13
EVE iLK ZiYARET
Losgar, ya da Yeni Yıl Kutlamaları için tam vaktinde
geri dönmüştük. Her şeyin temizlenmesi, her yerin bir düze
ne konulması gerekiyordu. On beşinci gün, Dalay Lama bir
kaç ayin için büyük tapınağa gitti. Bu işler de bitince, Jo-
Kang'ın ve meclis binasının dışından geçip, pazar yerini çev
releyen büyük iş yerlerinin arasından dolaşan çevre yolu
Barkhor'daki geleneksel turuna çıktı. Kutlamaların bu bölü
münde resmiyet kalkar, yerini eğlenceye bırakırdı. Tanrılar
yatıştırılmış, zevk ve eğlence zamanı gelmişti artık. Dalay
Lama'nın gittiği sergilerden birinde kutsal kitaplardan alın
mış çeşitli sahnelerin canlandırıldığı yağlı boya tablolar var
dı. Dalay Lama yavaş yavaş gezinerek bunların hepsini te
ker teker inceledi. En güzel eser, onu yapmış olan manastıra
yılın en iyi yağlı boya ressamları ödülünü kazandıracaktı.
Biz Chakporililer, bu şenliklerle pek ilgilenmezdik; hepsi bi
raz çocukça ve sanki eğlendirici değilmiş gibi gelirdi bize.
Sonra Lhasa Ovası boyunca binicisiz atların yarıştığı koşu
larla ve onunla birlikte yapılan eğlencelerle de ilgilenmezdik.
Efsanelerimizden alınmış karakterleri temsil eden dev figür
ler bize daha ilgi çekici gelirdi. Bu figürler, gövdeyi temsil
eden hafif tahtadan yapılmış çatılar üzerine kurulur ve tepe
sine de gerçeğe çok uygun kocaman bir baş takılırdı. Bu
başın içine konulan yağ kandilleri, göz deliklerinin içinden
parlar ve mabetin gözleri, titreşen ışıkta sağa sola bakıyor
muş gibi görünürdü. Figürün çatısının içinde, sırıklarının
üzerinde yürüyen güçlü kuvetli bir rahip bulunurdu. Bu gös-
177
tericilerin başına her türlü acayip kaza gelebilirdi. Zavallı
adam, sırıklardan birini bir çukurun içine sokup, kendisini
tek sırık üzerinde gayet tehlikeli bir durumda bulur ya da sı
rıklardan biri yolda bulunan herhangi bir kaygan maddenin
üzerinde kayıp giderdi. En kötü olaylardan biri de ani bir
sarsıntıyla kandillerin yerlerinden çıkması ve dev figürün
alev alev yanmasıydı.
Daha sonraki yıllarda bir şenlikte beni, Tıp Tanrısı
Buda'nın bir figürünü taşıyıp dolaştırmaya razı ettiler. Boyu
sekiz metreye yakındı. Dalgalanan uzun giysi, sırıkların üze
rindeki bacaklarıma dolanıyordu; bu yetmiyormuş gibi, giysi
depodan yeni çıkarılmış olduğundan her yanında bir sürü
güve geziyordu. Yol boyunca hoplaya zıplaya giderken, giysi
nin kıvrımları arasındaki tozlar silkeleniyor ve ben bir krize
tutulmuş, hapşırıyor, hapşırıyordum. Her seferinde de sanki
tökezleyip gidiverecekmiş gibi hissediyordum kendimi. Her
hapşırık bir başka sıçramaya yol açıyor ve tepemdeki kandil
lerden traşlı ve acıyan kafama damlayan sıcak yağlar, rahat
sızlığımı daha da artırıyordu. Hava müthiş sıcaktı. Küflü
eski giysiler, ne olduğunu şaşırmış bir güve sürüsü ve üste
lik tam beynime damlayan sıcak yağ! Fitilin çevresindeki
ufak birikinti sayılmazsa, kandilin içindeki yağ normal ola
rak katıdır. Şimdi ise bu boğucu sıcakta bütün topak erimiş
ti. Gövdenin ortasındaki küçük gözetleme deliği gözlerimle
aynı düzeyde değildi ve bunu yeni baştan ayarlamak için sı
rıkları da bırakamıyordum. Bütün görebildiğim, önümde gi
den figürün sırtıydı ve o da durmadan hopluyor, sarhoş gibi
sağa sola yalpalıyordu. Hiç kuşkusuz, içerideki zavallı da
aynı benim gibi sıkıntılı anlar yaşıyordu. Fakat Dalay Lama
bizi seyrederken, paçavralar içinde boğulmuş ve kızgın yağla
hafif kavrulmuş bir halde ilerlemeyi sürdürmekten başka
yapacak bir şey de yoktu. Sıcaktan ve harcadığım çabadan o
gün birkaç kilo vermiş olduğuma eminim! O akşam yüksek
bir lama, "Oh, Lobsang, gösterin nefisti, harika bir komed
yen olabilirsin!" dedi. Ona, kendisini o denli eğlendirmiş olan
"soytarılığın" istenmeden yapıldığını tabii ki söylemedim.
178
Bu olaydan bir süre sonra, sanırım beş-altı ay sonra,
uçuşan toz ve kum bulutlarıyla birlikte ani ve müthiş bir fır
tına çıktı. Ben o sırada bir deponun damında, damın su ge
çirmemesi için altın levhaların nasıl serileceği konusunda
bilgi alıyordum. Fırtına beni yakaladı ve döndüre döndüre
düz damdan alıp, ilk önce altı buçuk metre kadar aşağıda bu
lunan bir başka damın üzerine çarptı. Buradan da bir başka
hava akımı yakaladı beni ve damın kenarından, Demir Dağ'
in yamacından aşağı ve şöyle böyle bir yüz elli metre kadar
aşağıda bulunan Linghor Yolu'nun kıyısına savurdu. Toprak
neyse ki bataktı, ama ben yere suratımın üzerinde inmiştim.
Bir şey çatırdadı; o anda bir ağaç kırıldı diye düşündüm. Şaş
kınlık içinde, kendimi kaldırıp çamurdan çıkmayı denedim,
fakat sol kolumu ve omuzumu oynatmaya çalıştığım anda
şiddetli bir acı hissettim. Sonra her nasılsa ayaklarımın üze
rinde doğruldum ve binbir zahmetle yol boyunca ilerlemeye
çalıştım. Acıdan çok kötü hissediyordum kendimi ve pek ber
rak düşünemiyordum; tek düşüncem mümkün olduğu kadar
çabuk tepeye çıkmaktı. Yarı bilinçsiz bir halde, düşe kalka
ilerlerken, hemen hemen yolun yarısında, bana ve bir başka
çocuğa ne olduğuna bakmak üzere telaş içinde aşağı doğru
koşturan bir grup rahibe rastladım. Öbür oğlan kayaların
üzerine düşmüş ve tabii ki ölmüştü. Yolun geri kalan kısmın
da sırtta taşınarak, rehberimin odasına götürüldüm. Beni
hemen muayene etti: "Ah! Ah! Zavallı çocukları böyle bir fır
tınada dışarı yollamamalıydılar!" Bana baktı: "Eh, Lobsang,
bir kolun ve bir köprücük kemiğin kırılmış. Onları yerine
yerleştirmemiz gerekiyor. Acıyacak tabii, fakat elimden gele
ni yapacağım."
Konuşmaya devam ederken ve ben daha farkına bile va-
ramadan köprücük kemiğimi yerine yerleştirdi ve kırılan ke
mikleri tutsun diye de ince tahtalarla sardı. Kolumun üst
kısmı çok daha fazla acı veriyordu, fakat az sonra o da yerine
yerleştirilmiş ve tahtalarla sarılmıştı. Günün geri kalan kıs
mında hiçbir şey yapmadan, öylece yattım. Ertesi gün Lama
Mingyar Dondup şöyle dedi:" Çalışmalarından geri kalmana
179
izin veremeyiz Lobsang, bunun için sen ve ben burada birlik
te çalışacağız. Hepimiz gibi, senin de yeni şeyler öğrenmeye
karşı, üstelik belli de ettiğin hafif bir antipatin var; ben de
bu 'çalışma düşmanlığını' hipnotizma yoluyla ortadan kaldı
racağım." Sonra kepenkleri kapattı, mihrap kandillerinin za
yıf ışığının dışında zifiri karanlıktı oda. Sonra bir yerlerden
bir kutu çıkararak önümde bulunan bir rafa koydu. Parlak
renkli ışıklar, eller ve renk çizgileri görür gibi oldum ve son
ra hepsi, her şey sessiz ve son derece parlak bir patlamayla
sona erdi!
Uyandığımda, aradan epey zaman geçmiş olmalıydı
herhalde. Kepenkler açıktı, fakat gecenin mor gölgeleri, aşa
ğıdaki vadiyi doldurmaya başlamıştı bile. Akşam muhafızla
rı Potala'da devriye gezerken, binaların arasından titrek sol
gun ışıklar parıldıyordu. Kentin gece hayatının başlayışını
oturduğum yerden izleyebiliyordum. Tam o sırada Rehberim
içeri girdi ve "Oh!" dedi, "demek nihayet döndün bize. Astral
turunda gördüğün yerleri çok güzel bulduğunu ve bir süre
orada kaldığını düşündük. Şimdi sanırım her zamanki gibi
acıkmış olmalısın." Az sonra yemek geldi ve o konuşurken
ben yedim."Genel yasalara göre bedenini terk etmiş olman
gerekirdi, fakat yıldızların, uzun yıllar sonra Kızılderililer'
in ülkesinde (Amerika'da) öleceğini söyledi. Kurtulamayan
çocuk için bir ayin yapıyorlar. Hemen ölmüş."
Bir an göçüp gidenlerin daha şanslı olduklarını düşün
düm. Astral seyahat deneyimlerimde bunun çok zevkli oldu
ğunu görmüştüm. Fakat kendi kendime, aslında okulu sev
mediğimi, ancak bir şeyler öğrenmek için okumak zorunda
olduğumuzu, yeryüzündeki hayatın da bir okuldan farklı bir
şey olmadığını hatırlattım. Hem de bayağı zor bir okul! "İşte
iki kırık kemikle buradayım ve öğrenmeyi sürdürmek zorun
dayım" diye düşündüm.
İki hafta süreyle, her zamankinden daha da yoğun bir
biçimde çalıştırıldım; söylediklerine göre bu davranışın nede
ni, kafamı kırık kemiklerimi düşünmekten alıkoymak içindi.
Şimdi, on beşinci günün sonunda kemikler iyice kaynamıştı
180
yerlerine, fakat ben de kaskatı olmuştum; hem omuzum,
hem kolum, hem de sırtım müthiş ağrıyordu. Bir sabah oda
sına gittiğimde, Lama Mingyar Dondup bir mektup okuyor
du. İçeri girer girmez dönüp baktı bana. "Lobsang" dedi,
"Saygıdeğer annene gönderilmek üzere bir bitki paketimiz
var. Sen yarın sabah onu götürebilir ve akşam da orada kala
bilirsin."
"Babamın beni görmek istemeyeceğinden eminim" diye
karşılık verdim. Potala'nın merdivenlerinde, yanımdan ge
çerken görmemezlikten geldi beni."
"Evet, tabii ki öyle yapmalıydı. Senin az önce En Değer
li Kişi'nin yanından çıkmış olduğunu, özel olarak himaye
edildiğini biliyordu ve bu yüzden de ben yanında olmadıkça
seninle konuşamazdı; çünkü sen şimdi Değerli Kişi'nin em
riyle benim himayemdesin." Sonra güldü. "Her neyse, baban
evde olmayacak yarın. Birkaç günlüğüne Gyangtse'ye gitti."
Rehberim sabahleyin yukarıdan aşağıya şöyle bir süzdü
beni ve "Hmm, evet! Biraz solgun görünüyorsun ama temiz
ve düzenlisin ve bir anne için de bunlar epey önemli şeyler
dir. İşte bir de eşarp sana. Artık bir lama olduğunu ve tüm
kurallara uymak zorunda olduğunu da unutma. Buraya yü
rüyerek gelmiştin. Bugün en iyi beyaz atlarımızdan birinin
sırtında gideceksin. Benimkini al, biraz harekete ihtiyacın
var zaten."
Manastırdan çıkarken elime verilen bitki dolu deri tor
ba, bir saygı ifadesi olarak ipek bir eşarba sarılmıştı. Bu
uğursuz şeyi nasıl temiz tutacağımı düşünerek endişeyle
baktım ona. Ardından eşarbı çıkardım ve eve yaklaşana dek
onu elbisemin kesesinde sakladım. Akımdaki beyaz atla, dik
yamaçtan aşağı indik. Az sonra, yolun yarısında at durdu ve
beni iyice görebilmek için kafasını arkaya çevirdi. Sonra gü
rültüyle kişnedi ve sanki benim görüntüme daha fazla daya-
namayacakmış gibi son hızla devam etti yoluna. Ben de onun
hakkında benzer düşüncelere sahip olduğumdan, onun duy
gularını anlıyordum. Tibet'te koyu dindar lamaların büyük
bir kısmı, cinsiyetsiz varlıklar olarak kabul edildiklerinden
181
katırlara binerler. Bu kadar titiz olmayan lamalar ise midilli
ya da at kullanırlar. Ben ise mümkün olan her yerde yürü
meyi yeğlerdim. Tepenin eteğinden sağa döndük ve rahat bir
soluk aldım, neyse ki sağa dönmemiz konusunda at da be
nimle aynı fikirdeydi. Bu belki de Linghor Yolundan, dini
nedenlerle daima saat yelkovanı yönünde geçildiği içindi.
Neyse, böylece sağa saptık ve Linghor çemberi boyunca iler
lemek üzere Drebung Kenti yoluna girdik. Estetik bakımdan
bizim Chakpori'yle asla kıyaslayamayacağım Potala'yı geçtik
ve Kaling Chu'yu sol tarafımızda ve Yılan Tapınağı'nı sağ ta
rafımızda bırakarak Hindistan yolu boyunca ilerledik. Eski
evimin girişine yaklaşırken hizmetkârlar geldiğimi gördüler
ve kapıları ardına kadar açmak için acele ettiler. Kurum sa
tarak, ama yuvarlanıp düşmemek için dua ederek doğruca
avluya sürdüm atımı. Neyse ki, ben tam aşağıya kayarken
bir hizmetkâr atı tuttu.
Kâhya ve ben ciddi ciddi geleneksel eşarplarımızı değiş
tokuş ettik. "Bu evi ve içinde bulunan her şeyi takdis ediniz,
Saygıdeğer Doktor Lama Efendim!" dedi. "Buda'nın, Temiz
Kişi'nin, Her Şeyi gören Kişi'nin duaları üzerinizde olsun ve
size sağlık versin" diye karşılık verdim. "Saygıdeğer efen
dim, evin hanımefendisi sizi onun yanına götürmemi emret
ti." Böylece, sanki ben kendi yolumu bulamazmışım gibi, o
önde, ben arkada yürüdük. Ben bitki dolu torbayı beceriksiz
hareketlerle eşarba sarmaya uğraşıyordum. Yukarı kata, an
nemin en gözde odasına gidiyorduk. "Sadece bir çocuk oldu
ğum zamanlarda bu odaya girmeme asla izin verilmezdi" di
ye düşündüm. Hemen ardından ise, "Acaba geri dönüp de
kaçsam mı?" diye düşündüm; çünkü, oda tıklım tıklım kadın
la doluydu!
Bu son düşündüğümü yapmaya fırsat kalmadan, an
nem bana doğru ilerledi ve eğildi önümde,"Saygıdeğer Efen
dim ve Oğlum, arkadaşlarım En Değerli Kişi tarafından size
verilmiş olan onur hakkındaki açıklamalarınızı dinlemek
üzere burada bulunuyorlar."
" Saygıdeğer anne" diye yanıtladım, "Düzenin Kuralları
182
En Değerli Kişi'nin bana söylemiş olduklarını anlatmama
izin vermiyor. Lama Mingyar Dondup, bana içinde bitkiler
olan bu torbayı size getirmem ve onun kutlama eşarbını sun
mam için talimat verdi."
"Saygıdeğer Lama ve Oğlum, bu hanımlar En Değerli
Ev ve içinde yaşayan En Değerli Kişi hakkındaki olayları
işitmek üzere çok uzaklardan geldiler. Hakikaten Hindistan
dergileri okuyor mu? İçinden olayları görebildiği bir küresi
olduğu doğru mu?"
"Hanımefendi" diye karşılık verdim, "ben sadece, geçen
lerde tepelerden geri dönmüş sıradan bir doktor lamayım.
Gelişimin nedeni Düzenimizin Başı'nın neler yaptığı hakkın
da konuşmak değildir. Ben yalnızca Dİr haberci olarak gel
dim."
Genç bir kadın bana yaklaştı ve "Beni hatırlamıyor mu
sun? Ben Yaso'yum!" dedi.
Doğruyu söylemek gerekirse, onu güçlükle tanıyabil
dim, öylesine gelişmiş, öylesine süslenmişti ki!.. Korku için
deydim. Sekiz, hayır dokuz kadın benim için çok büyük bir
sorundu. Erkeklerle nasıl anlaşabileceğimi biliyordum ama
kadınlar! Ben sanki leziz bir lokmaymışım da, onlar da ağaç
sız ovadaki aç kurtlarmış gibi bakıyorlardı bana. Yapılacak
tek şey vardı: İşimi çabuk bitirip geri dönmek.
"Saygıdeğer anne" dedim, "haberimi yerine ulaştırdım
ve şimdi görevlerime geri dönmeliyim. Hastalıktan yeni
kalktım ve yapacak çok işim var."
Böyle söyleyerek önlerinde eğildim, arkamı döndüm ve
terbiyeli bir şekilde, ama elimden geldiği kadar çabuk sıvış
tım oradan. Kâhya odasına geri dönmüştü, seyis atımı dışarı
çıkardı. "Dikkatle binmem için bana yardım et" dedim, "çün
kü geçenlerde kolumu ve omuzumu kırmıştım, tek başıma bi
nemiyorum." Seyis kapıyı açtı, atımı dışarı sürdüm. Tam bu
sırada annem balkonda göründü ve bağırarak bir şeyler söy
ledi arkamdan. Yavaş yavaş gidiyordum. Yavaş, çünkü bu
kadar çabuk dönmek istemiyordum geriye. Gyu-pu Linga'yı,
183
Muru Gompa'yı geçip, daire biçimindeki yol boyunca ilerle
dim.
Manastıra varınca doğruca Lama Mingyar Dondup'un
yanına gittim. Şöyle bir baktı bana ve "Ne oldu Lobsang, ba
şıboş dolanan tüm ruhlar seni kovalıyorlar sanki. Sarsılmış
görünüyorsun!" dedi.
"Sarsılmış mı" diye yanıtladım, "sarsılmış? Annem bir
yığın kadını toplamış yanına ve hepsi de En Değerli Kişi'nin
bana neler söylediğini öğrenmek istiyordu. Onlara, Düzenin
Kuralları'nın buna izin vermeyeceğini söyledim ve henüz va
kit varken hemen sıvıştım, bütün o beni seyreden kadın
lar!.."
Rehberim kahkahalarla sarsıldı bir süre. Ben şaşkınlık
içinde ne kadar baktıysam ona, o da o kadar güldü. "Değerli
Kişi senin buraya yerleşip yerleşmediğini öğrenmek istediği
için gönderdi seni oraya."
Lama hayatı benim sosyal değerlerimi altüst etmişti.
Kadınlar benim için garip yaratıklardı artık. Aslında hâlâ da
öyledirler... "Fakat ben evde... Oh! hayır, babamın evine geri
dönmek istemiyorum. Bütün o kadınların görünüşü, boyalı
yüzleri ve bana bakışları... Sanki ben bir ödül koyunuymu-
şum ve onlar da Shö'den gelmiş kasaplar. Cırıldayan sesleri
ve..." Herhalde sesim bir fısıltı haline gelmişti. "Astral renk
leri korkunçtu. Oh! Saygıdeğer Rehber Lama, lütfen bunu
tartışmayalım" diyebildim.
Ancak bu olayı unutmama iziifcü«rilmedi günlerce: "Oh,
Lobsang, birkaç kadın onu kaçırtmış!" Ya da "Lobsang, say
gıdeğer annene gitmeni istiyorum, bugün bir parti verecek
miş ve biraz eğlenceye ihtiyaçları varmış" diye alay ediyordu
herkes benimle.
184
14
ÜCÜNCÜ GÖZÜN KULLANILMASI
Bir sabah dünya ile barış içinde, gelecek ayine kadarki
boş bir yarım saati nasıl doldurayım diye düşünürken, Lama
Mingyar Dondup yanıma geldi: "Haydi bir yürüyüş yapalım
Lobsang. Sana verilecek ufak bir işim var." Rehberimle bir
likte dışarı çıkacağıma memnun, hemen fırladım ayağa. Ha
zırlanmamız pek uzun sürmedi ve az sonra yola koyulduk.
Tam tapınağı terk edecekken, Tibetçe shi-mi, yani kedi adını
verdiğimiz kocaman bir kedi çok özel bir sevgi gösterisinde
bulundu bize ve gürleyen hırıltısı durana ve kuyruğu sallan
maya başlayana dek onu bırakmadık. Sevgisine yeterince
karşılık gördüğüne inanınca da, dağdan aşağı yarı yola ka
dar ciddi ciddi yanımızdan yürüdü. Sonra mücevherleri ko
rumasız bırakmış olduğunu hatırladı ve büyük bir telaş için
de gerisin geri koştu.
Bizim tapınaktaki kedilerimiz, öyle yalnızca süs için de
ğillerdi; kutsal heykellerin çevresinde duran, henüz kesilme
miş değerli taş yığınlarının kızgın birer koruyucusuydular.
Evlerde ise bir adamı yere yıkıp bir anda parçalayabilecek
kadar güçlü kocaman çoban köpekleri bekçilik yaparlardı.
Aslında bu köpekleri yıldırıp uzaklaştırmak mümkündü. Fa
kat kedileri asla. Bir kez saldırdılar mı, ancak ölüm durdu
rabilirdi onları. Bu nöbetçiler genellikle "Siyam" cinsi kediler
olurdu. Tibet soğuk bir ülke olduğu için renkleri siyaha ya
kındı. Anlattıklarına göre, sıcak ülkelerde yaşayan siyam ke
dileri beyaz olurmuş. Bizimkilerin gözleri siyah, arka ayak
ları ise uzundu; bu özellikleri yürürken değişik bir görünüm
185
verirdi onlara. Kuyrukları uzun ve kamçı gibiydi. Sesleri ise
en tiz perdeden, en yükseğe kadar çıkabilirdi. İnsan onları
gürlerken duyunca kulaklarına inanamazdı.
Bu kediler tapınaklardaki görevleri sırasında sessiz
adımlarla, cin gibi uyanık, gecenin siyah gölgeleri gibi dola
şırlardı çevrede. Eğer birisi mücevherlere yaklaşmaya kalkı
şırsa, ortaya bir kedi çıkar ve adamın koluna yapışırdı. Eğer
adam anında bırakıp kaçamazsa, bir başka kedi doğruca
gırtlağına çökerdi hırsızın. Bu kedilerin, normal bir kedinin-
kinden iki misli uzun pençeleri vardı ve tuttuklarını bırak
mazlardı. Köpeklere ise dayak atılabilir, belki tutulabilir ya
da zehirlenebilirlerdi. Fakat bu silahların hiçbirisi işlemezdi
kedilere. En vahşi çoban köpeklerini bile korkutup kaçırır
lardı. Görev başın dalarken, yalnızca onları özel olarak tanı
yan kişiler yaklaşabilirdi yanlarına.
Ağır adımlarla yürümeyi sürdürdük. Aşağıda Pargo Ka-
ling'in içinden geçip sağa saptık ve Shö Kasabası'nı geçerek
yolumuza devam ettik. Firuze Taşı Köprüsü'nün üzerinden
tekrar sağa döndük. Bu yol bizi eski Çin Elçiliği'nin yan tara
fına götürdü. Lama Mingyar Dondup yürürken konuşuyordu
benimle: "Sana söylemiş olduğum gibi, yeni Çin elçileri geldi
ler. Onlara şöyle bir göz atıp, neye benzediklerini bir göre
lim."
İlk izlenimim, epey sevimsiz insanlar olduklarıydı.
Adamlar evin içerisinde kibirli kibirli geziniyor, kutuların,
sandıkların ambalajlarını açıyorlardı. Neredeyse bir orduya
yetecek kadar silahları vardı. Küçük bir çocuk olarak, daha
yaşlı bir kimseye uygun düşmeyecek davranışlarla gözleyebi-
liyordum onları; toprağın üzerinde sessizce sürünerek, açık
bir pencereye yanaştım. Adamlardan biri başını kaldırıp beni
görünceye dek, bir süre durup seyrettim. Adam beni fark
edince çok ağır bir Çin küfürü savurdu ve eline bir şey geçir
mek üzere uzandı. Bunun üzerine tabana kuvvet kaçtım.
Geldiğimiz yoldan geri dönerek, Rehberim'e, "Oh! Bir
görecektiniz. Manyetik alanları nasıl da bir anda kırmızılaş-
tı. Bıçak gibi de oklar fırlıyordu aradan" dedim.
186
Eve giden yolun geri kalan kısmında oldukça düşünce
liydi Lama Mingyar Dondup. Akşam yemeğimizi yedikten
sonra bana, "Şu Çinliler hakkında epey düşündüm. En De
ğerli Kişi'ye özel güçlerimizden yararlanmayı önereceğim.
Eğer böyle bir şey kararlaştırılırsa, onları hiç ses çıkarma
dan bir perdenin arkasından gözetleyebileceğine güveniyor
musun?" dedi. Bütün söyleyebildiğim şuydu: "Yapabileceği
mi düşündüğünüz her şeyi yaparım."
Ertesi gün hiç görmedim Rehberim'i. Daha ertesi sabah
dersleri sürdürdük ve öğle yemeğinden sonra bana, "Bugün
öğleden sonra seninle bir yürüyüşe çıkacağız Lobsang. İşte
sana birinci sınıf ipekli bir eşarp, böylece nereye gittiğimizi
anlamak için olağanüstü görüş gücünü zorlamana gerek yok.
Hazırlanman için sana on dakika veriyorum, sonra gel beni
bul odamda. İlk önce gidip Reis'i görmem gerekiyor" dedi.
Böylece dağın yamacından aşağı inen dik patika boyun
ca yola koyulduk. Bu kez dağın güneybatı yamacından aşağı
kestirme bir yol tutturmuştuk. Kısa bir yürüyüşten sonra
Norbu Linga'ya vardık. Dalay Lama bu Mücevher Parkı'
ndan çok hoşlanıyor ve boş zamanlarının çoğunu burada ge
çiriyordu. Potala, dışarıdan bakınca çok güzel bir yerdi, fa
kat içerisi yetersiz havalandırma ve uzun süreden beri ara
lıksız yanan bir sürü yağ kandili yüzünden son derece hava
sızdı. Yıllar boyunca yerlere bir yığın yağ akmıştı; aşağıya
doğru eğimli rampa boyunca o gösterişli yürüyüşünü sürdü
rürken, tozla örtülü bir yağ tabakası üzerine basıp, bedenini
t a ş döşemeye çarptığında ağzından çıkan şaşkın bir "Aman"
sesiyle bir anda yokuşun dibine varmak, saygıdeğer bir lama
için pek öyle yeni edinilmiş bir deneyim değildi. Dalay Lama
ise böyle hiç de öğretici olmayan bir manzaraya konu olma
tehlikesini göze almak istemiyordu; bu yüzden de fırsat bul
dukça Norbu Linga'da kalmayı tercih ediyordu.
Mücevher Parkı, üç buçuk-dört metre yüksekliğinde
taştan bir duvarla çevrilmişti. Bu park daha çok yeni olup,
ancak yüz yaşındaydı. İçinde bulunan sarayın altından ya
pılmış ufak kuleleri vardı. Bahçede ise devletin resmi işleri
187
için kullanılan üç bina bulunuyordu. Yine yüksek bir duvarla
çevrili olan en iç bölüm, Dalay Lama tarafından bir dinlenme
bahçesi olarak kullanılıyordu. Bazı yazarlar, memurların bu
bölüme girmelerinin yasak olduğunu yazmışlardır. Kesinlik
le doğru değildir bu iddia; onların yalnızca bu bölüm içinde
herhangi resmi bir iş yapmaları yasaklanmıştır. Oraya aşağı
yukarı otuz kez gittim ve çok iyi bilirim durumu. Üzerinde
birer yazlık ev bulunan iki adalı, suni bir göl bulunur bu
bahçede. Kuzeybatı köşesinde bulunan taştan yapılmış geniş
bir yol adalara ve bunların üzerinde bulunan iki yazlık eve
giderdi. Dalay Lama, zamanının büyük bir kısmım bu adala
rın birinde ya da ötekinde geçirir ve her gün saatlerce medi-
tasyon yapardı. Parkın içinde, özel koruma görevini yürüten
beş yüz asker için yapılmış barakalar vardı. Lama Mingyar
Dondup'un beni götürdüğü yer de işte burasıydı. Bu bahçeye
ilk girişimdi. Çok güzel yerlerden ve en iç bölüme açılan süs
lü bir geçitten geçtik. Bahçeye girdiğimizde binbir çeşit kuş
vardı yerlerde ve biz geçerken hiç aldırmadılar bile, çünkü
aslında biz onların yolundan çekilmek zorundaydık! Göl, pı
rıl pırıl parlatılmış madeni bir ayna gibi durgundu. Taş şose
henüz badanalanmıştı. En Değerli Kişi'nin meditasyon yaptı
ğı odaya doğru ilerledik. Bizim yaklaşmamızla başını kaldır
dı ve gülümsedi. Dizlerimizin üzerine çöktük ve eşarplarımı
zı ayaklarının dibine bıraktık; karşısına oturmamızı söyledi.
Tibetliler'in adeti üzerine tereyağlı çay istemek için çıngıra
ğını salladı. Çayın getirilmesini beklerken Dalay Lama bana
parkta bulunan çeşitli hayvanlardan söz etti ve daha sonra
bir gün onları bana göstereceğine söz verdi.
Çayın gelmesi ve hizmetkâr lamanın yanımızdan ayrıl
masıyla, Dalay Lama yeniden bana bakıp asıl konuya girdi:
"Dostumuz Mingyar, senin şu Çin delegelerinin manyetik
alanlarındaki renkleri beğenmediğini söyledi bana. Anlattığı
na göre, üzerlerinde bir sürü silah varmış. Senin olağanüstü
görme gücün üzerinde, gizli ya da açık yapılmış testlerin hiç
birisinde yanılmadın. Bu adamlar hakkındaki fikirlerini öğ
renmek istiyorum."
188
Bu iş pek hoşuma gitmemişti. Lama Mingyar Dondup
dışında, diğer insanlara, başkalarının manyetik alanlarında
neler gördüğümü ve bunların benim için ne anlam taşıdığını
açıklamak hiç de hoşuma gitmiyordu. Benim anlayışıma gö
re, eğer bir insan bunları göremiyorsa, o zaman bilmeye de
hakkı yoktu. Ancak böyle bir şey devletin başına nasıl söyle
nebilirdi ki?
Dalay L a m a y a verdiğim yanıt şöyleydi: "Saygıdeğer
Koruyucumuz, yabancıların manyetik alanlarını okumakta
henüz acemiyim. Bir görüş belirtmek için yetersizim."
Bu yanıt da kurtarmadı beni. En Değerli Kişi şöyle kar
şılık verdi: "Özel yeteneklere sahip olan ve bunları eskiden
kalma becerilerle daha da geliştirmiş bir kişi olarak gördük
lerini söylemek senin görevindir. Bu amaçla yetiştirildin sen.
Şimdi anlat bakalım neler gördüğünü."
"Saygıdeğer Koruyucumuz, bu adamlar kötü niyetliler.
Manyetik alanlarının rengi güven vermiyor."
Dalay Lama memnun olmuş görünüyordu. "Güzel,
Mingyar'a söylediğini aynen tekrar ettin. Yarın şu perdenin
ardına gizleneceksin ve Çinliler geldikleri zaman onları ince
leyeceksin. Ne istediklerinden emin olmalıyız. Şimdi gizlen
ve yeterince iyi saklanabiliyor musun bir görelim."
İçeri çağırılan hizmetkârlardan hiçbiri nereye saklandı
ğımı fark etmedi. Sonra birkaç lama, sanki ziyaretçi delege-
lermiş gibi prova yaparak içeri girdiler ve gizlendiğim yeri
bulmak için epey uğraştılar. Bu arada içlerinden birinin dü
şüncesini yakaladım: "Ah! Eğer şunu bir görebilsem terfi
ederdim." Fakat yanlış tarafa baktığından bu fırsatı kaçırdı.
Sonunda En Değerli Kişi durumdan hoşnut kaldı ve dı
şarı çağırdı beni. Bizimle birkaç dakika daha konuşup, Çin
delegelerinin kendisini bir anlaşmaya zorlamak amacıyla zi
yarete geleceklerini ve ertesi gün bizim de orada bulunma
mız gerektiğini söyledi. Sonra saygıyla eğildik ve En Değerli
Kişi'nin yanından ayrılıp, Demir D a ğ a çıkan yola koyulduk.
Ertesi gün, saat on bir civarında, yine o kayalık bayır-
189
dan aşağı inip, bahçedeki en iç bölüme girdik. Dalay Lama
geldiğimizi görünce gülümseyerek bana bakıp, kendimi gizle
meden önce bir şeyler yemem gerektiğini söyledi; buna dün
den hazırdım tabii. Verdiği emir üzerine Lama Mingyar Don-
dup ve bana nefis bir yemek getirildi. Bunlar teneke kutular
içinde Hindistan'dan getirilmiş yiyeceklerdi. İsimleri neydi
bilmiyorum, tüm bildiğim tsampa, çay ve şalgamdan farklı
ve güzel şeyler olduklarıydı. Artık güçlenmiş ve birkaç saat
hiç kımıldamadan oturmaya dayanabilecek kadar keyfim ye
rine gelmişti. Aslında en ufak bir harekette dahi bulunma
dan saatlerce oturabilmek benim ve diğer lamalar için gayet
basit bir işti. Çok genç yaştan itibaren, kesin söylemek gere
kirse yedi yaşından beri, hiç kımıldamadan saatlerce dimdik
oturmaya alıştırılmıştım. Başımın üzerine yanan bir yağ
kandili konurdu ve bunu devirmeden, içindeki yağ bitene
dek lotus duruşunda oturmam gerekirdi. Bazen on iki saat
kadar uzun bir süre geçerdi yağın bitmesi için. Bu yüzden,
bu üç ya da dört saat, önemli bir şey sayılmazdı benim için.
Dalay Lama tam karşımda, yerden iki metre k a d a r yük
sekte bulunan tahtının üzerinde lotus duruşunda oturuyor
du. İkimiz de kımıldamıyorduk. Sonra duvarların ötesinden
Çince konuşmalar, bağrışmalar gelmeye başladı. Daha sonra
Çinlilerin giysilerinin altında kuşku yaratan şişkinlikler ol
duğu ve bu yüzden de -silah taşıyıp taşımadıklarını anlamak
için- aranmış olduklarını anladım. Silahlan alındıktan son
ra, en iç bölüme girmelerine izin verilmişti. Muhafızların ar
dından şose boyunca ilerleyip, pavyonun sundurmasından
içeri girdiklerini gördük. Yüksek bir lama ahenkli sesiyle ba
ğırdı: "O! Ma-ni pad-me Hum!" ve Çinliler nezaket gösterip
aynı mantrayı Çin usulüyle yineleyerek karşılık verdiler: "0-
mi-t'o-fo," (Bizi duy, O Amida Buda!)
Kendi kendime düşündüm: "Eh Lobsang, işin kolay, ger
çek renklerini gösteriyorlar."
Gizlendiğim yerden onlara baktığımda, manyetik alan
larının donuk donuk titrediğini fark ettim; içine bulanık kır
mızılar karışmış, renkleri matlaşmış bir parlaklık. Düşman-
190
lık dolu düşüncelerle kabarık bir girdap. İnce ince çizgiler,
şeritler halinde birtakım sevimsiz renkler; yüksek düşünce
lerin o tertemiz tonları değil, fakat yaşama isteklerini mad
deye ve kötülüğe bağlamış kişilerin sağlıksız ve lekeli renk
leri. Bunlar, "Güzel konuşan fakat çirkin düşünen" dediği
miz insanlara ait olurdu genellikle.
Bu arada Dalay Lamayı da inceledim. Manyetik alanın
daki renkler, Çin'de bulunmuş olduğu geçmiş günleri hatır
layınca, duyduğu üzüntüyü belirtiyordu. En Değerli Kişi' de-
gördüğüm her şeyi beğendim, Tibet'in gelmiş geçmiş en iyi
yöneticisi idi. Ters ve çok çabuk sinirlenen bir yapıya sahipti
ve böyle zamanlarda renkleri birden bire alevlenirdi. Fakat
tarih, yeryüzüne ondan daha mükemmel, kendisini böylesine
tümüyle ülkesine adamış bir Dalay Lama'nın daha gelmedi
ğini kaydedecek. Gerçekten büyük bir sevgiyle düşünüyor
dum onu; sevgiden daha fazla bir şeyler hissettiğim tek kişi
olan Lama Mingyar Dondup'tan sonra geliyordu o.
Görüşme hiçbir sonuç almamadan sürüp gitti. Hiçbir
sonuç almamadan, çünkü bu adamlar dost değillerdi ve kötü
düşüncelerle gelmişlerdi buraya. Onların kafalarındaki tek
şey, uyguladıkları yöntemlere pek önem vermeden, kendi is
teklerini elde etmekti. Bizden toprak istiyorlardı, Tibet'in po
litikasına yön vermek istiyorlardı ve altın istiyorlardı! Bu so
nuncusu, yıllardan beri akıllarını çelen şeydi zaten. Tibet'te
yüzlerce ton altın vardır. Biz kutsal bir maden gözüyle baka
rız ona. Altın çıkarıldığında toprağa saygısızlık edilmiştir
bizce, bu yüzden de ona hiç el sürülmez. Bazı ırmaklarda,
dağlardan koparak sürüklenmiş altın külçelerine rastlanır.
Nasıl ırmakların kıyılarında kumlar, çakıl taşlan birikirse,
Chang Tang bölgesindeki o büyük ırmakların kıyılannda da
böyle altın birikintileri olurdu. Biz bu altın parçalarını top
lar, eritir ve kutsal bir iş için kullanarak, tapınaklanmızı
süsleyecek eşyalar yaparız. Yağ kandillerimiz bile altından
yapılmıştır. Ne yazık ki bu maden çok yumuşak olduğundan,
yapılan eşyalar çok kolay bozulmaktadır.
Tibet, Britanya Adalan'nın yüz ölçümünden sekiz kat
191
daha büyük bir ülkedir. Arazinin büyük bir kısmı da henüz
keşfedilmemiştir. Fakat ben, Lama Mingyar Dondup'la bir
likte yapmış olduğum gezilerden, pek çok yerde altın, gümüş
ve uranyum yatakları olduğunu biliyorum. Hararetli girişim
lerine karşın, Batılilar'ın buraları incelemelerine hiçbir za
man izin vermedik, bunun nedeni de şu eski deyişti: "Batı in
sanlarının girdiği yere savaş da girer!" "Altın borular", "altın
tabaklar", "altın kaplı bedenler"den söz eden yazıları okur
ken, altının Tibet'te bol bulunan, fakat kutsal bir maden ol
duğu hatırlanmalıdır. Güçlü olabilmek için boşu boşuna ça
balamak yerine, insanlık eğer barış içinde yaşayabilseydi,
Tibet dünyanın herkese açık en büyük altın depolarından bi
ri olabilirdi.
Bir sabah Lama Mingyar Dondup, eski bir el yazmasını
kopya ettiğim odaya girdi.
"Lobsang, bu işi şimdilik bırakman gerekecek. Değerli
Kişi bizi çağırtmış; Norbu Linga'ya gitmemiz ve birlikte yine
gizlenerek Batı'dan gelmiş bazı yabancıların renklerini çö
zümlememiz gerekiyor. Hazırlanmak için çabuk olmalısın,
çünkü Değerli Kişi konukları gelmeden önce bizi görmek isti
yor. Eşarplara, seremoniye gerek yok, sadece çabuk olmak
gerekiyor!"
İşte hepsi bu kadardı. Kısa bir süre ağzım açık bakakal
dım ona, sonra fırladım yerimden, "Temiz bir elbise giyeyim
üzerime, saygıdeğer efendim ve hemen hazırım."
Kendimi derleyip toparlamam pek uzun sürmedi. Bir
likte, yaya olarak tepeden aşağı yola indik. Yarm mil kadar
yolumuz vardı. Dağın eteğine vardığımızda, tam düşüp ke
miklerimi kırmış olduğum yerin az ötesinde, ufak bir köprü
nün üzerinden geçtik ve Linghor Yoluna çıktık. Sonra karşı
ya geçip Mücevher Parkı'nın girişine vardık. Kapıdaki muha
fızlar tam bizi geri çevireceklerken, Lama Mingyar Dondup'u
tanıdıklarından, davranışları bir anda değişti. Bizi çabucak
Dalay Lama'nın bir verandada oturmakta olduğu en içteki
bahçeye götürdüler. Sunulacak bir eşarbım olmadığı ve bun
suz nasıl davranılacağını pek kestiremediğim için, kendimde
192
büyük bir eksiklik hissediyordum. En Değerli Kişi başını
kaldırıp gülümseyerek baktı bize, "Oh! Otur Mingyar, sen de
Lobsang. Gerçekten çok çabuk geldiniz."
Oturduk ve onun konuşmasını bekledik. Düşüncelerini
bir sıraya sokmak istiyormuş gibi bir süre derin derin dü
şündü.
"Bir süre önce" diye başladı, "kırmızı elbiseli barbarlar,
yani İngilizler kutsal ülkemizi işgal ettiler. Ben ilk önce Hin
distan'a gittim ve sonra da epey dolaştım. Daha sonra, doğ
rudan doğruya İngiliz işgalinin bir sonucu olarak, Demir Kö
pek Yılı'nda (1910) da Çinliler işgal etti ülkemizi. Ben yine
Hindistan'a gittim ve orada bugün karşılayacağımız adamla
tanıştım. Tüm bunları senin için anlatıyorum Lobsang, çün
kü Mingyar da benimle birlikteydi o zamanlar. İngilizler bir
takım vaatlerde bulundular fakat bunları yerine getirmedi
ler. Ben şimdi bu adamın düşündüğü gibi konuşup konuşma
dığını bilmek istiyorum. Sen, Lobsang, onun dilinden anla
mayacağın için, konuşmaları seni etkilemeyecek. Şu kafesli
paravananın arkasından sen ve bir kişi daha görünmeden iz
leyeceksiniz onu. Orada bulunduğunuz bilinmeyecek. Senin
hakkında çok şeyler söyleyen Lama Mingyar Dondup'un öğ
retmiş olduğu gibi, bu adamın astral renkleri hakkındaki dü
şüncelerini öğrenmek istiyorum. Mingyar, şimdi nerede du
racağını göster ona, çünkü seni benden daha yakın hissedi
yor kendine ve tahmin ediyorum ki, Lama Mingyar Don
dup'u Dalay Lama'dan daha üstün tutuyor!"
Kafesli paravananın arkasında oturup, çevreyi izlemek
ten, kuşlara, ağaçların dallarına bakmaktan neredeyse iyice
sıkılmıştım. Yanıma verilmiş olan bir parça tsampadan ara
da sırada birkaç lokma atıyordum ağzıma. Gökyüzünde bu
lutlar sürüklenip gidiyordu ve ben ipeklerin içinde uğuldaya-
rak, halata çarpıp ıslık gibi sesler çıkararak hızla esen rüz
gârda, ayaklarımın altındaki uçurtmanın sağa sola savrulu
şunu, sarsılışını hissetmenin ne kadar güzel olduğunu düşü
nüyordum. Aniden, sanki hızla bir yere çarpmışım gibi sıçra
dım yerimden. Bir an için, kendimi gerçekten bir uçurt-
193
manın içinde hissetmiştim. Uyuya kalmıştım hiç kuşkusuz.
Fakat gürültü gerçekti. En iç bahçenin kapıları ardına dek
açılmıştı. Altın giysiler içindeki ev sahibi lamalar, gerçekten
olağanüstü bir manzaraya eşlik ediyorlardı. Şaşkınlıktan ba-
ğırmamak ve hemen ardından da bir kahkaha savurmamak
için kendimi zor tuttum: Bir adam, uzun boylu, ince bir
adam. Ak saçlar, beyaz bir yüz, seyrek kaşlar ve içine çök
müş gözler. Epey sert bir ağız. Fakat ya giysileri! Ceketinin
ön tarafında boydan boya bir sıra yuvarlak küçük parlak
mavi top vardı ve anlaşılan çok kötü bir terzinin elinden çık
mıştı. Bir kere yaka o kadar büyüktü ki, katlanması gereki
yordu. Tibet'te bedenen çalışmak zorunda olmayan kimseler,
ellerini tamamen örten uzun kollu elbiseler giyerler. Bu ada
mın giysisinin kolları ise kısaydı ve ancak bileklerine kadar
uzanıyordu. "Ama yine de bir işçi olamaz" diye düşündüm,
"elleri pek yumuşak görünüyor. Belki de nasıl giyinilmesi ge
rektiğini bilmiyordur." Fakat bu dostumuzun elbisesi gövde-
siyle bacaklarının birleştiği yerde bitiyordu. "Yoksul, hem de
çok yoksul," diye düşündüm. Pantolonu bacaklarını sıkı sıkı
sarmıştı ve çok uzundu, bunun için de paçalarını hafifçe yu
karıya kıvırmıştı. "Kendisini En Değerli Kişi'nin önünde,
böyle bir kılıkta herhalde çok kötü hissediyordur" diye dü
şündüm. "Acaba uygun bir giysi ödünç alamaz mıydı birile
rinden?" Sonra ayaklarına baktım. Çok garip. Acayip, siyah
bir şeyler geçirmişti ayaklarına. Parlak şeyler, sanki buzla
kaplanmış gibi parlak. Bizim giydiğimiz gibi keçe botlar de
ğil, hayır, ömrümde bundan daha garip başka bir şeye rastla
yabileceğime ihtimal veremiyordum. Bu arada bir kâğıda
gördüğüm renkleri kaydediyor ve bunlar hakkındaki görüşle
rimi yazıyordum. Adam zaman zaman bir yabancı için olduk
ça güzel bir şiveyle Tibetçe konuşuyor, ardından şimdiye ka
dar duymuş olduğum en garip bir sesler koleksiyonuna geçi
yordu. Sonradan, Dalay Lamanın söylediğine göre, "İngiliz
ce'ydi bu.
Adam bir ara elini ceketinin iki yanında bulunan yama
lardan birine sokup, beyaz bir kumaş parçası çıkarınca daha
194
da şaşırdım. Faltaşı gibi açılmış gözlerimin önünde bu beyaz
kumaşı ağzının burnunun üzerine kapattı ve küçük bir boru
çalarcasına sesler çıkarttı. "Değerli Kişiyi bir çeşit selâmla
ma biçimi herhalde" diye düşündüm. Selâmlama bitince, bez
parçasını büyük bir dikkatle aynı yamanın arkasına soktu.
Sonra ceketin öteki yamalarını da şöyle bir karıştırdı ve da
ha önceleri hiç görmemiş olduğum cinsten birkaç sayfa kâğıt
çıkardı. Beyaz, ince, dümdüz bir kâğıt. Bizimkiler gibi öyle
kösele renginde, kalın ve pürüzlü değil. "İnsan bunun üzeri
ne nasıl yazı yazabilir ki?" diye sordum kendi kendime. "Te
beşiri tutacak hiçbir pürüz yok. İnsanın eli kayıp gider bu
nun üzerinde." Derken adam yamalardan birinin arkasın
dan, ortasında kuruma benzer bir şey bulunan, boyanmış
tahtadan ince bir çubuk çıkardı. Bu çubukla kâğıdın üzerine,
şimdiye dek ne gördüğüm ne de kafamda canlandırabildiğim
garip şekiller karaladı. Yazı yazmasını bilmediğini ve bu işa
retlerle sanki yazıyormuş gibi yaptığını düşündüm. "İs? Ku
rumdan bir çubukla yazı yazıldığı duyulmuş, görülmüş şey
mi? Ama nasıl olsa isin çabucak silindiğini çok geçmeden an
lar."
Sakat bir insan olduğu belliydi, dört tane değnek üze
rinde duran, tahtadan yapılmış kafes gibi bir şeyin üzerinde
oturması, bacaklarını da aşağı sarkıtması gerekiyordu. "Bel
kemiğinde bir aksaklık var herhalde" diye düşündüm, çün
kü oturduğu tahta kafesin üzerinde yükselen iki de sopa var
dı ve bunlar sırtını destekliyordu. Artık iyiden iyiye üzülme
ye başlamıştım adam için. Üzerine uymayan giysiler, yazı
yazmayı bilmemek, cebinden çıkardığı bir boruyla gösteri
yapmak ve şimdi de hepsinden daha garibi, doğru dürüst
oturamamak, sırtını bir yere yaslayıp bacaklarını sarkıtmak
zorunda kalmak. Bacak bacak üstüne atarak, sonra değişti
rerek, epey kımıldandı yerinde. Hele bir defasında sol ayağı
nı öyle bir biçimde yana yatırdı ki, tabanı Dalay Lamaya
dönmüştü. Dehşete kapılmıştım, bir Tibetli tarafından yapıl
sa korkunç bir hakaret kabul edilirdi bu. Fakat neyse, he
men hatırlamış olmalı ki, bacağını indirdi. Dalay Lama ba-
195
yağı saygı gösteriyordu adama; çünkü o da bu tahtadan çatı
ların birinin üzerine oturmuş, bacaklarını da aşağıya sarkıt-
mıştı. Adamın manyetik alanındaki renklerden, sağlığının
hiç de iyi olmadığını anladım; bu büyük bir olasılıkla alışkın
olmadığı bir iklimde yaşamasından kaynaklanıyordu. Bizle
re yardımcı olabilmek isteğinde samimi olduğu anlaşılıyordu
ama kendi hükümetini sinirlendirmekten ve emekli aylığının
kesilmesinden korktuğu da açıktı. Olayları doğal akışına bı
rakmak istiyordu, fakat hükümeti razı değildi buna ve bu
yüzden de kesin konuşması gerekiyor ve kendi düşünce ve
görüşlerinin doğruluğunun, zamanla ortaya çıkacağını umut
ediyordu.
Konuğumuzun adı Mr. Bell idi. Hakkında çok şey, bu
arada doğum tarihini de biliyorduk. Astrologlar, onun daha
önceleri Tibet'te yaşamış olduğunu ve bundan önceki haya
tında, Doğu ile Batı arasında bir anlaşma sağlanmasına yar
dımcı olmak umuduyla, Batı'da yeniden bedenlenmek istedi
ğini belirtmiş olduğunu meydana çıkarmışlardı. Eğer Mr.
Bell hükümetini kendi arzu ettiği biçimde etkileyebilmiş ol
saydı, ülkemiz Çinliler tarafından işgal edilmezdi. Ama çok
önceden bildirilen kehanetler, böyle bir işgalin gerçekleşece
ğini belirtmişlerdi ve kehanetler de asla yanlış çıkmazlardı.
İngiliz Hükümeti epey kuşkulu görünüyor, Tibet'in Rus
ya ile antlaşma yaptığını tahmin ediyordu. Bu da onların işi
ne gelmiyordu tabii. İngiltere Tibet'le bir anlaşma yapmazdı,
fakat Tibet'in bir başka ülkeyle anlaşmasına da razı değildi.
Sikkim, Bhutan, Tibet'in dışında hangi ülke olursa olsun,
Rusya ile anlaşmalar yapabilirdi, fakat Tibet değil. Böylece
İngilizler bizi işgal etme, ya da sesimizi kısıp bize hükmetme
çabası içinde, o garip yakaları altında epey öfkelendiler. Ama
bize elçi gelmiş olan Mr. Bell, bizim herhangi bir ülkenin ya
nında yer almayı asla istemediğimizi, kendi hayatımızı yaşa
yıp, kendi yolumuzda gitmek istediğimizi, geçmişte bize sı
kıntı, zarar ve dertlerden başka hiçbir şey getirmemiş olan
yabancılarla her türlü ilişkiden uzak kalmak istediğimizi
gördü.
196
Mr. Bell gittikten sonra gördüklerimi söylemem Dalay
Lama'yı gerçekten memnun etti. Bu arada daha çok çalışma
ya layık olduğumu da düşünüyordu. "Evet, evet" diye bağır
dı, "seni daha da geliştirmeliyiz Lobsang. Uzak ülkelere git
tiğinde, bu çalışmalarının sana çok yararlı olduğunu göre
ceksin. Sana biraz daha hipnotik tedavi uygulamalı ve seni
elimizdeki tüm bilgilerle tıka basa doldurmalıyız." Çıngırağı
na uzandı ve hizmetkârlardan birine haber etti. "Mingyar
Dondup, onu buraya istiyorum, hemen şimdi!" dedi. Birkaç
dakika sonra da Rehberim göründü ve her zamanki rahat
adımlarıyla bize doğru ilerledi. Rehberim hiç kimse için koş-
turmazdı. Dalay Lama da onu bir dost olarak kabul eder, bu
yüzden de hiçbir şey için onun bu rahatlığını bozmaya kal
kışmazdı. Rehberim benim yanıma, Değerli Kişi'nin karşısı
na oturdu. Hizmetkârlardan biri koşa koşa biraz daha yağlı
çay ile Hindistan'dan gelmiş yiyecekler getirdi. Yerimize yer
leştiğimizde, Dalay Lama konuşmaya başladı: "Mingyar,
haklıymışsın, o gerçekten yetenekli. Bu yetenekleri daha da
fazla geliştirilebilir ve geliştirilmelidir de. Mümkün olduğu
kadar çabuk ve kusursuz bir biçimde eğitilmesi için neyi ge
rekli görüyorsan onu yap. Sahip olduğumuz kaynakların
hepsini ve istediğini kullan; çünkü daha önceden sık sık uya
rıldığımız gibi, ülkemiz kötü günler geçirecek ve eski sanat
larla ilgili kayıtları bir araya toplayabilecek birisine ihtiyacı
mız olacak."
Böylece günlerim daha da hareketli geçmeye başladı. O
günden sonra insanların renklerini anlatmam için sık sık
oraya buraya koşturuldum, bu ya çok uzak bir manastırdan
gelmiş bir reis ya da uzaklardaki bir eyaletin sivil önderi ola
biliyordu. Potala ile Norbu Linga'nın, iyi tanınan bir ziyaret
çisi olmuştum. Potala'da beni çok eğlendiren o teleskoplar
dan, özellikle ağır bir sehpa üzerine yerleştirilmiş olan o kos
kocaman yıldız teleskobundan yararlanabiliyordum. Gece
geç vakitlerde ayı ve yıldızları seyrederek saatler geçiriyor
dum.
Lama Mingyar Dondup ve ben, ziyaretçileri incelemek
197
üzere sık sık Lhasa Kenti'ne gidiyorduk. Onun gerçekten çok
güçlü olan gizli şeyleri görme yeteneği ve insanlar hakkında
ki geniş bilgisi, söylediklerimin doğruluğunu kontrol edebil
mesini ve eksiklerimin giderilmesini sağlıyordu. Bir tüccarın
tezgahının yanına yaklaşıp, adamın bağıra çağıra malını
övüşünü işitmek ve bunu, bizim için hiç de öyle gizli bir yanı
olmayan düşünceleriyle karşılaştırmak o kadar ilgi çekici bir
şeydi ki! Bu arada bellek gücüm de geliştirilmişti. Saatlerce
oturup, bana okunan, anlaşılması güç metinleri dinliyor ye
sonra bir solukta anlatıyordum onları. Bazen uzun süre hip-
notik uykuda yatıyor ve bana anlatılan en eski kutsal bilgile
ri belleğime yerleştiriyordum.
198
Dostları ilə paylaş: |