  aniden  sinirleniyor.  Bana  eliyle  salondakileri  işaret 
ederek: "Bu insanlar sizi meşhur olduğunuz için okuyor. Allah bilir çoğu 
öyle. Halbuki ben sizi şöhretten evvel keşfetmiştim" diyor. 
   
"Ne  biliyorsun  ya  kimin  niye  okuduğunu?"  diye  çıkışıyor  ön 
sıralardan  bir  üniversite  öğrencisi.  "Sen  kendini  niye  başkalarından 
downloaded from KitabYurdu.org

187 
 
üstün zannediyorsun şimdi?" 
   
Ve  salonda  bir  dalgalanma  daha  oluyor.  Fısıltılar,  gülüşmeler, 
yorumlar...  Genç  kadın  etrafın  tepkilerinden  etkilense  de  kararlı  bir 
şekilde  gözlerimin  içine  bakıyor.  Bir  cevap  bekliyor.  Karşılıklı 
duruyoruz.  Yüz  yüze.  Söylediğine  göre  on  beş  senedir  kitaplarımı 
okuyor ve beni bu sene Aşk ile keşfedenlerle yan yana durmak istemiyor. 
O  benim  eski  okurum,  sadık  okurum,  samimi  okurum,  kırgın  okurum, 
kıskanç  okurum...  Nasıl  anlatsam  ona  hassasiyetini  anladığımı,  ama 
resmin bir başka yüzü daha olduğunu? Nasıl anlatsam aslolanın "okur" 
ile  "yazar"  arasındaki  değil,  "okur"  ile  "kitap"  arasında  kurulan  bağ 
olduğunu?  Nasıl  anlatsam  kitapların  yazarlarına  değil,  aslında  onları 
seven,  anlayan  ve  sahiplenen  okurlara  ait  olduğunu?  Nasıl  anlatsam 
benim  baktığım  yerden  tek  tek  her  okurun  ayrı,  ayrıcalıklı  ve  özel 
olduğunu? 
   
Roman  sanatların  en  yalnızıdır.  Başka  hiçbir  sanat  dalı  bu  kadar 
yoğun,  derin  ve  uzun  süreli  bir  yalnızlık  talep  etmez.  Elbette  asosyal 
şairler,  heykeltıraşlar,  ressamlar,  karikatüristler  de  vardır.  Ama  bu 
onların kişiliklerinden kaynaklanır, illa da yaptıkları işten değil. Halbuki 
romancı  eserini  yazdığı  uzun  zaman  boyunca,  kafasındaki  hayali 
karakterleri hayattaki hakiki insanlara tercih ederek marazi bir yalnızlık 
içinde yazmak zorundadır. Kozasından çıkamayan ipekböceği gibi gece 
gündüz  didinerek.  An  gelir  kozanın  dışında  bir  hayat  olduğunu  bile 
unutur. 
   
Romancı,  sanatçıların  en  yalnızıdır.  Hayatın  hemen  her  alanında 
çalışan herkes şöyle ya da böyle başka insanlarla alışveriş halindedir ve 
"ekip çalışması" ne demek bilir. Başkalarıyla ortak iş yapmayı öğrenir. 
Bir  yönetmen  kendi  egosunu  oyuncuların  egolarıyla  dengelemek 
durumundadır.  Bir  müzisyen,  bir  aktör  ya  da  sergiye  hazırlanan  bir 
ressam... Bir gazeteci, bir akademisyen ya da bir bankacı... Başkalarıyla 
ortak üretmeyi bilir. Bir tek romancılar başından sonuna uzuuun süreler 
downloaded from KitabYurdu.org

188 
 
boyunca som ve saf yalnızlık gerektiren bir iş icra ederler. 
   
Roman okuru da okurların en yalnızıdır. Araştırma-inceleme, şiir, 
kısa  hikâye,  tiyatro  eseri  ya  da  akademik  kitap  okurları  çok  daha farklı 
bir  tempoyla  okurlar  ellerindeki  kitabı.  Halbuki  roman  okuru  eserini 
satın alır, evinin mahremiyetine çekilir ya da gider, tenha bir köşe bulur 
veya kendini kalabalıktan soyutlar. Ve işte o halde, mutlak yalıtılmışlık 
ve yalnızlık içinde bu dünyadan koparak okur. İçsel bir yolculuğa çıkar. 
Bir başka kıtaya yelken açar. Bedeni buradadır, ama zihni ve yüreği kuş 
gibi hayal âlemine kanat çırpar. 
   
Yazar  ile  okur  arasındaki  bağ  işte  bu  "saf  yalnızlık  ilkesi" 
üzerinden kurulur. Bir sırdaşlık halidir bu. Bir ruhdaşlık halidir. Yazar, 
kitap ve okur arasında yatay bir bağ vardır. Bir nevi ruh akrabalığı. 
   
Öte yandan yazar ile yazı aynı değildir. Bir yazarın kişiliği berbat, 
ama yazısı  harika  olabilir. Ya da kendisi  pek hoşsohbettir, ama kalemi 
kuvvetli  değildir.  Yazarlar  fani,  aksi  ve  arızalı  insanlardır.  Huysuz, 
geçimsiz, kaprisli... Pek çok şey olabilir. Ama onların sıfatlarının hiçbir 
önemi yoktur. Aslolan kitabın sıfatlarıdır. Eserin nitelikleri! 
   
İki  okur  düşünün.  İki  iyi  arkadaş.  Aynı  kitabı  okurlar,  ama 
tamamen  farklı  sayfalarda  duraklayarak,  farklı  karakterlere  yakınlık 
duyarak.  Nasıl  ki  parmak  izlerimiz  birbirine  benzemiyorsa,  hiçbir 
okurun  okuma  biçimi  bir  başkasınınkine  benzemez.  Bir  romanı  çok 
sayıda insan okuyabilir, ama herkesin okuması ayrı ve özeldir. Bir metni 
sadece  onu  yazan  kalem  değil,  aynı  zamanda  onu  okuyan  göz  de  inşa 
eder!  Bu  yüzden  bir  romanı  beş  kişi  de  okusa,  beş  yüz  bin  kişi  de, 
herkesin okuması tek ve biriciktir! 
   
Ben  bunları  söyledikten  sonra  ılık  bir  hava  esiyor  salonda.  Genç 
kadın  mütebessim  bakıyor  ve  artık  kimse  kimseye  takılmıyor.  Ve  o 
sessizlikte ben bir kez daha anlıyorum ki, hepimizin yüreği tıp tıp benzer 
taleplerle  atıyor.  Her  birimiz  özel  olmak  istiyoruz.  Okur  yazarının 
gözünde özel, yazar okurunun gözünde özel... 
downloaded from KitabYurdu.org

189 
 
   
downloaded from KitabYurdu.org

190 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

191 
 
   
     Erkekler Kadınlardan 
     Daha mı Komik? 
   
 
 
   
Kalabalık bir arkadaş meclisi düşünün. Kadınlı erkekli, genellikle 
çiftler halinde oturuyor herkes. Tamamen gençlerden oluşan bir masa da 
olabilir bu, orta ya da ileri yaşlılardan da. Hayal etmesi size kalmış. Ben 
sadece  ipuçları  vereceğim.  Diyelim  ki  hafiften  duman  altı  ortalık, 
küllükler  dolup  boşalıyor.  Yemek  masasında  kalan  mezeler,  yiyecekler 
soğumuş,  kahve  faslına  geçilmiş.  Çoktan  bitmiş  aslında  yemek.  Şimdi 
uzayan  sohbetin  tadı  var  herkesin  damağında.  Şekerli,  köpüklü,  yoğun 
bir tat. Sohbete damgasını vuran belirgin bir özellik var: Mizah! Kesif, 
keskin,  zeki,  gürültülü  ve  yer  yer  argoya  kayabilen,  düzeyi  kâh  düşen, 
kâh yükselen, ama hiç azalmayan bir mizah. 
   
Matrak  bir  arkadaş  meclisi  düşünün.  Öyle  canlı  ve  candan  bir 
sohbet  var  ki,  birinin  lafını  bir  başkası  tamamlıyor.  Dinleyenler 
kahkahalarla gülüyor. En çok konuşan ve en çok espri yapan birkaç kişi, 
birbirlerine  pas  veren  futbolcular  gibi  kelimeleri  yuvarlaya  yuvarlaya 
döndürüyorlar top sahasında. Herkes keyifle dinliyor ve izliyor. 
   
Resmi  zihninizde  canlandırabildinizse  küçük  bir  soru  sormak 
isterim,  ama  pat  diye,  düşünmeden  yanıtlamanız  gereken:  "Böyle 
kalabalık  bir  ortamda  arka  arkaya  esprileri  patlatan  insanları 
düşündüğünüzde aklınıza kadınlar mı geliyor, yoksa erkekler mi?" 
   
Cevap muhtemelen "erkekler." 
   
Zihninizdeki  resimde,  grup  içinde  en  çok  konuşan,  sesi  en  çok 
duyulan ve en çok komiklik yapanlar erkekler olmalı. Aralarında kadın 
var  mı  peki?  Pek  yok.  Kadınlar  daha  ziyade  kenarda,  dinleyiciler 
arasında.  Dikkatle  dinleyip  sık  sık  kafa  sallıyor;  mimiklerini  bol  bol 
downloaded from KitabYurdu.org

192 
 
kullanıp ara sıra lafa karışıyorlar. Kendi aralarında konuşup söylenenler 
hakkında  yorum  yapıyorlar.  Pasif  değil  kadınlar.  Ama  konuşmanın 
başını çekmiyorlar. 
   
Kalabalık  bir  arkadaş  meclisinde  sohbetin  kıvamını  ve  akışını 
kadınların  belirlediği  nadir  görülür.  Hele  hele  kadınların  arka  arkaya 
espriler  patlatıp  dinleyenleri  gülmekten  kırıp  geçirmesi  daha  da  az 
rastlanır  bir  hadisedir.  Kadın  misafirlerin  erkek  misafirlerden  daha  çok 
konuşması  ancak  belli  mevzularda  olur.  Bir  tek  bu  temalarda  aniden 
açılır  masadaki kadınlar. Daha cesur, daha iddialı, daha atılgan olurlar. 
Tutkuyla  bağlandıkları  hususlarda  dilleri  çözülüverir  –aşk  gibi,  çocuk 
gibi,  aile  ya  da  sadakat  gibi  konularda.  Ama  tüm  bunlar  zaten  "ciddi" 
mevzulardır.  Dalgası  geçilse  bile  özü  ciddidir.  Uzun  lafın  kısası, 
kadınlar  kalabalık  ortamlarda  kolay  kolay  "hafif"  konulardan 
konuşamaz, mizah yapamazlar. 
   
"Kadın  ve  komedi"  hemen  yan  yana  gelebilen  bir  ikili  değil. 
Aralarında  doku  uyuşmazlığı  var.  Diyeceksiniz  ki  "Tanınmış  kadın 
komedyenlerimiz  yok  mu?"  Var  elbette.  Keza  komedi  dizilerinde 
oynayan,  senelerdir  tiyatro  oyunlarında  rol  alan  veya  mizah  yüklü 
hikâyelerin kaleme alınmasında  en az erkekler kadar faal olan kadınlar 
var.  Gayet  de  başarılılar.  Ama  bu  tür  kadınların  sayısına  baktığımızda 
garip  bir  orantısızlık  dikkat  çekiyor.  Mizah  büyük  oranda  erkeklerin 
alanı.  Espri  patlatmak,  fıkra  anlatmak,  argo  kullanmak,  dalga  geçmek, 
tiye  almak...  erkeklerin  tekelinde.  Gerek  kendi  kişisel  dünyamızda, 
gerekse  daha  toplumsal  ölçekte,  erkek  "güldüren",  kadın  ise  "gülen" 
rolünde. Ve bu rol dağılımı kolay sarsılmıyor. Sadece Türkiye'de değil, 
tüm  dünyada  komedi  söz  konusu  olduğunda  erkekler  hem  nicelik  hem 
nitelik bakımından önde. 
   
Peki  kadınların  zekâ,  tespit  ve  gözlemde  erkeklerden  aşağı 
kalmadıklarını  hatırlarsak,  hatta  gerek  dil  oyunlarında,  kelimeleri 
kullanma  yetisinde,  gerekse  soyutlama  açısından  erkeklerden  daha  iyi 
downloaded from KitabYurdu.org

193 
 
olduklarının altını çizersek, nasıl açıklayacağız bu temel farklılığı? 
   
1.  Kadınlar  kamusal  alanda  mizah  yapamazlar,  çünkü  kendilerine 
gülünmesinden hoşlanmıyorlar. Hafife alınmaktan ürküyorlar. 
   
2.  Kadınların,  erkeklerden  farklı  olarak,  kalabalık  ortamlarda 
kendilerini ispatlamaya ihtiyacı yok. Komedi biraz da kendini gösterme 
ve rekabet işi. 
   
3. Kadınlar özel alanda geveze ve açık, kamusal alanda suskun ve 
kapalılar. 
   
Bu  üç  açıklamadan  bana  en  yakın  gelen  üçüncüsü.  Kadınların 
hayatında  derin  bir  bölünme  var.  Evimizde  başka,  dışarıda  başkayız. 
Kamusal  alana çıkar çıkmaz savunma  mekanizmalarımızı donanıyoruz. 
Çocukluğumuzdan  beri  bize  öğretilen  klişeler  devreye  giriyor.  "İyi 
kadın",  "namuslu  kadın",  "uslu-cici  kız"  oluveriyoruz.  Bedenimizi 
taşımıyor,  ha  bire  kaçırıyoruz.  Bir  yerden  bir  yere.  Evet,  erkekler 
kadınlardan daha "komik." Çünkü komik olmayı göze alabiliyorlar. 
   
Bakmayın böyle "teorik" yazdığıma. Meselenin bir ucu fena halde 
bana  da  dokunuyor.  Şimdiye  değin  gerek  çeşitli  roman  okurlarından, 
gerek edebiyat eleştirmenlerinden defalarca aynı şeyi duydum: 
   
"Kitaplarınızda  ne  kadar  güçlü  bir  mizah  duygusu  var!"  Ama 
gündelik  hayatta  beni  tanıyanlar  zannetmem  ki  hakkımda  benzer  bir 
tespitte  bulunsunlar.  "Ne  kadar  komik  yazıyorsunuz"  diyebilirler.  Bu 
beni  mutlu  eder.  Ama  "Ne  kadar  komiksiniz"  demelerini  ister  miyim 
acaba?  İşte  orada  edebiyatın  katı  kuralları  devreye  girer.  Yazarken 
mürekkep  yerine  mizah  kullanabilsem  de,  konuşurken  değişiyor, 
"ciddi"leşiyorum.  Kamusal  alanda  değil  espriler  patlatmak,  mümkün 
mertebe  dinlemeyi  tercih  ediyorum.  Sakin,  sessiz  bir  gözlemci  olarak 
kalmak istiyorum. 
   
Bir tek yazı dünyamın mahremiyetine çekildiğim zaman içimde bir 
yerde saklı bir kapı açılır. Gündelik hayatta hiç açılmayan bir kapı. Ve 
kapının  ardından  çıkan  enerji  çılgın,  asi,  taşkın,  ironik  ve  "komik"  bir 
downloaded from KitabYurdu.org

194 
 
enerjidir.  Her  şeyin  içindeki  mizahı  görür.  En  çok  da  hüznün  içindeki 
mizahı.  Peki  madem  kalemimde  mizah  bu  kadar  belirgin,  gündelik 
hayatta  neden  öyle  değilim?  Ya  da  madem  gündelik  hayatta  daha 
"durgun" biriyim, yazmaya başlar başlamaz hissettiğim bu taşkınlık, bu 
kıvılcım,  bu  komiklik  nereden  geliyor?  Bölünmüşlüğümün  kadın 
olmakla ilgisi var mı? Bence evet. 
   
Zira  biz  kadınlar  kamusal  alana  çıkar  çıkmaz  değişiyoruz. 
Değişmekle  kalmıyor,  içimizdeki  mizah  denizini  kurutuyoruz.  Ama 
bilerek, ama bilmeyerek. 
   
downloaded from KitabYurdu.org

195 
 
   
     Çok Okuyan mı Bilir?.. 
   
 
 
   
"Çok download eden mi bilir, Facebook'ta çok dolaşan mı?" 
   
İster  inanın,  ister  inanmayın,  artık  gençler  böyle  konuşuyorlar 
kendi  aralarında.  Şarkı,  film,  klip,  kitap...  Download  etmek,  yani 
internetten indirmek, sonra bunları kendi aralarında paylaşmak, bu çağın 
ruhu. 
   
Facebook'a gelince, inanılmaz rağbet görüyor Türkiye'de. Dünyada 
üçüncü sıraya oturmuş durumdayız. Katlanarak artan Facebook üyeliği, 
en çok dolaşım, sürekli kendini yenileyen sanal bir mecra... Yepyeni bir 
kuşak yetişiyor Türkiye'de. Ve bu yeni akım, çok büyük bir değişim ve 
atılım ifade ediyor nüfusun bu kadar genç olduğu bir ülkede. 
   
Bizim  kuşağımız  tabii  bu  lafı  daha  farklı  bilirdi.  Çocukluğumuz 
boyunca ne çok kez duymuşuzdur kim bilir: "Çok okuyan mı bilir, çok 
gezen  mi?"  Cevaptan  ziyade,  sorunun  kendisi  önemliydi  sanki.  Ortada 
derin  bir  ikilem  varmış  gibi  ciddiyetle  yöneltilirdi  soru.  Her  seferinde 
"Çok  okuyan!"  dememiz  istenirdi.  Galiba  ilk  ve  ortaokul  hocalarımız, 
okuma sevgimizi böyle artırmaya çalışırdı. Çok okumak ile çok gezmek, 
asla ve zinhar yan yana gidemezmiş gibi... 
   
Bense,  okumayı  da  seyahat  etmeyi  de  tutkuyla  seven  biri  olarak 
ikiye  bölünürdüm.  Hiçbir  zaman  ısınamadım  bu  yapay  ikileme.  Belki 
okumanın da içten içe bir seyahat olduğuna inandığımdan... Her kitabın 
bizi  başka  bir  yolculuğa  çıkardığını  düşündüğümden.  Okuyarak  da 
gezmek  mümkün,  her  kitabı  başlı  başına  bir  serüven  addederek.  Bir 
başka yüzyıla, bir başka mekâna, bir başka hayata uzanan bir yolculuk. 
Aynanın bir de öbür tarafı var; çünkü dünyayı da okumak mümkün; her 
insanı, her hayatı bir kitap belleyerek. Okumak ve seyahat etmek aslında 
downloaded from KitabYurdu.org

196 
 
o kadar iç içe ki... 
   
Zaman  zaman  kendimizden  bahsederken  "göçebe  bir  toplum" 
olduğumuzu  söyleriz.  Güzeldir  bu  laf,  kulağa  hoş  gelir,  ama  ne  kadar 
doğru?  Başka  kültürlere,  şehirlere,  uygarlıklara  gösterdiğimiz  ilgi 
aslında ne kadar derin? 
   
Türkiye'de son yıllarda edebiyat ve kitap dünyasında gözle görülür 
bir  canlılık  ve  renklilik  var.  Bununla  beraber  kitapçı  raflarında 
seyahat/keşif/anı  kitapları  hâlâ  o  kadar  kısıtlı  ki.  Anlaşılan,  ya 
yolculuklarını  yazıya  geçirmeyi  alışkanlık  edinmemiş  bir  toplumuz  ya 
da  o  kadar  sevmiyoruz  yolculuk  etmeyi.  Ahmet  Midhat'ın,  ismiyle 
okurlarda  kallavi  beklentiler  uyandıran  yapıtını  düşünüyorum  mesela. 
Sayyadane  Bir  Cevelan,  o  büyük,  uzun  seyahat  Beykoz'dan  başlayıp 
İzmit Körfezi'ne kadar uzanıverir sadece, sessizce. 
   
Merak ki en basit, en insani itki. Merak ki en çabuk yitirdiğimiz ve 
yokluğunu  dahi  hissetmediğimiz  değer.  Merak  içinde  yaşadığın  âlemi 
iliklerinde  hissetmenin,  başkalarının  hikâyelerini  paylaşmanın,  kendini 
geliştirmenin,  bireysel  ve  toplumsal  olgunlaşmanın  ilk  adımı.  Sadece 
kendi hayatını değil, bir başkasının hayatını da, insanlığın gidişatını da 
derinden  anlamak  için  bir  çaba.  Dünyanın  bir  başka  yerinde  hiç 
tanımadığın  birinin  parmağı  kesildiğinde,  yüreği  dağlandığında, 
feryadını  duymak,  kayıtsız  kalmamak,  o  yaraya  neyin  sebep  olduğunu 
sorgulamak...  Kopmamak  yerkürenin  tıp  tıp  atan  nabzından.  Kâinata 
merakla bakmak, bakabilmek gerek. 
   
"Abd-i hakir Evliya-yi fakir" sevgili Evliya Çelebi, ruhu şad olsun, 
tüm  memalik-i Osmaniye'yi gezmiş; yedikleri içtikleri onun olsun, ama 
gördüklerini  kaleme  alıp  bizlere  aktardı.  Sayesinde  geçmiş  çok  daha 
canlı  gözümüzün  önünde.  Gerçi  o  rüyasında  peygamberden  "şefaat" 
dileyeceğine,  yanlışlıkla  "seyahat"  dilediğini  söyler.  Dili  sürçmüştür, 
öyle  başlar  seyahatlerine.  Onun  torunlarının  torunları  olan  bugünkü 
gençlerimizin de sadece internette dolaşmakla yetinmeyip hayatı da bir 
downloaded from KitabYurdu.org

197 
 
kitap gibi okumaları, kitapları da bir dünya gibi görmeleri dileğiyle... 
   
downloaded from KitabYurdu.org

198 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

199 
 
Yüklə 2,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin