Ustanın on beş yaşındayken yazdığı bu öykü, ilk kez on üç
yıl sonra, Haziran 1918'de, The Vagrant, No. 7'de
yayınlanmıştır.
(1)
Mamut Mağarası Ulusal Parkı: ABD'de, Kentucky eyaletinin orta batı
kesiminde, kireçtaşı oluşumlu bir mağaralar sistemini içine alan park. 1941
yılında, 21.213 hektarlık bir alan üzerine kurulmuştur. Bulunan farklı
düzeylerdeki yeraltı geçitlerinin toplam uzunluğu 492 km'den fazladır. Suyun
kireçtaşını çözündürmesiyle oluşan mağaralardaki çözünme, günümüzde de
sürmektedir. Doğal sıcaklığın 12
derece
olduğu mağaraların içinde çok
sayıda jeolojik oluşum, akıntılar ve göller bulunmaktadır. Evrim sürecinde
karanlık çevreye uyum sağlayan çeşitli böceklerin yaşadığı mağaralardaki
bitkilerin tümü çeşitli mantar türleridir. Mağaraların üzerindeki alan sert
odunlu ağaçlarla kaplıdır. Mağaraların içinde Kolomb öncesi döneme ait
olduğu sanılan mumyalanmış Yerli cesetleri de bulunmuştur.
Simyacı
Atalarımın eski şatosu, etrafındaki balta girmemiş ormanın
boğum boğum ağaçlarıyla birlikte, etekleri ağaçlı, kabarık bir
dağın çimenli, yüksek zirvesini taçlandırırcasına
yükseliyordu. Onurlu soyu, yosun tutmuş surlarından bile
daha eskiye uzanan bu aileye, bir yuva ve kale olarak hizmet
eden şatonun mağrur burçlarındaki mazgallar, yüzyıllar
boyunca aşağıdaki yabani ve engebeli kırları sert bakışlarla
izlemişlerdi. Zamanın yavaş ama kudretli baskısı altında
ufalanan, nesillerin saldırılarıyla lekelenen bu kadim küçük
kuleler, feodalizm çağında, Fransa'nın en heybetli ve
yenilmez kalelerinden birini oluşturmuştu. Baronlar, kontlar,
hatta krallar, şatonun aşağıya kızgın yağlar ve benzeri şeyler
dökmek için hazırlanmış mazgallarının, güçlendirilmiş
siperlerinin ardında saldırganlara meydan okumuş, geniş
koridorları hiçbir zaman istilacıların ayak sesleriyle
yankılanmamıştı.
Ama eskinin o görkemli yıllarından bu yana her şey
değişmişti. Karanlık bir gereksinimden biraz daha iyi bir
seviyede yaşanan yoksulluk ve ticari yaşamın
meşguliyetleriyle bir parça olsun teselli bulmayı engelleyen
saltanat gururu, soyumuzun evlatlarını eski dönemlerin
ihtişamlı hayatlarını sürdürmekten alıkoymuştu; surlardan
kopup düşmüş taşlar, bahçelerde aşın büyüyerek her şeyi
örten bitkiler, kurumuş ve toz toprak içindeki kale hendeği,
zemini bozulmuş avlular, devrilecek gibi yan yatmış kuleler,
çökmüş yer döşemeleri, kurt yeniği lambriler ve solmuş
goblenler içeren görüntü yıkılmış bir ihtişamın kasvetli
öyküsünü anlatıyordu. Çağlar geçtikçe, şatonun dört
muhteşem kulesinden önce biri, sonra bir diğeri, ta ki sonunda
tek bir kule, efendilerin sayıları azalmış hüzünlü torunlarına
mesken olmayı sürdürene dek, harabe olmaya terk edilmişti.
Mutsuz ve lanetli C- Kontları'nın sonuncusu olan ben,
Antoine, ayakta kalmayı sürdüren bu kulenin geniş ve
kasvetli odalarından birinde, gün ışığını ilk kez, doksan uzun
yıl önce görmüştüm. Sorunlu yaşamımın ilk yıllarını, bu
duvarların arasında ve karanlık, gölgeli ormanların, vahşi
koyakların, yamaçtaki mağaraların içinde geçirmiştim.
Annemi ve babamı hiç tanımadım. Babam otuz iki
yaşındayken, ben doğmadan bir ay önce, terk edilmiş kale
mazgallarından, her nasıl olduysa, yerinden çıkan bir taşın
kafasına düşmesiyle öldürülmüştü. Annemse beni doğururken
ölmüş ve bütün bakımım, eğitimim, geride kalan son
hizmetkârımızın üzerine, adını Pierre olarak hatırladığım
yaşlı, güvenilir ve son derece zeki bir adama kalmıştı. Ben
yalnız bir çocuktum ve atalarımdan bana miras kalan bu
arkadaşsızlık, yaşlı gardiyanımın, dağın eteklerini çevreleyen
düzlüklerde, oraya buraya yayılmış evlerinde yaşayan köylü
çocuklarının dostluğundan mahrum bırakarak uyguladığı
tuhaf koruma yüzünden daha da büyümüştü. O zamanlar,
Pierre, bana zorla uyguladığı bu kısıtlayıcı kuralın, benim
soylu doğumumun alt tabakadan arkadaşlar edinmemem
gerektirdiği gerçeğiyle ilişkili olduğunu söylemişti. Ama artık
bu olayın asıl amacının, bayağı kiracıların küçük
kulübelerindeki ocak ateşlerinin başında kısık seslerle
fısıldaşırlarken, soyumuzun üzerinde gezinen korkunç lanet
hakkındaki asılsız söylentilerin abartılı anlatımlarını duymamı
engellemeye çalışmak olduğunu biliyorum.
Böylece yalıtılmış ve etraftaki eğlenceden uzaklaştırılmış
olarak, çocukluk yıllarımda zamanımı şatonun tekinsiz
kütüphanesini dolduran kadim kitapların arasına dalarak veya
hiçbir amacım olmaksızın avare avare dolaşarak ya da dağın
eteklerini örten ve daima toz içindeki hayaletimsi ormanda
amaçsızca gezinerek geçirdim. Belki de etrafımdaki bütün bu
şeylerin etkisiyle, melankolinin gölgesi zihnimi çok erken ele
geçirmişti. Doğal olarak, okült ve karanlık konular ve
bunlarla ilgili çalışmalar, oldukça güçlü bir şekilde ilgimi
çekiyordu.
Kendi soyum hakkında çok az şey bilmeme izin verilmesine
rağmen, onlar hakkında edinmeyi başardığım ufacık bilgi bile
canımı fazlasıyla sıkmaya yetmişti. Belki de başlangıçta
bunun nedeni, yaşlı öğretmenimin büyük evimizden her
bahsedişimde içimde müthiş bir korku yaratan baba
tarafından atalarım üzerine benimle bir diyaloğa girme
konusundaki apaçık gönülsüzlüğüydü. Çocukluk çağından
çıktığım dönemde, bana daima çok tuhaf gelen ama artık son
derece bildik bir korkunçluğa sahip görünen bir konuyla bir
şekilde ilgili ama birbirinden bağımsız birtakım parçaları bir
araya getirmeyi başarmıştım. Bunaklığa yaklaştığım şu
günlerde artık bu konunun, ondan bahsetmeye gönülsüz olan
dilimden dökülmesine izin veriyorum. Sözünü ettiğim durum,
neslimin bütün kontlarının ölümle erken yaşlarında
tanışmalarıydı. Bir yandan, bu durumu kısa ömürlü
adamlardan oluşan bir ailenin doğal niteliği olarak kabul
ederken, diğer yandan da bu erken ölümler üzerine uzun uzun
düşünmekten ve unvanımı taşıyan insanların yaşamlarının
otuz iki yıldan daha fazla sürmesini engelleyen yüzyıllık bir
lanet hakkında sık sık konuşan yaşlı adamın sayıklamaları
arasında bağlantı kurmaya çalışmaktan kendimi alamıyordum.
Yirmi birinci doğum günümde, yaşlı Pierre bana bu durumun
ona sahip olanlarca sürdürüldüğünü söyleyerek kuşaklar
boyunca babadan oğula geçen ailevi bir belge verdi. Belgenin
içerdikleri, son derece ürkütücü bir nitelik taşıyordu ve
dikkatle okuduğum zaman endişelerimin en vahimini
doğruladığını gördüm. O zamanlar doğaüstü olaylara olan
inancım oldukça köklü ve kesindi, öyle olmasa gözlerimin
önüne serilmiş olan bu inanılmaz öyküyü küçümseyerek
reddetmem gerekirdi.
Elimdeki kâğıt, beni, içinde oturduğum eski şatonun
heybetli ve korkutucu bir kale olduğu on üçüncü yüzyıl
günlerine götürmüştü. Belgede, bir zamanlar bizim
topraklarımızda yaşamış, köylü sınıfının biraz daha üst
tabakalarında yer almasına rağmen, küçücük bir başarısı bile
olmayan, asıl adının Michel olmasına karşın uğursuz şöhreti
yüzünden Mauvais, Şeytan, adıyla anılan kadim bir adamdan
bahsediliyordu. Filozof Taşı
(1)
ya da Sonsuz Hayat İksiri
(2)
gibi
şeyler hakkında araştırmalar yapmış, kendi türünün
alışkanlıklarını aşan bir çalışma içerisine girerek Kara Büyü,
Simya konularında uzmanlaşıp ün salmıştı. Michel
Mauavis'in, gizli ilimlerde en az onun kadar yetenekli, Le
Sorcier ya da Sihirbaz diye çağrılan Charles adında genç bir
oğlu vardı. Dürüst halkın uzak durduğu bu ikilinin son derece
iğrenç işlerle uğraştıklarından şüpheleniliyordu. Yaşlı
Michel'in karısını Şeytan'a kurban etmek amacıyla diri diri
yaktığı ve bir sürü küçük köylü çocuğunun nedeni
anlaşılamaz yok oluşlarının esrarının bu ikilinin korkunç
kapılarının ardında yattığı konuşuluyordu. Ama yine de, baba
ve oğlun karanlık doğalarına, tüm kötülüklerini unutturan
insani bir ışıltı hakimdi; kötü ve yaşlı baba, evladını vahşi bir
coşkuyla severken genç de babasını bir çocuğun ailesini
sevmesi gerekenden çok daha büyük bir tutkuyla seviyordu.
Bir gece, tepedeki şato, Kont Henri'nin oğlu genç
Godfrey'in ortadan kaybolmasıyla birlikte kendini çılgın bir
karmaşanın içinde bulmuştu. Başlarında, oldukça öfkeli
babanın bulunduğu bir araştırma grubu, iki büyücünün kaldığı
küçük kulübeyi bastılar ve orada fokur fokur kaynayan
kocaman bir kazanla haşır neşir olan yaşlı Michel
Mauvais'yle karşılaştılar. Zaptedilemez bir öfke ve çaresizlik
içinde bulunan Kont, kesinleşmiş bir nedeni olmaksızın yaşlı
büyücüyü yakaladı ve adamın bu ölümcül kavrayışı
bittiğinde, büyücü artık yaşamıyordu. Bu arada, neşe içindeki
uşaklar haykırarak genç Godfrey'i büyük şatonun uzak ve
kullanılmayan bir odasında bulduklarını ilan ediyorlardı, ama
zavallı Michel'in boş yere öldürüldüğünü söylemek için artık
çok geç kalınmıştı. Kont ve yardımcıları simyacının mütevazı
meskenini terk eder etmez, ağaçların arasında Charles Le
Sorcier'nin sureti beliriverdi. Etraftaki hizmetkârların
heyecanlı konuşmalarından neler olup bittiğini anlamıştı, ilk
başta babasının ölümünden etkilenmiş gibi görünmedi. Daha
sonra, yavaş yavaş Kont ile karşı karşıya gelmek için
ilerleyerek ağır ama korkunç vurgularla, C-'lerin soyuna
musallat olacak olan laneti haykırdı:
"Ölüm saçan soyundan hiçbir soylu vardığın yaştan daha
fazlasına varamasın!"
Bunları söyleyerek aniden gerisin geriye karanlık ormana
dalarken, gecenin mürekkebimsi perdesinin ardında
kaybolacağı sırada ceketinin cebinden babasının katilinin
suratına fırlattığı ve içi renksiz bir sıvıyla dolu küçük bir şişe
çıkardı. Kont tek bir söz bile edemeden oracığa yığılıp öldü
ve hemen ertesi gün gömüldü. Doğduğu saatten bu yana otuz
iki yıldan biraz daha fazlası geçmişti. Merhametsiz
köylülerden oluşan bir topluluk, tepenin etrafındaki ormanları
ve çayırları bir baştan diğer uca aramalarına rağmen, katilden
tek bir iz bile bulunamamıştı.
Böylece, hem zamanın geçmesi ve hem de olayı
anımsatacak hiçbir şeyin oluşmaması sayesinde, lanetin son
Kont ailesinin hafızasındaki daimi anısı giderek donuklaştı ve
böylece tüm trajedinin masum nedeni olan ve şimdi unvanı
taşıyan Godfrey, otuz iki yaşına geldiğinde avlanırken bir
okla öldürüldüğünde, onun dünyadan ayrılışı için keder
duymalarını gerektirecek hiçbir gizli düşünce oluşmayacaktı.
Ama yıllar sonra, Robert adındaki bir diğer kont idrak
edilebilir hiçbir neden olmaksızın, yakınlardaki bir tarlada ölü
bulunduğunda, köylüler aralarında, beklenmedik bir şekilde
meydana gelen bu erken ölümün yanında efendilerinin otuz
iki yaşını henüz doldurduğunu fısıldaşarak konuşacaklardı.
Robert'ın oğlu Louis ise, alın yazısını tayin eden o malum
yaşa geldiğinde kale hendeğinde boğulmuş olarak bulundu;
böylece yüzyıllar boyunca, uğursuz bir tarih akıp durdu.
Henri'ler, Robert'lar, Antoine'lar ve Armand'lar talihsiz
atalarının cinayete kurban gittiği yaşlarda mutlu ve erdemli
yaşamlarından çekilip alındılar.
Okuduğum sözcüklerden anladığım tek şey, yaşamımın geri
kalanının on bir yıldan daha fazla sürmeyeceğinin kaçınılmaz
bir gerçek olduğuydu. Önceleri, kendi hayatımı fazla kayda
değer bulmazken, kara büyünün saklı ve esrarengiz dünyasını
derinlemesine araştırıp kurcaladıkça, ona verdiğim değer her
geçen gün biraz daha artıyordu. Tecrit edilmişcesine bir
yalnızlık sürdürdüğüm için çağdaş bilimler beni çok fazla
etkilememişti, Orta Çağ konuları üzerinde, yaşlı Michel ve
genç oğlu Charles kadar yoğun bir şekilde, demonoloji
(3)
ve
simya öğretilerine ait eserler üzerinde çalıştım. Ama ne kadar
okuyup araştırdıysam da soyumun üzerindeki bu tuhaf lanete
hiçbir şekilde bir açıklama getirememiştim. Mantıklı
olabildiğim nadir anlarda, atalarımın erken ölümlerini
uğursuz Charles Le Sourcier'ye ve mirasçılarına
yükleyebileceğim doğal bir açıklama bulabilmek için çok
daha fazla uğraşırdım. Hatta, özenli soruşturmalar sonucunda
simyacının bilinen hiçbir torununun olmadığı bilgisine
ulaşmama rağmen okült araştırmalarıma geri döner ve bir kez
daha soyumu lanetin berbat ağırlığından kurtaracak bir büyü
bulabilmek için emek harcardım.
Bir konuda kesin kararlıydım. Asla evlenmemeliydim,
çünkü eğer aileme ait başka bir dal oluşturmazsam, kendimle
beraber bu laneti de sonlandırabilirdim.
Otuz yaşıma yaklaşırken yaşlı Pierre, öteki dünyaya göç etti.
Onu tek başıma, hayattayken çevresinde dolaşmayı çok
sevdiği kale taşlarının altına gömdüm. Böylece büyük kalede
düşünebilen tek insanoğlu olarak ben kaldım ve bu katıksız
yalnızlık içinde zihnim gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kötü
yazgıya direnmekten vazgeçmeye, neredeyse atalarımın
birçoğunun yüz yüze kaldığı kaderle barışmaya başladı. Artık
zamanımın çoğunu, gençken içimde duyduğum korku
yüzünden yaklaşamadığım eski şatonun yıkık, terk edilmiş,
hatta yaşlı Pierre'in bir seferinde bana anlattığına göre,
bazılarına neredeyse dört yüzyıldır tek bir insanın bile ayak
basmadığı koridorlarını ve kulelerini araştırarak
geçiriyordum. Karşılaştığım eşyaların çoğu oldukça tuhaf ve
dehşet vericiydi. Gözüme nice çağların tozuyla kaplanmış ve
nemden çürümüş mobilyalar ilişiyordu. Her yer, hayatımda
hiç görmediğim bollukta örümcek ağlarıyla kaplıydı. İçindeki
tek kiracıları yarasalar ve örümcekler olan bu kasvetli
bölgenin her tarafında, baş aşağı sarkmış bir şekilde duran
kocaman yarasalar, kemikli ve esrarengiz kanatlarını
çırpıyorlardı.
O malum yaşa gelene dek geçen günlerde, saatlerde,
kütüphanedeki yekpare saatin sarkacının lanetlenmiş var
oluşumu anlatan her hareketini zihnimde özenle kaydettim.
Sonunda, büyük bir kaygıyla uzun süredir kafa yorduğum o
malum zamana yaklaştım. Atalarımın pek çoğu, Kont
Henri'nin öldüğü malum yaşa ulaşmadan kısa süre önce bir
kıskıvrak yakalanma duygusuna kapıldıkları için, ben de
yakında gelecek olan meçhul ölümüm için her dakika
tetikteydim. Lanetin hangi garip biçimde beni yakalayacağını
bilemiyordum; ama en azından, karşısında korkak ve pasif bir
kurban bulmaması gerektiğine karar vermiştim. Gücümü
yeniden toparlayarak, kendimi eski şatoyu ve içindekileri
incelemeye yoğunlaştırdım.
Bütün hayatımın neticelendiği o doruk anma geldiğimde
soluk alıp vermeye devam edebileceğime dair en ufak bir
umudum kalmadığı gibi, dünyada kalışımın son noktasını
işaretlemek zorunda kalacağım o kaçınılmaz ölüm saatine bir
haftadan daha az bir süre kalmıştı ve ben şatonun terk edilmiş
kısımlarında çıktığım keşif gezilerinin en uzun olanlarından
birindeydim. Sabahın en güzel zamanlarını, bakımsızlıktan
harap olmuş kulelerin birinde, yarı yarıya yıkılmış
merdivenleri inip çıkarak geçiriyordum. Öğleden sonranın
ilerleyen vakitlerinde, aynı zamanda bir Orta Çağ zindanına
ya da yeni kazılmış bir barut ambarına benzeyen daha
aşağıdaki bölümleri araştırdım. Duvarları güherçileden kabuk
tutmuş koridoru yavaş yavaş geçerken, merdivenin son
basamağına geldiğimde taş zemin iyice nemlenmeye başladı
ve biraz sonra elimde titreyen meşalenin ışığı altında daha
fazla ilerlememi engelleyen boş ve nemle lekelenmiş bir
duvar gördüm. Adımlarımı, gerisin geriye, geldiğim yöne
çevirdiğimde, gözlerim, ayağımın altında boylu boyunca
uzanmış ve üzerinde bir zil olan küçük bir yer kapağına ilişti.
Zorlukla ve duraksayarak kapağı kaldırmayı başardığımda,
elimdeki meşalenin cızırdamasına neden olan zehirli gazları
yayan ve titrek ışıkta taş basamakların en üstündeki merdiveni
gösteren kara bir delik açığa çıktı.
Ürkütücü derinliklere doğru indirdiğim meşale, serbestçe ve
titremeksizin yandığında aşağı inmeye başladım. Çok fazla
basamak vardı ve bu basamaklar yerin epey altında olduğunu
anladığım, taş döşeli, dar bir dehlize doğru uzanıyordu.
Dehlizin oldukça uzun olduğu çok açıktı ve dehliz,
mekândaki rutubet yüzünden üzerine damlacıklar birikmiş
olan, onu açmak için harcadığım bütün çabalara direnen,
meşeden yapılmış yekpare bir kapıyla sona eriyordu. Bir süre
sonra bu yöndeki çabalarımdan vazgeçerek, basamaklara
doğru birkaç adım atmıştım ki birdenbire insan zihninin
algılayabileceği en sarsıcı ve delirtici şoklardan biriyle karşı
karşıya kaldım. Hiçbir uyarı olmaksızın arkamdaki ağır
kapının gıcırdadığını ve paslı menteşelerinin üstünde dönerek
yavaşça açıldığını duydum. O an için duyularım çözümleme
yetisini yitirdi. En az eski şato kadar tamamen terk edilmiş
olduğunu sandığım böyle bir yerde, bir insanın ya da ruhun
varlığına tanıklık etmekle karşı karşıya kalmak beynimde en
uç tanımların korkusunun oluşmasına neden olmuştu. Nihayet
arkama dönüp de sesin geldiği yere baktığımda manzara
karşısında gözlerim yuvalarından fırlamıştı. Kadim gotik
kapının yanında bir insan sureti duruyordu. Kafasında takke,
üzerinde Orta Çağ'a ait uzun, koyu renkli bir entari olan bir
adamdı. Uzun saçlarıyla kabarık sakalı keskin, korkunç bir
siyahlıkta ve inanılmaz bir sıklıktaydı. Alnı alışılmış ölçülerin
ötesinde bir açıklıktaydı; oldukça çökük görünen
yanaklarında derin çizgiler vardı; çengele benzeyen elleri,
uzun, yıpranmış ve başka hiçbir insanda görmediğim kadar
mermeri andıran ölümcül bir beyazlıktaydılar. İskeleti andıran
sureti, tuhaf bir şekilde bükülmüş ve kendine has giysisinin
bol kıvrımları içinde neredeyse kaybolmuş gibiydi. Ama
hepsinden tuhafı derin karanlıkların ikiz mağaralarına
benzeyen gözleriydi, günahkârlık derecesinde zalimce olduğu
kadar engin bir zekâ ifadesine sahipti. Ruhumun içine işleyen
ve beni olduğum yere mıhlayan kin dolu bakışları artık
üzerime sabitlenmişti.
Bu insan sureti, en sonunda, kanımı donduran, kuvveden
fiile geçmemiş bir kötü niyet ve ruhsuz bir sahtelik taşıyan
gürleyen bir sesle konuştu. İçinde üstü kapalı laflar olan dili,
Orta Çağ'ın daha eğitimli kesimlerinde kullanılan ve eski
simyacıların, demonologların çalışmaları üzerine yaptığım
uzun incelemeler sayesinde aşina olduğum Latince'nin biraz
bozuşmuş bir biçimiydi. Karşımdaki görüntü, evimizin
üzerinde dönüp duran lanet hakkında konuştu, yaklaşmakta
olan sonumdan bahsetti, atalarımın yaşlı Michel Mauvais'e
karşı yaptıkları yanlışın üstünde durdu. Büyücü Charles Le
Sorcier'nin intikamından şeytani bir haz duyuyordu. Genç
Charles'in gecenin içinde nasıl kaybolduğunu, sonraki
yıllarda, varis Godfrey tam babasının öldürüldüğü yaşa
geldiğinde, bir okla onu öldürmek için geri dönüşünü,
malikâneye gizlice girişini, o zamanlar bile son derece ıssız
olan ve kapısı şu anda öyküyü anlatan korkunç sureti
çerçeveleyen yeraltı odasına yerleşmesini, Godfrey'in oğlu
Robert'ı bir tarlada yakalayıp boğazından aşağı zorla zehir
akıtışını ve onu oracıkta, otuz iki yaşındayken ölüme terk
edişini, böylece kin dolu lanetinin tiksindirici koşullarını
devam ettirdiğini anlattı. Tam bu noktada, büyücü Charles'in
doğa kanunlarına göre ölmüş olması gereken zamandan bu
yana, lanetin nasıl yerine getirildiği hakkındaki büyük
gizemin çözümünü aramaktan vazgeçtim, çünkü adam,
özellikle, Charles Le Sorcier'nin sonsuz hayat ve gençlik
veren, muhtemelen kendisinin de içtiği sonsuz hayat iksiri
hakkındaki araştırmaların üzerinde durarak iki büyücünün
engin simya çalışmalarını anlattı .
Gösterdiği şevk, başlarda yakamı bir türlü bırakmayan kötü
niyetli gözlerindeki karanlık hainliği bir anlığına yok etmiş
gibiydi, ama aniden o şeytani bakışı geri geldi ve yabancı
adam, yılan tıslamasına benzeyen sarsıcı bir sesle küçük bir
cam şişeyi havaya kaldırdı. Tıpkı, büyücü Charles'ın altı
yüzyıl önce atalarıma yaptığı gibi, niyetinin beni öldürmek
olduğu açıkça görülüyordu. Bir tür kendini koruma
içgüdüsüyle hareket ederek şimdiye kadar kımıldamamı
engelleyen büyüyü dağıtarak sönmek üzere olan meşalemi
varlığımı tehdit eden yaratığa doğru fırlattım, yabancının
giydiği entari alev alıp berbat manzara dehşetengiz bir
parlaklıkla aydınlandığında, şişenin koridor taşları üzerinde
büyük bir gürültüyle kırıldığını duydum. Sözde katilin
korkunç ve aciz intikam çığlıkları zaten alt üst olmuş
sinirlerimi çok fazla germişti. Bitkin bir halde yapışkan
zemine yüzükoyun düştüm.
Kendime geldiğimde, her yer son derece korkunç bir şekilde
karanlıktı, olup biteni hatırlamaya başlayan zihnim olay
üzerine daha fazla kafa yormaktan kaçındı, ama yine de
merak duygusu her şeyin önüne geçti. Kendi kendime, bu
şeytan görünümlü adamın kim olduğunu ve kale duvarlarını
nasıl aştığını sordum. Neden Michel Mauvais'in ölümünün
intikamını almak için uğraşması gerekiyordu ve Charles Le
Sorcier zamanından beri uzun yüzyıllar boyunca bu berbat
lanet nasıl olmuştu da devam ettirilmişti. Omuzlarımdan
yılların korkusu kalktı, çünkü biliyordum ki devirdiğim adam
üzerimdeki lanetten kaynaklanan bütün tehlikenin asıl
kaynağıydı; ve artık serbesttim, yüzyıllardır, soyuma musallat
olan uğursuz şey hakkında daha fazla bilgi edinme arzusuyla
yanıp tutuşuyordum ve gençliğimin uzun süren bir kâbus
olduğunu anladım. Başka araştırmalarda bulunmaya karar
vermiş bir halde, çakmaktaşı ve bıçak bulmak için ceplerimi
yoklayıp yanımda getirdiğim sönmüş meşaleyi yeniden
yaktım.
Işık ilk önce gizemli canavarın biçimi bozulmuş ve kararmış
bedenini aydınlattı. Korkunç gözleri kapalıydı. Karşımdaki
manzaradan tiksinerek arkamı döndüm ve Gotik kapının
ardındaki odaya girdim. Orada bulduğum, bir simyacının
laboratuvarına fazlasıyla benzeyen bir yerdi. Bir köşede,
meşalenin ışığı altında görkemli bir şekilde parlayan sarı
metallerden oluşmuş büyük bir yığın vardı. Altın olabilirlerdi,
ama onları incelemek için duraksamadım, çünkü katlanmak
zorunda olduğum şey beni tuhaf bir şekilde etkilemişti.
Salonun uzak ucunda dağın eteklerindeki karanlık ormanın
vahşi derelerinden birine açılan kurşun çerçeveli bir pencere
vardı. Artık adamın şatoya nasıl girdiğini anlamış olarak
merak içinde geri döndüm. Kafamı başka tarafa çevirip
yabancının kalıntılarına bakmamaya çalışarak üzerinden
geçmeye niyetlendim, ama bedenine yaklaştığım sırada, sanki
yaratık tam olarak can vermemişti ve bir an için yattığı yerden
zayıf bir ses işittiğimi sandım. Dehşet içinde, yerde yatan
kömürleşip büzülmüş bedeni incelemek üzere geri döndüm.
Daha sonra, birdenbire, yanmış yüzünden bile daha
karanlık, tüyler ürpertici gözleri, yorumlayamadığım bir
ifadeyle kocaman açıldı. Çatlak dudakları, anlamakta zorluk
çektiğim kimi kelimeleri bir araya getirmeye çalışıyordu. Bir
ara Charles Le Sorcier adını duyar gibi oldum ve yine
bükülmüş dudaklarından "yıllar", "lanet" gibi sözcüklerin
çıktığını zannettim. Hâlâ kesik kesik konuşmasının ne ifade
ettiğini kavramak için çok büyük çaba harcıyordum.
Anlatmak istediği şey karşısındaki apaçık cahilliğim
yüzünden şimşek gibi çakan zift rengi gözlerini, yeniden hain
bir ifadeyle bana doğru çevirdi. Ta ki, karşımdaki düşmanda
da gördüğüm bir acizliklikle ona bakıp korkudan titreyene
kadar.
İğrenç adam, aniden son bir kuvvetle harekete geçerek
berbat durumdaki başını ıslak ve çökük merdivenlerden
yukarıya doğru kaldırdı. Ardından, ben orada korkudan felç
olmuş bir şekilde dikilirken, en sonunda sesine yeniden ulaştı
ve son nefesinde, daha sonra bütün gün ve gecelerime
musallat olacak o kelimeleri böğürdü. "Aptal!" diye feryat
etti. "Sırrımı hâlâ anlayamadın mı? Senin kafanda hiç beyin
yok mu, ki altı uzun yüzyıl boyunca şatoya musallat olan
korkunç lanetin beslendiği arzunun farkına varamıyorsun?
Sonsuz yaşamın ulu iksirini sana daha önce anlatmadım mı?
Simya'nın sırrının nasıl çözüldüğünü bilmiyor musun?
Anlatayım sana; o bendim! BEN! BEN! İntikamımı
sürdürebilmek için altı yüzyıl boyunca yaşıyorum. Çünkü ben
Charles Le Sorcier'yim!"
1908
Dostları ilə paylaş: |