Satranç
Gece yarısı New York'tan Buenos Aires'e hareket edecek
olan büyük yolcu gemisi, kalkış saatinin o alışılagelmiş
koşuşturması ve hareketliliği içerisindeydi. Karadan gelen
konuklar, arkadaşlarına eşlik etmek için itişip duruyorlardı,
kasketlerini yan giymiş telgrafçı çocuklar yüksek sesle adları
çağırarak toplantı odaları boyunca seğirtiyorlardı, bavullar ve
çiçekler taşınıyordu, çocuklar merakla merdivenlerden aşağı
yukarı koşmaktaydılar ve bu arada orkestra da hiç istifini
bozmaksızın güverte konserini veriyordu. Ben, bu kalabalığın
biraz uzağında, gezinti güvertesinde durmuş, bir tanıdığımla
konuşuyordum; tam o sırada yanımızda iki ya da üç kez
flaşlar parladı –göründüğü kadarıyla muhabirler, ünlü biriyle
kalkıştan (gemi yola çıkmadan) hemen önce röportaj yapmayı
ve fotoğraf çekmeyi başarmışlardı. Arkadaşım, oraya baktı ve
gülümsedi: "Geminizde ender rastlanabilecek biri de var,
Czentovic." Ve herhalde yüz ifademden bu haberden pek bir
şey anlamadığım belli oluyordu ki, bir açıklama yapma
gereğini duydu: "Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic.
Doğudan batıya bütün Amerika boyunca bir turnuvadan
ötekine koştu, şimdi de yeni zaferler için Arjantin'e gidiyor."
Şimdi gerçekten hatırlamıştım bu genç dünya satranç
şampiyonunu,
dahası,
kariyerindeki
baş
döndürücü
yükselişiyle ilgili bazı ayrıntılar da aklıma gelmişti; benden
daha dikkatli bir gazete okuru olan arkadaşım, bu ayrıntıları
bir sürü anekdotla tamamlayabilecek durumdaydı. Czentovic,
yaklaşık bir yıl kadar önce bir çırpıda satranç sanatının
Alehin, Capablanca, Tartakower, Lasker, Bogolyubov gibi
eski ve en değerli ustalarının arasına yükselivermişti. 1922
yılında New York'ta düzenlenen satranç turnuvasında, yedi
yaşındaki harika çocuk Rzescewski'nin ortaya çıkışından bu
yana hiç tanınmayan birinin bu şanlı loncaya girişi, hiçbir
zaman
Czentovic'inki
gibi
yaygın
bir
heyecan
uyandırmamıştı. Çünkü Czentovic'in entelektüel nitelikleri,
asla böylesine parlak bir kariyerin kehanetini destekler gibi
gözükmüyordu. Bu satranç şampiyonunun özel hayatında
herhangi bir dilde bir cümleyi yazım yanlışları yapmaksızın
kâğıda dökebilmekten âciz olduğuna ilişkin sırrın ortaya
çıkması gecikmemişti ve öfkeli meslektaşlarından birinin
kötücül bir alayla dile getirdiğine göre, "cehaleti bütün
alanlarda ortak olmak üzere, evrenseldi". Czentovic, aslen
Güney Slovenyalı olup Tuna Nehri'nde çalışan ve fındık
kabuğu büyüklüğündeki barkası bir gece tahıl yüklü bir
şilebin altında kalan, yoksul bir denizcinin oğluydu; o
zamanlar on iki yaşında olan oğlanı babasının ölümünden
sonra taşrada yaşadığı yerin rahibi acıyarak yanına almıştı; bu
iyi yürekli din adamı, ağzını açmaya üşenen, içine kapanık,
geniş alınlı çocuğun köy okulunda öğrenemediklerini ona
evde verdiği derslerle öğretebilmek için içtenlikle çaba
harcamıştı.
Fakat bütün çabalar boşa çıkmıştı. Mirko, kendisine belki
yüz kez açıklanmış olan harflere boş gözlerle bakmayı
sürdürmüştü; çok ağır çalışan beyni, en basit ders konularını
dahi içinde tutabilecek güçten yoksundu. Hesap yapması
gerektiğinde, on dört yaşına geldiğinde bile parmaklarının
yardımına başvurmak zorunda kalıyordu, bir kitap veya bir
gazete okumak ise artık yeniyetmelik yaşına varmış olan
çocuk için hâlâ özel bir çaba harcamayı gerektiriyordu. Öte
yandan Mirko, kesinlikle isteksiz veya inatçı diye de
nitelendirilemezdi. Kendisinden ne istenirse söz dinleyip
yapıyordu; su getiriyordu, odun kesiyordu, başkalarıyla
birlikte tarlada çalışıyordu, mutfağı derleyip topluyordu ve
istenen her hizmeti, insanı kızdıran bir ağır canlılıkla da olsa,
güvenilir biçimde yerine getiriyordu. Fakat bu kalın kafalı
çocuğun iyi yürekli rahibi en çok kızdıran yanı, sergilediği
mutlak anlamdaki umursamazlığıydı. Mirko, kendisinden özel
olarak istenmedikçe hiçbir şey yapmıyordu, asla bir soru
sormuyordu, öteki oğlan çocuklarıyla oynamıyordu ve açıkça
belirtilmedikçe, kendisi için herhangi bir meşguliyet
aramıyordu; ev işlerinden verilenleri bitirdikten sonra,
otlaktaki koyunların gözlerindekini çağrıştıran o bomboş
bakışlarla ve çevresinde olup bitenlerle en ufak bir şekilde
ilgilenmeksizin odada öylece oturuyordu. Akşamları rahip
uzun köylü piposunu tüttürerek jandarma başçavuşuyla her
zamanki üç satranç partisini oynarken, Mirko lüleli sarı
saçlarıyla yanlarına çöküyor, ağır gözkapaklarının ardından
görünüşte uykulu ve umursamaz ifadeli bakışlarını kareli
satranç tahtasına dikiyordu.
Bir kış akşamı, taraflar her akşamki oyunlarına
dalmışlarken, köy yolundan doğru bir kızağın küçük
çanlarının gittikçe daha hızla yaklaşan sesi duyulmuştu.
Kasketi karla örtülü bir köylü acele adımlarla içeriye dalmıştı,
yaşlı annesi ölmek üzereydi ve rahipten iş işten geçmeden
kadını takdis etmek üzere hemen gelmesini istiyordu. Rahip
hiç oyalanmadan onun peşinden gitmişti. Bardağındaki birayı
henüz bitirmemiş olan başçavuş ise ayrılmazdan önce veda
niyetine yeni bir pipo yakıp uzun konçlu, ağır çizmelerini
giymeye davranmıştı; ama tam o sırada Mirko'nun
bakışlarının, üstünde yarım kalan oyunun bulunduğu satranç
tahtasına ne kadar ısrarlı bir şekilde saplanmış olduğu
dikkatini çekmişti.
"E, oyunu bitirmek ister misin bakalım?" diye alay etmişti;
uykulu oğlanın tahtadaki tek bir taşın bile nasıl doğru hareket
ettirileceğini bilmediğinden kesinlikle emindi. Oğlan, ürkek
bir ifadeyle bakışlarını kaldırmış, sonra başını evet anlamında
sallamış ve rahibin yerine oturmuştu. On dört hamle sonra
başçavuş yenilmişti, ayrıca yenilgisine herhangi bir yanlış
hamlenin yol açmadığını da itiraf etmek zorunda kalmıştı.
İkinci partinin sonu da farklı olmamıştı.
"Bileam'ın eşeği adına!" demişti yüksek sesle geri
döndüğünde rahip ve Kutsal Kitap'ı onun kadar bilmeyen
başçavuşa, iki bin yıl önce de benzer bir mucizenin
gerçekleştiğini, dilsiz bir canlının ansızın bilgeliğin diliyle
konuşuverdiğini açıklamıştı. Ayrıca saatin ilerlemiş olmasına
rağmen, okumayı ve yazmayı iyi bildiği söylenemeyecek olan
yardımcısına bu defa onunla oynaması için meydan
okumaktan da kendini alamamıştı. Mirko, onu da kolayca
yenmişti. Eğmiş olduğu alnını satranç tahtasından bir kez bile
kaldırmaksızın, kararlı bir ifadeyle, hiç acele etmeden, istifini
asla bozmadan oynuyordu. Fakat kendine sarsılmaz bir
güveni vardı. Sonraki günlerde gerek başçavuş gerekse rahip
ona karşı tek bir partiyi bile kazanmayı başaramamışlardı.
Bunun üzerine yetiştirmesinin başkaca alanlardaki geri
kalmışlığını herkesten iyi bilebilecek durumda olan rahip, bu
tek yanlı ve tuhaf yeteneğin daha zor bir sınava ne ölçüde
dayanabileceğini merak etmeye başlamıştı. Mirko'yu biraz
olsun insan içine çıkabilir hale getirmek için köyün berberine
götürüp saman sarısı ve karmakarışık saçlarını kestirdikten
sonra, kızağına alıp kasabaya komşu olan küçük şehre
götürdü; şehrin büyük meydanındaki kafede kendisinin
deneyim azlığı nedeniyle başa çıkamayacağı azılı satranç
oyuncularının toplandıkları bir köşe olduğunu biliyordu.
Rahip, sırtında tersyüz edilmiş koyun postundan bir kürk,
ayaklarında da ağır, uzun konçlu çizmeler bulunan on beş
yaşındaki sarı saçlı ve kırmızı yanaklı oğlanı önüne katarak
kahveye soktuğunda, bu olayın devamlı müşterilerde yarattığı
şaşkınlık az olmamıştı; oğlan ürkek ve önüne dikilmiş
bakışlarla, satranç masalarından birine çağrılana kadar,
tedirgin bir şekilde bir köşede kalakalmıştı. İlk partide
yenilmişti, çünkü Sicilya açılışı diye adlandırılan açılışı
rahibin o güne kadar yaptığını hiç görmemişti. Fakat daha
ikinci partide en iyi oyuncuyla berabere kalmıştı. Üçüncü ve
dördüncü oyundan sonra ise herkesi birbiri ardına yenmişti.
Güney Slovenya'nın küçük bir taşra şehrinde heyecan
uyandıran olaylara rastlandığı, çok enderdir; bu yüzden bu
köylü şampiyonun ilk ortaya çıkışı, orada toplanmış ileri
gelen kişiler için tam bir olay olmuştu. Oybirliğiyle bu harika
çocuğun mutlaka ertesi güne kadar şehirde kalmasına karar
verilmişti, böylece satranç kulübünün öteki üyeleri de
çağrılabilir ve özellikle de bir satranç delisi olan yaşlı Kont
Simczic, şatosunda durumdan haberdar edilebilirdi.
Yetiştirmesine şimdi çok farklı bir gururla bakan, ancak bu
keşfinden duyduğu sevinç yüzünden görevi gereği pazar
ayinini de kaçırmak istemeyen rahip, Mirko'yu bir deneme
için daha orada bırakmaya hazır olduğunu açıkladı. Genç
Czentovic, giderleri satranç çevresine ait olmak üzere otele
yerleştirildi ve o akşam hayatında ilk kez sifonlu bir tuvalet
gördü. Ertesi pazar gününün öğleden sonrasında satranç
salonu tıka basa dolmuştu. Dört saat boyunca hiç hareket
etmeden satranç tahtasının başında oturan Mirko, tek kelime
etmeksizin veya başını bile kaldırmaksızın, arka arkaya bütün
oyuncuları yendi; sonunda bir simultane parti oynanması
önerildi. Cahil gence simultane bir partide tek başına birden
fazla oyuncuya karşı oynaması gerektiğini anlatabilmek, biraz
zaman almıştı. Fakat Mirko bu uygulamayı kavrar kavramaz
hemen yapması gereken şeyle uyum sağlamış, ağır ve
gıcırdayan çizmeleriyle ağır ağır masaları dolaşmış, sonunda
da sekiz oyundan yedisini kazanmıştı.
Bunun üzerine kapsamlı görüşmeler başladı. Gerçi bu yeni
şampiyon dar anlamda şehirden biri değildi, fakat yörenin
ulusal gururu artık iyice körüklenmişti. Varlığını o güne kadar
harita üzerinde hemen hiç kimsenin algılamamış olduğu bu
küçük kent, belki de şimdi tarihinde ilk kez dünyaya ünlü bir
adamı göndermiş olmanın onurunu kazanabilirdi. Normalde
garnizonun kabaresi için şanson şarkıcıları ve başkaca kadın
şarkıcılar bulmak için aracılık eden Koller adında bir ajan, bir
yıllık ödeme önceden yapıldığı takdirde genç Mirko'nun
Viyana'da, tanıdığı genç ve mükemmel bir ustadan satranç
eğitimi görmesini sağlamaya hazır olduğunu söylemişti.
Altmış yıl boyunca her gün satranç oynamış, ama bu kadar
tuhaf bir hasımla hiç karşılaşmamış olan Kont Simczic, parayı
derhal ödemişti. Gemicinin oğlunun şaşırtıcı kariyeri de o
günle birlikte başlamıştı.
Altı ay sonra Mirko, satranç tekniğinin bütün sırlarına
hâkim olmuştu, fakat sonradan satranç çevrelerinde çok
gözlemlenen ve alay konusu olan tuhaf bir istisna bunun
dışındaydı. Çünkü Czentovic, tek bir satranç partisini bile
ezbere –veya teknik terimiyle söylendiğinde: körü körüne–
oynamayı asla başaramamıştı. Satrancın oynandığı alanı
imgelemin sınırsız uzamına taşıyabilme yeteneğinden
tümüyle yoksundu. Siyah beyaz alanı, altmış dört karesi ve
otuz iki taşıyla birlikte hep elle tutulur gözle görülür
somutlukta önünde bulundurmak zorundaydı; dünya çapında
üne eriştikten sonra bile, katlanabilir bir cep satrancını,
şampiyonada oynanmış bir partiyi yeniden kurgulamak veya
bir problemi kendi için çözmek istediğinde durumu optik
açıdan önünde görebilsin diye, hep yanında taşıyordu. Kendi
başına ele alındığında önemsiz olan bu kusur, imgelem gücü
bağlamında bir eksikliği ele veriyordu ve dar çevrelerde,
sanki müzisyenler arasında olağanüstü bir virtüöz veya
orkestra şefi önünde nota bulunmaksızın çalamamış ya da
yönetememiş gibi, hararetle tartışılıyordu. Ancak bu ilginç
özellik,
Mirko'nun
şaşırtıcı
yükselişini
kesinlikle
yavaşlatmamıştı. On yedi yaşında bir düzine satranç ödülünün
sahibi olan Mirko, on sekiz yaşında Macaristan satranç
şampiyonluğunu ve nihayet yirmi yaşında da dünya satranç
şampiyonluğunu kazanmıştı. Her biri entelektüel yetenek,
imgelem gücü ve soğukkanlılık bakımından ondan
ölçülemeyecek kadar üstün olan en gözü pek şampiyonlar,
tıpkı Napoléon'un ağır kanlı General Kutuzov'a, Hannibal'in
de Fabius Cunctator'a yenilmesi gibi –o Fabius Cunctator ki,
tarihçi Livius onun da çocukluğunda Mirko gibi aşırı bir ağır
canlılık ve aptallık belirtileri sergilemiş olduğunu yazmıştır–,
Mirko'nun yılmak nedir bilmeyen ve buz gibi mantığı
karşısında
yenik
düşmüşlerdi.
Böylece
satranç
şampiyonlarının, içerisinde –filozoflar, matematikçiler, her
şeyi ölçüp biçebilen, düş gücüne sahip, çoğu kez yaratıcı
kişilikler gibi– entelektüel üstünlüğü simgeleyen çok çeşitli
tipleri barındıran seçkinler galerisine ilk kez olarak tinsel
dünyanın bütünüyle dışından biri, en pervasız gazetecilerin
bile ağzından habercilik değeri taşıyan tek bir sözcük almayı
başaramadıkları ağır canlı, ağzını açmaya üşenen bir köylü
genci zorla girmiş oluyordu. Öte yandan Czentovic,
gazetelerden ustaca dile getirilmiş özlü sözler adına
esirgediklerini kısa zamanda kendine ait anekdotlarla
fazlasıyla dengelemeye başlamıştı. Çünkü eşsiz bir ustalığı
sergilediği satranç tahtasının başından kalktığı an, umarsız bir
şekilde grotesk ve neredeyse komik bir figür olup çıkıyordu;
son derece resmi görünüşlü siyah takım elbisesine, üstünde
biraz fazla göze batan inci bir iğnenin bulunduğu şatafatlı
kravatına ve özenle manikür yaptırılmış parmaklarına
rağmen, oturup kalkmasıyla ve hareketleriyle bir zamanlar
rahibin odasını süpüren kuş beyinli taşra çocuğundan
farksızdı. Beceriksizce ve neredeyse utanmazca denilebilecek
bir kabalıkla, bir yandan meslektaşlarının eğlencesi olarak
ama öte yandan da onları öfkelendirir biçimde, yeteneğini ve
ününü, pintice ve dahası bayağı bir açgözlülük sergileyerek
cebini olabildiğince doldurmak için kullanıyordu. Durmadan
bir şehirden ötekine gidiyor, hep en ucuz otellerde kalıyor,
istediği ücret kabul edildiği sürece düzeyli düzeysiz ayrımı
yapmadan en berbat derneklerde bile oynuyor, resmini sabun
reklamlarında kullandırtıyordu; bu arada onun üç cümleyi bile
doğru yazabilecek durumda olmadığını çok iyi bilen
rakiplerinin alaylarına zerre kadar aldırmaksızın, adını
Satrancın Felsefesi başlıklı bir kitabın yazarı diye kullanılmak
üzere satmıştı; gerçekte ise kitabı Galiçyalı sıradan bir
üniversite öğrencisi işini bilen bir yayıncı için kaleme almıştı.
Mirko, bütün inatçı yaradılışlar gibi her türlü gülünç düşme
duygusundan yoksundu; dünya satranç şampiyonasındaki
zaferinden beri kendini dünyanın en önemli insanı sayıyordu;
bütün o zeki, entelektüel, göz kamaştırıcı konuşmacıları ve
yazarları kendi alanlarında yenmiş olmanın bilinci ve
özellikle de onlardan daha fazla para kazandığı olgusu,
başlangıçtaki kendine güvensizliğin kaskatı ve çoğu zaman
herkesin gözüne sokarcasına sergilenen bir gurura
dönüşmesine yol açmıştı.
"Böylesine boş bir kafanın bunca çabuk gelen bir ünden
sarhoş olmaması düşünülebilir miydi?" diye noktaladı bana
daha biraz önce Czentovic'in çocukça yetersizliğine ilişkin
bazı klasik örnekler anlatmış olan arkadaşım. "Banat'tan
gelme bir köylü gencin, ansızın bir tahta üstünde birkaç taşı
birazcık oraya buraya oynatmakla bütün köyünün
odunculuktan ve en yorucu işlerden bir yılda kazandığını bir
haftada kazanması durumunda kendini beğenmişlikten
başının dönmemesi diye bir şey olabilir mi? Hem ayrıca, bu
dünyada bir zamanlar bir Rembrandt'ın, bir Beethoven'in, bir
Dante'nin, bir Napoléon'un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi
bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son
derece kolay değil midir? Bu gencin dünyaya kapalı beyninde
bildiği tek şey, aylardan beri hiçbir satranç oyununu
kaybetmemiş olduğu ve dünyamızda satrancın ve paranın
dışında daha başka değerlerin de bulunduğunu bilmediğinden,
kendine hayranlık duymak için her türlü nedeni var."
Arkadaşımın bu açıklamaları, merakımı uyandırmakta
geciktirmedi. Hayatım boyunca tek bir düşünceye saplanıp
kalmış, monoman insanların her türü hep dikkatimi çekmiştir,
çünkü bir insan kendini sınırladığı ölçüde sonsuzluğa da
yaklaşmış demektir; özellikle dünyaya sırt çevirmiş gibi
gözüken bu tür insanlar, özel malzemeleriyle kendilerine
karıncalar gibi tuhaf ve gerçekten bir defaya özgü küçük bir
dünya modeli inşa ederler. Bu durumda ben de, Rio'ya
kadarki on iki günlük yolculuk sırasında entelektüel tek
boyutluluğun bu tuhaf türünü daha yakından büyüteç altına
alma niyetimi saklamadım.
Gelgelelim, "Bu konuda pek şansınız olmayacak," diye
uyardı arkadaşım. "Çünkü bildiğim kadarıyla bugüne kadar
kimse Czentovic'den en ufak bir psikolojik malzeme elde
etmeyi başaramadı. Bu kurnaz köylü, uçsuz bucaksız
sınırlılığının arkasında, hiçbir açık vermemek gibi büyük bir
akıllılığı saklıyor ve bunu da, küçük lokallerde buluştuğu,
kendi çevresinden gelme memleketlileriyle yaptıklarının
dışında her türlü konuşmadan kaçınmak gibi basit bir teknik
kullanarak yapıyor. Kültürlü bir insanın varlığını hissettiği
yerde de salyangoz kabuğunun içine çekiliyor; bu yüzden
kimse, herhangi bir zaman ondan aptalca bir söz duymuş veya
bilgisizliğinin sınırsız olduğu söylenen derinliğini ölçebilmiş
olmakla övünemez."
Arkadaşım gerçekten de haklı çıkacaktı. Yolculuğun ilk
günlerinde Czentovic'e, benim tarzım olmayan kaba bir ısrara
başvurulmadığı sürece yaklaşabilmenin kesinlikle imkânsız
olduğu anlaşılmıştı. Gerçi Mirko'nun bazen gezinti
güvertesinde dolaştığı oluyordu, ama bunu her zaman, o
bilinen resmindeki Napoléon gibi, ellerini arkasında
kavuşturmuş ve kibirli bir şekilde, kendi içine çekilmiş tavırla
yapıyordu; ayrıca felsefesini gezinirken öğreten Aristoteles'i
çağrıştıran güverte turunu öylesine acele ve öne sıçrarcasına
adımlarla tamamlıyordu ki, ona hitap etmek isteyenin bu işi
koşar adım yapması gerekirdi. Herkesin toplandığı
mekânlarda, barda veya sigara salonunda ise Czentovic hiçbir
zaman kendini göstermiyordu; gizlice sormam üzerine
kamarotun verdiği bilgiye göre, günün büyük bölümünü,
kocaman bir yatağın üstünde satranç partilerini talim etmek
veya özetlemek için, odasında geçirmekteydi.
Aradan üç gün geçmişti ve Mirko'nun ustaca savunma
tekniğinin ona yaklaşma irademden daha başarılı olması beni
gerçekten öfkelendirmeye başlamıştı. O güne kadar
hayatımda bir satranç şampiyonuyla şahsen tanışma fırsatım
hiç olmamıştı ve şimdi böyle bir tipi bir kişide
somutlaştırmak için çaba harcadığım ölçüde, bütün bir hayat
boyunca sadece altmış dört siyah ve beyaz karenin etrafında
dolanıp duran bir beyin çabasını anlaşılmaz buluyordum.
Gerçi kendi deneyimlerimden bu "kralların oyunu" denilen
oyunun esrarlı çekiciliği konusunda bilgi sahibiydim; satranç,
insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini
bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve
zafer taçlarını yalnızca tine ya da daha doğru bir deyişle,
tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. Fakat insan
daha satrancı bir oyun diye adlandırmakla, kendini hakaret
etmek anlamını taşıyan bir küçümsemenin vebali altına
sokmuş olmuyor muydu? Aslında satranç da bir bilimdi, bir
sanattı, Hazreti Muhammet'in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki
boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta
dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir
defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski, ama buna rağmen
sonrasız yeniydi, kuruluşu bağlamında mekanikti, ama
yalnızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanabiliyordu,
geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlıydı ve bu arada
kombinasyonları bağlamında sınırsızdı, kendini sürekli
geliştiriyordu, ama durağandı, hiçbir yere götürmeyen bir
düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti,
eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi,
fakat öte yandan, kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu
açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı,
bütün halklara ve zamanlara ait bulunan, can sıkıntısını
öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya
hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu.
Başlangıcı ve sonu neredeydi bu oyunun? İlk kurallarını her
çocuk öğrenebilirdi, her beceriksiz onunla şansını
deneyebilirdi, ama öte yandan aynı oyun, o değiştirilebilmesi
olanaksız sınırlılıktaki kare içerisinde ustalardan oluşma özel
bir
tür
üretebiliyordu;
bunların
başkaca
ustalarla
karşılaştırılabilmesi olanaksızdı, hepsi de yalnızca satranç için
öngörülmüş bir yetenekle donatılmıştı, kişiliklerinde
vizyonun, sabrın ve tekniğin, tıpkı matematikçide, yazar ve
şairde, müzisyende olduğu gibi, sadece farklı kesitlerde ve
bağlantılar içerisinde olmak üzere, kesin bir biçimde
belirlenmiş bir oran çerçevesinde etkinlik sergilediği, özel
türden dâhilerdi. Fizyonominin
[1]
bir tutku olduğu daha erken
zamanlarda bir Gall
[2]
, belki de böyle satranç ustalarının
beyinlerine otopsi yapar, bu tür satranç dehalarının
beyinlerinin gri kitlesi içerisinde, başka kafataslarının içiyle
karşılaştırıldığında, özel bir kıvrımın, bir tür satranç kasının
veya satranç çıkıntısının daha belirgin biçimde bulunup
bulunmadığını saptamaya çalışırdı. Ve Czentovic'de olduğu
üzere, bunca özgül bir dehanın, elli kilo taşın arasında
sıkışmış tek bir altın kıl gibi entelektüel bağlamda mutlak bir
tembelliğin içine hapsolmuş izlenimini uyandırdığı bir olay,
bir fizyonomi uzmanına kim bilir ne kadar çekici gelirdi!
Böylesine eşsiz, böylesine dâhiyane bir oyunun zorunlu
olarak kendine özgü matadorlar yaratacağı, benim için ilke
bağlamında eskiden beri anlaşılır bir olguydu, buna karşılık
bütün dünyanın kendisi için sadece siyah ile beyaz arasında
uzanan daracık ve tek yönlü bir yola indirgendiği, sıkışıp
kaldığı, beyni çalışan bir insanın, hayatının zaferlerini sadece
otuz iki adet taşın oraya buraya, ileriye ve geriye itilmesinde
arayan, yeni bir açılışta piyon yerine atı seçmeyi bile büyük
bir iş sayan ve zavallı ölümsüzlüğünü bir satranç kitabının
herhangi bir köşesine sıkışmış olarak gören bir insanın,
çıldırmadan on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, kırk yıl boyunca
düşünme gücünün tamamını sürekli olarak tahtadan yapılma
bir şahı bir satranç tahtasında köşeye sıkıştırmak gibi gülünç
bir manevraya harcayabilen bir insanın bulunabileceğini
kafada canlandırmak ne kadar güç, dahası ne kadar
imkânsızdı!
Ve işte şimdi böyle bir olay, böyle tuhaf bir dâhi veya
böylesi bir esrarengiz çılgın, mekân bağlamında hayatımda ilk
kez çok yakınımdaydı, aynı gemide altı kabine ötedeydi ve
tinsel konularda duyduğu merak hep bir tür tutkuya dönüşen
zavallı ben, ona yaklaşamayacaktım. Kafamdan en saçma
sapan numaraları geçirmeye başladım: Örneğin önemli bir
gazete için sözde bir röportaj olasılığı varmış gibi davranarak
gururunu okşayabilirdim veya İskoçya'da kazancı bol bir
turnuva önererek açgözlülüğünü kışkırtabilirdim. Ama
sonunda avcıların yaban horozunu kendilerine çekmek için
uyguladıkları en iyi tekniğin onun çiftleşmek için ötüşünü
taklit etmek olduğunu hatırladım; bir satranç şampiyonunun
dikkatini üzerine çekmek için insanın kendisinin satranç
oynamasından daha etkili bir yol düşünülebilir miydi?
Fakat öte yandan hayatım boyunca hiçbir zaman ciddi
anlamda bir satranç sanatçısı olmamıştım ve bunun basit bir
nedeni vardı; satrançla hep öylesine ve yalnızca vakit
geçirmek için ilgilenmiştim; bir saat için satranç tahtasının
başına geçtiğimde, bunu asla kafamı yormak için değil, tam
tersine, ruhsal gerilimden kurtulmak için yapıyordum.
Satrancı, sözcüğün gerçek anlamında "oynuyordum", oysa
ötekiler, yani gerçek satranç oyuncuları, işi ciddiye
alıyorlardı.
[3]
Satranç için, tıpkı aşkta olduğu gibi, bir
Dostları ilə paylaş: |