Uyku Duvarının Ötesinde
İnsanoğlunun büyük bölümünün, rüyaları ve onların ait
olduğu belirsiz dünyanın devasa anlamı üzerine ara sıra
düşünüp düşünmediğini sık sık merak etmişimdir. Gece
gördüklerimizin büyük bir bölümünün, uyanıkken
sürdürdüğümüz yaşam üzerine geliştirilen belirsiz ve fantastik
düşüncelerden daha fazla bir şey olmamasına karşın -
Freud'un çocukça simgeciliğiyle
(1)
buna karşı çıkmasına
rağmen - onların, dünyevi olmayan, uçucu yapıları yüzünden
sıradan bir yoruma izin vermeyen, belli belirsiz
heyecanlandırıcı ve huzursuz edici etkisi büyük olasılıkla en
az fiziksel yaşam kadar önemli olan, ama yine de o yaşamdan
aşılmaz bir engelle ayrılan bir zihinsel var oluş küresine anlık
bakışlar olduğunu düşündüren kalıntılar vardır. Kendi
deneyimlerimden yola çıkarak, hiç değilse, dünyevi bilincini
yitirdiğinde bildiğimiz yaşamın doğasından çok farklı, başka
ve somut olmayan bir dünyaya yolculuk eden ve uyandıktan
sonra, bir süreliğine en önemsiz, en belirsiz anılarla baş başa
kalan o adamdan şüphe edemem: hani o, pek çok sonuç
çıkardığımız ama çok azının doğruluğunu ispat edebildiğimiz
bulanık ve parça parça anılarla . . . Dünyadaki halleriyle
bildiğimiz yaşamın, maddenin ve dirimin, rüyalarda kesinlikle
değişmez olmadığını, hatta uzamın ve zamanın da uyanık
halimizde kavradığımız gibi olmadığını tahmin edebiliriz.
Bazen, daha az maddi olan bu yaşamın gerçek yaşamımız
olduğuna, su ve topraktan ibaret bu kürenin de ikincil ya da
sanal bir görüngü olduğuna inanırım.
1900-1901 kışında, bir öğleden sonra, stajyer tıp öğrencisi
olarak çalıştığım eyalet ruh hastalıkları enstitüsüne, o
zamandan bu yana düşüncelerimi devamlı meşgul eden bir
adamı getirdiklerinde, bu tip kurgularla dolu bir gençlik
hayalinden uyandım. Kayıtlarda geçtiği üzere, adı Joe Slater
ya da Slaader'dı ve daha şanslı olarak kalabalık ilçelere
yerleşmiş kardeşleriyle birlikte yaşayacakları yerde, az gidilir
bir taşranın tepelik yerleşimlerinde, neredeyse üç yüzyıldır
tecrit edilmiş halde yaşamalarının, onları bir tür barbarca
yozlaşmaya uğrattığı, ilkel bir kolonici köylü soyunun itici
evlatları olan, Catskill Dağları'nın
(2)
tipik bir sakini gibi
görünüyordu. Tam da Güney'e inen "beyaz süprüntü"nün
yozlaşmış ögesi olan bu tuhaf halk arasında yasa ve ahlak
yoktur; genel zihinsel düzeyleri de başka herhangi bir
Amerikan yerli halkından herhalde daha azdır.
Tetikte olan dört eyalet polisinin nezaretinde enstitüye gelen
ve çok tehlikeli bir kişi olarak tanımlanan Joe Slater, onu ilk
gördüğümde tehlikeli durumuna ilişkin bir belirti
göstermiyordu elbette. Orta boyun epeyce üstünde ve biraz
adaleli olmasına karşın; küçük, sulu gözlerinin soluk ve
uykulu maviliği, savsaklanmış ve tıraş yüzü görmemiş sarı
sakalıyla iri alt dudağının kayıtsız sarkıklığı, adama zararsız
bir aptallığın saçma görüntüsünü veriyordu. Sülalesinin ne
aile kayıtları ne de düzenli aile bağları olmadığı için yaşı
bilinmiyordu; ama başhekim kafasının ön tarafındaki kelliğe
ve çürümüş dişlerine bakarak yaklaşık kırk yaşlarında biri
olduğunu yazdı.
Tıbbi belgeler ve mahkeme kayıtlarından adamın vakası
hakkında toparlanabilecek her şeyi öğrendik: Serseri, avcı ve
kürk hayvanları için tuzaklar kuran biri olan bu adam, ilkel
tanıdıklarının gözünde daima tuhaf biri sayılmıştı. Normal
sürenin ötesinde bir alışkanlıkla uyur ve uyandığında
bilinmeyen şeylerden öylesine tuhaf bir biçimde söz edermiş
ki anlattıkları hayal gücü olmayan insanların bile yüreklerinde
korku uyandırırmış. Bölgenin düzeysiz lehçesinin dışında
konuşmadığı için dil biçemi öyle alışılmadık değildi; ama
konuşmasının tonu ve mizacı öylesine gizemli bir yabanıllığa
sahipti ki kimse korkmadan onu dinleyemiyordu. Zaten
kendisi de genellikle dinleyicileri kadar dehşete düşmüş ve
şaşırmış oluyor, uyandıktan sonra geçen bir saat içinde dediği
her şeyi ya da en azından ne yaptığını söylemesine neden olan
şeyleri unutarak diğer dağlı insanların öküzce ve kısmen
sevimli sıradanlığına dönüyormuş.
Anlaşılan Slater yaşlandıkça, sabaha karşı kapıldığı yarı
deliliklerin sıklığı ve şiddeti, enstitüye getirilişinden bir ay
öncesinde, yetkililer tarafından tutuklanmasına yol açan
trajedinin gerçekleşmesine kadar, aşamalı olarak artmıştı. Bir
gün sabaha karşı, önceki akşam saat beşe doğru başlayan
viski aleminin ardından adam birdenbire birkaç komşusunu
kulübesine - en az kendisi gibi anlatılamaz ailesiyle birlikte
oturduğu kirli bir domuz ahırına - getirecek kadar dehşetengiz
ve doğaüstü çığlıklar atarak uyanmıştı. Dışarıya, karların
içine doğru fırlamış, kollarım havaya kaldırarak sallamış ve
yukarıya, havaya doğru bir dizi sıçrayışlar gerçekleştirmiş.
Bunları yaparken bir yandan da bir tür "çatısı, duvarları ve
zemini ışıltılı büyük, büyük bir kulübeye ve uzaktan gelen
yüksek sesli garip bir müziğe" ulaşma çabasıyla
haykırıyormuş. Orta boylu iki adam onu zaptetmeye
uğraşırken, "parlayan, sallanan ve gülen" bir şeyi bulup
öldürme arzusunu bağırarak manyakça bir güç ve öfkeyle
çırpınıp durmuş. Bir süre sonra, kendisini tutanlardan birini
ani bir darbeyle düşürmesinin ardından, gözünü kan bürümüş
ve şeytani bir coşkunluğa kapılmış bir durumda, "havaya, çok
yukarılara sıçrayacağını ve onu durduran her şeyi yakarak
yolunu zorla açacağını" haykırıp kendisini diğer adamın
üzerine fırlatmış.
Ailesi ve komşular panik içinde kaçışmış, sonra daha cesur
olanları geri döndüğünde, bir saat önce yaşayan bir adam olan
ama artık tanınmaz bir hale gelip lapa benzeri bir şeye
dönüşmüş nesneyi arkasında bırakan Slater çoktan gitmiş.
Dağlıların hiçbiri onu izlemeye yeltenmemiş. Zaten çoğu
soğuktan ölmesini hoşnutlukla karşılarmış; ama birkaç sabah
sonra uzak bir koyaktan gelen çığlıkları duyulduğunda, bir
şekilde hayatta kalmayı başardığım ve öyle ya da böyle
ortadan kaldırılması gerektiğini anlamışlar. Sonra silahlı bir
araştırma grubu peşine düşmüş, ardından eyalet atlı müfrezesi
arayanları kazara görmüş, sorgulayıp ve sonunda da onlara
katıldığında kalabalık bir şerif müfrezesi haline dönüşen
silahlı bir araştırma takımı oluşmuş.
Üçüncü gün, Slater bilincini yitirmiş olarak bir ağaç
kovuğunda bulunarak en yakın hücreye götürülüp kapatılmış
ve orada adam kendine gelir gelmez Albany'li akıl hastalıkları
uzmanları tarafından incelenmiş. Onlara basit bir öykü
anlatmış. Dediğine göre, bir akşam gün batımı civarı, çok
fazla viski içmesinin ardından sızmış. Uyandığında kendini
kanlı elleriyle karların üzerinde, kulübesinin önünde bulmuş.
Komşusu Peter Slader'ın parçalanmış cesedi ayağının
dibindeymiş. Dehşete kapılıp, kendi suçu olması gerektiğini
düşündüğü için oradan kaçmak adına anlamsız bir çabayla
ormanın yolunu tutmuş. Bundan başka bir şey bilmiyor
gibiymiş. Sorgucuların uzmanca sorgulaması da daha fazla
tek bir olayı bile ortaya çıkaramamış.
O gece Slater sakin bir şekilde uyumuş ve ertesi sabah
yüzünün ifadesindeki belli bir değişikliğin dışında özel bir
farklılık göstermeden uyanmış. Hastayı gözlemleyen Doktor
Barnard, adamın soğuk mavi gözlerinde, tuhaf niteliklere
sahip bir ışık, gevşek dudaklarında neredeyse farkına
varılamaz durumda ama zekice bir kararlılığa aitmiş gibi
görünen bir gerginleşme fark etmiş. Ama Slater sorgulanmaya
alındığı zaman, bir dağlının bildik bönlüğüne bürünüp önceki
gün dediklerini tekrarlamış.
Üçüncü sabah adamın zihinsel krizlerinden ilki
gerçekleşmiş. Uykusunda biraz huzursuzluk göstermesinin
ardından öylesine güçlü bir cinnet geçirmiş ki ona deli
gömleği giydirmek için dört adamın ortak çabası gerekmiş.
Ailesinin ve komşularının, ipuçları veren ama çoğunlukla
çelişkili ve tutarsız öyküleri yüzünden merakları doruğa
yükselen akıl hastalıkları uzmanları, adamın sözlerini çok
büyük bir dikkatle dinlemişler. Slater, kaba şivesiyle ışıktan
yeşil binalar, uzay okyanusları, garip müzik, gölgeli dağlar ve
vadiler sayıklayarak, on beş dakika boyunca hezeyanlar
geçirmiş. Ama bu sürenin büyük bölümünde onu sarsan, ona
gülen, onunla alay eden, esrarengiz ve alevler içindeki bir
varlıktan bahsedip durmuş. Bu güçlü ve bulanık kişilik ona
çok kötü, yanlış bir şey yapmış gibiymiş, onu zafer dolu bir
intikamla öldürmek en çok arzuladığı şeymiş. Dediğine göre,
ona ulaşmak için, yolundaki her engeli yakarak boşluğun
dipsiz derinliklerinde uçabilirmiş. Büyük bir hüzün içinde
susana kadar, konuşması böylece sürüp gitmiş. Gözlerindeki
delilik ateşi sönmüş ve aptalca bir merak içinde sorgucularına
bakarak neden bağlı olduğunu sormuş. Dr. Barnard deri
bağları çözmüş ve geceye dek, kendi iyiliği için Slater'ı kendi
isteğiyle onu giymeye ikna edene dek yeniden bağlamamış.
Adam, artık nedenini bilmese de bazen garip garip
konuştuğunu kabul ediyormuş.
Bir hafta içinde iki kriz daha meydana gelmiş, ama
doktorlar bunlardan az şey öğrenebilmişler. Doktorlar,
Slater'in görülerinin kaynağı hakkında bol bol fikir
yürütmüşler, çünkü adam okuma yazma bilmediği ve galiba
bir efsane ya da peri masalları dahi duymadığı için sahip
olduğu muhteşem düş gücü açıklanamıyormuş. Bu talihsiz
deli, kendisini ona has, yalın anlatımıyla ifade ettiği için,
durumunun bilinen herhangi bir mit ya da macera romanından
gelmediği açıkça ortadaymış. Anlayamadığı,
yorumlayamadığı ve yaşanmış olduğunu öne sürdüğü, ama
herhangi bir normal ya da bağlantılı anlatıdan
öğrenemeyeceği şeyler için cinnetler geçiriyormuş. Akıl
hastalıkları uzmanları, kısa bir süre içinde, adamın anormal
rüyaların sorunun temeli olduğuna dair fikir birliğine
varmışlar. O rüyaların gerçekliği, aslında sıradan biri olan bu
adamın uyanık zihnini bir süreliğine tamamen ele
geçiriyormuş. Slater formalite icabı cinayetten yargılanarak
akıl hastası olduğu için beraat etmiş ve benim çok mütevazi
bir yer işgal ettiğim enstitüye teslim edilmiş.
Rüya yaşamı hakkında sürekli fikirler yürüttüğümü size
daha önce söylemiştim ve bu yüzden, olay hakkındaki
bulgulardan tamamen emin olur olmaz, yeni gelen hastayı
incelemek için neden şevkle harekete geçtiğimi
anlayabilirsiniz. Adam benden gizleyemeyeceğini bir ilgiden
doğan dostça bir yaklaşım ve sorgulama sırasında nazik bir
tavırla karşılaştı. Elbette, kaotik ama kozmik tasvirlerini
nefesim kesilerek tutkuyla dinlediğim krizleri sırasında beni
tanımadı ama sakin saatlerinde, parmaklıklı penceresinin
önüne oturup saman saplarından ve söğüt dallarından sepetler
örüp belki bir daha asla tadını çıkaramayacağı dağların
özgürlüğünü düşündüğü zamanlarda beni tanıyordu. Ailesi
onu görmek için hiç gelmedi, aramadı; galiba yozlaşmış dağ
halkının âdetleri uyarınca başka bir geçici reis bulmuşlardı.
Joe Slater'ın çılgınca ve fantastik kavramlarına yavaş yavaş
karşı konulmaz bir merak duymaya başlamıştım. Adam, kafa
yapısı ve konuştuğu dil bakımından acınacak derecede
sıradandı; ama onun parıltılı, muazzam görüleri, barbarca
parçalanmış bir jargonla betimlenmesine rağmen sadece
üstün, hatta fevkalade bir beynin kavrayabileceği şeylerdi.
Onlara sahip olmasının dahiliğin gizli kalan bir kıvılcımı
olduğu söylenebilecek böylesi görüleri yozlaşmış bir
Catskilllinin vurdumduymaz imgelemi, zihninde nasıl
uyandırabilir diye kendime sık sık sordum. Hangi cahil
ahmak, Slater'in çılgınca hezeyanlarındaki ışıyan, parlak
göksel âlemler ve uzay hakkında bunca fikir edinebilirdi?
Önümde korkuyla çömelen bu acınacak kişilikte,
kavrayışımın ötesinde bir şeyin çarpık nüvesinin olduğuna
giderek daha çok inanmaya başladım; daha deneyimli ama
hayal gücü daha küçük olan meslektaşlarımın kavrayışının
sonsuzca ötesinde bir şey ...
Yine de bu adamdan somut hiçbir şey çıkaramıyordum.
Bütün soruşturmamın toplamı Slater'ın bir tür yarı cisimsel
rüya yaşamının içinde dolandığı ya da insanoğlundan
koparılmış ve insanoğlunun bilemeyeceği bir bölgede bulunan
göz alıcı, kocaman vadilerin, çayırların, bahçelerin, kentlerin
ve ışıklı sarayların üstünde yüzdüğüydü; orada rençper ya da
yozlaşmış biri olmadığı, mağrur ve hükmeder gibi yürüyen,
canlı bir yaşama sahip önemli bir yaratık olduğu ve ölümcül
bir düşman tarafından, uçucu bir yapıya sahip bir varlığa
benzeyen ama bir insan biçiminde olmayan, çünkü Slater onu
bir insan ya da başka bir nesne olarak değil şey diye
tanımlıyordu, kontrol altına alındığıydı. Bu şey, Slater'a
iğrenç, adlandırılamayan bir şey yapmıştı ki adam manyakça
(eğer manyaksa) öç almayı arzuluyordu.
Slater'ın işlerinden söz etme biçemine bakarak, onun ve
ışıltılı şeyin eşit koşullarda; adamın rüya varlığında düşman
ırkından biri olan ışıklı şey olarak karşılaştığı yargısına
varmıştım. Bu izlenim sık sık yaptığı, uzayda uçmak ve
ilerleyişini engelleyen her şeyi yakmaya ilişkin
değinmeleriyle destekleniyordu. Yine de bu kavramlar, onlara
hiç uygun olmayan kaba sözcüklerle dile getiriliyordu, ki bu
durum beni eğer bir rüya âlemi varsa sözel dilin, düşüncenin
aktarımı için aracı olmadığı sonucuna ulaştırıyordu. Bu
aşağılık bedende yaşayan rüya kişisi, bönlüğün basit ve tutuk
diliyle söylenemeyecek şeyleri konuşmak için umutsuzca
çırpmıyor olabilir miydi? Yüz yüze olduğum bu entelektüel
çıkarımlar onları keşfetmeyi ve okumayı öğrenebilsem, bu
gizemi açıklayabilir miydi? Benden daha yaşlı olan hekimlere
bu tarz şeylerden bahsetmedim; çünkü orta yaşlılar kuşkucu
ve şüphecidir, yeni fikirleri kabul etmeye pek eğilimli
değillerdir. Zaten enstitünün başındaki hekim, babacan tavrını
kullanarak aşırı çalıştığım ve zihnimin dinlenmeye ihtiyacı
olduğu hakkında beni geçenlerde uyarmıştı.
İnsan düşüncesinin temel olarak atomik ya da moleküler
hareketlerden oluştuğuna, hava dalgalarına ya da ısı, ışık,
elektrik gibi yayman enerjiye çevrilebileceğine uzun
zamandır inanıyordum. Bu inanç beni, daha önceden, uygun
bir donanım kullanıldığında telepati veya zihinsel iletişimin
olabilirliği üzerine düşünmeye yönlendirmişti ve üniversite
günlerimde, o ilkel, radyo öncesi dönemdeki kablosuz telgraf
hizmeti veren hantal aygıtlara benzeyen bir dizi alıcı ve verici
cihaz hazırlamıştım. Bunları bir öğrenci arkadaşımla denemiş,
ama bir sonuç alamamış, kısa bir süre sonra da onları başka
bilimsel araç gereçlerle birlikte gelecekte kullanılabilir
düşüncesiyle kutulayarak kaldırmıştım.
Şimdi, Joe Slater'ın rüya yaşamını araştırmak için yoğun bir
istek duymaya başladığım bu dönemde, o eski aygıtları
yeniden buldum ve birkaç gün boyunca onları çalışır hale
getirmek için onarmakla uğraştım. Onları yeniden bir kez
hazır hale getirdiğimde aygıtlarımı denemek için hiçbir fırsatı
kaçırmadım. Slater'ın şiddeti her patlak verdiğinde, zekâ
enerjisinin çeşitli varsayımsal dalgaları için devamlı ince
ayarlar yaparak; alıcıyı onun alnına, vericiyi kendiminkine
taktım. Düşünce izlenimlerinin nasıl olacağına ilişkin pek
fikrim yoktu; eğer başarılı olarak aktarılırlarsa beynimde bir
zekâ karşılığı oluşacaktı ve onları saptayıp
yorumlayabileceğime emindim. Buna uygun olarak
deneylerimi sürdürdüm, ama çalışmalarım hakkında kimseyi
bilgilendirmedim.
Olay, yirmi bir Şubat 1901'de gerçekleşmişti. Geriye dönüp
geçen yıllara baktığımda onun ne kadar gerçek dışı
göründüğünün farkına varıyor ve bazen yaşlı Doktor
Fenton'un, her şeyi benim ortalığı ayağa kaldıran hayal
gücüme yüklemekte haklı olup olmadığını merak ediyorum.
Ona anlattığımda beni pek kibar ve sabırlı bir şekilde
dinlediğini, sonra sakinleştirici tozlar ve gelecek hafta
çıkabileceğim şekilde bir yarı yıl tatili verdiğini anımsıyorum.
O meşum gecede çılgınca heyecanlı ve huzursuzdum, çünkü
kendisine gösterilen mükemmel tedaviye rağmen Joe Slater,
yanılgıya yer bırakmamacasına ölüyordu. Belki bu onun
dağlardaki özgürlüğünü özlemesi yüzündendi, belki de
beyninde kopan fırtına tembel doğalı bünyesinin
kaldıramayacağı kadar şiddetlenmişti; ama öyle veya böyle,
çürüyen bedenindeki hayat ateşi azalmış ve titreşerek
yanıyordu. Sona yaklaşırken iyice pineklemeye başlamıştı ve
karanlık çökerken huzursuz bir uykuya dalıyordu.
Tehlikeli olamayacak denli zayıf olduğunu gördüğüm için,
ölmeden önce zihinsel düzensizlik yüzünden uyanma
olasılığına rağmen, âdet olduğu üzere uyurken giydirilen deli
gömleğini bağlamadım. Ama kalan kısa zamanda rüya
âleminden ilk ve son mesajı alabilmek için ümidimi
kesmeden, kozmik 'radyo'mun iki ucunu onun basma ve
benimkine yerleştirmiştim. Hücrede, bizimle birlikte, aygıtın
amacını anlamayan ve amacımı sorgulamayı bile düşünmeyen
sıradan bir burslu hemşire vardı. Saatler ilerledikçe uyumak
üzere olan başının sakarca öne düştüğünü gördüm; ama adamı
rahatsız etmedim. Sağlıklı ve ölmekte olan adamın ritmik
soluk alışıyla ben de kısa süre içinde dalıp uyumuş
olmalıydım.
Beni uyandıran şey, esrarengiz, lirik bir melodinin finişiydi.
Çıldırmışcasına coşmuş görüşümün önünde çözümlenemez
güzelliğin heybetli manzarası açılırken, çalgı telleri,
titreşimler ve armonik esrimeler her yerden tutkulu bir şekilde
yankılanıyordu. Oynaşan ateşten duvarlar, sütunlar, sütün
başlıkları, yukarıya, havada yüzüyormuş gibi göründüğüm
betimlenemez bir harikanın tonozlu kubbesine doğru
sonsuzca yükselerek uzanan bölgeyi kuşatarak alevler içinde
bırakıyordu. Haz alan gözlerimin algılayabileceği her türlü
hoş sıfatı kaldırabilecek manzaralarla kaplı, yine de bir tür
parlayan uçucu esnek varlık, her şeye rağmen maddenin
özünden olabildiğince payını almış içeriğe sahip geniş
ovaların ve zarif vadilerin, yüce dağların ve davetkâr
mağaraların anlık görüntüleri, bu muhteşem görkem içinde
harmanlanıyor, daha doğrusu kaleydoskopik bir döngüyle ara
sıra onun yerini kapıyordu. Bakmayı sürdürdükçe bu
büyüleyici biçim değiştirişin anahtarını kendi beynimin
tuttuğunu anladım; çünkü bana görünen her manzara, değişen
zihnimin görmeyi en çok dilediği şeylerdi.
Cennete benzeyen bu âlemin ortasında bir yabancı gibi
dolaşmadım; çünkü her görüntü ve ses bana tanıdıktı; sayısız
çağlar önce olduğu gibi, gelecek sonsuzlukta da olacağı gibi. .
.
Ardından kardeşimin parlak halesi yaklaştı ve ruh ruha,
suskun ve mükemmel düşünce değişimiyle benimle
konuşmaya başladı. Saat, yaklaşan zaferin saatiydi; çünkü
benim arkadaş varlığım bozulan dönemsel bir esaretten
sonunda sadece kurtulmakla kalmıyor, sonsuza dek kaçarak
lanet olası gaddarı, göğün en uzak sahalarında bile izlemeye
hazırlanıyordu. Acaba orada küreleri sarsacak alevli bir öç mü
alacaktı? Bir süre böylece süzüldük. Sonra bir güç beni
gitmeyi en az isteyeceğim dünyaya çağırıyormuşcasına,
etrafımızdaki nesnelerde biraz bulanıklaşma ve solma fark
ettim. Yanımdaki şekilde bir değişiklik sezer gibiydi; çünkü
konuşmasını aşama aşama sonuçlandırdı ve diğer nesnelerden
biraz daha hızlı olarak görüşümden solup kendini sahneyi terk
etmeye hazırladı. Birkaç düşünce daha değişildi ve ışık
kardeşim için son kez olacak olmasına karşın, ışıldayanla
benim yeniden esarete çağrılacağımızı anladım. Hüzünlü
gezegen kabuğu neredeyse tükenmiş olan dostum, bir saatten
az bir sürede gaddarı Samanyolu boyunca izlemek ve
sonsuzluğun sınırına kadar yıldızları geçmek için özgür
olacaktı.
Oldukça belirgin bir şok, beni solan ışık sahnesine dair son
izlenimimden koparıyor, ani ve biraz da mahcup uyanışımın
ardından yatakta sabırsızca kıpırdanan ölen figürü görürken
sandalyemin üzerinden kalkıyordum. Joe Slater gerçekten
uyanıyordu; galiba son kez olarak...
Daha yakından baktığımda gördüm ki solgun yanaklarında
daha önce hiç var olmamış renkli benekler parlıyordu.
Slater'ın sahip olduğu karakterden daha güçlü bir kişilik
tarafındanmışcasına sıkıca bastırılmış dudakları da
alışılmadık görünüyordu. Sonunda bütün yüzü gerilmeye ve
gözleri kapalı bir halde başı huzursuzca dönmeye başladı.
Uyuyan hemşireyi kaldırmadım; ama rüya görenin
iletebileceği herhangi bir ayrılık mesajını yakalamak
amacıyla, telepatik 'radyomun' hafifçe kaymış kafa bandını
yeniden ayarladım. Birden, adamın kafası keskin bir şekilde
benden yana döndü ve gözleri açıldı; bu durum gördüğüm
şeye şaşkın, boş bakışlarla bakmama sağladı. Joe Slater,
Catskillli zavallı, bana bir çift ışıltılı, büyüyen ve mavisi pek
az derinleşmiş görünen gözleriyle bakıyordu. O bakışta ne
cinnet ne de yozluk görünmüyordu ve hiç kuşkusuz onun
ardında yüksek düzeyde etkili bir zihin gördüğümü hissettim.
Bu bağlamda zihnim kendisine işleyen düzenli ve dış
kaynaklı etkinin farkına varmıştı. Düşüncelerimi daha derin
yoğunlaştırmak için gözlerimi kapadım ve uzun zamandır
aradığım zihinsel mesajın geldiğinin olumlu bilgisiyle
ödüllendirildim. Her aktarılmış fikir kafamda çabucak oluştu
ve hali hazırda bir dil kullanılmamasına karşın, kavram ve
ifadeyi ilişkilendirme alışkanlığım öylesine bilenmişti ki
mesajı sanki bildik İngilizce'yle almışım gibiydi.
"Joe Slater öldü," dedi uyku duvarının ötesinden gelen
aracının, insanı taş kestiren sesi. Meraklı bir dehşetle açılmış
gözlerim, acı ifadesini aradı; ama mavi gözler hâlâ sakin bir
şekilde bakıyordu ve çehre hâlâ zekânın eseri olarak canlıydı.
"Ölmesi daha iyi; çünkü kozmik varlığın etkin zekâsını
taşımaya uygun değildi. Yontulmamış bedeni uçucu yaşam ve
gezegen yaşamı arasında gereken ayarlan yapma işini
başaramazdı. Çok fazla hayvan ve çok az insan gibiydi; yine
de onun yetersizliği sayesinde beni keşfettin; çünkü kozmik
ruhlar ve gezegen ruhları haklı olarak hiç karşılaşmamalıdır.
O, sizin kırk iki dünya yılınız boyunca benim gündüz
hapishanem ve işkencem altında yaşadı.
"Ben senin de rüyasız uykunun özgürlüğünde var olduğun
gibi bir varlığım. Ben senin ışık kardeşinim ve görkemli
vadilerde seninle birlikte havada süzüldüm. Bana, senin
gerçek benliğinin uyanık dünya benliğini anlatma izni
verilmemiştir; ama bizler engin uzamların gezgini ve çağların
yolcusuyuz. Gelecek yıl belki sizin eski dediğiniz Mısır'da ya
da bu zamandan üç bin yıl sonra gelecek olan zalim Tsan
Chan İmparatorluğu'nda olabilirim. Sen ve ben,
Arktürüs
(3)
civarında dönen dünyaların arasından kaydık ve
Jüpiter'in dördüncü uydusunda gururla sürünen böcek
filozoflar arasında yaşadık. Dünya, yaşam ve onun uzamı
hakkında ne denli az şey biliyor! Kendi huzuru için gerçekten
ne kadar az şey bilmek zorunda!
"Gaddar hakkında konuşamam. Siz Dünya'da onun uzak
varlığını istemeye istemeye hissettiniz: Bilmeden göz kırpan
fenere boş yere Umacı
(4)
, Şeytan Yıldız adını verdiniz.
Bedensel ayak bağlarıyla oyalanarak, çağlar boyunca
gaddarla karşılaşıp onu fethetmek için boşuna çabalayıp
durdum. Bu gece alevlenmiş tufansı bir intikamla salt
Nemesis
(5)
olarak gideceğim. Beni gökte, Şeytan Yıldız'ın
yakınında seyret.
"Daha fazla konuşamam; çünkü Joe Slater'ın bedeni
soğuyup katılaşıyor, beyni istediğim gibi titreşmeyi bırakıyor.
Sen bu gezegendeki tek dostum oldun: Beni, bu bedende
yatan itici, engelleyici şeyin içinden sezip arayan tek ruh...
Yine karşılaşacağız: belki Orion'un Kılıcı'nın
(6)
parlak
sislerinde, belki tarih öncesi Asya'nın çıplak yaylalarında,
belki bu gecenin anımsanmayan rüyalarında, belki de bu
zamandan çağlar sonra, güneş sistemi silinip süpürülünce,
başka bir biçimde..."
Bu noktada düşünce dalgaları apansız kesildi ve düş görenin
soluk gözleri - yoksa ölü adam mı demeliyim? - balığınkiler
gibi camlaştı. Yarı afallamış halde yatağa eğilip bileğini
tuttum; ama onu soğuk, katı ve nabızsız buldum. Benzi atmış
yanaklar yeniden solgunlaştı, kalın dudaklar, Joe Slater'ın
çürük, itici dişlerini açığa çıkaracak biçimde düşüp açıldı.
Titredim ve korkunç yüzün üstüne bir örtü çekip hemşireyi
uyandırdım. Ardından hücreden çıkarak sessizce odama
gittim. Hatırlayamayacağım rüyalar için ani ve anlatılamaz bir
açlık hissettim.
Ya hikâyenin doruk noktası? Hangi düz, bilimsel öykü böyle
bir retorik etkiye sahip olmakla övünebilir? Ben sadece bana
ilginç gelen bazı şeyleri, olaylar olarak ve onları istediğiniz
gibi yapılandırmanıza fırsat vererek kaydettim. Çoktan kabul
ettiğim gibi, üstüm, yaşlı Doktor Fenton, değindiğim her
şeyin gerçekliğini inkâr ediyordu. Sinirsel zorlama yüzünden
çöktüğüme ve gayet cömertçe bana verdiği tam ücretli uzun
bir tatile fena halde gereksindiğime yemin ediyordu. Joe
Slater'ın, yalnızca fantastik kavramları, en yozlaşmış
topluluklarda bile rastlanan kaba, kalıtsal halk masallarından
kaynaklanmış olması gereken, düşük dereceden bir paranoyak
olduğuna dair beni meslek şerefi üzerine temin ediyordu.
Bana bütün bunları söylüyordu ama yine de Slater'ın
ölüşünün ardından geceleyin gördüklerimi unutamıyordum.
Benimkini peşin hükümlü bir tanık olarak kabul etmeyesiniz
diye, bu son tanıklığa başka bir kalem eşlik etsin ki bu belki
beklediğiniz havayı verir. Perse Novası yıldızının
(7)
aşağıdaki
açıklamasını pek saygın gökbilim otoritesi Profesör Garrett P.
Serviss'in sayfalarından harfi harfine aktarıyorum:
"22 Şubat 1901'de, Edinburgh'dan Doktor Anderson
tarafından Algol'dan çok uzak olmayan harikulade bir yıldız
keşfedildi. O noktada daha önceden başka hiçbir yıldız
görünmüyordu. Yirmi dört saat içinde ilk kez görülen bu
yıldız öyle parlak bir hale geldi ki Kapella'yı
(8)
gölgede
bıraktı. Bir iki hafta içinde görünür derecede solgunlaştı ve
sonraki birkaç hafta içinde çıplak gözle zor seçilebilir hale
gelmişti."
1919
Dostları ilə paylaş: |