Nefes-
veya -Eter ve Hava
YASAMA ATESi
ERMiSLiK BASAMAK
LARI
TİBETTEKi ANITLAR MODELi
142
Biz yeryüzünde bir şeyler öğrendiğimize ve yalnızca yer
yüzünde ıstırap çektiğimize inanıyoruz. Bizim için Öteki
Dünya, bedenimizin dışına çıktığımız zaman gittiğimiz bir
yer, bizim gibi bedenlerinden sıyrılmış gerçek varlıklarla
karşılaşabileceğimiz bir yerdir. Bizim bu değişik boyutların,
erişilebilecek en yüksek noktasına verdiğimiz isim,"Altın
Işık Ülkesi"dir. Öldükten sonra ya da uyurken, astral varlığı
mızda bulunduğumuz sürece, sevdiğimiz insanlarla birlikte
olabileceğimizden eminiz, çünkü onlarla (titreşim olarak)
belli bir uyum içindeyiz. Hoşlanmadığımız kimselerle kesin
likle karşılaşmayız, çünkü bu bir uyumsuzluk durumu orta
ya çıkarır ve Altın Işık Ülkesi'nde bu gibi durumlara yer yok
tur.
Bütün bu olaylar zamanında kanıtlanmışlardır ve aslın
da Batı kuşkuculuğunun ve maddeciliğinin, bu bilimin ge
rektiği biçimde incelenmesini önlemiş olması oldukça üzücü
bir durumdur. Zamanında inanılmamış, olamaz denilen pek
çok şey kanıtlanmıştır. Telefon, radyo, televizyon, uçak ve
daha pek çok şey gibi.
143
11
TRAPPA
Genç kararlılığım içinde, sınavı ilk girişimde kazanma
ya karar vermiştim. On ikinci doğum günüm yaklaştıkça ça
lışmalarımı yavaşlattım; sınavlar doğum günümün ertesi
günü başlayacaktı. Geçen yıllarım son derece yoğun bir çalış
mayla geçmişti. Astroloji, bitkisel ilaçlar, anatomi, dini töre
ler ve tütsülerin doğru bileşimleriyle, güzel yazı yazma sana
tı, Tibet ve Çin dilleri ve matematikle. Tüm bu yıllar bo
yunca Judo'dan başka zaman ayırabildiğimiz pek az oyun oy
namıştık. Üç ay kadar önceydi, bir gün Lama Mingyar Don-
dup bana, "Bildiklerini çok fazla tekrar etme Lobsang. Bu
kafanı iyice karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Sınavda
önemli olan rahat olmaktır; şimdi olduğun gibi olursan, o
zaman bütün bildiklerini hatırlarsın" demişti.
Böylece sınav günü geldi. Sabah saat altıda ben ve ben
den başka on beş aday daha, sınav salonunda toplandık. Ka
famızı doğru düşünebileceğimiz bir rahatlığa kavuşturmak
için yapılan kısa ayinden sonra, bize verilen temiz elbiseleri
giyip, yol gösteren Baş Müfettiş'in ardından sınav salonunun
küçük tapınağından çıkıp, her yanı kapalı hücrelerin önüne
geldik. Bu hücreler, bir metreye üç metre genişliğinde, iki
buçuk metre yükseklikte taştan yapılmış kutulardı. Polis ra
hipler kutuların dışında sürekli olarak devriye geziyorlardı.
Her birimiz birer hücrenin önüne götürüldük. İçeri girmemiz
söylendi. Kapılar ardımızdan kapatıldı, kilitlendi ve mühür
lendi. Sonra rahipler duvarda bulunan ufak bir kapaktan,
yazı yazabilmemiz için gerekli malzemeyi ve birinci grup so-
144
Trappa
ruları dağıttılar. Yağlı çay ve tsampa da getirmişlerdi. Bu iş
le görevli rahip, günde üç öğün tsampa ve istediğimiz kadar
da çay verebileceğini söyledikten sonra gitti. Artık birinci
grup sorularla uğraşmaya başlayabilirdik. Her gün bir konu
olmak üzere, altı gün süreyle, sabahın ilk ışıklarından çevre
seçilemeyecek kadar karanlık olana dek çalışmak zorunday
dık. Hücrelerimizin tavanı açıktı, sınav salonuna ne kadar
ışık geliyorsa bizim de o kadar ışığımız vardı.
Sınav boyunca herkes kendisine ayrılmış olan hücrede
oturmak zorundaydı, dışarı çıkmamıza her ne nedenle olursa
olsun, izin verilmiyordu. Günün son ışıkları da kararmaya
başladığında, duvardaki kapak açıldı ve bir rahip kâğıtları
mızı istedi. Ertesi sabaha kadar hücrelerimizde uyumak üze
re yere uzandık. Bana kalırsa, herhangi bir konu üzerinde,
yanıtlanması on dört saat süren bir sınav kâğıdı, kişinin si
nirlerini ve bilgisini ölçmek için gerçekten yeter de artardı
bile. Altıncı günün akşamı yazılı sınavlar tamamlanmıştı.
Fakat o geceyi de hücrelerimizde geçirecektik. Sabah olunca
da hücrelerimizi temizlememiz ve bulduğumuz gibi bırakma
mız gerekiyordu. Günün geri kalan kısmı ise, istediğimiz gibi
geçirmek üzere bizimdi. Üç gün sonra, yazılı kâğıtlarımızın
okunması tamamlanıp, eksiklerimiz ortaya çıkarıldığında,
sıra ile sınav görevlilerinin karşısına çağrıldık. Yalnızca sı
nav kâğıtlarımızdaki eksik bölümlerle ilgili sorular bütün
gün boyunca sürdü.
Ertesi sabah on altımız birden, eskiden Judo derslerinin
yapıldığı odaya götürüldük. Bu kez de bastırma pozisyonları,
yakalama usulleri, incinmeden düşüş, yere atmalar, kendini
tutma konusunda bildiklerimizi ortaya koyacaktık. Her biri
miz, diğer adaylardan üçü ile birden çarpışacaktı. Kısa bir
süre sonra başarısızlar ayıklanıp çıkarıldı. Yavaş yavaş di
ğerleri de elendi ve en sonunda, Tzu'dan öğrendiklerim saye
sinde, bir tek ben kaldım geriye. En azından Judo'dan birin
cilikle geçmiştim! Fakat sadece ve sadece bir zamanlar in
safsız ve haksız bulduğum o ilk öğretmenim sayesinde.
Zor geçen sınav günlerinden sonra, kendimizi toparla-
145
mamiz için ertesi gün serbest bıraktılar bizi, öbür gün de
sınav sonuçlarını öğrendik. Benimle birlikte dört kişi daha
geçmişti. Şimdi Trappa, yani doktor rahip olacaktık. Sınav
lar boyunca hiç görmemiş olduğum Lama Mingyar Dondup
haber gönderip beni çağırtmıştı yanına. Odasına girdiğimde
sevinçle yerinden kalktı: "İşini iyi becerdin, Lobsang. Liste
nin ilk sırasında sen varsın. Soylu Reis, En Değerli Kişi'ye
özel bir rapor gönderip, senin hemen lamalığa yükseltilmeni
önerdi fakat ben buna karşı çıktım." Biraz şaşırdığımı görün
ce açıkladı: "Çalışıp hakkıyla geçmen daha doğru olur. Sana
lamalık statüsünün hemen verilmesi demek, pek çok şeyi at
layıp, ileride çok gerekli bulacağın pek çok şeyi öğrenmemen
demektir. Fakat yine de benim odamın yanındaki odaya taşı
nabilirsin, çünkü zamanı gelince o sınavı da vereceksin."
Böyle düşünmekte haklıydı. Rehberim'in en iyi olarak
düşündüğü her şeyi yapmaya her zaman için hazırdım. Be
nim başarımın onun başarısı olduğunu, beni bütün konular
da birinci olarak geçebileceğim şekilde eğitmek istediğini
fark etmek büyük zevk verdi bana.
Hafta sonuna doğru bir gün, En Değerli Kişi'nin gön
dermiş olduğu bir haberci geldi. Dili dışarıya sarkmış, soluk
soluğaydı; görünüşe bakılırsa yorgunluktan neredeyse ölmek
üzereydi! Bu haberciler, kendilerine emanet edilmiş olan me
sajı ulaştırmak için koşabildikleri kadar hızlı koşup, büyük
zorluklara katlandıklarını anlatabilmek için bütün aktörlük
yeteneklerini kullanırlardı. Potala ise buraya yalnızca bir
mil uzaklıkta olduğundan, rolünü gerektiğinden de iyi başar
mış olduğunu düşündüm.
En Değerli Kişi, göstermiş olduğum başarıdan ötürü
beni kutluyor ve bu günden sonra bir lama olarak kabul edil
diğimi bildiriyordu. Artık lama elbiseleri giyecek ve bu statü
nün sağladığı tüm haklara ve üstünlüklere sahip olacaktım
Rehberimle birlikte, lama sınavlarına on altı yaşıma geldi
ğim zaman girmeme karar vermişlerdi.
Artık bir lama olduğumdan, çalışmak için sınıfa bağlı
değildim ve eskisinden daha çok serbesttim. Böyle lama ol-
146
mam aynı zamanda, ileri derecede bilgili herkesin bana iste
diği zaman bir şeyler öğretmekte serbest olduğu, böylece bir
sürü şeyi yeterince çabuk öğrenebileceğim anlamına da geli
yordu.
Öğrenmek zorunda olduğum başta gelen konulardan bi
ri de bedeni gevşetme sanatıydı; bunu bilmeden gerçek meta
fizik çalışmalar yapılamazdı. Bir gün, bazı kitaplar üzerinde
çalıştığım bir sırada Lama Mingyar Dondup geldi yanıma.
"Lobsang, oldukça gergin görünüyorsun. Rahatlamadığın sü
rece, sakin bir düşünceye dalıp ilerleyemezsin. Bunun nasıl
yapıldığını göstereyim sana" dedi.
Sonra yere yatmamı söyledi. İnsan oturarak, hatta
ayakta bile rahatlayabilir, fakat başlangıçta sırtüstü yatarak
duruma alışmak daha iyidir. "Bir uçurumdan aşağı düştüğü
nü düşün" dedi. "Aşağıda, uçurumun dibinde yatıyorsun; bü
tün kasların gevşemiş, üzerine düştüğün bacakların çarpıl
mış, karmakarışık bir yığın halindesin. Ağzını rahat bırak,
hafif aralanmış olsun, çünkü yüz kasları ancak bu şekilde
gevşetilebilir." Bedenimi onun istediği biçime sokana dek
epey kımıldandım. "Şimdi, bedeninin üzerinde ufacık bir sü
rü insan olduğunu düşün. Kollarını ve bacaklarını çekiştirip,
kaslarını gerip rahatsız ediyorlar seni. Bu küçük insanlara
ayaklarından çekilmelerini söyle, böylece hiçbir his, hiçbir
hareket, hiçbir kasılma kalmasın orada. Hiçbir adalenin kul
lanılmadığından emin ol." Üzerimde gezinen küçücük insan
ları düşlemeye çalışarak öylece yattım. Ayak tabanlarımın
içinde kımıl kımıl oynaşan yaşlı bir Tzu düşündüm! Oh, on
dan kurtulmayı ne kadar da çok isterdim. "Sonra aynı şeyi
bacaklann için yap. Baldırlarında sürekli iş başında olan
ufacık bir yığın insanın olması gerekir Lobsang. Sabahleyin
sen zıplarken epey sıkı çalışıyordu onlar. Şimdi söyle onlara,
artık dinlensinler. Yukarıya kafana doğru yürüsünler. Hepsi
çıktı mı yukarı? Emin misin? Ortalığı bir daha yokla baka
lım. Kaslarını serbest bırak ki gevşek ve yumuşak olsunlar."
Birdenbire durup, işaret etti, "Bak!" dedi, "kalçanda birisini
unutmuşsun. Ufak bir adam bacağının üst kısmında sımsıkı
147
tuttuğu bir kası bırakmıyor. Onu dışarı çıkar Lobsang, onu
dışarı çıkar." En sonunda, onun istediği şekilde gevşemişti
bacaklarım.
Sonra, "Şimdi aynı şeyi kolların için de yap" dedi, "Par
maklarından başlayarak. Kolların hiçbir gerilme ya da kasıl
ma, hiçbir his duymayana dek. Bütün ufak insanları dışarı
ya çıkardığını düşün." Söylediklerini yapmak için var gü
cümle çalışıyordum. "Şimdi gövdenin kendisine geliyoruz.
Gövdenin bir manastır olduğunu varsay. İçeride, seni çalış
tırmak için, kaslarını yoran o rahipleri düşün. Artık gitmele
rini söyle onlara. İlk önce gövdenin alt kısımlarından başla,
bütün kaslarını gevşet. Dikkat et, neyle uğraşıyorlarsa o işi
derhal bırakmalarını ve gitmelerini söyle onlara. Kaslarını
serbest bıraktır, bütün kaslarını, öyle ki gövden yalnızca bir
örtü gibi kalsın üzerinde; öyle ki her yeri çöksün bu örtünün,
sarksın ve kendi düzlüğünü bulsun. İşte o zaman bütün ada
lelerin gevşemiş demektir."
İlerleme hızından hoşnut görünüyordu, devam etti: "Ka
fanın rahatlatılması çok önemlidir. Bakalım onun için neler
yapabileceğiz. Ağzına dikkat et, her iki kenarında da geril
miş birer kas var. Onları serbest bırak Lobsang, her ikisini
de serbest bırak. Ne konuşacaksın ne de yemek yiyeceksin,
onun için ağzını hiç germe lütfen. Gözlerin kısılmış, ama on
ları rahatsız edecek bir ışık yok burada, hafifçe kapat gözle
rini, çok hafif, hiç kasmadan." Sonra arkasını döndü ve açık
pencereden dışarı baktı. "Rahatlamayı en iyi biçimde yapan
bir örnek var dışarıda, güneşleniyor. Evet, bir kediyi örnek
alabilirsin, bu işi daha iyi becerebilen bir başka varlık yok
tur dünyada."
Tüm bunları birer birer yazmak oldukça vakit alıyor ve
okunduğu zaman da hiç kuşkusuz epey karışık gibi görünü
yor; fakat sadece birkaç denemeden sonra, yalnızca bir sani
ye içinde gevşeyebilmek çok basit bir olaydır. Yukarıda söz
ettiklerim, her zaman için sonuç alınabilecek bir rahatlama
sistemidir. Uygarlığın sorunlarıyla gergin bir yaşam süren
kimseler bu satırlarda yazılanları ve aşağıda anlattığım dü-
148
şünce sistemini uygularlarsa, bedenlerini biraz olsun gevşe
tip, rahat edebilirler. Lama Mingyar Dondup anlatıyordu:
"Eğer kafaca gerginsen, bedensel olarak gevşemiş olman hiç
bir yarar sağlamaz sana. Bedenin rahatlamış bir biçimde ya
tarken, kafanı da bir dakika için bırak ne düşünüyorsa orada
kalsın. Sonra kendini hiç sıkmadan izle bu düşünceleri ve
gerçekte neler düşündüğünü bir gör. Sonra bütün düşüncele
rini durdur, hiçbir şey düşünmemeye çalış ve yalnızca hiçlik
ten oluşan bir karanlık getir gözünün önüne; içinde bulun
dukları yerde durmaya zorladığın düşünceler bu karanlığı
aşıp ötesine geçmeye uğraşacaklardır. Hatta bu düşüncelerin
bir kısmı, başlangıçta bu karanlığa yenilmeyecekler ve onu
aşarak devinimlerini sürdüreceklerdir. İşte o zaman bu akıp
giden düşüncelerin ardından git, onları yakala, yeniden ka
ranlığın berisine getir ve tut onları orada. Bütün bu söyledik
lerimi gerçekten yaşamaya çalış kafanın içinde. Çok geçme
den bu karanlığı zorlayabilecek güçte bir düşünce kalmaya
cak ve hem bedeninde hem kafanda mutlak bir rahatlığın
hazzını duyacaksın."
Evet, anlatmaya çalışmak, yapmaktan çok daha zor ger
çekten. Oysa insanın kendini böyle rahatlatması hiç de öyle
uzun çalışmaları gerektirmez. Aslında insanların büyük bir
çoğunluğu düşüncelerini durdurup kafalarını dinlendirmez
ler. Bizim için bu gibi insanların gece gündüz çalışıp bedenle
rini gereğinden fazla yoran insanlardan hiçbir farkı yoktur.
Bize öğretilenlerin en büyük amacı, kafamızı, düşüncelerimi
zi kendi kontrolümüz altına, alıp, terbiye edebilme olanağı
vermekti. Judo da tüm inceliklerine dek öğretilirdi bize, çün
kü Judo, insanın kendi keîföîni kontrol edebilmesine yardım
eden çok önemli bir spordur. Judo öğretmenimiz olan lama,
kendisine hep birlikte saldıran on kişiyi rahatça yenebilirdi.
Adeta aşıktı Judo'ya ve bu sporu mümkün olduğu kadar ilgi
çekici bir hale sokabilmek için elinden geleni yapardı. Daha
önce de sözünü ettiğim gibi, boyuna yapılan hafif bir temas,
insanları, ne olduklarını bile anlamaya fırsat bırakmadan bir
anda bayıltabilirdi. Aslında insana bir zararı da yoktur bu
149
hareketin. Yalnızca hafif bir basınç, beyni zararsız bir biçim
de felce uğratmıştır. Anestezi diye bir şeyin bilinmediği
Tibet'te, çürük bir dişi çekerken ya da kırık bir kemiği yeri
ne yerleştirirken sık sık kullanılırdı bu özel dokunma sanatı.
Hasta bir anda her şeyden kopar, hiç acı çekmezdi. Bu sis
tem aynı zamanda, astral seyahat yapabilmek üzere astral
bedenin fiziksel bedenden rahatça ayrılabilmesi için de kul
lanılırdı.
Gördüğümüz bu Judo dersleri sayesinde, en kötü düş
melere karşı bile bağışıklık kazanmıştık. Judo'nun temel ku
rallarından biri de, yere nasıl zararsızca düşülebileceğini öğ
renmektir. Biz çocuklar için dört, dört buçuk metrelik duvar
lardan atlamak bir eğlence vesilesiydi!
Her iki günde bir yapılan Judo çalışmalarımıza başla
madan önce, Budizm'in esası olan Orta Yolun Basamakla
rını ezbere okumamız gerekirdi; bunlar şöyleydi:
Güzel Görüşler: Kişisel çıkarlardan ve düşlerden uzak
olan görüş ve düşünceler.
Güzel İstekler: Kişinin yüksek ve değerli amaç ve dü
şüncelerle sahip olduğu istekler.
Güzel Konuşma: Kişinin nazik, saygılı, samimi olduğu
konuşmalar.
Güzel Davranış: Kişinin barışsever, dürüst, başkalarını
da düşünen bir insan olması.
Güzel Geçinme: Kişinin insanları ya da hayvanları in
citmemesi, yaşayan birer varlık olarak hayvanlara da gerçek
değerini vermesi.
Güzel Çaba: Kişi kendini kontrol etmeyi bilmeli ve sü
rekli olarak kendisini eğitmelidir.
Güzel Düşünce: Güzel fikirlere sahip olmak, doğru ola
rak bilineni yapmaya çaba göstermek.
Güzel Vecit: Bu, hayat ve Gerçek Beri üzerinde yapılan
meditasyonla mümkün olabilir.
Eğer içinizden biri bu basamaklara aykırı bir davranış-
150
ta bulunmuşsa; tapınağın ana girişinde, yüzükoyun yere ya
tar, içeri girip çıkanlar da onun üzerine basıp geçerlerdi.
Suçlu burada şafaktan, karanlık basıncaya dek hiç kıpırda
madan, hiçbir şey yiyip içmeden yatmak zorundaydı. Evet,
aslında epey utanılacak bir durumdu bu. Artık bir lamay
dım. "Yüksek Kişiler'den biri. Bayağı iyi bir şeydi bu. Ancak
uyulması gereken o kadar çok kural vardı ki... Daha önceleri
bir rahibe yakışır yüz sekiz davranış kuralına uymak zorun
daydım; ama bir lama olarak uymam gereken kuralların iki
yüz elli üç tane olduğunu dehşetle öğrendim. Chakpori'de ya
şayan akıllı bir lama hiçbir zaman bozmazdı bu kuralları.
Dünyada ne kadar çok öğrenilecek şey varmış; kafam sanki
şişip de patlayacakmış gibi geliyordu bana. Fakat damın üze
rinde oturup, Dalay Lama'nın tam aşağıda bulunan Norbu
Linga'ya ya da Mücevher Parkı'na gelişini izlemekten çok
hoşlanıyordum. En Değerli Kişi'yi böyle yukarıdan seyreder
ken gizlenmek zorundaydım, çünkü hiç kimse ona daha yük
sek bir yerden bakamazdı. Yine aşağılarda, Demir Dağ'ın öte
yanında bulunan çok güzel iki bahçeyi de görebiliyordum bu
lunduğum yerden. Biraz daha kuzeyde bulunan Batı Kapı-
sı'nı da seyredebiliyordum. Bu görkemli anıtın, Drebung'dan
gelen ve Shö Kasabası'nı geçip, kentin merkezine giden yo
lun her iki yanında yükselen ayakları gerçek bir sanat şahe
seriydi. Daha yakında, hemen hemen Chakpori'nin eteğinde,
Budizm ve barış Tibet'e gelmeden önce, o savaş dolu günler
de yaşamış olan tarihi kahramanlarımızdan birinin, Kral
Kesar'm anısına dikilmiş bir anıt daha vardı.
Çalışma! En çok yaptığımız şey buydu. Ancak, harcadı
ğımız çabaya karşılık aldığımız ödüller ve zevkler de vardı.
Lama Mingyar Dondup gibi insanlarla birlikte çalışmak, ça
lışmanın yeterli, hem de fazlasıyla yeterli bir ödülüydü. Bu
lamalar, tek idealleri "barış" ve diğer insanlara yardım et
mek olan kişilerdi. Böyle yukarılarda bir yerde durup, ba
kımlı ağaçlarla bezenmiş bu yemyeşil vadiyi seyredebilmek
bile bir zevkti aslında. Sıra sıra dağların arasındaki vadiden
akıp giden mavi sulan, güneşin altında parıldayan anıtları,
151
güzel manastırları, ulaşılması olanaksız gibi görünen dik ve
kayalık uçurumları, bize bu kadar yakın olan Potala'nın al
tın kubbelerini, Jo-Kang'ın pırıldayan damlarını seyretmek
gerçekten çok güzeldi. İnsanların arasındaki dostluk, küçük
rahiplerin haşarı arkadaşlıkları ve tapınaklardan yükselen
tütsü kokuları dolduruyordu hayatımızı ve bunların hepsi de
güzel şeylerdi. Peki hiç zorlukla karşılaşmıyor muyduk?
Evet, hem de fazlasıyla zordu hayatımız. Ama yaşadığımız
bu güzel hayatın değerini ancak güçlükler anlatabilirdi bize.
Üstelik her toplulukta kıt anlayışlı, zayıf inançlı kişiler bulu
nur. Fakat burada, Chakpori'de gerçekten epey azdı bunla
rın sayısı.
152
12
BiTKiLER VE UCURTMALAR
Haftalar geçip gitti. Yapılacak, öğrenilecek ve planla
nacak o kadar çok şey vardı ki! Artık yüksek olaylarla ilgili
konulara daha derinliğine dalabilir, bunlarla ilgili özel bir
eğitim görebilirdim. Ağustos başlarında bir gün rehberim,
"Bu sene ot toplama grubu ile beraber biz de gideceğiz. Doğa
da gördüğün otlardan pek çok şey öğreneceksin. Sonra ger
çekten uçurtma uçurmanın ne demek olduğunu da öğretece
ğim sana" dedi. Bundan sonraki iki hafta boyunca herkes çok
meşguldü. Yeni deri torbaların yapılması, eskilerin temizlen
mesi gerekiyordu. Çadırlar gözden geçirilmeli, hayvanlar
uzun bir yolculuğa katlanabilecek şekilde bakılmalı, gerekli
kontroller yapılmalıydı. Grubumuz iki yüz rahipten oluşa
caktı. Hareket merkezimizi eski bir manastır olan Tra Yerpa'
da kuracak ve her gün buradan, yöredeki otları incelemek
üzere gruplar halinde dağılacaktık bölgeye. Ağustosun so
nunda büyük bir şamatayla yola çıktık. Bizimle gelmeyip,
manastırda kalacak olanlar, duvarların dibine kümelenmiş,
tatile ve yeniliğe gidenlere imrenerek bakıyorlardı. Bir lama
olarak, beyaz bir ata biniyordum artık. Aralarında benim de
bulunduğum birkaç kişi, bütün grup gelmeden Tra Yerpa'da
rahat birkaç gün geçirebilmek için, ancak çok gerekli aletleri
yanımıza alarak önden gidecektik. Atların günde on beş ya
da yirmi mil yol alabilmelerine karşın, yak öküzleri, sekiz-on
milden fazla gidemiyorlardı. Gideceğimiz yere daha çabuk
varmak istediğimiz için yükümüz oldukça hafifti. Ağır ağır
ardımızdan gelen yak öküzü konvoyunda bulunan hayvanla-
153
rın her birinin sırtında ise en azından yetmiş beş kilo vardı.
Yirmi yedi kişilik öncü grup olarak birkaç gün sonra
manastıra ulaştığımızda gerçekten sevinmiştik. Oldukça zor
bir yolculuk geçirmiştik. Aslında ata binmekten hoşlanma
yan bir tek ben vardım galiba; artık dörtnala giderken bile
kolaylıkla durabiliyordum atın üzerinde fakat hepsi o kadar
dı. Diğer birçok kişinin yaptığı gibi eğerin üzerinde ayağa
kalkamıyordum kesinlikle, oturduğum yere yapışıp kalmış
gibiydim. Ama olsun, pek öyle zarif bir binici olarak görün-
mesem de, hiç değilse güvenlik içindeydim. Manastırda yaşa
yan rahipler, dağ yamacından yukarı doğru tırmandığımızı
görmüşler, yağlı çay, tsampa ve sebze hazırlamışlardı bize.
Bizden hem yeni haberleri, hem de onlara getirdiğimiz gele
neksel armağanları bekliyorlardı dört gözle. Manastır tapı
nağının düz damının üzerinde bulunan tütsü mangalların
dan, yoğun duman sütunları yükseliyordu havaya. Yolculu
ğun sonuna geldiğimizi düşünerek yeniden kazandığımız ta
ze bir güçle atlarımıza yüklendik. Yanımda bulunan lamala
rın çoğunun kavuşacak eski dostları vardı burada. Üstelik
Lama Mingyar Dondup'u herkes tanıyordu anlaşılan. Rehbe
rim, bizi karşılayan kalabalığın arasında yitip gitmişti. Yine
her zamanki gibi dünyada tek başıma, yapayalnız kaldığımı
düşünürken, rehberimin sesini duydum: "Lobsang, nerede
sin?" Hemen yanıt verdim ve daha ne olduğunu anlamadan
kalabalık yarıldı. Bir girdap gibi dönerek içine aldı ve yuttu
beni. Rehberim çok yaşlı bir reisle konuşuyordu. Reis bana
döndü ve"Demek bahsettiğin bu. Güzel, güzel! Hem de çok
genç!" dedi.
İlgilendiğim tek şey, her zamanki gibi yemekti. Ama
başkaları da ilgileniyordu bu konuyla ki, daha fazla vakit yi
tirmeden hep birlikte yemekhaneye doğru yola koyulduk.
Sanki hâlâ Chakpori'deymişiz gibi büyük bir sessizlik içinde
yendi yemek. Chakpori'nin Tra Yerpa'nın bir kolu ya da Tra
Yerpa'nın Chakpori'nin bir kolu olup olmadığı hakkında bir
kararsızlık vardı. Aslında her iki manastır da Tibet'in en
eski manastırları arasındaydı. Tra Yerpa, bitkisel ilaçlar
154
hakkında çok değerli el yazması kitaplarıyla ünlüydü. Çok
güzel bir fırsattı bu benim için; bütün bunları okuyabilecek,
gerekli notları alabilecektim. Kitapların arasında, Chang
Tang dağlık bölgesine yapılmış olan ilk geziyle ilgili, bu garip
yolculuğa katılmış olan bir rahip tarafından yazılmış bir de
rapor vardı. Ancak o an için ilgimi en çok çeken şey, manastı
rın hemen yanı başında bulunan, uçurtma havalandıracağı
mız yaylaydı.
Arazi son derece garipti burada. Göz alabildiğine sürek
li olarak yükselen topraktan sivri tepeler fırlıyordu yukarıya.
Gittikçe yükselen geniş basamakları andıran tepelerin etek
lerinde, teraslanmış bahçeleri andıran düz yaylalar vardı.
Aşağılarda kalan yaylalar binbir çeşit bitkiyle örtülüydüler.
Yalnızca buralarda bulunan sarı taneli bir bitkinin, şaşıla
cak derecede güçlü bir ağrı kesici özelliği vardı. Rahipler ve
oğlanlar bu bitkileri toplar, yere serip kuruturlardı. Ben ar
tık bir lama olarak rahiplerin çalışmalarını kontrol etme
hakkına sahiptim. Fakat çok fazla ilgilendirmiyordu bu beni;
beni esas ilgilendiren, özelliklerini rehberimden öğreneceğim
değişik otlardı. Ama şu anda tek düşündüğüm, bir fırsatını
bulup, uçurtma uçurabilmekti. Manastır binasının az ileri
sinde sıra sıra ladin ağacı kütüğü vardı. Bu ağaçlar uzak bir
ülkeden getirilmişlerdi. Tibet'te bu cins ağaçlar büyümezdi.
Bunun özelliği, tahtasının hafif ve sağlam olması, bu yüzden
de uçurtma için ideal kabul edilmesiydi. Uçurtmaların işi
bittiği zaman tahtalar kontrol edilir ve zamanı gelince yeni
den kullanılmak üzere depoya kaldırılırlardı.
Disiplin pek gevşek değildi burada. Biz de dahil olmak
üzere hemen herkes tüm ayinlere katılıyordu. Ama aslında
daha iyiydi bu tabii, çünkü eğer işleri iyice gevşetirsek,
Chakpori'ye döndüğümüzde nasıl katlanırdık o sert disipline.
Aşağılarda uzanan toprak mor gölgelerle kaplanmışken,
biz burada bir dağın yamacına yapışmış gibi duran bu ma
nastırda hâlâ pırıl pırıl gün ışığındaydık. Ancak akşam rüz
gârı yavaş yavaş uğuldamaya başlamıştı bile. Az sonra güneş
uzaklardaki dağların ardından battı ve biz de alacakaranlığa
155
gömüldük. Aşağılarda bulunan kasaba simsiyah bir göl gibi
görünüyordu. Hiçbir yerde tek bir ışık pırıltısı bile yoktu.
Burada, dağın tepesinde bir manastırda kümelenmiş bizler
hariç, göz alabildiğine uzanan dağların arasında herhangi
bir canlıya rastlamak olanaksızdı. Güneşin batışıyla birlikte
şiddetlenen akşam rüzgârı, tanrıların görevine, yeryüzünün
köşelerinin tozunu alma işine başladı. Aşağıdaki vadiyi boy
lu boyunca süpürdükten sonra, dağ yamacı ile engelleniyor
ve ayine çağrıda bulunan dev bir gong gibi kasvetli bir inil
tiyle gürleyerek, bizim bulunduğumuz yamaca çıkmak üzere
kayaların arasındaki yarıklardan, yukarı doğru adeta patlı
yordu. Hava sıcaklığı şimdi iyice düşmüştü. Soğuyan ve bü
zülen kaya parçalarının çıkardığı gıcırtılar geliyordu her ta
raftan. Gökyüzünde yıldızlar parlak ve canlıydı.
Birdenbire, uğuldayan rüzgârı bastıran yeni bir ses du
yuldu. Tapınakta bulunan ve bir başka günün daha bittiğini
haber veren davulların sesiydi bu. Başımı kaldırıp baktığım
da, yukarıda, damın üzerinde duran rahiplerin siluetlerini
fark edebiliyordum. Elbiseleri sert rüzgârda uçuşuyorlardı.
Davulların çağrısı, bizim için gece yarısına dek sürecek bir
uyku vakti demekti. Binaların ve tapınakların çevresinde
benek benek toplanmış küçük rahip kümeleri, Lhasa'nın ve
onun ötesindeki dünyanın sorunlarını tartışıyordu. Gong se
siyle yavaş yavaş ayrıldılar birbirlerinden ve her biri kendi
yoluna gitti. Sonra sesler de yavaş yavaş azaldı ve nihayet
huzur dolu bir sessizlik kapladı ortalığı. Küçük bir pencere
den dışarısını seyrederek sırtüstü uzandım. Bu gece uyuya-
mayacak kadar meşguldü kafam. Yukarıda yıldızlar, önüm
de uzun bir hayat vardı. Önceden bildirilmiş pek çok şey bi
liyordum gelecekteki hayatım hakkında. Tibet hakkında ön
ceden verilen haberleri düşündüm. Niçin, niçin işgal edilme
miz gerekiyordu? Biz kime ne yapmıştık? Ruhen ve aklen ge
lişmekten başka hiçbir hırsı olmayan barışsever bir ülkey
dik. Niçin topraklarımıza göz dikmişti başka ülkeler? Bizim
olandan başka arzu ettiğimiz bir şey yoktu ki. Sonra, öteki
insanlar niçin bizi yenmek, esir etmek istiyorlardı? Tüm iste-
156
dığimiz kendi hayatımızı yaşamak, rahatsız edilmemekti.
Üstelik benden, ileride ülkemizi işgal edecek olan bu insanla
rın arasına karışmam, hatta daha başlamamış bile olan bir
savaşta bu istilacıların hastalarını iyileştirmem, yaralılarına
yardım etmem bekleniyordu. Olacakları önceden biliyordum,
olayların nasıl gelişeceğini, dönüm noktalarını da biliyor
dum, ama yine de arkalarda sürüklenen bir yak öküzü gibi
devam etmek zorundaydım bu yola. Evet, tam bir yak öküzü
gibi duracağım yerleri, iyi ya da kötü otlakların yerlerini ön
ceden bilerek, belli bir hedefe doğru ağır ağır, zahmetle iler
lemem gerekiyordu. Ama Hürmetle Selâm Bayırı'nı aşan bir
öküz, Kutsal Kent'i ilk gördüğü anda, karşılaştığı tüm güç
lükleri yaşamaya değer bulmuştu.
Tapınak davullarının gümbürtüsüyle sıçrayarak uyan
dım. Farkında bile değildim uyumuş olduğumun. Kafamda
rahiplere hiç de yakışmayan bir düşünceyle, uykudan uyuş
muş ellerimin arasından kayıp giden giysimi tutabilmek için
zorlukla kalkabildim ayağa. Gece yarısı m ü m k ü n ü yok uya
nık duramayacağım, inşallah şu merdivenlerden aşağı yu
varlanmam. Oh! Ne kadar soğuk burası! Bir lama olarak
uyulması gereken iki yüz elli üç kural mı? Eh, bunlardan bir
tanesi şimdiden bozulmuş durumda! Bu kadar ani bir şekilde
uyandırılınca, düşüncelerimin şiddetinden alıkoyamadım
kendimi. Manastıra benimle birlikte yeni gelmiş ve aynı şaş
kınlığın içinde olan diğerlerine katılmak üzere sendeleyerek
çıktım odadan dışarı. Zorlukla tapınağa gidip ilahi söyledik.
Şöyle bir soru sorulmuştu: "Madem başınıza gelecek
zorluk ve felaketleri biliyorsunuz, peki niçin önlemiyorsunuz
bunları?" Bunun en açık yanıtı şudur: "Eğer kehanetleri ön-
leyebilseydim, o zaman bunların doğru olmadığını yalnızca
bu önleme olayı kanıtlardı!" Aslında önceden verilen haber
ler sadece olasılıklardır, bu demek değildir ki insanların özel
isteği olmayacak. Aksine, örneğin bir adam Darjeeling'den
Washington'a gitmek isteyebilir. Başlangıç noktasını ve he
definin ne olduğunu bilir. Eğer bir haritaya bakmak zahme
tine katlanırsa, hedefine ulaşmak için normal olarak geçmesi
157
gereken belirli yerler olduğunu görür. Bu belirli yerlerden
geçmeden gitme olanağına sahipse de, bu her zaman tercih
edilen bir yol olmaz. Çünkü sonuç olarak yolculuk daha uzun
ve masraflı olabilir. Aynı şekilde bir adam otomobille Lon
dra'dan Inverness'e gitmek istediğinde, eğer tedbirli bir sü-
rücüyse haritaya başvurur ya da bir seyahat şirketinden bir
rehber alır. Sürücü böyle yapmakla kötü yollardan kaçınmış
ya da geçmek zorunda olduğu inişli çıkışlı arazide hazırlıklı
olur ve daha güvenli gider. Önceden bildirilen olaylar için de
durum aynıdır. Kolay yolu seçmek her zaman için doğru ol
maz. Bir Budist olarak ben yeniden dünyaya gelindiğine ina
nıyorum; öğrenmek için yeryüzüne geldiğimize inanıyorum.
İnsan öğrenciyken her şey çok zor ve acı gelir. Tarih, coğraf
ya, aritmetik, hangisi olursa olsun dersler kasvetlidir, sıkıcı
dır, gereksizdir. Ama bu zor okul bittikten sonra onun özle
mini çektiğimiz de olur. Bir rozet, bir kravat ya da bir rahip
elbisesinin belli bir rengi, o çektiğimiz sıkıntılarla gurur
duyduğumuzu anlatır bize. Hayat ta böyledir. Güç ve acıdır,
öğrenmemiz gereken şeyler yalnızca bizi denemek için hazır
lanmıştır. Fakat okuldan ayrıldığımızda, rozetimizi gururla
takarız. İşte ben de öldüğüm zaman rozet olarak, çektiğim
sıkıntıları belirleyen o rengarenk hâlemi takmak istiyorum!
Evet, şaşılacak bir şey yok. Ölmek yalnızca eski ve boş kabu
ğumuzu terk edip yeniden daha iyi bir dünyaya doğmaktır.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ayaklanmış, keşfe çık
mak için sabırsızlanıyorduk. Daha büyükler bir önceki ak
şam karşılaşamadıkları dostlarını arıyorlardı. Ben ise her
şeyden çok, hakkında pek çok şey duymuş olduğum o insan
uçuran uçurtmaları görmek istiyordum. İlk önce manastırı
baştan başa gezerek, çevremiz hakkında bilgi edinmeliydik.
Tapınağın damına çıkıp, çevremizde yükselen sivri tepelere
baktık, aşağılarda uzanan ve incecik bir şerit gibi görünen
dereleri seyrettik. Çok uzaklarda, suların sürüklediği çamur
la yüklü, sarı renkte, kabarmış bir ırmak görüyordum. Daha
yakınlarda, üzerleri hafif dalgacıklarla çırpinan gök mavisi
nehirler vardı. Az ötemizde şırıldayan incecik bir dere ya-
158
maçtan aşağı çağlıyor, öteki ırmaklara karışıp, Hindistan'
daki kutsal Ganj Nehri'ne, oradan da Bengal Körfezi'ne ak
mak için sabırsızlanıyordu. Güneş yavaş yavaş dağların te
pesinde yükseliyordu, çok geçmeden hava ısınmaya başla
mıştı. Uzaklarda, kendisine bir sabah kahvaltısı bulabilmek
için oraya buraya saldırıp çullanan, yalnız bir akbaba görü
nüyordu. Yanı başımda duran bir lama çevreyi tanıtıyordu.
Bana karşı çok saygılıydı, çünkü ben herkes tarafından sevi
len Lama Mingyar Dondup'un koruması altındaydım; çünkü
doğruluğu kanıtlanmış bir Yeniden Bedenlenmiş Kişi, ya da
bizim deyimimizle bir Trülku'ydum.
Yeniden bedenlenmiş bir kişinin nasıl tanınacağı hak
kında bazı kısa açıklamalarda bulunmam belki ilginizi çeke
bilir. Bazen bir anne ve baba, çocuklarının davranışlarından,
onun olağanüstü bir bilgiye, ya da herhangi bir biçimde izah
edilemeyen belirli "hatıralara" sahip olduğunu düşünebilir.
O zaman anne ve baba, çocuğun incelenmesi için bir komis
yon kurulmasını sağlamak amacıyla, yaşadıkları bölgede bu
lunan bir manastırın reisine başvurur. Bunun üzerine ilk
olarak, çocuğun doğmadan önceki horoskopları hazırlanır ve
bazı belirli işaretlerin bulunup bulunmadığı araştırılmak
üzere çocuğun bedeni muayene edilir. Örneğin ellerinin üze
rinde, kürek kemiğinin civarında ya da bacaklarında bazı
özel işaretleri olabilir. Bunlara rastlandığı takdirde, çocuğun
bundan önceki hayatında kim olduğunu anlamak için birta
kım ipuçları araştırılır. Bu durumlarda, örneğin bende oldu
ğu gibi, bazen birkaç lama birden çocuğun eski kişiliğini or
taya çıkarabilir ve bu takdirde bundan önceki hayatında sa
hip olduğu bazı eşyalara başvurulur. Bunlar, görünüşte ken
disinden farklı olmayan benzerleriyle birlikte ortaya çıkarı
lır; çocuk geçmiş hayatında kendisine ait olan bu eşyalardan
dokuz tanesini tanımak zorundadır. Çocuk üç yaşına geldiği
zaman bu doğrulamayı yapabilmelidir.
Üç yaşındaki bir çocuk, anne ve babasının eşyalar hak
kında yapmış olduğu tariflerin etkisinde kalamayacak kadar
küçüktür. Üstelik bu doğrulama sırasında çocuk kendi eşya-
159
larını, otuz kadar benzer eşya arasından seçer, anne ve baba
bu törene katılamazlar. Yanlış seçilen iki eşya, yapılan tah
minlerin doğru olmadığını ortaya koyar. Çocuk eğer başarılı
olmuşsa, o zaman Yeniden Bedenlenmiş bir kişi olarak büyü
tülür ve bilgisi zorlanır. Yedinci doğum gününde geleceği
hakkında tahminler açıklanır ve bu yaştan sonra ona söyle
nen ve ima edilen her şeyi yeterince iyi anlayabildiği kabul
edilir. Aslında kendi deneyimlerimle bunun böyle olduğunu
biliyorum.
Yanımdaki saygılı lama, bölgeye ait özellikleri gösterir
ken, hiç kuşkusuz tüm bunları hatırında tutuyordu. Tâ ötede
çağlayanın sağında, nasır ve siğilleri yok etmek, sarılığı ha
fifletmek için suyundan yararlanılan Noil-me-tangere topla
maya çok uygun bir yer vardı. Orada, şu ufak gölün içinden,
aşağı sarkmış dikenleri ve pembe renkli çiçekleriyle su altın
da yaşayan yabani bir ot, Polygorum Hydropiper toplayabi
lirdik. Bunun yapraklarını romatizma ağrılarının tedavisin
de ve kolera nöbetlerini kesmek için kullanırdık. Burada
seyrek rastlanan türde otlar topladık. Zor bulunan bitkiler
ancak çok yüksek bölgelerde yetişirdi. Okuyucular arasında
otlarla yakından ilgili olanlar varsa, onlar için bizde çok
rastlanan türde bazı otlar ve bizim bunlardan nasıl yarar
landığımız hakkında birkaç ufak bilgi veriyorum. İngilizce
isimleri, eğer varsa, bana tamamen yabancı olduğundan, La
tince isimlerini kullanıyorum.
Allium Sativuz çok iyi bir antiseptik olup, ayrıca astım
ve diğer göğüs rahatsızlıklarının hepsinde kullanılır. Bir
başka antiseptik de, sadece küçük dozlarda verilen Balsa-
modronmyrrha'dır. Bu özellikle diş etleri ve mukoza tedavi
sinde kullanılırdı. Ağızdan alındığında isteriyi yatıştırır.
Krem renginde çiçekleri olan, uzun bir bitkinin insanı
böcek ısırmasından koruyucu bir özü vardır. Bu bitkinin La
tince ismi Becconia Cordata'dır. Göz bebeklerini büyütmek
için kullanılan Epherde Snica'nın Atropin'e çok yakın bir et
kisi vardır. Hem astım hem düşük tansiyon için Tibet'te en
çok kullanılan bitkiydi bu. Sap ve kökünü kurutup, toz hali-
160
ne getirdikten sonra kullanırdık.
Kolera, ülserleşmiş kısımlardaki kötü koku nedeniyle,
hasta ve doktor için genellikle epey rahatsız edici olurdu. Li-
gusticum Levisticum bütün bu kokuyu yok ederdi. Ateşli
hastaların bedenlerini soğutmak için, kaynatılmış yapraklar
dan yapılmış bir losyon vardır. Tigrinum, hanımların yumur
talıklarla ilgili şiddetli ağrılarına hakikaten iyi gelir; bu
arada Flacourtia İndica'nın yaprakları geri kalan "özel" şika-
ayetlerin çoğunu ortadan kaldırmakta kadınlara yardım
eder.
Samachs Rhus grubundan olan Vernicifera da Çinliler
ve Japonlar tarafından "Çin verniği" imalinde kullanılır.
Aromatica, deri hastalıkları, idrar yolu şikayetleri ve sistit
durumlarında yararlı olurken, Glabra'yı da şeker hastalığı
nın tedavisinde kullanırdık. İdrar torbasındaki iltihaplanma
larda kullanılan, hakikaten çok güçlü bir başka pekiştiriri
ilaç da Arctestaphylos Uvaursi'nin yapraklarından elde edi
lirdi. Çinliler ise bunun yerine her türlü şikayetlerde kullanı
labilen bir pekiştirici ilaç yaptıkları Bignania Grandiflora'yı
tercih ederlerdi. Daha sonraki yıllarda bulunduğum esir
kamplarında, Tibet'te de aynı amaçla kullandığımız Polygo-
num Bistorta'nın kromatik dizanterilerin tedavisinde gerçek
ten çok yararlı olduğunu gördüm.
Tedbir almadan sevişmiş olan kadınlar genellikle Poly-
gonum Erectum'dan hazırlanmış bir ilaç kullanırlardı. Do
ğum kontrolü için çok yararlı bir bitkiydi bu. Biz Tibet'te
yanmış derilerin üzerine yeni bir deri yapabilirdik. Sieges-
beckia Orientalis hemen hemen bir metreden yüksek, uzun
bir bitkidir. Çiçekleri sarıdır. Özü, yaralara ve yanıklara sü
rüldüğünde, tıpkı kolodiyona benzer bir biçimde yeni bir deri
geliştirir. Dahili olarak kullanıldığında sarı papatyanınkine
eş bir etkisi vardır. Yaralardan akan kanın pıhtılaştırılması
için Piper Augu Stifolium'dan yararlanırdık. Bu iş için en işe
yarar kısmı, kalp biçimindeki yapraklarının alt yüzeyleridir.
Bütün bunlar çok bulunan otlardır. Geri kalan pek çoğunun
ise Latince karşılıkları yok, çünkü bu isimleri koyan Batı
161
dünyasınca hiç bilinmiyorlar. Burada bunlardan söz etme
min tek nedeni, bitkisel ilaçlar konusunda az da olsa bir bil
gimiz olduğunu göstermek içindir!
Bu parlak güneşli günde, görüş açısı hayli geniş tepeye
çıkmış, kırları, yamaçları seyrederken, bütün bu bitkilerin
yetiştiği vadileri, gözden uzak kalmış cennet gibi köşeleri gö
rebiliyorduk. Uzaklarda, bu küçük yaylanın ötesinde, arazi
gittikçe daha ıssızlaşıyordu. Söylediklerine göre, manastırın
kurulduğu bu yamacın dışında, tepenin bu tarafı tamamen
kıraç bir bölgeydi. Bütün bunları hafta içinde bir gün, insan
uçuran bir uçurtmanın içinde çok yükseklere çıktığım zaman
kendi gözlerimle de görecektim.
Sabahın geç bir saatinde, Lama Mingyar Dondup beni
çağırtarak, "Haydi gel Lobsang, uçurtmaların havalandırıla-
cağı yeri incelemeye gidecek olan gruba katılacağız. Aslında
bugün senin günün," dedi. Hemen fırladım ayağa. Manastı
rın giriş kapısında, kırmızı giysili bir grup rahip bizi bekli
yordu; hep birlikte basamaklardan aşağı, rüzgârlı yayla bo
yunca yürüdük.
Bitki yetişmiyordu bu kadar yükseklerde. Kayaların
üzerinde pek ince bir toprak tabakası vardı. Tek tük birkaç
çalı, sanki uçurumdan aşağı kayıp yuvarlanmaktan ve tâ de
rinlerdeki derenin içine düşmekten korkuyormuş gibi bir ka
yanın yamacına kümelenmişti. Tam tepemizde yükselen ma
nastırın damında bulunan dua bayrakları, haşin rüzgâra
karşı dimdik duruyorlar, direkler bu zorlanmayla arada sıra
da çatırdıyor, inliyor, fakat yine de dayanıyorlardı. Az ötede
küçük bir rahip adayı botlarını yere sürterek tembel tembel
yürüyor, kalkan toz, esen rüzgârla birlikte sanki bir üfleme-
lik dumanmış gibi döne döne savruluyordu. Hafifçe eğimli
yayladan, derin bir uçurumun kenarına dek yürüdük. He
men yanı başımızdan zirveye doğru dimdik yükseliyordu ka
yalar. Giysilerimizin arkası sırtımıza yapışmış, ön tarafı ise
kabararak dışarı fırlamıştı. Rüzgâr bizi itiyor, sürüklenme-
meye, zorunlu bir koşu tutturmamaya çalışıyorduk. Uçuru
mun kenarından sekiz-dokuz metre içeride, kayaların ara-
sında, oldukça geniş bir yarık vardı. Rüzgâr zaman zaman
buradan yukarıya, ok gibi giden sivri taş ve kaya parçalan
fırlatıyordu. Çok aşağılarda kalan vadiyi boydan boya hızla
tarayan rüzgâr, kaya kümeleriyle karşılaşınca sıkışıyor ve
kayada bulunan bir çatlak boyunca ve de büyük bir basınçla
yukarı doğru fışkırıyor, en sonunda özgürlüğe kavuşmanın
sevinç çığlıklarıyla yaylaya akıyordu. Anlattıklarına göre,
fırtınalar mevsimi sırasında bu ses bazen en derin cehen
nemlerden kaçak ve aç bir kurt gibi avını yiyen şeytanların
gürlemesine benzermiş. Tâ aşağılardaki derin dere boyunca
esen, patlayan, kabaran rüzgârla bu çatlaktaki basınç deği
şir ve buna bağlı olarak çıkan ses de alçalır, yükselir, kulağa
gerçekten de hoş gelen değişiklikler gösterirdi.
Kayaların arasındaki yarıktan fışkıran hava akımı ol
dukça düzenliydi bu sabah. Anlattıklarına göre, zaman za
man bazı küçük çocuklar, dikkatsizliklerinden dolayı böyle
yarıkların üzerine yürür ve kendilerini bir anda havada bu
larak, altı yedi yüz metre derinliğindeki uçuruma düşerler,
paramparça olurlardı. Bununla birlikte, uçurtma havalandır
mak için çok elverişli bir yerdi burası. Çünkü öyle bir itici
güç vardı ki, uçurtma bir anda yükselebilirdi havaya. Bunu
ufak bir çocukken evde kullandıklarıma çok benzeyen küçük
uçurtmalarla gösterdiler bize. İpi tuttuğumda, en küçük bir
oyuncak uçurtmanın bile insanın kolunu büyük bir güçle yu
karıya kaldırdığını görünce çok şaşırdım.
Buraları çok iyi bilen rahipler, bütün bu kayalık arazi
boyunca bize kılavuzluk edip, sakınmamız gereken tehlikele
ri, birdenbire ortaya çıkabilen hava akımlarının bulunabile
ceği yerleri ya da insanı hiç farkına varmadan uçuruma çe
kebilecek eğimli yerleri gösterdiler. Uçacak olan her rahibin,
yanında bir taş taşıması gerekiyordu. Bu taşların üzerine
birtakım dualar yazılır ve hava tanrılarının, kendilerine
gelen bu ziyaretçiyi tehlikelerden korumaları beklenirdi.
Taşların bir ucuna da khata dediğimiz birer ipek eşarp bağ
lanırdı. Uçurtmaya binen rahip, yeterince yükseldiğinde taşı
boşluğa bırakırdı. Eşarp açılıp da havada bir ırmak gibi ak-
163
maya başladığında, "Rüzgâr Tanrıları" duayı okuyacaklar ve
uçurtmayı kullanan rahibi her türlü tehlikeden koruyacak
lardı. Evet, işte biz de buna inanıyorduk.
Manastıra geri dönüp, uçurtmaların bir araya getirile
cek parçalarını dışarı taşımaya koyulduğumuzda, oradan
oraya müthiş bir koşuşturma kapladı ortalığı. Her şey dik
katle gözden geçirildi. Ladin ağacından direkler, üzerlerinde
gözden kaçmış herhangi bir çatlak ya da başka bir hasar ol
maması için sıkı bir kontrolden geçtiler. Uçurtmaların kap
lanacağı ipekli kumaşlar, düz ve temiz bir zemine serildiler.
Çömelerek bunların üzerinde gezinen rahipler, kumaşın her
metrekaresini büyük bir dikkatle gözden geçirdiler. Bu araş
tırmacılar her şeyden iyice emin olunca, uçurtmanın çatısı
birbirine bağlandı, takozlar yuvalara çakıldı. Uçurtma iki
metre en ve boyunda, üç metre yüksekliğinde bir kutu şek
lindeydi. İki yanında üç metre uzunluğunda iki kanadı var
dı. Altında ise havalanma ve iniş anlarında kanatları koru
ması için bambudan yapılmış birer kızak bulunuyordu. Ta
vanı da bizim Tibet botlarımızın uçları gibi kıvrık bir bambu
parçasıyla sağlamlaştırılmıştı. Özel olarak yapılmış bu sırı
ğın kalınlığı bileğim kadar vardı ve öyle bir şekilde destek
lenmişti ki, ipekli kaplama, bu kalas ve kanatları koruyan
kızaklar sayesinde uçurtma yerde dururken, bile hiçbir bi
çimde toprağa değmiyordu. Yak öküzü kılından yapılmış ipi
ilk gördüğümde hiç de memnun olmadım. Pek sağlammış gi
bi gelmedi bana. İpin uçları, kanat diplerine bağlanmış,
uçurtmanın ön tarafında birleşiyordu. İki rahip uçurtmayı
yukarı kaldırıp yaylanın sonuna, uçurumun kenarına dek ta
şıdılar. Uçurtmayı, yukarıya doğru fışkıran hava akımına
karşı havada tutabilmek gerçekten büyük bir sorundu.
İlk önce bir deneme yapılacaktı ve bu sırada atlar değil,
biz tutacaktık uçurtmanın ipinden. Uçurtma Şefi dikkatle iz
liyordu çalışmaları. Verdiği işaret üzerine rahipler uçurtma
yı arkalarından sürükleyerek koşabildikleri kadar hızlı koş
maya başladılar. Uçurtma kayadaki yarıktan yükselen
akımla karşılaştığında, bir anda koca bir kuş gibi yükseldi
Dostları ilə paylaş: |