Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə12/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15
lobsang rampa Üçüncü Göz

13 
EVE iLK ZiYARET 
Losgar, ya da Yeni Yıl Kutlamaları için tam vaktinde 
geri dönmüştük. Her şeyin temizlenmesi, her yerin bir düze­
ne konulması gerekiyordu. On beşinci gün, Dalay Lama bir­
kaç ayin için büyük tapınağa gitti. Bu işler de bitince, Jo-
Kang'ın ve meclis binasının dışından geçip, pazar yerini çev­
releyen büyük iş yerlerinin arasından dolaşan çevre yolu 
Barkhor'daki geleneksel turuna çıktı. Kutlamaların bu bölü­
münde resmiyet kalkar, yerini eğlenceye bırakırdı. Tanrılar 
yatıştırılmış, zevk ve eğlence zamanı gelmişti artık. Dalay 
Lama'nın gittiği sergilerden birinde kutsal kitaplardan alın­
mış çeşitli sahnelerin canlandırıldığı yağlı boya tablolar var­
dı. Dalay Lama yavaş yavaş gezinerek bunların hepsini te­
ker teker inceledi. En güzel eser, onu yapmış olan manastıra 
yılın en iyi yağlı boya ressamları ödülünü kazandıracaktı. 
Biz Chakporililer, bu şenliklerle pek ilgilenmezdik; hepsi bi­
raz çocukça ve sanki eğlendirici değilmiş gibi gelirdi bize. 
Sonra Lhasa Ovası boyunca binicisiz atların yarıştığı koşu­
larla ve onunla birlikte yapılan eğlencelerle de ilgilenmezdik. 
Efsanelerimizden alınmış karakterleri temsil eden dev figür­
ler bize daha ilgi çekici gelirdi. Bu figürler, gövdeyi temsil 
eden hafif tahtadan yapılmış çatılar üzerine kurulur ve tepe­
sine de gerçeğe çok uygun kocaman bir baş takılırdı. Bu 
başın içine konulan yağ kandilleri, göz deliklerinin içinden 
parlar ve mabetin gözleri, titreşen ışıkta sağa sola bakıyor­
muş gibi görünürdü. Figürün çatısının içinde, sırıklarının 
üzerinde yürüyen güçlü kuvetli bir rahip bulunurdu. Bu gös-
177 

tericilerin başına her türlü acayip kaza gelebilirdi. Zavallı 
adam, sırıklardan birini bir çukurun içine sokup, kendisini 
tek sırık üzerinde gayet tehlikeli bir durumda bulur ya da sı­
rıklardan biri yolda bulunan herhangi bir kaygan maddenin 
üzerinde kayıp giderdi. En kötü olaylardan biri de ani bir 
sarsıntıyla kandillerin yerlerinden çıkması ve dev figürün 
alev alev yanmasıydı. 
Daha sonraki yıllarda bir şenlikte beni, Tıp Tanrısı 
Buda'nın bir figürünü taşıyıp dolaştırmaya razı ettiler. Boyu 
sekiz metreye yakındı. Dalgalanan uzun giysi, sırıkların üze­
rindeki bacaklarıma dolanıyordu; bu yetmiyormuş gibi, giysi 
depodan yeni çıkarılmış olduğundan her yanında bir sürü 
güve geziyordu. Yol boyunca hoplaya zıplaya giderken, giysi­
nin kıvrımları arasındaki tozlar silkeleniyor ve ben bir krize 
tutulmuş, hapşırıyor, hapşırıyordum. Her seferinde de sanki 
tökezleyip gidiverecekmiş gibi hissediyordum kendimi. Her 
hapşırık bir başka sıçramaya yol açıyor ve tepemdeki kandil­
lerden traşlı ve acıyan kafama damlayan sıcak yağlar, rahat­
sızlığımı daha da artırıyordu. Hava müthiş sıcaktı. Küflü 
eski giysiler, ne olduğunu şaşırmış bir güve sürüsü ve üste­
lik tam beynime damlayan sıcak yağ! Fitilin çevresindeki 
ufak birikinti sayılmazsa, kandilin içindeki yağ normal ola­
rak katıdır. Şimdi ise bu boğucu sıcakta bütün topak erimiş­
ti. Gövdenin ortasındaki küçük gözetleme deliği gözlerimle 
aynı düzeyde değildi ve bunu yeni baştan ayarlamak için sı­
rıkları da bırakamıyordum. Bütün görebildiğim, önümde gi­
den figürün sırtıydı ve o da durmadan hopluyor, sarhoş gibi 
sağa sola yalpalıyordu. Hiç kuşkusuz, içerideki zavallı da 
aynı benim gibi sıkıntılı anlar yaşıyordu. Fakat Dalay Lama 
bizi seyrederken, paçavralar içinde boğulmuş ve kızgın yağla 
hafif kavrulmuş bir halde ilerlemeyi sürdürmekten başka 
yapacak bir şey de yoktu. Sıcaktan ve harcadığım çabadan o 
gün birkaç kilo vermiş olduğuma eminim! O akşam yüksek 
bir lama, "Oh, Lobsang, gösterin nefisti, harika bir komed­
yen olabilirsin!" dedi. Ona, kendisini o denli eğlendirmiş olan 
"soytarılığın" istenmeden yapıldığını tabii ki söylemedim. 
178 
Bu olaydan bir süre sonra, sanırım beş-altı ay sonra, 
uçuşan toz ve kum bulutlarıyla birlikte ani ve müthiş bir fır­
tına çıktı. Ben o sırada bir deponun damında, damın su ge­
çirmemesi için altın levhaların nasıl serileceği konusunda 
bilgi alıyordum. Fırtına beni yakaladı ve döndüre döndüre 
düz damdan alıp, ilk önce altı buçuk metre kadar aşağıda bu­
lunan bir başka damın üzerine çarptı. Buradan da bir başka 
hava akımı yakaladı beni ve damın kenarından, Demir Dağ' 
in yamacından aşağı ve şöyle böyle bir yüz elli metre kadar 
aşağıda bulunan Linghor Yolu'nun kıyısına savurdu. Toprak 
neyse ki bataktı, ama ben yere suratımın üzerinde inmiştim. 
Bir şey çatırdadı; o anda bir ağaç kırıldı diye düşündüm. Şaş­
kınlık içinde, kendimi kaldırıp çamurdan çıkmayı denedim, 
fakat sol kolumu ve omuzumu oynatmaya çalıştığım anda 
şiddetli bir acı hissettim. Sonra her nasılsa ayaklarımın üze­
rinde doğruldum ve binbir zahmetle yol boyunca ilerlemeye 
çalıştım. Acıdan çok kötü hissediyordum kendimi ve pek ber­
rak düşünemiyordum; tek düşüncem mümkün olduğu kadar 
çabuk tepeye çıkmaktı. Yarı bilinçsiz bir halde, düşe kalka 
ilerlerken, hemen hemen yolun yarısında, bana ve bir başka 
çocuğa ne olduğuna bakmak üzere telaş içinde aşağı doğru 
koşturan bir grup rahibe rastladım. Öbür oğlan kayaların 
üzerine düşmüş ve tabii ki ölmüştü. Yolun geri kalan kısmın­
da sırtta taşınarak, rehberimin odasına götürüldüm. Beni 
hemen muayene etti: "Ah! Ah! Zavallı çocukları böyle bir fır­
tınada dışarı yollamamalıydılar!" Bana baktı: "Eh, Lobsang, 
bir kolun ve bir köprücük kemiğin kırılmış. Onları yerine 
yerleştirmemiz gerekiyor. Acıyacak tabii, fakat elimden gele­
ni yapacağım." 
