La �te de l'insignifiance, Mi lan Kundera



Yüklə 1,46 Mb.
Pdf görüntüsü
tarix17.02.2023
ölçüsü1,46 Mb.
#84679
Milan Kundera - Kayıtsızlık Şenliği Т77йзу






La �te de l'insignifiance, 
Mi lan Kundera 
© 
2013, M ilan Kundera 
© 
2015, Can Sanat Yayınları A.Ş. 
Bu eserin Türkçe yayın hakları The Wylie Ageney (UK) Ltd. aracılığıyla 
alınmıştır. 
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının 
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. 
1. basım: Nisan 2015, istanbul 
Bu kitabın 1. baskısı 15 000 adet yapılmıştır. 
Düzelti: Burçak Karabağ, Nükhet Polat 
Mizanpaj: Bahar Kuru Yerek 
Kapak tasarımı: Utku Lomlu 1 Lom Tasarım (www.lom.com.tr) 
Kapak resmi: 
© 
M ilan Kundera 
Kapak baskı: Azra Matbaası 
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok 3. Kat No: 3-2 
Topkapı-Zeytinburnu, istanbul 
Sertifika No: 27857 
iç baskı ve cilt: Özal Matbaası 
Davutpaşa Cad. Emintaş Kizım Dinçol San. Sit. No: 81139, Topkapı, istanbul 
Sertifika No: 26699 
ISBN 978-975-07-2512-8 
CAN SANAT YAYlNLARI 
YAPI M VE DAGITIM TiCARET VE SANAYi A.Ş. 
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, istanbul 
Telefon: (0212) 2S2 56 75/252 59 88/252 S9 89 Faks: (0212) 252 72 33 
canyayinlari.com 
yayinevi@canyayinlari.com 
Sertifika No: 31730 


MILAN KUNDERA 
KAYITSIZLIK 

"" 

ŞENLIG I 
ROMAN 
Fransızca aslından çeviren 
Ayça Sezen 


Milan Kundera'nın Can Yayınları'ndaki diğer kitapları: 
Ayrılık Va/si, 
ı 988 
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, 
ı 988 
Şaka, 
ı990 
Saptrrrlmış Vasiyet/er, 
ı 994 
jacques ile Efendisi, 
ı 994 
Yavaşlık, 
ı995 
Kimlik, 
ı 998 
Bilmemek, 
200 ı 
Gülünesi Aşk/ar, 
2002 
Ölümsüz/ük, 
2002 
Roman Sanatı, 
2002 
Perde, 
2006 
Bir Buluşma, 
20ıo 


M ILAN KUNDERA, 1929 yılında Prag'da doğdu. 1967'de yayımlanan 
ilk romanı 
Şaka, 
on iki dile çevrildi ve l%8'de Çekoslovak Yazarlar 
Birliği Ödülü'nü aldı. 1968'deki Rus istilasından sonra işini kaybeden 
Kundera, politik baskılara dayanamayarak 1975'te Fransa'ya göç etti 
ve Fransız vatandaşlığına geçti. 
Yaşam Başka Yerde 
adlı eseri basıldığı 
yıl Medicis Ödülü'nü kazandı. 1978'de 
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı 
ya­
yımlandığında Çekoslovak hükümeti kendisine vatandaşlık hakkını 
geri verdi. Bundan sonra 
Gülünesi Aşklar 
yayımiand ı. 
Jacques ile Efendi­
si 
adlı kitabı italya'da Mondello Ödülü'nü kazandı. En çok satan kitabı 
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği 
(1984) sinemaya uyarlandı. Çağımızın 
en başarılı düşünsel roman yazarı ve varoluşçuların sonuncusu olarak 
nitelendirilen Kundera, halen karısıyla birlikte Paris'te yaşıyor. 
AYÇA SEZEN, istanbul'da doğdu. Saint Benoit Fransız Lisesi'ni bitirdi. 
Lisans eğitimini istanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Anabi­
lim Dalı'nda tamamladı. Çeşitli yayınevlerinde çalıştı. Halen çevirmen­
lik ve editörlük yapıyor. 



İçindekiler 
BİRİNCİ BÖLÜM: 
Karakterler kendilerini tanıtıyor 
. . . .. . . . . . . . .
ll 
İKİNCİ BÖLÜM: 
Kukla tiyatrosu 
... . . . . . .. . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .
25 
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: 
Alain ve Charles sık sık annelerini 
düşünüyorlar 
. . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . .... . . . . . .. . . . . . ... . . .. . . . . . ... . . .. . . . . .
39 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: 
Hepsi gamsızlığın peşinde 
. . . . . . . . . . . . . . .
S 1 
BEŞİNCi BÖLÜM: 
Tavanın altında küçük bir tüy 
süzülüyor 
. . . . . . . .. . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . ... . . . . . ... . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . .. . .. 
69 
ALTINCI BÖLÜM: 
Meleklerin düşüşü 
.. . . .. . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . . . .. . . .
81 
YEDiNCİ BÖLÜM: 
Kayıtsızlık şenliği 
. . . . ........... . . . . . . . . . .... . .. . . .
95 



BİRİNCİ BÖLÜM 
Karakterler kendilerini tanıtıyor 



Alain göbek deliği hakkında derin 
düşüncelere dalıyor 
Haziran ayıydı, bulutların ardından sabah güneşi çı­
kıyor ve Alain ağır ağır Paris'teki bir sokaktan geçiyordu. 
Çok düşük belli pantolonlarıyla çok kısa kesimli tişörtle­
rinin 
arasında açıkta kalan göbek deliklerini gösteren genç 
kızlan dikkatle inceliyordu. Kendini kaptırmıştı; kendini 
kaptırmış hatta afallamıştı: Cazibelerinin kudreti, artık 
·ne uyluklarında ne kalçalarında ne de memelerinde yo-
ğunlaşıyor, vücutlannın ortasındaki bu küçük, yuvarlak
delikte toplanıyordu sanki.
Bu durum onu düşünmeye yöneltti: Eğer bir erkek 
(ya da bir dönem) kadın cazibesinin merkezi olarak uy­
luklan görüyorsa, bu erotik yönelimin ayırt edici niteliği 
nasıl betimlenir, nasıl tanımlanır? Hemen bir cevap uy­
durdu: Uylukların uzunluğu yolun metaforik imgesidir, 
erotik sona doğru götüren, bu uzun ve büyüleyici yoldur 
(bu yüzden uylukların uzun olması gerekir); gerçekten 
de, dedi Alain kendi kendine, uylukların uzun olması, 
çiftleşmenin ortasında bile, kadına ulaşılmaz olmanın 
romantik büyüsünü atfeder. 
Eğer bir erkek (ya da bir dönem) kadın cazibesinin 
merkezi olarak kalçaları görüyorsa, bu erotik yönelimin 
ayırt edici niteliği nasıl betimlenir ve tanımlanır? He­
men bir cevap uydurdu: kabahk, neşe; hedefe, 
iki 
tane 
13 


olduğu için daha da uyancı olan hedefe doğru giden en 
kısa yol. 
Eğer bir erkek (ya da bir dönem) kadın cazibesinin 
merkezi olarak memeleri görüyorsa, bu erotik yönelimin 
ayırt edici niteliği nasıl betimlenir ve tanımlanır? He­
men bir cevap uydurdu: kadının kutsanması; İsa'yı emzi­
ren Meryem Ana; erkek cinsinin, kadın cinsinin soylu 
görevi önünde diz çöküşü. 
Peki ama, kadının cazibesini, vücudun ortasında, gö­
bek deliğinde gören bir erkeğin (ya da bir dönemin) ero­
tizmi nasıl tanımlanır? 
Ramon, Luxembourg Bahçesi'nde geziyor 
Alain'in kadın cazibesinin farklı kaynaklannı düşün­
mesiyle neredeyse aynı anda Ramon da, bir aydır Cha­
gall'ın tablolannın sergilendiği Luxembourg Bahçesi'nin 
çok yakınındaki müzenin önünde duruyordu. Tabloları 
görmek istiyordu ama bir yandan da, gişelere kadar ağır 
ağır uzayan bu sonu gelmez kuyruğun gönüllü bir parça­
sı haline gelmeye gücünün yetmeyeceğini de biliyordu; 
insanlara, onlann sıkıntıdan felç olmuş yüzlerine dikkat­
lice baktı, bedenlerinin ve gevezeliklerinin örteceği tab­
lotann bulunduğu salonlan hayal etti, öyle ki, bir dakika­
nın sonunda gerisingeri dönüp parkın içindeki ağaçlı yol­
lardan birine girdi. 
Parkın havası daha hoştu; insan türü daha seyrek ve 
daha özgürdü sanki: Koşanlar vardı, aceleleri olduğundan 
değil koşmayı sevdiklerinden koşuyorlardı; gezinenler ve 
14 


dondurma yiyenler vardı; bir Asya öğretisinin takipçileri 
çimenlerin üzerinde tuhaf ve yavaş hareketler yapıyordu; 
az ötede, devasa bir çemberin içinde, Fransa kraliçelerine 
ait büyük, beyaz anıtlar ve daha ileride ise, ağaçların ara­
sındaki çimenlerin üzerinde, parkın dört bir yanında şair­
lerin, ressamların, alimierin heykelleri vardı; Ramon kısa 
şortunun altındaki çıplak bacaklarıyla çekici görünen ve 
ona Balzac, Berlioz, Hugo, Dumas maskları uzatan bronz­
laşmış bir yeniyetmenin önünde durdu. Ramon yüzün­
deki gülümserneye engel olamadı, kendilerini muhteme­
len hoş bir biçimde özgür hisseden, etraflan, gezinenlerin 
zarif kayıtsızhklarıyla çevrili bu mütevazı dahiler bahçe­
sindeki avare gezintisine devam etti; kimse heykellerin 
yüzlerine bakmak ya da kaidelerin üzerindeki yazıları 
okumak için durmuyordu. Ramon, bu kayıtsızhğı teselli 
veren bir dinginlik gibi soluyordu. Yüzünde yavaş yavaş, 
neredeyse mutlu, uzun bir gülümseme belirdi. 
Kanser oluşmayacak 
Ramon'un Chagall sergisinden vazgeçip parkta ava­
relik etmeyi seçmesiyle neredeyse aynı anda, D' Ardelo 
da doktorunun muayenehanesine çıkan merdiveni tır­
manıyordu. Tam da o gün, doğum gününe üç hafta kal­
mıştı. Doğum günlerinden nefret etmeye başlayalı yıllar 
olmuştu. Yılların üzerine yapışan sayılar yüzündendi bu. 
Yine de, doğum günlerini önemsememezlik yapamıyor­
du, zira onun için kutlanmanın mutluluğu yaşianmanın 
utancına ağır basıyordu. Üstelik bu kez, doktor ziyareti 
ıs 


kutlamaya yeni bir renk katmıştı. Çünkü vücudunda tes­
pit edilen şüpheli bulgulann kanserden kaynaklanıp kay­
naklanmadığını belirleyecek bütün testierin sonuçlarını 
bugün öğrenecekti. Bekleme salonuna girdi ve içinden, 
titreyen bir sesle, üç hafta içinde, hem çok gerilerde ka­
lan doğumunu hem de çok yakında gerçekleşecek ölümü­
nü kutlayacağım tekrar edip durdu; çifte kutlama yapa­
caktı. 
Ama doktorun gülümseyen yüzünü görür görmez, 
ölümün davetli olmadığını anladı. Doktor dostça elini sık­
tl. 
Gözleri yaşlarla dolan D' Ardelo tek kelime edemedi. 
Doktorun muayenehanesi Observatoire Caddesi' nde, 
Luxembourg Bahçesi'nin iki yüz metre kadar ilerisin­
deydi. Parkın öbür tarafındaki küçük bir sokakta oturdu­
ğundan, D' Ardelo tekrar parktan geçti. Yeşillikler içindeki 
gezintisi, neşesini neredeyse taşkın bir hale getirdi; özel­
likle de hepsi, eğlenceli değilse de ona gülünç gelen, ayak­
ta, gösterişli pozlar içinde beyaz mermere yontulmuş 
eski Fransa kraliçelerinin heykellerinden oluşan büyük 
çemberin etrafından dolanırken; sanki bu hanımefendi­
ler az önce aldığı iyi habere alkış tutmak ister gibiydiler. 
Kendine hakim olamayan D' Ardelo, elini kaldırıp onları 
iki-üç kez selamladı ve kahkahalarla güldü. 
Ciddi bir hastahğın gizli cazibesi 
İşte Ramon, ismi bizi ilgilendirmeyen bir kurumda 
önceki sene birlikte çalıştığı D' Ardelo'yla oralarda bir 
yerde, mermere oyulmuş soylu hanımların yakınlannda 
16 


karşılaştı. Karşılıklı durdular, usulen hal hatır sorduktan 
sonra D' Ardelo tuhaf, telaşlı bir sesle anlatmaya başladı: 
"Dostum, La Franck'ı tanır mısınız? İki gün önce 
sevgilisi öldü." 
D' Ardelo duraklayınca Ramon'un zihninde sadece 
fotoğraflardan tanıdığı ünlü, güzel bir kadının yüzü be­
lirdi. 
"Çok acılı bir ölüm süreci," diye devam etti D' Ardelo. 
"Kadın her şeyi onunla birlikte yaşadı. Oh, nasıl da acı 
çekti kadıncağız!" 
Ramon pür dikkat, kendisine hüzünlü bir hikaye 
anlatan neşeli yüze bakıyordu. 
"Düşünebiliyor musunuz, sabah sevgilisi kollarında 
can çekişiyordu, aynı günün akşamında benimle ve birkaç 
arkadaşla yemek yedi ve inanmazsınız, hani neredeyse ne­
şeliydi. Ona hayrandırol O güç! O yaşama sevinci! Göz­
leri ağlamaktan hala kırmızıyken, gülüyordul Oysa hepi­
miz o adamı ne kadar sevdiğini biliyorduk! Nasıl da acı 
çekmiş olmalı! O kadın çok güçlü!" 
Aynı on beş dakika önce daktorun muayenehane­
sinde olduğu gibi, D'Ardelo'nun gözünde yaşlar parladı. 
Zira La Franck'ın manevi gücünden bahsederken kendi­
ni düşünüyordu. Bütün bir ay boyunca o da ölümle yüz 
yüze yaşamamış mıydı? Karakterinin gücü çetin bir sına­
va maruz kalmamış mıydı? Artık basit bir anıya dönüşse 
de kanser, küçük bir ampulün onu gizemli bir biçimde 
büyüleyen ışığı gibi, hala onunlaydı. Ama duygularına 
hakim olmayı başardı ve daha sıradan bir ses tonuna ge­
çip konuşmaya devam etti: "Bu arada, eğer yanılmıyor­
sam, kokteyl düzenleyen, yeme içme işleriyle ilgilenen 
birini tanıyordunuz." 
"Öyle, " dedi Ramon. 
D'Ardelo: 
"Doğum günümde küçük bir kutlama yapacağım da." 
1 7


Meşhur Franck hakkındaki hararetli sözlerin ardın­
dan, son cümlenin neşeli tonlaması Ramon'u gülümset­
ti: "Görüyorum ki mutlu bir hayatınız var. " 
Tuhaftır, bu cümle D'Ardelo'nun hiç hoşuna gitme­
di. Fazla neşeli tonlaması, hatırasını hala içinde taşıdığı 
ölüm acısıyla büyülü bir biçimde imlenen güler yüzü­
nün tuhaf güzelliğini yok ediyordu sanki: "Evet," dedi, 
"iyiyim," sonra, kısa bir duraklamanın ardından:" ... her 
şeye rağmen . . . " 
Bir kez daha durakladı, sonra, "Biliyor musunuz, dak­
torumdan geliyorum," dedi. 
Muhatabının yüzündeki mahcup ifade hoşuna gitti; 
sessizliği uzattı ki sonunda Ramon, "Eee? Sorun mu var?" 
diye sormak zorunda kaldı. 
"Var." 
D' Ardelo yine sustu, Ram on yine sormak zorunda 
kaldı: "Doktor ne dedi?" 
O anda D'Ardelo, Ramon'un gözlerinde aynı bir ay­
nadaki gibi, kendi yüzünü gördü: Çoktan yaşlanmış ama 
hala yakışıklı, onu daha da çekici kılan bir hüznün izini 
taşıyan bir adamın yüzü; bu yakışıklı, hüzünlü adam çok 
yakında doğum gününü kutlayacak, dedi kendi kendine 
ve doktor randevusuna gitmeden önce aklına gelen fikir, 
hem doğumu hem ölümü kutlayacağı o şahane çifte eğ­
lence fikri, ansızın yeniden ortaya çıkıverdi. Ramon'un 
gözlerinde dikkatle kendini incelemeye devam etti, son­
ra, sakin ve çok yumuşak bir sesle: "Kanser . . . " dedi. 
Ramon bir şeyler geveledi ve eliyle beceriksizce, 
kardeşçe, D'Ardelo'nun koluna dokundu: "Ama tedavisi 
var . . . " 
"Çok geç ne yazık ki. Neyse, söylediklerimi unutun, 
kimseye de bahsetmeyin; daha çok vereceğim şu koktey­
li düşünün. Yaşamak lazım!" dedi D'Ardelo, yoluna de­
vam etmeden önce, vedalaşmak üzere elini havaya kal-
1 8


dırdı, bu ölçülü, neredeyse mahcup hareketin Ramon'u 
duygulandıran beklenmedik bir cazibesi vardı. 
Anlaşılmaz yalan, anlaşılmaz gülüş 
İki eski meslektaşın karşılaşması bu güzel hareketle 
son buldu. Ama bir soruyu aklımdan çıkaramıyorum: 
D' Ardelo neden yalan söylemişti? 
Bu soruyu, hemen sonra D' Ardelo da kendine sordu 
ve o da cevabını veremedi . Hayır, yalan söylemiş olmak­
tan utanç duymuyordu. Onun kafasını kurcalayan, bu 
yalanın sebebini anlamaktaki yetersizliğiydi. Çoğunluk­
la, birini aldatmak ve bundan herhangi bir çıkar sağla­
mak için yalan söylenirdi. Peki bir kanser yalanı uydura­
rak o ne kazanmıştı? Tuhaftır, yalanının saçmalığını dü­
şünürken, kendini gülrnekten alıkoyamadı. Üstelik bu 
gülüş de, o da anlaşılmazdı. Neden gülüyordu? Davranı­
şını komik mi bulmuştu? Hayır. Mizah duygusu en güç­
lü yanı değildi. Öylesine, sebepsiz yere, hayali kanseri onu 
neşelendiriyordu. Yoluna devam etti ve gülmeyi sürdür­
dü. Gülüyordu ve gamsızlığı onu eğlendiriyordu. 
1 9


Ramon, Charles'ı ziyaret ediyor 
D' Ardelo'yla karşılaşmasından bir saat sonra, Ra­
mon, Charles'ın evine gelmişti. "Hediye olarak sana bir 
kokteyl getirdim, " dedi. 
"Bravo! Bu sene kokteyliere ihtiyaç olacak," dedi ar­
kadaşım karşısına, sehpanın başına oturmaya buyur eden 
Charles. 
"Hediye sana. Ve Caliban'a. Sahi, o nerede? " 
"Nerede olacak? Evde, karısında." 
"Umarım kokteylierde sana yardım ediyordur. " 
"Elbette. T iyatrolar onu hala saliamıyor." 
Ram on, masanın üzerine konmuş çok kalın bir kitap 
fark etti. Eğildi, şaşkınlığını gizleyemedi: "Nikita Kruş­
çev'in Anılar'ı. Neden?" 
"Efendimiz verdi onu bana. " 
"Efendimiz bu kitabın nesini ilginç buldu acaba? " 
"Benim için bazı paragrafların altını çizdi. Okuduk-
Iarım bayağı tuhaftı." 
"Tuhaf mı? " 
"Yirmi dört keklik hikayesi. " 
"Ne? " 
"Yirmi dört keklik hikayesi. Bilmiyor musun? Dün­
yanın büyük değişimi tam da o noktada başladı halbuki!" 
"Dünyanın büyük değişimi mi? Geçekten mi? " 
"Gerçekten. Söylesene, bu ne kokteyli ve 
kimin 
evin­
de olacak?" 
Ram on konuyu anlatınca, Charles, "Kimdir bu D' Ar­
del o? Bütün müşterilerim gibi budalanın biri mi? " diye 
sordu. 
"Elbette. " 
"Ne tür bir budala?" 
"Ne tür bir budala . . . " diye tekrarladı Ramon düşün-
20 


celi düşünceli, sonra: "Quaquelique'i tanıyor musun?" 
diye sordu . 
Ramon'un dikkat çekicilik ve kayıtsızlık 
üzerine dersi 
"Eski dostum Quaquelique," diye söze devam etti 
Ramon, "tanıdığım en hızlı çapkınlardan biridir. Bir ke­
resinde ikisinin, D' Ardelo ve onun bulunduğu bir dave­
te katılmıştım. Birbirlerini tanımıyorlardı. Aynı tıklım 
tıkış salonda bulunmaları bir tesadüften ibaretti, hatta 
D' Ardelo muhtemelen arkadaşıının varlığını fark etme­
mişti bile. Davette çok güzel kadınlar vardı, D' Ardelo çıl­
gına dönmüştü. Kadınların onunla ilgileurnesi için elin­
den geleni yapmaya hazırdı. O akşam ağzından çıkanlar, 
zihinsel bir havai fışek gösterisiydi adeta." 
"Kışkırttı mı?" 
"Tersine. Şakaları bile hep usturuplu, iyimser, yerli 
yerindedir ama aynı zamanda bir o kadar da zarifçe ha­
zırlanmış ve imbikten geçirilmiştir ki, hemen karşılık 
bulmayı kışkırtmadıkları halde dikkat çekmelerini anla­
mak zordur. Kendisinin bile kahkahalarla gülmesi için 
üç-dört saniye beklemek, sonra da diğerlerinin de ania­
yıp ona kibarca katılmaları için birkaç saniye daha sab­
retmek gerekir. İşte o zaman, herkes gülmeye başlayınca 
-senden bu inceliği takdir etmeni rica ediyorum- o cid­
dileşir; ilgisiz hatta neredeyse bıkkın bir ifadeyle dikkat­
le insanları inceler ve gizlice, kasıla kasıla, onların gülme­
leriyle eğlenir. Quaquelique'in tutumu ise bunun tam 
2 1


tersidir. Sessiz olduğundan değil. İnsanların arasındayken 
ince sesiyle sürekli bir şeyler geveleyip durur, konuşmak­
tan çok ıslık çalar gibidir ama söylediği hiçbir şey dikkat 
çekmez." 
Charles güldü. 
"Gülme. Dikkat çekmeden konuşmak kolay iş değil­
dir! Hep konuşarak var olmak ama yine de duyulmamak 
ustalık ister!" 
"Bu ustalığın ne anlama geldiğini çıkaramadım." 
"Sessizlik dikkat çeker. Etkileyebilir. İnsanı gizemli 
kılar. Ya da şüpheli. Quaquelique'in kaçındığı da tam bu 
işte. Sana bahsettiğim gecede olduğu gibi. Davette, D' Ar­
delo'yu büyüleyen çok güzel bir hanımefendi vardı. Qu­
aquelique, kıza zaman zaman sıradan, ilginç olmayan, boş 
laflar ediyordu, söyledikleri her ne kadar hoş şeyler olsa 
da, hiçbir şekilde zekice cevaplar ve pratik zeka gerekti­
ren türden şeyler değillerdi. Bir süre sonra, Quaqueli­
que'in ortalıkta olmadığını fark ettim. Durumdan kuş­
kulandım, kadını gözlemeye başladım. D' Ardelo o güzel 
laflarından birini etmişti, bunu izleyen beş saniyelik ses­
sizliğin ardından gülmeye başladı, üç saniye sonra da her­
kes onu taklit etti. Aynı anda, gülme kalkanının arkasında 
saklanmış olan kadın, çıkışa doğru uzaklaştı. Güzel lafla­
rının uyandırdığı yankıyla koltukları kabaran D' Ardelo 
sözlü gösterisine devam etti. Biraz sonra, güzel kadının 
orada olmadığını fark etti. Quaquelique diye birinin var­
lığından haberdar olmadığı için, kadının ortadan kaybo­
luşuna bir anlam veremedi. Hiçbir şey anlamadı, kayıt­
sızlığın değerini bugün de hala anlamaz. İşte, D' Ardelo' 
nun ne tür bir budala olduğuna dair soruna cevabım.'' 
"Evet, anladım, dikkat çekici olmanın faydasızlığı." 
"Faydasızlıktan da öte. Zararı. Dikkat çekici bir tip, 
bir kadını baştan çıkarmaya çalıştığında, kadın rekabete 
girdiği izlenimine kapılır. Kadın da kendini dikkat çek-
22 


rnek zorunda hisseder. Direnmeden teslim olmamak zo­
runda hisseder. Oysa, kayıtsızlık kadını özgür kılar. Ted­
bir almaktan kurtanr. Pratik zeka gerektirmez. Kadını 
kaygılardan arındınr, böylece onu daha ulaşılabilir kılar. 
Neyse geçelim bunları. D' Ardelo söz konusu olduğun­
da, kayıtsız biriyle değil bir narsisistle karşı karşıyasındır. 
Kelimenin tam anlamına dikkat et: N arsisist, kendini be­
ğenmişle aynı şey değildir. Kendini beğenmiş biri başka­
larını hor görür. Onları küçümser. Narsisist ise başkaları­
na fazla değer biçer; çünkü her insanın gözünde kendi 
görüntüsünü görür ve o görüntüyü güzelleştirmek ister. 
Dolayısıyla, bütün aynalarıyla kibarca ilgilenir. İkiniz için 
önemli olan şu: Kibar biridir. Elbette, benim için daha 
ziyade bir züppedir. Ama onunla benim aramda bile bir 
şeyler değişti. Ciddi bir hastalığı olduğunu öğrendim. O 
andan beri ona farklı bakıyorum." 
"Hasta mı? Neymiş hastalığı?" 
"Kanser. Bunun beni ne kadar üzdüğünü fark edince 
şaşırdım. Belki de, hayatının son aylarını yaşıyor." 
Kısa bir aradan sonra: "Hastalığından bahsetme biçi­
mi beni duygulandırdı. .. çok kısa, hatta utanarak konuş­
tu ... hiç acındırmadı, hiç narsisizm sergilemedi. Ve bir 
anda, belki de ilk kez, o hudalaya gerçek bir sempati 
duydum ... gerçek bir sempati ... " 
23 



İKİNCİ BÖLÜM 
Kukla tiyatrosu 



Uzun, yorucu günlerin sonunda Stalin, çalışma ar­
kadaşlarıyla biraz daha vakit geçirip onlara hayatından 
küçük hikayeler anlatarak dinlenmeyi severdi. Mesela 
şunun gibi: 
Bir gün, Stalin ava çıkmaya karar verir. Sırtına eski bir 
parka geçirir, ayaklarına kayaklarını giyer, uzun bir tüfek 
alır ve on üç kilometre yürür. Sonra, önünde, bir ağaca 
tünemiş duran keklikler görür. Durur ve keklikleri sayar. 
Yirmi dört tanedirler. Ne talihsizlik! Yanında sadece on 
iki :fişek vardır. Ateş eder, kekliklerin on iki tanesini öldü­
rür, sonra döner, evine kadarki on üç kilometreyi tekrar 
yürür ve on iki :fişek daha alır. Aynı ağacın üzerinde hala 
tünemekte olan kekliklere ulaşmak için tekrar on üç kilo­
metre yol kat eder. Ve nihayet, hepsini öldürür ... 
"Beğendin mi?" diye sordu Charles gülmekte olan 
Caliban' a: "Eğer bana bunu anlatan gerçekten Stalin ol­
saydı, onu alkışlardım! Peki, sen nereden biliyorsun bu 
hikayeyi?" 
"Bu kitabı bana efendimiz hediye etti, Kruşçev'in 
Anılar'ı 
çok çok uzun yıllar önce Fransa'da yayımlanmış. 
Kruşçev kitapta, keklik hikayesini Stalin'in küçük toplan­
tılan sırasında anlattığı gibi aktarmış. Ne var ki Kruşçev'in 
yazdığına bakılırsa, kimse senin gibi tepki vermemiş. Kim-
27 


se gülmemiş. İstisnasız hepsi, Stalin'in anlattığı hikayeyi 
saçma bulmuş ve yalanından iğrenmiş. Yine de susmuşlar, 
yalnız Kruşçev, Stalin' e ne düşündüğünü söylemeye cesa­
ret edebilmiş. Dinle!" 
Charles kitabı açtı ve tane tane, yüksek sesle okudu: 
"Ne? Kekliklerin daldan uçmadıklarını mı söylemek isti­
yorsun gerçekten?" demiş Kruşçev. 
"Kesinlikle öyle, " diye yanıt vermiş Stalin, "aynı yer­
de tünemiş duruyorlardı." 
'�a dur hikaye burada bitmiyor; çalışma gününün 
sonunda hepsi hanyaya gidiyormuş, tuvalet olarak da 
kullanılan büyük bir rnekanmış burası. Gözünün önüne 
getir. Bir duvara diziimiş uzun bir sıra pisuar, lavaboların 
karşısındaki duvarda. Deniz kabuğu biçiminde, seramik, 
hepsi renkli ve çiçek motifleriyle süslü pisuarlar. Stalin' in 
klanının her üyesinin, her biri farklı bir sanatçı tarafın­
dan yapılmış ve imzalanmış kendine ait bir pisuarı var­
mış. Bir tek Stalin'in yokmuş." 
"Peki Stalin nereye işiyormuş?" 
"Binanın öbür ucunda, kimsenin olmadığı bir tuva­
lete; hiç çalışma arkadaşlarıyla işemediği, hep yalnız işe­
diği için, arkadaşları tuvalette kendilerini son derece öz­
gür hissediyorlarmış ve şefin varlığında susmak zorunda 
kaldıkları her şeyi nihayet, yüksek sesle dile getirmeye 
cesaret edebiliyorlarmış. Stalin'in onlara yirmi dört kek­
lik hikayesini anlattığı gün de öyle olmuş. Yine Kruşçev' 
den aktaracağım: ' ... tuvalette, ellerimizi yıkarken, onu 
aşağılayarak söylenip durduk. Yalan söylüyordu! Yalan 
söylüyordu! Hiçbirimizin bundan şüphesi yoktu."' 
"Peki ya bu Kruşçev kimdi?" 
"Stalin'in ölümünden birkaç yıl sonra Sovyet impa­
ratorluğunun 

yüce şefi oldu." 
1. Bu tanımlama, Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği'nin emparyalist dış 
politikasını eleştirenler tarafından kullanılırdı. 
(Ç.N.) 
28 


Bir süre sustuktan sonra Caliban: "Bütün bu hikaye­
de bana inanılmaz gelen tek şey, kimsenin Stalin' in şaka 
yaptığını anlamamış olması." 
"Tabii öyle, " dedi Charles kitabı masaya bırakarak: 
"Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte, 
bana göre, Tarih'te yeni, büyük bir dönemin açıldığını 
haber veren tam da buydu." 
Charles bir kukla tiyatrosu oyunu hayali 
kuruyor 
Benim kafir lügatimde, kutsal bir tek kelime vardır: 
Dostluk. Size tanıttığım dört arkadaşımı, Alain'i, Ra­
mon'u, Charles'ı ve Caliban'ı severim. Kruşçev'in kita­
bını bir gün Charles' a getirmemin sebebi onlara duydu­
ğum sempati, eğlenmelerini istemiş olmam. 
Bir gün Caliban, Alain' e aşağıdaki gibi sızlandığı sı­
rada, tuvalerteki şahane sonu da dahil olmak üzere, dör­
dü de keklik hikayesini biliyordu. "Senin Madeleine'le 
karşılaştım. Keklik hikayesini anlattım ona. Ama onun 
gözünde, bir avcı hakkındaki anlaşılmaz bir anekdottu 
sadece! Stalin ismi kulağına çalınınıştı belki ama bir av­
emın neden bu ismi taşıdığını anlamıyordu ... 

"Daha yirmi yaşında, " dedi usulca Alain sevgilisini 
korumak için. 
"Eğer yanlış hesaplamıyorsam, " diye araya girdi Char­
les, "senin Madeleine, Stalin'in ölümünden kırk yıl sonra 
dünyaya gelmiş. Benimse, doğmak için, Stalin'in ölümü­
nün ardından yirmi yedi yıl beklernem gerekti. Ve sen 
29 


Ramon, Stalin öldüğünde (hesaplamak üzere durakladık­
tan sonra, biraz şaşırarak): Aman Tanrım, sen zaten ha­
yattaymışsın." 
"Utanıyorum ama bu doğru." 
"Eğer yanılmıyorsam," diye Ramon'la konuşmaya de­
vam etti Charles, "büyükbaban, ilerlemenin büyük kah­
ramanı Stalin'i desteklemek üzere, diğer aydınlada bir­
likte bir bildiriye imza atmış." 
"Evet," diye doğruladı Ramon. 
"Sanırım baban, Stalin konusunda biraz şüpheciydi, 
senin kuşağın daha da şüpheciydi, benim kuşağım içinse 
adam canilerin canisi haline gelmişti." 
"Evet, öyle," dedi Ramon. "Hayatın akışı içinde in­
sanlar karşılaşır, çene çalar, tartışır, kavga ederler; birbir­
lerine uzaklardan, her biri zamanın farklı bir yerine di­
kilmiş bir rasathaneden seslendiklerini fark etmezler." 
Kısa bir aradan sonra Charles söze devam etti: "Za­
man akıp gider. Onun sayesinde, öncelikle yaşarız, bu da 
demek oluyor ki, sanık ve yargıç oluruz. Sonra, ölürüz ve 
bizi tanımış olanlarla birlikte birkaç sene daha kalırız; 
ancak çabucak bir başka değişiklik olur: Ölüler yaşlı ölü­
lere dönüşür, kimse onları hatırlamaz artık, hiçlikte yitip 
giderler; yalnızca bazıları, çok çok nadiren, isimlerini ha­
fızalarda bırakırlar ancak bunlar da, yaşamış tüm şahitle­
rinden, tüm gerçek anılardan yoksun kalmış olarak kuk­
Iaya dönüşürler ... Kruşçev'in Anılar'ında anlattığı o hika­
ye beni büyüledi dostlarım; ve ondan yola çı karak bir 
kukla tiyatrosu oyunu yazma istediğinden kendimi kur­
taramıyorum." 
"Kukla tiyatrosu mu? Oyunun Comedie-Française' 
de oynansın istemez misin?" diye dalga geçti Caliban. 
"Hayır," dedi Charles, "çünkü bu Stalin ve Kruşçev 
hikayesi insanlar tarafından zaten oynandı, bu bir aldat­
maca olur. Artık yaşamayan bir insanı n hayatını ona geri 
30 


veriyormuş gibi yapmaya kimsenin hakkı yok. Bir kukla­
dan bir insan yaratmaya kimsenin hakkı yok." 
Tuvaletteki isyan 
"Stalin'in o arkadaşları beni büyüledi," diye devam 
etti Charles. "Tuvalette isyanlarını avaz avaz bağınrken 
hayal edebiliyorum onları! Düşündüklerini nihayet yük­
sek sesle dile getirebilecekleri o güzel anı o kadar uzun 
zaman beldemişlerdi ki. Ne var ki, hiç kuşkulanmadıida­
rı bir şey vardı: Stalin onları gözlüyordu ve o anı, o da 
aynı sabırsızlıkla bekliyordu! Bütün takımının tuvalete 
çekildiği an, onun için de bir zevkti! Onu görüyorum, 
dostlarım! Ayaklarının ucuna basarak, gizlice, uzun bir 
koridordan geçiyor, sonra kulağını tuvaletin kapısına da­
yayıp dinliyor. Bu palithüro kahramanları gülüyorlar, 
tepiniyorlar, onu lanetliyorlar; ve o, onları duyuyor ve 
gülüyor. 'Yalan söyledi! Yalan söyledi!' diye bağırınıyor 
Kruşçev, sesi tuvalette çınlıyor; ve Stalin kulağını kapıya 
yapıştırmış, oh onu görüyorum, onu görüyorum, yolda­
şının haklı öfkesinin tadını çıkarıyor, kahkahalarla deli­
ler gibi gülüyor, üstelik yankılanan kahkahasım kontrol 
etmeye bile çalışmıyor, zira tuvalettekiler de, deliler gibi 
haykırdıklarından, kendi şamatalarından onu duyamı­
yorlar." 
"Evet, bunu daha önce anlatmıştın," dedi Alain. 
"Evet, biliyorum. Ama en önemli kısmını, yani 
Stalin'in kendini tekrarlamayı sevmesinin ve aynı küçük 
gruba, hep aynı yirmi dört keklik hikayesini anlatması-
3 1


nın gerçek sebebini, size daha söylemedim. Üstelik, oyu­
nurnun esas düğüm noktası da bu." 
"Neymiş bu sebep?" 
"Kalinin." 
"Ne?" dedi Caliban. 
"Kalinin." 
"Hiç duymadım bu ismi." 
Caliban'dan azıcık daha genç olmakla birlikte, daha 
kültürlü olan Alain biliyordu: "Immanuel Kant'ı n bütün 
hayatını geçirdiği ve bugün Kaliningrad diye adlandırı­
lan ünlü bir Alman şehrine ismi verilen kişi elbette. " 
Tam o sırada sokaktan, sabırsızca çalı nan, tiz bir 
korna sesi duyuldu. 
"Sizden ayrıimam gerekiyor," dedi Alain. "Madeleine 
beni bekliyor. Bir dahaki sefere!" 
Madeleine onu sokakta, bir motorun üzerinde bek­
liyordu. Motor Alain'indi ama ortaklaşa kullanıyorlardı. 
Bir sonraki sefer, Charles arkadaşianna 
Kalinin ve Prnsya'nın başkenti üzerine bir 
konferans veriyor 
"Kurulduğu günden beri, Prusya'nın ünlü şehrinin is­
mi Königsberg' di, 'kralın dağı' demekti. ismin Kaliningrad' a 
dönüşmesi son savaştan sonra oldu. 
Grad 
Rusça şehir de­
mektir. Yani, Kalinin'in şehri demektir. Hayatta kaldığı­
mız için şanslı olduğumuz yüzyıl, değiştirilen isimlerle 
doluydu. T saritsin' e önce Stalingrad adı verildi, sonra da 
Stalingrad ismi Volgograd olarak değiştirildi. Saint-Peters-
32 


burg'un ismi Petrograd olarak değişti, sonra Petrograd Le­
ningrad oldu ve sonunda da Leningrad'dan Saint-Peters­
burg'a dönüldü. Chemnitz ismi Karl-Marx-Stadt olarak 
değiştirildi, sonra Karl-Marx-Stadt ismi Chemnitz olarak 
değiştirildi. Königsberg de Kaliningrad olarak değiştiril­
di ... ama dikkat edin: Kaliningrad ismi hiç değişınedi ve 
sonsuza kadar değişmeyecek! Kalinin'in şanı diğer hepsi­
ninkine üstün gelecek." 
"Kimdi o?" diye sordu Caliban. 
"Gerçek hiçbir gücü olmayan bir adam, masum za­
vallı bir kuklaydı, bununla birlikte uzun yıllar SSCB 
Yüksek Sovyeti'nin başkanlığını yaptı, dolayısıyla, proto­
kol bakımından devletin en yüksek kademedeki yöneti­
cisiydi. Bir fotoğrafı nı görmüştüm: kötü dikilmiş bir ce­
ket giymiş, keçisakallı yaşlı bir militan işçi. Öte yandan, 
Kalinin yaşlı bir adamdı, şişmiş prostatı onu sık sık işe­
ıneye zorluyordu. İşeme itkisi öyle ani ve şiddetliydi ki, 
resmi bir öğle yemeği sırasında ya da büyük bir dinleyici 
kitlesi önünde yaptığı bir konuşmanı n ortasında bile tu­
valete koşturması gerekiyordu. Bu konuda büyük bir be­
ceri kazanmıştı. Ukrayna'nın bir şehrinde yeni bir opera 
salonunun açılışı dolayısıyla düzenlenen ve Kalinin'in de 
uzun ve resmi bir konuşma yaptığı büyük töreni, bugün 
bile bütün Rusya hatırlar. Kalinin' in konuşmayı iki daki­
kada bir kesmesi gerekmişti; ve her seferinde, o kürsü­
den uzaklaşır uzaklaşmaz, orkestra folklorik bir melodi 
çalmaya koyulmuş ve Ukraynalı sanşın, güzel balerinler 
sahneye atlayıp dans etmeye başlamıştı. Kürsüye döndü­
ğünde Kalinin hep alkışlarla karşı lanıyordu; kürsüden 
tekrar ayrıldığında, sarışın balerinierin gelişini selamla­
mak üzere alkışlar daha güçlü yankılanıyordu; gidiş ge­
lişlerinin sıklığı arttıkça alkışlar daha uzun sürmeye, 
daha güçlü, daha içten olmaya başlamıştı, öyle ki, kutla­
ma Sovyet Devleti'nin daha önce hiç görmediği kadar 
coşkulu, çılgın ve sefih bir cümbüşe dönüşmüştü. 
33 


Kalinin dinlenme aralarında küçük arkadaş grubuy­
la bir araya geldiğinde, kimse onun çişini alkışlamaya ha­
zır değildi ne yazık ki. Stalin anekdotlarını anlatıyordu, 
Kalinin de tuvalete gidip gelmeleriyle onu rahatsız et­
meye cesaret ederneyecek kadar disiplinliydi. Stalin an­
latırken gözünü ona, onun suratına dikip baktıkça, Kali­
nin'in rengi daha da soluyor, yüzü bir kasılınayla buruşu­
yordu. Bu da Stalin'i hikayesini daha yavaş anlatması, 
araya tasvirler eklemesi, konudan sapmalar yapması ve 
sonunu geeiktirmesi için kışkırtıyordu, karşısındaki ger­
gin suratın aniden gevşediği, yüzündeki kasılmanın kay­
bolduğu, ifadesinin yatıştığı, başının bir huzur halesiyle 
çevrelendiği ana kadar bunu yapmaya devam ediyordu; 
ve işte o zaman, Kalinin'in büyük mücadelesini yine 
kaybettiğini anladığında, Stalin çabucak hikayenin sonu­
na geçip masadan kalkıyordu ve dostça, neşeli bir gülüm­
semeyle toplantıyı sonlandırıyordu. Diğerleri de ayağa 
kalkıyor, ıslak pantolonunu gizlemek için masanın ya da 
bir sandalyenin arkasında dikilen arkadaşlarına muzipçe 
bakıyorlardı." 
Charles'ın arkadaşları bu sahneyi gözlerinin önüne 
getirmekten son derece keyif almışlardı, Caliban'ın bu 
eğlenceli sessizliği bozması kısa bir aradan sonra oldu: 
"Yine de bu hikaye, Stalin'in, zavallı prostat hastasının 
adını, neden o Alman şehrin e verdiğini hiç mi hiç açıkla­
mıyor, neydi, bütün hayatını o şehirde geçirmiş şu meş­
hur, meşhur. . .

"Immanuel Kant," diyerek soludu Alain. 
34 


Alain, Stalin'in değeri bilinmemiş şefkatini 
keşfediyor 
Bir haftanın sonunda Alain arkadaşlarıyla bir bistro­
da (ya da Charles'ın evinde, neyse artık) tekrar buluştu­
ğunda, muhabbetlerini hemen böldü: "Stalin'in, Kant'ın 
meşhur şehrine Kalinin'in adını vermesinin benim için 
hiç de anlaşılmaz olmadığını söylemek isterim. Siz kendi 
adınıza bunu nasıl açıklarsınız bilmem ama, benim açım­
dan bir tek açıklaması var: Stalin, Kalinin' e karşı istisnai 
bir şefkat besliyormuş." 
Arkadaşlannın yüzünde okuduğu sevimli şaşkınlık 
ifadesi Alain'in hoşuna gitti, hatta ona ilham verdi: "Bili­
yorum, biliyorum ... Şefkat sözcüğü Stalin'in şöhretiyle 
uyuşmuyor, adam yüzyılın Lucifer'iydi, biliyorum, haya­
tı komplolarla, ihanetlerle, savaşlarla, hapislerle, cinayet­
lerle, katliamlarla doluydu. Bunu inkar etmiyorum, ter­
sine; hatta maruz kaldığı, maruz bıraktığı ve yaşadığı o 
muazzam zulmün yükü karşısında, böylesi muazzam bir 
sevecenlik barındırınasının mümkün olmadığı en açık bi­
çimiyle ortaya çıksın diye, bunun altını çizmek isterim. 
İnsanın sınırlarını aşan bir şey olurdu bu! Hayatını yaşa­
dığı biçimiyle sürdürebilmek için, yapabileceği tek şey, 
acıma duygusunu uyuşturmak, sonra da tamamen unut­
maktı. Oysa Kalinin'in karşısında, katliamlardan uzakta­
ki o küçük molalarda, çene çaldıkları o hoş dinlenme 
anlarında, her şey değişiyordu: Tamamen farklı bir acıyla 
karşı karşıyaydı, ufak, somut, bireysel, anlaşılır bir acıydı 
bu. Acı çeken arkadaşına baktığında, hafif bir şaşkınlıkla, 
içinde zayıf, utangaç, hani neredeyse yabancı, her halü­
karda unutulmuş bir duygunun uyandığını hissediyordu: 
Acı çeken bir insana duyulan şefkat. Vahşi hayatının 
içinde, bir molaydı bu an. Stalin' in kalbindeki şefkat, 
35 


Kalinin'in mesanesindeki sicliğin basıncıyla aynı hızda ar­
tıyordu. Hissetmeyi uzun zaman önce bıraktığı bir duy­
guyu yeniden keşfedişi, Stalin için, kelimelere sığmaya­
cak kadar güzeldi." 
"İşte, " diye söze devam etti Alain, "Königsberg' in 
Kaliningrad' a dönüşmesinin, bu tuhaf isim değişikliğinin 
tek olası açıklamasının bu olduğunu düşünüyorum. Be­
nim dünyaya gelmemden otuz yıl önce oldu bu, yine de 
durumu kafamda canlandırabiliyorum: Savaş bitmiş, 
Ruslar meşhur bir Alman şehrini imparatorluklanna kat­
mışlar ve yeni bir isim vererek onu Ruslaştırmak zorun­
dçılar. Üstelik bu, öyle alelade bir isim de olamaz! Yeni 
ismin, dünya çapında tanınmış bir isimden destek alma­
sı ve parıltısının bütün düşmanları susturması gerek­
mektedir! Böyle isimlerden Ruslarda bolca bulunur! Bü­
yük Katerina! Puşkin! Çaykovski! Tolstoy! Hitler' i yenil­
giye uğratan ve o dönem her yerde pohpohlanan gene­
rallerden bahsetmiyorum bile! O halde, Stalin'in, bu 
denli silik birinin adını seçmesi nasıl açıklanabilir? Ah­
makça olduğu bu kadar aşikar bir karar alması nasıl açık­
lanabilir? Bu ancak, kişisel ve gizli sebeplerin varlığıyla 
açıklanabilir. Ve biz, bu sebepleri biliyoruz: Şefkatle, 
gözlerinin önünde onun için acı çeken adamı düşünü­
yor; ve onun sadakatine teşekkür etmek, adanmışlığı için 
onu sevindirmek istiyor. Eğer yanılınıyorsam -Ramon 
beni düzeltebilirsin!- Tarih'in bu kısacık anı yaşandığı 
sırada, Stalin dünyanın en güçlü devlet adamıydı ve 
bunu biliyordu. Bütün krallar ve başkanlar arasında, küs­
tahça hesaplanmış büyük siyasi hareketlerin ciddiyetini 
iplemeyebilecek tek kişi olduğunu, tamamen kişisel, 
keyfi, n;ı.antıksız, fevkalade acayip, hankulade saçma bir 
karar almaya cüret edebilecek tek kişi olduğunu bilmek­
ten muzipçe bir zevk alıyordu." 
Masanın üzerinde açılmış bir şişe kırmızı şarap duru-
36 


yordu. Alain kadehini çoktan boşaltmıştı; bardağını tekrar 
doldurup devam etti: "Şimdi karşınızda size anlatınca, bu 
hikayede daha da derin bir anlam buldum." Bir yudum 
şarap yuvarladıktan sonra söze devam etti: "Donuna pis­
lememek için acı çekmek... Temizliğinin kurbanı ol­
mak ... Doğan, büyüyen, ilerleyen, tehdit eden, saldıran, 
öldüren idrara karşı koymak. .. Daha bayağı daha insani 
bir kahramanlık olabilir mi? İsimleri sokaklarımızı taçlan­
dıran sözde büyük adamlar umurumda değil. Onlar hırs­
ları, kibirleri, yalanları, zalimlikleri sayesinde ünlü oldu­
lar. Her insan eviadının tattığı bir acının anısıyla, kendin­
den başka kimseye ıstırap vermeyen umutsuz bir müca­
delenin anısıyla hafızalarda kalacak tek isim Kalinin." 
Alain söylevini bitirdiğinde hepsi duygulanmıştı. 
Bir sessizliğin ardından, Ramon: "Baştan sona haklı­
sınAlain. Öldükten sonra, her on yılda bir uyanıp Kalinin­
grad'ın ismi hala Kaliningrad mı diye kontrol etmek isti­
yorum. Öyle olmaya devam ettiği sürece, insanlığa biraz 
yakınlık hissedebilir, onunla uzlaşabilir ve tekrar mezarı­
ma inebilirim." 
3 7



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 
Alain ve Charles sık sık 
annelerini düşünüyorlar 



Göbek deliğinin gizeminin etkisinde kaldığı 
ilk sefer, annesini gördüğü son seferdi 
Ağır ağır eve dönerken Alain, çok düşük belli panto­
lonlarıyla çok kısa kesimli tişörtlerinin arasında açıkta 
kalan göbek deliklerini gösteren genç kızları dikkatle in­
ediyordu. Cazibelerinin kudreti, artık ne uyluklarında 
ne kalçalarında ne de memelerinde yoğunlaşıyor, vücut­
larının ortasındaki bu küçük, yuvarlak delikte toplanı­
yordu sanki. 
Kendimi tekrar mı ediyorum? Bu bölüme romanın 
en başındaki kelimelerin aynını kullanarak mı başladım? 
Biliyorum. Alain'in göbek deliği muammasına duyduğu 
tutkudan daha önce söz etmiş olsam da, bu muamma 
onun kafasını hala kurcalıyor, aynı sizin de, kafanızın yıl­
lar olmasa da, aylar boyunca aynı meselelerle (kuşkusuz 
Alain'e musallat olandan daha boş meseleler) kurcalan­
dığı gibi. Sokaklarda dolanırken, kendini tekrar etmek­
ten rahatsızlık duymadan, hatta tuhaf bir inatla, sıkça 
göbek deliğini düşünüyordu; çünkü göbek deliği uzak­
larda kalmış bir hatırasını canlandırıyordu: annesiyle son 
karşılaşmasının hatırasını. 
O zaman on yaşındaydı. Yalnızdılar, babası ve o, kira­
ladıkları bahçeli ve havuzlu bir viilada tatil yapıyorlardı. 
Y ıllarca süren yokluğunun ardından, annesi ilk kez onlara 
gelmişti. O ve eski kocası villaya kapanmışlardı. Havadaki 
gerilim bir kilometre öteden hissediliyordu. Annesi orada 
4 1


ne kadar kalrmştı? Bir ya da iki saatten fazla değil muhte­
melen, o sırada Alain havuzda bir başına eğlenmeye çalı­
şıyordu. Annesi onunla vedalaşmak üzere durduğunda, 
Alain havuzdan yeni çıkmıştı. Annesi yalnızdı. Birbirleri­
ne ne söylediler? Alain bilmiyor. Tek hatırladığı, annesinin 
bir bahçe sandalyesine oturduğu ve kendisinin de, üzerin­
deki ıslak mayosuyla, onun karşısında dikildiği. Birbirleri­
ne söyledikleri unutuldu ama Alain'in hafızasında tek bir 
an, somut tek bir an, bütün berraklığıyla kazılı kaldı: An­
nesi sandalyede oturuyordu, gözlerini dikmiş oğlunun gö­
bek deliğine bakıyordu. Alain bu bakışı karnında hep his­
setti. Çözmesi zor bir bakıştı bu; merhamet ve küçümse­
meden oluşan garip bir karışırnmış gibi gelmişti Alain' e; 
annesinin dudaklan bir gülümsemenin biçİmini almıştı 
(merhamet ve küçümseme gülümsemesi) sonra, sandal­
yeden kalkmadan, Alain' e doğru eğilmiş ve işaretparma­
ğıyla onun göbek deliğine dokunmuştu. Hemen arkasın­
dan ayağa kalkmış, Alain'i öpmüş (sahiden öpmüş müy­
dü? Muhtemelen; ama Alain emin değil) ve gitmişti. Alain 
onu bir daha görmemişti. 
Bir kadın arabasından iniyor 
Küçük bir araba, çakıllı yolda bir ırmak boyunca 
ilerliyor. Sabahın soğuğu, bir banliyönün sonuyla kırsal 
bölge arasında bir yerde kalan, evlerin, seyrek yayaların 
hiç olmadığı bu sevimsiz manzarayı daha da öksüzleşti­
riyor. Araba yolun kenarında duruyor; içinden bir kadın 
iniyor, genç ve çok güzel. Tuhaf şey: Kadın arabanın ka-
42 


ptsını öyle umursamaz bir hareketle itti ki, araba kesin­
likle kilitlenmedi. Hırsızların kol gezdiği çağımızda, bu 
beklenmedik umursamazlık ne anlama geliyor? Kadın 
dalgın mı? 
Hayır, dalgın olduğu izlenimini vermiyor, tersine 
yüzünden kararlılık okunuyor. Bu kadın ne istediğini bi­
liyor. Bu kadın baştan ayağa irade. Yolu takip ederek, ır­
mağın üzerindeki köprüye kadar olan yüz metreyi yürü­
yor, köprü bayağı yüksek ve dar, araçların girmesi yasak. 
Köprüde yürüyüp diğer kıyıya doğru yöneliyor. Birçok 
kez etrafına bakınıyor, hayır, kendisini bekleyen biri var­
mış gibi değil, kendisini bekleyen biri olmadığından emin 
olmak isteyen biri gibi bakınıyor. Köprünün ortasına var­
dığında, duruyor. ilk bakışta, tereddüt ediyormuş gibi 
geliyor ama hayır, tereddüt değil bu, ansızın bastıran bir 
kararlılık eksikliği de değil, tersine yoğunlaşmasını kuv­
vetlendirdiği, iradesini daha da sağlamlaştırdığı bir an 
bu. İradesini mi? Daha net olmak gerekirse: Kinini. Evet, 
bir tereddüde benzeyen duraklaması, onunla kalması, 
onu desteklemesi, bir an olsun onu terk etmemesi için 
kinine yaptığı bir çağrı aslında. 
Kadın hacağını korkuluğun üzerinden atıyor ve ken­
dini boşluğa bırakıyor. Düşüşü sona erdiğinde, su yüzeyi­
nin sertliğiyle şiddetli bir sarsıntı yaşadı, soğuktan felce 
uğradı ama uzun birkaç saniyenin ardından yüzünü kal­
dırdı ve iyi bir yüzücü olduğu için, özdevinimi ölme ira­
desine karşı ayaklandı. Başını tekrar suya daldırıp su yut­
maya, soluk alış verişini durdurmaya zorladı kendini. 
Tam o anda bir çığlık duydu. Biri onu görmüştü. Ölme­
nin kolay olmayacağını, en büyük düşmanının hükme­
demediği iyi yüzücü refleksi değil, hesaba katmadığı biri 
olduğunu anladı. Mücadele etmek zorunda kalacaktı. 
Ölümünü kurtarmak için mücadele etmek. 
43 


Öldürüyor 
Kadın çığlığın geldiği yöne baktı. Biri ırınağa atladı. 
Düşündü: Hangisi daha hızlı davranacaktı, suyun içinde 
kalmak, su yutmak ve boğulmak azmiyle kendisi 
mi, 
yok­
sa ona doğru yaklaşan kişi mi? Ciğerlerindeki suyla yarı 
boğulmuş haldeyken, dolayısıyla zayıf düşmüş durum­
dayken, kurtarıcısı için daha kolay bir av olmaz mıydı? 
Adam onu kıyıya çekecek, yere yatıracak, ciğerlerindeki 
suyu dışarı atacak, suni teneffüs yaptıracak, ambulansı, 
polisi çağıracaktı, o da, kurtarılmış ve sonsuza kadar gü­
lünç duruma düşmüş olacaktı. 
"Durun, durun!" diye bağırdı adam. 
Her şey değişti: Kadın sulara gömülmek yerine başı­
nı kaldırdı ve gücünü topadamak için derin derin nefes 
aldı. Adam yanına varmıştı bile. Genç biriydi, ünlü olmak, 
gazetelerde fotoğraflarını görmek isteyen bir yeniyet­
meydi, "Durun, durun!" diye tekrarlayıp duruyordu. Eli­
ni uzatınıştı bile, kadın da, elden kurtulmak yerine onu 
tuttu, sıktı ve suyun dibine doğru çekti. Genç adam bir 
kez daha, söylemeyi bildiği tek sözcük huymuş gibi, "Du­
run!" diye bağırdı. Ama bir daha söyleyemeyecekti o ke­
limeyi; kadın onu kolundan tuttu, dibe doğru çekti, son­
ra, başı suyun altında kalsın diye, yeniyetmenin sırtının 
üzerine boylu boyunca uzandı. Genç karşı koydu, çırpın­
dı, şimdiden su yutmuştu, kadına vurmayı denedi ama 
kadın, başını kaldırıp hava alamasın diye üzerinde uzan­
maya devam ediyordu, uzun, çok uzun birkaç saniyenin 
ardından, genç adam hareket etmez oldu. Kadın bir süre 
öylece durdu, yorgun ve titreyen bedeni, genç adamın 
üzerine yatmış dinleniyor gibiydi adeta, sonra, altındaki 
adamın kımıldamayacağından emin olunca, onu bıraktı 
44 


ve az önce olup bitenle ilgisi kalmasın diye, geldiği kıyı­
ya doğru döndü. 
Nasıl? Kararını unutmuş muydu? Ölümünü ondan 
çalmak isteyen kişi artık hayatta olmadığına göre, neden 
kedini boğmuyordu? Nihayet özgür olduğuna göre, ne­
den artık ölmek istemiyordu? 
Ansızın yeniden bulduğu hayat, kararlılığını kıran bir 
darbe gibiydi; enerjisini ölümüne yoğunlaşacak gücü bu­
lamıyordu artık; titredi; bir anda tüm iradesinden, tüm 
azminden mahrum kalmış olarak, arabayı bıraktığı yere 
doğru kurulmuş gibi yüzdü. 
Eve dönüyor 
Suyun derinliğinin yavaş yavaş azaldığını hissetti, 
suyun içinde yere basıp ayağa kalktı; balçığın içinde 
ayakkabılarını kaybetti, aramaya da gücü yoktu; çıplak 
ayaklarıyla sudan çıktı ve yola yöneldi. 
Yeniden yüzleştiği dünya ona konuksever olmayan 
bir yüzünü gösterin ce, içini hemen endişe kapladı: Araba­
nın anahtarı yoktu! Neredeydi? Eteğinin cebi yoktu. Ölü­
me giderken, geride bıraktıkianna aldırış etmez insan. 
Arabadan indiğinde, gelecek yoktu artık. Saklayacak bir 
şeyi yoktu. Oysa şimdi, birdenbire, her şeyi saklamak ge­
rekiyordu. Hiçbir iz bırakmamak gerekiyordu. Endişe git­
gide büyüdü: Nerede bu anahtar? Eve nasıl gideceğim? 
İşte şimdi arabanın yanında, kapıyı çekiyor, şaşılacak 
şey, kapı açılıyor. Gösterge panelinin üzerine bırakılmış 
anahtar, onu bekliyor. Direksiyana geçip ıslak ayaklarını 
45 


pedallara dayıyor. Hala titriyor. Soğuktan da titriyor. 
Gömleği ve eteği ırmağın tuzlu suyuyla sırılsıklam ol­
muş, sular damlıyor. Anahtarı çevirip yola koyuluyor. 
Ona hayatı dayatmak isteyen kişi boğularak öldü. 
Onun öldürmek istediği ise karnında hala canlı. intihar 
düşüncesinin üstü sonsuza dek çizildi. Tekran yok. Genç 
adam öldü, fetüs hayatta; ve o, kimse ne olduğunu öğ­
renmesin diye elinden geleni yapacak. Titriyor ve iradesi 
yeniden uyanıyor; tek düşündüğü hemen sonrası: Kimse 
fark etmeden arabadan nasıl inecek? Kapıcı odasının 
önünden, üzerindeki ıslak giysilerle, fark edilmeden nasıl 
geçecek? 
Tam o anda, Alain omzunda şiddetli bir darbe his­
setti. 
"Dikkat et salak!" 
Hemen arkasına döndü, hızlı ve enerjik adımlarla 
kaldırırnda yanından geçen bir genç kız gördü. 
"Özür dilerim," diye ( alçak sesle) bağırdı kıza doğru. 
"Hıyar!" diye (yüksek sesle) karşılık verdi kız arkası­
na dönmeden. 
Özürcüler 
Stüdyo dairesinde yalnız olan Alain omzunun hala 
acıdığını fark etti, evvelsi gün, sokaktaki genç kız ona 
öyle sert çarpmıştı ki, kasten yapmış olmalı diye düşün­
dü. Kızın ona "hıyar" diyen tiz sesini unutamıyordu, ken­
di yalvaran sesini duydu yeniden: "Affedersiniz." Arka­
sından da cevap geldi: "Hıyar!" Bir kez daha, bir hiç için 
46 


özür dilemişti! Her defasında bu saçma özür dilerne ref­
leksini neden gösteriyordu? Bunu bir türlü aklından ata­
mayınca, biriyle konuşma ihtiyacı duydu. Madeleine' e 
telefon etti. Madeleine Paris'te değildi, cep telefonu ka­
palıydı. O da Charles'ı aradı, onun sesini duyar duymaz 
özür diledi: "Kızma. Hiç keyfim yok. Sohbet etmeye ih­
tiyacım var. " 
"isabet. Benim de keyfim yok. Senin neden yok? " 
"Çünkü kendime kızdım. Neden kendimi suçlu his­
setmek için her fırsattan yararlanıyorum? " 
"Önemli bir şey değil bu. " 
"Kendini suçlu hissetmek ya da hissetmernek Bence 
her şey burada yatıyor. Hayat, herkesin herkese karşı 
mücadelesidir. Bu malum zaten. Peki, bu mücadele az 
çok medeni bir toplumda nasıl cereyan eder? İnsanlar 
birbirlerini fark ettikleri anda birbirlerinin üzerine atıla­
mazlar. Bunun yerine, başkasının üzerine suçluluğun 
utancını atmaya çalışırlar. Öbürünü suçlu kılan kazanır. 
Hatasını itiraf eden ise kaybeder. Sokakta düşüncelere 
dalmış yürüyorsun. Kızın biri, dünyada bir tek kendisi 
yaşıyormuş gibi, sağına soluna bakmadan, dosdoğru üze­
rine yürüyerek sana doğru geliyor. Çarpışıyorsunuz. Ve 
işte, hakikat anı gelip çatıyor. Kim öbürüne sövecek, kim 
özür dileyecek? Bu örnek bir durum: Aslında, her ikisi 
de hem çarpan hem çarpılan. Ama yine de kendilerini 
hemen, kendiliğinden, çarpan, yani suçlu olarak kabul 
edenler var. Ve bir de kendilerini hemen, kendiliğinden, 
çarpılan olarak kabul edenler yani, öbürünü suçlamayı 
ve cezalandırmayı hakkı olarak görenler var. Bu durum­
da sen, özür mü dilerdin, suçlar mıydın? " 
"Ben kesinlikle özür dilerdim. " 
"Ah, zavallı, o zaman sen de özürcüler ordusuna ait­
sin. Özürlerinle öbürünün gönlünü alabileceğini düşü­
nüyorsun. " 
47 


"Şüphesiz." 
"Ama yanılıyorsun. Özür dileyen kendini suçlu ilan 
eder. Ve kendini suçlu ilan edersen, öbürünü, sana haka­
ret etmeye, herkesin önünde, ölümüne kadar, seni ifşa 
etmeye cesaretlendirirsin. İlk özrün kaçınılmaz sonuçla­
rı işte bunlar." 
"Doğru. Özür dilernernek lazım. Bununla birlikte, in­
sanların, istisnasız hepsinin, gerekmese de, sebepsiz yere, 
abartılı biçimde özür dileyeceği, herkesin özürden bıka­
cağı bir dünyayı tercih ederdim." 
"Çok kederli bir sesle konuştun, " diye şaşkınlığını 
dile getirdi Alain. 
"İki saattir annemden başka bir şey düşünmüyorum." 
"Ne oldu? " 
Melekler 
"Hasta. Hastalığının ciddi olmasından korkuyorum. 
Az önce beni aradı? " 
"Tarbes'dan mı? " 
"Evet." 
"Yalnız mı? " 
"Erkek kardeşi orada. Ama o annemden de yaşlı. He­
men arabaya atlayıp oraya gitmek istiyorum ama bu im­
kansız. Bu akşam, iptal edemeyeceğim bir işim var. Hem 
de dünyanın en aptal işi. Ama yarın, gideceğim . .. " 
"İlginç. Sık sık anneni düşünüyorum." 
"Onu severdin. Muziptir. Yürümekte zorlanmaya baş­
ladı bile ama çok eğleniyoruz." 
48 


"Muziplik yapma huyunu ondan mı aldın?" 
"Olabilir. " 
"Tuhaf" 
"Neden?" 
"Bana anlattıklarından, onu Francis Jammes'in dize­
lerinden çıkmış biri gibi hayal etmiştim . Acı çeken hay­
vanlarla ve yaşlı köylülerle birlikte. Eşeklerin ve melek­
lerin arasında. "
"Evet, " dedi Charles, "o böyledir." Sonra, birkaç sani­
yenin ardından: "Neden melekler dedin?" diye sordu. 
"Buna neden şaşırdın?" 
"Yazdığım oyunda .. . " Kısa bir duraklamadan sonra: 
"Bak, kukla tiyatrosu oyunu bir şakadan ibaret, bir saç­
malık, öyle bir oyun yazmıyorum, sadece hayal kuruyo­
rum ama bundan başka bir şey beni eğlendirmiyor, ne 
yapabilirim ... Bu oyunun son sahnesi için bir melek ha­
yal ediyorum." 
"Bir melek mi? Neden?" 
"Bilmem." 
"Peki oyun nasıl bitecek?" 
"Şu an için, tek bildiğim sonunda bir melek olacağı." 
"Melek senin için ne ifade ediyor?" 
"İlahiyat konusunda pek iyi değilimdir. Meleği daha 
çok, iyiliği için teşekkür etmek istediğimiz birine söyle­
diğimiz: 'Siz bir meleksiniz, ' cümlesinden yola çıkarak 
düşünüyorum. İnsanlar sık sık annerne bunu söyler. Bu 
yüzden onu, eşeklerin ve meleklerin arasında hayal etti­
ğini söylediğinde şaşırdım. 
O böyledir." 
"İlahiyat konusunda ben de pek iyi sayılmam . Tek 
hatırladığım gökyüzünden kovulan melekler olduğu." 
"Evet, gökyüzünden kovulan melekler, " diye tekrar­
ladı Charles. 
"Melekler hakkında başka ne biliyoruz? Bellerinin 
ince olduğunu ... " 
49 


"Gerçekten de, göbekli bir melek hayal etmek zor. " 
"Bir de kanatlannın olduğunu biliyoruz. Aynca, be­
yaz olduklannı. Beyaz. Dinle Charles, yanılrnıyorsam, me­
leklerin cinsiyeti yok. Beyazlıklannın sım budur belki." 
"Belki. " 
"Ve iyiliklerinin." 
"Belki." 
Bir sessizliğin ardından Alain: "Meleklerin göbek de­
liği olur mu?" dedi. 
"Neden sordun? " 
"Meleklerin cinsiyeti yoksa, bir kadının karnından 
doğmamışlar demektir." 
"Öyledir kuşkusuz." 
"O zaman göbek deliği yoktur. " 
"Evet, yoktur kuşkusuz . . . " 
Alain, yazlık bir villanın havuzunun yanı başında, işa­
retparmağıyla on yaşındaki oğlunun göbek deliğine do­
kunan genç kadını düşündü ve Charles' a şöyle dedi: "Tu­
haf Bir süredir, ben de hiç durmadan annemi düşünüyo­
rum . . . mümkün ve mümkün olmayan her durumda . . . " 
"Burada duralım dostum. Şu lanet kokteyle hazır­
lanmalıyım." 
so 


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 
Hepsi keyfin peşinde 



C alihan 
Caliban'ın ilk işi, o zamanlar onun için hayatın anla­
mı demek olan oyunculuktu; resmi belgelerinin üzerinde 
yazılı olarak bu kayıtlıydı ve işsizlik maaşını uzun zaman­
dır işsiz bir oyuncu olarak alıyordu. Sahne üzerinde görü­
lebildiği son defa, Shakespeare'in 
Fırtına 
adlı oyununda 
ada yeriisi Caliban'ı canlandırmıştı. Vücudu kahverengi 
bir boyayla kaplanmıştı, başında siyah bir peruk vardı, bir 
deli gibi haykırıyor, atlayıp zıphyordu. Performansı arka­
daşlarını öyle büyülemişti ki onu, kendilerine bu perfor­
mansını hatırlatan isimle çağırmaya karar vermişlerdi. Bu 
uzun zaman önceydi. O zamandan beri, tiyatrolar ona iş 
vermekte tereddüt ediyordu, işsizlik maaşı da, milyonlar­
ca oyuncunun, dansçının, şarkıcınınki gibi yıldan yıla dü­
şüyordu. Hayatını kişiye özel kokteyller düzenleyerek ka­
zanan Charles'ın onu garson olarak işe alması o sıralarda 
oldu. Böylece Caliban birkaç kuruş kazanabiliyordu an­
cak bunun yanı sıra, her zaman kayıp görevinin peşindeki 
bir oyuncu olarak bu işte, zaman zaman kimlik değiştire­
bilme fırsatının olduğunu da görmüştü. Estetik konusun­
da biraz naif fikirlere sahip biri olarak (aziz patronu, Sha­
kespeare'in Caliban'ı da biraz naif değil miydi?) bir oyun­
cunun başarısının, oynadığı karakter gerçek hayatından 
ne kadar uzak olursa o kadar kayda değer olacağını düşü-
53 


nüyordu. Bu yüzden Charles' a bir Fransız olarak değil, ko­
nuştuğu dili çevresindeki kimsenin bilmediği bir yabancı 
olarak eşlik etmek için ısrar etti. Kendine yeni bir anava­
tan bulması gerektiğinde, belki de hafif esmer teni yüzün­
den, Pakistan'ı seçti. Neden olmasın? Bir anavatan seçmek­
ten daha kolay ne var. Ama o vatanın dilini uydurmak, işte 
o zor. 
Uydurma bir 
dili 
hazırlık yapmadan, sadece otuz sa­
niye, durmadan konuşmayı deneyin! Dönüp dolaşıp aynı 
heceleri tekrar edersiniz ve bir sahtekarlık yaptığınız he­
men ortaya çıkar. Var olmayan bir dil uydurmak, ona her 
şeyden önce akustik bir inandırıcılık vermeyi gerektirir: 
Özel bir fonetik yaratmayı ve "a"yı ya da "o"yu Fransızlar 
gibi telaffuz etmemeyi; sabit bir vurgunun hangi hece­
nin üzerine düştüğüne karar vermeyi gerektirir. Sözün 
doğası gereği, bu anlamsız seslerin geri planında, dilbilgi­
sel bir yapı tasadamak ve hangi sözcüğün 
fiil hangisinin 
isim olduğunu bilmek de tavsiye edilir. Ayrıca iki arkadaş 
söz konusu olduğuna göre, ikincisinin, Fransız olanın, yani 
bu durumda Charles'ın rolünü de belirlemek önemliydi: 
Urduca konuşmayı bilmese de, acil durumlarda, tek ke­
lime Fransızca konuşmadan gerekli konularda anlaşma­
lan için, onun da en azıdan birkaç kelime bilmesi gereki­
yordu. 
Bu zordu ama eğlenceliydi. Ne yazık ki, şakaların en 
hoşu bile yaşlılığın kanunundan kaçamaz. İki arkadaş 
her ne kadar ilk birkaç kokteyl sırasında eğlenseler de, 
Caliban daha hemen başlarda, bütün bu zahmetli kan­
clırmacanın bir işe yaradığından kuşku duymaya başladı; 
zira konuklar ona hiç ilgi göstermiyorlardı, konuştuğu 
dil anlaşılmaz olduğu için onu dinlemiyorlar, yemek ya 
da içmek istedikleri şeyleri basit el kol göstermekle yeti­
niyorlardı. Caliban, seyircisi olmayan bir oyuncuya dö­
nüşmüştü. 
54 


Beyaz ceketler ve Portekizli genç kadın 
D'Ardelo'nun dairesine kokteyl başlamadan iki saat 
önce geldiler. "Madam, bu benim yardımcım. Pakistanlı­
dır. Tek kelime Fransızca bilmez, özür dilerim, " dedi 
Charles ve ardından Caliban, anlaşılmaz birkaç cümle 
sarf ederek Madam D'Ardelo'nun karşısında saygıyla 
eğildi. Bu durumla hiç ilgilenmeyen Madam D'Ardelo' 
nun bezgin kayıtsızlığı, çok emek vererek uydurduğu di­
lin işe yaramadığı hissini doğrulayınca Caliban'ın içini 
melankoli sarmaya başladı. 
Neyse ki Caliban, bu hayal kırklığının hemen ardın­
dan, küçük bir sevinçle teselli buldu: Madam D' Ardelo' 
nun iki beyefendinin hizmetine girmesini buyurduğu 
hizmetçi, gözlerini böylesi egzotik bir varlıktan ayıramı­
yordu. Caliban'la birçok kez konuşmayı denedi, onun bir 
tek anadilini bildiğini anlayınca önce mahcup oldu, ardın­
dan garip bir biçimde rahatladı. Zira kendisi de Portekiz­
liydi. Caliban onunla Urduca konuştuğu için o da sevme­
diği Fransızcayı bir yana bırakıp sadece anadilini kullan­
ma fırsatını yakalamıştı. Anlamadıkları iki dilde kurduk­
ları iletişim onları yakınlaştırdı. 
Evin önünde küçük bir kamyon durdu, iki görevli 
Charles'ın bütün siparişlerini, şarap ve viski şişelerini, 
jambonları, salamları, atıştırmalıkları kamyondan indirip 
mutfağa bıraktı. Hizmetçinin de yardımıyla Charles ve 
Caliban salona yerleştirilmiş uzun masaya devasa bir örtü 
örttüler, tabakları, tepsileri, bardakları ve şişeleri yerleştir­
diler. Sonra, kokteyl saati yaklaşırken Madam D' Arde­
lo'nun onlara tahsis ettiği küçük bir odaya çekildiler. Kü­
çük bir bavulun içinden iki beyaz ceket çıkartıp üzerle­
rine giydiler. Aynaya ihtiyaçları yoktu. Birbirlerine bakın­
ca, kendilerini hafifçe 
gül
rnekten alıkoyamadılar. Bu onlar 
55 


için her zaman kısacık bir keyif anı olmuştu. O an, ha­
yatlarını kazanmak için, zorunlu oldukları için çalıştıkla­
rını neredeyse unutuyorlardı; birbirlerini beyaz, iğreti 
kıyafetleri içinde görünce, eğlendikleri izlenimine kapılı­
yorlardı. 
Charles, Caliban'ı son tepsileri hazırlaması için bıra­
kıp salona doğru uzaklaştı. Kendinden emin, çok genç 
bir kız mutfağa girdi ve hizmetçi kadına dönüp: "Bir sa­
niye için bile olsa salonda görünmeyeceksin! Misafirleri­
miz seni görürlerse kaçarlar ! " dedi. Sonra da Portekizli 
hizmetçinin dudaklarına bakıp kahkahayı bastı: "Bu ren­
gi nereden buldun? Bir Afrika kuşuna benzemişsin! Bu­
renbububu papağanına benzemişsin! " dedi ve gülerek 
mutfaktan çıktı. 
Gözleri dolan Portekizli kız Caliban' a (Portekizce 
olarak): "Madam kibar biri! Ama kızı! Öyle kötü ki! Böy­
le konuştu çünkü sizi beğendi! Etrafta erkekler olduğun­
da, bana hep kötü davranır! Erkeklerin önünde beni aşa­
ğılamak hoşuna gidiyor, " dedi. 
Hiçbir cevap vererneyen Caliban hizmetçi kızın 
saçlarını okşadı. Kız gözlerini ona doğru kaldırıp (Fran­
sızca olarak): "Bakar mısınız, rujum o kadar kötü mü? " 
diye sordu. 
Caliban dudaklarını iyice görsün diye kız başını sağa 
sola döndürdü. 
"Hayır, " dedi Caliban, (Urduca olarak) "rujunuzun 
rengini çok iyi seçmişsiniz . . . " 
Caliban beyaz ceketinin içinde hizmetçiye daha da 
yakışıklı, daha da olağanüstü görünüyordu, kız ona (Por­
tekizce olarak): 
"Burada olmanız beni öyle mutlu ediyor ki, " dedi. 
Caliban da kızın güzel sözlerine kapılıp (yine Urdu­
ca olarak): "Üstelik sadece dudaklarınız değil, yüzünüz, 
5 6


vücudunuz, bir bütün olarak, baştan aşağıya güzelsiniz, 
çok güzelsiniz ... " dedi. 
"Oh, burada olmanız beni öyle mutlu ediyor ki, " 
diye cevapladı kız (Portekizce olarak). 
Duvardaki fotoğraf 
O akşam, sadece kandırmacasını artık hiç eğlenceli 
bulmayan Caliban değil, bütün karakterlerim hüzünle 
gölgel endi: Hasta annesi için duyduğu endişeyi Alain' e 
açan Charles da; hem kendisinin hiç tatmadığı bu anne 
baba sevgisiyle hem de ona yabancı olsa da içinde nos­
talji uyandıran bir dünyaya ait yaşlı, köyde yaşayan bir 
kadının hayaliyle duygulanan Alain de. Alain konuşmayı 
uzatmak istese de, ne yazık ki Charles' ın acelesi vardı ve 
telefonu kapatması gerekmişti. Bunun üzerine Alain, Ma­
deleine'i aramak üzere cep telefonunu aldı. Telefon boş 
yere çalıp durdu. Böyle anlarda sıkça yaptığı gibi, Alain 
bakışlarını duvarda asılı bir fotoğrafa çevirdi. Stüdyo da­
iresinde başka hiç fotoğraf yoktu; onun dışında: genç bir 
kadının yüzü; annesininki. 
Alain 'in doğumundan birkaç ay sonra, keturu oldu­
ğu için onun hakkında tek bir kötü söz söylemeyen ko­
casını terk etmişti. Duyarlı ve müşfik bir adamdı. Bir ka­
dının, bu kadar duyarlı ve müşfık bir adamı nasıl terk ede­
bildiğini, hele çocukluğundan beri (değilse de, ana rahmi­
ne düştüğünden beri) kendisi de duyarlı ve müşfik olan 
oğlunu (bunun farkındaydı) nasıl terk edebildiğini çocuk 
anlamıyordu. 
5 7


"Nerede yaşıyor?" diye sormuştu o zaman babasına. 
"Muhtemelen Amerika' da." 
" 'Muhtemelen' de ne demek?" 
"Adresini bilmiyorum." 
"Ama adresi sana bildirmek onun sorumluluğu." 
"Bana karşı hiçbir sorumluluğu yok." 
"Peki bana karşı? Benden haber almak istemiyor 
mu? Ne yaptığımı bilmek istemiyor mu? Onun hakkın­
da ne düşündüğümü öğrenmek istemiyor mu?" 
Bir gün babası artık kendine hakim olamayıp: "Ma­
dem ısrar ediyorsun, söyleyeyim: Annen senin doğmanı 
hiç istemedi. Buralarda dolanmanı, kendini üzerinde iyi 
hissettiğin bu koltuğa gömülüp oturmanı hiç istemedi. 
Seni istemiyordu. Şimdi aniadın mı?" dedi. 
Baba saldırgan biri değildi. Ne var ki tüm ihtiyatlığı­
na rağmen, bir insan eviadının dünyaya gelmesini engel­
lemek isteyen bir kadınla yaşadığı muazzam fikir uyuş­
mazlığını saklamayı başaramamıştı. 
Alain'in annesiyle, kiralık bir yazlık villanın havuz 
başındaki son karşılaşmasından daha önce söz etmiştim. 
O zaman on yaşındaydı. Babası öldüğünde ise on altı. 
Cenaze töreninden birkaç gün sonra, bir aile albümün­
den annesinin fotoğrafını çıkarıp almış, onu çerçevelet­
miş sonra da duvara asmıştı. Stüdyo dairesinde neden 
babasının hiç fotoğrafı yoktu? Bilmiyorum. Peki bu 
mantıksız mıydı? Elbette. Adaletsiz miydi? Hiç şüphe­
siz. Ama öyleydi: Dairesinin duvarlarında sadece bir tek 
fotoğraf asılıydı: annesininki. O fotoğrafla zaman zaman 
konuşurdu: 
58 


Bir özürcü nasıl dünyaya getirilir 
"Neden kürtaj olmadın? Sana engel mi oldu?" 
Fotoğraftan gelen ses ona yanıt verdi: 
"Bunu hiç öğrenemeyeceksin. Benim hakkımda uy­
durduğun her şey, bir peri masalından ibaret. Ama seviyo­
rum 
senin peri masallannı. Benden, genç bir adamı nehir­
de boğan bir katil yaratsan bile. Hepsi hoşuma gidiyordu. 
Devam et Alain. Anlat! Hayal kur! Ben dinliyorum." 
Alain de hayal etti: Babasını annesinin üzerinde ha­
yal etti. Birleşmeden önce, annesi onu uyarmıştı: "Hapı­
mı almadım, dikkatli ol!" B abası annesine güvence ver­
mişti. Annesi de endişe duymadan sevişmişti, sonra ada­
mın yüzünde beliren ve gittikçe büyüyen zevk ifadesini 
görünce: "Dikkatli ol!" diye, sonra da: "Hayır, hayır! iste­
miyorum, istemiyorum!" diye bağırmaya başladı, ne var 
ki adamın yüzü gitgide kızardı, kızardı ve iğrenç bir hal 
aldı, kadın kendisine sımsıkı yapışan o ağırlaşmış bedeni 
itti, debelendi ama adam ona daha da sıkı sanlmaya baş­
layınca, bunun sebebinin uyanlmanın adamın gözlerini 
kör etmesi değil bir arzu, soğuk ve önceden tasarlanmış 
bir arzu olduğunu anladı, diğer yandan kadının hissettiği 
arzunun ötesinde bir duyguydu; nefretti hissettiği, mü­
cadeleyi kaybedince daha da şiddetlenen bir nefret. 
Bu Alain'in anne ve babasının cinsel birleşmesini ilk 
hayal edişi değildi; bu birleşme onu hipnotize ediyor
ona, her insanın rahme düştüğü anın kopyası olduğunu 
düşündürüyordu. Aynanın önünde dikildi ve onu dünya­
ya getirten eşzamanlı çifte nefretin izlerini görebilmek 
için dikkatle yüzünü inceledi: Adamın orgazm olduğu 
anda, adamın nefreti ve kadının nefreti; müşfık ve fizik­
sel olarak güçlü olanın nefretinin, cesur ve fiziksel olarak 
zayıf olanın nefretiyle çiftleşmesi. 
59 


Sonra, bu çifte nefretin meyvesinin bir özürcüden 
başka bir şey olamayacağını söyledi kendi kendine: Ba­
bası gibi müşfik ve duyarlıydı; ve annesinin onu gördüğü 
gibi, bir davetsiz misafir olarak kalacaktı. Hem bir davet­
siz misafir hem de müşfik olan biri, acımasız bir mantı­
ğın sonucu olarak, hayatı boyunca özür dilemeye mah­
kumdur. 
Alain duvarda asılı duran yüze baktı ve bir kez daha, 
ıslak elbisesinin içindeki mağlup haliyle arabaya binen, 
kapıcı odasının önünden fark edilmeden süzülen, merdi­
veni çıkan, davetsiz misafir bedeninden çıkıncaya kadar 
kalacağı daireye çıplak ayaklarıyla giren kadını gördü. 
Birkaç ay sonra, her ikisini de terk etmek üzere çıkacak­
tl 
oradan. 
Ramon kokteyle çok keyifsiz geliyor 
Luxembourg Bahçesi'ndeki karşılaşmalarının sonra­
sında hissettiği merhamet duygusuna rağmen Ramon, 
D'Ardelo'nun sevmediği türden İnsanlardan olduğu ger­
çeğine dair hiçbir şeyi değiştiremedi. Üstelik, ikisinin or­
tak yanları olmasına rağmen bu böyleydi: Başkalarının 
gözlerini kamaştırma; eğlenceli bir fikirle onları şaşırt­
ma, onların gözleri önünde bir kadını fethetme tutkusu. 
Ne var ki Ramon bir narsisist değildi. Gösterişi sevmekle 
birlikte haset duygusundan korkardı; hayran olunmak 
hoşuna gidiyordu ama hayranlardan kaçıyordu. Özel ha­
yatında aldığı bazı yaraların ardından ama özellikle ge­
çen sene o uğursuz emekliler kervanına katılması gerek-
60 


tiğinden beri, ağırbaşlılığı yalnızlık aşkına dönüşmüştü; 
vaktiyle onu gençleştiren konformist olmayan sözleri, 
şimdi onu yanıltıcı görünüşüne rağmen, modası geçmiş, 
zaman dışı bir karakter, yani yaşlı biri yapıyordu. 
Bu yüzden eski meslektaşının (o daha emekli olma­
mıştı) onu davet ettiği kokteyle gitmeme kararı aldı ve 
bu kararını son ana, ta ki Charles ve Caliban gitgide daha 
sıkıcı bir hal alan garsonluk görevlerini sadece onun var­
lığının çekilir kılacağına dair yemin edene kadar değiştir­
medi. Yine de Ramon çok geç, davetlilerden birinin ev 
sahibinin onuruna bir söylev çekmesinden çok sonra gel­
di. Daire tıklım tıklım doluydu. Konuklardan kimseyi ta­
nımayan Ramon, iki arkadaşının arkasında içki servisi 
yaptığı uzun masaya yöneldi. Keyifsizliklerini dağıtmak 
için Ramon onlara uydurdukları Urducayı taklit ederek 
birkaç kelime söyledi. Caliban da aynı uydurma dilin otan­
tik versiyonuyla ona cevap verdi. 
Sonra elinde bir bardak, keyifsiz keyifsiz yabancılar 
arasında dolanırken, holün kapısına doğru dönmüş bazı 
kişilerin heyecanı Ramon'un ilgisini çekti. Holde, ellile­
rinde, ince uzun, güzel bir kadın belirdi. Kadının başı ar­
kaya doğru hafifçe eğilmişti, önce geriye doğru atıp son­
ra zarifçe öne düşmelerine izin verdiği saçlarının arasın­
dan birçok defa ellerini geçirdi; ve yüzündeki zarif trajik 
ifadeyi her birine ayrı ayrı sundu; davetiiierin hiçbiri 
kadınla daha önce tanışmamıştı ama hepsi onu fotoğraf­
larından tanıyordu: La Franck'dı bu. Kadın uzun masası­
nın önünde durdu, eğildi ve yoğun bir dikkatle Caliban' a 
beğendiği çeşitli kanepeleri gösterdi. 
La Franck'ın tabağı az sonra doldu, Ramon, D'Ar­
delo'nun Luxembourg Bahçesi'nde ona anlattıklarını dü­
şündü: Kadın sevgilisini yeni kaybetmişti, onu o kadar 
tutkuyla sevmişti ki, göklerden gelen sihirli bir buyrukla, 
adamın öldüğü an duyduğu keder yoğun bir mutluluğa 
6 1


dönüşmüş ve yaşama arzusu yüz kat artmıştı. Ramon 
onu inceliyordu: Kadın kanepeleri ağzına atıyordu, sonra 
yüzü güçlü çiğneme hareketleriyle oynuyordu. 
D'Ardelo'nun kızı (Ramon onu daha önce görmüş­
tü) ince uzun, meşhur kadını fark ettiğinde, ağzının oy­
naması durdu (o da bir şeyler çiğniyordu) ve hacakları 
koşmaya başladı: "Sevgili dostum!" Kız onu kucaklamak 
istedi ama meşhur kadının karnının önünde tuttuğu ta­
bak ona engel oldu. 
"Sevgili dostum!" diye tekrarladı kız, bu sırada La 
Franck ağzındaki büyük ekmek ve salarn kütlesiyle uğra­
şıyordu. Hepsini yutamayınca, lokmayı azıdişleriyle ya­
nağı arasındaki yere i tmek için dilini kullandı; sonra güç­
lükle, söylediklerinden bir şey anlamayan kıza birkaç ke­
lime etmeyi denedi. 
Ramon onları daha yakından gözlernek için öne doğ­
ru iki adım attı. Genç D'Ardelo kendi ağzındaki lokmayı 
yutmuştu ve çınlayan bir sesle: "Her şeyi biliyorum, her 
şeyi biliyorum! Sizi hiç yalnız bırakmayacağız! Hiç!" 
diye ilan etti. 
La Franck, gözleri boşluğa sabitlenrniş olarak (Ra­
man, kadının onunla konuşanın kim olduğunu bilmedi­
ğini anladı) lokmanın bir parçasını ağzının ortasına ge­
çirdi, çiğnedi, yansını yuttu ve, "İnsan dediğin yalnızlık­
tan ibarettir," dedi. 
"Oh, ne kadar da doğru!" diye bağırdı genç D' Ardelo. 
"Yalnızlıklarla çevrili bir yalnızlık," diye ekledi La 
Franck, sonra ağzındakinin geri kalanını çiğnemeden yut­
tu ve arkasını dönüp başka bir yere gitti. 
Kendisi farkında olmasa da, Ramon'un yüzünde kü­
çük, hoş bir gülümseme belirrnişti. 
62 


Alain dolabın yukansına bir şişe arınanyak 
koyuyor 
Ramon'un yüzünü ansızın aydınlatan bu küçük gü­
lümsemeyle neredeyse aynı anda, Alain'in de bir özür­
eünün yaradılışı hakkındaki düşünceleri bir telefon ziliy­
le kesiliverdi. Arayanın Madeleine olduğunu hemen an­
ladı. Bu ikisinin, bu denli az ortak ilgi alanına sahip olup 
da nasıl hep bu kadar uzun ve bu kadar zevk alarak ko­
nuşabildiklerini anlamak zor doğrusu. Ram on, insanların 
birbirlerini anlayamadan konuştukları, her biri Tarih'in 
farklı birer noktasında yükselen rasathandere dair teori­
sini anlatırken, Alain'in aklına hemen kız arkadaşı gelmiş­
ti; zira onun sayesinde, gerçek aşıkların diyaloglarının bile, 
eğer doğum tarihleri birbirinden çok uzaksa, karşılıklı 
olarak büyük oranda anlaşılmazlıklar gizleyen iki mano­
loğun birbirinin içine geçmesinden başka bir şey olmadı­
ğını öğrenmişti. İşte bu yüzden, Maddeine'in örneğin, es­
kinin meşhurlarının isimlerini bozarak söylemesinin on­
lardan bahsedildiğini hiç duymamış olduğundan mı kay­
naklandığını yoksa herkese, kendisi dünyaya gelmeden 
önce olup bitenlere en küçük bir ilgi duymadığını gös­
termek için kasten mi isimlerle alay ettiğini hiç bilmiyor­
du. Alain bundan rahatsızlık duymuyordu. Olduğu haliy­
le onunla birlikte olmak onu eğlendiriyordu, üstelik son­
rasında yeniden, Bosch'un, Gaugin'in (ayrıca başka bil­
mem kimlerin) tablolarının röprodüksiyonu olan ve iç 
dünyasını sınırlayan afişleri astığı stüdyosundaki yalnız­
lığına döndüğünde daha da mutlu olabiliyordu. 
Altmış yıl önce doğmuş olsaydı sanatçı olacağına 
dair muğlak bir fıkre sahip olmuştu hep. Gerçekten de 
muğlak bir fikirdi bu; zira sanatçı kelimesinin bugün ne 
anlama geldiği bilmiyordu. Vitrin tasarımcısına dönüş-
63 


müş bir ressam mı? Bir şair mi? Şairler hala var mı? Şu 
son haftalarda onu keyiflendiren şey Charles'ın fantezi­
sinin, kukla oyununun, tam da hiçbir anlamı olmadığı 
için onu cezbeden bu anlamsızlığın bir parçası olmak 
olmuştu. 
Yapmaktan hoşlanacağı şeyi yaparak hayatını kaza­
namayacağını bilerek (peki ne yapmaktan hoşlanacağını 
biliyor muydu?) öğrenim hayatının ardından, özgünlü­
ğünü, fikirlerini, yeteneklerini değil sadece aklını kullan­
masını gerektiren, yani farklı canlılarda sadece niceliği 
belirlenebilen, kiminde daha az kiminde daha çok bulu­
nan -ki Alain daha çok bulunanlardan dı- şu aritmetiksel 
olarak ölçülebilen yeteneği değerlendireceği, iyi maaş 
aldığı, ara sıra bir şişe arınanyak satın alabileceği bir iş 
seçmişti. Birkaç gün önce, etiketindeki tarihin kendi do­
ğum tarihiyle tuttuğunu fark edince bir şişe arınanyak 
almıştı. Şişeyi doğum gününde arkadaşlarıyla birlikte za­
ferini, şiire duyduğu naçizane hürıneti sayesinde, asla 
tek bir dize bile yazmamaya ant içen büyük şairin zafe­
rini kutlamak üzere açacağına dair kendine söz vermişti. 
Madeleine'le yaptığı uzun sohbet sonrasında halin­
den memnun hatta neredeyse neşe içinde, elindeki ar­
manyak şişesiyle bir sandalyeye çıkıp onu yüksek (çok 
yüksek) bir dolabın üzerine koydu. Sonra parkeye otu­
rup duvara dayandı, gözlerini şişeye dikti, onu yavaşça 
kraliçeye dönüştürüyorlardı. 
64 


Quaquelique'in keyfe çağnsı 
Alain dolabın üzerindeki şişeye bakarken, Ramon 
da olmak istemediği bir yerde olduğu için kendine kızı­
yordu; bu insanların hiçbirinden hoşlanmıyordu; ve bil­
hassa 
D' 
Ardelo'yla karşılaşmaktan sakınmaya çalışıyor­
du ki, birkaç metre ötede onu gördü, La Franck'ın karşı­
sına geçmiş onu belagatiyle cezbetmeye çalışıyordu; Ra­
mon bir kez daha, Caliban' ın üç davetlinin bardağına Bor­
deaux şarabı koymakla meşgul olduğu uzun masanın ya­
kınlarına sığındı; Caliban jest ve mimikleriyle onlara şara­
bın ender rastlanan kalitede olduğunu telkin ediyordu. 
Adetleri bilen beyler kadehlerini havaya kaldırdılar, uzun­
ca bir süre avuçlannın içinde ısıttılar, şarabın bir yudumu­
nu ağızlannda beklettiler, birbirlerine, önce büyük bir 
konsantrasyonu sonra da şaşkınlık dolu bir hayranlığı ifa­
de eden yüzlerini gösterdiler ve büyülendiklerini yüksek 
sesle ilan ederek bu faslı bitirdiler. Bütün bunlar, bu zevk 
şenliği konuşmaya başlamalanyla aniden kesilineeye ka­
dar altı üstü bir dakika sürdü, onları pür dikkat izleyen 
Ramon, üç mezarcının, tabutunun üzerine muhabbetle­
rinin toprağını ve tozunu atarak yüce şarap zevkini topra­
ğa verdikleri bir cenaze törenine katıldığı izlenimine ka­
pıldı; yüzünde bir kez daha küçük bir gülümseme şekil­
lendiği sırada, arkasından çok zayıf, zar zor duyulan, vızıl­
tıyı andıran bir ses duyuldu: "Ramon! Burada ne işin var?" 
Ramon arkasına döndü: "Quaquelique! Asıl senin 
burada ne işin var?" 
"Yeni bir sevgili arayışındayım," diye yanıtladı Qua­
quelique, hiç mi hiç ilgi çekici olmayan küçük suratı ışıl­
dadı. 
65 


"Dostum," dedi Ramon, "hala seni tanıdığım günkü 
gibisin." 
"Bilirsin, sıkıntı işte, daha kötüsü yoktur. Bu yüzden 
sevgili değiştiriyorum. Bu da olmasa hiç keyfim olmaz!" 
"Ah 
keyif!" diye haykırdı Ramon bu kelimeyle ay­
dınlanmış gibi. "Evet, söylemiştin! Keyif! Bütün mesele 
bu, gerisi hikaye! 
Ah, 
seni yeniden görmek ne hoş! Daha 
birkaç gün önce, arkadaşlarıma senden bahsediyordum, 
oh benim Quaqui'm, benim Quaqueli'm, sana aniataca­
ğım öyle çok şey var ki . . . " 
Aynı anda, birkaç adım ötede, önceden tanıdığı genç 
bir hamının güzel yüzünü fark etti; bu onu büyüledi; 
aynı zaman diliminde mükemmelen birbirine bağlanan 
bu beklenmedik iki karşılaşma ona enerji yüklemiş gi­
biydi; kafasında "keyif' sözcüklerinin yankısı bir çağrı 
gibi çınlıyordu. "Affedersin," dedi Quaquelique' e, "ko­
nuşmaya sonra devam ederiz, şimdi . . . anlarsın ya . . . " 
. Quaquelique gülümsedi: "Tabii ki anlarım! Hadi git, 
hadi!" 
"Sizi tekrar gördüğüme çok sevindim Julie," dedi 
Ramon genç kadına. "Görüşmeyeli bir asır oldu." 
"Bu sizin hatanız," dedi genç kadın, küstahça gözle­
rinin içine bakarak. 
"Bu uğursuz davete hangi saçma nedenle geldiğimi 
bilmiyordum, ta ki şu ana kadar. Artık biliyorum." 
"Ve bir anda, uğursuz davet uğursuz olmaktan çık­
tı," diyerek güldü Julie. 
"Onu uğurlu yapan sizsiniz," dedi Ramon, o da gü­
lüyordu. "Peki sizi buraya hangi rüzgar attı?" 
Julie üniversite camiasından yaşlı (çok yaşlı) bir ün­
lünün etrafını saran çemberi işaret eden bir hareket yap­
tı: "Söyleyecek bir sözü her zaman vardır," dedi sonra da, 
"bu gece sizi tekrar görmek için sabırsızlanıyorum . . . " 
diye ekledi. 
66 


Keyfi son derece yerinde olan Ramon, gözucuyla 
uzun masanın ardındaki Charles' a baktı, arkadaşı tuhaf 
bir dalgınlık içindeydi, gözlerini yukanda bir yerlere dik­
mişti. Bu garip duruş Ramon'un merakını uyandırdı, 
sonra kendi kendine: Yukarıda olup bitenle ilgilenme­
mek ne büyük zevk, burada aşağıda olmak ne büyük 
zevk dedi; ve gitmekte olan Julie'ye baktı; kalçasının ha­
reketleri onu selamlıyor, davet ediyordu. 
67 



BEŞİNCi BÖLÜM 
Tavanın altında küçük bir tüy 
süzülüyor 



Tavanın altında küçük bir tüy süzülüyor 
" . . . Charles'ı gördü, tuhaf bir dalgınlık içindeydi, 
gözlerini yukarıda bir yerlere dikmişti . . . " Bunlar önceki 
bölümün son paragrafında yazdığım son sözcükler. Peki 
Charles yukarıda neye bakıyordu? 
Tavanın altında hafifçe salınan minicik bir nesne; 
aheste aheste süzülen, inen, çıkan küçücük bir tüy. Ta­
haklar, şişeler ve bardaklada kaplı uzun masanın arkasın­
daki Charles ayakta, hareketsiz duruyordu, başı hafifçe 
arkaya eğilmişti, aynı anda, bu duruşun meraka düşür­
düğü davetliler de birbiri ardına onun bakışını takip et­
meye başlamışlardı. 
Küçük tüyün avare salmışını dikkatle izlerken, Char­
les yüreğinin daraldığını hissetti; şu son birkaç haftadır 
düşündüğü meleğin, ona şimdiden buralarda bir yerde, 
çok yakında olduğunu haber verdiği geldi aklına. Belki 
de cennetten kovulmadan önce ürkmüş, zar zor görülen 
bu minicik tüyün, hissettiği kaygının bir izi gibi, yıldız­
lada paylaştığı mutlu hayatından bir anı gibi, gelişini an­
latan ve yaklaşan sonu bildiren bir kartvizit gibi, kana­
dından düşmesine göz yummuştu. 
Oysa Charles sonla yüzleşmeye henüz hazır değildi; 
son, onu ertelemeyi isterdi. Gözünün önünde hasta an­
nesinin görüntüsü beliriverdi, kalbi sıkıştı. 
7 1


Yine de tüy oradaydı işte, bir yükseliyor bir alçalıyor­
du, aynı anda salonun ters köşesindeki La Franck da tava­
na doğru bakıyordu. Tüy konahilsin diye, işaretparmağını 
uzatarak elini havaya kaldırdı. Ama tüy La Franck'ın par­
mağından kaçıp avareliğine devam etti. . .
Bir düşün sonu 
Küçük tüy, La Franck'ın havadaki elinin üzerinde 
başıboş gezintisine devam ediyordu, büyük bir masanın 
etrafında toplanmış, ortada salınan küçük bir tüy olmasa 
da, gözlerini yukarıya dikmiş yirmi kadar adam hayal et­
tim; onları korkutan şeyin ne (öldürülebilir bir düşman 
gibi) karşılarında ne de (gizli polisin açığa çıkarabileceği 
bir tuzak gibi) aşağılarında olması, görünmez, bedensiz, 
anlaşılmaz, ele geçirilemez, cezalandırılamaz ve muzip 
bir gizeme sahip bir tehdit gibi üzerlerinde bir yerlerde 
bulunması, onları daha da sersemletmiş ve germişti. Ara­
larından birkaçı nereye gideceklerini bilerneden sandal­
yelerinden kalktı. 
Büyük masanın başında kayıtsızca oturmuş hornur­
danan Stalin' i gördüm: "Sakin olun ödlekler! Neden kork­
tunuz?" dedi. Sonra daha yüksek sesle ekledi: "Oturun, 
toplantı bitmedi!" 
Pencerenin yanından Molotov fısıldadı: "Josef, bir 
şeyler olacak. Senin heykellerini yıkacakları söyleniyor." 
Sonra Stalin'in alaycı bakışları eşliğinde, sessizliğinin ağır­
lığı altında, uysalca başını eğdi ve masadaki sandalyesine 
gidip tekrar oturdu. 
72 


Hepsi yerlerine döndüklerinde Stalin: "Buna bir dü­
şün sonu denir! Bütün düşler bir gün biter. Bu kaçınıl­
maz olduğu kadar beklenmediktir de. Bunu bilmiyor 
musunuz cahiller?"dedi. 
Hepsi sustu, bir tek Kalinin kendine hakim olama­
yarak yüksek sesle: "Ne olursa olsun, Kaliningrad sonsu­
za kadar Kaliningrad olarak kalacak!" diye beyan etti. 
"Hak ettiği gibi. Ayrıca, Kant'ın isminin sonsuza ka­
dar seninkiyle birlikte anılacağını bilmek beni çok mutlu 
ediyor," diye yanıtladı Stalin, gitgide neşeleniyordu. "Zira 
biliyorsun, Kant bunu kesinlikle hak ediyor." Neşeli ve 
bir o kadar da yalnız kahkahası büyük salonda uzun süre 
başıboş dolanıp durdu. 
Ramon'un şakaların sonu için ağıtı 
Stalin'in kahkahasının uzaklardan gelen yankısı sa­
landa hafifçe titreşti. Charles uzun içki masasının arka­
sından, gözlerini dikmiş La Franck'ın havada duran işa­
retparmağının üzerindeki küçük tüye bakıyordu hala, 
Ramon ise bütün bu yukarı çevrilmiş başların ortasında, 
Julie'yle birlikte görünmeden, gizlice sıvışabileceği anın 
gelmiş olmasına seviniyordu. Sağına soluna bakındı, Ju­
lie ortada yoktu. Sesini hala duyuyordu; son sözleri bir 
davet gibi kulağında çınlıyordu. Ona selamlar yollayarak 
uzaklaşan muhteşem kalçalarını hala görüyordu. Tuvale­
te mi gitmişti acaba? Makyajını mı tazeliyordu? Ramon 
kısa bir koridora girdi ve kapının önünde bekledi. İçeri­
den birçok kadın çıktı, ona şüpheyle baktılar ama Julie 
73 


görünmedi. Apaçık ortadaydı. Julie çoktan gitmişti. Onu 
başından savmıştı. Ansızın, bu kasvetli topluluğu bırakıp 
gitmek geldi içinden, hemen, hiç vakit kaybetmeden ora­
yı terk etmek; ve çıkışa doğru yöneldi. Ama birkaç adım 
atmıştı ki elinde bir tepsiyle Caliban önünde beliriverdi: 
"Tanrım, Ramon, ne kadar kederli görünüyorsun! Hemen 
bir viski al." 
İnsan bir arkadaşına nasıl somurtur? Birdenbire kar­
şılaşmalarının zaten karşı konulmaz bir çekiciliği vardı: 
Etraftaki bütün dangalaklar da, hipnotize olmuş gibi, baş­
larını yukarı çevirmiş aynı saçma yere baktıklarına göre, 
nihayet Caliban'la aşağıda, zeminde, tüm samimiyetiyle, 
bir özgürlük adasındaymış gibi yalnız kalabilirdi. Dur­
dular, Caliban eğlenceli bir şeyler söylemek için Urduca 
bir cümle söyledi. 
Ramon cevap verdi (Fransızca olarak) : "Bu şahane 
dilbilimsel performansın için seni kutlarım dostum. Ama 
neşelendirmek yerine, beni yine kedere boğdun." 
Ramon tepsiden bir bardak viski aldı, içti, bardağı 
tepsiye bıraktı, bir kadeh daha aldı ve elinde tuttu: "Char­
les ve sen, züppelerin uşaklığını yaptığınız bu sosyete 
kokteylleri sırasında eğlenmek için bu Urdu dili saçmalı­
ğını uydurdunuz. Bu kandırmaca eğlencesinin sizi koru­
ması gerekiyordu. Bu zaten hepimizin stratejisiydi. Bu 
dünyayı ne tersine döndürmenin ne onu yeniden düzen­
lemenin ne de bilinmeyene doğru hızla ilerleyen bu uğur­
suz koşuyu engellemenin mümkün olduğunu aniayalı 
uzun zaman oldu. Mümkün olan tek bir direniş vardı: 
dünyayı ciddiye almamak Ama şakalanmızın gücünü kay­
bettiğini fark ettim. Neşelenmek için kendini Urduca ko­
nuşmaya zorluyorsun. Nafile. Tek hissettiğin yorgunluk ve 
bıkkınlık." 

Bir süre sustu ve Caliban'ın işaretparmağını dudak­
larına götürdüğünü gördü. 
74 


"Ne oldu?" 
Caliban başıyla, iki-üç metre ötelerindeki kısa boy­
lu, kel bir adamı işaret etti, başını yukarıya doğru çevir­
memiş onlara bakan tek insan oydu. 
"Eee ?" dedi Ram on. 
"Fransızca konuşma! Bizi dinliyor," diye fısıldadı Ca­
liban. 
"Peki seni endişelendiren ne?" 
"Rica ediyorum, Fransızca konuşma! Sanırım bir sa­
attir beni izliyor." 
Arkadaşının asıl sıkıntısını anlayan Ramon, Urduca 
beklenmedik birkaç kelime etti. 
Caliban tepki vermedi, sonra, biraz sakinleşince: 
"Şimdi başka bir yere bakıyor," dedi, ardından: "Gitti," 
diye ekledi. 
Altüst olan Ramon kadehteki viskiyi içti, boş barda­
ğı tepsiye koyup düşünmeden bir kadeh daha aldı (şim­
diden üç olmuştu). Ardından, ciddi bir ses tonuyla ko­
nuştu: "Seni temin ederim, bu olasılık aklımın ucundan 
bile geçmemişti. Meğer durum buymuş! Ya hakikatin 
uşaklarından biri senin Fransız olduğunu keşfedersel O 
zaman elbette şüpheli haline geleceksin! Kimliğini sak­
lamanın karanlık bir nedeni olduğunu düşünecekler kuş­
kusuz! Polisi arayacaklar! Sorgulanacaksın! Urduca ko­
nuşmanın bir şaka olduğunu söyleyeceksin. Onlar da 
gülecekler: Ne aptalca bir bahane diyecekler! Kuşkusuz 
kötü bir şey yapmaya hazırlanıyordun! Bileklerini kelep­
çeyi vuracaklar!" 
Caliban'ın yüzünde yeniden beliren endişeyi gördü: 
"Hayır, hayır, az önce söylediklerimi unut! Saçmaladım. 
Abarttım!" Sonra sesini alçaltarak ekledi: "Ama seni anlı­
yorum. Şakalar tehlikeli olmaya başladı. Tanrım, bunu 
bilmen gerekir! Stalin'in arkadaşlarına anlattığı keklik 
hikayesini hatırla. Tuvaletten haykıran Kruşçev'i hatırla! 
75 


Onun, hakikatin büyük kahramanının, nasıl da aşağıla­
yarak tısladığını hatırla! O sahne gelecekten haber veri­
yordu! Yeni bir zamanı başiatıyordu gerçekten. Şakaların 
alacakaranlığı! Şaka-sonrası dönem! " 
Julie ve kalçasının gittiği üç saniyelik zaman dilimi 
yeniden gözlerinin önüne gelince, Ramon'un yüzünden 
bir kez daha küçük bir hüzün bulutu geçti; bardağındaki 
viskiyi bir dikişte içti, kadehi tepsiye bıraktı, bir tane daha 
aldı (dördüncüyü) ve ilan etti: "Sevgili dostum, özledi­
ğim bir tek şey var, gamsızlık! " 
Caliban hala etrafına bakınıyordu; kısa boylu, kel 
adam ortalarda yoktu; bu onu sakinleştirdi; gülümsedi. 
Ramon söze devam etti: "Ah gamsızlık! Hegel oku­
dun mu hiç? Elbette okumadın. Kim olduğunu bile bil­
miyorsun. Ama bizi yaratan efendimiz, vaktiyle, beni 
Hegel çalışmaya zorlamıştı. Komik üzerine düşüncesin­
de, Hegel gerçek mizahın sonsuz gamsızhktan ayrı düşü­
nülemeyeceğini söyler, iyi dinle, söylediği harfiyen şu­
dur: 'sonsuz gamsızlık'; 
unendliche Wohlgemutheit.1 
Alay­
la, satirle, sarkazmla değil. Altındaki insanların sonsuz 
aptallığını ancak sonsuz gamsızlığın yükseklerinden göz­
lemleyebilir ve ona gülebilirsin." 
Kısa bir duraksamanın ardından, elinde bardağı, ya­
vaşça: "Peki nasıl ulaşacağız bu gamsızlığa? " Viskiyi içti 
ve boş bardağı tepsiye bıraktı. Caliban ona hoşça kal der 
gibi gülümsedi, arkasını döndü ve uzaklaştı. Ramon ko­
lunu uzaklaşan arkadaşına doğru uzattı ve bağırdı: "Peki 
nasıl ulaşacağız bu gamsızlığa? " 
1. (Aim.) Sonsuz gamsızlık. (Ç.N.) 
76 


La Franck gidiyor 
Ramon'un sorusuna cevaben duydukları sadece çığ­
lıklar, kahkahalar ve alkışlar oldu. Başını salonun öbür 
köşesine çevirdi, küçük tüy nihayet, elini büyük bir sen­
foninin son ölçülerini yöneten bir orkestra şefi gibi müm­
kün olduğunca yükseğe kaldırmış olan La Franck'ın işa­
retparmağına inmişti. 
Heyecanlanan kalabalık yavaş yavaş sakinleşti, eli ha­
la havada olan La Franck (ağzında bir lokma pasta olma­
sına rağmen) borazan gibi tiz bir sesle nutuk çekmeye 
başladı: "Gökyüzü bana hayatıının öncekinden de güzel 
olacağına dair bir işaret yolladı. Yaşam ölümden daha 
güçlüdür; çünkü yaşam ölümle beslenir!" 
La Franck sustu, onu dinleyen kalabalığa baktı ve 
pastadan artakalan son parçaları yuttu. 
Etraftaki insanlar alkışlıyordu, D' Ardelo herkesin adı­
na onu gösterişli biçimde öpmek istermiş gibi La Franck' a 
yaklaştı. Ama La Franck onu görmedi, eli hala havaday­
dı, küçük tüy başparmağıyla işaretparmağının arasınday­
dı, dans adımlanyla, zarifçe sekerek çıkışa doğru ilerledi. 
Ramon gidiyor 
Büyülenen Ramon salıneyi seyrediyordu, gülüşün 
bedeninde yeniden doğduğunu hissetti. Gülüş mü? He­
gelci gamsızlık, yukanlardan onu nihayet fark edip evin­
de ağırlamaya karar mı vermişti yoksa? 

gülüşü yakala-
7 7


yıp onu mümkün olduğunca uzun süre içinde tutmasına 
dair bir işaret değil miydi bu? 
Kaçamak bakışı D'Ardelo'nun üzerine kondu. Gece 
boyunca bundan sakınınayı başarmıştı. Nezaket gereği 
yanına gidip ona hoşça kal demesi gerekir miydi? Hayır! 
Gamsızlığının bu yegane anını mahvetmeyecekti! 
Neşeliydi ve tam anlamıyla sarhoştu, merciivenden 
indi, kendini sokağa attı ve bir taksi bakındı. Arada bir, 
tutamadığı kahkahalar atıyordu. 
Havva'nın ağacı 
Ramon taksi arıyordu, Alain de stüdyo dairesinde 
yere oturmuştu, sırtını duvara dayamıştı, başı öne düş­
müştü; belki de uyuyakalmıştı. Bir kadın sesiyle uyandı: 
"Daha önce bana anlattığın her şeyi seviyorum, uy­
durduğun her şeyi seviyorum ve bunlara ekieyecek hiç­
bir şeyim yok. Belki, göbek deliği hariç. Senin için, göbek 
deliği olmayan kadın, bir melek. Benim içinse, ilk kadın, 
Havva. Bir karından doğmadı, bir kapristen, yaratanın kap­
risinden doğdu. İlk göbek bağı, onun vajinasından, göbek 
deliği olmayan bir kadının vajinasından çıktı. Eğer İncil' e 
inanacak olursam, her birinin ucunda küçük bir erkeğin 
ya da küçük bir kadının bağlı olduğu başka göbek bağla­
rı da ondan çıktı. Erkek bedenlerinin devamlılığı yoktu, 
tamamen lüzumsuzdular, öte yandan her kadının cinsel 
organından, ucundaki başka bir küçük erkek ya da. ka­
dınla birlikte, bir başka göbek bağı çıkıyordu ve bütün 
bunlar milyonlarca ve milyonlarca kez tekrarlandı, deva-
78 


sa bir ağaca, bedenierin sonsuzluğuyla oluşan bir ağaca
kolları göğe dokunan bir ağaca dönüştü. Bu koskocaman 
ağacın kökünün tek bir küçük kadının, ilk kadının, gö­
bek deliksiz zavallı Havva'nın vajinasında olduğunu ha­
yal et. 
Ben hamile kaldığımda, kendimi bu ağacın bir par­
çası olarak görüyordum, onun kordonlarından birine ası­
lıydım, ve senin de, doğmadan önce, bedenimden çıkan 
kordona bağlı olarak boşlukta salındığını düşündüm; ve 
o andan itibaren, aşağıda, göbek deliksiz kadını boğazla­
yan bir katil olduğunu hayal ettim, onun can çekiştiğini, 
öldüğünü, çürüdüğünü hayal ettim, öyle ki, kökü onda 
olan bu devasa ağaç aniden köksüz, temelsiz kaldı; yıkıl­
maya başladı, sonsuz dallarının bardaktan boşanırcasına 
yağan bir yağmur gibi düştüğünü gördüm; söylediğimi iyi 
anla, hayalini kurduğum şey insanlık tarihinin sona er­
mesi, geleceğin yok olması değildi; hayır, hayır, arzu etti­
ğim şey, insanların, gelecekleriyle ve geçmişleriyle birlik­
te, başlangıçları ve sonlarıyla birlikte, var oldukları tüm 
süreyle birlikte, tüm hafızalanyla birlikte, Neron'la ve Na­
poleon'la birlikte, Buddha'yla ve İsa'yla birlikte tamamen 
yok olmasıydı, ne yaptığını; ve hiç kuşkusuz ona en ufak 
bir zevk vermeyen sefil çiftleşmesinin bize ne korkulara 
mal olduğunu bilmeyen aptal bir ilk kadının göbek delik­
siz karnında kök salmış ağacın yıkılmasını arzu ettim . .

Annenin sesi kesildi, Ramon bir taksi çevirdi, duvara 
yaslanmış Alain ise yeniden uyuyakaldı. 
79 



ALTINCI B ÖLÜM 
Meleklerin düşüşü 



Marlana'ya veda 
Son davetliler de gidince, Charles ve Caliban yeni­
den sıradan varlıklara dönüşrnek için beyaz ceketlerini 
valizlerine koydular. Kederlenen Portekizli kadın, tabak­
ları, çatal bıçakları, şişeleri topladı, ertesi gün görevlile­
rin onları götürmeleri için hepsini mutfağın bir köşesine 
koymalarına yardım etti. İyi niyetiyle onlara faydalı ol­
maya çalışıyor, yanlarından hiç ayrılmıyordu, saçma sa­
pan manasız cümleler kuramayacak kadar yorgun olan 
iki arkadaş durup dinlenecek, Fransızca anlamlı iki cüm­
le edecek bir saniye bulamamışlardı. 
Beyaz ceketinden kurtulunca Caliban Portekizli ka­
dının gözüne, zavallı bir hizmetçiyle bile rahatça konuşa­
bilecek, yeryüzüne basit bir adam olarak inmiş bir Tanrı 
gibi göründü. 
"Söylediklerimden hiç bir şey anlamıyor musunuz 
sahiden?" diye sordu kadın (Fransızca olarak). 
Caliban çok yavaşça, her heceyi itinayla tane tane 
telaffuz ederek bir şeyler söyledi (Urduca olarak), gözle­
ri kadınınkilere dalmıştı. 
Kadın da, yavaşça konuşulduğunda bu dili anlaması 
mümkün olacakmış gibi dikkatle onu dinledi. Ama ye­
nilgisini itiraf etmek zorunda kaldı: "Yavaş konuşsanız 
da, hiçbir şey anlamıyorum," dedi mutsuzlukla. Ardın-
83 


dan Charles' a dönerek, "Ona kendi dilinde bir şeyler 
söyleyebilir misiniz?" diye sordu. 
"Yalnızca çok basit ve mutfakla ilgili şeyler söyleye-
bilirim." 
"Biliyorum," diye iç geçirdi kadın. 
"Onu beğendiniz mi?" diye sordu Charles. 
"Evet," dedi kadın, lupkırmızı kesilmişti. 
"Sizin için ne yapabilirim? Onu beğendiğinizi söyle­
yeyim mi?" 
"Hayır," diye cevap verdi kadın şiddetle başını salla­
yarak "Ona deyin ki, deyin ki . . . " Düşündü: "Deyin ki, 
burada, Fransa'da kendisini çok yalnız hissediyor olmalı. 
Çok yalnız. Demek isterim ki, bir şeye ihtiyacı olursa, bir 
yardıma, hatta yemek yemeye . . . ben . . . " 
"Adınız nedir?" 
"Mariana." 
"Siz bir meleksirriz Mariana. Yolculuğumun ortasın­
da çıkagelen bir melek." 
"Ben melek değilim." 
Aniden endişeye kapılan Charles karşı çıkmadı: 
"Ben de öyle olmadığını umuyorum. Çünkü ancak yol­
culuğun sonuna doğru melek görürüm. Ve sonu da, ola­
bildiğince uzağa kovalamak isterim." 
Charles annesini düşünürken Mariana'nın ricasını 
unuttu, kadın ona yalvaran bir sesle: "Mösyö sizden rica 
etmiştim, ona . . . " diye hatıriatınca anımsadı. 
"Ah, evet," dedi Charles ve bir sürü saçma sapan sesi 
yan yana getirerek Caliban'la konuştu. 
Caliban Portekizli kadına yaklaştı. Onu dudaklann­
dan öptü, kadının dudaklan sımsıkı kapalı old�ğundan 
öpüşmeleri son derece iffetli oldu. Sonra kadın koşarak 
kaçtı. 
Bu iffet, iki arkadaşı nostaljik bir ruh haline soktu. 
Sessizce merdiveni inip arabaya bindiler. 
84 


"Caliban! Uyan! Sana göre değildi!" 
"Biliyorum ama bırak da üzüleyim! İyilik dolu biri o, 
ben de onun için iyi bir şey yapmak isterdim." 
"Ama sen onun için iyi bir şey yapamazsın. Varlığınla 
ona yalnızca kötülük yaparsın," dedi Charles ve gaza bastı. 
"Biliyorum. Ama elimden bir şey gelmiyor. Beni nos­
taljiye sürükledi. İffete özlem duydum." 
"Ne? İffet mi?" 
"Evet. Saçma sapan sadakatsiz koca şöhretime rağ­
men iflah olmaz bir iffet özlemi var içimde!" dedi Cali­
han ve ekledi: "Alain' e gidelim." 
"Çoktan uyudu." 
"Uyandırırız. içmek istiyorum. Seninle ve onunla. İf­
fetin ihtişamına kadeh tokuşturmak istiyorum." 
Mağrur yükseklerdeki arınanyak şişesi 
Sokakta saldırgan ve uzun bir korna sesi yükseldi. 
Alain pencereyi açtı. Caliban arabanın kapısını çarptı ve 
aşağıdan bağırdı: "Biziz. Gelebilir miyiz?" 
"Evet! Yukarı çıkın!" 
Caliban merdivenden: "Evde içecek bir şeyler var 
mı?" diye haykırdı. 
"Seni tanıyamıyorum! Alkol düşkünü değildin sen!" 
dedi Alain kapıyı açarken. 
"Bugün bir istisna! İffete kadeh kaldırmak istiyo­
rum!" dedi Caliban arkasından gelen Charles'la birlikte 
daireye girerken. 
Üç saniyelik bir duraksamanın ardından Alain yine 
85 


müşfik haline büründü: "Gerçekten iffete kadeh kaldır­
mak istiyorsan, elinde rüya gibi bir fırsat var . . . " dedi ve 
arınanyak şişesiyle taçlanan dolabı işaret etti. 
"Telefon etmem lazım Alain," dedi Charles; konuş­
masına şahit olmasınlar diye koridora girdi ve kapıyı ar­
kasından kapattı. 
Caliban dolabın üzerindeki şişeye hayranlıkla bakı­
yordu: "Armanyak!" 
"Bir kraliçe gibi kurumlansın diye onu yükseğe koy­
dum," dedi Alain. 
"Kaç yıllık?" Caliban şişenin etiketini okumaya ça­
lıştı, sonra hayranlıkla: "Oh hayır! Mümkün değil!" dedi. 
"Şişeyi aç," diye buyurdu Alain. Caliban bir sandalye 
alıp üzerine çıktı. Ama sandalyenin üzerindeyken bile, 
mağrur yükseklerdeki ulaşılmaz şişenin dibine zor doku­
nuyordu. 
Schopenhauer' a göre dünya 
Aynı büyük masanın başında, aynı yoldaşlada çevre­
lenmiş olarak oturan Stalin, Kalinin' e döndü: "İnan bana 
dostum, ünlü Immanuel Kant'ın şehrinin isminin sonsu­
za dek Kaliningrad kalacağına benim de hiç şüphem yok. 
Doğduğu şehrin isim babası olarak, Kant'ın en önemli 
görüşünün ne olduğunu anlatabilir misin bize?" 
Kalinin'in hiçbir fikri yoktu. Yoldaşlannın cehale­
tinden usanan Stalin soruya kendi cevap verdi. 
"Yoldaşlar, Kant'ın en önemli görüşü, 'kendinde 
şey' dir, buna Almanca da 
'Ding an 
sic h' 
denir. Kant, görü-
86 


nüşlerimizin ardında nesnel, bununla birlikte gerçek bir 
şey, bir ' 
Ding 
olduğunu düşünüyordu. Ama bu görüş yan­
lıştır. Görünüşterimizin ardında gerçek hiçbir şey, hiçbir 
'kendinde şey', hiçbir 
'Ding an 
sich' 
yoktur." 
Hepsi kendinden geçmiş onu dinliyordu, Stalin de­
vam etti: "Hakikate en yakın olan Schopenhauer' dı. Scho­
penhauer'ın en önemli görüşü neydi yoldaşlar?" 
Hepsi mümeyyizin alaycı bakışlarından kaçıyordu, 
meşhur alışkanlığı gereği Stalin soruya kendisi cevap 
verdi: 
"Schopenhauer'ın en önemli görüşü, yoldaşlar, dün­
yanın, görünüş ve iradeden ibaret olduğuydu. Bu da, gör­
düğümüz haliyle dünyanın ardında nesnel hiçbir şey, hiç­
bir 
'Ding an 
sich' 
olmadığı, bu görünüşü var etmek, onu 
gerçek kılmak için bir iradenin, onu dayatacak çok bü­
yük bir iradenin olması gerektiği anlamına gelir." 
Jdanov çekinerek itiraz etti: "Bir görünüş olarak dün­
ya mı Josef! Bizi hayatın boyunca, bunun burjuva sınıfı­
nın idealist felsefesinin bir yalanı olduğunu ileri sürmeye 
zorladın!" 
Stalin: "Bir iradenin temel özelliği nedir yoldaş Jda­
nov?" 
Jdanov sustu, Stalin cevap verdi: "Özgürlüğü. istedi­
ğini ileri sürebilir. Geç bunu. Doğru soru şu: Dünyanın 
gezegendeki insan sayısı kadar görünüşü var; bu da kaçı­
nılmaz olarak kaosa yol açıyor; bu kaos nasıl düzene so­
kulur? Cevap açık: Herkese tek bir görünüş dayatarak 
Bu da ancak, bir tek iradenin, bir tek büyük iradenin, 
bütün iradelerin üzerindeki bir iradenin dayatmasıyla 
olur. Ben de, gücüm yettiğince bunu yaptım işte. Ve sizi 
temin ederim, büyük bir iradenin etkisi altında, insanlar 
sonunda neye olsa inanırlar! Neye olsa, yoldaşlar!" Stalin 
sesinde bir mutlulukla güldü. 
87 


Keklik hikayesini amınsayınca iş arkadaşlarına, özel­
likle de o anda yanakları kızaran ve bir kez daha yürekli 
olmaya cesaret eden kısa ve şişman Kruşçev' e muzipçe 
baktı: "Yine de, yoldaş Stalin, senden gelen ne olursa ol­
sun inanmış olsalar da, bugün sana artık hiç inanmıyorlar." 
Masaya atılan ve her yerde çınlayan bir 
yumruk 
"Her şeyi anlamışsın," diye yanıtladı Stalin: "Bana 
inanınayı bıraktılar. Çünkü iradem yorgun düştü. Tama­
men bu düşe adadığım ve bütün dünyanın ciddiye aldığı 
zavallı iradem. Bütün gücümü buna adadım, kendimi bile 
feda ettim. Şimdi sizden, bana cevap vermenizi istiyo­
rum yoldaşlar: Kendimi kim için feda ettim?" 
Afallayan yoldaşlar ağızlarını açmaya yeltenmediler 
bile. 
Stalin'in kendisi cevap verdi: "Kendimi, yoldaşlar, 
insanlık için feda ettim." 
Hepsi rahatlamış gibi, bu büyük lafları başlarını salla­
yarak onayladı. Kaganoviç işi alkışlamaya kadar götürdü. 
"Peki insanlık nedir? Nesnel hiçbir yanı yoktur, be­
nim öznel görünüşümden ibarettir: Kendi etrafımda, 
kendi gözlerimle görebildiklerimdir. Peki, kendi gözle­
rimle sürekli gördüğüm nedir yoldaşlar? Yirmi dört kek­
lik hikayeme verip veriştirrnek için kendinizi kapattığı­
nız tuvaleti hatırlayın! Koridorda bağırıp çağırınanızı din­
lerken çok eğlenmiştim ama bir yandan da kendi kendi-
88 


me: Bütün gücümü bu hıyarlar için mi harcıyorum diye 
sormuştum. Bunlar için mi yaşadım ben? Bu sefiller için 
mi? Aşırı sıradan bu ahmaklar için mi? Bu pisuar Sakra­
tesleri için mi? Ve sizi düşünürken, irademin zayıfladığı­
nı, yorgun düştüğünü, yıprandığını hissettim; ve düş, 
benim irademin artık destekleyemediği güzel düşümüz, 
sütunlan yıkılan devasa bir yapı gibi yerle bir oldu." 
Ve Stalin bu çöküşü tasvir etmek için, yumruğunu 
masaya indirdi. 
Meleklerin düşüşü 
Stalin'in yumruğu kulaklarında uzun süre çınladı. 
Pencereye doğru bakan Brejnev kendine hakim olamadı. 
Gördüğü inanılır gibi değildi: Çatıların altında, kanatları 
iki yana açılmış bir melek asılıydı. Sandalyesinden kalktı: 
"Bir melek, bir melek!" diye bağırdı. 
Diğerleri de kalktılar: "Melek mi? Ben görmüyo-
rum!" 
"Bakın! Yukarıda!" 
"Tanrım, bir tane daha! Düşüyor! " diye ah etti Beria. 
"Geri zekalılar, daha çok melek göreceksiniz düşen," 
diye soludu Stalin. 
"Melek, bir işaret!" diye ilan etti Kruşçev. 
"işaret mi? Neyin işareti?" diye haykırdı Brejnev, kor­
kudan donup kalmıştı. 
89 



ılianmış arınanyak parkeye akıyor 
Sahi, bu düşüş neyin işaretiydi? Arkasından başkası 
gelmeyecek, katledilen bir ütopyanın mı? Hiç izi kalma­
yacak bir çağın mı? Boşluğa atılan kitapların, tabloların 
mı? Bir daha Avrupa olmayacak Avrupa'nın mı? Bir daha 
kimsenin gülmeyeceği şakaların mı? 
Elindeki şişeye sıkıca sarılmış halde sandalyeden dü­
şen Caliban'ı görünce dehşete düşen Alain bu soruları 
sormuyordu kendine. Caliban'ın yerde sırtüstü yatan vü­
cuduna doğru eğildi, hiç kıpırdamıyordu. Bir tek, kırık şi­
şeden sızan yıllanmış (oh, hem de çok yıllanmış) arınan­
yak parkeye akıyordu. 
Bir yabancı, sevgilisine veda ediyor 
Aynı anda, Paris'in öbür ucunda, güzel bir kadın ya­
tağında uyanıyordu. O da, masaya indirilen bir yumru­
ğunkini andıran şiddetli ve kısa bir ses duymuştu; kapalı 
gözlerinin ardında, rüyalarının anısı hala tazeydi; yan uy­
kulu haliyle, rüyalannın erotik olduğunu anımsıyordu; net 
görüntüleri hafifçe gölgelenmişti ama kendini iyi hisse­
diyordu; zira büyüleyici ya da unutulmaz olmasalar da, 
bu rüyalar kesinlikle eğlencelilerdi. 
Sonra birinin: "Çok güzeldi," dediğini duydu, gözle­
rini açıp kapının yanında gitmek üzere olan bir adam 
görmesi de o anda oldu. Çok yükseklerden gelen bu za­
yıf, ince, kırılgan ses adamın kendisine benziyordu. Ada-
90 


mı tanıyor muydu? Tabii ya, hayal meyal hatırlıyordu: 
D'Ardelo'nun evinde, ona aşık olan yaşlı Ramon'un da 
bulunduğu bir kokteyldeydi; ondan kurtulmak için bir 
yabancının kendisine eşlik etmesine izin vermişti; ada­
mın çok kibar olduğunu hatırlıyordu, neredeyse görün­
mezdi ve o kadar mesafeliydi ki, birbirlerinden ne zaman 
ayrıldıklarını anımsamıyordu bile. Aman Tannm, ayrılmış­
lar mıydı? 
"Gerçekten çok güzeldi Julie," diye tekrar etti adam 
kapının yanından; biraz şaşıran Julie, adamın geceyi ke­
sinlikle onunla aynı yatakta geçirdiğini söyledi kendi 
kendine. 
Kötü işaret 
Quaquelique elini bir kez daha kaldınp son kez ve­
dalaştı, sonra sokağa çıkıp mütevazı arabasına bindi, o 
sırada, Paris'in öbür ucundaki bir stüdyo dairede Cali­
ban, Alain'in yardımıyla yerden kalkıyordu. 
"Bir şeyin var mı?" 
"Hayır, yok. Her şey yolunda. Arınanyak dışında . . .
Hepsi gitti. Özür dilerim Alain!" 
"Özürcülük benim rolüm," dedi Alain, "o hasarlı 
sandalyeye çıkınana izin vermek benim suçumdu." Son­
ra, endişeyle ekledi: "Topallıyorsun dostum!" 
"Çok azıcık ama önemli değil." 
Tam o anda, Charles koridordan geldi ve cep telefo­
nunu kapadı. Tuhaf bir şekilde eğilmiş olan Caliban'ı 
gördü, kınk şişe hala elindeydi. "Ne oldu?" diye sordu. 
9 1


"Şişeyi kırdım," diye açıkladı Caliban. "Hiç arınan­
yak kalmadı. Kötü bir işaret." 
"Evet, kötü bir işaret. Hiç vakit kaybetmeden Tar­
bes'a gitmem lazım," dedi Charles. "Annem ölüm döşe­
ğinde." 
Stalin 
ve 
Kalinin kaçıyorlar 
Bir meleğin düşmesi, hiç şüphe yok ki bir işarettir. 
Kremlin'in salonunda, hepsi gözlerini pencerelere dik­
mişti, hepsi korkuyordu. Stalin gülümsedi ve kimsenin 
ona bakmamasından istifade ederek salonun bir köşesin­
deki küçük, gizli kapıya doğru uzaklaştı. Kapıyı açtı, 
kendini küçücük bir odada buldu. Odada, resmi ünifor­
masının güzel ceketini çıkardı, eski ve yıpranmış bir par­
ka giydi, sonra uzun namlulu bir av tüfeği aldı. Bir keklik 
avcısına dönüşmüş olarak salona döndü ve koridora açı­
lan büyük kapıya yöneldi. Herkes gözlerini dikmiş pen­
cerelere bakıyordu, kimse onu fark etmedi. Son anda, eli­
ni kapının takınağına atacağı sırada, yoldaşlarına son bir 
muzip bakış atmak istermişçesine, bir saniyeliğine dur­
du. Bakışlarının Kruşçev' inkilerle karşılaşması işte tam o 
anda oldu: "Bu o! Kıyafetini gördünüz mü? Herkesi avcı 
olduğuna inandıracak! Bu çirkefın içinde bizi yalnız bı­
rakacak! Ama suçlu o! Biz hepimiz kurbanlarız! Onun 
kurbanları!" 
Stalin koridorcia uzaklaştı bile, Kruşçev duvarları 
dövdü, masaya vurdu, kötü boyanmış Ukrayna malı de­
vasa batlarının içinde tepindi. Öbürlerini de öfkelenme-
92 


leri için kışiartınca az sonra hepsi birden bağırmaya, hay­
kırmaya, tepinmeye, zıplamaya başladı, duvarı, masayı 
yumrukladılar, sandalyelerini yere çarptılar, öyle ki oda 
cehennem! bir gürültüyle çınladı. Eskiden, mala verdik­
lerinde, tuvalette, çiçeklerle süslü, renkli, seramik pisuar­
lann önünde toplandıklarındakine benzer bir curcunay­
dı bu. 
Eskiden olduğu gibi hepsi oradaydı; sadece Kalinin 
gizlice uzaklaşmıştı. Kendisine musaHat olan o korkunç 
işeme isteğiyle Kremlin'in koridorlarında geziniyordu, 
hiç pisuar bulamayınca, dışarı çıkıp sokaklarda koşmaya 
başladı. 
93 



YEDiNCİ BÖLÜM 
Kayıtsızlık şenliği 



Motosiklet hakkında diyalog 
Alain'in ertesi gün sabah on bire doğru, arkadaşlan 
Ramon ve Caliban'la Luxembourg Bahçesi'nin yakının­
daki müzenin önünde randevusu vardı. Stüdyo dairesin­
den çıkmadan önce, fotoğraftaki annesine "hoşça kal" de­
mek üzere arkasına döndü. Sonra sokağa çıkıp evinden 
az öteye park ettiği motosikletine doğru yürüdü. Bacakla­
nnı iki yana açıp motosikletine bindiği sırada, arkasında 
bir vücudun oturduğu hissine kapıldı. Madeleine onunla 
birlikteymiş de, hafifçe ona dakunuyormuş gibiydi. 
Bu yanılsama onu heyecanlandırdı; sevgilisine his­
settiği aşkın ifadesiymiş gibi geldi, gaza bastı. 
Sonra arkasından gelen bir ses duydu: "Seninle yine 
konuşmak istiyorum." 
Hayır, Madeleine değildi bu. Annesinin sesini tanıdı. 
Sokakta trafik vardı, sesi yine duydu: "Aramızda hiç­
bir yanlış anlaşma olmadığından ve birbirimizi doğru 
anladığımızdan emin olmak istiyorum ... 

Alain fren yapmak zorunda kaldı. Yolun karşına 
geçmek isteyen bir yaya önüne fırlamıştı, şimdi de arka­
sını dönmüş ona tehditler savuruyordu. 
"Dürüst olacağım. Bu yönde talebi olmayan birini 
dünyaya yollamak bana oldum olası korkunç gelmiştir." 
"Biliyorum," dedi Alain. 
9 7


"Etrafına bir bak: Gördüğün insanlardan hiçbiri, bu­
rada kendi iradeleriyle bul
unrn
uyorlar. Bu söylediğim, tüm 
hakikatierin en hanali elbette. Öyle banal ve öyle önemli 
ki, bunu görmeyi ve duymayı bir kenara bıraktık." 
Alain yoluna, onu birkaç dakikadır iki yandan sıkıştı­
ran bir kamyonla bir arabanın arasında devam ediyordu. 
"Herkes insan haklan hakkında konuşup duruyor. 
Palavra! Hayatın hiçbir hakkın üzerine kurulu değil. Bu 
insan hakları neferleri, kendi iradenle hayatını sonlandır­
mana bile izin vermezler." 
Kavşakta kırmızı ışık yandı. Alain durdu. Sokağın 
iki 
yanındaki yayalar karşı kaldırıma geçmek üzere yürüme­
ye başladılar. 
Anne konuşmaya devam etti: "Şu insanlara bak! Bak! 
Gördüklerinin en azından yarısı çirkin. Çirkin olmak da 
insan haklarının bir parçası mı? Peki, hayatın boyunca bu 
çirkinlikle yaşamanın ne demek olduğunu biliyor mu­
sun? Hiç ara vermeden? Cinsiyetini de kendin seçmedin. 
Gözlerinin rengini de. Yaşadığın yüzyılı da. ülkeni de. 
Anneni de. Önemi olan hiçbir şeyi kendin seçmedin. Bir 
insanın sahip olabileceği haklar, uğruna savaşılmasını ya 
da meşhur Beyannameler yazılmasını gerektirecek hiçbir 
neden bulunmayan zırvalardan ibaret!" 
Alain tekrar yola koyuldu, annesinin sesi yumuşadı: 
"Olduğun halinle buradasın çünkü ben zayıf davrandım. 
Bu benim hatamdı. Senden beni affetmeni rica ediyo-
rum. " 
Alain susuyordu, sonra cılız bir sesle, "Kendini ne­
den suçlu hissediyorsun? Dağınama engel olacak gücü 
bulamadığın için mi? Yoksa, tesadüf eseri, pek de kötü 
olmayan hayatımla uzlaşamadığın için mi?" diye sordu. 
Bir sessizliğin ardından anne cevap verdi: "Belki de 
sen haklısın. O halde 
iki 
kere suçluyum." 
98 


"Özür elilernesi gereken benim," dedi Alain. "Bir te­
zek gibi düşüverdim hayatına. Amerika'ya kadar kovala­
dım seni." 
"Özür dilemeyi bırak! Hayatım hakkında ne biliyor­
sun, benim küçük budalam? Sana budala demerne izin 
veriyor musun? Evet, kızına, sen benim için bir budala­
sm. Peki budalalığın nereden kaynaklanıyor biliyor mu­
sun? İyiliğinden! Tuhaf iyiliğinden!" 
Luxembourg Bahçesi'nin önünde durdular. Alain 
motosikletini park etti. 
"Karşı çıkma, bırak özür dileyeyim," dedi Alain. "Ben 
bir özürcüyüm. Beni böyle imal ettiniz, sen ve o. Ve bir 
özürcü olarak, sen ve ben, birbirimizden özür dilediği­
mizde kendimi mutlu hissediyorum. Karşılıklı özür dile­
mek güzel değil mi?" 
Sonra müzeye doğru ilerlediler: 
"İnan bana," dedi Alain, "az önce söylediklerinin hep­
sine katılıyorum: Hepsine. Senin ve benim hemfikir ol­
mamız güzel değil ini? Aramızdaki uyum, güzel değil 
mi?" 
'1\lain! Alain!" Konuşmaları bir erkek sesiyle yarıda 
kesildi: "İlk defa görmüş gibi bakıyorsun bana!" 
Ramon, Alain'le göbek deliği çağı hakkında 
konuşuyor 
Evet, bu Ramon'du. "Bu sabah Caliban'ın karısı ara­
dı," dedi Alain' e. "Bana dün geceden bahsetti. Her şeyi 
biliyorum. Charles Tarbes' a gitti. Annesi ölüm döşeğinde." 
99 


"Biliyorum," dedi Alain. "Peki Caliban'ı biliyor mu­
sun? Benim evde sandalyeden düştü." 
"Kansı söyle�. Üstelik o kadar hafife alınacak bir 
şey değilmiş. Yürümekte zorlanıyormuş, kansı öyle dedi. 
Canı yanıyormuş. Şimdi uyuyor. Bizimle birlikte Cha­
gall sergisini görmek istiyordu. Göremeyecek. Ben de öy­
le. Kuyrukta beklerneye tahammülüro yok. Baksana!" 
Ramon müzenin girişine doğru ağır ağır yürüyen 
kalabalığı işaret eden bir hareket yaptı. 
"Kuyruk o kadar da uzun değil," dedi Alain. 
"O 
kadar uzun olmayabilir ama yine de yıldıncı." 
"Kaç kere sergiye gelip geri döndün?" 
"Üç oldu. Öyle ki, sanki aslında buraya Chagall'i de­
ğil de, haftadan haftaya daha da uzayan kuyruğu, yani git­
gide daha da kalabalıklaşan gezegeni görmeye geliyormu­
şuro gibi oldu. Şunlara bak! Birdenbire Chagall'i sevme­
ye 
mi 
başladılar sence? Nereye olsa gitmeye, ne olursa 
yapmaya hazırlar, bunun tek sebebi de, sahip olduklan 
zamanı nasıl öldüreceklerini bilememeleri. Hiçbir şey 
bilmiyorlar, güdülmeye göz yumuyorlar. Güdülmeye son 
derece yatkınlar. Özür dilerim. Hiç keyfim yok. Dün çok 
içtim. Gerçekten çok içtim." 
"Pekala, ne yapmak istiyorsun?" 
"Parkta dolaşalım! Hava güzel. Pazarlan biraz daha 
kalabalık olur, biliyorum. Ama sorun değil. Bak! Güneş!" 
Alain karşı çıkmadı. Park huzurluydu gerçekten de. 
Koşan insanlar, gelip geçenler vardı, çimenlerin üzerinde 
çember oluşturmuş ağır ağır, tuhaf hareketler yapan in­
sanlar vardı, dondurma yiyenler, tel örgülerin ardında 
tenis oynayanlar vardı . . .
"Burada," dedi Ramon, "kendimi daha iyi hissediyo­
rum. 
Elbette, tekbiçimlilik her yerde hüküm sürüyor. Ama 
bu park, daha büyük bir biçim yelpazesi sunuyor hiç de­
ğilse. Böylece, bireysellik yanılsamasını koruyabiliyorsun." 
1 00 


"Bireysellik yanılsaması. . . İlginç: Birkaç dakika önce, 
tuhaf bir sohbet yaptım." 
"Sohbet mi? Kiminle?" 
"Bir de şu göbek deliği. . . " 
"Hangi göbek deliği?" 
"Sana daha önce bahsetmedim mi? Bir süredir, gö­
bek deliği hakkında çok düşünüyorum . . . " 
Sanki görünmez bir yönetmen ayarlamış gibi, göbek 
delikleri zarifçe açıkta bırakılmış çok genç iki kız geçti 
yanlarından. 
Ramon sadece: "Hakikaten," diyebildi. 
Alain ise: "Günümüzün modası, göbek deliğini açık­
ta 
bırakmak. En az on yıldır böyle," dedi. 
"Bütün modalar gibi bu da geçer." 
"Ama yeni bin yılın açılışını göbek deliğinin yaptığı­
nı unutma! Sanki bu sembolik tarihte biri, asırlardır işin 
özünü yani, bireyselliğin bir yanılsama olduğunu görme­
mizi engelleyen bir storu kaldırmış gibi!" 
"Evet buna hiç şüphe yok ama bunun göbek deliğiy­
le ne alakası var?" 
"Kadın cinselliğinin bazı altın noktalan vardır: Ben 
hep bunların üç tane olduğunu düşünmüşümdür: Uy­
luklar, kalçalar, memeler." 
Ram on düşündü: "Neden olmasın . . . " dedi. 
"Sonra günün birinde anladım ki, bunlara bir dör­
düncü eklemek gerek: Göbek deliği." 
Ramon kısaca düşündükten sonra: "Evet, olabilir," 
diye ekledi. 
Alain de: "Her kadının uyluklannm, memelerinin, 
kalçalannın biçimi farklı," dedi. "Bu da demek oluyor ki, 
bu üç altın nokta yalnızca uyarıcı değil, aynı zamanda 
bir kadının bireyselliğinin de ifadesi. Sevdiğin kadının 
kalçalarını başkasınınkiyle kanştırmazsın. Sevdiğin kal­
çalan yüzlercesi arasından tanırsın. Oysa, sevdiğin kadım 
1 0 1


göbek deliğinden ayırt edemezsin. Bütün göbek delikleri 
aynıdır." 
İki arkadaşın önünden gülüp bağrışarak koşturan en 
az yirmi çocuk geçti. 
Alain devam etti: "Bu dört altın noktanın her biri 
erotik bir mesaj içeriyor. Ben de, kendime, göbek deliği­
nin taşıdığı erotik mesaj nedir acaba diye soruyorum." 
Kısa bir sessizlikten sonra, "Kesin olan bir şey var," diye 
ekledi Alain, "uyluklann, memelerin ve kalçalann tersi­
ne, göbek deliği ait olduğu kadın hakkında hiçbir şey 
söylemiyor, kadın olmayan bir şeyden bahsediyor." 
"Neden bahsediyor?" 
"Fetüsten." 
"Tabii ya, fetüsten," diye onayladı Ramon. 
Alain devam etti: '�k, bir zamanlar, bireysel, ben­
zersiz olanın şöleniydi, biricik olanın, hiçbir tekrara kat­
lanamayanın ihtişamıydı. Oysa göbek deliği tekrara baş 
kaldırmamakla kalmıyor, o bizzat, tekrara bir davet. Ve 
biz de, bu bin yılda, göbek deliği burcunun altında yaşa­
yacağız. Bu burcun altında her birimiz, sevdiği kadına de­
ğil, tek bir anlamı, tek bir amacı, her cinsel arzunun tek 
geleceğini ifade eden, karnın ortasındaki aynı küçük de­
liğe sabitlenip bakan seks askerleriyiz." 
Sohbetleri beklenmedik bir karşılaşmayla yanda ke­
sildi. Karşıların dan, aynı ağaçh yolda yürüyen D' Ardelo 
geliyordu. 
1 02 


D' Ardelo geliyor 
O da çok içmişti, iyi uyumamıştı, şimdi de kendine 
gelmek için Luxembourg Bahçesi'nde bir gezintiye çık­
mıştı. Ramon karşısına çıkıverince önce malıcup oldu. 
Onu kokteyline nezaketen davet etmişti; zira kutlama 
için ona iki kibar garson ayarlamıştı. Ama bu emeklinin 
kendisi için artık hiçbir önemi kalmayınca, D' Ardelo onu 
karşılayıp hoş geldin demek için bile bir saniye ayırma­
mıştı. Şimdiyse, suçluluk duygusuyla kollarını iki yana 
açıp: "Ramon! Dostum!" diye bağırmıştı. 
Ramon, eski meslektaşına "hoşça kal" bile demeden 
kokteylden sıvıştığını anımsıyordu. Ama D'Ardelo'nun 
gösterişli selarnı vicdanını rahatlattı, o da kollarını iki yana 
açıp, "Merhaba dostum!" diye bağırdı ve arkadaşı Alain'i 
takdim edip içtenlikle onlara katılmaya davet etti. 
D'Ardelo, ölümcül hastalığına dair söylediği garip 
yalanı uydurmasına neden olan beklenmedik fikrin bu 
parkta aklına geldiğini anımsıyordu. Şimdi ne yapacaktı? 
İnkar edemezdi; tek yapabileceği, ağır hasta olmaya de­
vam etmekti; zaten, bunu çok da can sıkıcı bulmuyordu, 
keyifli halini hastalık yüzünden dizginlemesinin hiç ge­
rekli olmadığını çabucak anlamıştı; zira matrak ve eğlen­
celi sözler, feci şekilde hasta olan bir adamı daha da çe­
kici ve takdire şayan kılıyordu. 
Böylece, Ram on ve arkadaşıyla, bir çok kez tekrarla­
dığı gibi iç dünyasının en gizli köşesi, "köyünün" bir par­
çası olan bu park hakkında teklifsizce ve neşeyle konuş­
maya başladı; tüm o şair, ressam, bakan, kral heykellerin­
den bahsediyordu; "Bakın," dedi, "geçmişin Fransa'sı hala 
yaşıyor!" Sonra zarif, neşeli bir ironiyle, her biri baştan 
ayağa tüm azametleri içinde büyük birer kaidenin üzeri­
ne kurulmuş; birbirlerinden on ya da on beş metre uzak-
1 03 


lıktaki, Fransa'nın soylu hanırnlarının, kraliçelerinin, pren­
seslerinin, kadın naiplerinin heykellerini gösterdi, hep 
birlikte çok büyük bir çember oluşturup aşağıdaki güzel 
bir havuzun üzerine doğru eğilmişlerdi. 
Biraz ileride, büyük bir hengame içinde, çeşitli yön­
lerden gruplar halinde gelen çocuklar toplanıyordu. 'Ah, 
şu çocuklar! Kahkahalarmı duyuyor musunuz?" diyerek 
gülümsedi 
D' 
Ardelo. "Bugün şenlik var, ne şenliği oldu­
ğunu unuttum. Çocuk şenliği gibi bir şey." 
D' 
Ardelo birden dikkat kesildi: "Orada ne oluyor?" 
Bir avcı ve bir sidikli geliyor 
Observatoire Caddesi tarafındaki büyük ağaçlı yol­
dan, elli yaşlarında, bıyıklı, eski, yıpranmış bir parka giy­
miş, omzunda uzun namlulu bir av tüfeği asılı bir adam, 
mermerden yontulma soylu hanımefendilerin bulundu­
ğu yöne doğru koşmaya başladı. Elini kolunu sağa sola 
saliayarak bağırıyordu. Yoldan geçenler durup etrafında 
toplandılar, şaşkınlık ve sempatiyle ona bakıyorlardı. Evet 
sempatiyle bakıyorlardı çünkü bıyıklı suratında huzurlu 
bir ifade vardı, geçmiş zamanlardan gelen tertemiz bir 
esintiyle bahçenin havasını ferahlatmıştı. Bir çapkını, ka­
sabah bir kadın avcısını, biraz yaşlı ve durolmuş olduğu 
için de sevimli bir maceraperesti andırıyordu. Onun bu 
köylü cazibesinin, erkeksi iyiliğinin, folklorik görüntüsü­
nün etkisi altında kalan kalabalık, adama, onun da mem­
nuniyetle ve nazikçe karşılık verdiği gülücükler yollama­
ya başladı. 
1 04 


Sonra, yine koşmaya başlayarak, bir heykele doğru 
elini havaya kaldırdı. Herkes onun bu hareketini izledi, 
ardından başka bir adam daha belirdi, bu seferki daha 
yaşlıydı, feci zayıftı, küçük, sivri bir keçisakalı vardı, te­
dirgin edici bakışlardan korunmak arzusuyla, mermer­
den yontulma soylu hanımefendilerden birinin kaidesi­
nin arkasına saklandı. 
"Bakın hele!" dedi avcı ve silahını omzuna dayaya­
rak bir heykele doğru ateş etti. Yaşlı, şişman, çirkin ve ki­
birli suratıyla meşhur Fransa kraliçesi Marie de Medicis'in 
heykeliydi bu. Kurşun bumunu koparınca daha yaşlı, da­
ha çirkin, daha şişman ve daha da kibirli oldu, öte yandan 
kaidenin arkasına saklanan yaşlı adam, panikleyerek daha 
uzağa doğru koşmaya başladı; ve sonunda, tedirgin edici 
bakışlardan kurtulmak için, Orleans Düşesi Valentine de 
Milan'ın (bu kadın çok daha güzeldi) arkasına büzülüp 
saklan dı. 
İnsanlar önce bu beklenmedik tüfek ateşinden ve 
Marie de Medicis'in burunsuz suratından endişeye ka­
pıldılar; ne tepki vereceklerini bilemediklerinden, onları 
aydınlatacak bir işaret bekleyişiyle sağa sola bakındılar: 
avcının davranışını nasıl yorumlamalıydılar? Tiksindirici 
miydi gülünç müydü? Islıklamaları mı alkışlamaları mı 
gerekiyordu? 
Avcı, endişelerini tahmin etmişçesine bağırdı: "Fran­
sa' mn en ünlü parkında işernek yasaktır!" Sonra, küçük 
kalabalığına bakarak bir kahkaha patlattı, öylesine neşeli, 
özgür, masum, gösterişsiz, kardeşçe ve bulaşıcı bir kah­
kahaydı ki bu, çevredeki herkes rahatlamış gibi gülmeye 
başladı. 
Sivri keçisakallı, yaşlı adam, Valentine de Milan'ın 
heykelinin arkasından pantolonunun önünü ilikleyerek 
çıktı; yüzünden rahatlamış olmanın mutluluğu okunu­
yordu. 
lOS 


Ramon'un yüzüne keyifli bir ifade yerleşti. "Bu avcı 
sana bir şey hatırlattı mı?" diye sordu Alain' e. 
"Tabii: Charles'ı." 
"Evet. Charles bizimle. Tiyatro oyununun son per­
desi bu." 
Kayıtsızlık şenliği 
Bu arada, kalabalıktan ayrılan elli kadar çocuk, bir 
koro gibi yarım daire şeklinde dizildiler. Alain onlara doğ­
ru birkaç adım attı, neler olacağını merak etmişti, 
D' 
Ar­
del o da, Ramon'a: "Gördünüz mü, buradaki canlılık bir 
harika. Şu iki herif şahane! işsiz oyunculardır muhteme­
len. işsizler. Bakın! Bir tiyatro sahnesine ihtiyaçları yok. 
Bir parkın yollan onlar için yeterli. Vazgeçmiyor lar. Etkin 
olmak istiyorlar. Yaşamak için mücadele ediyorlar," dedi. 
Sonra, ağır hasta olduğunu anımsadı; ve trajik sonunu 
hatırlatmak için daha alçak sesle ekledi: "Ben de müca­
dele ediyorum." 
"Biliyorum dostum; ve cesaretine hayranım," dedi 
Ramon, sonra talihsiz arkadaşına destek olma arzusuyla 
ekledi: "Uzun zamandır sizinle bir şey hakkında konuş­
mak istiyorum 
D' 
Ardelo. Kayıtsızlığın değeri hakkında. 

zamanlar, daha ziyade, sizin kadınlarla olan ilişkilerini­
zi düşünmüştüm. Size Quaquelique'den bahsetmek isti­
yordum. En iyi dostum. Siz onu tanımıyorsunuz. Biliyo­
rum. Bunu geçelim. Şimdilerde kayıtsızlığı başka bir ışı­
ğın altından görüyorum, daha güçlü daha parlak bir ışık. 
Kayıtsızlık, dostum, varoluşun özüdür. Her zaman ve her 
yerde bizimledir. Kimsenin görmek istemediği yerde bile 
106 


mevcuttur o: dehşette, kanlı savaşlarda, en kötü felaket­
lerde. Böylesi dramatik durumlarda onu kabul etmek ve 
adlı adınca anmak çoğunlukla cesaret ister. Ne var ki, onu 
kabul etmek yetmez, kayıtsızlığı sevmek gerekir, onu sev­
meyi öğrenmek gerekir. Burada, bu parkta, hemen önü­
müzde, bakın dostum, bütün açıklığıyla, bütün masumi­
yetiyle, bütün güzelliğiyle burada mevcut. Evet, güzelliği. 
Bizzat sizin de söylediğiniz gibi: Buradaki canlılık bir ha­
rika . . . ve tamamen lüzumsuz . . . çocuklar . . . neden güldü­
ğünü bilmeyen çocuklar, güzel değiller mi? Soluyun 
D' Ardelo, dostum, etrafımızı saran bu kayıtsızlığı sol u­
yun, bilgeliğin anahtarı o, gamsızlığın anahtarı o . . . " 
Tam o sırada, birkaç metre önlerinde, bıyıklı adam 
keçisakallı adamı omuzlarından yakalayıp törensel, gü­
zel bir sesle telaffuz ettiği kelimelerle etraflarını çeviren 
insanlara hitap etmeye başladı: "Yoldaşlar! Yaşlı dostum, 
bir daha soylu Fransız hanımefendilerinin üzerlerine işe­
meyeceğine dair bana onuru üzerine yemin etti!" 
Ardından, bir kez daha kahkaha attı, insanlar alkış­
ladılar, bağırdılar, anne dedi ki: "A.lain, burada seninle ol­
maktan dolayı mutluyum." Sonra sesi hafif, sakin ve yu­
muşak bir kahkahaya dönüştü. 
"Gülüyor musun?" diye sordu Alain zira annesinin 
gülüşünü ilk kez duyuyordu. 
"Evet." 
"Ben de mutluyum," dedi Alain heyecanla. 
Buna karşılık D' Ardelo tek kelime etmeyince Ra­
m on, kayıtsızlığa dair övgüsünün, büyük hakikatierin cid­
diyetine böylesine bağlı bu adamın hoşuna gidemeyece­
ğini anladı; farklı davranmaya karar verdi: "Dün sizi gör­
düm, La Franck'ı ve sizi. İkiniz, birlikte güzel görünü­
yordunuz." 
D'Ardelo'nun yüzüne dikkatle baktı ve bu kez söz­
lerinin daha hoş karşılandığını fark etti. Bu başarıdan al-
1 07 


dığı ilharnla aklına bir fikir geliverdi, saçma ve bir o ka­
dar da şahane bir yalan fikriydi bu, şimdi de bunu bir 
hediyeye dönüştürmeye karar vermişti, yaşayacak fazla 
zamanı olmayan birine hediye: ''Ama dikkatli olun, bir­
likte görüldüğünüzde her şey açıkça anlaşılıyor!" 
"Açıkça mı? Ne?" dedi D'Ardelo zar zor hastırdığı 
bir zevkle. 
"ikinizin sevgili olduğu açıkça anlaşılıyor. Hayır, inkar 
etmeyin, ben her şeyi anladım. Ayrıca, endişelenmeyin, 
benden daha ketum biri yoktur bu dünyada!" 
D'Ardelo gözlerini Ramon'un gözlerine dikti; ora­
da, çok ağır hasta ama yine de mutlu, hiç dokunmadığı, 
buna rağmen, birden gizli sevgilisi oluverdiği meşhur bir 
kadının arkadaşı olan bir adamın görüntüsünün, aynı bir 
aynadaki gibi yansıdığını gördü. 
"Dostum, arkadaşım benim," dedi ve Ram on' a sarıl­
dı. Sonra nemli gözlerle, mutlu ve neşeli oradan ayrıldı. 
Çocuk korosu kusursuz bir yarım daire halinde di­
zilmişti bile, şef on yaşında bir ağlandı, smokin giymişti, 
elinde bageti vardı, konserin başlama işaretini vermeye 
hazırlanıyordu. 
Ama birkaç saniye daha beklernesi gerekiyordu; çün­
kü iki midillinin çektiği, kırmızı ve sarı boyalı, küçük bir 
at arabası gürültüyle yaklaştı. Yıpranmış parkası içindeki 
bıyıklı adam, av tüfeğini havaya kaldırdı. Kendisi de bir 
çocuk olan sürücü ona itaat edip arabayı durdurdu. Bı­
yıklı adam ve keçisakallı yaşlı adam arabaya bindiler, 
oturdular, coşkuyla ellerini sallayan halkı son kez selam­
ladılar, aynı anda çocuk korosu "La Marseillaise"i söyle­
meye başladı. 
Küçük at arabası yola koyuldu, geniş bir ağaçlı yol­
dan geçerek Luxembourg Bahçesi'ni terk etti ve Paris 
sokaklannda ağır ağır uzaklaştı. 
108 



Yüklə 1,46 Mb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin