Birinin emretmesi, ötekinin ise itaat etmesi hem gerekli hem
de münasiptir. Gerçekten de bazı şeyler daha doğuştan
öyle bölünmüştür, kimi yönetmek için, kimi yönetilmek
için. (Aristoteles, Politika
,
1254a)
Peki toplumsal bakımdan üstünlüğü belirleyen nedir?
Uygarlık insanlar politik olduğunda başlar - yani bir polis’e
ait olduklarında. Polis, Kadim Yunan’ın genellikle etrafı
surlarla çevrilmiş, merkezinde bir akropolis ve bir tapınak
bulunan ve halk tarafından ilan edilmiş bir devlet biçimine
sahip olan kent devleti idi. Doğa, erkeği ve kadını bir aile
kurmak üzere birbirine yakınlaştırır. Ama aile zamansal
olarak boylardan ve ardından köylerden önce ortaya çıkmış
olsa da, büyümekte olan bir topluluğun doğal olarak kurmaya
yöneldiği devlet mantıksal olarak bireyin varlığına önceldir;
burada söz konusu olan, medeni statüsü bir devletin varlığına
dayanan uygarlaşmış bireydir. Öyleyse devlet, insanlara içkin
olan toplulaşma eğiliminden mantıksal olarak türeyen ahlaki
bir varlıktır. Buna karşılık, bir polis dışında yaşayan herkes ya
bir vahşidir ya da kanun kaçağıdır. Bu yüzden Aristoteles bu
insanları çok küçümser. Bu görüşün tarih boyunca birçok
emperyalist girişimin temelinde yattığı söylenebilir.
Polis'in ereği yurttaşları için en iyi yaşama tarzını
sağlamaktır: Polis hukukun üstünlüğünü insanların
yönetiminin üstünde tutmalı, yani rasyonel biçimde
oluşturulmalıdır. Ama insanların amaçlarının farklı farklı
olabileceğini kabul ederek bu ifadesini bir dizi farklı
anayasada bulabilir (Aristoteles 150 anayasalık
bir koleksiyona sahipti). Anayasa kendi çıkarlarına hizmet
eden tiranların iktidara yükselmesini engellemeli, polis halkı
yeterince eğitmelidir. Bir kez halkın güvenliğini ve huzurunu
güvence altına alan uygun bir siyasi çerçeve yerleştiğinde,
yurttaşlar dikkatlerini bir insana en çok yakışan hayat
tarzının, iyi yaşama tarzının arayışına girmeye
yoğunlaştırabilirler.
İnsana uygun hayat, mutluluk arayışıdır. Bu da ancak zihnin
geliştirilmesi yoluyla ulaşılabilecek bir şeydir. İnsanın
erişebileceği en yüksek faaliyet tefekkürdür. Hayatın en üst
düzeylerine herkes erişemez. Soy önemlidir. Platon yeteneğin
çocuğun gelişmesiyle ortaya çıkacağı fikrini savunurken,
Aristoteles yeteneğin en baştan var olduğunu ileri
sürmektedir. Buna rağmen, potansiyelin ortaya çıkması için
eğitime ihtiyaç vardır, kendiliğinden ortaya çıkmaz. Bunun
nedeni iyi yaşama tarzının erken yaştan itibaren iyi âdetlerin
öğrenilmesini gerektirmesidir. Aristoteles bilgece bir tarzda
bunların daha geç yaşta öğrenilmesinin zor olduğuna değinir.
Bu tür iyi âdetler doğru davranıştan kaynaklanır: aşırılıktan
kaçınmak, koşullara uygun olarak doğru davranmak, hazdan
ziyade mutluluk arayışı içinde olmak, çıkarcılığa dayalı
dostluklardansa hakiki dostluklar kurmak, insanın kendine
duyduğu sevgiden türeyen sevgi, kendine benzeyen erdemli
insanlara el uzatmak. Erdemli hayat, başka etik pozisyonların
iyi yaşama tarzı vizyonuyla karşıtlık içindedir: Deontoloji
taraftarları, ödevlerimizi hazdan bağımsız olarak yerine
getirmemizi talep eder; hedonist amacımızın haz olması
gerektiğini söyler; faydacı ödevimizin komşumuzun hazzı
olması gerektiğini söyler. Erdem teorisyenleri ise a
davranışında bulunursak ne tür bir insan olacağımızı sorar.
Öyleyse, ahlaken nasıl bir insan olduğumuz tek bir fiile değil
birçok fiile bağlıdır, çünkü karakterimizi birçok fiil oluşturur.
Peki ya ruh? Platon, Pitagorasçı-Orfik okulun ruhun
ölümsüzlüğü düşüncesine inanırken, Aristoteles ruhu hayat
boyu bedenle bağlantılandırıyordu - hepsi buydu. Ruh, canlı
maddenin aldığı biçimdi. Canlı madde kuşkusuz inorganik
maddeden ayrıştırılabilir, çünkü kendi kendini düzenleme ile,
yani hayat ile iç içe geçmiştir. Ama canlıyı oluşturan bu öz,
bedenin ölümüyle silinir gider. Ruhumuz beslenmemizin
sorumlusudur (bu, bitkilerle ortak yanımızdır), algılamamızın
sorumlusudur (hayvanlarla ortak yan), düşünmemizin
sorumlusudur. Bu sonuncusu bizim insan olarak doğal
biçimde sahip olduğumuz bir kapasitedir! Ama eğer bütün
canlı varlıkların ruhu varsa, her şeyden önce ruhun
nedeni nedir? Aristoteles soruyu aman vermeksizin tekrarlar:
varız, bir zihiniz. Peki zihin nereden geliyor? Ancak bir başka
akıldan geliyor olabilir. Adım adım geri doğru gidersek, bütün
zihinlerin nedeninin nihai Zihin, yani Tanrı olduğu
sonucundan kaçınamayız. Batı Ortaçağı’nın Hıristiyan
Kilisesi ile bağıntısı yerli yerine oturuyor: Akinolu,
argümanları teolojik doktrinleri destekleyecek jilet gibi keskin
bir mantıkçıyı keşfettiğinde muhtemelen gözlerine
inanamamıştır! Oysa Aristoteles kendi Tanrısının oynadığı rol
konusunda o kadar açık değildir. Bazen bu tanrı bir yaratan
değildir, çünkü Aristoteles için evren ezeli ve ebedidir;
bazen tanrıyı bir başlatıcı olarak görür, bazen kendisi hareket
etmeyen bir muharrik, evrende hareketin kaynağı, ama
kendisi kıpırdamayan olarak görür: her türlü düşüncenin
kaynağı.
Aristoteles’in felsefesi bize öğrencilerinin tuttuğu notlardan
ulaşmıştır. Bu notlar bir aşamada birkaç yüzyıl boyunca
bir mahzende kilit altında kalmış ve ancak Romalı bir kitap
koleksiyoncusunun bunları satın almasıyla gün yüzüne
çıkmıştır! Ne var ki, kadim dünyanın bu büyük felsefesi
Romalılarca hemen hemen görmezlikten gelindi.
Aristoteles’in etkisi Ortadoğu’ya, Arap dünyasına göç edecek,
burada kuşaklar boyu Arap âlimleri ve bilimcileri
etkileyecekti. Batı kanonunda gerçekten yeniden görülmesi
13. yüzyılın ortalarında, yapıtlarının Latince çevirisi dolaşıma
girdiğinde olacaktı. Etkisi, Aristotelesçi düşünüş tarzını
Katoliklik ile birleştiren Akinolu Aziz Tommaso’nun
sayesinde büyük bir atılım yaptı. Her ne kadar Aristoteles’in
yapıtları bilimsel incelemeye ve gözleme uygun olsa da,
Kilise ve ona bağlı kuruluşlar onu sorgulanamaz
yüksekliklere yerleştirdi. Çalışmaları Kutsal Kitap ile aynı
düzeyde düşünülüyordu. Akinolu’nun “Filozof” olarak andığı
Aristoteles’i sorgulamak Ortaçağ’da sapkınlık olarak görülür
oldu.
Epeyce kan aktıktan, şiddet yaşandıktan ve entelektüel savaş
verildikten sonra, 17. yüzyılda bilimsel araştırma nihayet
dogmaya karşı savaşında galip geldi ve Aristoteles’in etkisi
silindi.
Yine de bilimciler, Latinistler tarafından tercüme edilip
dayatıldığı biçimi altında Aristotelesçi doktrinle aynı fikirde
olmak zorunluluğundan bir kez kurtulduktan sonra,
yapıtlarına yeni bir gözle bakma fırsatına kavuşacak ve orada
hâlâ zevk duyulacak ve göz önüne alınacak çok şey olduğunu
keşfedeceklerdi. Özel olarak, Aristoteles’in etik ve politik
teorileri 19. ve 20. yüzyıllarda yeniden yükselişe geçiyordu.
Çok yakın bir zamanda, etik alanında “erdem teorisi” yeniden
canlanmıştır. Metafizik üzerine çalışmaları ise tercümanları
sayısız güçlükle karşı karşıya bırakmaya devam ediyor.
Ortaçağ’da yapıtlarının tarafgir bir yanlış okumaya tabi
tutulmasına rağmen, Aristoteles’in hâlâ günümüz okuruna
verebilecek çok şeyi vardır.
Dostları ilə paylaş: |