Bu öykü ilk kez the Tryout, dergisinde, Vol. 6, No: ll'de (Kasım
1920; s. 3-9) yayınlanmıştır.
(1)
Meroe: Sudan'da, Kabusiye'nin 6,4 km. kuzeyinde yıkıntıları bulunan eski
Kuşi kenti. Nil'in doğu kıyısında yer alır. Mısır'da hüküm süren 25.
sülalenin İÖ 656'da Kuşi topraklarına çekilerek Meroe'ye yerleştiğine ve
özgün bir Mısır-Kuşi kültürü geliştirdiğine inanılır.
Tapınak
(Yucatan Kıyılarında Bulunan El Yazması
(*)
)
20 Ağustos 1917'de, U-29
(1)
denizaltısından sorumlu olan
Alman imparatorluk Donanması'nda Kıdemli Yüzbaşı Kari
Heinrich, Graf von Alberg-Ehrenstein, bu şişeyi ve kaydı
Atlantik Okyanusu'na, bilmediğim ama büyük olasılıkla, 20°
kuzey enlemi, 35° batı boylamında bir noktaya, gemimin
okyanus tabanında kullanılamaz bir halde yattığı yere
bırakıyor. Bunu nadir yaşanan kimi olayları halka duyurma
isteğim nedeniyle yapıyorum; beni çevreleyen koşullar
sıradışı olduğu kadar tehdit edici de olduğundan ve işin içinde
yalnızca umutsuzca kullanılamaz hale gelmiş U-29 değil, çok
daha feci bir şekilde zarar gören benim demir Alman iradem
de olduğundan, galiba şahsen gerçekleştiremeyeceğim bir şey
bu.
18 Haziran öğleden sonrasında, Kiel'e giden U-61'e telsizle
bildirildiği gibi, 45° 16' kuzey enlemi, 28° 34' batı
boylamında, amirallik kayıtları için iyi bir sinematografik
görüntü elde etmek amacıyla mürettebatın tekneyi terk
etmesine izin vererek New York - Liverpool hattındaki İngiliz
şilebi Victory'yi torpilledik. Gemi oldukça görkemli bir
şekilde battı, önce pruva olmak üzere, tekne dik bir şekilde
denizin dibini boylarken, kıç tarafı sudan dışarıya çıkarak
dikildi.
Kameramız hiçbir şeyi kaçırmadı ve böyle güzel bir film
makarasının Berlin'e asla ulaşamayacak olmasına
üzülüyorum. Sonra silahlarımızla cankurtaran sandallarını
batırdık ve yeniden su altına daldık.
Gün batımında su yüzüne çıktığımızda, güvertede elleriyle
parmaklıkları garip şekilde kavramış bir denizcinin cesedi
bulundu. Zavallı adam genç, oldukça esmer ve çok
yakışıklıydı. Herhalde bir İtalyan ya da Yunandı ve kuşkusuz
Victory'nin mürettebatındandı. Anlaşılan kendi gemisini
batırmak için saldırıya geçen gemiye sığınmaya çalışmıştı -
İngiliz köpeklerinin ana vatana karşı sürdürdüğü adaletsiz
savaşın bir kurbanı daha. Adamlarımız onu anı olabilecek
eşyalar için aradı ve ceket cebinde, fildişinden yapılmış,
başında yapraklardan bir taç olan tuhaf bir delikanlı yontusu
buldular. Subay arkadaşım Teğmen Klenze, bulunan şeyin
çok eski ve sanatsal değere sahip olduğuna inandığı için
nesneyi adamlardan bizzat kendisi aldı. Sıradan bir denizcinin
ona nasıl sahip olduğu konusunda ikimiz de bir fikir
yürütememiştik.
Ölü adam tekneden denize atılırken mürettebat arasında çok
rahatsızlık yaratan iki olay yaşandı. Herifin gözleri kapalıydı;
ama cesedini sürüklerlerken faltaşı gibi açıldı ve adamların
birçoğu onun, cesedin üstüne eğilmiş olan Schmidt ve
Zimmer'e dik dik ve alay edercesine baktığına dair garip bir
hayale kapılarak eğlendi. Batıl inançlı bir Alsace domuzu
olmasa başka türlü davranacak yaşlı bir adam olan Porsun
Müller, bu manzaradan öylesine etkilendi ki sudaki cesedi
seyretti ve battıktan sonra bacaklarını yüzme konumuna
çekerek, dalgaların altında güneye doğru hızlandığına yemin
etti. Klenze ve ben, bu köylü cahilliği gösterilerini hiç
sevmedik ve adamları, özellikle de Müller'i payladık.
Ertesi gün mürettebattan bazılarının isteksiz olması
yüzünden çok sıkıntılı bir durum meydana geldi. Tabii ki
uzun yolculuğumuzun neden olduğu sinirsel gerilimden
ıstırap çekiyorlardı ve kötü rüyalar görmüşlerdi. Bazıları epey
sersemlemiş ve aptallaşmış gibiydi. Yorgunlukları konusunda
rol yapmadıklarına emin olduktan sonra, onları görevlerinden
affettim. Deniz epeyce çalkantılıydı. Bu yüzden dalgaların
daha az rahatsız edici olduğu bir derinliğe indik. Okyanus
haritalarımızda saptayamadığımız kafa karıştırıcı bir güney
akıntısına karşın, burada sakin sayılırdık. Hasta adamların
iniltileri gerçekten sıkıcıydı; ama artık mürettebatın geriye
kalanının moralini bozmadıklarından, aşırıya kaçan önlemler
almadık. Planımız, olduğumuz yerde kalmak ve New
York'daki adamlarımız tarafından bildirilen yolcu gemisi
Dacia'nın yolunu kesmekti.
Sabahın erken saatlerinde yüzeye çıktık ve denizi daha az
dalgalı bulduk. Kuzey ufkunda zırhlı bir harp gemisinin
dumanı vardı; ama uzaklığımız ve dalma yeteneğimiz
güvende olmamızı sağlıyordu. Bizi asıl endişelendiren şey,
Porsun Müller'in gece geçtikçe iyice çılgınlaşan
konuşmasıydı. Tiksindirici bir biçimde çocukça davranıyor ve
denizaltı lombarlarından geçen cesetlerin hayaline ilişkin bir
şeyler geveliyordu. Bu cesetler onun gözünün ta içine
bakıyormuş ve zaferle çıktığımız Alman akınlarında
öldüklerini gördüğünden, cesetler suda şişse de onları
tanıyormuş. Ayrıca bulduğumuz ve tekneden attığımız
delikanlının onların liderleri olduğunu söylüyordu. Bu çok
korkunç ve anormaldi. Bu yüzden Müller'i zincire vurup iyice
kırbaçladık. Adamlar onun böyle cezalandırılmasından
hoşlanmadılar ama disiplin gerekliydi. Deniz eri
Zimmerman'ın başkanlık ettiği heyetin, o tuhaf fildişi kafa
yontusunun denize atılmasına dair teklifini de reddettik.
20 Temmuz günü, önceki gün hastalanan deniz erleri Bohm
ve Schmidt vahşi bir şekilde delirdiler. Subay takımının
arasına bir doktor dahil edilmediği için pişman olmuştum;
çünkü Alman hayatları değerlidir; ama o ikisinin korkunç bir
lanete ilişkin sürekli zırvaladıkları deli saçması şeyler,
disiplin açısından çok zararlı olduğundan, son derece sert
önlemler alındı. Mürettebat olayı hüzünle kabullendi; ama bu
daha çok Müller'i sakinleştirmişe benziyordu, ki bir daha bize
güçlük çıkarmadı. Akşam olduğunda onu serbest bıraktık ve
sessizce görevinin başına geçti.
Ertesi hafta, Dacia'yı beklerken hepimiz çok sinirliydik.
Tekneden atlarken görülmemiş olmalarına karşın, onları
hırpalayan korkulan yüzünden, büyük olasılıkla intihar etmiş
olan Müller ve Zimmer'in ortadan kaybolmasıyla gerilim arttı.
Müller'den kurtulduğuma epey memnundum; çünkü sessizliği
mürettebatı olumsuz yönde etkilemişti. Şimdi herkes, gizli bir
korkuyu taşıyormuşçasına, sessiz olma eğilimindeydi. Çoğu
hastaydı; ama hiçbiri kargaşa yaratacak bir şey yapmadı.
Teğmen Klenze, stresten yıpranmıştı ve en ufak şeye dahi
kızar oldu - U-29'un etrafında sayıları devamlı artarak
toplanan yunus sürüsü ve haritamızda olmayan güney
akıntısının artan yoğunluğu gibi.
Sonunda Dacia'yı hepten kaçırdığımız ortaya çıktı. Böyle
başarısızlıklar az değildir ve düş kırıklığına uğramaktan çok
sevinmiştik; çünkü artık Wilhelmshaven'e
(2)
dönüyorduk. 28
Haziran akşamı rotamızı kuzeydoğuya çevirdik ve her
zamanki yunus sürüsünün bayağı komik bir şekilde ayağımıza
dolanmasına karşın, çok geçmeden yola koyulmuştuk.
Gecenin 2'sinde, makine dairesindeki patlama tam bir
sürpriz oldu. Makinelerde herhangi bir arıza ya da adamların
bir ihmalkârlığı fark edilmemişti. Yine de, hiçbir uyarı
olmaksızın, gemi baştan kıça devâsâ bir şokla sarsıldı.
Teğmen Klenze makine dairesine koştu ve yakıt tankıyla
mekanizmanın büyük bir bölümünün parçalandığını,
Mühendis Raabe ile Schneider'in hemen ölmüş olduklarını
gördü. Birdenbire durumumuz gerçekten çok vahimleşmişti;
çünkü kimyasal hava üreteçleri sağlamdı, denizaltıyı yüzeye
çıkarıp su altına batıracak aygıtlar kullanılabilir durumdaydı,
sıkıştırılmış hava ve depolama bataryaları dayandığı sürece
kapakları açabilirdik ama denizaltımıza manevra yaptırmak
ya da onu hareket ettirmekten acizdik. Kurtuluşu cankurtaran
sandallarında aramak, kendimizi, büyük Alman ulusuna
mantık dışı kötü duygular besleyen düşmanlarımıza teslim
etmek demekti ve telsizimiz Victory vakasından beri
çalışmayıp bizi İmparatorluk Donanması'nın dost U-
Botlarından biriyle temas kurmaktan alıkoymuştu.
Kaza saatinden 2 Temmuz'a dek, neredeyse hiçbir planımız
olmadan ve hiçbir gemiyle karşılaşmadan sürekli olarak
güneye sürüklendik. Yunuslar hâlâ U-29'un çevresinde
yüzüyordu. Aldığımız yolu hesaplarsak, bu dikkate değer bir
olaydı. 2 Temmuz sabahında Amerikan bayrağının renklerini
taşıyan bir savaş gemisi gördük ve adamlar teslim olma isteği
yüzünden oldukça huzursuzlandılar. Sonunda Teğmen
Klenze, Almanlara yakışmayan bu davranışta bulunmak için
çok ısrar eden Traube adlı bir deniz erini vurmak zorunda
kaldı. Bu, mürettebatı bir süreliğine sakinleştirdi ve
görülmemek için daldık.
Ertesi akşam, güneyden, kalabalık bir deniz kuşu sürüsü
belirdi ve okyanus berbat bir şekilde kabarmaya başladı.
Kapaklarımızı kapayıp dalmazsak koca dalgalar tarafından
batırılacağımızı anlayana dek, gelişmeleri bekledik. Hava
basıncımız ve elektriğimiz azalıyordu, güçten düşmüş
mekanik kaynaklarımızı gereksiz yere kullanmaktan
kaçınmak istiyorduk; ama bu durumda başka çare yoktu. Çok
derinlere inmedik ve birkaç saat sonra deniz sakinleşince
yüzeye dönmeye karar verdik. Burada yeni bir güçlük çıktı.
Makinistlerimizin yaptığı her şeye karşın, gemi manevra
komutlarına yanıt vermedi. Adamlar denizaltında böyle tutsak
kalmaktan korktukça, bazıları Teğmen Klenze'deki fildişi
yontu hakkında tekrar gevelemeye başladılar; ama otomatik
bir tabancanın görüntüsü onları sakinleştirdi. Artık yararsız
olduğunu bilmemize karşın, makineleri tamir ettirerek acınası
salakları oyalayabildiğimiz kadar oyaladık.
Klenze ve ben genellikle farklı zamanlarda uyuyorduk ve 4
Temmuz sabahı, saat 5 sularında, benim uyuduğum sırada
toptan bir ayaklanma patladı. Geriye kalan altı deniz eri
olacak domuz, iki gün önce Yanki savaş gemisine teslim
olmayı reddettiğimiz için mahvolduğumuzu
düşündüklerinden lanet okuyarak ve etrafı kırıp dökerek bir
hezeyana kapıldılar. Hayvanlar gibi kükreyip fildişi yontunun
lanetini ve onlara bakıp uzaklara yüzen esmer delikanlı
saçmalıklarını zırvalayarak aygıtları ve eşyaları ayırt
etmeksizin kırdılar. Kadın kılıklı bir Rhinelandlı'dan
beklenebileceği üzere, Teğmen Klenze tutulmuş gibiydi ve
etkisizdi. Altı adamı da vurdum; çünkü gerekliydi ve
hiçbirinin artık yaşamadığından emin oldum.
Cesetleri çifte kapaklardan attık ve U-29'da yalnız kaldık.
Klenze çok sinirli görünüyordu ve çok fazla içti. Büyük erzak
ve kimyasal oksijen stokunu kullanarak, olabildiğince uzun
süre canlı kalmamız kararlaştırıldı. İkimiz de o domuz tazısı
deniz erlerinin delice antikalıklarına kapılmamıştık.
Pusulalarımız, derinlik sayaçlarımız ve diğer hassas
aygıtlarımız mahvolmuştu. Öyle ki bundan sonraki
hesaplamalarımız tahmine, saatlerimize ve kumanda
kulesinden ya da lombarlardan gözetleyebileceğimiz
nesnelere göre varacağımız yargılara dayalı olacaktı.
Şansımıza, hem iç ışıklandırma hem de projektör için,
akümülatörlerimiz hâlâ uzun süre kullanılacak durumdaydı.
Sık sık geminin etrafını ışıkla tarıyor; ama sadece sürüklenme
rotamıza paralel yüzen yunusları görüyorduk. Bu yunuslarla
bilimsel olarak ilgileniyordum; çünkü sıradan Delphinus
delphis, memeli bir deniz hayvanıdır ve havasız yaşayamaz.
Yüzenlerden birini iki saat boyunca yakından izledim ve hiç
su yüzüne çıkmadığını gördüm.
Zaman geçtikçe Klenze ve ben hâlâ güneye
sürüklendiğimize ve bu arada da giderek battığımıza karar
verdik. Denize ait faunayı ve florayı gözledik, boş zamanlar
için yanımda taşıdığım kitaplardan bu konu hakkında birçok
şey okuduk. Yine de arkadaşımın bilimsel bilgisinin düşük
düzeyli olduğunu görmeden edemiyordum. Aklı Prusyalı
değildi, ama kendisini değersiz hayallere ve düşüncelere
kaptırmıştı. Ölümümüzün yaklaştığı gerçeği onu oldukça
tuhaf bir şekilde etkilemişti. Alman devletine hizmet etmek
adına yapılan her şeyin soylu olduğunu unutarak, denizin
dibine yolladığımız erkekler, kadınlar ve çocuklar için pişman
ölüp sık sık dua ediyordu. Bir süre sonra fark edilir biçimde
dengesizleşti. Fildişi yontusuna saatler boyunca bakıyor ve
denizaltındaki yitik, unutulmuş şeyler hakkında hayal ürünü
öyküler uyduruyordu. Bazen psikolojik bir deney olarak, onu
bu hayal dünyasına ben daldırıyor, sonu gelmez şairane
sözlerini ve batık gemilerin öykülerini dinliyordum. Bir
Alman'ın acı çekmesini görmeyi sevmediğimden, onun için
çok üzülüyordum; ama uğruna ölecek de değildim. Bense
Babavatanımın
(3)
anımı nasıl yücelteceğini ve oğullarımın
benim gibi bir adam olmayı nasıl öğreneceklerini bildiğim
için gurur doluydum.
9 Ağustos günü uzaktan okyanus tabanını gördük ve üstüne
güçlü bir projektör ışığı yolladık. Çoğunlukla yosun kaplı,
yumuşakçaların kabuklarıyla dolu dalgalı engin bir ovaydı.
Orada burada yosunlara bürünmüş, kabuklularla kaplanmış
hayret verici hatları olan çamurlu şeyler vardı. Klenze onların
mezarlarında yatan eski gemiler olduğunu öne sürdü.
Özellikle bir şeye, okyanus tabanından kendi tepesine kadar
neredeyse dört ayak yükselen, iki ayak kalınlığında düz
kenarları olan ve üstteki düzgün yüzeyleri çok geniş açıyla
kavuşan bir katı madde tepeceğine pek şaştı. Ben onu, biraz
çıkıntı yapmış bir kayanın ucu olarak yorumladım ama
Klenze üstünde oymalar gördüğünü sandı. Bir süre sonra
titremeye başladı ve korkmuş gibi bu görüntüye arkasını
döndü. Yine de okyanus derinliklerinin enginliğinden,
karanlığından, uzaklığından, eskiliğinden ve gizeminden
etkilendiğinin ötesinde bir açıklama yapamadı. Zihni
yorulmuştu; ama ben her zaman bir Alman'dım ve iki şeyi
fark etmekte çabuk davrandım: U-29'un derin deniz basıncına
mükemmel bir şekilde dayanıyor olması ve çoğu doğa bilimci
tarafından gelişmiş organizmaların var olmasının imkânsız
olduğu kabul edilen bir derinlikte bile etrafımızda
gördüğümüz o tuhaf yunuslar. Daha önce ne kadar derinde
olduğumuza dair yürüttüğüm tahminin fazla olduğundan
emindim. Yine de bu olayı olağanüstü kılacak denli derinde
olmalıydık. Daha üst katmanlarda geçtiğimiz
organizmalardan fikir yürüterek söyleyebilirim ki, okyanus
tabanında güneye doğru olan hızımız tahmin ettiğimiz
kadardı.
12 Ağustos günü öğlen sonrasında, saat 15:15'te, zavallı
Klenze tamamen delirdi. Kitaplık bölmesinde oturmuş, bir
şeyler okurken, onu, bitişikteki dalma kulesinde, projektörü
kullanırken gördüm. Burada, vurguladığı sözcüklerin altını
çizerek ne dediğini tekrarlayacağım: 'O çağırıyor! O
çağırıyor! Onu duyuyorum! Gitmeliyiz!' Daha konuşurken
fildişi yontusunu masadan kaptığı gibi cebine attı ve beni
yukarıya, kamara iskelesinden güverteye sürüklemek için
kolumu kavradı. Bir anda kapağı açmaya ve hiç de hazır
olmadığım bir intihar ve cinayet çılgınlığının aşırı merakı
içinde, benimle birlikte okyanus sularına dalmaya
niyetlendiğini anladım. Geri çekilip onu sakinleştirmeye
çalışırken daha da vahşileşti ve dedi ki 'Şimdi gel - Geç olana
dek bekleme. İsyan edip cezalandırılmaktansa, pişman olup
bağışlanmak iyidir.' Sonra sakinleştirme planının tersini
denedim ve ona deli, acınacak bir çılgın olduğunu söyledim;
ama kımıldamadı ve bağırdı: 'Eğer ben deliysem, bu
merhamettir! Tanrılar korkunç sonda aklını yitiremeyecek
denli duygusuz olana acısın. O hâlâ bağışlama çağrısını
yaparken, gel ve delir!'
Bu ani patlayışı beynindeki basıncı azaltmış göründü; çünkü
bitirmesinin ardından yumuşadı ve onunla gelmeyeceksem
onu gitmesi için bırakmamı rica etti. Birden zihnim açıldı. O
bir Alman'dı; ama yalnızca bir Rhinelandlıydı ve halk
tabakasındandı; artık potansiyel olarak tehlikeli bir çılgındı.
Onun intihar isteğine saygı duyarak, artık arkadaş değil, tehdit
olan birinden, kendimi hemen kurtarmış olacaktım. Gitmeden
önce fildişi yontuyu bana vermesini istedim; ama bu istek onu
öylesine tuhaf bir şekilde güldürdü ki, tekrarlayamam. Sonra
Almanya'daki ailesi için herhangi bir andaç ya da bir tutam
saç bırakmak isteyip istemediğini sordum; ama yine aynı
tuhaflıkta güldü. Böylece o, merdiveni tırmanırken kumanda
kollarının yanına gittim ve uygun zaman aralıklarını
sağlayarak, onu ölümüne yollayan makineyi çalıştırdım. Artık
denizaltında olmadığını gördükten sonra, onun son bir
görüntüsünü yakalamak çabasıyla, projektörü suya tuttum;
çünkü kuramsal olarak söylendiği gibi su basıncının onu
dümdüz edip etmeyeceğini ya da cesedin o olağanüstü
yunuslar gibi etkilenip etkilenmeyeceğini görmek istedim.
Ama eski arkadaşımı bulmayı başaramadım, çünkü yunuslar
oldukça kalabalıktı ve kumanda kulesinin etrafını tamamen
kapatıyordu.
O akşam zavallı Klenze'nin fildişi yontusunu, beni ona
hayran bırakan hatırası adına, o çıkarken gizlice almadığıma
pişman oldum. Doğuştan bir sanatçı olmamama rağmen,
yaprak taçlı, genç, güzel başı unutamıyordum. Ayrıca
konuşacak kimsem kalmadığına da üzgündüm. Klenze,
zihinsel olarak bana denk olmasa da, varlığı hiç kimsenin
olmamasından çok daha iyiydi. O gece iyi uyumadım ve
sonun ne zaman geleceğini düşündüm. Elbette, kurtulmak için
şansım azdı.
Ertesi gün kumanda kulesine çıktım ve her zamanki
projektör keşiflerini yaptım. Dibi gördüğümüzden bu yana
geçen dört gün içinde, kuzey yönünün görünümü aynı
kalmıştı; ama U-29'un daha yavaş sürüklendiğinin farkına
vardım. Projektörü güneye çevirdiğimde, ilerideki okyanus
tabanının fark edilir bir eğimle çöktüğünü, bazı yerlerde bir
duvar örülmüşçesine, tuhaf bir şekilde düzenli olan taş bloklar
olduğunu gördüm. Denizaltı, artan okyanus derinliğine uymak
için hemen alçalmadı. Böylece çok kısa bir sürede projektörü
tam aşağıya düşecek keskin bir ışık yansıtmak için ayarlamak
zorunda kaldım. Bu aniden yapılan değişiklik yüzünden bir
kablo yerinden çıktı ve onarım yüzünden dakikalarca gecikme
oldu; ama sonunda ışık, akımdaki deniz vadisine akarak,
tekrar coşmaya başladı.
Hiçbir duyguya kapılmadım; ama o elektriksel parlaklıkta
önümde serilen şeyi gördüğümde şaşkınlık içinde kaldım.
Yerbilim ve gelenek, okyanus ve kıta sahalarında büyük yer
değiştirmeler olduğunu söylediğinden, Prusya Kultur'unun
(4)
en iyisiyle yetişmiş biri olarak şaşırmamalıydım. Gördüğüm
şey, geniş bir alana yayılan ve incelikle işlenmiş yıkık
yapılardı. Sınıflandırılmamış da olsa, hepsi muhteşem bir
mimaride ve bozulmamışlığın çeşitli aşamalarındaydı.
Projektörün yaydığı ışık altında bembeyazca parlarken, çoğu
mermerden yapılmışa benziyordu ve genel plan, birbirinden
ayrılmış sayısız tapınakları, dik yamaçtaki villalarıyla, dar bir
vadinin dibindeki büyük bir kente aitti. Çatılar çökmüş ve
sütunlar kırılmıştı; ama geriye hiçbir şeyin azaltamayacağı,
anımsanamayacak denli eski bir görkemin havası kalmıştı.
Eskiden, daha çok, bir efsane olduğunu sandığım Atlantis'le
karşılaşmış olarak, kâşiflerin en heveslisiydim. O vadinin
dibinde bir zamanlar akmış bir ırmak vardı; çünkü manzarayı
daha yakından incelediğimde, taş ve mermer köprülerle
mendirekleri, bir zamanlar yemyeşil ve güzel olan taraçalarla
setleri gördüm. O heyecan içinde neredeyse zavallı Klenze
kadar duygusallaşıp aptallaştım ve güney akıntısının sonunda
kesilip, bir uçağın yükseltilmiş topraktan bir kuleye konması
gibi, U-29'u batık kentin üstüne inerek yavaşça oturmasına
izin verdiğini fark etmem çok geç oldu. O tuhaf yunus
sürüsünün de kaybolduğunu geç anladım.
Denizaltı iki saat kadar kayalık vadinin kenarındaki taş
döşeli bir meydanda kaldı. Bir yanda ırmak kıyısına doğru
meydandan aşağıya inen bütün kenti görebiliyordum; diğer
yanda, hayret verici bir yakınlıkta, sarp bir kayanın dibindeki,
tapınak olduğu açıkça anlaşılan büyük bir binanın mükemmel
bir halde korunmuş zengin süslü cephesiyle karşılaştım. Bu
devasa şeyin özgün işçiliği hakkında yalnızca fikir
yürütebilirim. Muazzam genişlikteki cephe görüldüğü
kadarıyla kesintisiz bir çukur girintiyi kaplıyordu; çünkü
birçok pencere vardı ve geniş bir alana dağılmıştı. Ortada,
büyüleyici bir dizi basamakla ulaşılan ve Bacchus'e
(5)
tapınmakta teselli bulanların figürlerine benzer enfes
kabartmalarla çevrilmiş büyük bir kapı sonuna kadar açıktı.
Her şeyden önce, hepsi de tarif edilemez güzellikteki
heykellerle bezenmiş büyük sütunlar ve frizler
(6)
geliyordu.
Bunların, idealleştirilmiş pastoral sahneleri ve ışıltılı bir
tanrıyı yüceltmek uğruna, garip tören eşyaları taşıyan rahip ve
rahibe alaylarını resmettiği aşikardı. Sanat gerçekten çarpıcı
bir mükemmellikteydi. Fikir olarak daha çok Helenistikti.
Yine de tuhaf bir biçimde özgündü. Yunan sanatının bir
önceki değil de en uzak atasıymış gibi, çok fazla bir eskiymiş
izlenimi uyandırıyordu. Bu devasa ürünün her bir ayrıntısının
gezegenimizdeki bakir bir dağlık kayadan biçim
kazandığından kuşku duyamazdım. Muazzam genişlikteki
içerisinin nasıl kazıldığını hayalimde canlandıramasam bile,
vadi duvarının bir parçası olduğu açıktı. Belki bir mağara ya
da mağaralar dizisi çekirdek malzemesini sağlamıştı. Ne
geçirdiği yıllar ne de suların altında kalışı bu ihtişamlı
tapınağın - gerçekten tapınak olmalıydı - eski görkemini
aşındırmamıştı ve binlerce yıl sonra bugün, yıpranmamış ve
ululuğuna dokunulmamış olarak derin okyanus yarığının
sonsuz gecesinde ve sessizliğinde yatıyor.
Binaları, kemerleri, köprüleri, bütün güzelliği ve gizemi
içinde o devasa tapınağıyla, batık kente bakarak harcadığım
saatlerin sayısını hatırlamıyorum bile. Olumun yakın
olduğunu bilmeme karşın, merakım tüketiciydi ve projektörün
ışığını güçlü bir araştırma isteğiyle yansıttım. Işık demeti
birçok ayrıntıyı öğrenmemi sağladı; ama kayadan yontulmuş
tapınağın açık kapısının ardındaki şeyleri göstermeye razı
olmadı. Işınlar, haftalar boyunca yollanmalarından bu yana,
şimdi fark edilir derecede soluktu ve suya ait gizleri keşfetme
arzum, ışık yoksunluğu onu keskinleşmişcesine, büyüdü. Ben,
bir Alman, binlerce yıldır unutulmuş o yollarda yürüyecek ilk
kişi olmalıydım!
Eklemlenmiş metalden yapılmış bir derin deniz dalgıç
giysisini çıkarıp inceledim ve portatif ışıkla hava üretecini
denedim. Çifte kapaklan kullanmak başıma dert açacak
olmasına rağmen bilimsel becerimle bütün zorlukların
üstesinden gelip, ölü kentte bizzat yürüyerek
dolaşabileceğime inanıyordum.
16 Ağustos'ta U-29'dan çıkmayı başardım ve harap olmuş,
çamura boğulmuş yollar arasından yolumu zahmetle açarak
kadim ırmağa doğru yürüdüm. Ne bir iskelete ne de insana ait
başkaca bir kalıntıya rastladım; ama heykeller ve sikkelerden
oluşan bir arkeolojik irfan zenginliği gördüm. Avrupa'da
mağara sakinleri dolaşır, Nil bekçilik edilmeyen bir denize
dökülürken görkeminin doruğunda olan her kültüre hayranlık
duyduğumu söylememin dışında, bunlardan söz
etmeyeceğim. Eğer bulunacak olursa, el yazması notlarımın
rehberliğinde, başkaları, benim sadece ipuçlarını verebildiğim
gizemlerin kıvrımlarını açıp gözler önüne sererler. Elektrik
bataryalarım zayıflarken tekneye döndüm ve kaya tapınağı
ertesi gün keşfetmeye karar verdim.
17 Ağustos'ta tapınağın gizemini araştırmaya ilişkin
dürtülerim gittikçe ısrarcı olurken, büyük bir düş kırıklığı
yaşadım; çünkü portatif ışığı tazelemek için gerekli olan
malzemelerin, o domuzların Temmuz'da çıkardıkları isyanda
mahvolduğunu fark ettim. Öfkem sınırsızdı, yine de Alman
duyum, belki içinde betimlenemez bir deniz canavarı ya da
sapaklarının planını tek başıma asla çıkaramayacağım bir
geçitler labirenti olduğu ortaya çıkabilecek, alabildiğine
karanlık olan içeriye hazırlıksız dalmaktan beni alıkoydu. Tek
yapabildiğim U-29'un solgunlaşan projektörünü açarak onun
yardımıyla tapınak basamaklarına yürüyüp, dış oymaları
incelemek oldu. Işık demeti, kapıya yukarıdan gelen bir açıyla
vuruyordu ve bir şey görebilir miyim diye içeriye baktım;
ama boşunaydı. Çatı bile görünmüyordu ve bir çubukla
zemini test ettikten sonra içeriye bir iki adım atmama karşın,
daha ileriye gitmeye cesaret edemedim. Ayrıca hayatımda ilk
kez korku duygusunu hissettim. Zavallı Klenze'nin o
hallerinin nasıl ortaya çıktığını anlamaya başladım; çünkü
tapınak beni kendisine gittikçe daha fazla çekiyordu. Sularla
kaplı derinliklerinde kör ve karşı konulamaz bir dehşet
olmasından korktum. Denizaltıya dönünce ışıkları
söndürdüm, karanlıkta oturarak düşündüm. Elektrik artık acil
durumlar için saklanmalıydı.
18 Ağustos, Cumartesi'yi, beni, Alman irademi yenmekle
tehdit eden düşünceler ve anılarla, zifiri karanlıkta geçirdim.
Klenze delirmişti ve tümüyle uzak olmayan bir geçmişin
uğursuz kalıntılarına ulaşmadan ölmüş; ayrıca bana kendisiyle
gelmemi tavsiye etmişti. Gerçekten de Kader, beni sırf bir
insanın düşlediğinden çok daha korkunç ve akıl almaz bir
sona direnilmezcesine çekmek için mi aklımı korumuştu?
Açıkçası sinirlerim çok gergindi ve zayıf adamlarda
rastlanabilecek bütün bu izlenimleri defetmeliydim.
Cumartesi gecesi uyuyamadım ve geleceğe aldırmadan
ışıkları yaktım. Elektriğin hava ya da erzak kadar
dayanmaması sıkıcıydı. Ötenazi düşüncelerim tekrar canlandı
ve otomatik tabancamı gözden geçirdim. Sabaha doğru ışıklar
açık, uyuya kalmış olmalıyım; çünkü dün akşam bataryaları
tükenmiş olarak bulup karanlıkta uyandım. Art arda birkaç
kibrit yaktım ve taşıdığımız birkaç mumu da kullanmamıza
yol açan tedbirsizliğe umutsuzca üzüldüm.
Elimdeki son kibritin sönmesinin ardından onları harcamaya
cesaret ettim, ışık olmadan, oldukça sessiz bir biçimde
oturdum. Kaçınılmaz sonu düşündükçe, zihnim önceki
olayların üstünden geçmeye başlayıp daha zayıf ve batıl
inançlı birini ürpertebilecek, uyumakta olan bir izlenimi
ortaya çıkardı. Kaya tapınağın üstünde duran heykellerde
ışıldayan tanrının başı, ölü denizcinin denizden getirdiği ve
zavallı Klenze'nin denize geri götürdüğü fildişi yontunun
aynısıydı.
Bu rastlantı yüzünden biraz sarsılmıştım; ama dehşete
düşmedim. Yalnızca aşağılık bir düşünür, görülmedik ve
karmaşık olanı, doğaüstücülüğün ilkel kestirme yoluyla
açıklamakta acele eder. Tuhaf bir rastlantıydı; ama ben
olayları mantıksal bir bağlantı kabul etmeyen bir şekilde
birbiriyle ilişkilendirmeyecek ya da beni Victory vakasından
şimdiki kötü durumuma düşüren feci olayların arasında
esrarengiz ilişkiler kuramayacak denli sağlam düşünürüm.
Daha çok dinlenme ihtiyacı hissederek, bir yatıştırıcı alıp
uykuya daha fazla sığındım. Sinirli halim rüyalarıma da
yansıdı; çünkü boğulan insanların çığlıklarını duyup
denizaltının lombarlarına bastırılan ölü yüzleri görür gibi
oldum ve ölü yüzlerin arasında fildişi yontulu gençlerin alay
eden suratı vardı.
Bugünkü uyanışımı nasıl kaydedeceğime dikkat etmek
zorundayım; çünkü zıvanadan çıktım ve buna bağlı olarak
daha çok sanrı görülecek. Durumum psikolojik olarak çok
ilginç ve yetenekli bir Alman yetkili tarafından bilimsel
olarak gözlenemeyeceğime üzülüyorum. Gözlerimi açar
açmaz hissettiğim ilk şey kaya tapınağı ziyaret etmek için
karşı konulmaz bir arzu oldu ki bu arzu her an büyüyor. Yine
de ters yönde işleyen korku duygusuyla otomatik olarak ona
dayanmaya çalışıyorum. Sonra, boş bataryaların karanlığının
ortasında ışık görüyor izlenimine kapıldım ve tapınağa bakan
lombardan gözüken suda fosforlu bir parlaklık görür gibi
oldum. Bu, merakımı uyandırdı; çünkü hiçbir derin deniz
organizmasının böyle bir ışık yayamayacağını biliyordum.
Oysa onu inceleyemeden üçüncü bir izlenim geldi, ki bunun
akıl dışılığı duyularımın kaydedebileceği herhangi bir şeyin
nesnelliğinden beni kuşkuya düşürdü, işitsel bir sanrıydı: U-
29'un kesinlikle ses geçirmez gövdesinin dışından gelen;
yabani, yine de güzel bir şarkı ya da koro ezgisiymiş gibi
ritmik, melodik bir ses. Psikolojik ve sinirsel anormalliğimi
kabullenmiş olarak birkaç kibrit yakıp yüksek dozlu sodyum
bromit karışımı bardağa boşalttım, ki ses yanılsamasını
dağıtacak derecede beni sakinleştirmişe benzedi. Oysa fosfor
kaldı ve lombardan çıkıp onun kaynağını aramaya dair
çocukça bir dürtüyü bastırmak zorunda kaldım. Korkunç
derecede gerçekçiydi ve kısa sürede çevremdeki tanıdık
nesneleri, hatta daha önceden şimdiki konumunun görsel
izlenimine sahip olmadığım boş sodyum bromit bardağını bile
onun yardımıyla seçebildim. Bu son olay beni çok
düşündürdü ve odayı baştan başa yürüyüp bardağa
dokundum. Gerçekten de onu gördüğümü sandığım yerdeydi.
Şimdi ışığın ya gerçek ya da kafamdan silemeyeceğim denli
sabit ve tutarlı bir sanrının parçası olduğunu anladım. Böylece
direnmekten tamamen vazgeçerek, ışığın kaynağını aramak
için kumanda kulesine tırmandım. Kurtarma şansı sunacak
başka bir U-boot olamaz mıydı?
Bu el yazmasını okuyacak olanın bundan sonra meydana
gelenleri nesnel gerçek olarak kabul etmemesi iyi olur; çünkü
bundan sonraki olaylar, doğa yasasını aştığı için
dayanamayacağı kadar yük binmiş bir zihnin öznel ve gerçek
dışı yaratıları olmak zorunda. Kumanda kulesine ulaştığımda,
denizin beklediğimden daha az aydınlık olduğunu gördüm.
Etrafta ne bir hayvanın ne de bir bitkinin yaydığı fosfor vardı
ve yamaçtan ırmağa doğru uzanan kent bu kapkaranlıkta
görünmüyordu. Gördüğüm şey muhteşem değildi, grotesk ya
da dehşete düşürücü de değildi, buna karşın bilincime ilişkin
son güven kırıntılarını da ortadan kaldırdı. Deniz altındaki
tapınağın kayalık tepede yontulmuş kapı ve pencereleri, sanki
içerideki kocaman bir ateş sunağından gelen titrek bir
aydınlıkla parlıyordu.
Sonra olanlar çok karışık. Acayip şekilde aydınlanmış
kapıya ve pencerelere bakakalmışken en aşırı hayallerin
etkisine maruz kaldım - Öyle aşırı hayaller ki onları
aktaramam bile. Tapınaktaki nesnelerin ne olduğunu anladım
sandım. Bu nesneler hem durağandı hem de hareket ediyordu
ve ilk uyandığımda üzerimde salman gerçek dışı şarkıyı duyar
gibi oldum. Denizden gelen delikanlıda ve önümdeki
tapınağın sütunlarıyla frizlerinin kopyası yontularak
çıkarılmış fildişi heykelde odaklanmış düşünceler ve korkular
hep ortaya çıktı. Zavallı Klenze'yi düşündüm ve denize geri
taşıdığı yontuyla birlikte, cesedinin nerede istirahate
çekildiğini merak ettim. Beni bir şey hakkında uyarmıştı ve
ben onu dinlememiştim; ama o, bir Prusyalı'nın kolaylıkla
dayanabileceği zorluklar yüzünden delirmiş olan yumuşak
tabiatlı bir Rhinelandlıydı.
Gerisi çok basit. Tapınağı ziyaret etme ve oraya girme
dürtüm, en sonunda reddedilemeyecek, açıklanamaz,
kaçınılmaz bir buyruk haline geldi. Benim Alman iradem
artık edimlerimi denetlemiyor ve bundan sonra irade ancak
küçük şeyler için geçerli. İşte böylesine bir delilik Klenze'yi
ölümüne götürdü; okyanusta çıplak ve korunmasız olarak;
oysa ben bir Prusyalı'yım ve sağduyu adamıyım. Sahip
olduğum sınırlı sayıdaki şeyi sonuna dek kullanacağım.
Gitmem gerektiğini ilk anladığımda, dalgıç giysimi, başlığımı
ve hava üretecimi hemen giymek üzere hazırladım ve bir gün
dünyaya ulaşır umuduyla, aceleyle tutulmuş bu kayıt defterini
yazdım. El yazması notları bir şişede mühürleyip, U-29'u
sonsuza dek terk ederken onu denize atacağım.
Korkmuyorum, deli Klenze'nin kehanetlerinden bile...
Gördüklerim gerçek olamaz ve bu çılgınlığımın, havam
bitince, beni olsa olsa boğulmaya götüreceğini biliyorum.
Tapınaktaki ışık salt bir sanrı ve karanlık, unutulmuş
derinliklerde tam bir Alman gibi sakince öleceğim. Yazarken
duyduğum bu şeytani kahkaha benim kendi zayıflamış
beynimden geliyor; yani giysimi dikkatle giyeceğim ve dipsiz
sularla sayısız yıllara doğru, basamaklardan o mihraba yiğitçe
çıkacağım.
1920
Dostları ilə paylaş: |