İçimizde Bir Yer



Yüklə 0,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə6/31
tarix24.01.2023
ölçüsü0,64 Mb.
#80440
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31
İçimizde Bir Yer - Ahmet Altan

Eski Şehirde...
Şehirler de eskiyor.
Neşeli ışıklarını yitiriyor, soluyor, gençliği andıran çağıltılı
hayatlarından yorgun bir yaşlılığa geçiyorlar.
Bir zamanlar "ışıklar kenti" olarak anılan, âşıkların,
üstlerinde öpüştüğü sevimli köprüleri, albenili vitrinleri,
sokak aralarında karşınıza çıkıveren minicik meydanlarıyla
çarpıcı bir zıtlık yaratarak geniş bulvarların sonunda beliren
devasa meydanları, düzgün binaları, kaldırımlarına insan
sıcaklığıyla yayılan kafeleri, şokola ve konyak kokulan,
yoldan geçenlere ayaküstü istiridye servisi yapan lokantaları,
seyyar tezgâhlarında patates kızartması satan zencileri,
sinemaları, kitapçıları, müzeleri, konserleriyle dünyanın
mücevherlerinden biri olan Paris de sanki yaşadıklarından
yorulup yaşlanmış.
Yollar biraz ıssızlaşıp sessizleşmiş, kentte hayat, geceleri
biraz erken durur olmuş, vitrinler soluklaşmış, ışıklar azalmış.
Bu eskimiş haliyle insanda, kentin bir tozunu alma isteği
uyandırıyor.
Güzelliği orada duruyor ama bu, bir kenarda bırakılmış ve
çoktandır dokunulmamış değerli bir biblonun tozlu güzelliği.
Parlaklığı sezilse de ilk bakışta fark edilmiyor artık, bakanın
gözlerini kamaştırmıyor.
Belki de bu yorgunluk, bakanın gözlerindeki yaşlılıktan
yansıyor şehre.


Sokaklarda, kaybolmuş bir gençliğin izlerini arayarak
yalnız başıma dolaşırken, belki tanıdık bir ize rastlarım diye
bir sinemaya girdim.
Üç dört kişilik küçük seyirci grubuyla neredeyse bomboş
salonda oturup ışıkların kararmasını bekledim.
Philip Roth'un bir romanından uyarlanan film, yetmiş
yaşlarına gelmiş başarılı bir edebiyat profesörünün hayatını
anlatıyordu.
Anthony Hopkins'in oynadığı profesör bir zamanlar
dekanlık da yapmış ve epeyce düşman kazanmıştı.
Bir ders sırasında farkına varmadan söylediği bir sözle
zenci öğrencilere hakaret ettiğini iddia ederek profesörü
disiplin kurulunun önüne çıkarıyorlardı.
Böyle bir aşağılanmadan hoşlanmayan profesör istifa
etmeye karar veriyor ama bu kararını söylediği karısı, "Bir
şey oluyor" dedikten sonra kocasının kollarında ölüyordu.
Aynı gün, işini ve çok sevdiği karısını kaybediyordu yaşlı
adam.
Gidip, üniversiteye yakın bir gölün kıyısında inzivaya
çekilmiş, çoktandır roman yazamayan bir yazarı bularak
ondan, başına gelen haksızlığın romanını yazmasını istiyordu.
"Kendi hikâyeni kendin yaz" diyordu yazar.
Dost oluyorlardı ve profesör kitabını yazmaya başlıyordu.
Ama edebiyat bilmenin roman yazmaya yetmediğini
çabucak anlayıp bırakıyordu kitabı.
Hayatla arasındaki son köprü de daha kurulamadan
yıkılıyordu böylece.
Yaşlılığıyla ve yalnızlığıyla yüz yüze kalıyordu.


Ve postanede çalışan genç bir kadınla tanışıyordu.
O tuhaf kadınlardan biriyle.
Kadın, akşamlan da bir ahırı temizliyor ve ahırın üstündeki
odada kalıyordu.
Nicole Kidman'ın oynadığı genç kadın, kendisini yolda
arızalı arabasının yanında bulup ahırdaki odasına bırakan
profesöre, "Benle yukarı gel" diyordu.
Profesör, yüzünün çizgilerinde kırılıp parçalanan bir
gülümsemeyle, "Ben uzun zamandır bir kadınla birlikte
olmadım" deyince genç kadın, "Sen bilirsin" diyerek arabadan
çıkıyor ama kaldığı odanın kapısını da içeri girdikten sonra
ardına kadar açık bırakıyordu.
Uzun uzun o kapıya bakıyordu yaşlı profesör. Son
zamanlarda yaşadığı hırpalanmalara bir de başarısız bir yatak
macerasının katılmasından, yaşlılığının bir kez daha yüzüne
vurulmasından korkar gibi ama vaat edilenin hazzını da
bilerek bakıyordu.
Epeyce düşündükten sonra arabadan inip içeri giriyordu
profesör ve böylece başlıyordu ilişkileri.
Kendi özel tarihlerinin kapıları, kimseye söylemedikleri bir
sırla kapanmış iki insanın tuhaf ilişkilerini izliyorduk.
Genç kadın, büyük acılar yaşamış insanların, bu acının
kendilerine her türlü kabalığı yapma hakkını tanıdığına
inanarak benimsediği o yaralayıcı hoyratlıkla zaman zaman
yaşlı adamı incitiyordu.
Kadının, Vietnam'da savaşmış ve orada çıldırmış eski
kocası çıkıyordu ortaya.
Savaşta çıldırmış koca, profesöre genç kadınının sırrını,
onun da canını yakmak için, bıçak saplar gibi söylüyordu:


"Sen, onun bir herifle düzüşürken iki çocuğunun mutfakta
yanarak öldüğünü biliyor musun?"
Sonra profesörün bütün hayatını kaplayan sırrı da
öğreniyorduk...
Profesör, aslında zenci bir ailenin, bir zamanlar kanlarına
karışmış bir beyazın izlerini taşıyarak beyaz doğmuş
çocuğuydu.
Âşık olup evlenmek istediği ilk kız, onun zenci olan
annesini gördükten sonra onu terk etmişti.
Üniversiteler ona zenci olduğu için burs vermemişlerdi.
Ve, profesör yeniden, sevdiği bir kadın bulduğunda ona
annesiyle babasının öldüğünü söylemiş, zenci olduğundan söz
etmemiş ve beyazlara ait bir üniversiteye girmişti...
Yeni bir hayat kurabilmek için geçmişini öldüren profesör,
sırrının ortaya çıkmasından korktuğundan çocuk da
yapmamaya karar vermiş, sırrın korkunç gölgesi geleceğine
de el koymuştu.
Hem geçmişini hem de geleceğini aynı sırra teslim etmiş,
neredeyse bütün hayatını sırrı belirlemişti.
O sır, o adamın hayatının sahibi olmuştu.
Bütün yaşamı boyunca bu sırrını, karısı da dahil hiç
kimseye söylememiş, bunu tek başına taşımıştı.
Şimdi, sırrı, yaşlılığı ve yalnızlığıyla kendini, hayatının
bitiminde tanıdığı genç kadına ve ona duyduğu aşka
bırakıyordu.
Yazar dostu ve avukatı ona bu kadından vazgeçmesini,
başının derde girebileceğini, deli koca tarafından


öldürülebileceğini ve kadının bütün bunlara değmeyeceğini
söylüyorlardı.
"O benim ilk aşkım değil" diyordu yaşlı profesör, "en
büyük aşkım da değil ama o benim son aşkım, bunun ne
demek olduğunu anlamıyorsunuz değil mi?"
Sevdiği kadın için gözünü kırpmadan hayatından
vazgeçmeye, bir skandala karışmaya, bir cinayete kurban
gitmeye razı oluyordu.
Bir 
aşkın 
gücünü, 
bu 
davranışın 
kanıtladığını
düşünüyordunuz.
Ama aşkın, insanı hayatından vazgeçmenin ötesine
taşıyabileceğini öğrenmeniz için bir iki sahne daha
beklemeniz gerekiyordu.
En iyi okullarda okumuş, en parlak başarıları elde etmiş,
saygı ve ün kazanmış bu yaşlı adam, hiç kimseye ama hiç
kimseye söylemediği sırrını, ahırları temizleyen tuhaf ve kaba
kadına söylüyordu sonunda.
Verebileceği en değerli şeyi, sırrını veriyordu ona.
Yaşadığı bu son aşkı, bu son sevinci ödemeye hayatının
yetmeyeceğini düşünüyordu.
Hayatının son günlerinde onu bir utancın, yalanla
lekelenmenin, aşağılanmanın korkunç acısıyla vurabilecek
silahı eliyle teslim ediyordu kadına.
Kimsenin güvenmediği kadına güveniyor, herkesin
aşağıladığı kadını, ona kendi aşağılanma ihtimalini
bağışlayarak yüceltiyordu.
Sinemadan çıktığımda sokaklar daha boş, şehir daha ıssız
ve daha yaşlıydı.


Birini sevdiğimizde, sevebilme imkânını bize bağışladığı
için duyduğumuz minneti hayatımızdan da fazla bir şeyle
ödeyebileceğimiz, hattâ ödememiz gerektiği düşüncesi
dolaşıyordu aklımda.
Kendimizi tümüyle korumasız bırakmak...
Vazgeçebilmeyi hiç düşünmediğimiz şeylerden bile
vazgeçmek.
Nehrin üstündeki o güzel, taş kemerli köprülerden birinin
ortasında durdum.
Akıp giden suyun serinliğiyle ürperiyordum.
Şehir yaşlanmıştı, ben yaşlanmıştım.
İnsan sevdiğinde hayatından fazla bir şey verebilmeliydi.
Hayatının tam ortasında duran, en gizli, en dokunulmamış,
en tehlikeli şeyi...
Senin sahip olduğunu değil, sana sahip olanı vermeliydin.
Bütün varlığını, hayatını belirleyen, ruhuna sahip olan o
dokunulmaz özü.
Kendini bile vermekten zor olan buydu...
Şehir ışıkları değil, şehrin ortasından geçen karanlık su
ürpertiyordu beni.
***



Yüklə 0,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin