VARLIKBİLİM (ONTOLOJİ)
VAROLUŞÇULUK
Varoluşçuluk, Kicrkegaard ile Rus romancısı Fyodor Dosto-
yevskiy’in yapıtlarından kaynaklanan, bireysel seçimin
metafizik yükü üzerindeki vurgusu daha sonra Gabriel
Marcel, Martin Hcideggcr ve (bu felsefeyi oyunlarına ve
romanlarına da uygulamaktan zevk duyan) Jean-Paul
Sartre’ın çalışmalarında verimli bir toprak bulan göreli olarak
modern bir felsefedir. Varoluşçuluğun bazı kökleri Stoacılığa,
Ortaçağ Skolastik düşüncesine ve bir ölçüde Descartes’ın
felsefesine geri götürülebilir.
Kierkegaard, Hcgel’in Mutlak Tin’in büyük şemasında uzlaştı
rılabilir bir varlık, sanki nihai bilinç olarak düşünülmüş olan
bilinç kavrayışını reddediyordu. Ona göre, bilinç
uzlaşmaz biçimde bireysel ve yalnız kalmalıydı. Kierkegaard
gibi Hıristiyan olan Marcel, hayatının (Tanrı tarafından)
verilmiş olduğunu, ama her an ölebilir olduğunu, ölümle her
zaman yüz yüze olduğunu, dolayısıyla psikolojik olarak tek
kaçışın öteki dünyaya iman getirmeye dayanan teolojik yol
olduğunu ileri sürüyordu. Ateist varoluşçular için bu bir
seçenek değildir: Ölüm insanın varlığının ortadan
kalkmasıdır. Dolayısıyla ölüm burada daha da ciddi sonuçlar
içerir.
Varoluşçu için seçim bir absürtlük yaratır: Diyelim bir bardak
bira ısmarlamak üzereyim, ama bir sonraki davranışımda
zorunlu olan hiçbir şey yoktur. Servisi yapan kadına dans
etmesini söyleyebilirim veya ayağa kalkıp Marsellaise'ı
söyleyerek oradan çıkabilirim. Kim olduğum, başka
filozofların insan doğası dediği şey tarafından
tanımlanmamıştır. Öyleyse, seçimin absürtlüğünden de derin
olan şey, “varlık özden önce gelir” öncülüdür. Geçmiş hiç
kuşku yok ki daha önce yapmış olduğum seçimleri ve
eylemlerimi ve beni bira ısmarlamaya kadar getiren bütün
olumsallıkları içerir. Ama bir an sonra kim olacağımı seçme
konusunda özgürümdür. Her birimiz her an önümüzde
uzanmakta olan geleceğimiz tarafından tanımlanan doğamızı
seçmekte özgür üzdür.
Özgürsünüz. Bu etkileyici önerme, eylemlerinizi seçme
konusundaki sorumluluğu gerisin geriye size ve hayatınıza
fırlatır. Yalnızca siz seçebilirsiniz, der Sartre. Özgürlükteki
güç, kendini bu seçimler dünyasına “fırlatılmış” hisseden
varoluşçu için baş döndürücüdür. Sonuç olarak, kimse
doğmayı talep etmiş değildir, ama şimdi eylemleriniz
aracılığıyla kişiliğinizi tanımlamak zorunda kalıyorsunuz.
Yük tamamen size aittir. Bu, dünyadan ve bir sonraki
eyleminizden ödünüzün kopmasına yol açabilir. Çünkü bir
tanrı gibi seçmekte özgürsünüzdür. Varoluşçu, dünyanın
doğasının dünyanın varlığından önce geldiğini ima eden, özün
varlıktan önce geldiğine dair Skolastik doktrini baş
aşağı çevirir.
Bazı bakımlardan, varoluşçuluk özgür iradenin varlığı
yolundaki liberter görüşün güçlü bir versiyonudur (bu
bağlamda liberterlik özgür irade teorisini içerir). Bu
yaklaşıma karakter veya eğilimlerin doğuştan geldiğini ileri
süren bazı itirazlar getirilebilir. Örneğin, bir insanın kolay
kolay kızmaması daha doğuştan beri karakterinin bir
parçasıdır; düşünceli bir insan olmak ise daha ziyade
yetiştirilme tarzımın bir ürünüdür. Ama Sartre yukarıdaki ilk
önermeyi reddederdi: Ona göre, işkence altında bile
haykırmak veya susmak arasında bir seçim yapma konusunda
Özgürdür insan.
Olasılıklara bakarsanız bu mümkündür. Sartre’ın bir meseleyi
kendi seçimlerinin sonucu olarak görmeyip, doğalarını
suçlayan insanları sahici olmayan bir biçimde yaşadıkları
gerekçesiyle mahkûm etmesi çoğu zaman fazla ahlakçı bir
tavır gibi görülebilir. Hele hele insanlar uç ve zorlayıcı
birtakım koşullar altında ise. Stoacılar buna kısmen
katılırlardı: İçinde bulunduğum sandalın tonlarca suyun
altında kalacağını görünce umutsuzlukla haykırıyorsam bu
aklımın bir an için işlemediğini gösterir» ama duygularımı
gemleyerek kendi üzerimde kontrolümü yeniden kazanabilir
ve böylece tehlikeyi “stoik” tarzda karşılayabilirim. İnsanın
vc evrenin kaderinin sabit olduğunu düşünen Stoacılardan
farklı olarak, varoluşçular determinizmi reddediyordu.
Varoluşçu, Kartezyen bir ruh durumu içinde, çevrenizde
gördüklerinize ilişkin kafanızı karıştırabilir: İçinde
bulunduğunuz oda başka bir renk olabilir; masa bir zürafa,
lamba bir yılan, yatak bir Ferrari olabilir. Bunların her ne
iseler o olmaları evrenin zorunlu mantıksal gelişmesine bağlı
değil, yalnızca birer olumsallıktır. Burada da metafizik
oyunbazdır, insanın başını döndürebilir. Sanat alanında,
sürrealizmde varoluşçu temalara rastlarız: İnsanı rahatsız
edecek türden peyzajlar ve çarpılmış insan figürleri, tiyatro
oyunlarında ise Kafka’nın olağanüstü karanlık romanlarında
olduğu gibi, abartma vc absürtlük buluruz.
VİCDAN
Dostoyevskiy’in Suç ve Cezasında Raskolnikov çok iyi
planlanmış bir cinayet işler, ama sonra vicdanı peşini
bırakmaz. Neden? Artık mazi olmuş ve bir başka uzay-
zamana ait olan bir şey üzerinde bu kadar durmanın ne tür bir
nedeni olabilir? Aziz Augus-tinus bizi içimizden geldiği gibi
davranmaya teşvik ediyordu. O zaman neden ne yaptığımızı
hatırlamak, hareketlerimizin üzerinde düşünmek ve pişmanlık
duymak zorunda olalım ki?
Ah, kader ona biraz pişmanlık bağışlasa, yüreği tırmıklayan,
uykuyu kaçıran yakıcı bir pişmanlık, insanları
rüyalarında celladın ipini veya denizin derinliklerinin
sükûnetini görme işkencesiyle karşı karşıya bırakan o
pişmanlık! Ah, bunu o kadar büyük bir memnuniyetle
kucaklardı ki! Gözyaşları ve
ızdırap - sonuç olarak bunlar da yaşamaktır. Ama suçu için
hiçbir pişmanlık duymuyordu. (Dostoyevskiy, Crime
and Punishmenty 520)
Joseph Butler vicdanı “insanın kendisi üzerine yargı veren ...
bazı davranışların kendi içlerinde haklı, doğru, iyi olduğunu
telaffuz eden ... üstün bir tefekkür ilkesi” {Five Sermons, II.8)
olarak tanımlamıştır. Raskolnikov kendini yargılamaktan
kaçamaz. Ama bastırılmış ihtiyacı zincirlerinden boşandırarak
kendi üzerine çevirip bir boşalma ve günahlarından arınma
yaşayamaz, çünkü günahlarından arınması olanaksızdır.
Butler için vicdanın içeriği evrenseldir ve adaleti, dürüstlüğü,
ortak çıkarlara gösterilen özeni kucaklar. Ama Butler’dan
daha erken bir aşamada yazmakta olan Locke, vicdan
konusunda evrensel olarak kabul edilecek davranış ilkelerinin
doğuştan gelebileceği fikrini sorguluyordu. Bu argüman
Adam Smith tarafından devralına-caktı. Smith vicdanı
psikolojik olarak içimizde var olan tarafsız bir seyirci olarak
tanımlıyordu. Bu seyirci, kişinin tarihçesi içinde yetişiyor ve
insanın kendi davranışları hakkında yargı veriyordu. Bu
durumda, hem olumlama hem de mahkûm etme
yerel birtakım renkler taşıyacaktı.
Zihinde doğan iç çekişme, buna eşlik eden duygusal sıkıntı,
insanı hasta bile edebilen bu durum, gerçekten de tuhaf bir
âdettir. Bu, vicdanı sızlayanları bunun nereden
kaynaklandığını sormaya iter. Aynı zamanda, benzer acılar
çekmeyenlerin şu ya da bu nedenle vicdansız olduğu,
dolayısıyla da insandan daha aşağı düzeyde bir varlık olduğu
düşüncesini kışkırtır. Eğer Butler haklı ise, teologlar Tanrı’nın
her birimizin içine bir vicdan yerleştirmiş olduğunu ileri
sürebilirler. İyilik yapmamızı ve kötülükten kaçınmamızı
buyuran emirler kalbimizin duvarlarına büyük harflerle
kazınmıştır. Bunlara karşı günah işlediğimizde vicdanımız
izdi rap ile dolacaktır. Bu ikna edici bir teoridir ve dini inanışa
ciddi biçimde destek olur. Laikler Tanrının yerine Do-ğa’yı
koymuştur. Doğa ahlaki bilgiyi, türümüzde binlerce
yıl üzerinden evrilmiş ve ortaya çıkmış eğilimler olarak
içimize yerleştirmiştir.
Ne var ki, Locke’ın tezi vicdanın nesnelliği fikrini ciddi
biçimde çürütür: “Aynı vicdan eğilimine sahip kimi insanın
kaçınacağı şeyi, kimi uygular.” {Essay, I.iıi.8) Ama,
içeriğinden bağımsız olarak, vicdani muhasebe konusunda
ortak bir eğilim olabilir mi? Ancak, bazı insanların sanki
vicdanı yoktur: Cinayet işleyen veya cinayete azmettiren ama
hiç nedamet duymayan insanlar. Gerçekten pişmanlık
duymamanın ölçeği hakkında psikolojik bir araştırma konusu
haline gelir bu. Ancak, vicdan yokluğu gerçekten söz
konusuysa (mutlak biçimde mi?) o zaman bu yokluğun
patolojik olduğu, Shaftesbury’nin dediği gibi bir “içsel
sakatlık” yaratan nadir bir hastalık oluşturduğu söylenebilir.
Belki de bu kişi, genetik bakımdan bir gerilemeyi
temsil ediyordur.
Ne var ki, Locke’ın teorisi esnektir. Sizin davanız uğruna
küçük parmağımı bile kıpırdatmamam başka davalar
konusunda da vicdansız olduğum anlamına gelmez. Sizin
davanıza ilgi duymadığım için suçlanmamaiıyım. Vicdanın
doğuştan gelen bir şey olduğunu ve içeriğinin evrensel
olduğunu düşünenler için, bu nedenle suçlanmam en doğal
şey olurdu.
Dostları ilə paylaş: |