Stefan zweig



Yüklə 399,67 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/4
tarix02.01.2022
ölçüsü399,67 Kb.
#42879
1   2   3   4
Satranç - Stefan Zweig ( PDFDrive )

Satranç

Gece  yarısı  New  York'tan  Buenos  Aires'e  hareket  edecek

olan  büyük  yolcu  gemisi,  kalkış  saatinin  o  alışılagelmiş

koşuşturması  ve  hareketliliği  içerisindeydi.  Karadan  gelen

konuklar,  arkadaşlarına  eşlik  etmek  için  itişip  duruyorlardı,

kasketlerini yan giymiş telgrafçı çocuklar yüksek sesle adları

çağırarak toplantı odaları boyunca seğirtiyorlardı, bavullar ve

çiçekler  taşınıyordu,  çocuklar  merakla  merdivenlerden  aşağı

yukarı  koşmaktaydılar  ve  bu  arada  orkestra  da  hiç  istifini

bozmaksızın güverte konserini veriyordu. Ben, bu kalabalığın

biraz  uzağında,  gezinti  güvertesinde  durmuş,  bir  tanıdığımla

konuşuyordum;  tam  o  sırada  yanımızda  iki  ya  da  üç  kez

flaşlar parladı –göründüğü kadarıyla muhabirler, ünlü biriyle

kalkıştan (gemi yola çıkmadan) hemen önce röportaj yapmayı

ve fotoğraf çekmeyi başarmışlardı. Arkadaşım, oraya baktı ve

gülümsedi:  "Geminizde  ender  rastlanabilecek  biri  de  var,

Czentovic." Ve herhalde yüz ifademden bu haberden pek bir

şey  anlamadığım  belli  oluyordu  ki,  bir  açıklama  yapma

gereğini duydu: "Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic.

Doğudan  batıya  bütün  Amerika  boyunca  bir  turnuvadan

ötekine koştu, şimdi de yeni zaferler için Arjantin'e gidiyor."

Şimdi  gerçekten  hatırlamıştım  bu  genç  dünya  satranç

şampiyonunu, 

dahası, 


kariyerindeki 

baş 


döndürücü

yükselişiyle  ilgili  bazı  ayrıntılar  da  aklıma  gelmişti;  benden

daha  dikkatli  bir  gazete  okuru  olan  arkadaşım,  bu  ayrıntıları

bir sürü anekdotla tamamlayabilecek durumdaydı. Czentovic,

yaklaşık  bir  yıl  kadar  önce  bir  çırpıda  satranç  sanatının

Alehin,  Capablanca,  Tartakower,  Lasker,  Bogolyubov  gibi

eski  ve  en  değerli  ustalarının  arasına  yükselivermişti.  1922



yılında  New  York'ta  düzenlenen  satranç  turnuvasında,  yedi

yaşındaki  harika  çocuk  Rzescewski'nin  ortaya  çıkışından  bu

yana  hiç  tanınmayan  birinin  bu  şanlı  loncaya  girişi,  hiçbir

zaman 


Czentovic'inki 

gibi 


yaygın 

bir 


heyecan

uyandırmamıştı.  Çünkü  Czentovic'in  entelektüel  nitelikleri,

asla  böylesine  parlak  bir  kariyerin  kehanetini  destekler  gibi

gözükmüyordu.  Bu  satranç  şampiyonunun  özel  hayatında

herhangi  bir  dilde  bir  cümleyi  yazım  yanlışları  yapmaksızın

kâğıda  dökebilmekten  âciz  olduğuna  ilişkin  sırrın  ortaya

çıkması  gecikmemişti  ve  öfkeli  meslektaşlarından  birinin

kötücül  bir  alayla  dile  getirdiğine  göre,  "cehaleti  bütün

alanlarda  ortak  olmak  üzere,  evrenseldi".  Czentovic,  aslen

Güney  Slovenyalı  olup  Tuna  Nehri'nde  çalışan  ve  fındık

kabuğu  büyüklüğündeki  barkası  bir  gece  tahıl  yüklü  bir

şilebin  altında  kalan,  yoksul  bir  denizcinin  oğluydu;  o

zamanlar  on  iki  yaşında  olan  oğlanı  babasının  ölümünden

sonra taşrada yaşadığı yerin rahibi acıyarak yanına almıştı; bu

iyi  yürekli  din  adamı,  ağzını  açmaya  üşenen,  içine  kapanık,

geniş  alınlı  çocuğun  köy  okulunda  öğrenemediklerini  ona

evde  verdiği  derslerle  öğretebilmek  için  içtenlikle  çaba

harcamıştı.

Fakat  bütün  çabalar  boşa  çıkmıştı.  Mirko,  kendisine  belki

yüz  kez  açıklanmış  olan  harflere  boş  gözlerle  bakmayı

sürdürmüştü; çok ağır çalışan beyni, en basit ders konularını

dahi  içinde  tutabilecek  güçten  yoksundu.  Hesap  yapması

gerektiğinde,  on  dört  yaşına  geldiğinde  bile  parmaklarının

yardımına  başvurmak  zorunda  kalıyordu,  bir  kitap  veya  bir

gazete  okumak  ise  artık  yeniyetmelik  yaşına  varmış  olan

çocuk  için  hâlâ  özel  bir  çaba  harcamayı  gerektiriyordu.  Öte

yandan  Mirko,  kesinlikle  isteksiz  veya  inatçı  diye  de

nitelendirilemezdi.  Kendisinden  ne  istenirse  söz  dinleyip




yapıyordu;  su  getiriyordu,  odun  kesiyordu,  başkalarıyla

birlikte  tarlada  çalışıyordu,  mutfağı  derleyip  topluyordu  ve

istenen her hizmeti, insanı kızdıran bir ağır canlılıkla da olsa,

güvenilir  biçimde  yerine  getiriyordu.  Fakat  bu  kalın  kafalı

çocuğun  iyi  yürekli  rahibi  en  çok  kızdıran  yanı,  sergilediği

mutlak anlamdaki umursamazlığıydı. Mirko, kendisinden özel

olarak  istenmedikçe  hiçbir  şey  yapmıyordu,  asla  bir  soru

sormuyordu, öteki oğlan çocuklarıyla oynamıyordu ve açıkça

belirtilmedikçe,  kendisi  için  herhangi  bir  meşguliyet

aramıyordu;  ev  işlerinden  verilenleri  bitirdikten  sonra,

otlaktaki  koyunların  gözlerindekini  çağrıştıran  o  bomboş

bakışlarla  ve  çevresinde  olup  bitenlerle  en  ufak  bir  şekilde

ilgilenmeksizin  odada  öylece  oturuyordu.  Akşamları  rahip

uzun  köylü  piposunu  tüttürerek  jandarma  başçavuşuyla  her

zamanki  üç  satranç  partisini  oynarken,  Mirko  lüleli  sarı

saçlarıyla  yanlarına  çöküyor,  ağır  gözkapaklarının  ardından

görünüşte  uykulu  ve  umursamaz  ifadeli  bakışlarını  kareli

satranç tahtasına dikiyordu.

Bir  kış  akşamı,  taraflar  her  akşamki  oyunlarına

dalmışlarken,  köy  yolundan  doğru  bir  kızağın  küçük

çanlarının  gittikçe  daha  hızla  yaklaşan  sesi  duyulmuştu.

Kasketi karla örtülü bir köylü acele adımlarla içeriye dalmıştı,

yaşlı  annesi  ölmek  üzereydi  ve  rahipten  iş  işten  geçmeden

kadını  takdis  etmek  üzere  hemen  gelmesini  istiyordu.  Rahip

hiç oyalanmadan onun peşinden gitmişti. Bardağındaki birayı

henüz  bitirmemiş  olan  başçavuş  ise  ayrılmazdan  önce  veda

niyetine  yeni  bir  pipo  yakıp  uzun  konçlu,  ağır  çizmelerini

giymeye  davranmıştı;  ama  tam  o  sırada  Mirko'nun

bakışlarının,  üstünde  yarım  kalan  oyunun  bulunduğu  satranç

tahtasına  ne  kadar  ısrarlı  bir  şekilde  saplanmış  olduğu

dikkatini çekmişti.



"E, oyunu bitirmek ister misin bakalım?" diye alay etmişti;

uykulu oğlanın tahtadaki tek bir taşın bile nasıl doğru hareket

ettirileceğini  bilmediğinden  kesinlikle  emindi.  Oğlan,  ürkek

bir ifadeyle bakışlarını kaldırmış, sonra başını evet anlamında

sallamış  ve  rahibin  yerine  oturmuştu.  On  dört  hamle  sonra

başçavuş  yenilmişti,  ayrıca  yenilgisine  herhangi  bir  yanlış

hamlenin  yol  açmadığını  da  itiraf  etmek  zorunda  kalmıştı.

İkinci partinin sonu da farklı olmamıştı.

"Bileam'ın  eşeği  adına!"  demişti  yüksek  sesle  geri

döndüğünde  rahip  ve  Kutsal  Kitap'ı  onun  kadar  bilmeyen

başçavuşa,  iki  bin  yıl  önce  de  benzer  bir  mucizenin

gerçekleştiğini,  dilsiz  bir  canlının  ansızın  bilgeliğin  diliyle

konuşuverdiğini açıklamıştı. Ayrıca saatin ilerlemiş olmasına

rağmen, okumayı ve yazmayı iyi bildiği söylenemeyecek olan

yardımcısına  bu  defa  onunla  oynaması  için  meydan

okumaktan  da  kendini  alamamıştı.  Mirko,  onu  da  kolayca

yenmişti. Eğmiş olduğu alnını satranç tahtasından bir kez bile

kaldırmaksızın, kararlı bir ifadeyle, hiç acele etmeden, istifini

asla  bozmadan  oynuyordu.  Fakat  kendine  sarsılmaz  bir

güveni vardı. Sonraki günlerde gerek başçavuş gerekse rahip

ona  karşı  tek  bir  partiyi  bile  kazanmayı  başaramamışlardı.

Bunun  üzerine  yetiştirmesinin  başkaca  alanlardaki  geri

kalmışlığını herkesten iyi bilebilecek durumda olan rahip, bu

tek  yanlı  ve  tuhaf  yeteneğin  daha  zor  bir  sınava  ne  ölçüde

dayanabileceğini  merak  etmeye  başlamıştı.  Mirko'yu  biraz

olsun insan içine çıkabilir hale getirmek için köyün berberine

götürüp  saman  sarısı  ve  karmakarışık  saçlarını  kestirdikten

sonra,  kızağına  alıp  kasabaya  komşu  olan  küçük  şehre

götürdü;  şehrin  büyük  meydanındaki  kafede  kendisinin

deneyim  azlığı  nedeniyle  başa  çıkamayacağı  azılı  satranç

oyuncularının  toplandıkları  bir  köşe  olduğunu  biliyordu.



Rahip,  sırtında  tersyüz  edilmiş  koyun  postundan  bir  kürk,

ayaklarında  da  ağır,  uzun  konçlu  çizmeler  bulunan  on  beş

yaşındaki  sarı  saçlı  ve  kırmızı  yanaklı  oğlanı  önüne  katarak

kahveye soktuğunda, bu olayın devamlı müşterilerde yarattığı

şaşkınlık  az  olmamıştı;  oğlan  ürkek  ve  önüne  dikilmiş

bakışlarla,  satranç  masalarından  birine  çağrılana  kadar,

tedirgin  bir  şekilde  bir  köşede  kalakalmıştı.  İlk  partide

yenilmişti,  çünkü  Sicilya  açılışı  diye  adlandırılan  açılışı

rahibin  o  güne  kadar  yaptığını  hiç  görmemişti.  Fakat  daha

ikinci partide en iyi oyuncuyla berabere kalmıştı. Üçüncü ve

dördüncü oyundan sonra ise herkesi birbiri ardına yenmişti.

Güney  Slovenya'nın  küçük  bir  taşra  şehrinde  heyecan

uyandıran  olaylara  rastlandığı,  çok  enderdir;  bu  yüzden  bu

köylü  şampiyonun  ilk  ortaya  çıkışı,  orada  toplanmış  ileri

gelen kişiler için tam bir olay olmuştu. Oybirliğiyle bu harika

çocuğun  mutlaka  ertesi  güne  kadar  şehirde  kalmasına  karar

verilmişti,  böylece  satranç  kulübünün  öteki  üyeleri  de

çağrılabilir  ve  özellikle  de  bir  satranç  delisi  olan  yaşlı  Kont

Simczic,  şatosunda  durumdan  haberdar  edilebilirdi.

Yetiştirmesine  şimdi  çok  farklı  bir  gururla  bakan,  ancak  bu

keşfinden  duyduğu  sevinç  yüzünden  görevi  gereği  pazar

ayinini  de  kaçırmak  istemeyen  rahip,  Mirko'yu  bir  deneme

için  daha  orada  bırakmaya  hazır  olduğunu  açıkladı.  Genç

Czentovic,  giderleri  satranç  çevresine  ait  olmak  üzere  otele

yerleştirildi  ve  o  akşam  hayatında  ilk  kez  sifonlu  bir  tuvalet

gördü.  Ertesi  pazar  gününün  öğleden  sonrasında  satranç

salonu  tıka  basa  dolmuştu.  Dört  saat  boyunca  hiç  hareket

etmeden  satranç  tahtasının  başında  oturan  Mirko,  tek  kelime

etmeksizin veya başını bile kaldırmaksızın, arka arkaya bütün

oyuncuları  yendi;  sonunda  bir  simultane  parti  oynanması

önerildi.  Cahil  gence  simultane  bir  partide  tek  başına  birden



fazla oyuncuya karşı oynaması gerektiğini anlatabilmek, biraz

zaman almıştı. Fakat Mirko bu uygulamayı kavrar kavramaz

hemen  yapması  gereken  şeyle  uyum  sağlamış,  ağır  ve

gıcırdayan çizmeleriyle ağır ağır masaları dolaşmış, sonunda

da sekiz oyundan yedisini kazanmıştı.

Bunun üzerine kapsamlı görüşmeler başladı. Gerçi bu yeni

şampiyon  dar  anlamda  şehirden  biri  değildi,  fakat  yörenin

ulusal gururu artık iyice körüklenmişti. Varlığını o güne kadar

harita  üzerinde  hemen  hiç  kimsenin  algılamamış  olduğu  bu

küçük kent, belki de şimdi tarihinde ilk kez dünyaya ünlü bir

adamı  göndermiş  olmanın  onurunu  kazanabilirdi.  Normalde

garnizonun  kabaresi  için  şanson  şarkıcıları  ve  başkaca  kadın

şarkıcılar bulmak için aracılık eden Koller adında bir ajan, bir

yıllık  ödeme  önceden  yapıldığı  takdirde  genç  Mirko'nun

Viyana'da,  tanıdığı  genç  ve  mükemmel  bir  ustadan  satranç

eğitimi  görmesini  sağlamaya  hazır  olduğunu  söylemişti.

Altmış  yıl  boyunca  her  gün  satranç  oynamış,  ama  bu  kadar

tuhaf bir hasımla hiç karşılaşmamış olan Kont Simczic, parayı

derhal  ödemişti.  Gemicinin  oğlunun  şaşırtıcı  kariyeri  de  o

günle birlikte başlamıştı.

Altı  ay  sonra  Mirko,  satranç  tekniğinin  bütün  sırlarına

hâkim  olmuştu,  fakat  sonradan  satranç  çevrelerinde  çok

gözlemlenen  ve  alay  konusu  olan  tuhaf  bir  istisna  bunun

dışındaydı.  Çünkü  Czentovic,  tek  bir  satranç  partisini  bile

ezbere  –veya  teknik  terimiyle  söylendiğinde:  körü  körüne–

oynamayı  asla  başaramamıştı.  Satrancın  oynandığı  alanı

imgelemin  sınırsız  uzamına  taşıyabilme  yeteneğinden

tümüyle  yoksundu.  Siyah  beyaz  alanı,  altmış  dört  karesi  ve

otuz  iki  taşıyla  birlikte  hep  elle  tutulur  gözle  görülür

somutlukta  önünde  bulundurmak  zorundaydı;  dünya  çapında




üne  eriştikten  sonra  bile,  katlanabilir  bir  cep  satrancını,

şampiyonada  oynanmış  bir  partiyi  yeniden  kurgulamak  veya

bir  problemi  kendi  için  çözmek  istediğinde  durumu  optik

açıdan önünde görebilsin diye, hep yanında taşıyordu. Kendi

başına ele alındığında önemsiz olan bu kusur, imgelem gücü

bağlamında  bir  eksikliği  ele  veriyordu  ve  dar  çevrelerde,

sanki  müzisyenler  arasında  olağanüstü  bir  virtüöz  veya

orkestra  şefi  önünde  nota  bulunmaksızın  çalamamış  ya  da

yönetememiş  gibi,  hararetle  tartışılıyordu.  Ancak  bu  ilginç

özellik, 

Mirko'nun 

şaşırtıcı 

yükselişini 

kesinlikle

yavaşlatmamıştı. On yedi yaşında bir düzine satranç ödülünün

sahibi  olan  Mirko,  on  sekiz  yaşında  Macaristan  satranç

şampiyonluğunu  ve  nihayet  yirmi  yaşında  da  dünya  satranç

şampiyonluğunu  kazanmıştı.  Her  biri  entelektüel  yetenek,

imgelem  gücü  ve  soğukkanlılık  bakımından  ondan

ölçülemeyecek  kadar  üstün  olan  en  gözü  pek  şampiyonlar,

tıpkı  Napoléon'un  ağır  kanlı  General  Kutuzov'a,  Hannibal'in

de Fabius Cunctator'a yenilmesi gibi –o Fabius Cunctator ki,

tarihçi Livius onun da çocukluğunda Mirko gibi aşırı bir ağır

canlılık ve aptallık belirtileri sergilemiş olduğunu yazmıştır–,

Mirko'nun  yılmak  nedir  bilmeyen  ve  buz  gibi  mantığı

karşısında 

yenik 

düşmüşlerdi. 



Böylece 

satranç


şampiyonlarının,  içerisinde  –filozoflar,  matematikçiler,  her

şeyi  ölçüp  biçebilen,  düş  gücüne  sahip,  çoğu  kez  yaratıcı

kişilikler  gibi–  entelektüel  üstünlüğü  simgeleyen  çok  çeşitli

tipleri  barındıran  seçkinler  galerisine  ilk  kez  olarak  tinsel

dünyanın  bütünüyle  dışından  biri,  en  pervasız  gazetecilerin

bile ağzından habercilik değeri taşıyan tek bir sözcük almayı

başaramadıkları  ağır  canlı,  ağzını  açmaya  üşenen  bir  köylü

genci  zorla  girmiş  oluyordu.  Öte  yandan  Czentovic,

gazetelerden  ustaca  dile  getirilmiş  özlü  sözler  adına



esirgediklerini  kısa  zamanda  kendine  ait  anekdotlarla

fazlasıyla  dengelemeye  başlamıştı.  Çünkü  eşsiz  bir  ustalığı

sergilediği satranç tahtasının başından kalktığı an, umarsız bir

şekilde grotesk ve neredeyse komik bir figür olup çıkıyordu;

son  derece  resmi  görünüşlü  siyah  takım  elbisesine,  üstünde

biraz  fazla  göze  batan  inci  bir  iğnenin  bulunduğu  şatafatlı

kravatına  ve  özenle  manikür  yaptırılmış  parmaklarına

rağmen,  oturup  kalkmasıyla  ve  hareketleriyle  bir  zamanlar

rahibin  odasını  süpüren  kuş  beyinli  taşra  çocuğundan

farksızdı. Beceriksizce ve neredeyse utanmazca denilebilecek

bir  kabalıkla,  bir  yandan  meslektaşlarının  eğlencesi  olarak

ama öte yandan da onları öfkelendirir biçimde, yeteneğini ve

ününü,  pintice  ve  dahası  bayağı  bir  açgözlülük  sergileyerek

cebini  olabildiğince  doldurmak  için  kullanıyordu.  Durmadan

bir  şehirden  ötekine  gidiyor,  hep  en  ucuz  otellerde  kalıyor,

istediği  ücret  kabul  edildiği  sürece  düzeyli  düzeysiz  ayrımı

yapmadan en berbat derneklerde bile oynuyor, resmini sabun

reklamlarında kullandırtıyordu; bu arada onun üç cümleyi bile

doğru  yazabilecek  durumda  olmadığını  çok  iyi  bilen

rakiplerinin  alaylarına  zerre  kadar  aldırmaksızın,  adını

Satrancın Felsefesi başlıklı bir kitabın yazarı diye kullanılmak

üzere  satmıştı;  gerçekte  ise  kitabı  Galiçyalı  sıradan  bir

üniversite öğrencisi işini bilen bir yayıncı için kaleme almıştı.

Mirko,  bütün  inatçı  yaradılışlar  gibi  her  türlü  gülünç  düşme

duygusundan  yoksundu;  dünya  satranç  şampiyonasındaki

zaferinden beri kendini dünyanın en önemli insanı sayıyordu;

bütün  o  zeki,  entelektüel,  göz  kamaştırıcı  konuşmacıları  ve

yazarları  kendi  alanlarında  yenmiş  olmanın  bilinci  ve

özellikle  de  onlardan  daha  fazla  para  kazandığı  olgusu,

başlangıçtaki  kendine  güvensizliğin  kaskatı  ve  çoğu  zaman




herkesin  gözüne  sokarcasına  sergilenen  bir  gurura

dönüşmesine yol açmıştı.

"Böylesine  boş  bir  kafanın  bunca  çabuk  gelen  bir  ünden

sarhoş  olmaması  düşünülebilir  miydi?"  diye  noktaladı  bana

daha  biraz  önce  Czentovic'in  çocukça  yetersizliğine  ilişkin

bazı  klasik  örnekler  anlatmış  olan  arkadaşım.  "Banat'tan

gelme  bir  köylü  gencin,  ansızın  bir  tahta  üstünde  birkaç  taşı

birazcık  oraya  buraya  oynatmakla  bütün  köyünün

odunculuktan ve en yorucu işlerden bir yılda kazandığını bir

haftada  kazanması  durumunda  kendini  beğenmişlikten

başının dönmemesi diye bir şey olabilir mi? Hem ayrıca, bu

dünyada bir zamanlar bir Rembrandt'ın, bir Beethoven'in, bir

Dante'nin, bir Napoléon'un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi

bulunmayan  birinin  kendini  büyük  bir  insan  sayması  son

derece kolay değil midir? Bu gencin dünyaya kapalı beyninde

bildiği  tek  şey,  aylardan  beri  hiçbir  satranç  oyununu

kaybetmemiş  olduğu  ve  dünyamızda  satrancın  ve  paranın

dışında daha başka değerlerin de bulunduğunu bilmediğinden,

kendine hayranlık duymak için her türlü nedeni var."

Arkadaşımın  bu  açıklamaları,  merakımı  uyandırmakta

geciktirmedi.  Hayatım  boyunca  tek  bir  düşünceye  saplanıp

kalmış, monoman insanların her türü hep dikkatimi çekmiştir,

çünkü  bir  insan  kendini  sınırladığı  ölçüde  sonsuzluğa  da

yaklaşmış  demektir;  özellikle  dünyaya  sırt  çevirmiş  gibi

gözüken  bu  tür  insanlar,  özel  malzemeleriyle  kendilerine

karıncalar gibi tuhaf ve gerçekten bir defaya özgü küçük bir

dünya  modeli  inşa  ederler.  Bu  durumda  ben  de,  Rio'ya

kadarki  on  iki  günlük  yolculuk  sırasında  entelektüel  tek

boyutluluğun  bu  tuhaf  türünü  daha  yakından  büyüteç  altına

alma niyetimi saklamadım.




Gelgelelim,  "Bu  konuda  pek  şansınız  olmayacak,"  diye

uyardı  arkadaşım.  "Çünkü  bildiğim  kadarıyla  bugüne  kadar

kimse  Czentovic'den  en  ufak  bir  psikolojik  malzeme  elde

etmeyi  başaramadı.  Bu  kurnaz  köylü,  uçsuz  bucaksız

sınırlılığının  arkasında,  hiçbir  açık  vermemek  gibi  büyük  bir

akıllılığı  saklıyor  ve  bunu  da,  küçük  lokallerde  buluştuğu,

kendi  çevresinden  gelme  memleketlileriyle  yaptıklarının

dışında her türlü konuşmadan kaçınmak gibi basit bir teknik

kullanarak  yapıyor.  Kültürlü  bir  insanın  varlığını  hissettiği

yerde  de  salyangoz  kabuğunun  içine  çekiliyor;  bu  yüzden

kimse, herhangi bir zaman ondan aptalca bir söz duymuş veya

bilgisizliğinin  sınırsız  olduğu  söylenen  derinliğini  ölçebilmiş

olmakla övünemez."

Arkadaşım  gerçekten  de  haklı  çıkacaktı.  Yolculuğun  ilk

günlerinde Czentovic'e, benim tarzım olmayan kaba bir ısrara

başvurulmadığı  sürece  yaklaşabilmenin  kesinlikle  imkânsız

olduğu  anlaşılmıştı.  Gerçi  Mirko'nun  bazen  gezinti

güvertesinde  dolaştığı  oluyordu,  ama  bunu  her  zaman,  o

bilinen  resmindeki  Napoléon  gibi,  ellerini  arkasında

kavuşturmuş ve kibirli bir şekilde, kendi içine çekilmiş tavırla

yapıyordu;  ayrıca  felsefesini  gezinirken  öğreten  Aristoteles'i

çağrıştıran  güverte  turunu  öylesine  acele  ve  öne  sıçrarcasına

adımlarla  tamamlıyordu  ki,  ona  hitap  etmek  isteyenin  bu  işi

koşar  adım  yapması  gerekirdi.  Herkesin  toplandığı

mekânlarda, barda veya sigara salonunda ise Czentovic hiçbir

zaman  kendini  göstermiyordu;  gizlice  sormam  üzerine

kamarotun  verdiği  bilgiye  göre,  günün  büyük  bölümünü,

kocaman  bir  yatağın  üstünde  satranç  partilerini  talim  etmek

veya özetlemek için, odasında geçirmekteydi.



Aradan  üç  gün  geçmişti  ve  Mirko'nun  ustaca  savunma

tekniğinin ona yaklaşma irademden daha başarılı olması beni

gerçekten  öfkelendirmeye  başlamıştı.  O  güne  kadar

hayatımda  bir  satranç  şampiyonuyla  şahsen  tanışma  fırsatım

hiç  olmamıştı  ve  şimdi  böyle  bir  tipi  bir  kişide

somutlaştırmak için çaba harcadığım ölçüde, bütün bir hayat

boyunca sadece altmış dört siyah ve beyaz karenin etrafında

dolanıp  duran  bir  beyin  çabasını  anlaşılmaz  buluyordum.

Gerçi  kendi  deneyimlerimden  bu  "kralların  oyunu"  denilen

oyunun esrarlı çekiciliği konusunda bilgi sahibiydim; satranç,

insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini

bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve

zafer  taçlarını  yalnızca  tine  ya  da  daha  doğru  bir  deyişle,

tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. Fakat insan

daha  satrancı  bir  oyun  diye  adlandırmakla,  kendini  hakaret

etmek  anlamını  taşıyan  bir  küçümsemenin  vebali  altına

sokmuş  olmuyor  muydu?  Aslında  satranç  da  bir  bilimdi,  bir

sanattı, Hazreti Muhammet'in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki

boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta

dolanmaktaydı,  karşıtlıklardan  oluşma  bütün  çiftlerin  bir

defaya  özgü  birleşmesiydi;  sonsuz  eski,  ama  buna  rağmen

sonrasız  yeniydi,  kuruluşu  bağlamında  mekanikti,  ama

yalnızca  imgelem  gücü  aracılığıyla  etkinlik  kazanabiliyordu,

geometrik  açıdan  kaskatı  bir  uzamla  sınırlıydı  ve  bu  arada

kombinasyonları  bağlamında  sınırsızdı,  kendini  sürekli

geliştiriyordu,  ama  durağandı,  hiçbir  yere  götürmeyen  bir

düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti,

eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi,

fakat  öte  yandan,  kanıtlanmış  olduğu  üzere,  varlığı  ve  oluşu

açısından  bütün  kitaplardan  ve  eserlerden  daha  kalıcıydı,

bütün  halklara  ve  zamanlara  ait  bulunan,  can  sıkıntısını



öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya

hangi  tanrının  getirdiği  kimsece  bilinmeyen  tek  oyundu.

Başlangıcı  ve  sonu  neredeydi  bu  oyunun?  İlk  kurallarını  her

çocuk  öğrenebilirdi,  her  beceriksiz  onunla  şansını

deneyebilirdi, ama öte yandan aynı oyun, o değiştirilebilmesi

olanaksız sınırlılıktaki kare içerisinde ustalardan oluşma özel

bir 

tür 


üretebiliyordu; 

bunların 

başkaca 

ustalarla

karşılaştırılabilmesi olanaksızdı, hepsi de yalnızca satranç için

öngörülmüş  bir  yetenekle  donatılmıştı,  kişiliklerinde

vizyonun,  sabrın  ve  tekniğin,  tıpkı  matematikçide,  yazar  ve

şairde,  müzisyende  olduğu  gibi,  sadece  farklı  kesitlerde  ve

bağlantılar  içerisinde  olmak  üzere,  kesin  bir  biçimde

belirlenmiş  bir  oran  çerçevesinde  etkinlik  sergilediği,  özel

türden dâhilerdi. Fizyonominin

[1]


 bir tutku olduğu daha erken

zamanlarda  bir  Gall

[2]

,  belki  de  böyle  satranç  ustalarının



beyinlerine  otopsi  yapar,  bu  tür  satranç  dehalarının

beyinlerinin  gri  kitlesi  içerisinde,  başka  kafataslarının  içiyle

karşılaştırıldığında,  özel  bir  kıvrımın,  bir  tür  satranç  kasının

veya  satranç  çıkıntısının  daha  belirgin  biçimde  bulunup

bulunmadığını  saptamaya  çalışırdı.  Ve  Czentovic'de  olduğu

üzere,  bunca  özgül  bir  dehanın,  elli  kilo  taşın  arasında

sıkışmış tek bir altın kıl gibi entelektüel bağlamda mutlak bir

tembelliğin  içine  hapsolmuş  izlenimini  uyandırdığı  bir  olay,

bir  fizyonomi  uzmanına  kim  bilir  ne  kadar  çekici  gelirdi!

Böylesine  eşsiz,  böylesine  dâhiyane  bir  oyunun  zorunlu

olarak  kendine  özgü  matadorlar  yaratacağı,  benim  için  ilke

bağlamında  eskiden  beri  anlaşılır  bir  olguydu,  buna  karşılık

bütün  dünyanın  kendisi  için  sadece  siyah  ile  beyaz  arasında

uzanan  daracık  ve  tek  yönlü  bir  yola  indirgendiği,  sıkışıp

kaldığı, beyni çalışan bir insanın, hayatının zaferlerini sadece

otuz iki adet taşın oraya buraya, ileriye ve geriye itilmesinde




arayan,  yeni  bir  açılışta  piyon  yerine  atı  seçmeyi  bile  büyük

bir  iş  sayan  ve  zavallı  ölümsüzlüğünü  bir  satranç  kitabının

herhangi  bir  köşesine  sıkışmış  olarak  gören  bir  insanın,

çıldırmadan  on  yıl,  yirmi  yıl,  otuz  yıl,  kırk  yıl  boyunca

düşünme  gücünün  tamamını  sürekli  olarak  tahtadan  yapılma

bir şahı bir satranç tahtasında köşeye sıkıştırmak gibi gülünç

bir  manevraya  harcayabilen  bir  insanın  bulunabileceğini

kafada  canlandırmak  ne  kadar  güç,  dahası  ne  kadar

imkânsızdı!

Ve  işte  şimdi  böyle  bir  olay,  böyle  tuhaf  bir  dâhi  veya

böylesi bir esrarengiz çılgın, mekân bağlamında hayatımda ilk

kez  çok  yakınımdaydı,  aynı  gemide  altı  kabine  ötedeydi  ve

tinsel konularda duyduğu merak hep bir tür tutkuya dönüşen

zavallı  ben,  ona  yaklaşamayacaktım.  Kafamdan  en  saçma

sapan  numaraları  geçirmeye  başladım:  Örneğin  önemli  bir

gazete için sözde bir röportaj olasılığı varmış gibi davranarak

gururunu  okşayabilirdim  veya  İskoçya'da  kazancı  bol  bir

turnuva  önererek  açgözlülüğünü  kışkırtabilirdim.  Ama

sonunda  avcıların  yaban  horozunu  kendilerine  çekmek  için

uyguladıkları  en  iyi  tekniğin  onun  çiftleşmek  için  ötüşünü

taklit  etmek  olduğunu  hatırladım;  bir  satranç  şampiyonunun

dikkatini  üzerine  çekmek  için  insanın  kendisinin  satranç

oynamasından daha etkili bir yol düşünülebilir miydi?

Fakat  öte  yandan  hayatım  boyunca  hiçbir  zaman  ciddi

anlamda  bir  satranç  sanatçısı  olmamıştım  ve  bunun  basit  bir

nedeni  vardı;  satrançla  hep  öylesine  ve  yalnızca  vakit

geçirmek  için  ilgilenmiştim;  bir  saat  için  satranç  tahtasının

başına  geçtiğimde,  bunu  asla  kafamı  yormak  için  değil,  tam

tersine,  ruhsal  gerilimden  kurtulmak  için  yapıyordum.

Satrancı,  sözcüğün  gerçek  anlamında  "oynuyordum",  oysa




ötekiler,  yani  gerçek  satranç  oyuncuları,  işi  ciddiye

alıyorlardı.

[3]

  Satranç  için,  tıpkı  aşkta  olduğu  gibi,  bir



Yüklə 399,67 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin