Çocuk Kalbi



Yüklə 1,14 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə59/83
tarix25.02.2022
ölçüsü1,14 Mb.
#53085
1   ...   55   56   57   58   59   60   61   62   ...   83
Edmondo De Amicis - Çocuk Kalbi

ÇOCUK YUVASI
4 Salı
Annem,  bana  söz  verdiği  gibi  dün  kahvaltıdan  sonra  beni  Corso
Valdoeo’daki  çocuk  yuvasına  götürdü.  Acaba  Precossi’nin  küçük  kız
kardeşini  de  oraya  alırlar  mı  diye  annem  yuvanın  müdürüyle  konuşacaktı.
Ben  hiç  çocuk  yuvası  görmemiştim.  Oradaki  çocuklar  beni  ne  kadar
eğlendirdiler!  Yuvada  iki  yüz  kadar  çocuk  vardı.  Bu  çocuklar  öyle  ufaktılar
ki,  bizim  okulun  birinci  sınıfındaki  öğrenciler  bunların  yanında  kocaman
adam  gibi  dururlar.  Biz  yuvaya  vardığımızda  onlar  sıra  olmuşlar
yemekhaneye  giriyorlardı.  Yemekhanede  iki  büyük  masa  uzanıyordu;  bu
masaların  üstünde  pek  çok  delik  vardı,  her  yuvarlak  deliğin  içinde  de  çukur
bir siyah tabak duruyordu. Bu çukur tabaklara kuru fasulye pilav konmuştu,


yanlarında  da  birer  tahta  kaşık  yerleştirilmişti.  Bu  sırada  çocuklardan  bir
kısmı bir elma ağacı dikiyordu, öğretmen gelip onları içeri çağırıncaya kadar
da  orada  kaldılar.  Çocuklardan  pek  çoğu,  kendi  yerleri  sanarak  bir  tabağın
önüne  oturuyorlar  ve  hemen  önlerindeki  yiyecekten  bir  kaşık  midelerine
indiriyorlardı. Peşlerinden öğretmen geliyor ve:
– “İlerleyin!” diyordu.
Bunun  üzerine  çocuklar  oturdukları  yerden  kalkıyorlar,  iki,  üç  adım  sonra
başka  bir  tabağın  önünde  duruyorlar,  gene  bir  kaşık  fasulyeyi  midelerine
indiriyorlardı,  bu,  kendi  esas  yerlerini  buluncaya  kadar  böylece  sürüp
gidiyordu.  Yerlerine  ulaşıncaya  kadar  pek  çok  tabaktaki  yemeğin  tadına
bakıyorlardı.  Öğretmenler  uzun  bir  süre  çocukları  yerlerine  doğru  ittikten,
onlara;  “Çabuk  olun.  Çabuk  olun!“  diye  bağırdıktan  sonra  etraf  sakinleşti,
herkes  sakin  sakin  yemeğini  yemeye  koyuldu.  Ah,  bu  ne  sevimli  bir
görüntüydü!  Çocuklardan  biri  iki  kaşıkla  birden  yiyor,  diğeri  elleriyle
yiyordu.  İçlerinden  bir  kısmı  da  fasulyeleri  teker  teker  alıp  ceplerine
dolduruyordu;  bazıları  da  tabaklarındaki  fasulyeyi  alıp  önlüklerinin  iki  katı
arasına  yerleştiriyorlar,  sonra  da  iyicene  ezerek  onu  hamur  haline
getiriyorlardı. Sineklerin uçuşunu seyredebilmek için yemek yemeyenler bile
vardı,  bazıları  da  öksürüyorlar  ve  çevrelerine  bir  pirinç  yağmuru
yağdırıyorlardı.  Yemekhane  tam  bir  kümesi  andırıyordu.  Ama,  her  şeye
rağmen çok sevimli ve zarif bir kümesti. İki sıra meydana getiren kızlar pek
şirindiler; örgülü saçlarının ucuna kırmızı, yeşil, mavi kurdeleler bağlanmıştı.
Öğretmenlerden biri sekiz kız çocuğunun oturduğu masaya doğru döndü ve:
– “Pirinç nerede yetişir?” diye sordu.
Sekiz çocuğun hepsi yemek dolu ağızlarını fırın kapağı gibi açtılar ve hepsi
bir ağızdan, şarkı söyler gibi:
– “Su-da ye-ti-şir” diye karşılık verdiler.
Sonra öğretmen:
– “Ellerinizi yukarı kaldırın!” diye emretti.
Daha  birkaç  yıl  önce  kundakta  duran  bu  çocukların  havaya  kalkan  ellerini
görmek  insana  garip  bir  zevk  veriyordu;  durmadan  oynattıkları  o  minicik
elleri de havalarda uçuşan pembe beyaz kelebekleri andırıyordu.
Sonra  teneffüse  çıktılar.  Ama,  önce,  hepsi  duvara  asılı  duran  ve  içinde
kendi  kahvaltısı  bulunan  sepetlerini  aldılar.  Bahçeye  çıktılar  ve  sepetlerinin
içindeki  kahvaltılıkları  teker  teker  çekip  çıkararak  dört  bir  yana  dağıldılar.
Ekmek,  kuru  erik,  bir  dilim  peynir,  bir  katı  yumurta,  bir  avuç  leblebi,  bir
tavuk  kanadı.  Bir  anda  bütün  bahçe  yiyecek  artıklarıyla  doluverdi;  ekmek


kırıntısı, et parçası, erik çekirdeği, sanki görülmeyen bir el kuş sürüsüne bir
avuç  dolusu  yem  serpmişti.  Bu  yemekleri;  akla  gelebilecek  en  garip
şekillerde  yiyorlardı,  tavşan,  kedi,  sıçan  gibi,  yalayarak,  emerek,  kemirerek.
Ufak  bir  oğlan  çocuk  bir  kırıkırağı  göğsüne  dayamış,  onu  kılıç  parlatır  gibi
bir  muşmulayla  ovuşturuyordu.  Küçük  kız  çocuklar,  yumuşak  peynirleri
ellerine  alıyorlardı;  bunlar  süt  gibi  parmaklarının  arasından  akıyor  ve
elbiselerin kollarından içeri giriyordu, onlar bunun farkına bile varmıyorlardı.
Küçük  köpek  yavruları  gibi  ekmek  parçalarını,  armutları  dişlerinin  arasına
tutturup  koşuşuyorlar,  birbirlerini  kovalıyorlardı.  Çocuklardan  üç  tanesi  bir
köşeye  çekilmiş,  incecik  dal  parçalarıyla,  sanki  hazine  ararmış  gibi  bir  katı
yumurtanın  içini  yiyorlardı.  Oydukları  kısımları  yere  dökülüyordu,  onlar  da
dört  kat  olup  yere  eğiliyorlar  ve  büyük  bir  sabırla  inci  tanesi  toplar  gibi  o
kırıntıları  topluyorlardı.  Sepetlerinde  görülmeğe  değer  şeyleri  olanlar  da,
sekiz, on kişi bir araya toplanmışlar, başlarını eğip, ayın kuyudaki gölgesine
bakar  gibi  sepetin  içine  bakıyorlardı.  Hırtı  pırtı  giyinmiş,  uzun  boylu  bir
çocukcağız  elinde  bir  şeker  kutusu  tutuyordu.  Bütün  çocuklar  merasimle  o
şeker  kutusuna  ekmeklerini  batırabilmek  için  uzun  boylu  çocuğun  etrafında
halka  oluşturmuşlardı.  Bir  kısmının  ekmeğini  şeker  bulamasına  izin
veriyordu  ama,  bir  kısmına  da,  bütün  yalvarmalarına  rağmen,  yalnız
parmaklarını şekere batırmak iznini veriyordu.
Bu sırada annem de bahçeye gelmiş ve çevresinde dolaşan çocukları sevip
okşuyordu.  Pek  çoğu  onun  yanına  gidiyor,  hatta  ellerini  tutuyorlar,  üçüncü
kata  bakar  gibi  başlarını  yukarı  kaldırıyorlar  ve  ağızlarını  durmadan  açıp
kapayarak  onları  öpmesini  istiyorlardı.  Çocuklardan  biri  anneme  ucu
kemirilmiş  bir  dilim  portakal  verdi.  Bir  başkası  bir  parça  kabuk  ekmek  bir
diğeri  bir  yaprak  verdi.  Küçük  bir  kız  çocuğu  geldi  ve  büyük  bir  ciddiyetle
işaret  parmağının  ucunu  gösterdi;  çok  dikkatle  bakılırsa,  o  minicik  kabarcık
görülebiliyordu,  bir  gün  önce  parmağı  mumun  alevine  değmiş.  Çok  önemli
şeyleri  gibi  minicik  böcekler  getirip  anneme  uzatıyorlardı,  bu  o  kadar
küçüktü ki, onları nasıl görebilip yakalıyorlardı, anlamadım. Bunlardan başka
mantar  tıpa  parçaları,  küçük  gömlek  düğmeleri,  saksılardan  kopardıkları
küçük çiçekler getiriyorlardı. Başı sarılı bir oğlan çocuk, ne pahasına olursa
olsun  hep  kendi  sözünü  duyurmak  istiyordu.  Nasıl  düştüğünü  anlatmak  için
hikayeler  geveledi  ama,  biz  pek  bir  şey  anlayamadık  doğrusu.  Çocukların
arasından bir başkası annemin ona doğru eğilmesini istedi ve kulağına:
– “Benim babam süpürgecidir” dedi.
Bu sırada bahçenin dört bir yanında öğretmenle oradan oraya koşuşturan bir


takım  küçük  olaylar  meydana  geliyordu:  Mendillerinin  kenarındaki  düğümü
açamadıkları  için  ağlayanlar,  iki  elma  çekirdeği  için  saç  saça,  baş  başa
dövüşenler,  devrilmiş  bir  sıranın  üstüne  yüzükoyun  düşüp,  yerinden
kımıldayamadan hıçkıra hıçkıra ağlayan ufak bir oğlan çocuk...
Oradan  ayrılmadan  önce  annem  üç,  dört  çocuğu  kollarının  arasına  aldı  ve
onları öptü. Bunun üzerine, yüzü portakal suyu, yumurta sarısıyla boyanmış
çocuklar bahçenin dört bir yanından koşup geldiler ve kendilerini de öpmesi
için  annemin  çevresinde  toplandılar.  Ellerini  çekiştiriyorlar,  yüzüğüne
bakmak  için  parmaklarını  tutuyorlar,  biri  saatinin  zincirini  çekiyor,  öbürü
saçlarına dokunmak istiyordu.
Öğretmenler:
– “Dikkat edin, elbisenizi kirletip yırtmasınlar!” diye sesleniyorlardı.
Ama,  annemin  elbisesine  aldırdığı  yoktu,  çocukları  öpmeye,  onları
kucaklamaya devam ediyordu. Çocuklar da ona daha çok sokuluyorlardı. En
öndekiler  sanki  üzerine  tırmanacaklarmış  gibi  kollarıyla  ona  sarılıyorlardı,
daha  arkadakiler  de  ona  yaklaşabilmek  için  önlerindekileri  itekleyip
duruyorlardı. Hepsi bir ağızdan: “Güle güle! Güle güle!” diye bağrışıyorlardı.
Sonra  hepsi  birden  onun  geçtiğini  görebilmek  için  bahçe  parmaklığına
koşuştular.  Onu  selamlamak  için  parmaklıkların  arasından  o  tombul
kolcuklarını  uzatmışlardı,  bir  yanda  da  gene  anneme  ekmek  parçaları,
muşmula  artıkları,  peynir  kabuklarını  uzatıyorlar  ve  bir  ağızdan
bağırıyorlardı:
– “Güle, güle! Güle, güle! Güle, güle! Yarın gene gel! Bir başka sefer gene
gel!”
Annem  aralarından  güçlükle  geçip  sokağa  çıkabildi  ve  son  bir  defa  daha
ellerini o taze gül demetlerini andıran minik, pembe, tombul ellerin üzerinden
geçirdi. Sonunda sağ salim sokağa çıkabilmişti. Üstü, başı ekmek kırıntısı ve
leke içindeydi, elbisesi buruşmuş, saçı başı, darmadağınık olmuştu. Bir elinde
çocukların  kendisine  verdiği  çiçekler  vardı,  gözleri  yaşlardan  şişmişti,  bir
bayram yerinden uzaklaşır gibi mutluydu. Sürü halinde cıvıldaşan kuşlar gibi
bağıran çocukların sesi hala duyuluyordu.
– “Güle, güle! Güle, güle! Bizi gene görmeye gelin, efendim!”



Yüklə 1,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   55   56   57   58   59   60   61   62   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin