La �te de l'insignifiance,
Mi lan Kundera
©
2013, M ilan Kundera
©
2015, Can Sanat Yayınları A.Ş.
Bu eserin Türkçe yayın hakları The Wylie Ageney (UK) Ltd. aracılığıyla
alınmıştır.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. basım: Nisan 2015, istanbul
Bu kitabın 1. baskısı 15 000 adet yapılmıştır.
Düzelti: Burçak Karabağ, Nükhet Polat
Mizanpaj: Bahar Kuru Yerek
Kapak tasarımı: Utku Lomlu 1 Lom Tasarım (www.lom.com.tr)
Kapak resmi:
©
M ilan Kundera
Kapak baskı: Azra Matbaası
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok 3. Kat No: 3-2
Topkapı-Zeytinburnu, istanbul
Sertifika No: 27857
iç baskı ve cilt: Özal Matbaası
Davutpaşa Cad. Emintaş Kizım Dinçol San. Sit. No: 81139, Topkapı, istanbul
Sertifika No: 26699
ISBN 978-975-07-2512-8
CAN SANAT YAYlNLARI
YAPI M VE DAGITIM TiCARET VE SANAYi A.Ş.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, istanbul
Telefon: (0212) 2S2 56 75/252 59 88/252 S9 89 Faks: (0212) 252 72 33
canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 31730
MILAN KUNDERA
KAYITSIZLIK
.
""
.
ŞENLIG I
ROMAN
Fransızca aslından çeviren
Ayça Sezen
Milan Kundera'nın Can Yayınları'ndaki diğer kitapları:
Ayrılık Va/si,
ı 988
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı,
ı 988
Şaka,
ı990
Saptrrrlmış Vasiyet/er,
ı 994
jacques ile Efendisi,
ı 994
Yavaşlık,
ı995
Kimlik,
ı 998
Bilmemek,
200 ı
Gülünesi Aşk/ar,
2002
Ölümsüz/ük,
2002
Roman Sanatı,
2002
Perde,
2006
Bir Buluşma,
20ıo
M ILAN KUNDERA, 1929 yılında Prag'da doğdu. 1967'de yayımlanan
ilk romanı
Şaka,
on iki dile çevrildi ve l%8'de Çekoslovak Yazarlar
Birliği Ödülü'nü aldı. 1968'deki Rus istilasından sonra işini kaybeden
Kundera, politik baskılara dayanamayarak 1975'te Fransa'ya göç etti
ve Fransız vatandaşlığına geçti.
Yaşam Başka Yerde
adlı eseri basıldığı
yıl Medicis Ödülü'nü kazandı. 1978'de
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı
ya
yımlandığında Çekoslovak hükümeti kendisine vatandaşlık hakkını
geri verdi. Bundan sonra
Gülünesi Aşklar
yayımiand ı.
Jacques ile Efendi
si
adlı kitabı italya'da Mondello Ödülü'nü kazandı. En çok satan kitabı
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
(1984) sinemaya uyarlandı. Çağımızın
en başarılı düşünsel roman yazarı ve varoluşçuların sonuncusu olarak
nitelendirilen Kundera, halen karısıyla birlikte Paris'te yaşıyor.
AYÇA SEZEN, istanbul'da doğdu. Saint Benoit Fransız Lisesi'ni bitirdi.
Lisans eğitimini istanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Anabi
lim Dalı'nda tamamladı. Çeşitli yayınevlerinde çalıştı. Halen çevirmen
lik ve editörlük yapıyor.
İçindekiler
BİRİNCİ BÖLÜM:
Karakterler kendilerini tanıtıyor
. . . .. . . . . . . . .
ll
İKİNCİ BÖLÜM:
Kukla tiyatrosu
... . . . . . .. . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .
25
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Alain ve Charles sık sık annelerini
düşünüyorlar
. . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . .... . . . . . .. . . . . . ... . . .. . . . . . ... . . .. . . . . .
39
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
Hepsi gamsızlığın peşinde
. . . . . . . . . . . . . . .
S 1
BEŞİNCi BÖLÜM:
Tavanın altında küçük bir tüy
süzülüyor
. . . . . . . .. . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . ... . . . . . ... . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . .. . ..
69
ALTINCI BÖLÜM:
Meleklerin düşüşü
.. . . .. . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . . . .. . . .
81
YEDiNCİ BÖLÜM:
Kayıtsızlık şenliği
. . . . ........... . . . . . . . . . .... . .. . . .
95
BİRİNCİ BÖLÜM
Karakterler kendilerini tanıtıyor
Alain göbek deliği hakkında derin
düşüncelere dalıyor
Haziran ayıydı, bulutların ardından sabah güneşi çı
kıyor ve Alain ağır ağır Paris'teki bir sokaktan geçiyordu.
Çok düşük belli pantolonlarıyla çok kısa kesimli tişörtle
rinin
arasında açıkta kalan göbek deliklerini gösteren genç
kızlan dikkatle inceliyordu. Kendini kaptırmıştı; kendini
kaptırmış hatta afallamıştı: Cazibelerinin kudreti, artık
·ne uyluklarında ne kalçalarında ne de memelerinde yo-
ğunlaşıyor, vücutlannın ortasındaki bu küçük, yuvarlak
delikte toplanıyordu sanki.
Bu durum onu düşünmeye yöneltti: Eğer bir erkek
(ya da bir dönem) kadın cazibesinin merkezi olarak uy
luklan görüyorsa, bu erotik yönelimin ayırt edici niteliği
nasıl betimlenir, nasıl tanımlanır? Hemen bir cevap uy
durdu: Uylukların uzunluğu yolun metaforik imgesidir,
erotik sona doğru götüren, bu uzun ve büyüleyici yoldur
(bu yüzden uylukların uzun olması gerekir); gerçekten
de, dedi Alain kendi kendine, uylukların uzun olması,
çiftleşmenin ortasında bile, kadına ulaşılmaz olmanın
romantik büyüsünü atfeder.
Eğer bir erkek (ya da bir dönem) kadın cazibesinin
merkezi olarak kalçaları görüyorsa, bu erotik yönelimin
ayırt edici niteliği nasıl betimlenir ve tanımlanır? He
men bir cevap uydurdu: kabahk, neşe; hedefe,
iki
tane
13
olduğu için daha da uyancı olan hedefe doğru giden en
kısa yol.
Eğer bir erkek (ya da bir dönem) kadın cazibesinin
merkezi olarak memeleri görüyorsa, bu erotik yönelimin
ayırt edici niteliği nasıl betimlenir ve tanımlanır? He
men bir cevap uydurdu: kadının kutsanması; İsa'yı emzi
ren Meryem Ana; erkek cinsinin, kadın cinsinin soylu
görevi önünde diz çöküşü.
Peki ama, kadının cazibesini, vücudun ortasında, gö
bek deliğinde gören bir erkeğin (ya da bir dönemin) ero
tizmi nasıl tanımlanır?
Ramon, Luxembourg Bahçesi'nde geziyor
Alain'in kadın cazibesinin farklı kaynaklannı düşün
mesiyle neredeyse aynı anda Ramon da, bir aydır Cha
gall'ın tablolannın sergilendiği Luxembourg Bahçesi'nin
çok yakınındaki müzenin önünde duruyordu. Tabloları
görmek istiyordu ama bir yandan da, gişelere kadar ağır
ağır uzayan bu sonu gelmez kuyruğun gönüllü bir parça
sı haline gelmeye gücünün yetmeyeceğini de biliyordu;
insanlara, onlann sıkıntıdan felç olmuş yüzlerine dikkat
lice baktı, bedenlerinin ve gevezeliklerinin örteceği tab
lotann bulunduğu salonlan hayal etti, öyle ki, bir dakika
nın sonunda gerisingeri dönüp parkın içindeki ağaçlı yol
lardan birine girdi.
Parkın havası daha hoştu; insan türü daha seyrek ve
daha özgürdü sanki: Koşanlar vardı, aceleleri olduğundan
değil koşmayı sevdiklerinden koşuyorlardı; gezinenler ve
14
dondurma yiyenler vardı; bir Asya öğretisinin takipçileri
çimenlerin üzerinde tuhaf ve yavaş hareketler yapıyordu;
az ötede, devasa bir çemberin içinde, Fransa kraliçelerine
ait büyük, beyaz anıtlar ve daha ileride ise, ağaçların ara
sındaki çimenlerin üzerinde, parkın dört bir yanında şair
lerin, ressamların, alimierin heykelleri vardı; Ramon kısa
şortunun altındaki çıplak bacaklarıyla çekici görünen ve
ona Balzac, Berlioz, Hugo, Dumas maskları uzatan bronz
laşmış bir yeniyetmenin önünde durdu. Ramon yüzün
deki gülümserneye engel olamadı, kendilerini muhteme
len hoş bir biçimde özgür hisseden, etraflan, gezinenlerin
zarif kayıtsızhklarıyla çevrili bu mütevazı dahiler bahçe
sindeki avare gezintisine devam etti; kimse heykellerin
yüzlerine bakmak ya da kaidelerin üzerindeki yazıları
okumak için durmuyordu. Ramon, bu kayıtsızhğı teselli
veren bir dinginlik gibi soluyordu. Yüzünde yavaş yavaş,
neredeyse mutlu, uzun bir gülümseme belirdi.
Kanser oluşmayacak
Ramon'un Chagall sergisinden vazgeçip parkta ava
relik etmeyi seçmesiyle neredeyse aynı anda, D' Ardelo
da doktorunun muayenehanesine çıkan merdiveni tır
manıyordu. Tam da o gün, doğum gününe üç hafta kal
mıştı. Doğum günlerinden nefret etmeye başlayalı yıllar
olmuştu. Yılların üzerine yapışan sayılar yüzündendi bu.
Yine de, doğum günlerini önemsememezlik yapamıyor
du, zira onun için kutlanmanın mutluluğu yaşianmanın
utancına ağır basıyordu. Üstelik bu kez, doktor ziyareti
ıs
kutlamaya yeni bir renk katmıştı. Çünkü vücudunda tes
pit edilen şüpheli bulgulann kanserden kaynaklanıp kay
naklanmadığını belirleyecek bütün testierin sonuçlarını
bugün öğrenecekti. Bekleme salonuna girdi ve içinden,
titreyen bir sesle, üç hafta içinde, hem çok gerilerde ka
lan doğumunu hem de çok yakında gerçekleşecek ölümü
nü kutlayacağım tekrar edip durdu; çifte kutlama yapa
caktı.
Ama doktorun gülümseyen yüzünü görür görmez,
ölümün davetli olmadığını anladı. Doktor dostça elini sık
tl.
Gözleri yaşlarla dolan D' Ardelo tek kelime edemedi.
Doktorun muayenehanesi Observatoire Caddesi' nde,
Luxembourg Bahçesi'nin iki yüz metre kadar ilerisin
deydi. Parkın öbür tarafındaki küçük bir sokakta oturdu
ğundan, D' Ardelo tekrar parktan geçti. Yeşillikler içindeki
gezintisi, neşesini neredeyse taşkın bir hale getirdi; özel
likle de hepsi, eğlenceli değilse de ona gülünç gelen, ayak
ta, gösterişli pozlar içinde beyaz mermere yontulmuş
eski Fransa kraliçelerinin heykellerinden oluşan büyük
çemberin etrafından dolanırken; sanki bu hanımefendi
ler az önce aldığı iyi habere alkış tutmak ister gibiydiler.
Kendine hakim olamayan D' Ardelo, elini kaldırıp onları
iki-üç kez selamladı ve kahkahalarla güldü.
Ciddi bir hastahğın gizli cazibesi
İşte Ramon, ismi bizi ilgilendirmeyen bir kurumda
önceki sene birlikte çalıştığı D' Ardelo'yla oralarda bir
yerde, mermere oyulmuş soylu hanımların yakınlannda
16
karşılaştı. Karşılıklı durdular, usulen hal hatır sorduktan
sonra D' Ardelo tuhaf, telaşlı bir sesle anlatmaya başladı:
"Dostum, La Franck'ı tanır mısınız? İki gün önce
sevgilisi öldü."
D' Ardelo duraklayınca Ramon'un zihninde sadece
fotoğraflardan tanıdığı ünlü, güzel bir kadının yüzü be
lirdi.
"Çok acılı bir ölüm süreci," diye devam etti D' Ardelo.
"Kadın her şeyi onunla birlikte yaşadı. Oh, nasıl da acı
çekti kadıncağız!"
Ramon pür dikkat, kendisine hüzünlü bir hikaye
anlatan neşeli yüze bakıyordu.
"Düşünebiliyor musunuz, sabah sevgilisi kollarında
can çekişiyordu, aynı günün akşamında benimle ve birkaç
arkadaşla yemek yedi ve inanmazsınız, hani neredeyse ne
şeliydi. Ona hayrandırol O güç! O yaşama sevinci! Göz
leri ağlamaktan hala kırmızıyken, gülüyordul Oysa hepi
miz o adamı ne kadar sevdiğini biliyorduk! Nasıl da acı
çekmiş olmalı! O kadın çok güçlü!"
Aynı on beş dakika önce daktorun muayenehane
sinde olduğu gibi, D'Ardelo'nun gözünde yaşlar parladı.
Zira La Franck'ın manevi gücünden bahsederken kendi
ni düşünüyordu. Bütün bir ay boyunca o da ölümle yüz
yüze yaşamamış mıydı? Karakterinin gücü çetin bir sına
va maruz kalmamış mıydı? Artık basit bir anıya dönüşse
de kanser, küçük bir ampulün onu gizemli bir biçimde
büyüleyen ışığı gibi, hala onunlaydı. Ama duygularına
hakim olmayı başardı ve daha sıradan bir ses tonuna ge
çip konuşmaya devam etti: "Bu arada, eğer yanılmıyor
sam, kokteyl düzenleyen, yeme içme işleriyle ilgilenen
birini tanıyordunuz."
"Öyle, " dedi Ramon.
D'Ardelo:
"Doğum günümde küçük bir kutlama yapacağım da."
1 7
Meşhur Franck hakkındaki hararetli sözlerin ardın
dan, son cümlenin neşeli tonlaması Ramon'u gülümset
ti: "Görüyorum ki mutlu bir hayatınız var. "
Tuhaftır, bu cümle D'Ardelo'nun hiç hoşuna gitme
di. Fazla neşeli tonlaması, hatırasını hala içinde taşıdığı
ölüm acısıyla büyülü bir biçimde imlenen güler yüzü
nün tuhaf güzelliğini yok ediyordu sanki: "Evet," dedi,
"iyiyim," sonra, kısa bir duraklamanın ardından:" ... her
şeye rağmen . . . "
Bir kez daha durakladı, sonra, "Biliyor musunuz, dak
torumdan geliyorum," dedi.
Muhatabının yüzündeki mahcup ifade hoşuna gitti;
sessizliği uzattı ki sonunda Ramon, "Eee? Sorun mu var?"
diye sormak zorunda kaldı.
"Var."
D' Ardelo yine sustu, Ram on yine sormak zorunda
kaldı: "Doktor ne dedi?"
O anda D'Ardelo, Ramon'un gözlerinde aynı bir ay
nadaki gibi, kendi yüzünü gördü: Çoktan yaşlanmış ama
hala yakışıklı, onu daha da çekici kılan bir hüznün izini
taşıyan bir adamın yüzü; bu yakışıklı, hüzünlü adam çok
yakında doğum gününü kutlayacak, dedi kendi kendine
ve doktor randevusuna gitmeden önce aklına gelen fikir,
hem doğumu hem ölümü kutlayacağı o şahane çifte eğ
lence fikri, ansızın yeniden ortaya çıkıverdi. Ramon'un
gözlerinde dikkatle kendini incelemeye devam etti, son
ra, sakin ve çok yumuşak bir sesle: "Kanser . . . " dedi.
Ramon bir şeyler geveledi ve eliyle beceriksizce,
kardeşçe, D'Ardelo'nun koluna dokundu: "Ama tedavisi
var . . . "
"Çok geç ne yazık ki. Neyse, söylediklerimi unutun,
kimseye de bahsetmeyin; daha çok vereceğim şu koktey
li düşünün. Yaşamak lazım!" dedi D'Ardelo, yoluna de
vam etmeden önce, vedalaşmak üzere elini havaya kal-
1 8
dırdı, bu ölçülü, neredeyse mahcup hareketin Ramon'u
duygulandıran beklenmedik bir cazibesi vardı.
Anlaşılmaz yalan, anlaşılmaz gülüş
İki eski meslektaşın karşılaşması bu güzel hareketle
son buldu. Ama bir soruyu aklımdan çıkaramıyorum:
D' Ardelo neden yalan söylemişti?
Bu soruyu, hemen sonra D' Ardelo da kendine sordu
ve o da cevabını veremedi . Hayır, yalan söylemiş olmak
tan utanç duymuyordu. Onun kafasını kurcalayan, bu
yalanın sebebini anlamaktaki yetersizliğiydi. Çoğunluk
la, birini aldatmak ve bundan herhangi bir çıkar sağla
mak için yalan söylenirdi. Peki bir kanser yalanı uydura
rak o ne kazanmıştı? Tuhaftır, yalanının saçmalığını dü
şünürken, kendini gülrnekten alıkoyamadı. Üstelik bu
gülüş de, o da anlaşılmazdı. Neden gülüyordu? Davranı
şını komik mi bulmuştu? Hayır. Mizah duygusu en güç
lü yanı değildi. Öylesine, sebepsiz yere, hayali kanseri onu
neşelendiriyordu. Yoluna devam etti ve gülmeyi sürdür
dü. Gülüyordu ve gamsızlığı onu eğlendiriyordu.
1 9
Ramon, Charles'ı ziyaret ediyor
D' Ardelo'yla karşılaşmasından bir saat sonra, Ra
mon, Charles'ın evine gelmişti. "Hediye olarak sana bir
kokteyl getirdim, " dedi.
"Bravo! Bu sene kokteyliere ihtiyaç olacak," dedi ar
kadaşım karşısına, sehpanın başına oturmaya buyur eden
Charles.
"Hediye sana. Ve Caliban'a. Sahi, o nerede? "
"Nerede olacak? Evde, karısında."
"Umarım kokteylierde sana yardım ediyordur. "
"Elbette. T iyatrolar onu hala saliamıyor."
Ram on, masanın üzerine konmuş çok kalın bir kitap
fark etti. Eğildi, şaşkınlığını gizleyemedi: "Nikita Kruş
çev'in Anılar'ı. Neden?"
"Efendimiz verdi onu bana. "
"Efendimiz bu kitabın nesini ilginç buldu acaba? "
"Benim için bazı paragrafların altını çizdi. Okuduk-
Iarım bayağı tuhaftı."
"Tuhaf mı? "
"Yirmi dört keklik hikayesi. "
"Ne? "
"Yirmi dört keklik hikayesi. Bilmiyor musun? Dün
yanın büyük değişimi tam da o noktada başladı halbuki!"
"Dünyanın büyük değişimi mi? Geçekten mi? "
"Gerçekten. Söylesene, bu ne kokteyli ve
kimin
evin
de olacak?"
Ram on konuyu anlatınca, Charles, "Kimdir bu D' Ar
del o? Bütün müşterilerim gibi budalanın biri mi? " diye
sordu.
"Elbette. "
"Ne tür bir budala?"
"Ne tür bir budala . . . " diye tekrarladı Ramon düşün-
20
celi düşünceli, sonra: "Quaquelique'i tanıyor musun?"
diye sordu .
Ramon'un dikkat çekicilik ve kayıtsızlık
üzerine dersi
"Eski dostum Quaquelique," diye söze devam etti
Ramon, "tanıdığım en hızlı çapkınlardan biridir. Bir ke
resinde ikisinin, D' Ardelo ve onun bulunduğu bir dave
te katılmıştım. Birbirlerini tanımıyorlardı. Aynı tıklım
tıkış salonda bulunmaları bir tesadüften ibaretti, hatta
D' Ardelo muhtemelen arkadaşıının varlığını fark etme
mişti bile. Davette çok güzel kadınlar vardı, D' Ardelo çıl
gına dönmüştü. Kadınların onunla ilgileurnesi için elin
den geleni yapmaya hazırdı. O akşam ağzından çıkanlar,
zihinsel bir havai fışek gösterisiydi adeta."
"Kışkırttı mı?"
"Tersine. Şakaları bile hep usturuplu, iyimser, yerli
yerindedir ama aynı zamanda bir o kadar da zarifçe ha
zırlanmış ve imbikten geçirilmiştir ki, hemen karşılık
bulmayı kışkırtmadıkları halde dikkat çekmelerini anla
mak zordur. Kendisinin bile kahkahalarla gülmesi için
üç-dört saniye beklemek, sonra da diğerlerinin de ania
yıp ona kibarca katılmaları için birkaç saniye daha sab
retmek gerekir. İşte o zaman, herkes gülmeye başlayınca
-senden bu inceliği takdir etmeni rica ediyorum- o cid
dileşir; ilgisiz hatta neredeyse bıkkın bir ifadeyle dikkat
le insanları inceler ve gizlice, kasıla kasıla, onların gülme
leriyle eğlenir. Quaquelique'in tutumu ise bunun tam
2 1
tersidir. Sessiz olduğundan değil. İnsanların arasındayken
ince sesiyle sürekli bir şeyler geveleyip durur, konuşmak
tan çok ıslık çalar gibidir ama söylediği hiçbir şey dikkat
çekmez."
Charles güldü.
"Gülme. Dikkat çekmeden konuşmak kolay iş değil
dir! Hep konuşarak var olmak ama yine de duyulmamak
ustalık ister!"
"Bu ustalığın ne anlama geldiğini çıkaramadım."
"Sessizlik dikkat çeker. Etkileyebilir. İnsanı gizemli
kılar. Ya da şüpheli. Quaquelique'in kaçındığı da tam bu
işte. Sana bahsettiğim gecede olduğu gibi. Davette, D' Ar
delo'yu büyüleyen çok güzel bir hanımefendi vardı. Qu
aquelique, kıza zaman zaman sıradan, ilginç olmayan, boş
laflar ediyordu, söyledikleri her ne kadar hoş şeyler olsa
da, hiçbir şekilde zekice cevaplar ve pratik zeka gerekti
ren türden şeyler değillerdi. Bir süre sonra, Quaqueli
que'in ortalıkta olmadığını fark ettim. Durumdan kuş
kulandım, kadını gözlemeye başladım. D' Ardelo o güzel
laflarından birini etmişti, bunu izleyen beş saniyelik ses
sizliğin ardından gülmeye başladı, üç saniye sonra da her
kes onu taklit etti. Aynı anda, gülme kalkanının arkasında
saklanmış olan kadın, çıkışa doğru uzaklaştı. Güzel lafla
rının uyandırdığı yankıyla koltukları kabaran D' Ardelo
sözlü gösterisine devam etti. Biraz sonra, güzel kadının
orada olmadığını fark etti. Quaquelique diye birinin var
lığından haberdar olmadığı için, kadının ortadan kaybo
luşuna bir anlam veremedi. Hiçbir şey anlamadı, kayıt
sızlığın değerini bugün de hala anlamaz. İşte, D' Ardelo'
nun ne tür bir budala olduğuna dair soruna cevabım.''
"Evet, anladım, dikkat çekici olmanın faydasızlığı."
"Faydasızlıktan da öte. Zararı. Dikkat çekici bir tip,
bir kadını baştan çıkarmaya çalıştığında, kadın rekabete
girdiği izlenimine kapılır. Kadın da kendini dikkat çek-
22
rnek zorunda hisseder. Direnmeden teslim olmamak zo
runda hisseder. Oysa, kayıtsızlık kadını özgür kılar. Ted
bir almaktan kurtanr. Pratik zeka gerektirmez. Kadını
kaygılardan arındınr, böylece onu daha ulaşılabilir kılar.
Neyse geçelim bunları. D' Ardelo söz konusu olduğun
da, kayıtsız biriyle değil bir narsisistle karşı karşıyasındır.
Kelimenin tam anlamına dikkat et: N arsisist, kendini be
ğenmişle aynı şey değildir. Kendini beğenmiş biri başka
larını hor görür. Onları küçümser. Narsisist ise başkaları
na fazla değer biçer; çünkü her insanın gözünde kendi
görüntüsünü görür ve o görüntüyü güzelleştirmek ister.
Dolayısıyla, bütün aynalarıyla kibarca ilgilenir. İkiniz için
önemli olan şu: Kibar biridir. Elbette, benim için daha
ziyade bir züppedir. Ama onunla benim aramda bile bir
şeyler değişti. Ciddi bir hastalığı olduğunu öğrendim. O
andan beri ona farklı bakıyorum."
"Hasta mı? Neymiş hastalığı?"
"Kanser. Bunun beni ne kadar üzdüğünü fark edince
şaşırdım. Belki de, hayatının son aylarını yaşıyor."
Kısa bir aradan sonra: "Hastalığından bahsetme biçi
mi beni duygulandırdı. .. çok kısa, hatta utanarak konuş
tu ... hiç acındırmadı, hiç narsisizm sergilemedi. Ve bir
anda, belki de ilk kez, o hudalaya gerçek bir sempati
duydum ... gerçek bir sempati ... "
23
İKİNCİ BÖLÜM
Kukla tiyatrosu
Uzun, yorucu günlerin sonunda Stalin, çalışma ar
kadaşlarıyla biraz daha vakit geçirip onlara hayatından
küçük hikayeler anlatarak dinlenmeyi severdi. Mesela
şunun gibi:
Bir gün, Stalin ava çıkmaya karar verir. Sırtına eski bir
parka geçirir, ayaklarına kayaklarını giyer, uzun bir tüfek
alır ve on üç kilometre yürür. Sonra, önünde, bir ağaca
tünemiş duran keklikler görür. Durur ve keklikleri sayar.
Yirmi dört tanedirler. Ne talihsizlik! Yanında sadece on
iki :fişek vardır. Ateş eder, kekliklerin on iki tanesini öldü
rür, sonra döner, evine kadarki on üç kilometreyi tekrar
yürür ve on iki :fişek daha alır. Aynı ağacın üzerinde hala
tünemekte olan kekliklere ulaşmak için tekrar on üç kilo
metre yol kat eder. Ve nihayet, hepsini öldürür ...
"Beğendin mi?" diye sordu Charles gülmekte olan
Caliban' a: "Eğer bana bunu anlatan gerçekten Stalin ol
saydı, onu alkışlardım! Peki, sen nereden biliyorsun bu
hikayeyi?"
"Bu kitabı bana efendimiz hediye etti, Kruşçev'in
Anılar'ı
çok çok uzun yıllar önce Fransa'da yayımlanmış.
Kruşçev kitapta, keklik hikayesini Stalin'in küçük toplan
tılan sırasında anlattığı gibi aktarmış. Ne var ki Kruşçev'in
yazdığına bakılırsa, kimse senin gibi tepki vermemiş. Kim-
27
se gülmemiş. İstisnasız hepsi, Stalin'in anlattığı hikayeyi
saçma bulmuş ve yalanından iğrenmiş. Yine de susmuşlar,
yalnız Kruşçev, Stalin' e ne düşündüğünü söylemeye cesa
ret edebilmiş. Dinle!"
Charles kitabı açtı ve tane tane, yüksek sesle okudu:
"Ne? Kekliklerin daldan uçmadıklarını mı söylemek isti
yorsun gerçekten?" demiş Kruşçev.
"Kesinlikle öyle, " diye yanıt vermiş Stalin, "aynı yer
de tünemiş duruyorlardı."
'�a dur hikaye burada bitmiyor; çalışma gününün
sonunda hepsi hanyaya gidiyormuş, tuvalet olarak da
kullanılan büyük bir rnekanmış burası. Gözünün önüne
getir. Bir duvara diziimiş uzun bir sıra pisuar, lavaboların
karşısındaki duvarda. Deniz kabuğu biçiminde, seramik,
hepsi renkli ve çiçek motifleriyle süslü pisuarlar. Stalin' in
klanının her üyesinin, her biri farklı bir sanatçı tarafın
dan yapılmış ve imzalanmış kendine ait bir pisuarı var
mış. Bir tek Stalin'in yokmuş."
"Peki Stalin nereye işiyormuş?"
"Binanın öbür ucunda, kimsenin olmadığı bir tuva
lete; hiç çalışma arkadaşlarıyla işemediği, hep yalnız işe
diği için, arkadaşları tuvalette kendilerini son derece öz
gür hissediyorlarmış ve şefin varlığında susmak zorunda
kaldıkları her şeyi nihayet, yüksek sesle dile getirmeye
cesaret edebiliyorlarmış. Stalin'in onlara yirmi dört kek
lik hikayesini anlattığı gün de öyle olmuş. Yine Kruşçev'
den aktaracağım: ' ... tuvalette, ellerimizi yıkarken, onu
aşağılayarak söylenip durduk. Yalan söylüyordu! Yalan
söylüyordu! Hiçbirimizin bundan şüphesi yoktu."'
"Peki ya bu Kruşçev kimdi?"
"Stalin'in ölümünden birkaç yıl sonra Sovyet impa
ratorluğunun
1
yüce şefi oldu."
1. Bu tanımlama, Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği'nin emparyalist dış
politikasını eleştirenler tarafından kullanılırdı.
(Ç.N.)
28
Bir süre sustuktan sonra Caliban: "Bütün bu hikaye
de bana inanılmaz gelen tek şey, kimsenin Stalin' in şaka
yaptığını anlamamış olması."
"Tabii öyle, " dedi Charles kitabı masaya bırakarak:
"Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte,
bana göre, Tarih'te yeni, büyük bir dönemin açıldığını
haber veren tam da buydu."
Charles bir kukla tiyatrosu oyunu hayali
kuruyor
Benim kafir lügatimde, kutsal bir tek kelime vardır:
Dostluk. Size tanıttığım dört arkadaşımı, Alain'i, Ra
mon'u, Charles'ı ve Caliban'ı severim. Kruşçev'in kita
bını bir gün Charles' a getirmemin sebebi onlara duydu
ğum sempati, eğlenmelerini istemiş olmam.
Bir gün Caliban, Alain' e aşağıdaki gibi sızlandığı sı
rada, tuvalerteki şahane sonu da dahil olmak üzere, dör
dü de keklik hikayesini biliyordu. "Senin Madeleine'le
karşılaştım. Keklik hikayesini anlattım ona. Ama onun
gözünde, bir avcı hakkındaki anlaşılmaz bir anekdottu
sadece! Stalin ismi kulağına çalınınıştı belki ama bir av
emın neden bu ismi taşıdığını anlamıyordu ...
"
"Daha yirmi yaşında, " dedi usulca Alain sevgilisini
korumak için.
"Eğer yanlış hesaplamıyorsam, " diye araya girdi Char
les, "senin Madeleine, Stalin'in ölümünden kırk yıl sonra
dünyaya gelmiş. Benimse, doğmak için, Stalin'in ölümü
nün ardından yirmi yedi yıl beklernem gerekti. Ve sen
29
Ramon, Stalin öldüğünde (hesaplamak üzere durakladık
tan sonra, biraz şaşırarak): Aman Tanrım, sen zaten ha
yattaymışsın."
"Utanıyorum ama bu doğru."
"Eğer yanılmıyorsam," diye Ramon'la konuşmaya de
vam etti Charles, "büyükbaban, ilerlemenin büyük kah
ramanı Stalin'i desteklemek üzere, diğer aydınlada bir
likte bir bildiriye imza atmış."
"Evet," diye doğruladı Ramon.
"Sanırım baban, Stalin konusunda biraz şüpheciydi,
senin kuşağın daha da şüpheciydi, benim kuşağım içinse
adam canilerin canisi haline gelmişti."
"Evet, öyle," dedi Ramon. "Hayatın akışı içinde in
sanlar karşılaşır, çene çalar, tartışır, kavga ederler; birbir
lerine uzaklardan, her biri zamanın farklı bir yerine di
kilmiş bir rasathaneden seslendiklerini fark etmezler."
Kısa bir aradan sonra Charles söze devam etti: "Za
man akıp gider. Onun sayesinde, öncelikle yaşarız, bu da
demek oluyor ki, sanık ve yargıç oluruz. Sonra, ölürüz ve
bizi tanımış olanlarla birlikte birkaç sene daha kalırız;
ancak çabucak bir başka değişiklik olur: Ölüler yaşlı ölü
lere dönüşür, kimse onları hatırlamaz artık, hiçlikte yitip
giderler; yalnızca bazıları, çok çok nadiren, isimlerini ha
fızalarda bırakırlar ancak bunlar da, yaşamış tüm şahitle
rinden, tüm gerçek anılardan yoksun kalmış olarak kuk
Iaya dönüşürler ... Kruşçev'in Anılar'ında anlattığı o hika
ye beni büyüledi dostlarım; ve ondan yola çı karak bir
kukla tiyatrosu oyunu yazma istediğinden kendimi kur
taramıyorum."
"Kukla tiyatrosu mu? Oyunun Comedie-Française'
de oynansın istemez misin?" diye dalga geçti Caliban.
"Hayır," dedi Charles, "çünkü bu Stalin ve Kruşçev
hikayesi insanlar tarafından zaten oynandı, bu bir aldat
maca olur. Artık yaşamayan bir insanı n hayatını ona geri
30
veriyormuş gibi yapmaya kimsenin hakkı yok. Bir kukla
dan bir insan yaratmaya kimsenin hakkı yok."
Tuvaletteki isyan
"Stalin'in o arkadaşları beni büyüledi," diye devam
etti Charles. "Tuvalette isyanlarını avaz avaz bağınrken
hayal edebiliyorum onları! Düşündüklerini nihayet yük
sek sesle dile getirebilecekleri o güzel anı o kadar uzun
zaman beldemişlerdi ki. Ne var ki, hiç kuşkulanmadıida
rı bir şey vardı: Stalin onları gözlüyordu ve o anı, o da
aynı sabırsızlıkla bekliyordu! Bütün takımının tuvalete
çekildiği an, onun için de bir zevkti! Onu görüyorum,
dostlarım! Ayaklarının ucuna basarak, gizlice, uzun bir
koridordan geçiyor, sonra kulağını tuvaletin kapısına da
yayıp dinliyor. Bu palithüro kahramanları gülüyorlar,
tepiniyorlar, onu lanetliyorlar; ve o, onları duyuyor ve
gülüyor. 'Yalan söyledi! Yalan söyledi!' diye bağırınıyor
Kruşçev, sesi tuvalette çınlıyor; ve Stalin kulağını kapıya
yapıştırmış, oh onu görüyorum, onu görüyorum, yolda
şının haklı öfkesinin tadını çıkarıyor, kahkahalarla deli
ler gibi gülüyor, üstelik yankılanan kahkahasım kontrol
etmeye bile çalışmıyor, zira tuvalettekiler de, deliler gibi
haykırdıklarından, kendi şamatalarından onu duyamı
yorlar."
"Evet, bunu daha önce anlatmıştın," dedi Alain.
"Evet, biliyorum. Ama en önemli kısmını, yani
Stalin'in kendini tekrarlamayı sevmesinin ve aynı küçük
gruba, hep aynı yirmi dört keklik hikayesini anlatması-
3 1
nın gerçek sebebini, size daha söylemedim. Üstelik, oyu
nurnun esas düğüm noktası da bu."
"Neymiş bu sebep?"
"Kalinin."
"Ne?" dedi Caliban.
"Kalinin."
"Hiç duymadım bu ismi."
Caliban'dan azıcık daha genç olmakla birlikte, daha
kültürlü olan Alain biliyordu: "Immanuel Kant'ı n bütün
hayatını geçirdiği ve bugün Kaliningrad diye adlandırı
lan ünlü bir Alman şehrine ismi verilen kişi elbette. "
Tam o sırada sokaktan, sabırsızca çalı nan, tiz bir
korna sesi duyuldu.
"Sizden ayrıimam gerekiyor," dedi Alain. "Madeleine
beni bekliyor. Bir dahaki sefere!"
Madeleine onu sokakta, bir motorun üzerinde bek
liyordu. Motor Alain'indi ama ortaklaşa kullanıyorlardı.
Bir sonraki sefer, Charles arkadaşianna
Kalinin ve Prnsya'nın başkenti üzerine bir
konferans veriyor
"Kurulduğu günden beri, Prusya'nın ünlü şehrinin is
mi Königsberg' di, 'kralın dağı' demekti. ismin Kaliningrad' a
dönüşmesi son savaştan sonra oldu.
Grad
Rusça şehir de
mektir. Yani, Kalinin'in şehri demektir. Hayatta kaldığı
mız için şanslı olduğumuz yüzyıl, değiştirilen isimlerle
doluydu. T saritsin' e önce Stalingrad adı verildi, sonra da
Stalingrad ismi Volgograd olarak değiştirildi. Saint-Peters-
32
burg'un ismi Petrograd olarak değişti, sonra Petrograd Le
ningrad oldu ve sonunda da Leningrad'dan Saint-Peters
burg'a dönüldü. Chemnitz ismi Karl-Marx-Stadt olarak
değiştirildi, sonra Karl-Marx-Stadt ismi Chemnitz olarak
değiştirildi. Königsberg de Kaliningrad olarak değiştiril
di ... ama dikkat edin: Kaliningrad ismi hiç değişınedi ve
sonsuza kadar değişmeyecek! Kalinin'in şanı diğer hepsi
ninkine üstün gelecek."
"Kimdi o?" diye sordu Caliban.
"Gerçek hiçbir gücü olmayan bir adam, masum za
vallı bir kuklaydı, bununla birlikte uzun yıllar SSCB
Yüksek Sovyeti'nin başkanlığını yaptı, dolayısıyla, proto
kol bakımından devletin en yüksek kademedeki yöneti
cisiydi. Bir fotoğrafı nı görmüştüm: kötü dikilmiş bir ce
ket giymiş, keçisakallı yaşlı bir militan işçi. Öte yandan,
Kalinin yaşlı bir adamdı, şişmiş prostatı onu sık sık işe
ıneye zorluyordu. İşeme itkisi öyle ani ve şiddetliydi ki,
resmi bir öğle yemeği sırasında ya da büyük bir dinleyici
kitlesi önünde yaptığı bir konuşmanı n ortasında bile tu
valete koşturması gerekiyordu. Bu konuda büyük bir be
ceri kazanmıştı. Ukrayna'nın bir şehrinde yeni bir opera
salonunun açılışı dolayısıyla düzenlenen ve Kalinin'in de
uzun ve resmi bir konuşma yaptığı büyük töreni, bugün
bile bütün Rusya hatırlar. Kalinin' in konuşmayı iki daki
kada bir kesmesi gerekmişti; ve her seferinde, o kürsü
den uzaklaşır uzaklaşmaz, orkestra folklorik bir melodi
çalmaya koyulmuş ve Ukraynalı sanşın, güzel balerinler
sahneye atlayıp dans etmeye başlamıştı. Kürsüye döndü
ğünde Kalinin hep alkışlarla karşı lanıyordu; kürsüden
tekrar ayrıldığında, sarışın balerinierin gelişini selamla
mak üzere alkışlar daha güçlü yankılanıyordu; gidiş ge
lişlerinin sıklığı arttıkça alkışlar daha uzun sürmeye,
daha güçlü, daha içten olmaya başlamıştı, öyle ki, kutla
ma Sovyet Devleti'nin daha önce hiç görmediği kadar
coşkulu, çılgın ve sefih bir cümbüşe dönüşmüştü.
33
Kalinin dinlenme aralarında küçük arkadaş grubuy
la bir araya geldiğinde, kimse onun çişini alkışlamaya ha
zır değildi ne yazık ki. Stalin anekdotlarını anlatıyordu,
Kalinin de tuvalete gidip gelmeleriyle onu rahatsız et
meye cesaret ederneyecek kadar disiplinliydi. Stalin an
latırken gözünü ona, onun suratına dikip baktıkça, Kali
nin'in rengi daha da soluyor, yüzü bir kasılınayla buruşu
yordu. Bu da Stalin'i hikayesini daha yavaş anlatması,
araya tasvirler eklemesi, konudan sapmalar yapması ve
sonunu geeiktirmesi için kışkırtıyordu, karşısındaki ger
gin suratın aniden gevşediği, yüzündeki kasılmanın kay
bolduğu, ifadesinin yatıştığı, başının bir huzur halesiyle
çevrelendiği ana kadar bunu yapmaya devam ediyordu;
ve işte o zaman, Kalinin'in büyük mücadelesini yine
kaybettiğini anladığında, Stalin çabucak hikayenin sonu
na geçip masadan kalkıyordu ve dostça, neşeli bir gülüm
semeyle toplantıyı sonlandırıyordu. Diğerleri de ayağa
kalkıyor, ıslak pantolonunu gizlemek için masanın ya da
bir sandalyenin arkasında dikilen arkadaşlarına muzipçe
bakıyorlardı."
Charles'ın arkadaşları bu sahneyi gözlerinin önüne
getirmekten son derece keyif almışlardı, Caliban'ın bu
eğlenceli sessizliği bozması kısa bir aradan sonra oldu:
"Yine de bu hikaye, Stalin'in, zavallı prostat hastasının
adını, neden o Alman şehrin e verdiğini hiç mi hiç açıkla
mıyor, neydi, bütün hayatını o şehirde geçirmiş şu meş
hur, meşhur. . .
"
"Immanuel Kant," diyerek soludu Alain.
34
Alain, Stalin'in değeri bilinmemiş şefkatini
keşfediyor
Bir haftanın sonunda Alain arkadaşlarıyla bir bistro
da (ya da Charles'ın evinde, neyse artık) tekrar buluştu
ğunda, muhabbetlerini hemen böldü: "Stalin'in, Kant'ın
meşhur şehrine Kalinin'in adını vermesinin benim için
hiç de anlaşılmaz olmadığını söylemek isterim. Siz kendi
adınıza bunu nasıl açıklarsınız bilmem ama, benim açım
dan bir tek açıklaması var: Stalin, Kalinin' e karşı istisnai
bir şefkat besliyormuş."
Arkadaşlannın yüzünde okuduğu sevimli şaşkınlık
ifadesi Alain'in hoşuna gitti, hatta ona ilham verdi: "Bili
yorum, biliyorum ... Şefkat sözcüğü Stalin'in şöhretiyle
uyuşmuyor, adam yüzyılın Lucifer'iydi, biliyorum, haya
tı komplolarla, ihanetlerle, savaşlarla, hapislerle, cinayet
lerle, katliamlarla doluydu. Bunu inkar etmiyorum, ter
sine; hatta maruz kaldığı, maruz bıraktığı ve yaşadığı o
muazzam zulmün yükü karşısında, böylesi muazzam bir
sevecenlik barındırınasının mümkün olmadığı en açık bi
çimiyle ortaya çıksın diye, bunun altını çizmek isterim.
İnsanın sınırlarını aşan bir şey olurdu bu! Hayatını yaşa
dığı biçimiyle sürdürebilmek için, yapabileceği tek şey,
acıma duygusunu uyuşturmak, sonra da tamamen unut
maktı. Oysa Kalinin'in karşısında, katliamlardan uzakta
ki o küçük molalarda, çene çaldıkları o hoş dinlenme
anlarında, her şey değişiyordu: Tamamen farklı bir acıyla
karşı karşıyaydı, ufak, somut, bireysel, anlaşılır bir acıydı
bu. Acı çeken arkadaşına baktığında, hafif bir şaşkınlıkla,
içinde zayıf, utangaç, hani neredeyse yabancı, her halü
karda unutulmuş bir duygunun uyandığını hissediyordu:
Acı çeken bir insana duyulan şefkat. Vahşi hayatının
içinde, bir molaydı bu an. Stalin' in kalbindeki şefkat,
35
Kalinin'in mesanesindeki sicliğin basıncıyla aynı hızda ar
tıyordu. Hissetmeyi uzun zaman önce bıraktığı bir duy
guyu yeniden keşfedişi, Stalin için, kelimelere sığmaya
cak kadar güzeldi."
"İşte, " diye söze devam etti Alain, "Königsberg' in
Kaliningrad' a dönüşmesinin, bu tuhaf isim değişikliğinin
tek olası açıklamasının bu olduğunu düşünüyorum. Be
nim dünyaya gelmemden otuz yıl önce oldu bu, yine de
durumu kafamda canlandırabiliyorum: Savaş bitmiş,
Ruslar meşhur bir Alman şehrini imparatorluklanna kat
mışlar ve yeni bir isim vererek onu Ruslaştırmak zorun
dçılar. Üstelik bu, öyle alelade bir isim de olamaz! Yeni
ismin, dünya çapında tanınmış bir isimden destek alma
sı ve parıltısının bütün düşmanları susturması gerek
mektedir! Böyle isimlerden Ruslarda bolca bulunur! Bü
yük Katerina! Puşkin! Çaykovski! Tolstoy! Hitler' i yenil
giye uğratan ve o dönem her yerde pohpohlanan gene
rallerden bahsetmiyorum bile! O halde, Stalin'in, bu
denli silik birinin adını seçmesi nasıl açıklanabilir? Ah
makça olduğu bu kadar aşikar bir karar alması nasıl açık
lanabilir? Bu ancak, kişisel ve gizli sebeplerin varlığıyla
açıklanabilir. Ve biz, bu sebepleri biliyoruz: Şefkatle,
gözlerinin önünde onun için acı çeken adamı düşünü
yor; ve onun sadakatine teşekkür etmek, adanmışlığı için
onu sevindirmek istiyor. Eğer yanılınıyorsam -Ramon
beni düzeltebilirsin!- Tarih'in bu kısacık anı yaşandığı
sırada, Stalin dünyanın en güçlü devlet adamıydı ve
bunu biliyordu. Bütün krallar ve başkanlar arasında, küs
tahça hesaplanmış büyük siyasi hareketlerin ciddiyetini
iplemeyebilecek tek kişi olduğunu, tamamen kişisel,
keyfi, n;ı.antıksız, fevkalade acayip, hankulade saçma bir
karar almaya cüret edebilecek tek kişi olduğunu bilmek
ten muzipçe bir zevk alıyordu."
Masanın üzerinde açılmış bir şişe kırmızı şarap duru-
36
yordu. Alain kadehini çoktan boşaltmıştı; bardağını tekrar
doldurup devam etti: "Şimdi karşınızda size anlatınca, bu
hikayede daha da derin bir anlam buldum." Bir yudum
şarap yuvarladıktan sonra söze devam etti: "Donuna pis
lememek için acı çekmek... Temizliğinin kurbanı ol
mak ... Doğan, büyüyen, ilerleyen, tehdit eden, saldıran,
öldüren idrara karşı koymak. .. Daha bayağı daha insani
bir kahramanlık olabilir mi? İsimleri sokaklarımızı taçlan
dıran sözde büyük adamlar umurumda değil. Onlar hırs
ları, kibirleri, yalanları, zalimlikleri sayesinde ünlü oldu
lar. Her insan eviadının tattığı bir acının anısıyla, kendin
den başka kimseye ıstırap vermeyen umutsuz bir müca
delenin anısıyla hafızalarda kalacak tek isim Kalinin."
Alain söylevini bitirdiğinde hepsi duygulanmıştı.
Bir sessizliğin ardından, Ramon: "Baştan sona haklı
sınAlain. Öldükten sonra, her on yılda bir uyanıp Kalinin
grad'ın ismi hala Kaliningrad mı diye kontrol etmek isti
yorum. Öyle olmaya devam ettiği sürece, insanlığa biraz
yakınlık hissedebilir, onunla uzlaşabilir ve tekrar mezarı
ma inebilirim."
3 7
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Alain ve Charles sık sık
annelerini düşünüyorlar
Göbek deliğinin gizeminin etkisinde kaldığı
ilk sefer, annesini gördüğü son seferdi
Ağır ağır eve dönerken Alain, çok düşük belli panto
lonlarıyla çok kısa kesimli tişörtlerinin arasında açıkta
kalan göbek deliklerini gösteren genç kızları dikkatle in
ediyordu. Cazibelerinin kudreti, artık ne uyluklarında
ne kalçalarında ne de memelerinde yoğunlaşıyor, vücut
larının ortasındaki bu küçük, yuvarlak delikte toplanı
yordu sanki.
Kendimi tekrar mı ediyorum? Bu bölüme romanın
en başındaki kelimelerin aynını kullanarak mı başladım?
Biliyorum. Alain'in göbek deliği muammasına duyduğu
tutkudan daha önce söz etmiş olsam da, bu muamma
onun kafasını hala kurcalıyor, aynı sizin de, kafanızın yıl
lar olmasa da, aylar boyunca aynı meselelerle (kuşkusuz
Alain'e musallat olandan daha boş meseleler) kurcalan
dığı gibi. Sokaklarda dolanırken, kendini tekrar etmek
ten rahatsızlık duymadan, hatta tuhaf bir inatla, sıkça
göbek deliğini düşünüyordu; çünkü göbek deliği uzak
larda kalmış bir hatırasını canlandırıyordu: annesiyle son
karşılaşmasının hatırasını.
O zaman on yaşındaydı. Yalnızdılar, babası ve o, kira
ladıkları bahçeli ve havuzlu bir viilada tatil yapıyorlardı.
Y ıllarca süren yokluğunun ardından, annesi ilk kez onlara
gelmişti. O ve eski kocası villaya kapanmışlardı. Havadaki
gerilim bir kilometre öteden hissediliyordu. Annesi orada
4 1
ne kadar kalrmştı? Bir ya da iki saatten fazla değil muhte
melen, o sırada Alain havuzda bir başına eğlenmeye çalı
şıyordu. Annesi onunla vedalaşmak üzere durduğunda,
Alain havuzdan yeni çıkmıştı. Annesi yalnızdı. Birbirleri
ne ne söylediler? Alain bilmiyor. Tek hatırladığı, annesinin
bir bahçe sandalyesine oturduğu ve kendisinin de, üzerin
deki ıslak mayosuyla, onun karşısında dikildiği. Birbirleri
ne söyledikleri unutuldu ama Alain'in hafızasında tek bir
an, somut tek bir an, bütün berraklığıyla kazılı kaldı: An
nesi sandalyede oturuyordu, gözlerini dikmiş oğlunun gö
bek deliğine bakıyordu. Alain bu bakışı karnında hep his
setti. Çözmesi zor bir bakıştı bu; merhamet ve küçümse
meden oluşan garip bir karışırnmış gibi gelmişti Alain' e;
annesinin dudaklan bir gülümsemenin biçİmini almıştı
(merhamet ve küçümseme gülümsemesi) sonra, sandal
yeden kalkmadan, Alain' e doğru eğilmiş ve işaretparma
ğıyla onun göbek deliğine dokunmuştu. Hemen arkasın
dan ayağa kalkmış, Alain'i öpmüş (sahiden öpmüş müy
dü? Muhtemelen; ama Alain emin değil) ve gitmişti. Alain
onu bir daha görmemişti.
Bir kadın arabasından iniyor
Küçük bir araba, çakıllı yolda bir ırmak boyunca
ilerliyor. Sabahın soğuğu, bir banliyönün sonuyla kırsal
bölge arasında bir yerde kalan, evlerin, seyrek yayaların
hiç olmadığı bu sevimsiz manzarayı daha da öksüzleşti
riyor. Araba yolun kenarında duruyor; içinden bir kadın
iniyor, genç ve çok güzel. Tuhaf şey: Kadın arabanın ka-
42
ptsını öyle umursamaz bir hareketle itti ki, araba kesin
likle kilitlenmedi. Hırsızların kol gezdiği çağımızda, bu
beklenmedik umursamazlık ne anlama geliyor? Kadın
dalgın mı?
Hayır, dalgın olduğu izlenimini vermiyor, tersine
yüzünden kararlılık okunuyor. Bu kadın ne istediğini bi
liyor. Bu kadın baştan ayağa irade. Yolu takip ederek, ır
mağın üzerindeki köprüye kadar olan yüz metreyi yürü
yor, köprü bayağı yüksek ve dar, araçların girmesi yasak.
Köprüde yürüyüp diğer kıyıya doğru yöneliyor. Birçok
kez etrafına bakınıyor, hayır, kendisini bekleyen biri var
mış gibi değil, kendisini bekleyen biri olmadığından emin
olmak isteyen biri gibi bakınıyor. Köprünün ortasına var
dığında, duruyor. ilk bakışta, tereddüt ediyormuş gibi
geliyor ama hayır, tereddüt değil bu, ansızın bastıran bir
kararlılık eksikliği de değil, tersine yoğunlaşmasını kuv
vetlendirdiği, iradesini daha da sağlamlaştırdığı bir an
bu. İradesini mi? Daha net olmak gerekirse: Kinini. Evet,
bir tereddüde benzeyen duraklaması, onunla kalması,
onu desteklemesi, bir an olsun onu terk etmemesi için
kinine yaptığı bir çağrı aslında.
Kadın hacağını korkuluğun üzerinden atıyor ve ken
dini boşluğa bırakıyor. Düşüşü sona erdiğinde, su yüzeyi
nin sertliğiyle şiddetli bir sarsıntı yaşadı, soğuktan felce
uğradı ama uzun birkaç saniyenin ardından yüzünü kal
dırdı ve iyi bir yüzücü olduğu için, özdevinimi ölme ira
desine karşı ayaklandı. Başını tekrar suya daldırıp su yut
maya, soluk alış verişini durdurmaya zorladı kendini.
Tam o anda bir çığlık duydu. Biri onu görmüştü. Ölme
nin kolay olmayacağını, en büyük düşmanının hükme
demediği iyi yüzücü refleksi değil, hesaba katmadığı biri
olduğunu anladı. Mücadele etmek zorunda kalacaktı.
Ölümünü kurtarmak için mücadele etmek.
43
Öldürüyor
Kadın çığlığın geldiği yöne baktı. Biri ırınağa atladı.
Düşündü: Hangisi daha hızlı davranacaktı, suyun içinde
kalmak, su yutmak ve boğulmak azmiyle kendisi
mi,
yok
sa ona doğru yaklaşan kişi mi? Ciğerlerindeki suyla yarı
boğulmuş haldeyken, dolayısıyla zayıf düşmüş durum
dayken, kurtarıcısı için daha kolay bir av olmaz mıydı?
Adam onu kıyıya çekecek, yere yatıracak, ciğerlerindeki
suyu dışarı atacak, suni teneffüs yaptıracak, ambulansı,
polisi çağıracaktı, o da, kurtarılmış ve sonsuza kadar gü
lünç duruma düşmüş olacaktı.
"Durun, durun!" diye bağırdı adam.
Her şey değişti: Kadın sulara gömülmek yerine başı
nı kaldırdı ve gücünü topadamak için derin derin nefes
aldı. Adam yanına varmıştı bile. Genç biriydi, ünlü olmak,
gazetelerde fotoğraflarını görmek isteyen bir yeniyet
meydi, "Durun, durun!" diye tekrarlayıp duruyordu. Eli
ni uzatınıştı bile, kadın da, elden kurtulmak yerine onu
tuttu, sıktı ve suyun dibine doğru çekti. Genç adam bir
kez daha, söylemeyi bildiği tek sözcük huymuş gibi, "Du
run!" diye bağırdı. Ama bir daha söyleyemeyecekti o ke
limeyi; kadın onu kolundan tuttu, dibe doğru çekti, son
ra, başı suyun altında kalsın diye, yeniyetmenin sırtının
üzerine boylu boyunca uzandı. Genç karşı koydu, çırpın
dı, şimdiden su yutmuştu, kadına vurmayı denedi ama
kadın, başını kaldırıp hava alamasın diye üzerinde uzan
maya devam ediyordu, uzun, çok uzun birkaç saniyenin
ardından, genç adam hareket etmez oldu. Kadın bir süre
öylece durdu, yorgun ve titreyen bedeni, genç adamın
üzerine yatmış dinleniyor gibiydi adeta, sonra, altındaki
adamın kımıldamayacağından emin olunca, onu bıraktı
44
ve az önce olup bitenle ilgisi kalmasın diye, geldiği kıyı
ya doğru döndü.
Nasıl? Kararını unutmuş muydu? Ölümünü ondan
çalmak isteyen kişi artık hayatta olmadığına göre, neden
kedini boğmuyordu? Nihayet özgür olduğuna göre, ne
den artık ölmek istemiyordu?
Ansızın yeniden bulduğu hayat, kararlılığını kıran bir
darbe gibiydi; enerjisini ölümüne yoğunlaşacak gücü bu
lamıyordu artık; titredi; bir anda tüm iradesinden, tüm
azminden mahrum kalmış olarak, arabayı bıraktığı yere
doğru kurulmuş gibi yüzdü.
Eve dönüyor
Suyun derinliğinin yavaş yavaş azaldığını hissetti,
suyun içinde yere basıp ayağa kalktı; balçığın içinde
ayakkabılarını kaybetti, aramaya da gücü yoktu; çıplak
ayaklarıyla sudan çıktı ve yola yöneldi.
Yeniden yüzleştiği dünya ona konuksever olmayan
bir yüzünü gösterin ce, içini hemen endişe kapladı: Araba
nın anahtarı yoktu! Neredeydi? Eteğinin cebi yoktu. Ölü
me giderken, geride bıraktıkianna aldırış etmez insan.
Arabadan indiğinde, gelecek yoktu artık. Saklayacak bir
şeyi yoktu. Oysa şimdi, birdenbire, her şeyi saklamak ge
rekiyordu. Hiçbir iz bırakmamak gerekiyordu. Endişe git
gide büyüdü: Nerede bu anahtar? Eve nasıl gideceğim?
İşte şimdi arabanın yanında, kapıyı çekiyor, şaşılacak
şey, kapı açılıyor. Gösterge panelinin üzerine bırakılmış
anahtar, onu bekliyor. Direksiyana geçip ıslak ayaklarını
45
pedallara dayıyor. Hala titriyor. Soğuktan da titriyor.
Gömleği ve eteği ırmağın tuzlu suyuyla sırılsıklam ol
muş, sular damlıyor. Anahtarı çevirip yola koyuluyor.
Ona hayatı dayatmak isteyen kişi boğularak öldü.
Onun öldürmek istediği ise karnında hala canlı. intihar
düşüncesinin üstü sonsuza dek çizildi. Tekran yok. Genç
adam öldü, fetüs hayatta; ve o, kimse ne olduğunu öğ
renmesin diye elinden geleni yapacak. Titriyor ve iradesi
yeniden uyanıyor; tek düşündüğü hemen sonrası: Kimse
fark etmeden arabadan nasıl inecek? Kapıcı odasının
önünden, üzerindeki ıslak giysilerle, fark edilmeden nasıl
geçecek?
Tam o anda, Alain omzunda şiddetli bir darbe his
setti.
"Dikkat et salak!"
Hemen arkasına döndü, hızlı ve enerjik adımlarla
kaldırırnda yanından geçen bir genç kız gördü.
"Özür dilerim," diye ( alçak sesle) bağırdı kıza doğru.
"Hıyar!" diye (yüksek sesle) karşılık verdi kız arkası
na dönmeden.
Özürcüler
Stüdyo dairesinde yalnız olan Alain omzunun hala
acıdığını fark etti, evvelsi gün, sokaktaki genç kız ona
öyle sert çarpmıştı ki, kasten yapmış olmalı diye düşün
dü. Kızın ona "hıyar" diyen tiz sesini unutamıyordu, ken
di yalvaran sesini duydu yeniden: "Affedersiniz." Arka
sından da cevap geldi: "Hıyar!" Bir kez daha, bir hiç için
46
özür dilemişti! Her defasında bu saçma özür dilerne ref
leksini neden gösteriyordu? Bunu bir türlü aklından ata
mayınca, biriyle konuşma ihtiyacı duydu. Madeleine' e
telefon etti. Madeleine Paris'te değildi, cep telefonu ka
palıydı. O da Charles'ı aradı, onun sesini duyar duymaz
özür diledi: "Kızma. Hiç keyfim yok. Sohbet etmeye ih
tiyacım var. "
"isabet. Benim de keyfim yok. Senin neden yok? "
"Çünkü kendime kızdım. Neden kendimi suçlu his
setmek için her fırsattan yararlanıyorum? "
"Önemli bir şey değil bu. "
"Kendini suçlu hissetmek ya da hissetmernek Bence
her şey burada yatıyor. Hayat, herkesin herkese karşı
mücadelesidir. Bu malum zaten. Peki, bu mücadele az
çok medeni bir toplumda nasıl cereyan eder? İnsanlar
birbirlerini fark ettikleri anda birbirlerinin üzerine atıla
mazlar. Bunun yerine, başkasının üzerine suçluluğun
utancını atmaya çalışırlar. Öbürünü suçlu kılan kazanır.
Hatasını itiraf eden ise kaybeder. Sokakta düşüncelere
dalmış yürüyorsun. Kızın biri, dünyada bir tek kendisi
yaşıyormuş gibi, sağına soluna bakmadan, dosdoğru üze
rine yürüyerek sana doğru geliyor. Çarpışıyorsunuz. Ve
işte, hakikat anı gelip çatıyor. Kim öbürüne sövecek, kim
özür dileyecek? Bu örnek bir durum: Aslında, her ikisi
de hem çarpan hem çarpılan. Ama yine de kendilerini
hemen, kendiliğinden, çarpan, yani suçlu olarak kabul
edenler var. Ve bir de kendilerini hemen, kendiliğinden,
çarpılan olarak kabul edenler yani, öbürünü suçlamayı
ve cezalandırmayı hakkı olarak görenler var. Bu durum
da sen, özür mü dilerdin, suçlar mıydın? "
"Ben kesinlikle özür dilerdim. "
"Ah, zavallı, o zaman sen de özürcüler ordusuna ait
sin. Özürlerinle öbürünün gönlünü alabileceğini düşü
nüyorsun. "
47
"Şüphesiz."
"Ama yanılıyorsun. Özür dileyen kendini suçlu ilan
eder. Ve kendini suçlu ilan edersen, öbürünü, sana haka
ret etmeye, herkesin önünde, ölümüne kadar, seni ifşa
etmeye cesaretlendirirsin. İlk özrün kaçınılmaz sonuçla
rı işte bunlar."
"Doğru. Özür dilernernek lazım. Bununla birlikte, in
sanların, istisnasız hepsinin, gerekmese de, sebepsiz yere,
abartılı biçimde özür dileyeceği, herkesin özürden bıka
cağı bir dünyayı tercih ederdim."
"Çok kederli bir sesle konuştun, " diye şaşkınlığını
dile getirdi Alain.
"İki saattir annemden başka bir şey düşünmüyorum."
"Ne oldu? "
Melekler
"Hasta. Hastalığının ciddi olmasından korkuyorum.
Az önce beni aradı? "
"Tarbes'dan mı? "
"Evet."
"Yalnız mı? "
"Erkek kardeşi orada. Ama o annemden de yaşlı. He
men arabaya atlayıp oraya gitmek istiyorum ama bu im
kansız. Bu akşam, iptal edemeyeceğim bir işim var. Hem
de dünyanın en aptal işi. Ama yarın, gideceğim . .. "
"İlginç. Sık sık anneni düşünüyorum."
"Onu severdin. Muziptir. Yürümekte zorlanmaya baş
ladı bile ama çok eğleniyoruz."
48
"Muziplik yapma huyunu ondan mı aldın?"
"Olabilir. "
"Tuhaf"
"Neden?"
"Bana anlattıklarından, onu Francis Jammes'in dize
lerinden çıkmış biri gibi hayal etmiştim . Acı çeken hay
vanlarla ve yaşlı köylülerle birlikte. Eşeklerin ve melek
lerin arasında. "
"Evet, " dedi Charles, "o böyledir." Sonra, birkaç sani
yenin ardından: "Neden melekler dedin?" diye sordu.
"Buna neden şaşırdın?"
"Yazdığım oyunda .. . " Kısa bir duraklamadan sonra:
"Bak, kukla tiyatrosu oyunu bir şakadan ibaret, bir saç
malık, öyle bir oyun yazmıyorum, sadece hayal kuruyo
rum ama bundan başka bir şey beni eğlendirmiyor, ne
yapabilirim ... Bu oyunun son sahnesi için bir melek ha
yal ediyorum."
"Bir melek mi? Neden?"
"Bilmem."
"Peki oyun nasıl bitecek?"
"Şu an için, tek bildiğim sonunda bir melek olacağı."
"Melek senin için ne ifade ediyor?"
"İlahiyat konusunda pek iyi değilimdir. Meleği daha
çok, iyiliği için teşekkür etmek istediğimiz birine söyle
diğimiz: 'Siz bir meleksiniz, ' cümlesinden yola çıkarak
düşünüyorum. İnsanlar sık sık annerne bunu söyler. Bu
yüzden onu, eşeklerin ve meleklerin arasında hayal etti
ğini söylediğinde şaşırdım.
O böyledir."
"İlahiyat konusunda ben de pek iyi sayılmam . Tek
hatırladığım gökyüzünden kovulan melekler olduğu."
"Evet, gökyüzünden kovulan melekler, " diye tekrar
ladı Charles.
"Melekler hakkında başka ne biliyoruz? Bellerinin
ince olduğunu ... "
49
"Gerçekten de, göbekli bir melek hayal etmek zor. "
"Bir de kanatlannın olduğunu biliyoruz. Aynca, be
yaz olduklannı. Beyaz. Dinle Charles, yanılrnıyorsam, me
leklerin cinsiyeti yok. Beyazlıklannın sım budur belki."
"Belki. "
"Ve iyiliklerinin."
"Belki."
Bir sessizliğin ardından Alain: "Meleklerin göbek de
liği olur mu?" dedi.
"Neden sordun? "
"Meleklerin cinsiyeti yoksa, bir kadının karnından
doğmamışlar demektir."
"Öyledir kuşkusuz."
"O zaman göbek deliği yoktur. "
"Evet, yoktur kuşkusuz . . . "
Alain, yazlık bir villanın havuzunun yanı başında, işa
retparmağıyla on yaşındaki oğlunun göbek deliğine do
kunan genç kadını düşündü ve Charles' a şöyle dedi: "Tu
haf Bir süredir, ben de hiç durmadan annemi düşünüyo
rum . . . mümkün ve mümkün olmayan her durumda . . . "
"Burada duralım dostum. Şu lanet kokteyle hazır
lanmalıyım."
so
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hepsi keyfin peşinde
C alihan
Caliban'ın ilk işi, o zamanlar onun için hayatın anla
mı demek olan oyunculuktu; resmi belgelerinin üzerinde
yazılı olarak bu kayıtlıydı ve işsizlik maaşını uzun zaman
dır işsiz bir oyuncu olarak alıyordu. Sahne üzerinde görü
lebildiği son defa, Shakespeare'in
Fırtına
adlı oyununda
ada yeriisi Caliban'ı canlandırmıştı. Vücudu kahverengi
bir boyayla kaplanmıştı, başında siyah bir peruk vardı, bir
deli gibi haykırıyor, atlayıp zıphyordu. Performansı arka
daşlarını öyle büyülemişti ki onu, kendilerine bu perfor
mansını hatırlatan isimle çağırmaya karar vermişlerdi. Bu
uzun zaman önceydi. O zamandan beri, tiyatrolar ona iş
vermekte tereddüt ediyordu, işsizlik maaşı da, milyonlar
ca oyuncunun, dansçının, şarkıcınınki gibi yıldan yıla dü
şüyordu. Hayatını kişiye özel kokteyller düzenleyerek ka
zanan Charles'ın onu garson olarak işe alması o sıralarda
oldu. Böylece Caliban birkaç kuruş kazanabiliyordu an
cak bunun yanı sıra, her zaman kayıp görevinin peşindeki
bir oyuncu olarak bu işte, zaman zaman kimlik değiştire
bilme fırsatının olduğunu da görmüştü. Estetik konusun
da biraz naif fikirlere sahip biri olarak (aziz patronu, Sha
kespeare'in Caliban'ı da biraz naif değil miydi?) bir oyun
cunun başarısının, oynadığı karakter gerçek hayatından
ne kadar uzak olursa o kadar kayda değer olacağını düşü-
53
nüyordu. Bu yüzden Charles' a bir Fransız olarak değil, ko
nuştuğu dili çevresindeki kimsenin bilmediği bir yabancı
olarak eşlik etmek için ısrar etti. Kendine yeni bir anava
tan bulması gerektiğinde, belki de hafif esmer teni yüzün
den, Pakistan'ı seçti. Neden olmasın? Bir anavatan seçmek
ten daha kolay ne var. Ama o vatanın dilini uydurmak, işte
o zor.
Uydurma bir
dili
hazırlık yapmadan, sadece otuz sa
niye, durmadan konuşmayı deneyin! Dönüp dolaşıp aynı
heceleri tekrar edersiniz ve bir sahtekarlık yaptığınız he
men ortaya çıkar. Var olmayan bir dil uydurmak, ona her
şeyden önce akustik bir inandırıcılık vermeyi gerektirir:
Özel bir fonetik yaratmayı ve "a"yı ya da "o"yu Fransızlar
gibi telaffuz etmemeyi; sabit bir vurgunun hangi hece
nin üzerine düştüğüne karar vermeyi gerektirir. Sözün
doğası gereği, bu anlamsız seslerin geri planında, dilbilgi
sel bir yapı tasadamak ve hangi sözcüğün
fiil hangisinin
isim olduğunu bilmek de tavsiye edilir. Ayrıca iki arkadaş
söz konusu olduğuna göre, ikincisinin, Fransız olanın, yani
bu durumda Charles'ın rolünü de belirlemek önemliydi:
Urduca konuşmayı bilmese de, acil durumlarda, tek ke
lime Fransızca konuşmadan gerekli konularda anlaşma
lan için, onun da en azıdan birkaç kelime bilmesi gereki
yordu.
Bu zordu ama eğlenceliydi. Ne yazık ki, şakaların en
hoşu bile yaşlılığın kanunundan kaçamaz. İki arkadaş
her ne kadar ilk birkaç kokteyl sırasında eğlenseler de,
Caliban daha hemen başlarda, bütün bu zahmetli kan
clırmacanın bir işe yaradığından kuşku duymaya başladı;
zira konuklar ona hiç ilgi göstermiyorlardı, konuştuğu
dil anlaşılmaz olduğu için onu dinlemiyorlar, yemek ya
da içmek istedikleri şeyleri basit el kol göstermekle yeti
niyorlardı. Caliban, seyircisi olmayan bir oyuncuya dö
nüşmüştü.
54
Beyaz ceketler ve Portekizli genç kadın
D'Ardelo'nun dairesine kokteyl başlamadan iki saat
önce geldiler. "Madam, bu benim yardımcım. Pakistanlı
dır. Tek kelime Fransızca bilmez, özür dilerim, " dedi
Charles ve ardından Caliban, anlaşılmaz birkaç cümle
sarf ederek Madam D'Ardelo'nun karşısında saygıyla
eğildi. Bu durumla hiç ilgilenmeyen Madam D'Ardelo'
nun bezgin kayıtsızlığı, çok emek vererek uydurduğu di
lin işe yaramadığı hissini doğrulayınca Caliban'ın içini
melankoli sarmaya başladı.
Neyse ki Caliban, bu hayal kırklığının hemen ardın
dan, küçük bir sevinçle teselli buldu: Madam D' Ardelo'
nun iki beyefendinin hizmetine girmesini buyurduğu
hizmetçi, gözlerini böylesi egzotik bir varlıktan ayıramı
yordu. Caliban'la birçok kez konuşmayı denedi, onun bir
tek anadilini bildiğini anlayınca önce mahcup oldu, ardın
dan garip bir biçimde rahatladı. Zira kendisi de Portekiz
liydi. Caliban onunla Urduca konuştuğu için o da sevme
diği Fransızcayı bir yana bırakıp sadece anadilini kullan
ma fırsatını yakalamıştı. Anlamadıkları iki dilde kurduk
ları iletişim onları yakınlaştırdı.
Evin önünde küçük bir kamyon durdu, iki görevli
Charles'ın bütün siparişlerini, şarap ve viski şişelerini,
jambonları, salamları, atıştırmalıkları kamyondan indirip
mutfağa bıraktı. Hizmetçinin de yardımıyla Charles ve
Caliban salona yerleştirilmiş uzun masaya devasa bir örtü
örttüler, tabakları, tepsileri, bardakları ve şişeleri yerleştir
diler. Sonra, kokteyl saati yaklaşırken Madam D' Arde
lo'nun onlara tahsis ettiği küçük bir odaya çekildiler. Kü
çük bir bavulun içinden iki beyaz ceket çıkartıp üzerle
rine giydiler. Aynaya ihtiyaçları yoktu. Birbirlerine bakın
ca, kendilerini hafifçe
gül
rnekten alıkoyamadılar. Bu onlar
55
için her zaman kısacık bir keyif anı olmuştu. O an, ha
yatlarını kazanmak için, zorunlu oldukları için çalıştıkla
rını neredeyse unutuyorlardı; birbirlerini beyaz, iğreti
kıyafetleri içinde görünce, eğlendikleri izlenimine kapılı
yorlardı.
Charles, Caliban'ı son tepsileri hazırlaması için bıra
kıp salona doğru uzaklaştı. Kendinden emin, çok genç
bir kız mutfağa girdi ve hizmetçi kadına dönüp: "Bir sa
niye için bile olsa salonda görünmeyeceksin! Misafirleri
miz seni görürlerse kaçarlar ! " dedi. Sonra da Portekizli
hizmetçinin dudaklarına bakıp kahkahayı bastı: "Bu ren
gi nereden buldun? Bir Afrika kuşuna benzemişsin! Bu
renbububu papağanına benzemişsin! " dedi ve gülerek
mutfaktan çıktı.
Gözleri dolan Portekizli kız Caliban' a (Portekizce
olarak): "Madam kibar biri! Ama kızı! Öyle kötü ki! Böy
le konuştu çünkü sizi beğendi! Etrafta erkekler olduğun
da, bana hep kötü davranır! Erkeklerin önünde beni aşa
ğılamak hoşuna gidiyor, " dedi.
Hiçbir cevap vererneyen Caliban hizmetçi kızın
saçlarını okşadı. Kız gözlerini ona doğru kaldırıp (Fran
sızca olarak): "Bakar mısınız, rujum o kadar kötü mü? "
diye sordu.
Caliban dudaklarını iyice görsün diye kız başını sağa
sola döndürdü.
"Hayır, " dedi Caliban, (Urduca olarak) "rujunuzun
rengini çok iyi seçmişsiniz . . . "
Caliban beyaz ceketinin içinde hizmetçiye daha da
yakışıklı, daha da olağanüstü görünüyordu, kız ona (Por
tekizce olarak):
"Burada olmanız beni öyle mutlu ediyor ki, " dedi.
Caliban da kızın güzel sözlerine kapılıp (yine Urdu
ca olarak): "Üstelik sadece dudaklarınız değil, yüzünüz,
5 6
vücudunuz, bir bütün olarak, baştan aşağıya güzelsiniz,
çok güzelsiniz ... " dedi.
"Oh, burada olmanız beni öyle mutlu ediyor ki, "
diye cevapladı kız (Portekizce olarak).
Duvardaki fotoğraf
O akşam, sadece kandırmacasını artık hiç eğlenceli
bulmayan Caliban değil, bütün karakterlerim hüzünle
gölgel endi: Hasta annesi için duyduğu endişeyi Alain' e
açan Charles da; hem kendisinin hiç tatmadığı bu anne
baba sevgisiyle hem de ona yabancı olsa da içinde nos
talji uyandıran bir dünyaya ait yaşlı, köyde yaşayan bir
kadının hayaliyle duygulanan Alain de. Alain konuşmayı
uzatmak istese de, ne yazık ki Charles' ın acelesi vardı ve
telefonu kapatması gerekmişti. Bunun üzerine Alain, Ma
deleine'i aramak üzere cep telefonunu aldı. Telefon boş
yere çalıp durdu. Böyle anlarda sıkça yaptığı gibi, Alain
bakışlarını duvarda asılı bir fotoğrafa çevirdi. Stüdyo da
iresinde başka hiç fotoğraf yoktu; onun dışında: genç bir
kadının yüzü; annesininki.
Alain 'in doğumundan birkaç ay sonra, keturu oldu
ğu için onun hakkında tek bir kötü söz söylemeyen ko
casını terk etmişti. Duyarlı ve müşfik bir adamdı. Bir ka
dının, bu kadar duyarlı ve müşfık bir adamı nasıl terk ede
bildiğini, hele çocukluğundan beri (değilse de, ana rahmi
ne düştüğünden beri) kendisi de duyarlı ve müşfik olan
oğlunu (bunun farkındaydı) nasıl terk edebildiğini çocuk
anlamıyordu.
5 7
"Nerede yaşıyor?" diye sormuştu o zaman babasına.
"Muhtemelen Amerika' da."
" 'Muhtemelen' de ne demek?"
"Adresini bilmiyorum."
"Ama adresi sana bildirmek onun sorumluluğu."
"Bana karşı hiçbir sorumluluğu yok."
"Peki bana karşı? Benden haber almak istemiyor
mu? Ne yaptığımı bilmek istemiyor mu? Onun hakkın
da ne düşündüğümü öğrenmek istemiyor mu?"
Bir gün babası artık kendine hakim olamayıp: "Ma
dem ısrar ediyorsun, söyleyeyim: Annen senin doğmanı
hiç istemedi. Buralarda dolanmanı, kendini üzerinde iyi
hissettiğin bu koltuğa gömülüp oturmanı hiç istemedi.
Seni istemiyordu. Şimdi aniadın mı?" dedi.
Baba saldırgan biri değildi. Ne var ki tüm ihtiyatlığı
na rağmen, bir insan eviadının dünyaya gelmesini engel
lemek isteyen bir kadınla yaşadığı muazzam fikir uyuş
mazlığını saklamayı başaramamıştı.
Alain'in annesiyle, kiralık bir yazlık villanın havuz
başındaki son karşılaşmasından daha önce söz etmiştim.
O zaman on yaşındaydı. Babası öldüğünde ise on altı.
Cenaze töreninden birkaç gün sonra, bir aile albümün
den annesinin fotoğrafını çıkarıp almış, onu çerçevelet
miş sonra da duvara asmıştı. Stüdyo dairesinde neden
babasının hiç fotoğrafı yoktu? Bilmiyorum. Peki bu
mantıksız mıydı? Elbette. Adaletsiz miydi? Hiç şüphe
siz. Ama öyleydi: Dairesinin duvarlarında sadece bir tek
fotoğraf asılıydı: annesininki. O fotoğrafla zaman zaman
konuşurdu:
58
Bir özürcü nasıl dünyaya getirilir
"Neden kürtaj olmadın? Sana engel mi oldu?"
Fotoğraftan gelen ses ona yanıt verdi:
"Bunu hiç öğrenemeyeceksin. Benim hakkımda uy
durduğun her şey, bir peri masalından ibaret. Ama seviyo
rum
senin peri masallannı. Benden, genç bir adamı nehir
de boğan bir katil yaratsan bile. Hepsi hoşuma gidiyordu.
Devam et Alain. Anlat! Hayal kur! Ben dinliyorum."
Alain de hayal etti: Babasını annesinin üzerinde ha
yal etti. Birleşmeden önce, annesi onu uyarmıştı: "Hapı
mı almadım, dikkatli ol!" B abası annesine güvence ver
mişti. Annesi de endişe duymadan sevişmişti, sonra ada
mın yüzünde beliren ve gittikçe büyüyen zevk ifadesini
görünce: "Dikkatli ol!" diye, sonra da: "Hayır, hayır! iste
miyorum, istemiyorum!" diye bağırmaya başladı, ne var
ki adamın yüzü gitgide kızardı, kızardı ve iğrenç bir hal
aldı, kadın kendisine sımsıkı yapışan o ağırlaşmış bedeni
itti, debelendi ama adam ona daha da sıkı sanlmaya baş
layınca, bunun sebebinin uyanlmanın adamın gözlerini
kör etmesi değil bir arzu, soğuk ve önceden tasarlanmış
bir arzu olduğunu anladı, diğer yandan kadının hissettiği
arzunun ötesinde bir duyguydu; nefretti hissettiği, mü
cadeleyi kaybedince daha da şiddetlenen bir nefret.
Bu Alain'in anne ve babasının cinsel birleşmesini ilk
hayal edişi değildi; bu birleşme onu hipnotize ediyor,
ona, her insanın rahme düştüğü anın kopyası olduğunu
düşündürüyordu. Aynanın önünde dikildi ve onu dünya
ya getirten eşzamanlı çifte nefretin izlerini görebilmek
için dikkatle yüzünü inceledi: Adamın orgazm olduğu
anda, adamın nefreti ve kadının nefreti; müşfık ve fizik
sel olarak güçlü olanın nefretinin, cesur ve fiziksel olarak
zayıf olanın nefretiyle çiftleşmesi.
59
Sonra, bu çifte nefretin meyvesinin bir özürcüden
başka bir şey olamayacağını söyledi kendi kendine: Ba
bası gibi müşfik ve duyarlıydı; ve annesinin onu gördüğü
gibi, bir davetsiz misafir olarak kalacaktı. Hem bir davet
siz misafir hem de müşfik olan biri, acımasız bir mantı
ğın sonucu olarak, hayatı boyunca özür dilemeye mah
kumdur.
Alain duvarda asılı duran yüze baktı ve bir kez daha,
ıslak elbisesinin içindeki mağlup haliyle arabaya binen,
kapıcı odasının önünden fark edilmeden süzülen, merdi
veni çıkan, davetsiz misafir bedeninden çıkıncaya kadar
kalacağı daireye çıplak ayaklarıyla giren kadını gördü.
Birkaç ay sonra, her ikisini de terk etmek üzere çıkacak
tl
oradan.
Ramon kokteyle çok keyifsiz geliyor
Luxembourg Bahçesi'ndeki karşılaşmalarının sonra
sında hissettiği merhamet duygusuna rağmen Ramon,
D'Ardelo'nun sevmediği türden İnsanlardan olduğu ger
çeğine dair hiçbir şeyi değiştiremedi. Üstelik, ikisinin or
tak yanları olmasına rağmen bu böyleydi: Başkalarının
gözlerini kamaştırma; eğlenceli bir fikirle onları şaşırt
ma, onların gözleri önünde bir kadını fethetme tutkusu.
Ne var ki Ramon bir narsisist değildi. Gösterişi sevmekle
birlikte haset duygusundan korkardı; hayran olunmak
hoşuna gidiyordu ama hayranlardan kaçıyordu. Özel ha
yatında aldığı bazı yaraların ardından ama özellikle ge
çen sene o uğursuz emekliler kervanına katılması gerek-
60
tiğinden beri, ağırbaşlılığı yalnızlık aşkına dönüşmüştü;
vaktiyle onu gençleştiren konformist olmayan sözleri,
şimdi onu yanıltıcı görünüşüne rağmen, modası geçmiş,
zaman dışı bir karakter, yani yaşlı biri yapıyordu.
Bu yüzden eski meslektaşının (o daha emekli olma
mıştı) onu davet ettiği kokteyle gitmeme kararı aldı ve
bu kararını son ana, ta ki Charles ve Caliban gitgide daha
sıkıcı bir hal alan garsonluk görevlerini sadece onun var
lığının çekilir kılacağına dair yemin edene kadar değiştir
medi. Yine de Ramon çok geç, davetlilerden birinin ev
sahibinin onuruna bir söylev çekmesinden çok sonra gel
di. Daire tıklım tıklım doluydu. Konuklardan kimseyi ta
nımayan Ramon, iki arkadaşının arkasında içki servisi
yaptığı uzun masaya yöneldi. Keyifsizliklerini dağıtmak
için Ramon onlara uydurdukları Urducayı taklit ederek
birkaç kelime söyledi. Caliban da aynı uydurma dilin otan
tik versiyonuyla ona cevap verdi.
Sonra elinde bir bardak, keyifsiz keyifsiz yabancılar
arasında dolanırken, holün kapısına doğru dönmüş bazı
kişilerin heyecanı Ramon'un ilgisini çekti. Holde, ellile
rinde, ince uzun, güzel bir kadın belirdi. Kadının başı ar
kaya doğru hafifçe eğilmişti, önce geriye doğru atıp son
ra zarifçe öne düşmelerine izin verdiği saçlarının arasın
dan birçok defa ellerini geçirdi; ve yüzündeki zarif trajik
ifadeyi her birine ayrı ayrı sundu; davetiiierin hiçbiri
kadınla daha önce tanışmamıştı ama hepsi onu fotoğraf
larından tanıyordu: La Franck'dı bu. Kadın uzun masası
nın önünde durdu, eğildi ve yoğun bir dikkatle Caliban' a
beğendiği çeşitli kanepeleri gösterdi.
La Franck'ın tabağı az sonra doldu, Ramon, D'Ar
delo'nun Luxembourg Bahçesi'nde ona anlattıklarını dü
şündü: Kadın sevgilisini yeni kaybetmişti, onu o kadar
tutkuyla sevmişti ki, göklerden gelen sihirli bir buyrukla,
adamın öldüğü an duyduğu keder yoğun bir mutluluğa
6 1
dönüşmüş ve yaşama arzusu yüz kat artmıştı. Ramon
onu inceliyordu: Kadın kanepeleri ağzına atıyordu, sonra
yüzü güçlü çiğneme hareketleriyle oynuyordu.
D'Ardelo'nun kızı (Ramon onu daha önce görmüş
tü) ince uzun, meşhur kadını fark ettiğinde, ağzının oy
naması durdu (o da bir şeyler çiğniyordu) ve hacakları
koşmaya başladı: "Sevgili dostum!" Kız onu kucaklamak
istedi ama meşhur kadının karnının önünde tuttuğu ta
bak ona engel oldu.
"Sevgili dostum!" diye tekrarladı kız, bu sırada La
Franck ağzındaki büyük ekmek ve salarn kütlesiyle uğra
şıyordu. Hepsini yutamayınca, lokmayı azıdişleriyle ya
nağı arasındaki yere i tmek için dilini kullandı; sonra güç
lükle, söylediklerinden bir şey anlamayan kıza birkaç ke
lime etmeyi denedi.
Ramon onları daha yakından gözlernek için öne doğ
ru iki adım attı. Genç D'Ardelo kendi ağzındaki lokmayı
yutmuştu ve çınlayan bir sesle: "Her şeyi biliyorum, her
şeyi biliyorum! Sizi hiç yalnız bırakmayacağız! Hiç!"
diye ilan etti.
La Franck, gözleri boşluğa sabitlenrniş olarak (Ra
man, kadının onunla konuşanın kim olduğunu bilmedi
ğini anladı) lokmanın bir parçasını ağzının ortasına ge
çirdi, çiğnedi, yansını yuttu ve, "İnsan dediğin yalnızlık
tan ibarettir," dedi.
"Oh, ne kadar da doğru!" diye bağırdı genç D' Ardelo.
"Yalnızlıklarla çevrili bir yalnızlık," diye ekledi La
Franck, sonra ağzındakinin geri kalanını çiğnemeden yut
tu ve arkasını dönüp başka bir yere gitti.
Kendisi farkında olmasa da, Ramon'un yüzünde kü
çük, hoş bir gülümseme belirrnişti.
62
Alain dolabın yukansına bir şişe arınanyak
koyuyor
Ramon'un yüzünü ansızın aydınlatan bu küçük gü
lümsemeyle neredeyse aynı anda, Alain'in de bir özür
eünün yaradılışı hakkındaki düşünceleri bir telefon ziliy
le kesiliverdi. Arayanın Madeleine olduğunu hemen an
ladı. Bu ikisinin, bu denli az ortak ilgi alanına sahip olup
da nasıl hep bu kadar uzun ve bu kadar zevk alarak ko
nuşabildiklerini anlamak zor doğrusu. Ram on, insanların
birbirlerini anlayamadan konuştukları, her biri Tarih'in
farklı birer noktasında yükselen rasathandere dair teori
sini anlatırken, Alain'in aklına hemen kız arkadaşı gelmiş
ti; zira onun sayesinde, gerçek aşıkların diyaloglarının bile,
eğer doğum tarihleri birbirinden çok uzaksa, karşılıklı
olarak büyük oranda anlaşılmazlıklar gizleyen iki mano
loğun birbirinin içine geçmesinden başka bir şey olmadı
ğını öğrenmişti. İşte bu yüzden, Maddeine'in örneğin, es
kinin meşhurlarının isimlerini bozarak söylemesinin on
lardan bahsedildiğini hiç duymamış olduğundan mı kay
naklandığını yoksa herkese, kendisi dünyaya gelmeden
önce olup bitenlere en küçük bir ilgi duymadığını gös
termek için kasten mi isimlerle alay ettiğini hiç bilmiyor
du. Alain bundan rahatsızlık duymuyordu. Olduğu haliy
le onunla birlikte olmak onu eğlendiriyordu, üstelik son
rasında yeniden, Bosch'un, Gaugin'in (ayrıca başka bil
mem kimlerin) tablolarının röprodüksiyonu olan ve iç
dünyasını sınırlayan afişleri astığı stüdyosundaki yalnız
lığına döndüğünde daha da mutlu olabiliyordu.
Altmış yıl önce doğmuş olsaydı sanatçı olacağına
dair muğlak bir fıkre sahip olmuştu hep. Gerçekten de
muğlak bir fikirdi bu; zira sanatçı kelimesinin bugün ne
anlama geldiği bilmiyordu. Vitrin tasarımcısına dönüş-
63
müş bir ressam mı? Bir şair mi? Şairler hala var mı? Şu
son haftalarda onu keyiflendiren şey Charles'ın fantezi
sinin, kukla oyununun, tam da hiçbir anlamı olmadığı
için onu cezbeden bu anlamsızlığın bir parçası olmak
olmuştu.
Yapmaktan hoşlanacağı şeyi yaparak hayatını kaza
namayacağını bilerek (peki ne yapmaktan hoşlanacağını
biliyor muydu?) öğrenim hayatının ardından, özgünlü
ğünü, fikirlerini, yeteneklerini değil sadece aklını kullan
masını gerektiren, yani farklı canlılarda sadece niceliği
belirlenebilen, kiminde daha az kiminde daha çok bulu
nan -ki Alain daha çok bulunanlardan dı- şu aritmetiksel
olarak ölçülebilen yeteneği değerlendireceği, iyi maaş
aldığı, ara sıra bir şişe arınanyak satın alabileceği bir iş
seçmişti. Birkaç gün önce, etiketindeki tarihin kendi do
ğum tarihiyle tuttuğunu fark edince bir şişe arınanyak
almıştı. Şişeyi doğum gününde arkadaşlarıyla birlikte za
ferini, şiire duyduğu naçizane hürıneti sayesinde, asla
tek bir dize bile yazmamaya ant içen büyük şairin zafe
rini kutlamak üzere açacağına dair kendine söz vermişti.
Madeleine'le yaptığı uzun sohbet sonrasında halin
den memnun hatta neredeyse neşe içinde, elindeki ar
manyak şişesiyle bir sandalyeye çıkıp onu yüksek (çok
yüksek) bir dolabın üzerine koydu. Sonra parkeye otu
rup duvara dayandı, gözlerini şişeye dikti, onu yavaşça
kraliçeye dönüştürüyorlardı.
64
Quaquelique'in keyfe çağnsı
Alain dolabın üzerindeki şişeye bakarken, Ramon
da olmak istemediği bir yerde olduğu için kendine kızı
yordu; bu insanların hiçbirinden hoşlanmıyordu; ve bil
hassa
D'
Ardelo'yla karşılaşmaktan sakınmaya çalışıyor
du ki, birkaç metre ötede onu gördü, La Franck'ın karşı
sına geçmiş onu belagatiyle cezbetmeye çalışıyordu; Ra
mon bir kez daha, Caliban' ın üç davetlinin bardağına Bor
deaux şarabı koymakla meşgul olduğu uzun masanın ya
kınlarına sığındı; Caliban jest ve mimikleriyle onlara şara
bın ender rastlanan kalitede olduğunu telkin ediyordu.
Adetleri bilen beyler kadehlerini havaya kaldırdılar, uzun
ca bir süre avuçlannın içinde ısıttılar, şarabın bir yudumu
nu ağızlannda beklettiler, birbirlerine, önce büyük bir
konsantrasyonu sonra da şaşkınlık dolu bir hayranlığı ifa
de eden yüzlerini gösterdiler ve büyülendiklerini yüksek
sesle ilan ederek bu faslı bitirdiler. Bütün bunlar, bu zevk
şenliği konuşmaya başlamalanyla aniden kesilineeye ka
dar altı üstü bir dakika sürdü, onları pür dikkat izleyen
Ramon, üç mezarcının, tabutunun üzerine muhabbetle
rinin toprağını ve tozunu atarak yüce şarap zevkini topra
ğa verdikleri bir cenaze törenine katıldığı izlenimine ka
pıldı; yüzünde bir kez daha küçük bir gülümseme şekil
lendiği sırada, arkasından çok zayıf, zar zor duyulan, vızıl
tıyı andıran bir ses duyuldu: "Ramon! Burada ne işin var?"
Ramon arkasına döndü: "Quaquelique! Asıl senin
burada ne işin var?"
"Yeni bir sevgili arayışındayım," diye yanıtladı Qua
quelique, hiç mi hiç ilgi çekici olmayan küçük suratı ışıl
dadı.
65
"Dostum," dedi Ramon, "hala seni tanıdığım günkü
gibisin."
"Bilirsin, sıkıntı işte, daha kötüsü yoktur. Bu yüzden
sevgili değiştiriyorum. Bu da olmasa hiç keyfim olmaz!"
"Ah
keyif!" diye haykırdı Ramon bu kelimeyle ay
dınlanmış gibi. "Evet, söylemiştin! Keyif! Bütün mesele
bu, gerisi hikaye!
Ah,
seni yeniden görmek ne hoş! Daha
birkaç gün önce, arkadaşlarıma senden bahsediyordum,
oh benim Quaqui'm, benim Quaqueli'm, sana aniataca
ğım öyle çok şey var ki . . . "
Aynı anda, birkaç adım ötede, önceden tanıdığı genç
bir hamının güzel yüzünü fark etti; bu onu büyüledi;
aynı zaman diliminde mükemmelen birbirine bağlanan
bu beklenmedik iki karşılaşma ona enerji yüklemiş gi
biydi; kafasında "keyif' sözcüklerinin yankısı bir çağrı
gibi çınlıyordu. "Affedersin," dedi Quaquelique' e, "ko
nuşmaya sonra devam ederiz, şimdi . . . anlarsın ya . . . "
. Quaquelique gülümsedi: "Tabii ki anlarım! Hadi git,
hadi!"
"Sizi tekrar gördüğüme çok sevindim Julie," dedi
Ramon genç kadına. "Görüşmeyeli bir asır oldu."
"Bu sizin hatanız," dedi genç kadın, küstahça gözle
rinin içine bakarak.
"Bu uğursuz davete hangi saçma nedenle geldiğimi
bilmiyordum, ta ki şu ana kadar. Artık biliyorum."
"Ve bir anda, uğursuz davet uğursuz olmaktan çık
tı," diyerek güldü Julie.
"Onu uğurlu yapan sizsiniz," dedi Ramon, o da gü
lüyordu. "Peki sizi buraya hangi rüzgar attı?"
Julie üniversite camiasından yaşlı (çok yaşlı) bir ün
lünün etrafını saran çemberi işaret eden bir hareket yap
tı: "Söyleyecek bir sözü her zaman vardır," dedi sonra da,
"bu gece sizi tekrar görmek için sabırsızlanıyorum . . . "
diye ekledi.
66
Keyfi son derece yerinde olan Ramon, gözucuyla
uzun masanın ardındaki Charles' a baktı, arkadaşı tuhaf
bir dalgınlık içindeydi, gözlerini yukanda bir yerlere dik
mişti. Bu garip duruş Ramon'un merakını uyandırdı,
sonra kendi kendine: Yukarıda olup bitenle ilgilenme
mek ne büyük zevk, burada aşağıda olmak ne büyük
zevk dedi; ve gitmekte olan Julie'ye baktı; kalçasının ha
reketleri onu selamlıyor, davet ediyordu.
67
BEŞİNCi BÖLÜM
Tavanın altında küçük bir tüy
süzülüyor
Tavanın altında küçük bir tüy süzülüyor
" . . . Charles'ı gördü, tuhaf bir dalgınlık içindeydi,
gözlerini yukarıda bir yerlere dikmişti . . . " Bunlar önceki
bölümün son paragrafında yazdığım son sözcükler. Peki
Charles yukarıda neye bakıyordu?
Tavanın altında hafifçe salınan minicik bir nesne;
aheste aheste süzülen, inen, çıkan küçücük bir tüy. Ta
haklar, şişeler ve bardaklada kaplı uzun masanın arkasın
daki Charles ayakta, hareketsiz duruyordu, başı hafifçe
arkaya eğilmişti, aynı anda, bu duruşun meraka düşür
düğü davetliler de birbiri ardına onun bakışını takip et
meye başlamışlardı.
Küçük tüyün avare salmışını dikkatle izlerken, Char
les yüreğinin daraldığını hissetti; şu son birkaç haftadır
düşündüğü meleğin, ona şimdiden buralarda bir yerde,
çok yakında olduğunu haber verdiği geldi aklına. Belki
de cennetten kovulmadan önce ürkmüş, zar zor görülen
bu minicik tüyün, hissettiği kaygının bir izi gibi, yıldız
lada paylaştığı mutlu hayatından bir anı gibi, gelişini an
latan ve yaklaşan sonu bildiren bir kartvizit gibi, kana
dından düşmesine göz yummuştu.
Oysa Charles sonla yüzleşmeye henüz hazır değildi;
son, onu ertelemeyi isterdi. Gözünün önünde hasta an
nesinin görüntüsü beliriverdi, kalbi sıkıştı.
7 1
Yine de tüy oradaydı işte, bir yükseliyor bir alçalıyor
du, aynı anda salonun ters köşesindeki La Franck da tava
na doğru bakıyordu. Tüy konahilsin diye, işaretparmağını
uzatarak elini havaya kaldırdı. Ama tüy La Franck'ın par
mağından kaçıp avareliğine devam etti. . .
Bir düşün sonu
Küçük tüy, La Franck'ın havadaki elinin üzerinde
başıboş gezintisine devam ediyordu, büyük bir masanın
etrafında toplanmış, ortada salınan küçük bir tüy olmasa
da, gözlerini yukarıya dikmiş yirmi kadar adam hayal et
tim; onları korkutan şeyin ne (öldürülebilir bir düşman
gibi) karşılarında ne de (gizli polisin açığa çıkarabileceği
bir tuzak gibi) aşağılarında olması, görünmez, bedensiz,
anlaşılmaz, ele geçirilemez, cezalandırılamaz ve muzip
bir gizeme sahip bir tehdit gibi üzerlerinde bir yerlerde
bulunması, onları daha da sersemletmiş ve germişti. Ara
larından birkaçı nereye gideceklerini bilerneden sandal
yelerinden kalktı.
Büyük masanın başında kayıtsızca oturmuş hornur
danan Stalin' i gördüm: "Sakin olun ödlekler! Neden kork
tunuz?" dedi. Sonra daha yüksek sesle ekledi: "Oturun,
toplantı bitmedi!"
Pencerenin yanından Molotov fısıldadı: "Josef, bir
şeyler olacak. Senin heykellerini yıkacakları söyleniyor."
Sonra Stalin'in alaycı bakışları eşliğinde, sessizliğinin ağır
lığı altında, uysalca başını eğdi ve masadaki sandalyesine
gidip tekrar oturdu.
72
Hepsi yerlerine döndüklerinde Stalin: "Buna bir dü
şün sonu denir! Bütün düşler bir gün biter. Bu kaçınıl
maz olduğu kadar beklenmediktir de. Bunu bilmiyor
musunuz cahiller?"dedi.
Hepsi sustu, bir tek Kalinin kendine hakim olama
yarak yüksek sesle: "Ne olursa olsun, Kaliningrad sonsu
za kadar Kaliningrad olarak kalacak!" diye beyan etti.
"Hak ettiği gibi. Ayrıca, Kant'ın isminin sonsuza ka
dar seninkiyle birlikte anılacağını bilmek beni çok mutlu
ediyor," diye yanıtladı Stalin, gitgide neşeleniyordu. "Zira
biliyorsun, Kant bunu kesinlikle hak ediyor." Neşeli ve
bir o kadar da yalnız kahkahası büyük salonda uzun süre
başıboş dolanıp durdu.
Ramon'un şakaların sonu için ağıtı
Stalin'in kahkahasının uzaklardan gelen yankısı sa
landa hafifçe titreşti. Charles uzun içki masasının arka
sından, gözlerini dikmiş La Franck'ın havada duran işa
retparmağının üzerindeki küçük tüye bakıyordu hala,
Ramon ise bütün bu yukarı çevrilmiş başların ortasında,
Julie'yle birlikte görünmeden, gizlice sıvışabileceği anın
gelmiş olmasına seviniyordu. Sağına soluna bakındı, Ju
lie ortada yoktu. Sesini hala duyuyordu; son sözleri bir
davet gibi kulağında çınlıyordu. Ona selamlar yollayarak
uzaklaşan muhteşem kalçalarını hala görüyordu. Tuvale
te mi gitmişti acaba? Makyajını mı tazeliyordu? Ramon
kısa bir koridora girdi ve kapının önünde bekledi. İçeri
den birçok kadın çıktı, ona şüpheyle baktılar ama Julie
73
görünmedi. Apaçık ortadaydı. Julie çoktan gitmişti. Onu
başından savmıştı. Ansızın, bu kasvetli topluluğu bırakıp
gitmek geldi içinden, hemen, hiç vakit kaybetmeden ora
yı terk etmek; ve çıkışa doğru yöneldi. Ama birkaç adım
atmıştı ki elinde bir tepsiyle Caliban önünde beliriverdi:
"Tanrım, Ramon, ne kadar kederli görünüyorsun! Hemen
bir viski al."
İnsan bir arkadaşına nasıl somurtur? Birdenbire kar
şılaşmalarının zaten karşı konulmaz bir çekiciliği vardı:
Etraftaki bütün dangalaklar da, hipnotize olmuş gibi, baş
larını yukarı çevirmiş aynı saçma yere baktıklarına göre,
nihayet Caliban'la aşağıda, zeminde, tüm samimiyetiyle,
bir özgürlük adasındaymış gibi yalnız kalabilirdi. Dur
dular, Caliban eğlenceli bir şeyler söylemek için Urduca
bir cümle söyledi.
Ramon cevap verdi (Fransızca olarak) : "Bu şahane
dilbilimsel performansın için seni kutlarım dostum. Ama
neşelendirmek yerine, beni yine kedere boğdun."
Ramon tepsiden bir bardak viski aldı, içti, bardağı
tepsiye bıraktı, bir kadeh daha aldı ve elinde tuttu: "Char
les ve sen, züppelerin uşaklığını yaptığınız bu sosyete
kokteylleri sırasında eğlenmek için bu Urdu dili saçmalı
ğını uydurdunuz. Bu kandırmaca eğlencesinin sizi koru
ması gerekiyordu. Bu zaten hepimizin stratejisiydi. Bu
dünyayı ne tersine döndürmenin ne onu yeniden düzen
lemenin ne de bilinmeyene doğru hızla ilerleyen bu uğur
suz koşuyu engellemenin mümkün olduğunu aniayalı
uzun zaman oldu. Mümkün olan tek bir direniş vardı:
dünyayı ciddiye almamak Ama şakalanmızın gücünü kay
bettiğini fark ettim. Neşelenmek için kendini Urduca ko
nuşmaya zorluyorsun. Nafile. Tek hissettiğin yorgunluk ve
bıkkınlık."
.
Bir süre sustu ve Caliban'ın işaretparmağını dudak
larına götürdüğünü gördü.
74
"Ne oldu?"
Caliban başıyla, iki-üç metre ötelerindeki kısa boy
lu, kel bir adamı işaret etti, başını yukarıya doğru çevir
memiş onlara bakan tek insan oydu.
"Eee ?" dedi Ram on.
"Fransızca konuşma! Bizi dinliyor," diye fısıldadı Ca
liban.
"Peki seni endişelendiren ne?"
"Rica ediyorum, Fransızca konuşma! Sanırım bir sa
attir beni izliyor."
Arkadaşının asıl sıkıntısını anlayan Ramon, Urduca
beklenmedik birkaç kelime etti.
Caliban tepki vermedi, sonra, biraz sakinleşince:
"Şimdi başka bir yere bakıyor," dedi, ardından: "Gitti,"
diye ekledi.
Altüst olan Ramon kadehteki viskiyi içti, boş barda
ğı tepsiye koyup düşünmeden bir kadeh daha aldı (şim
diden üç olmuştu). Ardından, ciddi bir ses tonuyla ko
nuştu: "Seni temin ederim, bu olasılık aklımın ucundan
bile geçmemişti. Meğer durum buymuş! Ya hakikatin
uşaklarından biri senin Fransız olduğunu keşfedersel O
zaman elbette şüpheli haline geleceksin! Kimliğini sak
lamanın karanlık bir nedeni olduğunu düşünecekler kuş
kusuz! Polisi arayacaklar! Sorgulanacaksın! Urduca ko
nuşmanın bir şaka olduğunu söyleyeceksin. Onlar da
gülecekler: Ne aptalca bir bahane diyecekler! Kuşkusuz
kötü bir şey yapmaya hazırlanıyordun! Bileklerini kelep
çeyi vuracaklar!"
Caliban'ın yüzünde yeniden beliren endişeyi gördü:
"Hayır, hayır, az önce söylediklerimi unut! Saçmaladım.
Abarttım!" Sonra sesini alçaltarak ekledi: "Ama seni anlı
yorum. Şakalar tehlikeli olmaya başladı. Tanrım, bunu
bilmen gerekir! Stalin'in arkadaşlarına anlattığı keklik
hikayesini hatırla. Tuvaletten haykıran Kruşçev'i hatırla!
75
Onun, hakikatin büyük kahramanının, nasıl da aşağıla
yarak tısladığını hatırla! O sahne gelecekten haber veri
yordu! Yeni bir zamanı başiatıyordu gerçekten. Şakaların
alacakaranlığı! Şaka-sonrası dönem! "
Julie ve kalçasının gittiği üç saniyelik zaman dilimi
yeniden gözlerinin önüne gelince, Ramon'un yüzünden
bir kez daha küçük bir hüzün bulutu geçti; bardağındaki
viskiyi bir dikişte içti, kadehi tepsiye bıraktı, bir tane daha
aldı (dördüncüyü) ve ilan etti: "Sevgili dostum, özledi
ğim bir tek şey var, gamsızlık! "
Caliban hala etrafına bakınıyordu; kısa boylu, kel
adam ortalarda yoktu; bu onu sakinleştirdi; gülümsedi.
Ramon söze devam etti: "Ah gamsızlık! Hegel oku
dun mu hiç? Elbette okumadın. Kim olduğunu bile bil
miyorsun. Ama bizi yaratan efendimiz, vaktiyle, beni
Hegel çalışmaya zorlamıştı. Komik üzerine düşüncesin
de, Hegel gerçek mizahın sonsuz gamsızhktan ayrı düşü
nülemeyeceğini söyler, iyi dinle, söylediği harfiyen şu
dur: 'sonsuz gamsızlık';
unendliche Wohlgemutheit.1
Alay
la, satirle, sarkazmla değil. Altındaki insanların sonsuz
aptallığını ancak sonsuz gamsızlığın yükseklerinden göz
lemleyebilir ve ona gülebilirsin."
Kısa bir duraksamanın ardından, elinde bardağı, ya
vaşça: "Peki nasıl ulaşacağız bu gamsızlığa? " Viskiyi içti
ve boş bardağı tepsiye bıraktı. Caliban ona hoşça kal der
gibi gülümsedi, arkasını döndü ve uzaklaştı. Ramon ko
lunu uzaklaşan arkadaşına doğru uzattı ve bağırdı: "Peki
nasıl ulaşacağız bu gamsızlığa? "
1. (Aim.) Sonsuz gamsızlık. (Ç.N.)
76
La Franck gidiyor
Ramon'un sorusuna cevaben duydukları sadece çığ
lıklar, kahkahalar ve alkışlar oldu. Başını salonun öbür
köşesine çevirdi, küçük tüy nihayet, elini büyük bir sen
foninin son ölçülerini yöneten bir orkestra şefi gibi müm
kün olduğunca yükseğe kaldırmış olan La Franck'ın işa
retparmağına inmişti.
Heyecanlanan kalabalık yavaş yavaş sakinleşti, eli ha
la havada olan La Franck (ağzında bir lokma pasta olma
sına rağmen) borazan gibi tiz bir sesle nutuk çekmeye
başladı: "Gökyüzü bana hayatıının öncekinden de güzel
olacağına dair bir işaret yolladı. Yaşam ölümden daha
güçlüdür; çünkü yaşam ölümle beslenir!"
La Franck sustu, onu dinleyen kalabalığa baktı ve
pastadan artakalan son parçaları yuttu.
Etraftaki insanlar alkışlıyordu, D' Ardelo herkesin adı
na onu gösterişli biçimde öpmek istermiş gibi La Franck' a
yaklaştı. Ama La Franck onu görmedi, eli hala havaday
dı, küçük tüy başparmağıyla işaretparmağının arasınday
dı, dans adımlanyla, zarifçe sekerek çıkışa doğru ilerledi.
Ramon gidiyor
Büyülenen Ramon salıneyi seyrediyordu, gülüşün
bedeninde yeniden doğduğunu hissetti. Gülüş mü? He
gelci gamsızlık, yukanlardan onu nihayet fark edip evin
de ağırlamaya karar mı vermişti yoksa?
O
gülüşü yakala-
7 7
yıp onu mümkün olduğunca uzun süre içinde tutmasına
dair bir işaret değil miydi bu?
Kaçamak bakışı D'Ardelo'nun üzerine kondu. Gece
boyunca bundan sakınınayı başarmıştı. Nezaket gereği
yanına gidip ona hoşça kal demesi gerekir miydi? Hayır!
Gamsızlığının bu yegane anını mahvetmeyecekti!
Neşeliydi ve tam anlamıyla sarhoştu, merciivenden
indi, kendini sokağa attı ve bir taksi bakındı. Arada bir,
tutamadığı kahkahalar atıyordu.
Havva'nın ağacı
Ramon taksi arıyordu, Alain de stüdyo dairesinde
yere oturmuştu, sırtını duvara dayamıştı, başı öne düş
müştü; belki de uyuyakalmıştı. Bir kadın sesiyle uyandı:
"Daha önce bana anlattığın her şeyi seviyorum, uy
durduğun her şeyi seviyorum ve bunlara ekieyecek hiç
bir şeyim yok. Belki, göbek deliği hariç. Senin için, göbek
deliği olmayan kadın, bir melek. Benim içinse, ilk kadın,
Havva. Bir karından doğmadı, bir kapristen, yaratanın kap
risinden doğdu. İlk göbek bağı, onun vajinasından, göbek
deliği olmayan bir kadının vajinasından çıktı. Eğer İncil' e
inanacak olursam, her birinin ucunda küçük bir erkeğin
ya da küçük bir kadının bağlı olduğu başka göbek bağla
rı da ondan çıktı. Erkek bedenlerinin devamlılığı yoktu,
tamamen lüzumsuzdular, öte yandan her kadının cinsel
organından, ucundaki başka bir küçük erkek ya da. ka
dınla birlikte, bir başka göbek bağı çıkıyordu ve bütün
bunlar milyonlarca ve milyonlarca kez tekrarlandı, deva-
78
sa bir ağaca, bedenierin sonsuzluğuyla oluşan bir ağaca,
kolları göğe dokunan bir ağaca dönüştü. Bu koskocaman
ağacın kökünün tek bir küçük kadının, ilk kadının, gö
bek deliksiz zavallı Havva'nın vajinasında olduğunu ha
yal et.
Ben hamile kaldığımda, kendimi bu ağacın bir par
çası olarak görüyordum, onun kordonlarından birine ası
lıydım, ve senin de, doğmadan önce, bedenimden çıkan
kordona bağlı olarak boşlukta salındığını düşündüm; ve
o andan itibaren, aşağıda, göbek deliksiz kadını boğazla
yan bir katil olduğunu hayal ettim, onun can çekiştiğini,
öldüğünü, çürüdüğünü hayal ettim, öyle ki, kökü onda
olan bu devasa ağaç aniden köksüz, temelsiz kaldı; yıkıl
maya başladı, sonsuz dallarının bardaktan boşanırcasına
yağan bir yağmur gibi düştüğünü gördüm; söylediğimi iyi
anla, hayalini kurduğum şey insanlık tarihinin sona er
mesi, geleceğin yok olması değildi; hayır, hayır, arzu etti
ğim şey, insanların, gelecekleriyle ve geçmişleriyle birlik
te, başlangıçları ve sonlarıyla birlikte, var oldukları tüm
süreyle birlikte, tüm hafızalanyla birlikte, Neron'la ve Na
poleon'la birlikte, Buddha'yla ve İsa'yla birlikte tamamen
yok olmasıydı, ne yaptığını; ve hiç kuşkusuz ona en ufak
bir zevk vermeyen sefil çiftleşmesinin bize ne korkulara
mal olduğunu bilmeyen aptal bir ilk kadının göbek delik
siz karnında kök salmış ağacın yıkılmasını arzu ettim . .
"
Annenin sesi kesildi, Ramon bir taksi çevirdi, duvara
yaslanmış Alain ise yeniden uyuyakaldı.
79
ALTINCI B ÖLÜM
Meleklerin düşüşü
Marlana'ya veda
Son davetliler de gidince, Charles ve Caliban yeni
den sıradan varlıklara dönüşrnek için beyaz ceketlerini
valizlerine koydular. Kederlenen Portekizli kadın, tabak
ları, çatal bıçakları, şişeleri topladı, ertesi gün görevlile
rin onları götürmeleri için hepsini mutfağın bir köşesine
koymalarına yardım etti. İyi niyetiyle onlara faydalı ol
maya çalışıyor, yanlarından hiç ayrılmıyordu, saçma sa
pan manasız cümleler kuramayacak kadar yorgun olan
iki arkadaş durup dinlenecek, Fransızca anlamlı iki cüm
le edecek bir saniye bulamamışlardı.
Beyaz ceketinden kurtulunca Caliban Portekizli ka
dının gözüne, zavallı bir hizmetçiyle bile rahatça konuşa
bilecek, yeryüzüne basit bir adam olarak inmiş bir Tanrı
gibi göründü.
"Söylediklerimden hiç bir şey anlamıyor musunuz
sahiden?" diye sordu kadın (Fransızca olarak).
Caliban çok yavaşça, her heceyi itinayla tane tane
telaffuz ederek bir şeyler söyledi (Urduca olarak), gözle
ri kadınınkilere dalmıştı.
Kadın da, yavaşça konuşulduğunda bu dili anlaması
mümkün olacakmış gibi dikkatle onu dinledi. Ama ye
nilgisini itiraf etmek zorunda kaldı: "Yavaş konuşsanız
da, hiçbir şey anlamıyorum," dedi mutsuzlukla. Ardın-
83
dan Charles' a dönerek, "Ona kendi dilinde bir şeyler
söyleyebilir misiniz?" diye sordu.
"Yalnızca çok basit ve mutfakla ilgili şeyler söyleye-
bilirim."
"Biliyorum," diye iç geçirdi kadın.
"Onu beğendiniz mi?" diye sordu Charles.
"Evet," dedi kadın, lupkırmızı kesilmişti.
"Sizin için ne yapabilirim? Onu beğendiğinizi söyle
yeyim mi?"
"Hayır," diye cevap verdi kadın şiddetle başını salla
yarak "Ona deyin ki, deyin ki . . . " Düşündü: "Deyin ki,
burada, Fransa'da kendisini çok yalnız hissediyor olmalı.
Çok yalnız. Demek isterim ki, bir şeye ihtiyacı olursa, bir
yardıma, hatta yemek yemeye . . . ben . . . "
"Adınız nedir?"
"Mariana."
"Siz bir meleksirriz Mariana. Yolculuğumun ortasın
da çıkagelen bir melek."
"Ben melek değilim."
Aniden endişeye kapılan Charles karşı çıkmadı:
"Ben de öyle olmadığını umuyorum. Çünkü ancak yol
culuğun sonuna doğru melek görürüm. Ve sonu da, ola
bildiğince uzağa kovalamak isterim."
Charles annesini düşünürken Mariana'nın ricasını
unuttu, kadın ona yalvaran bir sesle: "Mösyö sizden rica
etmiştim, ona . . . " diye hatıriatınca anımsadı.
"Ah, evet," dedi Charles ve bir sürü saçma sapan sesi
yan yana getirerek Caliban'la konuştu.
Caliban Portekizli kadına yaklaştı. Onu dudaklann
dan öptü, kadının dudaklan sımsıkı kapalı old�ğundan
öpüşmeleri son derece iffetli oldu. Sonra kadın koşarak
kaçtı.
Bu iffet, iki arkadaşı nostaljik bir ruh haline soktu.
Sessizce merdiveni inip arabaya bindiler.
84
"Caliban! Uyan! Sana göre değildi!"
"Biliyorum ama bırak da üzüleyim! İyilik dolu biri o,
ben de onun için iyi bir şey yapmak isterdim."
"Ama sen onun için iyi bir şey yapamazsın. Varlığınla
ona yalnızca kötülük yaparsın," dedi Charles ve gaza bastı.
"Biliyorum. Ama elimden bir şey gelmiyor. Beni nos
taljiye sürükledi. İffete özlem duydum."
"Ne? İffet mi?"
"Evet. Saçma sapan sadakatsiz koca şöhretime rağ
men iflah olmaz bir iffet özlemi var içimde!" dedi Cali
han ve ekledi: "Alain' e gidelim."
"Çoktan uyudu."
"Uyandırırız. içmek istiyorum. Seninle ve onunla. İf
fetin ihtişamına kadeh tokuşturmak istiyorum."
Mağrur yükseklerdeki arınanyak şişesi
Sokakta saldırgan ve uzun bir korna sesi yükseldi.
Alain pencereyi açtı. Caliban arabanın kapısını çarptı ve
aşağıdan bağırdı: "Biziz. Gelebilir miyiz?"
"Evet! Yukarı çıkın!"
Caliban merdivenden: "Evde içecek bir şeyler var
mı?" diye haykırdı.
"Seni tanıyamıyorum! Alkol düşkünü değildin sen!"
dedi Alain kapıyı açarken.
"Bugün bir istisna! İffete kadeh kaldırmak istiyo
rum!" dedi Caliban arkasından gelen Charles'la birlikte
daireye girerken.
Üç saniyelik bir duraksamanın ardından Alain yine
85
müşfik haline büründü: "Gerçekten iffete kadeh kaldır
mak istiyorsan, elinde rüya gibi bir fırsat var . . . " dedi ve
arınanyak şişesiyle taçlanan dolabı işaret etti.
"Telefon etmem lazım Alain," dedi Charles; konuş
masına şahit olmasınlar diye koridora girdi ve kapıyı ar
kasından kapattı.
Caliban dolabın üzerindeki şişeye hayranlıkla bakı
yordu: "Armanyak!"
"Bir kraliçe gibi kurumlansın diye onu yükseğe koy
dum," dedi Alain.
"Kaç yıllık?" Caliban şişenin etiketini okumaya ça
lıştı, sonra hayranlıkla: "Oh hayır! Mümkün değil!" dedi.
"Şişeyi aç," diye buyurdu Alain. Caliban bir sandalye
alıp üzerine çıktı. Ama sandalyenin üzerindeyken bile,
mağrur yükseklerdeki ulaşılmaz şişenin dibine zor doku
nuyordu.
Schopenhauer' a göre dünya
Aynı büyük masanın başında, aynı yoldaşlada çevre
lenmiş olarak oturan Stalin, Kalinin' e döndü: "İnan bana
dostum, ünlü Immanuel Kant'ın şehrinin isminin sonsu
za dek Kaliningrad kalacağına benim de hiç şüphem yok.
Doğduğu şehrin isim babası olarak, Kant'ın en önemli
görüşünün ne olduğunu anlatabilir misin bize?"
Kalinin'in hiçbir fikri yoktu. Yoldaşlannın cehale
tinden usanan Stalin soruya kendi cevap verdi.
"Yoldaşlar, Kant'ın en önemli görüşü, 'kendinde
şey' dir, buna Almanca da
'Ding an
sic h'
denir. Kant, görü-
86
nüşlerimizin ardında nesnel, bununla birlikte gerçek bir
şey, bir '
Ding
olduğunu düşünüyordu. Ama bu görüş yan
lıştır. Görünüşterimizin ardında gerçek hiçbir şey, hiçbir
'kendinde şey', hiçbir
'Ding an
sich'
yoktur."
Hepsi kendinden geçmiş onu dinliyordu, Stalin de
vam etti: "Hakikate en yakın olan Schopenhauer' dı. Scho
penhauer'ın en önemli görüşü neydi yoldaşlar?"
Hepsi mümeyyizin alaycı bakışlarından kaçıyordu,
meşhur alışkanlığı gereği Stalin soruya kendisi cevap
verdi:
"Schopenhauer'ın en önemli görüşü, yoldaşlar, dün
yanın, görünüş ve iradeden ibaret olduğuydu. Bu da, gör
düğümüz haliyle dünyanın ardında nesnel hiçbir şey, hiç
bir
'Ding an
sich'
olmadığı, bu görünüşü var etmek, onu
gerçek kılmak için bir iradenin, onu dayatacak çok bü
yük bir iradenin olması gerektiği anlamına gelir."
Jdanov çekinerek itiraz etti: "Bir görünüş olarak dün
ya mı Josef! Bizi hayatın boyunca, bunun burjuva sınıfı
nın idealist felsefesinin bir yalanı olduğunu ileri sürmeye
zorladın!"
Stalin: "Bir iradenin temel özelliği nedir yoldaş Jda
nov?"
Jdanov sustu, Stalin cevap verdi: "Özgürlüğü. istedi
ğini ileri sürebilir. Geç bunu. Doğru soru şu: Dünyanın
gezegendeki insan sayısı kadar görünüşü var; bu da kaçı
nılmaz olarak kaosa yol açıyor; bu kaos nasıl düzene so
kulur? Cevap açık: Herkese tek bir görünüş dayatarak
Bu da ancak, bir tek iradenin, bir tek büyük iradenin,
bütün iradelerin üzerindeki bir iradenin dayatmasıyla
olur. Ben de, gücüm yettiğince bunu yaptım işte. Ve sizi
temin ederim, büyük bir iradenin etkisi altında, insanlar
sonunda neye olsa inanırlar! Neye olsa, yoldaşlar!" Stalin
sesinde bir mutlulukla güldü.
87
Keklik hikayesini amınsayınca iş arkadaşlarına, özel
likle de o anda yanakları kızaran ve bir kez daha yürekli
olmaya cesaret eden kısa ve şişman Kruşçev' e muzipçe
baktı: "Yine de, yoldaş Stalin, senden gelen ne olursa ol
sun inanmış olsalar da, bugün sana artık hiç inanmıyorlar."
Masaya atılan ve her yerde çınlayan bir
yumruk
"Her şeyi anlamışsın," diye yanıtladı Stalin: "Bana
inanınayı bıraktılar. Çünkü iradem yorgun düştü. Tama
men bu düşe adadığım ve bütün dünyanın ciddiye aldığı
zavallı iradem. Bütün gücümü buna adadım, kendimi bile
feda ettim. Şimdi sizden, bana cevap vermenizi istiyo
rum yoldaşlar: Kendimi kim için feda ettim?"
Afallayan yoldaşlar ağızlarını açmaya yeltenmediler
bile.
Stalin'in kendisi cevap verdi: "Kendimi, yoldaşlar,
insanlık için feda ettim."
Hepsi rahatlamış gibi, bu büyük lafları başlarını salla
yarak onayladı. Kaganoviç işi alkışlamaya kadar götürdü.
"Peki insanlık nedir? Nesnel hiçbir yanı yoktur, be
nim öznel görünüşümden ibarettir: Kendi etrafımda,
kendi gözlerimle görebildiklerimdir. Peki, kendi gözle
rimle sürekli gördüğüm nedir yoldaşlar? Yirmi dört kek
lik hikayeme verip veriştirrnek için kendinizi kapattığı
nız tuvaleti hatırlayın! Koridorda bağırıp çağırınanızı din
lerken çok eğlenmiştim ama bir yandan da kendi kendi-
88
me: Bütün gücümü bu hıyarlar için mi harcıyorum diye
sormuştum. Bunlar için mi yaşadım ben? Bu sefiller için
mi? Aşırı sıradan bu ahmaklar için mi? Bu pisuar Sakra
tesleri için mi? Ve sizi düşünürken, irademin zayıfladığı
nı, yorgun düştüğünü, yıprandığını hissettim; ve düş,
benim irademin artık destekleyemediği güzel düşümüz,
sütunlan yıkılan devasa bir yapı gibi yerle bir oldu."
Ve Stalin bu çöküşü tasvir etmek için, yumruğunu
masaya indirdi.
Meleklerin düşüşü
Stalin'in yumruğu kulaklarında uzun süre çınladı.
Pencereye doğru bakan Brejnev kendine hakim olamadı.
Gördüğü inanılır gibi değildi: Çatıların altında, kanatları
iki yana açılmış bir melek asılıydı. Sandalyesinden kalktı:
"Bir melek, bir melek!" diye bağırdı.
Diğerleri de kalktılar: "Melek mi? Ben görmüyo-
rum!"
"Bakın! Yukarıda!"
"Tanrım, bir tane daha! Düşüyor! " diye ah etti Beria.
"Geri zekalılar, daha çok melek göreceksiniz düşen,"
diye soludu Stalin.
"Melek, bir işaret!" diye ilan etti Kruşçev.
"işaret mi? Neyin işareti?" diye haykırdı Brejnev, kor
kudan donup kalmıştı.
89
Y
ılianmış arınanyak parkeye akıyor
Sahi, bu düşüş neyin işaretiydi? Arkasından başkası
gelmeyecek, katledilen bir ütopyanın mı? Hiç izi kalma
yacak bir çağın mı? Boşluğa atılan kitapların, tabloların
mı? Bir daha Avrupa olmayacak Avrupa'nın mı? Bir daha
kimsenin gülmeyeceği şakaların mı?
Elindeki şişeye sıkıca sarılmış halde sandalyeden dü
şen Caliban'ı görünce dehşete düşen Alain bu soruları
sormuyordu kendine. Caliban'ın yerde sırtüstü yatan vü
cuduna doğru eğildi, hiç kıpırdamıyordu. Bir tek, kırık şi
şeden sızan yıllanmış (oh, hem de çok yıllanmış) arınan
yak parkeye akıyordu.
Bir yabancı, sevgilisine veda ediyor
Aynı anda, Paris'in öbür ucunda, güzel bir kadın ya
tağında uyanıyordu. O da, masaya indirilen bir yumru
ğunkini andıran şiddetli ve kısa bir ses duymuştu; kapalı
gözlerinin ardında, rüyalarının anısı hala tazeydi; yan uy
kulu haliyle, rüyalannın erotik olduğunu anımsıyordu; net
görüntüleri hafifçe gölgelenmişti ama kendini iyi hisse
diyordu; zira büyüleyici ya da unutulmaz olmasalar da,
bu rüyalar kesinlikle eğlencelilerdi.
Sonra birinin: "Çok güzeldi," dediğini duydu, gözle
rini açıp kapının yanında gitmek üzere olan bir adam
görmesi de o anda oldu. Çok yükseklerden gelen bu za
yıf, ince, kırılgan ses adamın kendisine benziyordu. Ada-
90
mı tanıyor muydu? Tabii ya, hayal meyal hatırlıyordu:
D'Ardelo'nun evinde, ona aşık olan yaşlı Ramon'un da
bulunduğu bir kokteyldeydi; ondan kurtulmak için bir
yabancının kendisine eşlik etmesine izin vermişti; ada
mın çok kibar olduğunu hatırlıyordu, neredeyse görün
mezdi ve o kadar mesafeliydi ki, birbirlerinden ne zaman
ayrıldıklarını anımsamıyordu bile. Aman Tannm, ayrılmış
lar mıydı?
"Gerçekten çok güzeldi Julie," diye tekrar etti adam
kapının yanından; biraz şaşıran Julie, adamın geceyi ke
sinlikle onunla aynı yatakta geçirdiğini söyledi kendi
kendine.
Kötü işaret
Quaquelique elini bir kez daha kaldınp son kez ve
dalaştı, sonra sokağa çıkıp mütevazı arabasına bindi, o
sırada, Paris'in öbür ucundaki bir stüdyo dairede Cali
ban, Alain'in yardımıyla yerden kalkıyordu.
"Bir şeyin var mı?"
"Hayır, yok. Her şey yolunda. Arınanyak dışında . . .
Hepsi gitti. Özür dilerim Alain!"
"Özürcülük benim rolüm," dedi Alain, "o hasarlı
sandalyeye çıkınana izin vermek benim suçumdu." Son
ra, endişeyle ekledi: "Topallıyorsun dostum!"
"Çok azıcık ama önemli değil."
Tam o anda, Charles koridordan geldi ve cep telefo
nunu kapadı. Tuhaf bir şekilde eğilmiş olan Caliban'ı
gördü, kınk şişe hala elindeydi. "Ne oldu?" diye sordu.
9 1
"Şişeyi kırdım," diye açıkladı Caliban. "Hiç arınan
yak kalmadı. Kötü bir işaret."
"Evet, kötü bir işaret. Hiç vakit kaybetmeden Tar
bes'a gitmem lazım," dedi Charles. "Annem ölüm döşe
ğinde."
Stalin
ve
Kalinin kaçıyorlar
Bir meleğin düşmesi, hiç şüphe yok ki bir işarettir.
Kremlin'in salonunda, hepsi gözlerini pencerelere dik
mişti, hepsi korkuyordu. Stalin gülümsedi ve kimsenin
ona bakmamasından istifade ederek salonun bir köşesin
deki küçük, gizli kapıya doğru uzaklaştı. Kapıyı açtı,
kendini küçücük bir odada buldu. Odada, resmi ünifor
masının güzel ceketini çıkardı, eski ve yıpranmış bir par
ka giydi, sonra uzun namlulu bir av tüfeği aldı. Bir keklik
avcısına dönüşmüş olarak salona döndü ve koridora açı
lan büyük kapıya yöneldi. Herkes gözlerini dikmiş pen
cerelere bakıyordu, kimse onu fark etmedi. Son anda, eli
ni kapının takınağına atacağı sırada, yoldaşlarına son bir
muzip bakış atmak istermişçesine, bir saniyeliğine dur
du. Bakışlarının Kruşçev' inkilerle karşılaşması işte tam o
anda oldu: "Bu o! Kıyafetini gördünüz mü? Herkesi avcı
olduğuna inandıracak! Bu çirkefın içinde bizi yalnız bı
rakacak! Ama suçlu o! Biz hepimiz kurbanlarız! Onun
kurbanları!"
Stalin koridorcia uzaklaştı bile, Kruşçev duvarları
dövdü, masaya vurdu, kötü boyanmış Ukrayna malı de
vasa batlarının içinde tepindi. Öbürlerini de öfkelenme-
92
leri için kışiartınca az sonra hepsi birden bağırmaya, hay
kırmaya, tepinmeye, zıplamaya başladı, duvarı, masayı
yumrukladılar, sandalyelerini yere çarptılar, öyle ki oda
cehennem! bir gürültüyle çınladı. Eskiden, mala verdik
lerinde, tuvalette, çiçeklerle süslü, renkli, seramik pisuar
lann önünde toplandıklarındakine benzer bir curcunay
dı bu.
Eskiden olduğu gibi hepsi oradaydı; sadece Kalinin
gizlice uzaklaşmıştı. Kendisine musaHat olan o korkunç
işeme isteğiyle Kremlin'in koridorlarında geziniyordu,
hiç pisuar bulamayınca, dışarı çıkıp sokaklarda koşmaya
başladı.
93
YEDiNCİ BÖLÜM
Kayıtsızlık şenliği
Motosiklet hakkında diyalog
Alain'in ertesi gün sabah on bire doğru, arkadaşlan
Ramon ve Caliban'la Luxembourg Bahçesi'nin yakının
daki müzenin önünde randevusu vardı. Stüdyo dairesin
den çıkmadan önce, fotoğraftaki annesine "hoşça kal" de
mek üzere arkasına döndü. Sonra sokağa çıkıp evinden
az öteye park ettiği motosikletine doğru yürüdü. Bacakla
nnı iki yana açıp motosikletine bindiği sırada, arkasında
bir vücudun oturduğu hissine kapıldı. Madeleine onunla
birlikteymiş de, hafifçe ona dakunuyormuş gibiydi.
Bu yanılsama onu heyecanlandırdı; sevgilisine his
settiği aşkın ifadesiymiş gibi geldi, gaza bastı.
Sonra arkasından gelen bir ses duydu: "Seninle yine
konuşmak istiyorum."
Hayır, Madeleine değildi bu. Annesinin sesini tanıdı.
Sokakta trafik vardı, sesi yine duydu: "Aramızda hiç
bir yanlış anlaşma olmadığından ve birbirimizi doğru
anladığımızdan emin olmak istiyorum ...
"
Alain fren yapmak zorunda kaldı. Yolun karşına
geçmek isteyen bir yaya önüne fırlamıştı, şimdi de arka
sını dönmüş ona tehditler savuruyordu.
"Dürüst olacağım. Bu yönde talebi olmayan birini
dünyaya yollamak bana oldum olası korkunç gelmiştir."
"Biliyorum," dedi Alain.
9 7
"Etrafına bir bak: Gördüğün insanlardan hiçbiri, bu
rada kendi iradeleriyle bul
unrn
uyorlar. Bu söylediğim, tüm
hakikatierin en hanali elbette. Öyle banal ve öyle önemli
ki, bunu görmeyi ve duymayı bir kenara bıraktık."
Alain yoluna, onu birkaç dakikadır iki yandan sıkıştı
ran bir kamyonla bir arabanın arasında devam ediyordu.
"Herkes insan haklan hakkında konuşup duruyor.
Palavra! Hayatın hiçbir hakkın üzerine kurulu değil. Bu
insan hakları neferleri, kendi iradenle hayatını sonlandır
mana bile izin vermezler."
Kavşakta kırmızı ışık yandı. Alain durdu. Sokağın
iki
yanındaki yayalar karşı kaldırıma geçmek üzere yürüme
ye başladılar.
Anne konuşmaya devam etti: "Şu insanlara bak! Bak!
Gördüklerinin en azından yarısı çirkin. Çirkin olmak da
insan haklarının bir parçası mı? Peki, hayatın boyunca bu
çirkinlikle yaşamanın ne demek olduğunu biliyor mu
sun? Hiç ara vermeden? Cinsiyetini de kendin seçmedin.
Gözlerinin rengini de. Yaşadığın yüzyılı da. ülkeni de.
Anneni de. Önemi olan hiçbir şeyi kendin seçmedin. Bir
insanın sahip olabileceği haklar, uğruna savaşılmasını ya
da meşhur Beyannameler yazılmasını gerektirecek hiçbir
neden bulunmayan zırvalardan ibaret!"
Alain tekrar yola koyuldu, annesinin sesi yumuşadı:
"Olduğun halinle buradasın çünkü ben zayıf davrandım.
Bu benim hatamdı. Senden beni affetmeni rica ediyo-
rum. "
Alain susuyordu, sonra cılız bir sesle, "Kendini ne
den suçlu hissediyorsun? Dağınama engel olacak gücü
bulamadığın için mi? Yoksa, tesadüf eseri, pek de kötü
olmayan hayatımla uzlaşamadığın için mi?" diye sordu.
Bir sessizliğin ardından anne cevap verdi: "Belki de
sen haklısın. O halde
iki
kere suçluyum."
98
"Özür elilernesi gereken benim," dedi Alain. "Bir te
zek gibi düşüverdim hayatına. Amerika'ya kadar kovala
dım seni."
"Özür dilemeyi bırak! Hayatım hakkında ne biliyor
sun, benim küçük budalam? Sana budala demerne izin
veriyor musun? Evet, kızına, sen benim için bir budala
sm. Peki budalalığın nereden kaynaklanıyor biliyor mu
sun? İyiliğinden! Tuhaf iyiliğinden!"
Luxembourg Bahçesi'nin önünde durdular. Alain
motosikletini park etti.
"Karşı çıkma, bırak özür dileyeyim," dedi Alain. "Ben
bir özürcüyüm. Beni böyle imal ettiniz, sen ve o. Ve bir
özürcü olarak, sen ve ben, birbirimizden özür dilediği
mizde kendimi mutlu hissediyorum. Karşılıklı özür dile
mek güzel değil mi?"
Sonra müzeye doğru ilerlediler:
"İnan bana," dedi Alain, "az önce söylediklerinin hep
sine katılıyorum: Hepsine. Senin ve benim hemfikir ol
mamız güzel değil ini? Aramızdaki uyum, güzel değil
mi?"
'1\lain! Alain!" Konuşmaları bir erkek sesiyle yarıda
kesildi: "İlk defa görmüş gibi bakıyorsun bana!"
Ramon, Alain'le göbek deliği çağı hakkında
konuşuyor
Evet, bu Ramon'du. "Bu sabah Caliban'ın karısı ara
dı," dedi Alain' e. "Bana dün geceden bahsetti. Her şeyi
biliyorum. Charles Tarbes' a gitti. Annesi ölüm döşeğinde."
99
"Biliyorum," dedi Alain. "Peki Caliban'ı biliyor mu
sun? Benim evde sandalyeden düştü."
"Kansı söyle�. Üstelik o kadar hafife alınacak bir
şey değilmiş. Yürümekte zorlanıyormuş, kansı öyle dedi.
Canı yanıyormuş. Şimdi uyuyor. Bizimle birlikte Cha
gall sergisini görmek istiyordu. Göremeyecek. Ben de öy
le. Kuyrukta beklerneye tahammülüro yok. Baksana!"
Ramon müzenin girişine doğru ağır ağır yürüyen
kalabalığı işaret eden bir hareket yaptı.
"Kuyruk o kadar da uzun değil," dedi Alain.
"O
kadar uzun olmayabilir ama yine de yıldıncı."
"Kaç kere sergiye gelip geri döndün?"
"Üç oldu. Öyle ki, sanki aslında buraya Chagall'i de
ğil de, haftadan haftaya daha da uzayan kuyruğu, yani git
gide daha da kalabalıklaşan gezegeni görmeye geliyormu
şuro gibi oldu. Şunlara bak! Birdenbire Chagall'i sevme
ye
mi
başladılar sence? Nereye olsa gitmeye, ne olursa
yapmaya hazırlar, bunun tek sebebi de, sahip olduklan
zamanı nasıl öldüreceklerini bilememeleri. Hiçbir şey
bilmiyorlar, güdülmeye göz yumuyorlar. Güdülmeye son
derece yatkınlar. Özür dilerim. Hiç keyfim yok. Dün çok
içtim. Gerçekten çok içtim."
"Pekala, ne yapmak istiyorsun?"
"Parkta dolaşalım! Hava güzel. Pazarlan biraz daha
kalabalık olur, biliyorum. Ama sorun değil. Bak! Güneş!"
Alain karşı çıkmadı. Park huzurluydu gerçekten de.
Koşan insanlar, gelip geçenler vardı, çimenlerin üzerinde
çember oluşturmuş ağır ağır, tuhaf hareketler yapan in
sanlar vardı, dondurma yiyenler, tel örgülerin ardında
tenis oynayanlar vardı . . .
"Burada," dedi Ramon, "kendimi daha iyi hissediyo
rum.
Elbette, tekbiçimlilik her yerde hüküm sürüyor. Ama
bu park, daha büyük bir biçim yelpazesi sunuyor hiç de
ğilse. Böylece, bireysellik yanılsamasını koruyabiliyorsun."
1 00
"Bireysellik yanılsaması. . . İlginç: Birkaç dakika önce,
tuhaf bir sohbet yaptım."
"Sohbet mi? Kiminle?"
"Bir de şu göbek deliği. . . "
"Hangi göbek deliği?"
"Sana daha önce bahsetmedim mi? Bir süredir, gö
bek deliği hakkında çok düşünüyorum . . . "
Sanki görünmez bir yönetmen ayarlamış gibi, göbek
delikleri zarifçe açıkta bırakılmış çok genç iki kız geçti
yanlarından.
Ramon sadece: "Hakikaten," diyebildi.
Alain ise: "Günümüzün modası, göbek deliğini açık
ta
bırakmak. En az on yıldır böyle," dedi.
"Bütün modalar gibi bu da geçer."
"Ama yeni bin yılın açılışını göbek deliğinin yaptığı
nı unutma! Sanki bu sembolik tarihte biri, asırlardır işin
özünü yani, bireyselliğin bir yanılsama olduğunu görme
mizi engelleyen bir storu kaldırmış gibi!"
"Evet buna hiç şüphe yok ama bunun göbek deliğiy
le ne alakası var?"
"Kadın cinselliğinin bazı altın noktalan vardır: Ben
hep bunların üç tane olduğunu düşünmüşümdür: Uy
luklar, kalçalar, memeler."
Ram on düşündü: "Neden olmasın . . . " dedi.
"Sonra günün birinde anladım ki, bunlara bir dör
düncü eklemek gerek: Göbek deliği."
Ramon kısaca düşündükten sonra: "Evet, olabilir,"
diye ekledi.
Alain de: "Her kadının uyluklannm, memelerinin,
kalçalannın biçimi farklı," dedi. "Bu da demek oluyor ki,
bu üç altın nokta yalnızca uyarıcı değil, aynı zamanda
bir kadının bireyselliğinin de ifadesi. Sevdiğin kadının
kalçalarını başkasınınkiyle kanştırmazsın. Sevdiğin kal
çalan yüzlercesi arasından tanırsın. Oysa, sevdiğin kadım
1 0 1
göbek deliğinden ayırt edemezsin. Bütün göbek delikleri
aynıdır."
İki arkadaşın önünden gülüp bağrışarak koşturan en
az yirmi çocuk geçti.
Alain devam etti: "Bu dört altın noktanın her biri
erotik bir mesaj içeriyor. Ben de, kendime, göbek deliği
nin taşıdığı erotik mesaj nedir acaba diye soruyorum."
Kısa bir sessizlikten sonra, "Kesin olan bir şey var," diye
ekledi Alain, "uyluklann, memelerin ve kalçalann tersi
ne, göbek deliği ait olduğu kadın hakkında hiçbir şey
söylemiyor, kadın olmayan bir şeyden bahsediyor."
"Neden bahsediyor?"
"Fetüsten."
"Tabii ya, fetüsten," diye onayladı Ramon.
Alain devam etti: '�k, bir zamanlar, bireysel, ben
zersiz olanın şöleniydi, biricik olanın, hiçbir tekrara kat
lanamayanın ihtişamıydı. Oysa göbek deliği tekrara baş
kaldırmamakla kalmıyor, o bizzat, tekrara bir davet. Ve
biz de, bu bin yılda, göbek deliği burcunun altında yaşa
yacağız. Bu burcun altında her birimiz, sevdiği kadına de
ğil, tek bir anlamı, tek bir amacı, her cinsel arzunun tek
geleceğini ifade eden, karnın ortasındaki aynı küçük de
liğe sabitlenip bakan seks askerleriyiz."
Sohbetleri beklenmedik bir karşılaşmayla yanda ke
sildi. Karşıların dan, aynı ağaçh yolda yürüyen D' Ardelo
geliyordu.
1 02
D' Ardelo geliyor
O da çok içmişti, iyi uyumamıştı, şimdi de kendine
gelmek için Luxembourg Bahçesi'nde bir gezintiye çık
mıştı. Ramon karşısına çıkıverince önce malıcup oldu.
Onu kokteyline nezaketen davet etmişti; zira kutlama
için ona iki kibar garson ayarlamıştı. Ama bu emeklinin
kendisi için artık hiçbir önemi kalmayınca, D' Ardelo onu
karşılayıp hoş geldin demek için bile bir saniye ayırma
mıştı. Şimdiyse, suçluluk duygusuyla kollarını iki yana
açıp: "Ramon! Dostum!" diye bağırmıştı.
Ramon, eski meslektaşına "hoşça kal" bile demeden
kokteylden sıvıştığını anımsıyordu. Ama D'Ardelo'nun
gösterişli selarnı vicdanını rahatlattı, o da kollarını iki yana
açıp, "Merhaba dostum!" diye bağırdı ve arkadaşı Alain'i
takdim edip içtenlikle onlara katılmaya davet etti.
D'Ardelo, ölümcül hastalığına dair söylediği garip
yalanı uydurmasına neden olan beklenmedik fikrin bu
parkta aklına geldiğini anımsıyordu. Şimdi ne yapacaktı?
İnkar edemezdi; tek yapabileceği, ağır hasta olmaya de
vam etmekti; zaten, bunu çok da can sıkıcı bulmuyordu,
keyifli halini hastalık yüzünden dizginlemesinin hiç ge
rekli olmadığını çabucak anlamıştı; zira matrak ve eğlen
celi sözler, feci şekilde hasta olan bir adamı daha da çe
kici ve takdire şayan kılıyordu.
Böylece, Ram on ve arkadaşıyla, bir çok kez tekrarla
dığı gibi iç dünyasının en gizli köşesi, "köyünün" bir par
çası olan bu park hakkında teklifsizce ve neşeyle konuş
maya başladı; tüm o şair, ressam, bakan, kral heykellerin
den bahsediyordu; "Bakın," dedi, "geçmişin Fransa'sı hala
yaşıyor!" Sonra zarif, neşeli bir ironiyle, her biri baştan
ayağa tüm azametleri içinde büyük birer kaidenin üzeri
ne kurulmuş; birbirlerinden on ya da on beş metre uzak-
1 03
lıktaki, Fransa'nın soylu hanırnlarının, kraliçelerinin, pren
seslerinin, kadın naiplerinin heykellerini gösterdi, hep
birlikte çok büyük bir çember oluşturup aşağıdaki güzel
bir havuzun üzerine doğru eğilmişlerdi.
Biraz ileride, büyük bir hengame içinde, çeşitli yön
lerden gruplar halinde gelen çocuklar toplanıyordu. 'Ah,
şu çocuklar! Kahkahalarmı duyuyor musunuz?" diyerek
gülümsedi
D'
Ardelo. "Bugün şenlik var, ne şenliği oldu
ğunu unuttum. Çocuk şenliği gibi bir şey."
D'
Ardelo birden dikkat kesildi: "Orada ne oluyor?"
Bir avcı ve bir sidikli geliyor
Observatoire Caddesi tarafındaki büyük ağaçlı yol
dan, elli yaşlarında, bıyıklı, eski, yıpranmış bir parka giy
miş, omzunda uzun namlulu bir av tüfeği asılı bir adam,
mermerden yontulma soylu hanımefendilerin bulundu
ğu yöne doğru koşmaya başladı. Elini kolunu sağa sola
saliayarak bağırıyordu. Yoldan geçenler durup etrafında
toplandılar, şaşkınlık ve sempatiyle ona bakıyorlardı. Evet
sempatiyle bakıyorlardı çünkü bıyıklı suratında huzurlu
bir ifade vardı, geçmiş zamanlardan gelen tertemiz bir
esintiyle bahçenin havasını ferahlatmıştı. Bir çapkını, ka
sabah bir kadın avcısını, biraz yaşlı ve durolmuş olduğu
için de sevimli bir maceraperesti andırıyordu. Onun bu
köylü cazibesinin, erkeksi iyiliğinin, folklorik görüntüsü
nün etkisi altında kalan kalabalık, adama, onun da mem
nuniyetle ve nazikçe karşılık verdiği gülücükler yollama
ya başladı.
1 04
Sonra, yine koşmaya başlayarak, bir heykele doğru
elini havaya kaldırdı. Herkes onun bu hareketini izledi,
ardından başka bir adam daha belirdi, bu seferki daha
yaşlıydı, feci zayıftı, küçük, sivri bir keçisakalı vardı, te
dirgin edici bakışlardan korunmak arzusuyla, mermer
den yontulma soylu hanımefendilerden birinin kaidesi
nin arkasına saklandı.
"Bakın hele!" dedi avcı ve silahını omzuna dayaya
rak bir heykele doğru ateş etti. Yaşlı, şişman, çirkin ve ki
birli suratıyla meşhur Fransa kraliçesi Marie de Medicis'in
heykeliydi bu. Kurşun bumunu koparınca daha yaşlı, da
ha çirkin, daha şişman ve daha da kibirli oldu, öte yandan
kaidenin arkasına saklanan yaşlı adam, panikleyerek daha
uzağa doğru koşmaya başladı; ve sonunda, tedirgin edici
bakışlardan kurtulmak için, Orleans Düşesi Valentine de
Milan'ın (bu kadın çok daha güzeldi) arkasına büzülüp
saklan dı.
İnsanlar önce bu beklenmedik tüfek ateşinden ve
Marie de Medicis'in burunsuz suratından endişeye ka
pıldılar; ne tepki vereceklerini bilemediklerinden, onları
aydınlatacak bir işaret bekleyişiyle sağa sola bakındılar:
avcının davranışını nasıl yorumlamalıydılar? Tiksindirici
miydi gülünç müydü? Islıklamaları mı alkışlamaları mı
gerekiyordu?
Avcı, endişelerini tahmin etmişçesine bağırdı: "Fran
sa' mn en ünlü parkında işernek yasaktır!" Sonra, küçük
kalabalığına bakarak bir kahkaha patlattı, öylesine neşeli,
özgür, masum, gösterişsiz, kardeşçe ve bulaşıcı bir kah
kahaydı ki bu, çevredeki herkes rahatlamış gibi gülmeye
başladı.
Sivri keçisakallı, yaşlı adam, Valentine de Milan'ın
heykelinin arkasından pantolonunun önünü ilikleyerek
çıktı; yüzünden rahatlamış olmanın mutluluğu okunu
yordu.
lOS
Ramon'un yüzüne keyifli bir ifade yerleşti. "Bu avcı
sana bir şey hatırlattı mı?" diye sordu Alain' e.
"Tabii: Charles'ı."
"Evet. Charles bizimle. Tiyatro oyununun son per
desi bu."
Kayıtsızlık şenliği
Bu arada, kalabalıktan ayrılan elli kadar çocuk, bir
koro gibi yarım daire şeklinde dizildiler. Alain onlara doğ
ru birkaç adım attı, neler olacağını merak etmişti,
D'
Ar
del o da, Ramon'a: "Gördünüz mü, buradaki canlılık bir
harika. Şu iki herif şahane! işsiz oyunculardır muhteme
len. işsizler. Bakın! Bir tiyatro sahnesine ihtiyaçları yok.
Bir parkın yollan onlar için yeterli. Vazgeçmiyor lar. Etkin
olmak istiyorlar. Yaşamak için mücadele ediyorlar," dedi.
Sonra, ağır hasta olduğunu anımsadı; ve trajik sonunu
hatırlatmak için daha alçak sesle ekledi: "Ben de müca
dele ediyorum."
"Biliyorum dostum; ve cesaretine hayranım," dedi
Ramon, sonra talihsiz arkadaşına destek olma arzusuyla
ekledi: "Uzun zamandır sizinle bir şey hakkında konuş
mak istiyorum
D'
Ardelo. Kayıtsızlığın değeri hakkında.
O
zamanlar, daha ziyade, sizin kadınlarla olan ilişkilerini
zi düşünmüştüm. Size Quaquelique'den bahsetmek isti
yordum. En iyi dostum. Siz onu tanımıyorsunuz. Biliyo
rum. Bunu geçelim. Şimdilerde kayıtsızlığı başka bir ışı
ğın altından görüyorum, daha güçlü daha parlak bir ışık.
Kayıtsızlık, dostum, varoluşun özüdür. Her zaman ve her
yerde bizimledir. Kimsenin görmek istemediği yerde bile
106
mevcuttur o: dehşette, kanlı savaşlarda, en kötü felaket
lerde. Böylesi dramatik durumlarda onu kabul etmek ve
adlı adınca anmak çoğunlukla cesaret ister. Ne var ki, onu
kabul etmek yetmez, kayıtsızlığı sevmek gerekir, onu sev
meyi öğrenmek gerekir. Burada, bu parkta, hemen önü
müzde, bakın dostum, bütün açıklığıyla, bütün masumi
yetiyle, bütün güzelliğiyle burada mevcut. Evet, güzelliği.
Bizzat sizin de söylediğiniz gibi: Buradaki canlılık bir ha
rika . . . ve tamamen lüzumsuz . . . çocuklar . . . neden güldü
ğünü bilmeyen çocuklar, güzel değiller mi? Soluyun
D' Ardelo, dostum, etrafımızı saran bu kayıtsızlığı sol u
yun, bilgeliğin anahtarı o, gamsızlığın anahtarı o . . . "
Tam o sırada, birkaç metre önlerinde, bıyıklı adam
keçisakallı adamı omuzlarından yakalayıp törensel, gü
zel bir sesle telaffuz ettiği kelimelerle etraflarını çeviren
insanlara hitap etmeye başladı: "Yoldaşlar! Yaşlı dostum,
bir daha soylu Fransız hanımefendilerinin üzerlerine işe
meyeceğine dair bana onuru üzerine yemin etti!"
Ardından, bir kez daha kahkaha attı, insanlar alkış
ladılar, bağırdılar, anne dedi ki: "A.lain, burada seninle ol
maktan dolayı mutluyum." Sonra sesi hafif, sakin ve yu
muşak bir kahkahaya dönüştü.
"Gülüyor musun?" diye sordu Alain zira annesinin
gülüşünü ilk kez duyuyordu.
"Evet."
"Ben de mutluyum," dedi Alain heyecanla.
Buna karşılık D' Ardelo tek kelime etmeyince Ra
m on, kayıtsızlığa dair övgüsünün, büyük hakikatierin cid
diyetine böylesine bağlı bu adamın hoşuna gidemeyece
ğini anladı; farklı davranmaya karar verdi: "Dün sizi gör
düm, La Franck'ı ve sizi. İkiniz, birlikte güzel görünü
yordunuz."
D'Ardelo'nun yüzüne dikkatle baktı ve bu kez söz
lerinin daha hoş karşılandığını fark etti. Bu başarıdan al-
1 07
dığı ilharnla aklına bir fikir geliverdi, saçma ve bir o ka
dar da şahane bir yalan fikriydi bu, şimdi de bunu bir
hediyeye dönüştürmeye karar vermişti, yaşayacak fazla
zamanı olmayan birine hediye: ''Ama dikkatli olun, bir
likte görüldüğünüzde her şey açıkça anlaşılıyor!"
"Açıkça mı? Ne?" dedi D'Ardelo zar zor hastırdığı
bir zevkle.
"ikinizin sevgili olduğu açıkça anlaşılıyor. Hayır, inkar
etmeyin, ben her şeyi anladım. Ayrıca, endişelenmeyin,
benden daha ketum biri yoktur bu dünyada!"
D'Ardelo gözlerini Ramon'un gözlerine dikti; ora
da, çok ağır hasta ama yine de mutlu, hiç dokunmadığı,
buna rağmen, birden gizli sevgilisi oluverdiği meşhur bir
kadının arkadaşı olan bir adamın görüntüsünün, aynı bir
aynadaki gibi yansıdığını gördü.
"Dostum, arkadaşım benim," dedi ve Ram on' a sarıl
dı. Sonra nemli gözlerle, mutlu ve neşeli oradan ayrıldı.
Çocuk korosu kusursuz bir yarım daire halinde di
zilmişti bile, şef on yaşında bir ağlandı, smokin giymişti,
elinde bageti vardı, konserin başlama işaretini vermeye
hazırlanıyordu.
Ama birkaç saniye daha beklernesi gerekiyordu; çün
kü iki midillinin çektiği, kırmızı ve sarı boyalı, küçük bir
at arabası gürültüyle yaklaştı. Yıpranmış parkası içindeki
bıyıklı adam, av tüfeğini havaya kaldırdı. Kendisi de bir
çocuk olan sürücü ona itaat edip arabayı durdurdu. Bı
yıklı adam ve keçisakallı yaşlı adam arabaya bindiler,
oturdular, coşkuyla ellerini sallayan halkı son kez selam
ladılar, aynı anda çocuk korosu "La Marseillaise"i söyle
meye başladı.
Küçük at arabası yola koyuldu, geniş bir ağaçlı yol
dan geçerek Luxembourg Bahçesi'ni terk etti ve Paris
sokaklannda ağır ağır uzaklaştı.
108
Dostları ilə paylaş: |