Konuşmaya devam ederken ve ben daha farkına bile va-
ramadan köprücük kemiğimi yerine yerleştirdi ve kırılan ke­
mikleri tutsun diye de ince tahtalarla sardı. Kolumun üst 
kısmı çok daha fazla acı veriyordu, fakat az sonra o da yerine 
yerleştirilmiş ve tahtalarla sarılmıştı. Günün geri kalan kıs­
mında hiçbir şey yapmadan, öylece yattım. Ertesi gün Lama 
Mingyar Dondup şöyle dedi:" Çalışmalarından geri kalmana 
179 

izin veremeyiz Lobsang, bunun için sen ve ben burada birlik­
te çalışacağız. Hepimiz gibi, senin de yeni şeyler öğrenmeye 
karşı, üstelik belli de ettiğin hafif bir antipatin var; ben de 
bu 'çalışma düşmanlığını' hipnotizma yoluyla ortadan kaldı­
racağım." Sonra kepenkleri kapattı, mihrap kandillerinin za­
yıf ışığının dışında zifiri karanlıktı oda. Sonra bir yerlerden 
bir kutu çıkararak önümde bulunan bir rafa koydu. Parlak 
renkli ışıklar, eller ve renk çizgileri görür gibi oldum ve son­
ra hepsi, her şey sessiz ve son derece parlak bir patlamayla 
sona erdi! 
Uyandığımda, aradan epey zaman geçmiş olmalıydı 
herhalde. Kepenkler açıktı, fakat gecenin mor gölgeleri, aşa­
ğıdaki vadiyi doldurmaya başlamıştı bile. Akşam muhafızla­
rı Potala'da devriye gezerken, binaların arasından titrek sol­
gun ışıklar parıldıyordu. Kentin gece hayatının başlayışını 
oturduğum yerden izleyebiliyordum. Tam o sırada Rehberim 
içeri girdi ve "Oh!" dedi, "demek nihayet döndün bize. Astral 
turunda gördüğün yerleri çok güzel bulduğunu ve bir süre 
orada kaldığını düşündük. Şimdi sanırım her zamanki gibi 
acıkmış olmalısın." Az sonra yemek geldi ve o konuşurken 
ben yedim."Genel yasalara göre bedenini terk etmiş olman 
gerekirdi, fakat yıldızların, uzun yıllar sonra Kızılderililer' 
in ülkesinde (Amerika'da) öleceğini söyledi. Kurtulamayan 
çocuk için bir ayin yapıyorlar. Hemen ölmüş." 
Bir an göçüp gidenlerin daha şanslı olduklarını düşün­
düm. Astral seyahat deneyimlerimde bunun çok zevkli oldu­
ğunu görmüştüm. Fakat kendi kendime, aslında okulu sev­
mediğimi, ancak bir şeyler öğrenmek için okumak zorunda 
olduğumuzu, yeryüzündeki hayatın da bir okuldan farklı bir 
şey olmadığını hatırlattım. Hem de bayağı zor bir okul! "İşte 
iki kırık kemikle buradayım ve öğrenmeyi sürdürmek zorun­
dayım" diye düşündüm. 
İki hafta süreyle, her zamankinden daha da yoğun bir 
biçimde çalıştırıldım; söylediklerine göre bu davranışın nede­
ni, kafamı kırık kemiklerimi düşünmekten alıkoymak içindi. 
Şimdi, on beşinci günün sonunda kemikler iyice kaynamıştı 
180 
yerlerine, fakat ben de kaskatı olmuştum; hem omuzum, 
hem kolum, hem de sırtım müthiş ağrıyordu. Bir sabah oda­
sına gittiğimde, Lama Mingyar Dondup bir mektup okuyor­
du. İçeri girer girmez dönüp baktı bana. "Lobsang" dedi, 
"Saygıdeğer annene gönderilmek üzere bir bitki paketimiz 
var. Sen yarın sabah onu götürebilir ve akşam da orada kala­
bilirsin." 
"Babamın beni görmek istemeyeceğinden eminim" diye 
karşılık verdim. Potala'nın merdivenlerinde, yanımdan ge­
çerken görmemezlikten geldi beni." 
"Evet, tabii ki öyle yapmalıydı. Senin az önce En Değer­
li Kişi'nin yanından çıkmış olduğunu, özel olarak himaye 
edildiğini biliyordu ve bu yüzden de ben yanında olmadıkça 
seninle konuşamazdı; çünkü sen şimdi Değerli Kişi'nin em­
riyle benim himayemdesin." Sonra güldü. "Her neyse, baban 
evde olmayacak yarın. Birkaç günlüğüne Gyangtse'ye gitti." 
Rehberim sabahleyin yukarıdan aşağıya şöyle bir süzdü 
beni ve "Hmm, evet! Biraz solgun görünüyorsun ama temiz 
ve düzenlisin ve bir anne için de bunlar epey önemli şeyler­
dir. İşte bir de eşarp sana. Artık bir lama olduğunu ve tüm 
kurallara uymak zorunda olduğunu da unutma. Buraya yü­
rüyerek gelmiştin. Bugün en iyi beyaz atlarımızdan birinin 
sırtında gideceksin. Benimkini al, biraz harekete ihtiyacın 
var zaten." 
Manastırdan çıkarken elime verilen bitki dolu deri tor­
ba, bir saygı ifadesi olarak ipek bir eşarba sarılmıştı. Bu 
uğursuz şeyi nasıl temiz tutacağımı düşünerek endişeyle 
baktım ona. Ardından eşarbı çıkardım ve eve yaklaşana dek 
onu elbisemin kesesinde sakladım. Akımdaki beyaz atla, dik 
yamaçtan aşağı indik. Az sonra, yolun yarısında at durdu ve 
beni iyice görebilmek için kafasını arkaya çevirdi. Sonra gü­
rültüyle kişnedi ve sanki benim görüntüme daha fazla daya-
namayacakmış gibi son hızla devam etti yoluna. Ben de onun 
hakkında benzer düşüncelere sahip olduğumdan, onun duy­
gularını anlıyordum. Tibet'te koyu dindar lamaların büyük 
bir kısmı, cinsiyetsiz varlıklar olarak kabul edildiklerinden 
181 

katırlara binerler. Bu kadar titiz olmayan lamalar ise midilli 
ya da at kullanırlar. Ben ise mümkün olan her yerde yürü­
meyi yeğlerdim. Tepenin eteğinden sağa döndük ve rahat bir 
soluk aldım, neyse ki sağa dönmemiz konusunda at da be­
nimle aynı fikirdeydi. Bu belki de Linghor Yolundan, dini 
nedenlerle daima saat yelkovanı yönünde geçildiği içindi. 
Neyse, böylece sağa saptık ve Linghor çemberi boyunca iler­
lemek üzere Drebung Kenti yoluna girdik. Estetik bakımdan 
bizim Chakpori'yle asla kıyaslayamayacağım Potala'yı geçtik 
ve Kaling Chu'yu sol tarafımızda ve Yılan Tapınağı'nı sağ ta­
rafımızda bırakarak Hindistan yolu boyunca ilerledik. Eski 
evimin girişine yaklaşırken hizmetkârlar geldiğimi gördüler 
ve kapıları ardına kadar açmak için acele ettiler. Kurum sa­
tarak, ama yuvarlanıp düşmemek için dua ederek doğruca 
avluya sürdüm atımı. Neyse ki, ben tam aşağıya kayarken 
bir hizmetkâr atı tuttu. 
Kâhya ve ben ciddi ciddi geleneksel eşarplarımızı değiş 
tokuş ettik. "Bu evi ve içinde bulunan her şeyi takdis ediniz, 
Saygıdeğer Doktor Lama Efendim!" dedi. "Buda'nın, Temiz 
Kişi'nin, Her Şeyi gören Kişi'nin duaları üzerinizde olsun ve 
size sağlık versin" diye karşılık verdim. "Saygıdeğer efen­
dim, evin hanımefendisi sizi onun yanına götürmemi emret­
ti." Böylece, sanki ben kendi yolumu bulamazmışım gibi, o 
önde, ben arkada yürüdük. Ben bitki dolu torbayı beceriksiz 
hareketlerle eşarba sarmaya uğraşıyordum. Yukarı kata, an­
nemin en gözde odasına gidiyorduk. "Sadece bir çocuk oldu­
ğum zamanlarda bu odaya girmeme asla izin verilmezdi" di­
ye düşündüm. Hemen ardından ise, "Acaba geri dönüp de 
kaçsam mı?" diye düşündüm; çünkü, oda tıklım tıklım kadın­
la doluydu! 
Bu son düşündüğümü yapmaya fırsat kalmadan, an­
nem bana doğru ilerledi ve eğildi önümde,"Saygıdeğer Efen­
dim ve Oğlum, arkadaşlarım En Değerli Kişi tarafından size 
verilmiş olan onur hakkındaki açıklamalarınızı dinlemek 
üzere burada bulunuyorlar." 
" Saygıdeğer anne" diye yanıtladım, "Düzenin Kuralları 
182 
En Değerli Kişi'nin bana söylemiş olduklarını anlatmama 
izin vermiyor. Lama Mingyar Dondup, bana içinde bitkiler 
olan bu torbayı size getirmem ve onun kutlama eşarbını sun­
mam için talimat verdi." 
"Saygıdeğer Lama ve Oğlum, bu hanımlar En Değerli 
Ev ve içinde yaşayan En Değerli Kişi hakkındaki olayları 
işitmek üzere çok uzaklardan geldiler. Hakikaten Hindistan 
dergileri okuyor mu? İçinden olayları görebildiği bir küresi 
olduğu doğru mu?" 
"Hanımefendi" diye karşılık verdim, "ben sadece, geçen­
lerde tepelerden geri dönmüş sıradan bir doktor lamayım. 
Gelişimin nedeni Düzenimizin Başı'nın neler yaptığı hakkın­
da konuşmak değildir. Ben yalnızca Dİr haberci olarak gel­
dim." 
Genç bir kadın bana yaklaştı ve "Beni hatırlamıyor mu­
sun? Ben Yaso'yum!" dedi. 
Doğruyu söylemek gerekirse, onu güçlükle tanıyabil­
dim, öylesine gelişmiş, öylesine süslenmişti ki!.. Korku için­
deydim. Sekiz, hayır dokuz kadın benim için çok büyük bir 
sorundu. Erkeklerle nasıl anlaşabileceğimi biliyordum ama 
kadınlar! Ben sanki leziz bir lokmaymışım da, onlar da ağaç­
sız ovadaki aç kurtlarmış gibi bakıyorlardı bana. Yapılacak 
tek şey vardı: İşimi çabuk bitirip geri dönmek. 
"Saygıdeğer anne" dedim, "haberimi yerine ulaştırdım 
ve şimdi görevlerime geri dönmeliyim. Hastalıktan yeni 
kalktım ve yapacak çok işim var." 
Böyle söyleyerek önlerinde eğildim, arkamı döndüm ve 
terbiyeli bir şekilde, ama elimden geldiği kadar çabuk sıvış­
tım oradan. Kâhya odasına geri dönmüştü, seyis atımı dışarı 
çıkardı. "Dikkatle binmem için bana yardım et" dedim, "çün­
kü geçenlerde kolumu ve omuzumu kırmıştım, tek başıma bi­
nemiyorum." Seyis kapıyı açtı, atımı dışarı sürdüm. Tam bu 
sırada annem balkonda göründü ve bağırarak bir şeyler söy­
ledi arkamdan. Yavaş yavaş gidiyordum. Yavaş, çünkü bu 
kadar çabuk dönmek istemiyordum geriye. Gyu-pu Linga'yı, 
183 

Muru Gompa'yı geçip, daire biçimindeki yol boyunca ilerle­
dim. 
Manastıra varınca doğruca Lama Mingyar Dondup'un 
yanına gittim. Şöyle bir baktı bana ve "Ne oldu Lobsang, ba­
şıboş dolanan tüm ruhlar seni kovalıyorlar sanki. Sarsılmış 
görünüyorsun!" dedi. 
"Sarsılmış mı" diye yanıtladım, "sarsılmış? Annem bir 
yığın kadını toplamış yanına ve hepsi de En Değerli Kişi'nin 
bana neler söylediğini öğrenmek istiyordu. Onlara, Düzenin 
Kuralları'nın buna izin vermeyeceğini söyledim ve henüz va­
kit varken hemen sıvıştım, bütün o beni seyreden kadın­
lar!.." 
Rehberim kahkahalarla sarsıldı bir süre. Ben şaşkınlık 
içinde ne kadar baktıysam ona, o da o kadar güldü. "Değerli 
Kişi senin buraya yerleşip yerleşmediğini öğrenmek istediği 
için gönderdi seni oraya." 
Lama hayatı benim sosyal değerlerimi altüst etmişti. 
Kadınlar benim için garip yaratıklardı artık. Aslında hâlâ da 
öyledirler... "Fakat ben evde... Oh! hayır, babamın evine geri 
dönmek istemiyorum. Bütün o kadınların görünüşü, boyalı 
yüzleri ve bana bakışları... Sanki ben bir ödül koyunuymu-
şum ve onlar da Shö'den gelmiş kasaplar. Cırıldayan sesleri 
ve..." Herhalde sesim bir fısıltı haline gelmişti. "Astral renk­
leri korkunçtu. Oh! Saygıdeğer Rehber Lama, lütfen bunu 
tartışmayalım" diyebildim. 
Ancak bu olayı unutmama iziifcü«rilmedi günlerce: "Oh, 
Lobsang, birkaç kadın onu kaçırtmış!" Ya da "Lobsang, say­
gıdeğer annene gitmeni istiyorum, bugün bir parti verecek­
miş ve biraz eğlenceye ihtiyaçları varmış" diye alay ediyordu 
herkes benimle. 
184 
14 
ÜCÜNCÜ GÖZÜN KULLANILMASI 
Bir sabah dünya ile barış içinde, gelecek ayine kadarki 
boş bir yarım saati nasıl doldurayım diye düşünürken, Lama 
Mingyar Dondup yanıma geldi: "Haydi bir yürüyüş yapalım 
Lobsang. Sana verilecek ufak bir işim var." Rehberimle bir­
likte dışarı çıkacağıma memnun, hemen fırladım ayağa. Ha­
zırlanmamız pek uzun sürmedi ve az sonra yola koyulduk. 
Tam tapınağı terk edecekken, Tibetçe shi-mi, yani kedi adını 
verdiğimiz kocaman bir kedi çok özel bir sevgi gösterisinde 
bulundu bize ve gürleyen hırıltısı durana ve kuyruğu sallan­
maya başlayana dek onu bırakmadık. Sevgisine yeterince 
karşılık gördüğüne inanınca da, dağdan aşağı yarı yola ka­
dar ciddi ciddi yanımızdan yürüdü. Sonra mücevherleri ko­
rumasız bırakmış olduğunu hatırladı ve büyük bir telaş için­
de gerisin geri koştu. 
Bizim tapınaktaki kedilerimiz, öyle yalnızca süs için de­
ğillerdi; kutsal heykellerin çevresinde duran, henüz kesilme­
miş değerli taş yığınlarının kızgın birer koruyucusuydular. 
Evlerde ise bir adamı yere yıkıp bir anda parçalayabilecek 
kadar güçlü kocaman çoban köpekleri bekçilik yaparlardı. 
Aslında bu köpekleri yıldırıp uzaklaştırmak mümkündü. Fa­
kat kedileri asla. Bir kez saldırdılar mı, ancak ölüm durdu­
rabilirdi onları. Bu nöbetçiler genellikle "Siyam" cinsi kediler 
olurdu. Tibet soğuk bir ülke olduğu için renkleri siyaha ya­
kındı. Anlattıklarına göre, sıcak ülkelerde yaşayan siyam ke­
dileri beyaz olurmuş. Bizimkilerin gözleri siyah, arka ayak­
ları ise uzundu; bu özellikleri yürürken değişik bir görünüm 
185 

verirdi onlara. Kuyrukları uzun ve kamçı gibiydi. Sesleri ise 
en tiz perdeden, en yükseğe kadar çıkabilirdi. İnsan onları 
gürlerken duyunca kulaklarına inanamazdı. 
Bu kediler tapınaklardaki görevleri sırasında sessiz 
adımlarla, cin gibi uyanık, gecenin siyah gölgeleri gibi dola­
şırlardı çevrede. Eğer birisi mücevherlere yaklaşmaya kalkı­
şırsa, ortaya bir kedi çıkar ve adamın koluna yapışırdı. Eğer 
adam anında bırakıp kaçamazsa, bir başka kedi doğruca 
gırtlağına çökerdi hırsızın. Bu kedilerin, normal bir kedinin-
kinden iki misli uzun pençeleri vardı ve tuttuklarını bırak­
mazlardı. Köpeklere ise dayak atılabilir, belki tutulabilir ya 
da zehirlenebilirlerdi. Fakat bu silahların hiçbirisi işlemezdi 
kedilere. En vahşi çoban köpeklerini bile korkutup kaçırır­
lardı. Görev başın dalarken, yalnızca onları özel olarak tanı­
yan kişiler yaklaşabilirdi yanlarına. 
Ağır adımlarla yürümeyi sürdürdük. Aşağıda Pargo Ka-
ling'in içinden geçip sağa saptık ve Shö Kasabası'nı geçerek 
yolumuza devam ettik. Firuze Taşı Köprüsü'nün üzerinden 
tekrar sağa döndük. Bu yol bizi eski Çin Elçiliği'nin yan tara­
fına götürdü. Lama Mingyar Dondup yürürken konuşuyordu 
benimle: "Sana söylemiş olduğum gibi, yeni Çin elçileri geldi­
ler. Onlara şöyle bir göz atıp, neye benzediklerini bir göre­
lim." 
İlk izlenimim, epey sevimsiz insanlar olduklarıydı. 
Adamlar evin içerisinde kibirli kibirli geziniyor, kutuların, 
sandıkların ambalajlarını açıyorlardı. Neredeyse bir orduya 
yetecek kadar silahları vardı. Küçük bir çocuk olarak, daha 
yaşlı bir kimseye uygun düşmeyecek davranışlarla gözleyebi-
liyordum onları; toprağın üzerinde sessizce sürünerek, açık 
bir pencereye yanaştım. Adamlardan biri başını kaldırıp beni 
görünceye dek, bir süre durup seyrettim. Adam beni fark 
edince çok ağır bir Çin küfürü savurdu ve eline bir şey geçir­
mek üzere uzandı. Bunun üzerine tabana kuvvet kaçtım. 
Geldiğimiz yoldan geri dönerek, Rehberim'e, "Oh! Bir 
görecektiniz. Manyetik alanları nasıl da bir anda kırmızılaş-
tı. Bıçak gibi de oklar fırlıyordu aradan" dedim. 
186 
Eve giden yolun geri kalan kısmında oldukça düşünce­
liydi Lama Mingyar Dondup. Akşam yemeğimizi yedikten 
sonra bana, "Şu Çinliler hakkında epey düşündüm. En De­
ğerli Kişi'ye özel güçlerimizden yararlanmayı önereceğim. 
Eğer böyle bir şey kararlaştırılırsa, onları hiç ses çıkarma­
dan bir perdenin arkasından gözetleyebileceğine güveniyor 
musun?" dedi. Bütün söyleyebildiğim şuydu: "Yapabileceği­
mi düşündüğünüz her şeyi yaparım." 
Ertesi gün hiç görmedim Rehberim'i. Daha ertesi sabah 
dersleri sürdürdük ve öğle yemeğinden sonra bana, "Bugün 
öğleden sonra seninle bir yürüyüşe çıkacağız Lobsang. İşte 
sana birinci sınıf ipekli bir eşarp, böylece nereye gittiğimizi 
anlamak için olağanüstü görüş gücünü zorlamana gerek yok. 
Hazırlanman için sana on dakika veriyorum, sonra gel beni 
bul odamda. İlk önce gidip Reis'i görmem gerekiyor" dedi. 
Böylece dağın yamacından aşağı inen dik patika boyun­
ca yola koyulduk. Bu kez dağın güneybatı yamacından aşağı 
kestirme bir yol tutturmuştuk. Kısa bir yürüyüşten sonra 
Norbu Linga'ya vardık. Dalay Lama bu Mücevher Parkı' 
ndan çok hoşlanıyor ve boş zamanlarının çoğunu burada ge­
çiriyordu. Potala, dışarıdan bakınca çok güzel bir yerdi, fa­
kat içerisi yetersiz havalandırma ve uzun süreden beri ara­
lıksız yanan bir sürü yağ kandili yüzünden son derece hava­
sızdı. Yıllar boyunca yerlere bir yığın yağ akmıştı; aşağıya 
doğru eğimli rampa boyunca o gösterişli yürüyüşünü sürdü­
rürken, tozla örtülü bir yağ tabakası üzerine basıp, bedenini 
t a ş döşemeye çarptığında ağzından çıkan şaşkın bir "Aman" 
sesiyle bir anda yokuşun dibine varmak, saygıdeğer bir lama 
için pek öyle yeni edinilmiş bir deneyim değildi. Dalay Lama 
ise böyle hiç de öğretici olmayan bir manzaraya konu olma 
tehlikesini göze almak istemiyordu; bu yüzden de fırsat bul­
dukça Norbu Linga'da kalmayı tercih ediyordu. 
Mücevher Parkı, üç buçuk-dört metre yüksekliğinde 
taştan bir duvarla çevrilmişti. Bu park daha çok yeni olup, 
ancak yüz yaşındaydı. İçinde bulunan sarayın altından ya­
pılmış ufak kuleleri vardı. Bahçede ise devletin resmi işleri 
187 

için kullanılan üç bina bulunuyordu. Yine yüksek bir duvarla 
çevrili olan en iç bölüm, Dalay Lama tarafından bir dinlenme 
bahçesi olarak kullanılıyordu. Bazı yazarlar, memurların bu 
bölüme girmelerinin yasak olduğunu yazmışlardır. Kesinlik­
le doğru değildir bu iddia; onların yalnızca bu bölüm içinde 
herhangi resmi bir iş yapmaları yasaklanmıştır. Oraya aşağı 
yukarı otuz kez gittim ve çok iyi bilirim durumu. Üzerinde 
birer yazlık ev bulunan iki adalı, suni bir göl bulunur bu 
bahçede. Kuzeybatı köşesinde bulunan taştan yapılmış geniş 
bir yol adalara ve bunların üzerinde bulunan iki yazlık eve 
giderdi. Dalay Lama, zamanının büyük bir kısmım bu adala­
rın birinde ya da ötekinde geçirir ve her gün saatlerce medi-
tasyon yapardı. Parkın içinde, özel koruma görevini yürüten 
beş yüz asker için yapılmış barakalar vardı. Lama Mingyar 
Dondup'un beni götürdüğü yer de işte burasıydı. Bu bahçeye 
ilk girişimdi. Çok güzel yerlerden ve en iç bölüme açılan süs­
lü bir geçitten geçtik. Bahçeye girdiğimizde binbir çeşit kuş 
vardı yerlerde ve biz geçerken hiç aldırmadılar bile, çünkü 
aslında biz onların yolundan çekilmek zorundaydık! Göl, pı­
rıl pırıl parlatılmış madeni bir ayna gibi durgundu. Taş şose 
henüz badanalanmıştı. En Değerli Kişi'nin meditasyon yaptı­
ğı odaya doğru ilerledik. Bizim yaklaşmamızla başını kaldır­
dı ve gülümsedi. Dizlerimizin üzerine çöktük ve eşarplarımı­
zı ayaklarının dibine bıraktık; karşısına oturmamızı söyledi. 
Tibetliler'in adeti üzerine tereyağlı çay istemek için çıngıra­
ğını salladı. Çayın getirilmesini beklerken Dalay Lama bana 
parkta bulunan çeşitli hayvanlardan söz etti ve daha sonra 
bir gün onları bana göstereceğine söz verdi. 
Çayın gelmesi ve hizmetkâr lamanın yanımızdan ayrıl­
masıyla, Dalay Lama yeniden bana bakıp asıl konuya girdi: 
"Dostumuz Mingyar, senin şu Çin delegelerinin manyetik 
alanlarındaki renkleri beğenmediğini söyledi bana. Anlattığı­
na göre, üzerlerinde bir sürü silah varmış. Senin olağanüstü 
görme gücün üzerinde, gizli ya da açık yapılmış testlerin hiç­
birisinde yanılmadın. Bu adamlar hakkındaki fikirlerini öğ­
renmek istiyorum." 
188 
Bu iş pek hoşuma gitmemişti. Lama Mingyar Dondup 
dışında, diğer insanlara, başkalarının manyetik alanlarında 
neler gördüğümü ve bunların benim için ne anlam taşıdığını 
açıklamak hiç de hoşuma gitmiyordu. Benim anlayışıma gö­
re, eğer bir insan bunları göremiyorsa, o zaman bilmeye de 
hakkı yoktu. Ancak böyle bir şey devletin başına nasıl söyle­
nebilirdi ki? 
Dalay  L a m a y a verdiğim yanıt şöyleydi: "Saygıdeğer 
Koruyucumuz, yabancıların manyetik alanlarını okumakta 
henüz acemiyim. Bir görüş belirtmek için yetersizim." 
Bu yanıt da kurtarmadı beni. En Değerli Kişi şöyle kar­
şılık verdi: "Özel yeteneklere sahip olan ve bunları eskiden 
kalma becerilerle daha da geliştirmiş bir kişi olarak gördük­
lerini söylemek senin görevindir. Bu amaçla yetiştirildin sen. 
Şimdi anlat bakalım neler gördüğünü." 
"Saygıdeğer Koruyucumuz, bu adamlar kötü niyetliler. 
Manyetik alanlarının rengi güven vermiyor." 
Dalay Lama memnun olmuş görünüyordu. "Güzel, 
Mingyar'a söylediğini aynen tekrar ettin. Yarın şu perdenin 
ardına gizleneceksin ve Çinliler geldikleri zaman onları ince­
leyeceksin. Ne istediklerinden emin olmalıyız. Şimdi gizlen 
ve yeterince iyi saklanabiliyor musun bir görelim." 
İçeri çağırılan hizmetkârlardan hiçbiri nereye saklandı­
ğımı fark etmedi. Sonra birkaç lama, sanki ziyaretçi delege-
lermiş gibi prova yaparak içeri girdiler ve gizlendiğim yeri 
bulmak için epey uğraştılar. Bu arada içlerinden birinin dü­
şüncesini yakaladım: "Ah! Eğer şunu bir görebilsem terfi 
ederdim." Fakat yanlış tarafa baktığından bu fırsatı kaçırdı. 
Sonunda En Değerli Kişi durumdan hoşnut kaldı ve dı­
şarı çağırdı beni. Bizimle birkaç dakika daha konuşup, Çin 
delegelerinin kendisini bir anlaşmaya zorlamak amacıyla zi­
yarete geleceklerini ve ertesi gün bizim de orada bulunma­
mız gerektiğini söyledi. Sonra saygıyla eğildik ve En Değerli 
Kişi'nin yanından ayrılıp, Demir  D a ğ a çıkan yola koyulduk. 
Ertesi gün, saat on bir civarında, yine o kayalık bayır-
189 

dan aşağı inip, bahçedeki en iç bölüme girdik. Dalay Lama 
geldiğimizi görünce gülümseyerek bana bakıp, kendimi gizle­
meden önce bir şeyler yemem gerektiğini söyledi; buna dün­
den hazırdım tabii. Verdiği emir üzerine Lama Mingyar Don-
dup ve bana nefis bir yemek getirildi. Bunlar teneke kutular 
içinde Hindistan'dan getirilmiş yiyeceklerdi. İsimleri neydi 
bilmiyorum, tüm bildiğim tsampa, çay ve şalgamdan farklı 
ve güzel şeyler olduklarıydı. Artık güçlenmiş ve birkaç saat 
hiç kımıldamadan oturmaya dayanabilecek kadar keyfim ye­
rine gelmişti. Aslında en ufak bir harekette dahi bulunma­
dan saatlerce oturabilmek benim ve diğer lamalar için gayet 
basit bir işti. Çok genç yaştan itibaren, kesin söylemek gere­
kirse yedi yaşından beri, hiç kımıldamadan saatlerce dimdik 
oturmaya alıştırılmıştım. Başımın üzerine yanan bir yağ 
kandili konurdu ve bunu devirmeden, içindeki yağ bitene 
dek lotus duruşunda oturmam gerekirdi. Bazen on iki saat 
kadar uzun bir süre geçerdi yağın bitmesi için. Bu yüzden, 
bu üç ya da dört saat, önemli bir şey sayılmazdı benim için. 
Dalay Lama tam karşımda, yerden iki metre  k a d a r yük­
sekte bulunan tahtının üzerinde lotus duruşunda oturuyor­
du. İkimiz de kımıldamıyorduk. Sonra duvarların ötesinden 
Çince konuşmalar, bağrışmalar gelmeye başladı. Daha sonra 
Çinlilerin giysilerinin altında kuşku yaratan şişkinlikler ol­
duğu ve bu yüzden de -silah taşıyıp taşımadıklarını anlamak 
için- aranmış olduklarını anladım. Silahlan alındıktan son­
ra, en iç bölüme girmelerine izin verilmişti. Muhafızların ar­
dından şose boyunca ilerleyip, pavyonun sundurmasından 
içeri girdiklerini gördük. Yüksek bir lama ahenkli sesiyle ba­
ğırdı: "O! Ma-ni pad-me Hum!" ve Çinliler nezaket gösterip 
aynı mantrayı Çin usulüyle yineleyerek karşılık verdiler: "0-
mi-t'o-fo," (Bizi duy, O Amida Buda!) 
Kendi kendime düşündüm: "Eh Lobsang, işin kolay, ger­
çek renklerini gösteriyorlar." 
Gizlendiğim yerden onlara baktığımda, manyetik alan­
larının donuk donuk titrediğini fark ettim; içine bulanık kır­
mızılar karışmış, renkleri matlaşmış bir parlaklık. Düşman-
190 
lık dolu düşüncelerle kabarık bir girdap. İnce ince çizgiler, 
şeritler halinde birtakım sevimsiz renkler; yüksek düşünce­
lerin o tertemiz tonları değil, fakat yaşama isteklerini mad­
deye ve kötülüğe bağlamış kişilerin sağlıksız ve lekeli renk­
leri. Bunlar, "Güzel konuşan fakat çirkin düşünen" dediği­
miz insanlara ait olurdu genellikle. 
Bu arada Dalay Lamayı da inceledim. Manyetik alanın­
daki renkler, Çin'de bulunmuş olduğu geçmiş günleri hatır­
layınca, duyduğu üzüntüyü belirtiyordu. En Değerli Kişi' de-
gördüğüm her şeyi beğendim, Tibet'in gelmiş geçmiş en iyi 
yöneticisi idi. Ters ve çok çabuk sinirlenen bir yapıya sahipti 
ve böyle zamanlarda renkleri birden bire alevlenirdi. Fakat 
tarih, yeryüzüne ondan daha mükemmel, kendisini böylesine 
tümüyle ülkesine adamış bir Dalay Lama'nın daha gelmedi­
ğini kaydedecek. Gerçekten büyük bir sevgiyle düşünüyor­
dum onu; sevgiden daha fazla bir şeyler hissettiğim tek kişi 
olan Lama Mingyar Dondup'tan sonra geliyordu o. 
Görüşme hiçbir sonuç almamadan sürüp gitti. Hiçbir 
sonuç almamadan, çünkü bu adamlar dost değillerdi ve kötü 
düşüncelerle gelmişlerdi buraya. Onların kafalarındaki tek 
şey, uyguladıkları yöntemlere pek önem vermeden, kendi is­
teklerini elde etmekti. Bizden toprak istiyorlardı, Tibet'in po­
litikasına yön vermek istiyorlardı ve altın istiyorlardı! Bu so­
nuncusu, yıllardan beri akıllarını çelen şeydi zaten. Tibet'te 
yüzlerce ton altın vardır. Biz kutsal bir maden gözüyle baka­
rız ona. Altın çıkarıldığında toprağa saygısızlık edilmiştir 
bizce, bu yüzden de ona hiç el sürülmez. Bazı ırmaklarda, 
dağlardan koparak sürüklenmiş altın külçelerine rastlanır. 
Nasıl ırmakların kıyılarında kumlar, çakıl taşlan birikirse, 
Chang Tang bölgesindeki o büyük ırmakların kıyılannda da 
böyle altın birikintileri olurdu. Biz bu altın parçalarını top­
lar, eritir ve kutsal bir iş için kullanarak, tapınaklanmızı 
süsleyecek eşyalar yaparız. Yağ kandillerimiz bile altından 
yapılmıştır. Ne yazık ki bu maden çok yumuşak olduğundan, 
yapılan eşyalar çok kolay bozulmaktadır. 
Tibet, Britanya Adalan'nın yüz ölçümünden sekiz kat 
191 

daha büyük bir ülkedir. Arazinin büyük bir kısmı da henüz 
keşfedilmemiştir. Fakat ben, Lama Mingyar Dondup'la bir­
likte yapmış olduğum gezilerden, pek çok yerde altın, gümüş 
ve uranyum yatakları olduğunu biliyorum. Hararetli girişim­
lerine karşın, Batılilar'ın buraları incelemelerine hiçbir za­
man izin vermedik, bunun nedeni de şu eski deyişti: "Batı in­
sanlarının girdiği yere savaş da girer!" "Altın borular", "altın 
tabaklar", "altın kaplı bedenler"den söz eden yazıları okur­
ken, altının Tibet'te bol bulunan, fakat kutsal bir maden ol­
duğu hatırlanmalıdır. Güçlü olabilmek için boşu boşuna ça­
balamak yerine, insanlık eğer barış içinde yaşayabilseydi, 
Tibet dünyanın herkese açık en büyük altın depolarından bi­
ri olabilirdi. 
Bir sabah Lama Mingyar Dondup, eski bir el yazmasını 
kopya ettiğim odaya girdi. 
"Lobsang, bu işi şimdilik bırakman gerekecek. Değerli 
Kişi bizi çağırtmış; Norbu Linga'ya gitmemiz ve birlikte yine 
gizlenerek Batı'dan gelmiş bazı yabancıların renklerini çö­
zümlememiz gerekiyor. Hazırlanmak için çabuk olmalısın, 
çünkü Değerli Kişi konukları gelmeden önce bizi görmek isti­
yor. Eşarplara, seremoniye gerek yok, sadece çabuk olmak 
gerekiyor!" 
İşte hepsi bu kadardı. Kısa bir süre ağzım açık bakakal­
dım ona, sonra fırladım yerimden, "Temiz bir elbise giyeyim 
üzerime, saygıdeğer efendim ve hemen hazırım." 
Kendimi derleyip toparlamam pek uzun sürmedi. Bir­
likte, yaya olarak tepeden aşağı yola indik. Yarm mil kadar 
yolumuz vardı. Dağın eteğine vardığımızda, tam düşüp ke­
miklerimi kırmış olduğum yerin az ötesinde, ufak bir köprü­
nün üzerinden geçtik ve Linghor Yoluna çıktık. Sonra karşı­
ya geçip Mücevher Parkı'nın girişine vardık. Kapıdaki muha­
fızlar tam bizi geri çevireceklerken, Lama Mingyar Dondup'u 
tanıdıklarından, davranışları bir anda değişti. Bizi çabucak 
Dalay Lama'nın bir verandada oturmakta olduğu en içteki 
bahçeye götürdüler. Sunulacak bir eşarbım olmadığı ve bun­
suz nasıl davranılacağını pek kestiremediğim için, kendimde 
192 
büyük bir eksiklik hissediyordum. En Değerli Kişi başını 
kaldırıp gülümseyerek baktı bize, "Oh! Otur Mingyar, sen de 
Lobsang. Gerçekten çok çabuk geldiniz." 
Oturduk ve onun konuşmasını bekledik. Düşüncelerini 
bir sıraya sokmak istiyormuş gibi bir süre derin derin dü­
şündü. 
"Bir süre önce" diye başladı, "kırmızı elbiseli barbarlar, 
yani İngilizler kutsal ülkemizi işgal ettiler. Ben ilk önce Hin­
distan'a gittim ve sonra da epey dolaştım. Daha sonra, doğ­
rudan doğruya İngiliz işgalinin bir sonucu olarak, Demir Kö­
pek Yılı'nda (1910) da Çinliler işgal etti ülkemizi. Ben yine 
Hindistan'a gittim ve orada bugün karşılayacağımız adamla 
tanıştım. Tüm bunları senin için anlatıyorum Lobsang, çün­
kü Mingyar da benimle birlikteydi o zamanlar. İngilizler bir­
takım vaatlerde bulundular fakat bunları yerine getirmedi­
ler. Ben şimdi bu adamın düşündüğü gibi konuşup konuşma­
dığını bilmek istiyorum. Sen, Lobsang, onun dilinden anla­
mayacağın için, konuşmaları seni etkilemeyecek. Şu kafesli 
paravananın arkasından sen ve bir kişi daha görünmeden iz­
leyeceksiniz onu. Orada bulunduğunuz bilinmeyecek. Senin 
hakkında çok şeyler söyleyen Lama Mingyar Dondup'un öğ­
retmiş olduğu gibi, bu adamın astral renkleri hakkındaki dü­
şüncelerini öğrenmek istiyorum. Mingyar, şimdi nerede du­
racağını göster ona, çünkü seni benden daha yakın hissedi­
yor kendine ve tahmin ediyorum ki, Lama Mingyar Don­
dup'u Dalay Lama'dan daha üstün tutuyor!" 
Kafesli paravananın arkasında oturup, çevreyi izlemek­
ten, kuşlara, ağaçların dallarına bakmaktan neredeyse iyice 
sıkılmıştım. Yanıma verilmiş olan bir parça tsampadan ara­
da sırada birkaç lokma atıyordum ağzıma. Gökyüzünde bu­
lutlar sürüklenip gidiyordu ve ben ipeklerin içinde uğuldaya-
rak, halata çarpıp ıslık gibi sesler çıkararak hızla esen rüz­
gârda, ayaklarımın altındaki uçurtmanın sağa sola savrulu­
şunu, sarsılışını hissetmenin ne kadar güzel olduğunu düşü­
nüyordum. Aniden, sanki hızla bir yere çarpmışım gibi sıçra­
dım yerimden. Bir an için, kendimi gerçekten bir uçurt-
193 

manın içinde hissetmiştim. Uyuya kalmıştım hiç kuşkusuz. 
Fakat gürültü gerçekti. En iç bahçenin kapıları ardına dek 
açılmıştı. Altın giysiler içindeki ev sahibi lamalar, gerçekten 
olağanüstü bir manzaraya eşlik ediyorlardı. Şaşkınlıktan ba-
ğırmamak ve hemen ardından da bir kahkaha savurmamak 
için kendimi zor tuttum: Bir adam, uzun boylu, ince bir 
adam. Ak saçlar, beyaz bir yüz, seyrek kaşlar ve içine çök­
müş gözler. Epey sert bir ağız. Fakat ya giysileri! Ceketinin 
ön tarafında boydan boya bir sıra yuvarlak küçük parlak 
mavi top vardı ve anlaşılan çok kötü bir terzinin elinden çık­
mıştı. Bir kere yaka o kadar büyüktü ki, katlanması gereki­
yordu. Tibet'te bedenen çalışmak zorunda olmayan kimseler, 
ellerini tamamen örten uzun kollu elbiseler giyerler. Bu ada­
mın giysisinin kolları ise kısaydı ve ancak bileklerine kadar 
uzanıyordu. "Ama yine de bir işçi olamaz" diye düşündüm, 
"elleri pek yumuşak görünüyor. Belki de nasıl giyinilmesi ge­
rektiğini bilmiyordur." Fakat bu dostumuzun elbisesi gövde-
siyle bacaklarının birleştiği yerde bitiyordu. "Yoksul, hem de 
çok yoksul," diye düşündüm. Pantolonu bacaklarını sıkı sıkı 
sarmıştı ve çok uzundu, bunun için de paçalarını hafifçe yu­
karıya kıvırmıştı. "Kendisini En Değerli Kişi'nin önünde, 
böyle bir kılıkta herhalde çok kötü hissediyordur" diye dü­
şündüm. "Acaba uygun bir giysi ödünç alamaz mıydı birile­
rinden?" Sonra ayaklarına baktım. Çok garip. Acayip, siyah 
bir şeyler geçirmişti ayaklarına. Parlak şeyler, sanki buzla 
kaplanmış gibi parlak. Bizim giydiğimiz gibi keçe botlar de­
ğil, hayır, ömrümde bundan daha garip başka bir şeye rastla­
yabileceğime ihtimal veremiyordum. Bu arada bir kâğıda 
gördüğüm renkleri kaydediyor ve bunlar hakkındaki görüşle­
rimi yazıyordum. Adam zaman zaman bir yabancı için olduk­
ça güzel bir şiveyle Tibetçe konuşuyor, ardından şimdiye ka­
dar duymuş olduğum en garip bir sesler koleksiyonuna geçi­
yordu. Sonradan, Dalay Lamanın söylediğine göre, "İngiliz­
ce'ydi bu. 
Adam bir ara elini ceketinin iki yanında bulunan yama­
lardan birine sokup, beyaz bir kumaş parçası çıkarınca daha 
194 
da şaşırdım. Faltaşı gibi açılmış gözlerimin önünde bu beyaz 
kumaşı ağzının burnunun üzerine kapattı ve küçük bir boru 
çalarcasına sesler çıkarttı. "Değerli Kişiyi bir çeşit selâmla­
ma biçimi herhalde" diye düşündüm. Selâmlama bitince, bez 
parçasını büyük bir dikkatle aynı yamanın arkasına soktu. 
Sonra ceketin öteki yamalarını da şöyle bir karıştırdı ve da­
ha önceleri hiç görmemiş olduğum cinsten birkaç sayfa kâğıt 
çıkardı. Beyaz, ince, dümdüz bir kâğıt. Bizimkiler gibi öyle 
kösele renginde, kalın ve pürüzlü değil. "İnsan bunun üzeri­
ne nasıl yazı yazabilir ki?" diye sordum kendi kendime. "Te­
beşiri tutacak hiçbir pürüz yok. İnsanın eli kayıp gider bu­
nun üzerinde." Derken adam yamalardan birinin arkasın­
dan, ortasında kuruma benzer bir şey bulunan, boyanmış 
tahtadan ince bir çubuk çıkardı. Bu çubukla kâğıdın üzerine, 
şimdiye dek ne gördüğüm ne de kafamda canlandırabildiğim 
garip şekiller karaladı. Yazı yazmasını bilmediğini ve bu işa­
retlerle sanki yazıyormuş gibi yaptığını düşündüm. "İs? Ku­
rumdan bir çubukla yazı yazıldığı duyulmuş, görülmüş şey 
mi? Ama nasıl olsa isin çabucak silindiğini çok geçmeden an­
lar." 
Sakat bir insan olduğu belliydi, dört tane değnek üze­
rinde duran, tahtadan yapılmış kafes gibi bir şeyin üzerinde 
oturması, bacaklarını da aşağı sarkıtması gerekiyordu. "Bel 
kemiğinde bir aksaklık var herhalde" diye düşündüm, çün­
kü oturduğu tahta kafesin üzerinde yükselen iki de sopa var­
dı ve bunlar sırtını destekliyordu. Artık iyiden iyiye üzülme­
ye başlamıştım adam için. Üzerine uymayan giysiler, yazı 
yazmayı bilmemek, cebinden çıkardığı bir boruyla gösteri 
yapmak ve şimdi de hepsinden daha garibi, doğru dürüst 
oturamamak, sırtını bir yere yaslayıp bacaklarını sarkıtmak 
zorunda kalmak. Bacak bacak üstüne atarak, sonra değişti­
rerek, epey kımıldandı yerinde. Hele bir defasında sol ayağı­
nı öyle bir biçimde yana yatırdı ki, tabanı Dalay Lamaya 
dönmüştü. Dehşete kapılmıştım, bir Tibetli tarafından yapıl­
sa korkunç bir hakaret kabul edilirdi bu. Fakat neyse, he­
men hatırlamış olmalı ki, bacağını indirdi. Dalay Lama ba-
195 

yağı saygı gösteriyordu adama; çünkü o da bu tahtadan çatı­
ların birinin üzerine oturmuş, bacaklarını da aşağıya sarkıt-
mıştı. Adamın manyetik alanındaki renklerden, sağlığının 
hiç de iyi olmadığını anladım; bu büyük bir olasılıkla alışkın 
olmadığı bir iklimde yaşamasından kaynaklanıyordu. Bizle­
re yardımcı olabilmek isteğinde samimi olduğu anlaşılıyordu 
ama kendi hükümetini sinirlendirmekten ve emekli aylığının 
kesilmesinden korktuğu da açıktı. Olayları doğal akışına bı­
rakmak istiyordu, fakat hükümeti razı değildi buna ve bu 
yüzden de kesin konuşması gerekiyor ve kendi düşünce ve 
görüşlerinin doğruluğunun, zamanla ortaya çıkacağını umut 
ediyordu. 
Konuğumuzun adı Mr. Bell idi. Hakkında çok şey, bu 
arada doğum tarihini de biliyorduk. Astrologlar, onun daha 
önceleri Tibet'te yaşamış olduğunu ve bundan önceki haya­
tında, Doğu ile Batı arasında bir anlaşma sağlanmasına yar­
dımcı olmak umuduyla, Batı'da yeniden bedenlenmek istedi­
ğini belirtmiş olduğunu meydana çıkarmışlardı. Eğer Mr. 
Bell hükümetini kendi arzu ettiği biçimde etkileyebilmiş ol­
saydı, ülkemiz Çinliler tarafından işgal edilmezdi. Ama çok 
önceden bildirilen kehanetler, böyle bir işgalin gerçekleşece­
ğini belirtmişlerdi ve kehanetler de asla yanlış çıkmazlardı. 
İngiliz Hükümeti epey kuşkulu görünüyor, Tibet'in Rus­
ya ile antlaşma yaptığını tahmin ediyordu. Bu da onların işi­
ne gelmiyordu tabii. İngiltere Tibet'le bir anlaşma yapmazdı, 
fakat Tibet'in bir başka ülkeyle anlaşmasına da razı değildi. 
Sikkim, Bhutan, Tibet'in dışında hangi ülke olursa olsun, 
Rusya ile anlaşmalar yapabilirdi, fakat Tibet değil. Böylece 
İngilizler bizi işgal etme, ya da sesimizi kısıp bize hükmetme 
çabası içinde, o garip yakaları altında epey öfkelendiler. Ama 
bize elçi gelmiş olan Mr. Bell, bizim herhangi bir ülkenin ya­
nında yer almayı asla istemediğimizi, kendi hayatımızı yaşa­
yıp, kendi yolumuzda gitmek istediğimizi, geçmişte bize sı­
kıntı, zarar ve dertlerden başka hiçbir şey getirmemiş olan 
yabancılarla her türlü ilişkiden uzak kalmak istediğimizi 
gördü. 
196 
Mr. Bell gittikten sonra gördüklerimi söylemem Dalay 
Lama'yı gerçekten memnun etti. Bu arada daha çok çalışma­
ya layık olduğumu da düşünüyordu. "Evet, evet" diye bağır­
dı, "seni daha da geliştirmeliyiz Lobsang. Uzak ülkelere git­
tiğinde, bu çalışmalarının sana çok yararlı olduğunu göre­
ceksin. Sana biraz daha hipnotik tedavi uygulamalı ve seni 
elimizdeki tüm bilgilerle tıka basa doldurmalıyız." Çıngırağı­
na uzandı ve hizmetkârlardan birine haber etti. "Mingyar 
Dondup, onu buraya istiyorum, hemen şimdi!" dedi. Birkaç 
dakika sonra da Rehberim göründü ve her zamanki rahat 
adımlarıyla bize doğru ilerledi. Rehberim hiç kimse için koş-
turmazdı. Dalay Lama da onu bir dost olarak kabul eder, bu 
yüzden de hiçbir şey için onun bu rahatlığını bozmaya kal­
kışmazdı. Rehberim benim yanıma, Değerli Kişi'nin karşısı­
na oturdu. Hizmetkârlardan biri koşa koşa biraz daha yağlı 
çay ile Hindistan'dan gelmiş yiyecekler getirdi. Yerimize yer­
leştiğimizde, Dalay Lama konuşmaya başladı: "Mingyar, 
haklıymışsın, o gerçekten yetenekli. Bu yetenekleri daha da 
fazla geliştirilebilir ve geliştirilmelidir de. Mümkün olduğu 
kadar çabuk ve kusursuz bir biçimde eğitilmesi için neyi ge­
rekli görüyorsan onu yap. Sahip olduğumuz kaynakların 
hepsini ve istediğini kullan; çünkü daha önceden sık sık uya­
rıldığımız gibi, ülkemiz kötü günler geçirecek ve eski sanat­
larla ilgili kayıtları bir araya toplayabilecek birisine ihtiyacı­
mız olacak." 
Böylece günlerim daha da hareketli geçmeye başladı. O 
günden sonra insanların renklerini anlatmam için sık sık 
oraya buraya koşturuldum, bu ya çok uzak bir manastırdan 
gelmiş bir reis ya da uzaklardaki bir eyaletin sivil önderi ola­
biliyordu. Potala ile Norbu Linga'nın, iyi tanınan bir ziyaret­
çisi olmuştum. Potala'da beni çok eğlendiren o teleskoplar­
dan, özellikle ağır bir sehpa üzerine yerleştirilmiş olan o kos­
kocaman yıldız teleskobundan yararlanabiliyordum. Gece 
geç vakitlerde ayı ve yıldızları seyrederek saatler geçiriyor­
dum. 
Lama Mingyar Dondup ve ben, ziyaretçileri incelemek 
197 

üzere sık sık Lhasa Kenti'ne gidiyorduk. Onun gerçekten çok 
güçlü olan gizli şeyleri görme yeteneği ve insanlar hakkında­
ki geniş bilgisi, söylediklerimin doğruluğunu kontrol edebil­
mesini ve eksiklerimin giderilmesini sağlıyordu. Bir tüccarın 
tezgahının yanına yaklaşıp, adamın bağıra çağıra malını 
övüşünü işitmek ve bunu, bizim için hiç de öyle gizli bir yanı 
olmayan düşünceleriyle karşılaştırmak o kadar ilgi çekici bir 
şeydi ki! Bu arada bellek gücüm de geliştirilmişti. Saatlerce 
oturup, bana okunan, anlaşılması güç metinleri dinliyor ye 
sonra bir solukta anlatıyordum onları. Bazen uzun süre hip-
notik uykuda yatıyor ve bana anlatılan en eski kutsal bilgile­
ri belleğime yerleştiriyordum. 
198 

Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin