Stefan zweig


partnerin  varlığı  şarttır  ve  ben  o  sırada  gemide  bizim



Yüklə 399,67 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə4/4
tarix02.01.2022
ölçüsü399,67 Kb.
#42879
1   2   3   4
Satranç - Stefan Zweig ( PDFDrive )


partnerin  varlığı  şarttır  ve  ben  o  sırada  gemide  bizim

dışımızda 

başkaca 

satrançseverlerin 

bulunup

bulunmadıklarını  bilmiyordum.  Onları  inlerinden  dışarıya

çekmek  için,  sigara  salonunda  ilkel  bir  tuzak  kurdum  ve

karımla  birlikte,  benden  daha  zayıf  bir  oyuncu  olmasına

rağmen,  gösteriş  amacıyla  bir  satranç  tahtasının  başına

oturdum. Ve gerçekten de, daha altı hamle bile yapmamıştık

ki,  yanımızdan  geçmekte  olan  biri  durdu,  bir  ikincisi  de

seyretmek  için  izin  istedi:  ve  sonunda  gelmesini  istediğim

partner  de  ortaya  çıktı  ve  beni  bir  parti  satranç  oynamaya

davet etti. Adı McConnor'dı ve İskoçyalı bir yeraltı inşaatları

mühendisiydi,  duyduğum  kadarıyla  o  güne  kadar

Kaliforniya'da  yaptığı  petrol  sondajlarıyla  bir  servet

kazanmıştı; dış görünüşüyle iriyarı bir adamdı, çene kemikleri

güçlüydü,  neredeyse  kare  biçiminde  ve  sertti,  dişleri

sağlamdı,  dolgun  bir  yüz  rengi  vardı,  bu  yüzdeki  belirgin

kızılımsı  ton,  büyük  bir  olasılıkla,  en  azından  kısmen,  bolca

viski  tüketiminden  kaynaklanmaydı.  Dikkati  çekecek  kadar

geniş, neredeyse atletik denilebilecek kadar canlı omuzları ne

yazık  ki  oyun  sırasında  da  bir  karakter  özelliği  niteliğiyle

belirginleşiyordu, çünkü bu Mister McConnor, en önemsiz bir

oyunda  yenik  düşmeyi  bile  kişilik  bilinçlerine  yönelik  bir

aşağılama 

sayan, 

başarıyı 

saplantıya 

dönüştürmüş

megalomanlardandı.  Hayatta  kimsenin  gözünün  yaşına

bakmaksızın  kendini  kabul  ettirmeye  alışmış  ve  somut

başarılardan  dolayı  şımarmış  olan  bu  Selfmademan'in

üstünlük  duygusu  öylesine  iliklerine  işlemişti  ki,  karşılaştığı

her direniş onu yakışık almaz bir isyan ve neredeyse hakaret

gibi  heyecanlandırıyordu.  İlk  partiyi  kaybettiğinde,  suratı




asıldı ve bunun ancak anlık bir dikkatsizlik sonucu meydana

gelmiş  olabileceğini  ayrıntılı  ve  diktatörce  bir  ifadeyle

anlatmaya  başladı,  üçüncü  yenilgide  ise  başarısızlığından

yandaki  salonun  gürültüsünü  sorumlu  tuttu;  hiçbir  partiyi

anında  rövanş  talep  etmeden  kaybetmeye  hazır  değildi.

Başlangıçta  bu  yükselme  tutkusuyla  yoğrulmuş  sinirlilik

halini eğlenceli buldum; sonunda ise yalnızca asıl amacımın,

yani  dünya  şampiyonunu  masamıza  çekme  niyetimin

kaçınılmaz bir yan sonucu saymaya başladım.

Üçüncü  gün  amaç  gerçekleşti,  fakat  sadece  yarı  yarıya.

Czentovic  belki  bizi  gezinti  güvertesinin  penceresinden

satranç  tahtasının  başında  otururken  görmüş  olabilirdi  veya

belki  de  sigara  salonunu  salt  rastlantı  sonucu  varlığıyla

onurlandırmıştı  –her  neyse,  bizim  gibi  amatörlerin  onun

sanatını  icra  etmekte  olduklarını  görünce,  ister  istemez  bir

adım  yaklaştı  ve  bu  uygun  mesafeden  satranç  tahtamıza

sınayan  bir  bakış  yöneltti.  O  anda  hamle  sırası

McConnor'daydı.  Ve  anlaşıldığı  kadarıyla  bu  tek  hamle  bile

Czentovic'e,  acemice  çabalarımızı  daha  fazla  izlemenin

şampiyonluktan  kaynaklanan  ilgisi  için  ne  kadar  yakışık

almaz olduğunu anlatmaya yetti. Bizlerden birinin bir kitapçı

dükkânında  önerilen  değersiz  bir  polisiye  romanı  sayfalarını

bile  karıştırmadan  bir  yana  bırakmamız  gibi,  Czentovic  de

masamızdan uzaklaştı ve sigara salonundan çıktı. İnceledi ve

çok  hafif  buldu,  diye  düşündüm,  o  buz  gibi,  aşağılayıcı

bakıştan ötürü biraz öfkelenmiştim ve keyifsizliğimi azaltmak

için McConnor'la konuştum:

"Görünüşe  bakılırsa  hamleniz,  şampiyonda  pek  hayranlık

uyandırmadı."

"Hangi şampiyonda?"




Ona,  biraz  önce  yanımızdan  geçip  giden  ve  oyunumuza

onaylamayan  bir  ifadeyle  bakmış  olan  beyin,  satranç

şampiyonu  Czentovic  olduğunu  açıkladım.  Ama,  diye

ekledim,  sonunda  ölüm  yok  ya,  ikimiz  nasılsa  bunu  da

atlatırız  ve  şampiyonun  o  seçkinlere  özgü  aşağılamasına

boyun  eğmenin  bir  çaresini  buluruz;  bizim  gibiler,

bulduklarıyla  yetinmek  zorundadırlar.  Gelgelelim  rahat  bir

ifadeyle yaptığım bu açıklama, McConnor'da beklenmedik bir

etki yaratarak beni şaşırttı. Hasmım derhal çok heyecanlandı,

oyunumuzu 

unuttu 

ve 


rekabet 

tutkusu 


neredeyse

duyulurcasına  bir  nabız  gibi  atmaya  başladı.  Czentovic'in  de

gemide  bulunduğundan  haberi  yoktu  ve  Czentovic  mutlaka

kendisiyle  oynamalıydı.  Hayatında  o  güne  kadar  bir  defanın

dışında, o da kırk kişiyle birlikte bir kişiye karşı oynadıkları

bir  simultane  satranç  partisinin  dışında,  asla  bir  dünya

şampiyonuna  karşı  oynamamıştı;  o  oyun  bile  çok  heyecanlı

geçmişti  ve  kazanmasına  ramak  kalmıştı.  Acaba  bu  satranç

şampiyonunu  şahsen  tanıyor  muydum?  Olumsuz  cevap

verdim. Onunla konuşup bize katılmasını isteyebilir miydim?

Czentovic'in  bildiğim  kadarıyla  yeni  tanışıklıklara  pek  açık

olmadığı  gerekçesiyle  reddettim.  Ayrıca,  bizim  gibi  üçüncü

sınıf  oyuncularla  uğraşmanın  bir  dünya  şampiyonu  için  ne

gibi bir çekiciliği olabilirdi ki?

Oysa  aslında  üçüncü  sınıf  oyuncular  gibi  bir  söylemi

McConnor kadar hırslı bir adamla konuşurken kullanmamam

gerekirdi.  McConnor  öfkeyle  arkasına  yaslandı  ve  kaba  bir

ifadeyle Czentovic'in bir centilmenden gelen kibar bir daveti

geri  çevireceğine  şahsen  inanmadığını,  kendisinin  böyle  bir

şeyin  olmamasını  sağlayacağını  söyledi.  İsteği  üzerine  ona

dünya şampiyonu hakkında kısaca bazı kişisel bilgiler verdim

ve  McConnor  bunun  hemen  ardından,  bizim  oyunumuzu




ortada  bırakarak,  engel  olamadığı  bir  sabırsızlıkla

Czentovic'in  arkasından  gezinti  güvertesine  koştu.  Bana

gelince,  böylesine  geniş  omuzlara  sahip  birinin  herhangi  bir

konuda  iradesini  seferber  ettiğinde  engellenemeyeceğini  bir

kez daha hissediyordum.

Epey gergin bekledim. McConnor on dakika sonra döndü,

pek rahatlamış gibi görünmüyordu.

"Ne oldu?" diye sordum.

"Haklıymışsınız," diye cevap verdi biraz öfkeli bir ifadeyle.

"Çok hoş bir insan olduğu söylenemez. Kendimi tanıttım, kim

olduğumu  açıkladım.  Bana  elini  bile  vermedi.  Bize  karşı

simultane bir parti oynadığı takdirde hepimizin, yani gemide

bulunanların  bundan  ne  kadar  gurur  ve  onur  duyacağımızı

anlatmaya  çalıştım.  Fakat  o,  katı  tavrını  değiştirmedi;

üzüldüğünü, ama acentesi ile arasında bütün turnesi boyunca

ücret almadan oynamasını kesinlikle yasaklayan sözleşmeden

kaynaklanma  yükümlülüklerinin  bulunduğunu  söyledi.  En

düşük ücreti parti başına iki yüz elli dolarmış."

Güldüm.  "Siyah  ve  beyaz  taşları  hareket  ettirmenin  bunca

kazançlı  bir  iş  olabileceğini  aslında  düşünemezdim  bile.  Bu

durumda herhalde siz de kibarca ayrıldınız."

Fakat McConnor ciddiyetini hiç bozmadı. "Oyun için yarın

öğlenden  sonra  saat  üç  kararlaştırıldı.  Burada,  sigara

salonunda. Umarım karşısında hemen darmadağın olmayız."

"Nasıl? Onun iki yüz elli dolarına razı oldunuz, öyle mi?"

diye bağırdım büyük bir şaşkınlıkla.

"Neden  olmasın?  Sonuçta  ipler  onun  elinde.  Eğer  dişim

tutsaydı  ve  gemide  tesadüfen  bir  diş  doktoru  bulunsaydı,




ondan  da  dişimi  bedava  çekmesini  isteyemezdim.  Adam

yüksek  fiyatlar  istemekte  çok  haklı;  her  alanda  konuyu

gerçekten bilenler aynı zamanda en iyi işadamlarıdırlar. Bana

gelince,  bir  iş  ne  kadar  açık  ve  seçikse  o  kadar  iyidir.  Bay

Czentovic  diye  birinden  bir  lütuf  istemektense  ve  üstelik

sonunda bir de ona teşekkür etmek zorunda kalmaktansa, para

vermeyi  yeğlerim.  Ona  bakarsanız  kendi  kulübümüzde  bir

akşamda  iyi  yüz  elli  dolardan  fazla  kaybettiğim  de  oldu  ve

üstelik  hiçbir  zaman  bir  dünya  şampiyonuyla  oynamadım.

‘Üçüncü  sınıf'  oyuncular  için  bir  Czentovic'e  yenik  düşmek

ayıp değildir."

"Üçüncü sınıf oyuncu" gibi masum bir sözle McConnor'ın

gururunu  ne  kadar  derinden  incitmiş  olduğumu  fark  etmek,

eğlenceli gelmişti. Fakat bu pahalı şakanın bedelini ödemeye

hazır  olduğundan,  sonuçta  o  tuhaf  adamla  amaçladığım

tanışmayı  sağlayacak  hırsını  uygunsuz  biçimde  seferber

etmesine  bir  itirazım  yoktu.  O  zamana  kadar  kendilerini

satranç  oyuncuları  diye  tanıtmış  olan  dört  ya  da  beş  beyi

ertesi günkü olaydan hemen haberdar ettik ve gelip geçenler

tarafından olabildiğince az rahatsız edilelim diye yalnız kendi

masamızı değil, fakat komşu masaları da maç için ayırttık.

Ertesi  gün  küçük  grubumuz  kararlaştırılan  saatte  eksiksiz

toplanmıştı.  Şampiyonun  karşısına  rastlayan  orta  yer  doğal

olarak  McConnor'a  bırakılmıştı;  McConnor  birbiri  ardına  iri

purolar  yakarak  ve  tedirgin  bir  ifadeyle  ikide  bir  saatine

bakarak  gerginliğini  azaltmaya  çalışıyordu.  Fakat  dünya

şampiyonu  hepimizi  –arkadaşımın  anlattıklarından  sonra

böyle  bir  şey  yapacağını  sezmiştim–  rahat  bir  on  dakika

bekletti, ama gelişi bu yüzden daha bir ağırlık kazandı. Sakin

ve rahat bir ifadeyle masaya yaklaştı. Kendini tanıtmaksızın –




bu  kabalık,  sanki,  ‘Benim  kim  olduğumu  biliyorsunuz,

sizlerin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor,' der gibiydi–,

uzmanlara  özgü  kuru  bir  ifadeyle  teknik  ayrıntıları  sayıp

dökmeye  başladı.  Gemide  satranç  tahtalarının  eksikliği

nedeniyle  simultane  bir  parti  düzenlemenin  olanaksızlığı

karşısında,  hepimizin  kendisine  karşı  ortak  oynamamızı

öneriyordu. O, her hamlesinden sonra bizim görüşmelerimizi

rahatsız  etmemek  için  salonun  sonundaki  bir  başka  masaya

gidecekti. Biz karşı hamlemizi yaptıktan sonra da, ne yazık ki

bir  masa  çanı  bulunmadığından,  kaşıkla  bir  bardağa

vuracaktık.  Czentovic,  farklı  bir  isteğimiz  olmadığı  takdirde

azami hamle süresi olarak on dakika öneriyordu. Doğal olarak

ve ürkek öğrenciler gibi her öneriye katıldık. Renk seçiminde

Czentovic'e  siyah  taşlar  düştü;  Czentovic,  oturmaya  bile

gerek  duymaksızın  ilk  karşı  hamlesini  yaptı  ve  ondan  sonra

hemen  kendisinin  önermiş  olduğu  bekleme  yerine  gitti,

rahatça dayanıp resimli bir dergiyi karıştırmaya başladı.

Parti  üzerine  bir  şeyler  anlatmanın  bir  anlamı  olmayacak;

oyun, doğal olarak nasıl bitmesi gerekiyorsa öyle, yani bizim

kesin  yenilgimizle  ve  üstelik  daha  yirmi  dördüncü  hamlede

son buldu. Bir dünya satranç şampiyonunun yarım düzine orta

veya  ortanın  altı  düzeydeki  oyuncuyu  elinin  tersiyle  silip

süpürüvermesi  aslında  şaşırtıcı  değildi;  olayın  hepimizin

nevrini  döndüren  yanı,  Czentovic'in  işimizi  elinin  tersiyle

bitiriverdiğini bize çok açık ve seçik hissettiren, üstten bakar

tavrıydı.  Her  defasında  tahtaya  görünüşte  sadece  şöyle  bir

üstünkörü  bakıyor,  bizleri  ise  sanki  tahtadan  yapılma

figürlermişiz  gibi  neredeyse  görmezlikten  geliyordu  ve  bu

densizce  davranışı  ister  istemez  uyuz  bir  köpeğe  ona

bakmaksızın  bir  parça  ekmek  atan  birinin  davranışını

çağrıştırıyordu. Oysa bence biraz daha incelik gösterebilir ve



yanlışlarımız konusunda dikkatimizi çekebilir ya da dostça bir

iki  kelimeyle  bizi  yüreklendirebilirdi.  Fakat  insanlıktan

yoksun  bu  satranç  robotu  oyunun  bitmesinden  sonra  da  tek

hece söylemedi ve "mat" dedikten sonra, masanın başında hiç

hareket  etmeksizin  kendisinden  ikinci  bir  parti  istenecek  mi

diye  bekledi.  Ben,  insanın  bunca  vurdumduymaz  bir  kabalık

karşısında her zaman hissettiği âcizlik duygusuyla, son bulan

bu  dolar  işiyle  birlikte  en  azından  benim  açımdan

tanışmamızdan  kaynaklanan  memnuniyetin  son  bulduğunu

belli  etmek  üzere  tam  ayağa  kalkmıştım  ki,  yanımdan

McConnor'ın  çok  kısık  bir  sesle  şöyle  dediğini  duyarak

öfkelendim: "Rövanş!"

Bu  meydan  okuyan  ton  karşısında  neredeyse  korkuya

kapılmıştım;  McConnor  o  anda  gerçekten  de  kibar  bir

centilmenden  çok  yumruğunu  indirmek  üzere  olan  bir

boksörmüş  izlenimini  uyandırmıştı.  İster  Czentovic'in  bizleri

layık  gördüğü  nahoş  muameleden,  ister  kendi  hastalıklı

saplantısından kaynaklanmış olsun –McConnor artık tümüyle

farklı  bir  kişiliğe  bürünmüştü.  Yüzü  alnındaki  saçlara  kadar

kıpkırmızı  kesilmiş,  burun  delikleri  de  içten  gelen  basınçla

iyice  gerilmiş  olarak  gözle  görülür  şekilde  terlemekteydi,

ısırmakta  olduğu  dudaklarından  başlayan  bir  kırışık,  keskin

bir  çizgiyle  savaşırcasına  öne  uzanmış  olan  çenesine  doğru

iniyordu.  Kapıldığım  tedirginlik  içerisinde,  gözlerinde  o

engellenemeyen  tutkunun  parıltılarını  yakaladım;  bu  tutku,

yalnızca  rulet  masasında,  altıncı  veya  yedinci  kez  ve  her

defasında  bahis  ikiye  katlanarak  oyuna  girilmesinden  sonra

beklenen  rengin  hâlâ  gelmemesi  durumunda  insanları

pençesine  alan  tutkuydu.  O  anda  biliyordum  ki,  kazanma

hırsıyla yanıp tutuşan bu çılgın, bütün servetine mal olsa bile,

bir  kez  olsun  tek  bir  parti  kazanıncaya  kadar  oynayacak,



oynayacak,  oynayacaktı  ve  bazen  ortadaki  parayla  yetinecek

bazen  de  miktarı  iki  katına  yükseltecekti.  Czentovic

dayanabildiği takdirde, McConnor'ın şahsında Buenos Aires'e

kadarki  yolculuk  sırasında  birkaç  bin  dolar  küreleyebileceği

bir altın madeni bulmuş sayılırdı.

Czentovic,  istifini  bozmadı.  "Lütfen,"  diye  cevap  verdi

kibarca. "Şimdi siyahlarla oynama sırası beylerde."

İkinci  oyun  da  değişik  bir  görünüm  sergilemedi,  sadece

birkaç  meraklının  eklenmesiyle  bizim  çevremiz  büyümekle

kalmayıp,  daha  bir  canlandı.  McConnor  bakışlarını  satranç

tahtasına  öylesine  ısrarla  dikmişti  ki,  sanki  taşları  iradesiyle

manyetik  bir  etki  altına  almak  ister  gibiydi;  ona  bakarken,

kendini  beğenmiş  hasmının  yüzüne  karşı  zevkten  kendinden

geçmiş bir halde "Mat!" diye bağırabilmek için bin doları da

rahatça  feda  edebileceğini  hissediyordum.  Bu  arada  onun

öfkeli  heyecanının  birazı  tuhaf  bir  biçimde  ve  farkına

varmaksızın bizlere de geçmekteydi. Tek tek her hamle şimdi

daha  öncesiyle  karşılaştırılamayacak  kadar  heyecanla

tartışılıyordu,  Czentovic'i  masamıza  geri  çağırma  işaretini

verme  konusunda  karara  varmazdan  önce,  son  anda  bile

birbirimizi  frenliyorduk.  Yavaş  yavaş  on  yedinci  oyuna

gelmiştik  ve  bu  arada  bizim  için  de  sürpriz  olan  bir  durum

meydana  gelmişti;  bu,  şaşırtıcı  ölçüde  yararlı  gözüken  bir

durumdu,  çünkü  c  sütunundaki  piyonu  sondan  bir  önceki  c2

sütununa  kadar  getirmeyi  başarmıştık;  şimdi  yeni  bir  vezir

kazanmak için tek yapmamız gereken, bu piyonu öne itip c1'e

getirmekti. Bu çok açık fırsat karşısında çok rahat olduğumuz,

doğal  olarak  söylenemezdi;  hepimiz,  görünüşte  kendi

çabamızla elde ettiğimiz bu yararlı durumun, olaya çok daha

kuşbakışı  bakabilen  Czentovic  tarafından  atılmış  bir  olta




olmasından  kuşkulanıyorduk.  Fakat  büyük  çabalarla,

ortaklaşa  yürüttüğümüz  aramalara  ve  tartışmalara  rağmen,

gizli tuzağın ne olduğunu anlayamadık. Sonunda, izin verilen

düşünme  süresi  neredeyse  dolarken,  hamleyi  göze  almaya

karar  verdik.  Fakat  McConnor  tam  son  sütuna  itmek  için

piyona dokunmak üzereydi ki, ansızın kolunun yakalandığını

hissetti  ve  arkasından  birisi  kısık,  ama  heyecanlı  bir  sesle

fısıldadı: "Tanrı aşkına! Sakın yapmayın!"

Hepimiz  elimizde  olmadan  dönüp  baktık.  Zayıf  ve  keskin

hatlı  yüzü,  neredeyse  tebeşir  beyazı  solgunluğundan  ötürü

daha  önce  gezinti  güvertesinde  dikkatimi  çekmiş  olan,  kırk

beş  yaşlarında  bir  beydi;  son  dakikalarda,  yani  biz  bütün

dikkatimizi  önümüzdeki  soruna  verdiğimizde  yanımıza

gelmiş olmalıydı. Baktığımızı hissedince, acele ekledi:

"Şimdi bir vezir kazanırsanız, hasmınız onu derhal c1'deki

fil ile alır, siz de at ile geri alırsınız. Fakat hasmınız bu arada

serbest kalan piyonuyla d7'ye gider, sizin kalenizi tehdit eder

ve  siz  atla  şah  deseniz  bile  kaybedersiniz,  dokuz  ya  da  on

hamle  sonra  işiniz  biter.  Bu,  1922'de  Piest'any'deki  büyük

turnuvada  Alehin'in  Bogolyubov'a  karşı  kurduğu  oyunun

neredeyse aynı."

McConnor,  hayretle  elini  taştan  çekti  ve  şaşkınlığı

bizlerinkinden  aşağı  kalmaksızın  bakışlarını  gökten  inen  bir

melek  gibi  yardımımıza  koşan  adama  dikti.  Dokuz  hamle

öncesinden bir mat etme durumunu hesaplayabilen kişi, ancak

birinci sınıf bir uzman olabilirdi, hatta belki de aynı turnuvaya

gitmekte  olan  bir  şampiyon  adayıydı,  bu  kadar  kritik  bir

andaki  ani  gelişinin  ve  oyuna  müdahale  edişinin  neredeyse

olağanüstü  bir  yanı  vardı.  İlk  kendini  toplayan,  McConnor

oldu.



"Ne tavsiye edersiniz?" diye fısıldadı heyecanla.

"Hemen  ilerlemeyin,  fakat  önce  kaçın!  Özellikle  de  şahı

tehlikede  olduğu  g8  sütunundan  h7'ye  çekin.  O  zaman

hasmınız  büyük  bir  olasılıkla  saldırıyı  öteki  kanada

kaydıracaktır.  Ama  bu  saldırıyı  kaleyi  c8'den  c4'e  götürerek

karşılayabilirsiniz; bu, hasmınıza iki hamleye, bir piyona mal

olur,  böylece  de  üstünlüğünü  yitirir.  Ondan  sonra  serbest

piyonun  karşısında  serbest  piyon  kalır  ve  eğer  savunmanızı

doğru  yaparsanız,  bir  beraberlik  elde  edebilirsiniz.  Ama

bundan fazlasını bekleyemezsiniz."

Yine  şaşkınlığa  kapıldık.  Hesaplarının  hızlılığı  kadar

doğruluğu  da  kafa  karıştırıcıydı,  sanki  hamleleri  basılı  bir

kitaptan okuyordu. Yine de onun işe karışması sayesinde bir

dünya  şampiyonuyla  oynamakta  olduğumuz  partiyi  berabere

bitirmeye  ilişkin  beklenmedik  fırsat,  bir  büyü  etkisi

yaratmıştı.  Satranç  tahtasını  daha  iyi  görebilsin  diye  hep

birlikte  yana  çekildik.  McConnor,  bir  kez  daha  sordu:  "Şahı

g8'den h7'ye, öyle mi?"

"Evet! Her şeyden önce geri çekilmeye bakmalısınız!"

McConnor  söyleneni  yaptı  ve  kaşıkla  bardağa  vurduk.

Czentovic, o artık alıştığımız umursamaz adımlarla masamıza

yaklaştı  ve  tek  bir  bakışla  karşı  hamleyi  ölçtü.  Ondan  sonra

şahın  bulunduğu  kanatta,  tıpkı  meçhul  yardımcımızın

önceden  söylediği  gibi,  piyonu  h2'den  h4'e  çekti.  Ve

yardımcımız fısıldamaya başlamıştı bile:

"Kaleyi  öne  sürün,  kaleyi  öne  sürün,  c8'den  c4'e  getirin,

hasmınız o zaman önce piyonu korumak zorunda kalır. Ama

bunun  ona  hiçbir  yardımı  olmayacak!  Siz,  onun  piyonuna

aldırmadan  atınızla  c3'ten  d5'e  saldırıya  geçeceksiniz  ve



böylece  eşitlik  yeniden  kurulacak.  Savunma  yerine  bütün

baskıyı ileriye yönelteceksiniz!"

Adamın  ne  dediğini  anlamamıştık.  Bizim  için  onun

söyledikleri sanki Çinceydi. Ama bir kez onun çekim gücüne

kapılmış  olan  McConnor,  düşünmeksizin  adamın  dediğini

yaptı.  Czentovic'i  geri  çağırmak  için  kaşıkla  yine  bardağa

vurduk.  Czentovic,  ilk  kez  çabuk  karar  vermedi,  fakat

bakışlarını  satranç  tahtasına  dikti.  Sonra  tam  da  yabancının

bize  haber  vermiş  olduğu  hamleyi  yaptı  ve  gitmek  üzere

döndü. Ancak o geri çekilmezden önce yeni ve beklenmedik

bir şey oldu. Czentovic gözlerini kaldırdı ve bakışlarını bizim

üstümüzde  gezdirdi;  anlaşıldığı  kadarıyla  kendisine  karşı

ansızın direnmiş olan kişinin kim olduğunu bulmak istiyordu.

O andan başlayarak heyecanımız ölçüsüz boyutlara uzandı.

Şimdiye kadar ciddi bir umut beslemeksizin oynamıştık, fakat

şimdi  Czentovic'in  o  buz  gibi  kendini  beğenmişliğini

paramparça  etme  düşüncesi,  hepimizin  nabzını  uçarcasına

attırmaya  başlamıştı.  Ama  bu  arada  yeni  arkadaşımız  bir

sonraki  hamleyi  kurmuştu  bile  ve  –kaşığı  bardağa  vururken

parmaklarım  titriyordu–  Czentovic'i  geri  çağırabilirdik.  Ve

bunun ardından ilk zaferimiz geldi. Hep ayakta oynamış olan

Czentovic  durakladı,  durakladı  ve  sonunda  oturdu.  Gerçi

istifini bozmadan, ağır bir tempoyla oturmuştu; fakat böylece

sırf  bedensel  bakımdan  da  olsa,  o  zamana  kadar  aramızda

bulunan  yukarıdalık-aşağıdalık  durumu  ortadan  kalkmıştı.

Onu  en  azından  uzamsal  bağlamda  bizimle  aynı  düzeye

gelmeye zorlamıştık. Czentovic uzun süre düşündü, gözlerini

hiç  hareket  ettirmeksizin  satranç  tahtasına  indirmişti,  bu

yüzden  gölgeli  gözkapaklarının  altındaki  gözbebekleri

neredeyse  hiç  görülemiyordu  ve  düşünmek  için  kendini




zorlarken, yavaş yavaş dudakları açıldı, bu, yuvarlak yüzüne

biraz  aptalca  bir  ifade  vermişti.  Czentovic  birkaç  dakika

düşündü,  sonra  bir  hamle  yaptı  ve  ayağa  kalktı.  Ve

arkadaşımız da hemen fısıldamaya başladı:

"Bir  oyalama  hamlesi!  İyi  düşünülmüş!  Fakat  buna  sakın

kanmayın!  Değişme  yapılmasını  zorlayın,  mutlaka  değişme

yapılsın, o zaman biz berabere durumuna geliriz ve hasmınıza

artık hiçbir tanrı yardım edemez."

McConnor  söz  dinledi.  Ondan  sonraki  hamlelerde  ikisi

arasında –bizler artık çoktan işsiz güçsüz figüranlar düzeyine

inmiştik–  bizim  için  anlaşılmaz  bir  koşuşturmadır  başladı.

Yaklaşık altı hamle sonra Czentovic, uzunca bir süre düşündü

ve sonra da başını kaldırarak açıkladı: "Pata."

[4]


Bir  an  mutlak  bir  sessizlik  oldu.  Ansızın  dalgaların

hışırdadığı  ve  radyonun  salondan  bulunduğumuz  tarafa  caz

ezgileri  gönderdiği  duyuldu,  gezinti  güvertesinde  atılan  her

adım  ve  rüzgârın  pencere  aralıklarından  giren  ince  uğultusu

son  derece  net  bir  biçimde  işitilebiliyordu.  Hiçbirimiz  soluk

almıyorduk, çok ani olmuştu ve bu tanınmamış kişinin dünya

şampiyonuna  artık  yarı  yarıya  kaybedilmiş  bir  oyunda

istediğini  zorla  kabul  ettirmiş  olması  gibi  olasılık  dışı  bir

durum yüzünden neredeyse hâlâ korku içindeydik. McConnor

ani bir hareketle geriye doğru yaslandı, tutmuş olduğu soluğu

mutlu  bir  "Ah!"  sesiyle  ve  duyulabilir  tonda  dudaklarından

çıktı.  Ben  ise  yine  Czentovic'e  bakmaktaydım.  Daha  son

hamleler  sırasında  gözüme  sanki  daha  bir  solgunlaşmış  gibi

gözükmüştü.  Fakat  kendini  tutmayı  iyi  başarıyordu.

Görünüşte umursamaz bir ifade taşıyan donukluğu içerisinde

ve rahat bir tavırla, taşları sakin el hareketleriyle karıştırırken,

sordu:



"Beyler üçüncü bir parti daha isterler mi?"

Soruyu yalnızca konu üzerinde odaklaşarak, yalnızca oyun

bağlamında  sormuştu.  Ama  dikkati  çeken  nokta,  bu  arada

McConnor'a  bakmaksızın,  gözlerini  dosdoğru  kurtarıcımıza

dikmiş  olmasıydı.  Tıpkı  bir  atın  daha  sağlam  oturuşundan

şimdi  sırtında  yeni  ve  daha  usta  bir  süvarinin  bulunduğunu

anlaması  gibi,  Czentovic  de  son  hamleler  sırasında  asıl  ve

gerçek hasmını tanımış olmalıydı. Biz de elimizde olmaksızın

onu izleyip heyecanla yabancıya bakmaktaydık. Fakat o daha

düşünmek,  hatta  cevap  vermek  fırsatını  bulamadan,

McConnor  kazanma  hırsının  heyecanıyla  ve  muzaffer  bir

tonla ona seslenmişti bile:

"Elbette! Ama şimdi ona karşı tek başınıza oynamalısınız!

Yani sadece siz ve Czentovic!"

Ne  var  ki,  bunun  ardından  tümüyle  beklenmedik  bir  şey

oldu.  Dikkat  çeken  bir  ısrarla  hâlâ  artık  boşaltılmış  olan

satranç tahtasına bakmakta olan yabancı, bütün bakışların ve

heyecanlı  konuşmaların  kendisine  yöneldiğini  hissedince

ürktü. Yüz hatları birbirine karışmıştı.

"Asla  olmaz,  beyler,"  diye  kekeledi  belirgin  bir  kaygıyla.

"Bu,  bütünüyle  imkânsız...  Ben  asla  söz  konusu  olamam  ...

yirmi  yıldan,  hayır  yirmi  beş  yıldan  bu  yana  bir  satranç

tahtasının  başına  oturmuş  değilim  ...  ve  izninizi  almaksızın

oyununuza  karışmakla  ne  kadar  yakışıksız  davranmış

olduğumu ancak şimdi anlıyorum... Bu karışmadan ötürü beni

lütfen  bağışlayın  ...  bundan  böyle  sizi  rahatsız

etmeyeceğimden  emin  olabilirsiniz."  Ve  biz  daha

şaşkınlığımızı  üzerimizden  atamadan,  yabancı  çekilmiş  ve

odayı terk etmişti.



"Fakat bu, mümkün değil!" diye gürledi McConnor olanca

heyecanıyla  ve  yumruğunu  masaya  vurarak.  "Bu  adamın

yirmi  beş  yıl  boyunca  satranç  oynamamış  olması  kesinlikle

mümkün  değil!  Çünkü  her  hamleyi,  olabilecek  her  karşı

saldırıyı  beş  altı  hamle  öncesinden  hesapladı.  Böyle  bir  şeyi

kimse  öyle  kolayca,  doğaçlamadan  yapamaz.  Böyle  bir  şey

tamamen imkânsız, öyle değil mi?"

Son  soruyla  birlikte  McConnor,  ister  istemez  Czentovic'e

dönmüştü. Ama dünya şampiyonu sarsılmaz soğukkanlılığını

korudu.


"Bu  konuda  herhangi  bir  yargı  belirtemem.  Ancak  o

beyefendinin  biraz  alışılmadık  biçimde  ve  ilginç  oynadığı

kesin; zaten bu yüzden ona kasten bir şans tanıdım." Bunları

söylerken  aynı  zamanda  rahat  bir  tavırla  ayağa  kalkan

Czentovic, o konu dışına çıkmayan ifadesiyle ekledi: "O bey

ya  da  öteki  beyefendiler  yarın  bir  parti  daha  isterlerse  eğer,

saat üçten itibaren emirlerindeyim."

Hafifçe  gülümsemekten  kendimizi  alamadık.  Czentovic'in

tanımadığımız  yardımcımıza  öyle  cömertçe  bir  şans  falan

tanımadığını  ve  o  konuda  söylediğinin  sadece  kendi

başarısızlığını  maskelemeyi  amaçlayan  naif  bir  bahane

olduğunu hepimiz biliyorduk. Bu yüzden, böylesine sarsılmaz

bir  büyüklenmeyi  aşağılanmış  görmeye  yönelik  isteğimiz

daha  da  şiddetlenmişti.  Kısa  süre  öncesine  kadar  sakin  ve

rahat  gemi  yolcularıyken,  şimdi  kendini  kazanma  hırsına

doludizgin  kaptırmış  kişiler  olup  çıkmıştık,  çünkü  özellikle

okyanusun  ortasındaki  gemimizde  satranç  şampiyonunun

tacının  elinden  alınabileceği  düşüncesi  –bu,  hemen  ardından

haberi  bütün  telgraf  bürolarınca  yıldırım  hızıyla  bütün

dünyaya  yayılacak  bir  rekor  olurdu–,  hepimize  en  kışkırtıcı




biçimde  çekici  gelmekteydi.  Buna  bir  de  kurtarıcımızın  en

kritik  anda  hiç  beklenmeyen  araya  girişinden  kaynaklanan

esrarengiz  havanın  çekiciliği  ile  neredeyse  ürkeklik  diye

nitelendirilebilecek 

alçakgönüllülüğünün 

ve 


ancak

profesyonellere  özgü  sarsılmaz  özgüveninin  oluşturduğu

karşıtlık  ekleniyordu.  Kimdi  bu  bilinmeyen  adam?  Burada

rastlantı  sonucu  henüz  keşfedilmemiş  bir  satranç  dâhisi  mi

gün ışığına çıkmıştı? Veya ünlü bir şampiyon, bilinmeyen bir

nedenden  ötürü  bizden  adını  mı  gizlemekteydi?  Bütün  bu

olasılıkları  düşünülebilecek  en  heyecanlı  bir  atmosfer

içerisinde  tartışmaktaydık,  en  cüretkâr  varsayımlar  bile  bize

göre  karşımızdaki  yabancının  esrarengiz  çekingenliğini  ve

şaşırtıcı 

açıklamasını, 

yadsınamayacak 

ustalığıyla

bağdaştırmaya  yetecek  kadar  cüretkâr  değildi.  Fakat  bir

noktada hepimiz görüş birliğine varmıştık: Satranç tahtasında

yeni  bir  kavganın  sergilenmesinden  asla  vazgeçmeyecektik.

Yardımcımızın  ertesi  gün  Czentovic'le  bir  parti  oynamasını

sağlamak  için  her  yolu  denemeye  karar  verdik;  oyunun

parasal  rizikosunu  McConnor  üstlenmeye  söz  vermişti.  Bu

arada  kabin  görevlisinden  alınan  bilgiye  göre  yabancının  bir

Avusturyalı  olduğu  da  anlaşıldığından,  yurttaşı  olarak

ricamızı kendisine iletme görevi bana verildi.

Gezinti  güvertesinde,  acelece  kaçan  dostumuzu  bulmam

fazla zaman almadı. Güvertedeki koltuklardan birine uzanmış,

okumaktaydı.  Ona  yaklaşmazdan  önce  bu  fırsattan

yararlanarak daha dikkatli bir gözlem yaptım. Keskin hatlara

sahip  olan  başı  hafif  bir  yorgunlukla  yastığa  dayanmış,

dinleniyordu;  genç  sayılabilecek  yüzündeki  tuhaf  solgunluk

bir  kez  daha  özellikle  dikkatimi  çekti,  göz  kamaştırıcı

beyazlıktaki  saçlar,  şakaklarda  bu  yüzü  çerçevelemekteydi;

nedenini  bilmeksizin,  bu  adamın  ansızın  yaşlanmış  olduğu



izlenimine  kapıldım.  Daha  tam  yaklaşmamıştım  ki,  kibarca

kalktı ve kendini, duyar duymaz tanıdığım, son derece saygın

bir  eski  Avusturya  adıyla  takdim  etti.  Bu  soyadının

taşıyıcılarından  birinin  Schubert'in  en  yakın  dost  çevresinde

yer aldığını, yaşlı imparatorun özel doktorlarından birinin de

aynı  aileden  geldiğini  hatırlıyordum.  Dr.  B.'ye,  Czentovic'in

meydan  okumasını  kabul  etmesi  yolundaki  ricamızı

ilettiğimde,  çok  şaşırdı.  Anlaşıldı  ki,  kendisi  o  oyunda  bir

dünya  şampiyonunun,  üstelik  halen  en  başarılı  olanının

önünden zaferle kalkmış olduğunun hiç farkında değildi. Bir

nedenden ötürü bu açıklamadan çok etkilenmişe benziyordu,

çünkü bana defalarca hasmının gerçekten tanınmış bir dünya

şampiyonu  olduğundan  emin  miyim  diye  sordu.  Kısa

zamanda,  bu  durumun  görevimi  kolaylaştırdığını  anladım  ve

sadece,  karşımdakinin  duyarlılığını  hissederek,  olası  bir

yenilginin  maddi  rizikosunun  McConnor'ın  kasasına  ait

olacağını ondan saklamayı uygun buldum. Dr. B. uzunca bir

duraklamanın  ardından  sonunda  bir  maç  yapmaya  hazır

olduğunu  söyledi,  ama  bu  arada  öteki  beyleri  kendisinin

yapabilecekleri  konusunda  fazla  umuda  kapılmamaları  için

bir defa daha uyarmamı da önemle rica etti.

"Zira,"  diye  ekledi  düşünceli  bir  gülümsemeyle,  "bir

satranç  partisini  bütün  kurallara  uygun  olarak  doğru

oynayabilir  miyim,  bunu  gerçekten  bilmiyorum.  Lise

yıllarımdan sonra, yani yirmi yıldan fazla bir zamandır tek bir

satranç  taşına  elimi  sürmediğimi  söylediğimde,  aşırı  bir

alçakgönüllülük  yapmadım,  buna  lütfen  inanmanızı  rica

ederim. Ve o zamanlar da ancak özel bir yeteneği bulunmayan

oyuncu sayılırdım."



Bunları  öylesine  doğallıkla  söylemişti  ki,  içtenliği

konusunda en ufak bir kuşku bile besleyemezdim. Fakat yine

de  birbirlerinden  çok  farklı  satranç  ustalarının  oyun  kurma

biçimlerini  ayrı  ayrı  hatırlayabilmesi  karşısında  duyduğum

şaşkınlığı  dile  getirmeden  edemedim;  satrançla,  en  azından

kuramsal düzeyde çok yoğun ilgilenmiş olmalıydı. Dr. B., bir

kez daha o tuhaf ve hülyalı ifadeyle gülümsedi.

"Çok yoğun ilgilenmek! –Tanrı bilir ya, evet, satrançla çok

ilgilenmiş  olduğum  söylenebilir.  Ancak  bu  çok  özel,  dahası

ancak bir defaya özgü koşullar altında oldu. Aslında bu, çok

karmaşık  bir  öykü  ve  yaşamakta  olduğumuz  şu  sevimli  ve

büyük zamana küçük bir katkı yerine geçebilir. Bir yarım saat

sabrederseniz eğer..."

Yanındaki  güverte  koltuğunu  göstermişti.  Davetini

memnuniyetle  kabul  ettim.  Yakınımızda  kimse  yoktu.  Dr.  B.

okuma  gözlüğünü  çıkardı,  bir  yana  bıraktı  ve  anlatmaya

başladı:

"Bir Viyanalı olarak, ailemin adını hatırladığınızı söylemek

inceliğini gösterdiniz. Fakat tahminimce başlangıçta babamla

birlikte  çalıştığımız,  daha  sonra  ise  tek  başıma  sürdürdüğüm

avukatlık  bürosu  hakkında  herhangi  bir  şey  duymuş

olduğunuzu  hiç  sanmıyorum,  çünkü  haber  değerinden  ötürü

gazetelere  geçen  davalarla  ilgilenmezdik  ve  ilke  olarak  da

yeni müşteri kabul etmekten kaçınırdık. Aslına bakılırsa, tam

bir  avukatlık  uygulaması  değildi  yaptığımız,  kendimizi

yalnızca  hukuk  danışmanlığıyla  sınırlamıştık  ve  özellikle  de

babamın  klerikal  partinin  eski  milletvekili  sıfatıyla  yakın

olduğu 


büyük 

manastırların 

malvarlıklarıyla 

ilgili


danışmanlık hizmeti veriyorduk. Ayrıca –bugün monarşi artık

tarihe karıştığı için bu konuda konuşmanın bir sakıncası yok–




imparatorluk  ailesinin  bazı  üyelerinin  fonlarının  yönetimi  de

bize  emanet  edilmişti.  Sarayla  ve  ruhban  sınıfıyla  bu

ilişkilerin  –amcam,  imparatorun  özel  doktoruydu,  bir  başka

amcam  da  Seitenstetten'de  başrahipti–  geçmişi  iki  kuşak

öncesine  kadar  uzanıyordu;  bize  düşen,  yalnızca  bu  ilişkileri

korumaktı ve bu sesiz, demek istediğim gürültüsüz patırtısız,

bize  miras  yoluyla  geçmiş  bir  güven  aracılığıyla  tahsis

edilmiş  bir  etkinlik  alanıydı;  bu  alanda  çalışabilmek  için

mutlak anlamda sır saklayabilmenin ve güvenilirliğin dışında

bir  şey  gerekmiyordu,  ölen  babam  da  bu  niteliklere  en  üst

düzeyde  sahipti;  kendisi  gerek  enflasyon  yıllarında  gerekse

imparatorluğun çöküş döneminde gösterdiği titizlik sayesinde

müşterileri  için  önemli  malvarlığı  kalemlerini  korumayı

gerçekten  de  başardı.  Daha  sonra  Almanya'da  Hitler  iktidara

geldiğinde  ve  kilise  ile  manastırların  malvarlıklarını

yağmalamaya  başladığında,  en  azından  menkulleri  el

konulmadan  kurtarmak  için  sınır  ötesinden  de  bizim

kanalımızla  bazı  görüşmeler  ve  önemli  ticari  işlemler

gerçekleşmeye  başladı,  artık  Papalık'ın  ve  hanedanın  bazı

gizli siyasi görüşmeleri hakkında babam ve ben, kamuoyunun

herhangi  bir  zaman  öğrenebileceğinden  çok  daha  fazla  bilgi

sahibiydik.  Fakat  özellikle  hukuk  büromuzun  hiç  dikkat

çekmemesi



–kapımızda bir tabela bile yoktu– ve monarşiyle ilintili bütün

çevrelerden açıkça kaçınma konusunda gösterdiğimiz dikkat,

istenmeyen  araştırma  ve  soruşturmalar  karşısında  en  emin

güvencemizdi. Gerçekte bütün o yıllar boyunca Avusturya'da

hiçbir  resmi  makam,  hanedanın  gizli  kuryelerinin  en  önemli

postalarını  hep  bizim  dördüncü  kattaki  o  kimsenin  dikkatini

çekmeyen  büromuzdan  aldıklarını  veya  oraya  teslim

ettiklerini tahmin bile edemedi.

Gelgelelim  Nasyonal  Sosyalistler,  ordularını  bütün

dünyaya  karşı  silahlandırmadan  çok  önce  bütün  komşu

ülkelerde  aynı  ölçüde  tehlikeli  ve  eğitimli  bir  başka  orduyu,

zarar 


görmüşlerden, 

geri 


plana 

itilmişlerden,

aşağılanmışlardan 

oluşma 


bir 

lejyonu 


örgütlemeye

koyulmuşlardı. Bu lejyona ait ve ‘hücre' diye anılan birimler

her  resmi  daireye,  her  işletmeye  gizliden  yerleştirilmişti,

dinleme 


elemanları 

ve 


casusları 

Dollfuss'un 

ve

Schuschnigg'in  özel  odalarına  varıncaya  kadar  her  yerde



görevlendirilmişti.  Ne  yazık  ki  çok  geç  öğrendiğime  göre,

bizim kimsenin dikkatini çekmeyen büromuzda bile adamları

vardı.  Bu  kişi  aslında  elbette  zavallı  ve  yeteneksiz  bir  büro

elemanından öte biri değildi, onu bir rahibin tavsiyesi üzerine

ve  yalnızca  büroya  dışarıya  karşı  normal  bir  işletme

görünümünü  vermek  için  işe  almıştım;  gerçekte  bu  elemanı

sadece  zararsız  haberleşme  işleri,  telefona  bakılması  ve

dosyaların, yani önemsiz ve zararsız dosyaların düzenlenmesi

için  kullanıyorduk.  Postayı  açması  kesinlikle  yasaktı,  bütün

önemli  mektupları  kopyalarını  çıkarmaksızın  makinede

kendim  yazıyordum,  her  önemli  belgeyi  yanıma  alıp  eve

götürüyordum  ve  gizli  görüşmeleri  manastır  yöneticilerinin




odalarında veya amcamın muayenehanesinde düzenliyordum.

Bu  ihtiyat  önlemleri  sayesinde  sözünü  ettiğim  dinleme

görevlisi  en  önemli  olayların  hiçbirini  öğrenemedi;  fakat  bu

işgüzar  ve  kendini  beğenmiş  eleman,  talihsiz  bir  rastlantı

sonucu  kendisine  güvenilmediğini  ve  arkasından  ilginç  işler

çevrildiğini  fark  etmiş  olmalıydı.  Belki  de  bir  defasında

benim  yokluğumda  kuryelerden  biri  dikkatsizlik  sonucu,

kararlaştırıldığı  üzere  ‘Baron  Bern'  diyecek  yerde  ağzından

‘Majesteleri'  diye  kaçırmıştı  ya  da  o  aşağılık  eleman  yasak

olmasına rağmen mektupları açmıştı –ama ne olmuşsa olmuş,

ben  daha  kuşkulanmaya  başlamazdan  önce  Münih  ya  da

Berlin'den  bizi  gözetlemekle  görevlendirilmişti.  Ancak  çok

sonra,  artık  uzun  zamandır  tutuklu  bulunduğum  bir  sırada,

elemanımızın başlangıçta işinde sergilediği gevşekliğin yerini

son  aylarda  ani  bir  çalışkanlığa  bıraktığını  ve  oğlanın  çeşitli

defalar,  neredeyse  ısrarla,  yazışmalarımı  postaya  vermeye

talip  olduğunu  hatırladım.  Dolayısıyla  belli  ölçüde  bir

dikkatsizlik  konusunda  kendimi  de  aklayabilecek  durumda

değilim,  fakat  öte  yandan  en  büyük  diplomatlar  ve  askeri

kişilikler  bile  Hitlerizmin  alçakça  oyunlarına  gelmediler  mi?

Gestapo'nun çoktandır benimle ne kadar dikkatle ve sevgiyle

ilgilendiğini  sonradan  bir  olay  çok  somut  biçimde  kanıtladı;

daha Schuschnigg'in görevinden çekildiğini ilan ettiği akşam

ve Hitler Viyana'ya girmezden bir gün önce, SS'ler tarafından

tutuklandım.  Neyse  ki  talihim  yolunda  gitmişti  ve

Schuschnigg'in  veda  konuşmasını  dinler  dinlemez  en  önemli

kâğıtları  yakabilmiştim;  belgelerin  kalan  kısmını  da,

manastırların  ve  iki  arşidükün  yurtdışında  muhafaza  altına

alınmış  malvarlıklarına  ait  son  derece  gerekli  makbuzlarla

birlikte  –gerçekten  son  dakikada,  yani  genç  SS'ler  kapımı

yumruklamaya  başlamazdan  hemen  önce–  bir  çamaşır



sepetine  saklamış,  sonra  da  ev  işlerimi  gören  emektar  ve

güvenilir kadınla amcama yollamıştım."

Dr.  B.,  bir  puro  yakmak  için  sözünü  kesti.  Parlayan  ışıkta

dudağının  sağ  tarafından  sinirli  bir  titremenin  geçtiğini  fark

ettim,  bu  titreme  daha  önce  de  dikkatimi  çekmişti  ve

görebildiğim  kadarıyla,  iki  dakikada  bir  yineleniyordu.

Aslında sadece belli belirsiz bir hareketti, neredeyse bir soluk

kadardı,  fakat  yüzün  bütününe  tuhaf  bir  tedirginlik  ifadesi

veriyordu.

"Şimdi  büyük  bir  olasılıkla  size  eski  Avusturyamıza  sadık

kalmayı  sürdüren  herkesin  gönderildiği  toplama  kamplarını,

orada  hedef  olduğum  aşağılamaları,  çektiğim  işkenceleri

anlatacağımı  sanıyorsunuz.  Hayır,  böyle  şeyler  olmadı.  Ben

başka bir kategoriye alındım. Bedensel ve ruhsal aşağılamalar

aracılığıyla  uzun  zamandır  birikmiş,  önyargılı  bir  nefretin

zincirlerinden  boşalmasına  hedef  olan  o  talihsizlerin  arasına

gönderilmeyip,  Nasyonal  Sosyalistlerin  zorla  para  ya  da

önemli bilgiler elde etmek istedikleri farklı ve çok küçük bir

gruba  sokuldum.  Tek  başına  ele  alındığında,  sıradan

kişiliğimin Gestapo için elbette hiçbir ilgi çekici yanı yoktu.

Ancak  onların  en  amansız  hasımlarının  araçları,  yöneticileri

ve  yakınları  olduğumuzu  öğrenmiş  olmalıydılar  ve  benden

zorla  elde  etmeyi  umdukları  şey,  aleyhte  kullanılabilecek

kanıtlardı:  Haksız  yere  mal  edindiklerini  kanıtlamak  peşinde

oldukları  manastırların  aleyhinde  kanıtlar,  hanedana  ve

Avusturya'da  kendini  feda  edercesine  monarşiyi  savunmuş

herkese 

karşı 


kullanılabilecek 

kanıtlar. 

Nasyonal

Sosyalistlerin  tahminlerine  göre  –ki  aslında  hiç  de  haksız

değildiler  tahminlerinde–,  bizim  elimizden  geçen  fonların

önemli bir bölümü hâlâ yağmalama tutkularını doyurmalarına




olanak tanımayacak bir biçimde bir yerlerde saklıydı: İşte bu

nedenle,  bu  sırları  sınanmış  yöntemleriyle  ağzımdan

alabilmek  için,  beni  daha  ilk  günden  içeri  almışlardı.  Benim

bulunduğum  kategoriye  giren  ve  kendilerinden  zor

kullanılarak  para  veya  kanıt  elde  edilmesi  öngörülen  kişiler,

işte  bundan  ötürü  toplama  kamplarına  gönderilmiyor,  fakat

özel bir işlemden geçirilmek üzere bir yana ayrılıyordu. Belki

hatırlarsınız,  gerek  başbakanımız,  gerekse  akrabalarını

milyonlar  ödemeye  razı  edeceklerini  umdukları  Baron

Rothschild,  etrafı  dikenli  tellerle  çevrili  bir  tutuklu  kampına

gönderilmediler,  fakat  kendilerine  görünüşte  ayrıcalıklı

davranılarak  bir  otele,  aynı  zamanda  Gestapo'nun  merkezi

olan  Hotel  Metropole'ye  yerleştirildiler  ve  herkese  ayrı  bir

oda tahsis edildi. İşte benim gibi sıradan birine de bu ayrıcalık

tanınmıştı.

Bir otelde kendine ait bir oda –aslında kulağa çok insanca

geliyor, öyle değil mi? Ama inanın ki, bizim gibi ‘seçkinleri'

yirmişerli  gruplar  halinde  buz  gibi  barakalara  tıkacakları

yerde  epey  iyi  ısıtılmış,  tek  kişilik  otel  odalarına

yerleştirmekle,  bizler  için  yalnızca  insani  olmakla  ilintisiz,

fakat  çok  daha  ustaca  bir  yöntem  geliştirmiş  oldular.  Zira

bizden zorla ‘malzeme' elde etmek için kullanılacak baskının

kaba  saba  dayaklardan  veya  bedensel  işkenceden  çok  daha

ince  ve  etkili  bir  üslupla  işlemesi  öngörülmüştü:  Bunun  adı,

düşünülebilecek en ustaca izolasyonu sağlamaktı. Bize hiçbir

şey  yapmadılar  –sadece  bizi  en  mutlak  anlamdaki  hiçliğin

içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey

insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.

Tek  tek  her  birimizi  mutlak  anlamda  bir  hava  boşluğuna,

dışarıya  tümüyle  kapalı  bir  odaya  hapsetmekle,  sonunda

dudaklarımızın  açılmasını  sağlayacak  baskının  dayak  ve



soğuk  aracılığıyla  dışarıdan  değil,  ama  iç  dünyalarımızdan

kaynaklanması amaçlanmıştı. İlk bakışta bana ayrılan oda hiç

de rahatsızmış gibi gözükmüyordu. Odada bir kapı, bir yatak,

bir koltuk, bir lavabo ve parmaklıklı bir pencere vardı. Fakat

kapı gece gündüz kapalı duruyordu, masanın üstünde kitabın,

gazetenin, tabaka kâğıdın, kurşunkalemin bulunması yasaktı,

pencere  bir  yangın  duvarına  bakıyordu;  kendi  Ben'imin

çevresinde  ve  dahası  bedenimde  mutlak  anlamda  hiçlik  inşa

edilmişti. Elimden her şey alınmıştı, zamanı bilmeyeyim diye

saat,  bir  şey  yazamayayım  diye  kurşunkalem,  bileklerimi

kesmeyeyim  diye  bıçak  alınmıştı;  hatta  bir  sigara  gibi  en

küçük  bir  kendini  uyuşturma  aracı  bile  yasaklanmıştı.  Tek

kelime söylemesine ve herhangi bir soruyu cevaplandırmasına

izin  verilmeyen  nöbetçinin  dışında  hiçbir  insan  yüzü

görmüyor,  bir  insan  sesi  duymuyordum;  gözler,  kulaklar,

bütün  duyular  sabahtan  geceye  ve  geceden  sabaha  kadar

hiçbir şeyle beslenmiyordu, insan kendi kendisiyle, bedeniyle

ve  masa,  yatak,  pencere,  lavabo  gibi  dört  veya  beş  dilsiz

nesneyle  umarsız  bir  biçimde  yalnız  kalıyordu;  bu

suskunluğun  kapkara  okyanusunda  camdan  yapılma  çanı

içerisindeki  bir  dalgıç  gibi  yaşıyordu  ve  dahası,  dış  dünyaya

uzanan  halatın  koptuğunu  ve  sessiz  derinliğin  içinden  hiçbir

zaman  dışarıya  çıkarılmayacağını  şimdiden  sezen  bir  dalgıç

gibi yaşıyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu, duyacak hiçbir şey

yoktu,  görecek  hiçbir  şey  yoktu,  her  yerde  ve  sürekli  olarak

insanın  çevresinde  hiçlik,  zamandan  ve  mekândan  mutlak

anlamda  yoksun  bir  boşluk  vardı.  İnsan  bir  aşağı  bir  yukarı

gidip geliyordu ve onunla birlikte düşünceler de bir aşağı bir

yukarı,  bir  aşağı  bir  yukarı  gidip  geliyordu,  sürekli  gidip

geliyordu.  Fakat  sonuçta  düşüncelerin  de,  ne  kadar  herhangi

bir  özden  yoksunmuş  gibi  görünürlerse  görünsünler,  bir



destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi takdirde dönmeye ve

anlamsız  bir  biçimde  kendi  etraflarında  çember  çizmeye

başlarlar;  onlar  da  hiçliğe  dayanamazlar.  İnsan  bir  şey

bekliyordu,  sabahtan  akşama  kadar  bekliyordu  ve  hiçbir  şey

olmuyordu.  İnsan  tekrar  tekrar  bekliyordu.  Hiçbir  şey

olmuyordu.  İnsan  bekliyor,  bekliyor,  bekliyordu,  düşünüyor,

düşünüyordu, 

şakakları 

ağrımaya 

başlayana 

kadar

düşünüyordu.  Hiçbir  şey  olmuyordu.  İnsan  yalnız  kalıyordu.



Yalnız. Yalnız.

Zamanın  dışındaki,  dünyanın  dışındaki  bu  yaşayışım  on

dört  gün  sürdü.  O  zaman  bir  savaş  çıksaydı  eğer,  haberim

olmayacaktı;  benim  dünyam  yalnızca  masadan,  kapıdan,

lavabodan, koltuktan, pencereden ve duvardan ibaretti ve hep

aynı duvardaki aynı duvar kâğıdına bakıyordum; o kadar sık

bakmıştım ki, sivri uçlu desenlerinin her çizgisi sanki madeni

uçlu  bir  oymacı  kalemiyle  artık  beynimin  en  derin

noktasındaki  kıvrıma  kazınmıştı.  Nihayet  sorgular  başladı.

Vaktin  gece  mi  yoksa  gündüz  mü  olduğunu  doğru  dürüst

bilmeden,  ansızın  çağrılıyorduk.  Çağrılıyorduk  ve  birkaç

koridordan  geçiriliyorduk,  nereye  gittiğimizi  bilmiyorduk;

sonra  bir  yerde  bekliyorduk  ve  nerede  olduğumuzu

bilmiyorduk,  ardından  kendimizi  ansızın  çevresinde  birkaç

üniformalı adamın oturduğu bir masanın önünde buluyorduk.

Masanın  üstünde  bir  kâğıt  yığını  vardı:  Bunlar,  içinde  ne

olduğu  bilinmeyen  dosyalardı  ve  sonra  sorular  başlıyordu,

hakiki  ve  sahte  sorular,  açık  seçik  ve  tuzaklı  sorular,  bir

şeyleri  gizlemek  için  sorulan  ve  yem  olarak  ortaya  atılan

sorular ve cevaplar verilirken, yabancı, kötü niyetli parmaklar

içlerinde ne olduğunu bilmediğimiz kâğıtları karıştırıyordu ve

yabancı,  kötü  niyetli  parmaklar  bir  tutanağa  bir  şeyler

yazıyorlardı  ve  ne  yazdıkları  bilinmiyordu.  Fakat  bu



sorguların  benim  için  en  korkunç  olan  yanı,  Gestapo

üyelerinin  avukatlık  büromdaki  olaylar  konusunda  gerçekte

neler  bildiklerini  ve  benden  ne  öğrenmek  istediklerini  hiçbir

zaman bulup çıkaramamamdı. Size daha önce de söylediğim

gibi,  asıl  aleyhte  kullanılabilecek  belgeleri  son  dakikada

evime  bakan  kadınla  amcama  yollamıştım,  fakat  acaba

amcam onları almış mıydı? Yoksa almamış mıydı? Ve büroda

çalışan  eleman  bizi  ne  ölçüde  satmıştı?  Mektupların  ne

kadarını  ellerine  geçirmişlerdi,  aradan  geçen  süre  içersinde

temsilciliğini yaptığımız Alman manastırlarında acemi bir din

adamının ağzından zorla ne kadar bilgi almışlardı? Ve sürekli

soruyorlar, soruyorlardı. Falanca manastır için hangi hisseleri

satın almıştım ve hangi bankalarla yazışmıştım, Bay Falanca

diye  birini  tanıyor  muydum,  tanımıyor  muydum,  İsviçre'den

ve  Steenokkerzeel'den  hiç  mektup  almış  mıydım?  Ve

karşımdakilerin  ne  kadar  bilgi  sahibi  olabileceklerini  asla

hesaplayamayacağımdan, her cevap korkunç bir sorumluluğa

dönüşebiliyordu. Bilmedikleri bir şeyi itiraf ettiğim takdirde,

belki  gereksiz  yere  birinin  canını  tehlikeye  atacaktım.  Çok

fazla  inkâra  saptığım  takdirde  ise  kendime  zararım

dokunabilirdi.

Fakat sorgu, en kötüsü değildi. En kötüsü, sorgudan sonra

hiçliğime, içinde aynı masanın, aynı yatağın, aynı lavabonun,

aynı  duvar  kâğıdının  bulunduğu  aynı  odaya  geri  dönmekti.

Çünkü  kendimle  yalnız  kalır  kalmaz,  verebileceğim  en

akıllıca  cevap  ne  olabilirdi,  belki  de  düşüncesizce  bir  sözle

doğmasına  yol  açtığım  kuşkuyu  ortadan  kaldırabilmem  için

bir  dahaki  sefere  ne  demem  gerekir,  bunları  kurgulamaya

çalışıyordum.  Düşünüyordum,  söylediklerimi  ince  eleyip  sık

dokuyordum,  kendi  ifademi  sorgu  yargıcına  söylediğim  her

sözcük  açısından  denetimden  geçiriyordum,  karşımdakilerin



sormuş oldukları her soruyu ve verdiğim her cevabı yeniden

aklımdan  geçiriyordum,  bütün  bunlardan  tutanağa  neler

geçirmiş olabileceklerini tartmaya çalışıyordum ve öte yandan

da  bunu  asla  bulup  çıkaramayacağımı  biliyordum.  Fakat

bomboş  bir  uzam  içerisinde  bir  kez  harekete  geçirilmiş  olan

bu düşünceler, başımın içinde sürekli dönüp duruyorlardı, hep

yeniden  dönüyorlardı,  her  defasında  farklı  kurgularla  dönüp

duruyorlardı  ve  bu  durum  uyuyana  kadar  sürüyordu;

Gestapo'nun  her  sorgusunun  ardından  bu  kez  aynı

acımasızlıkla kendi düşüncelerimi sorgulamanın, araştırmanın

ve  karşısındakine  acı  vermenin  işkencesini  uygulamayı

üstleniyorlardı  ve  böylesi  daha  da  acımasızdı,  çünkü  öteki

sorgulamalar ne de olsa bir saat sonra son buluyordu, oysa bu

ikincisi,  içinde  bulunduğum  yalnızlığın  alçakça  işkencesi

nedeniyle  hiç  bitmiyordu.  Ve  etrafımda  hep  yalnızca  masa,

dolap,  yatak,  duvar  kâğıdı,  pencere  vardı,  oyalanabilecek

hiçbir şey yoktu, hiçbir kitap, gazete, yabancı yüz, bir şeyler

not  etmek  için  kurşunkalem,  oynayacak  kibrit  yoktu,  yoktu,

yoktu. Bu otel odası sisteminin ne kadar şeytanca, psikolojik

açıdan  ne  kadar  öldürücü  biçimde  düşünülmüş  olduğunun

farkına  ancak  şimdi  varıyordum.  Toplama  kampında  belki

insan  elleri  kanayana  ve  ayakkabıların  içindeki  ayakları

donana kadar el arabasıyla taş taşımak zorunda kalıyordu, iki

düzine  insanla  berbat  bir  kokunun  içinde,  soğuktan  donarak

yatıyordu.  Ama  öte  yandan  insan,  yüzler  görebiliyordu,  bir

tarlaya,  bir  el  arabasına,  bir  ağaca,  bir  yıldıza,  herhangi  bir

şeye,  ne  olursa  olsun,  herhangi  bir  şeye  bakışlarını

dikebiliyordu,  oysa  burada  insanın  çevresinde  hep  o  aynılık

vardı,  hep  o  değişmeyen,  korkunç  aynılık  vardı.  Burada

dikkatimi düşüncelerimden, sanrılarımdan, hep aynı şeylerden

ayırabilecek  hiçbir  şey  yoktu.  Ve  amaçladıkları  da  zaten



özellikle  buydu  –düşüncelerimi  yutacak,  yutacaktım,  ta  ki

boğulana  ve  sonunda  onları  kusmaktan  başka  çare

bulamayana  kadar,  her  şeyi  söyleyene,  istedikleri  her  şeyi

söyleyene,  kanıtları  ve  insanları  teslim  edene  kadar.  Yavaş

yavaş  sinirlerimin  hiçliğin  bu  korkunç  baskısı  altında

gevşemeye  başladığını  hissettim  ve  tehlikenin  bilincinde

olarak, dikkatimi dağıtacak herhangi bir şey bulabilmek ya da

icat  edebilmek  için  sinirlerimi  neredeyse  kopma  noktasına

kadar  gerdim.  Kendimi  meşgul  etmek  için  daha  önce  ezbere

öğrenmiş olduğum ne varsa, hepsini, ulusal marşı ve çocukluk

döneminin  uyaklı  şiirlerini,  lise  yıllarındaki  Homeros'u,

Medeni  Kanun'un  maddelerini  ezbere  okumaya  ve  yeniden

kurgulamaya  çalıştım.  Daha  sonra  hesap  yapmayı,  rasgele

sayıları  toplamayı,  bölmeyi  denedim,  ama  belleğim  boşlukta

içinde  herhangi  bir  şey  tutabilme  gücünden  yoksundu.

Dikkatimi  hiçbir  şey  üzerinde  toplayamıyordum.  Aynı

düşünce  hep  araya  giriyor  ve  kıvılcımlanıyordu:  Ne

biliyorlar? Dün ne söyledim, gelecek defa ne söylemeliyim?

Aslında  tarif  edilmesi  imkânsız  olan  bu  durum  dört  ay

sürdü.  Şimdi,  evet  –dört  ay,  yani  yazılması  çok  kolay,

yalnızca harflerle, o kadar! Ve dile getirilmesi de kolay: dört

ay  –iki  hece.  Dudaklar,  saniyenin  dörtte  biri  kadar  bir

zamanda  bunu  hemen  seslendirebilir:  dört  ay!  Fakat  öte

yandan  kimse,  belli  bir  zamanın  mekânsızlıkta,  zamansızlık

içerisinde  ne  kadar  sürdüğünü  anlatamaz,  ölçemez,

somutlaştıramaz, ne bir başkası için ne de kendi kendisi için

ve insan hiç kimseye bu çepeçevre ve sürekli hiçliğin, bu hep

masanın ve yatağın ve lavabonun ve duvar kâğıdının ve hep

suskunluğun,  karşısındakinin  yüzüne  bakmaksızın  yemeği

içeriye  iten  hep  aynı  nöbetçinin,  hiçlik  içerisinde  aynı

noktanın  çevresinde  insanı  çıldırtıncaya  kadar  dolanan  hep



aynı  düşüncelerin  bir  insanı  nasıl  yiyip  bitirdiğini  ve  yıkıma

sürüklediğini  anlatamaz.  Küçük  belirtilerden  beynimin

karışmakta 

olduğunu 

tedirginlikle 

fark 


ediyordum.

Başlangıçta  sorgular  sırasında  iç  dünyam,  henüz  berraktı,

sakin  ve  düşünerek  ifade  vermiştim.  Neyi  söylemem,  neyi

söylememem  gerektiğine  ilişkin  o  çifte  düşünme  eylemi

henüz  yolunda  gidiyordu.  Şimdi  ise  artık  en  yalın  cümleleri

bile  ancak  kekeleyerek  seslendirebiliyordum,  çünkü  ifade

verdiğim  sırada  bir  yandan  da  hipnotize  edilmişçesine  ve

sanki  kendi  kelimelerimin  arkasından  koşmak  istiyormuşum

gibi,  bakışlarımı  tutanağı  oluşturarak  kâğıdın  üstünde  koşan

kaleme dikiyordum. Gücümün azaldığını hissediyordum, belli

bir  anın,  kendimi  kurtarmak  için  bildiğim  her  şeyi,  hatta  bu

hiçliğin  beni  boğmasından  kaçmak  için  daha  da  fazlasını

anlatacağım,  on  iki  insanı  ve  onların  sırlarını  ele  vereceğim,

fakat böyle yapmakla kendim için sadece tek bir rahat soluk

almaktan  fazlasını  elde  edemeyeceğim  anın  yaklaşmakta

olduğunu hissediyordum. Bir akşam o an hakikaten gelmişti:

Nöbetçi  rastlantı  sonucu  tam  da  o  boğulma  anında  yemeği

getirdiğinde,  ansızın  arkasından  haykırdım:  ‘Beni  sorguya

götürün!  Her  şeyi  söylemek  istiyorum!  Her  şeyi  açıklamak

istiyorum!  Belgelerin  nerede  olduğunu,  paranın  nerede

saklandığını söylemek istiyorum! Her şeyi söyleyeceğim, her

şeyi!'  Neyse  ki  adam  uzaklaştığından  beni  artık  duymadı.

Belki duymak da istemiyordu.

O  en  uç  bunalım  noktasında  önceden  kestirilemeyen  ve

kurtuluş  anlamına  gelen,  en  azından  belli  bir  süre  için

kurtuluş anlamına gelebilecek bir şey oldu. Temmuz sonuydu,

karanlık,  bulutlu,  yağmurlu  bir  gündü:  Yağmur  sorguya

götürüldüğüm  koridorun  pencere  camlarına  çarptığı  için,  bu

ayrıntıları  çok  iyi  hatırlıyorum.  Sorgu  yargıcının  odasının



önündeki  bekleme  odasında  beklemek  zorunda  kaldım.  Her

götürülüşte  beklemek  zorunluydu:  Bu  bekletmek  de  tekniğin

bir parçasıydı. Önce gecenin bir saatinde seslenerek, hücreden

ansızın  alarak  sinirleri  geriyorlardı  ve  sonra,  insan  kendini

sorguya  hazırladığında,  direnmek  için  aklını  ve  iradesini

seferber  ettiğinde,  bedeni  yormak,  ruhu  da  zayıf  düşürmek

için  sorgudan  önce  bekletiyorlardı,  anlamsızca,  anlamsızca

bekletiyorlardı, bir saat, iki saat, üç saat bekletiyorlardı. Ve o

27  Temmuz  Perşembe  günü  beni  çok  daha  uzun  süre

beklettiler,  tam  iki  saat  bekleme  odasında  ayakta  beklettiler;

bu  tarihi  de  belli  bir  nedenden  ötürü  çok  iyi  hatırlıyorum,

çünkü –elbette oturmama izin verilmeksizin– iki saat boyunca

ayakta  beklediğim  o  odada  bir  takvim  asılıydı  ve  basılı  bir

şeye,  yazılı  bir  şeye  duyduğum  açlıkla  bakışlarımı  o  tek

sayıya,  sadece  iki  kelimeden  o  ‘27  Temmuz'  yazısına  nasıl

diktiğimi,  nasıl  sürekli  diktiğimi  size  açıklamayı  inanın

beceremem;  sanki  o  kelimeleri  beynimle  yedim.  Ve  sonra

yine bekledim, bekledim ve acaba ne zaman açılacak diye hep

kapıya  baktım  ve  aynı  zamanda  da  engizisyon  görevlilerinin

bu  defa  ne  sorabileceklerini  düşündüm  ve  aynı  zamanda  da

bana  kendimi  hazırladığım  konudan  çok  farklı  bir  şey

soracaklarını  da  biliyordum.  Ama  bütün  bunlara  rağmen  bu

beklemenin  ve  ayakta  durmanın  azabı  aynı  zamanda  bir

nimetti,  bir  hazdı,  çünkü  bu  oda  ne  de  olsa  benimkinden

farklıydı, biraz daha büyüktü ve bir yerine iki penceresi vardı,

içinde  o  yatak  yoktu,  o  lavabo  yoktu  ve  pencerenin

çerçevesindeki  belki  milyon  defa  gördüğüm  o  çatlak  yoktu.

Kapının  boyası  farklıydı,  duvarın  önünde  başka  bir  koltuk

duruyordu ve sol tarafta da içinde dosyalarla bir evrak dolabı,

bir  de  kancalarıyla  birlikte  bir  gardırop  vardı,  kancalarda  üç

ya da dört ıslak asker pardösüsü asılıydı, bunlar, benim cellat



yardımcılarıma  aitti.  Dolayısıyla  bakabileceğim  yeni,  farklı

bir  şeyler  vardı,  açlık  çeken  gözlerim  sonunda  çok  farklı

şeyler  görebilecekti  ve  gözlerim  açgözlülükle  her  ayrıntıya

pençelerini  geçiriyorlardı.  Bu  pardösülerin  üstündeki  her

kırışığı gördüm, örneğin ıslak yakalardan birinin ucundaki bir

damlayı gördüm ve kulağınıza ne kadar gülünç gelirse gelsin,

saçma  bir  heyecanla  acaba  bu  damla  kırışıktan  aşağı  kayıp

gidecek mi, yoksa biraz daha yerçekimi gücüne karşı kendini

savunup  daha  uzunca  süre  asılı  kalacak  mı  diye  beklemeye

başladım  –evet,  sanki  hayatım  ona  bağlıymışçasına,  bu

damlaya  dakikalarca  baktım,  baktım.  Ardından,  damla

sonunda  yuvarlanıp  gidince,  bu  kez  yeniden  pardösülerdeki

düğmeleri  saydım,  birincisinde  ve  ikincisinde  sekizer,

üçüncüsünde ise on düğme vardı, sonra yine rütbe işaretlerini

karşılaştırdım;  bütün  bu  gülünç,  önemsiz  ayrıntılar,  açlık

çekmiş 


gözlerimi 

anlatmayı 

başaramayacağım 

bir


açgözlülükle  elliyor,  kuşatıyor,  her  taraftan  yakalıyordu.  Ve

bakışlarım ansızın bir şeye takılıp kaldı. Pardösülerden birinin

yan cebinin biraz şişkin olduğunu keşfetmiştim. Yaklaştım ve

şişkinliğin  dikdörtgen  biçiminden  bu  biraz  şişmiş  olan  cepte

ne taşındığını anlar gibi oldum: bir kitaptı! Dizlerim titremeye

başladı:  bir  KİTAP!  Dört  ay  boyunca  elime  tek  kitap

almamıştım  ve  bir  kitabı,  insanın  birbirine  eklenmiş

kelimeleri,  satırları,  sayfaları  görebileceği,  farklı,  yeni,

yabancı,  dikkati  başka  yerlere  yönlendirici  düşünceleri

okuyabileceği,  izleyebileceği,  beynine  alabileceği  bir  kitabı

sadece  kafamda  canlandırmanın  bile  aynı  zamanda  hem

heyecanlandırıcı hem de uyuşturucu bir etkisi vardı. Gözlerim

hipnotize  olmuşçasına  o  cepteki  kitabın  biçimlediği  küçük

kabarıklığa takılı kalmışlardı, o pek dikkat çekmeyen noktayı

sanki  pardösüde  bir  delik  açmak  istiyormuşçasına



yakmaktaydılar.  Sonunda  içimdeki  tutkuyu  daha  fazla

engelleyemedim;  elimde  olmaksızın  daha  çok  yaklaştım.  Bir

kitaba 

kumaşın 


arkasından 

ellerimle 

en 

azından


dokunabilmenin  düşüncesi  bile  parmaklarımdaki  sinirleri

tırnaklara  kadar  yakıp  tutuşturmuştu.  Neredeyse  farkında

olmaksızın,  gittikçe  daha  çok  yaklaşıyordum.  Neyse  ki

nöbetçi,  benim  hiç  kuşkusuz  tuhaf  görünen  davranışlarıma

dikkat etmiyordu; belki de bir insanın iki saat boyunca ayakta

durduktan sonra biraz duvara dayanmak istemesini çok doğal

saymıştı.  Sonunda  artık  pardösünün  yanına  varmıştım  ve

ellerimi de, dikkati çekmeksizin paltoya dokunabilsinler diye,

arkama  götürmüştüm.  Kumaşa  dokundum  ve  arkasında

gerçekten dörtgen biçiminde bir şeyin varlığını hissettim; bu

şey esnekti ve hafiften hışırdıyordu –bir kitap! Bir kitap! Ve

düşünce, kafamda bir şimşek gibi çaktı: Çal o kitabı! Belki de

başarırsın  ve  hücrende  saklarsın,  sonra  da  okursun,  okursun,

okursun,  sonunda  tekrar  okuyabilirsin!  Bu  düşünce  içime

girer  girmez  bir  zehir  etkisi  yaratmaya  başlamıştı;  ansızın

kulaklarım  uğuldamaya  ve  kalbim  deli  gibi  atmaya  başladı,

ellerim  buz  kesmişti  ve  artık  beni  dinlemiyorlardı.  Fakat  ilk

uyuşukluğun  hemen  ardından  hafiften  ve  gizlice  pardösüye

daha  da  yaklaştım,  gözlerimi  nöbetçiden  hiç  ayırmaksızın

arkamda  sakladığım  ellerimle  cebin  içinden  kitabı  yukarıya,

gittikçe,  gittikçe  yukarıya  doğru  itmeye  başladım.  Ve  sonra:

Bir tutma hareketi, hafif, dikkatli bir çekiş ve ansızın küçük,

çok  kalın  olmayan  kitabı  elimde  buldum.  İşte  o  anda  kendi

yaptığımdan korkuya kapıldım. Ama artık geri dönemezdim.

İyi de, kitabı nereye koyacaktım? Cildi arkamda, pantolonun

altına, kemerin pantolonu tuttuğu yere, oradan da yavaş yavaş

kalçaya  doğru  ittim,  böylece  yürürken  kitabı  elimle  ve

askerce  bir  tutuşla  pantolon  dikişinin  geçtiği  yerde  sabit




tutabilecektim.  Şimdi  sıra,  ilk  provayı  yapmaya  gelmişti.

Gardıroptan  uzaklaştım,  bir  adım,  iki  adım,  üç  adım

uzaklaştım.  Oluyordu.  Elimi  kemere  sıkıca  bastırdığım

takdirde, kitabı yürürken tutabiliyordum.

Sonra  sıra  sorguya  geldi.  Bu  sorgu  benim  açımdan  her

zamankinden  daha  zahmetli  oldu,  çünkü  cevap  verirken

aslında  bütün  gücümü  ifadem  üzerinde  değil,  fakat  kitabı

dikkati 


çekmeksizin 

sıkı 


tutabilmek 

üzerinde


yoğunlaştırmıştım.  Neyse  ki  sorgu  bu  defa  kısa  sürdü  ve

kitabı  odama  salimen  getirebildim  –burada  ayrıntılarla

zamanınızı  almak  istemiyorum,  bir  ara,  koridorun

ortasındayken, kitap tehlikeli bir biçimde pantolondan aşağıya

kaydı  ve  ben  de  eğilip  kitabı  tekrar  kuşağın  altına  itebilmek

için  şiddetli  bir  öksürük  nöbetine  yakalanmış  gibi  yapmak

zorunda  kaldım.  Fakat  kitapla  birlikte  cehennemime  geri

döndüğüm  an,  ne  andı!  Sonunda  yalnızdım  ve  artık  asla

yalnız olmayacaktım!

Şimdi  herhalde  hemen  kitabı  elime  aldığımı,  gözden

geçirip, okuduğumu tahmin ediyorsunuzdur. Asla! İlk yapmak

istediğim,  yanımda  kitap  olmasından  kaynaklanan  bir  tür  ön

hazzı  tatmaktı,  çalınmış  olan  bu  kitabın  ne  türden  bir  kitap

olmasını  en  çok  yeğleyeceğimi  düşlememden  doğan,  asıl

olayı  yapay  bir  biçimde  geciktiren,  sinirlerimi  olağanüstü

tahrik  hazzı  yaşamaktı:  Kitap,  her  şeyden  önce  çok  küçük

puntoyla  basılmış  olmalıydı,  pek  çok  harf  içermeliydi,  çok,

ama  çok  fazla  sayıda  incecik  sayfaları  bulunmalıydı,  böyle

olmalıydı  ki,  daha  uzun  zaman  okuyabileyim.  Ve  sonra  bir

başka  isteğim  de,  kitabın  sığ  değil,  ama  tinsel  açıdan  beni

zorlayacak  bir  eser  olmasıydı,  kolay  değil,  fakat  insanın

öğrenebileceği, ezbere öğrenebileceği bir eser, belki şiir ve en




iyisi  de  –ne  cüretkâr  bir  düş!–  Goethe  veya  Homeros.  Fakat

sonunda 


açgözlülüğümü, 

merakımı 

daha 

fazla


engelleyemedim.  Nöbetçi  ansızın  kapıyı  açtığı  takdirde  beni

yakalayamasın  diye  yatağa  uzandıktan  sonra,  titreyerek

kuşağımın altından kitabı çektim.

İlk  bakış,  bir  düş  kırıklığıydı  ve  dahası  acıyla  yoğrulmuş

bir  öfkeydi:  Onca  büyük  tehlikelerle  ele  geçirilmiş,  onca

yakıcı  bir  beklentiyle  saklanmış  olan  bu  kitap,  satranç

oyununa  ait  bir  seçkiden,  yüz  elli  şampiyonluk  oyununu  bir

araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi. Sürgülerin ve

kilitlerin  ardında  olmasaydım  eğer,  duyduğum  ilk  öfkeyle

birlikte  kitabı  açık  bir  pencereden  fırlatıp  atardım,  çünkü  bu

saçmalık  ne  işime  yarayacaktı  ki?  Lisedeyken,  öteki  oğlan

çocukları gibi ben de arada sırada can sıkıntısından bir satranç

tahtasının  başına  geçip  oynamaya  çalışmıştım.  Fakat  bu

kuramsal  metinle  ne  yapabilirdim?  Satranç,  bir  hasım

olmadan  oynanamazdı,  hele  taşlarsız  ve  satranç  tahtasız  hiç

oynanamazdı.  Keyfim  kaçmış  olarak  ve  belki  yine  de

okunabilecek bir şey, bir giriş, bir rehber keşfedebilirim diye

sayfaları  karıştırdım;  ama  şampiyonalardaki  oyunlara  ait

çıplak ve kare biçimi diyagramlardan, onların altında da başta

bana  anlaşılmaz  gelen  a2-a3,  Sf1-g3  gibi  işaretlerden  başka

hiçbir  şey  bulamadım.  Bütün  bunlar  bana,  elimde  anahtarı

bulunmayan  bir  tür  cebir  işlemi  gibi  gözüküyordu.  Ancak

zaman  geçtikçe  a,  b,  c  harflerinin  yatay  sütunlar,  1'den  8'e

kadarki sayıların da dikey sütunlar için kullanılmış olduğunu

ve  her  figürün  o  anda  bulunduğu  yeri  belirlediğini  çözdüm;

böylece  salt  grafik  nitelikteki  diyagramların  yine  de  bir  dili

olmuş  oldu.  Belki  de,  diye  düşündüm,  hücremde  bir  tür

satranç  tahtası  tasarımlayabilirim  ve  ondan  sonra  da  bu

satranç  partilerini  tekrar  edebilirim;  yatak  örtümün  rastlantı



sonucu  kaba  kare  biçimi  desenlerden  oluşması,  benim  için

gökten  gelen  bir  işaretti.  Doğru  katlandığı  takdirde  örtü,

altmış 

dört 


kare 

elde 


edilebilecek 

biçimde


düzenlenebiliyordu.  Bu  durumda  önce  kitabı  şiltenin  altına

sakladım  ve  ilk  sayfayı  yırtıp  aldım.  Daha  sonra

ekmeklerimden biriktirdiğim küçük kırıntıları, elbette gülünç

denilecek  kadar  acemice  olmak  üzere,  şah,  vezir  ve  öteki

figürler  halinde  yoğurmaya  başladım;  sonsuz  çabalardan

sonra  nihayet  kareli  yatak  örtüsünün  üstünde  satranç

kitabında  resimleri  bulunan  pozisyonları  yeniden  kurmaya

girişebildim. Ama bütün bir oyunu tekrar etmek istediğimde,

ekmek  kırıntılarından  yapılma  ve  birbirlerinden  ayırabileyim

diye  yarısını  toza  bulayıp  koyulttuğum  gülünç  figürlerimle

birlikte önce tam bir başarısızlığa uğradım. İlk günler taşları

sürekli  karıştırıyordum:  Aynı  oyuna  beş  kez,  on  kez,  yirmi

kez  hep  baştan  başlamak  zorunda  kalıyordum.  Fakat  şu

yeryüzünde  benim  gibi,  yani  hiçliğin  kölesi  olan  biri  kadar

kullanılmamış  ve  yararsız  zamana  sahip  bulunan  biri  var

mıydı?  Kim  benimkisi  kadar  ölçüsüz  bir  tutkuya  ve  sabra

sahipti?  Aradan  henüz  altı  gün  geçmişti  ki,  o  partiyi  hiç

kusursuz  sonuna  kadar  götürdüm,  ondan  sekiz  gün  sonra

satranç  kitabındaki  pozisyonları  kendi  açımdan  somut

biçimde  görebilmem  için  artık  yatak  örtüsünün  üstündeki

ekmek  kırıntılarına  ihtiyacım  kalmamıştı;  aradan  bir  sekiz

gün  geçtikten  sonra  ise  kareli  yatak  örtüsü  de  gerekliliğini

yitirdi; kitabın başlangıçta soyut nitelik taşıyan a1, a2, c7 ve

c8 gibi işaretleri, alnımın arkasında görsel, plastik konumlara

dönüşmüştü.  Dönüşüm,  tam  anlamıyla  başarılmıştı:  Satranç

tahtasını  taşlarıyla  birlikte  iç  dünyama  yansıtmıştım  ve  tıpkı

deneyimli  bir  müzisyenin  bütün  sesleri  ve  bunların

birlikteliğini  duyabilmesi  için  sadece  notalara  bakmasının




yeterli  olması  gibi,  ben  de  yalnızca  formüllerin  yardımıyla

belli  bir  konumu  kuşbakışı  görebiliyordum.  Aradan  on  dört

gün  daha  geçtikten  sonra,  kitaptaki  her  satranç  partisini

ezbere  –ya  da  teknik  terimiyle:  körü  körüne–  tekrar

edebilecek hale gelmiştim; küstahça yaptığım hırsızlık sonucu

kendi adıma ne kadar ölçüsüz bir esenliği fethetmiş olduğumu

ancak  yeni  yeni  anlamaya  başlamıştım.  Çünkü  ansızın

yapacak  bir  işim  olmuştu  –anlamsız,  amaçsız  bir  iş

diyebilirsiniz  buna  eğer  isterseniz,  ama  yine  de  etrafımdaki

hiçliği  hiçe  indirgeyen  bir  etkinlikti,  yüz  elli  turnuva

oyunuyla  birlikte  elime  zamanın  ve  mekânın  baskısına  karşı

mucizevi bir silah geçmişti. Bu yeni meşguliyetin çekiciliğini

sürekli  koruyabilmek  için,  o  andan  başlayarak  her  günü

titizlikle  programladım:  İki  parti  sabah,  iki  parti  öğlenden

sonra  oynuyor,  akşamları  da  hızlı  bir  tekrar  yapıyordum.

Böylece eskiden jelatin gibi ve herhangi bir biçimden yoksun

olarak  uzadıkça  uzayan  günlerim  artık  dolmuştu,  yorgun

düşmeksizin  sürekli  meşguldüm,  çünkü  satranç  oyununun

tinsel  enerjileri  dar  sınırlarla  çevrili  bir  alana  sürgün  ederek,

en zorlayıcı düşünme edimlerinde bile beyni bitkin düşürecek

yerde onun ataklığını ve gerilim gücünü daha da yükseltmek

gibi  mucizevi  bir  üstünlüğü  vardır.  Bende  de  zamanla  ilk

önceleri  turnuva  oyunlarının  salt  mekanik  nitelikteki

tekrarlanması  noktası,  yerini  sanatsal,  zevk  kaynağı  bir

anlayışın  uyanışına  bırakmaya  koyuldu.  Saldırının  ve

savunmanın  inceliklerini,  tuzaklarını,  netlik  noktalarını

anlamaya başladım, ileriyi düşünmenin, bağlantılar kurmanın,

doğrudan saldırıya geçmenin tekniğini kavradım ve çok kısa

bir  süre  sonra  tek  tek  her  satranç  ustasının  bireysel  oyun

oynama  biçiminden  yansıyan  kişisel  özelliğini,  tıpkı  insanın

bir  şairin  dizelerini  birkaç  satırla  saptayabilmesi  gibi,  hiç



yanılmadan görür oldum; sadece vakit geçirmeye yarayan bir

meşguliyet olarak başlayan şey, bir hazza dönüştü ve Alehin,

Lasker, Bogolyubov, Tartakower gibi satrancın büyük strateji

uzmanları,  yalnızlığıma  sevdiğim  dostlar  olarak  girdiler.

Sessizlik içerisindeki hücre, her gün sonsuz değişimlerle ruh

kazanıyordu  ve  özellikle  alıştırmaların  belli  bir  düzen

içerisinde  akışı  düşünebilme  yeteneğime  sarsılmış  olan

güvenini  yeniden  kazandırmaktaydı;  beynimi  tazelenmiş  ve

dahası,  sürekli  düşünmenin  disiplini  aracılığıyla,  yeniden

bilenmiş  gibi  hissetmekteydim.  Artık  çok  daha  net  ve

yoğunlaşarak  düşünebildiğim,  kendini  özellikle  sorgularda

belli  etmekteydi;  satranç  tahtasının  başında  farkına

varmaksızın  kendimi  sahte  tehditlere  ve  gizli  tuzaklara  karşı

savunma  konusunda  yetkinleştirmiştim;  o  andan  başlayarak,

sorgular  sırasında  artık  hiçbir  açık  vermedim  ve  dahası,

Gestapo  üyelerinin  bana  zamanla  belli  bir  saygıyla  bakmaya

başladıklarını hisseder gibi oldum. Ötekilerin hepsinin yıkılıp

çözüldüklerini  görmüş  oldukları  için,  içlerinden  belki  de

böylesine sarsılmaz bir direniş için gereken gücü hangi gizli

kaynaklardan almış olabileceğimi sormaktaydılar.

O kitaptaki yüz elli partiyi sistematik bir biçimde her gün

oynadığım bu mutlu dönemim yaklaşık iki buçuk üç ay sürdü.

Sonra  kendimi  hiç  beklenmedik  bir  biçimde  bir  ölü  noktada

buldum.  Ansızın  yeniden  hiçliğin  önündeydim.  Çünkü  her

parti,  yirmi  veya  otuz  kez  yeniden  oynamamın  ardından,

yenilikten  ve  sürprizlerden  kaynaklanan  çekiciliğini  benim

için  artık  yitirmişti,  başlangıçta  onca  heyecan  verici,  teşvik

edici  olan  gücü  tükenmişti.  Her  hamlesini  çoktandır  ezbere

bildiğim oyunları bir daha, bir daha oynamanın bir anlamı var

mıydı? Ben daha ilk açılışı yapar yapmaz bu açılışın sonraki

akışı  neredeyse  kendiliğinden  içimde  çözülüveriyordu,  artık



sürprizler,  gerilimler,  problemler  kalmamıştı.  Kendimi

oyalamak  için,  artık  onlarsız  yapamadığım  çabaları  ve

dikkatimi  başka  noktalara  çekebilecek  eylemleri  yeniden

yaratabilmek  için  şimdi  içinde  farklı  satranç  partilerinin

bulunduğu  bir  başka  satranç  kitabı  gerekirdi.  Ama  tamamen

olanaksız  olduğundan,  bu  tuhaf  yörüngede  izlenebilecek

yalnızca tek bir yol vardı: Eski oyunların yerine yenilerini icat

etmek  zorundaydım.  Kendi  kendimle  veya  daha  doğrusu

kendime karşı oynamayı denemeliydim.

Sizin  bu  oyunların  oyunundaki  tinsel  konum  üzerine

şimdiye kadar ne ölçüde düşünmüş olduğunuzu bilemiyorum.

Ancak rastlantıyla hiç ilintisiz, salt düşünce oyunu niteliğinde

bir oyun olan satranç açısından insanın kendi kendisine karşı

oynamak  istemesinin  mantıken  tam  bir  saçmalık  olduğu,  en

yüzeysel  düşünceyle  dahi  anlaşılabilecek  bir  şeydir.  Çünkü

aslında satrancın çekici yanı, stratejisinin birbirinden farklı iki

beyinde  ayrı  ayrı  gelişmesidir,  bu  tinsel  savaşta  siyahın

beyazın  manevralarını  bilmemesi,  bu  yüzden  de  sürekli

anlamaya  ve  önlemeye  çalışmasıdır;  öte  yandan  beyaz  da

siyahın  gizli  amaçlarını  aşmak  ve  engellemek  çabasındadır.

Şimdi  siyah  ile  beyaz  tek  ve  aynı  kişilikte  birleştiklerinde,

ortaya tek ve aynı beynin eşzamanlı olarak bir şeyi bilmesinin

ve  ama  bilmemesinin  gerekmesi,  beyaz  olarak  hareket

ettiğinde  daha  bir  dakika  önce  siyah  tarafken  istemiş  ve

amaçlamış  olduğunu  bir  komutla  bütünüyle  unutmayı

başarabilmesi  gibi  saçma  bir  durum  çıkar.  Bu  tür  bir  çifte

düşünme  eylemi,  bilincin  mutlak  anlamda  bölünmesini,

beynin  işlevinin  sanki  mekanik  bir  aygıtmışçasına  istendiği

zaman açılıp kapatılabilmesini koşul kılar; demek ki satrançta

insanın  kendi  kendisine  karşı  oynamak  istemesi,  kendi




gölgesinin üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık

durumudur.

Şimdi,  kısaca  söylemem  gerekirse  eğer,  bu  olanaksızlığı,

bu  saçmalığı  aylar  boyunca  denedim.  Ancak  katıksız  bir

deliliğin  veya  mutlak  anlamda  hastalıklı  bir  ruhsal  durumun

tutsağı olmamak için bu saçmalıktan başka yapabileceğim bir

seçim  yoktu.  Durumumun  korkunçluğu  nedeniyle,  bir  Siyah

Ben  ve  bir  de  Beyaz  Ben  olmak  üzere,  bu  iki  parçaya

ayrılmayı en azından denemek zorundaydım, çevremi saran o

korkunç hiçliğin altında ezilmemek için."

Dr.  B.  şezlongda  geriye  doğru  yaslandı  ve  bir  dakika  için

gözlerini kapattı. Sanki çok tedirgin edici bir anıyı bastırmak

ister  gibiydi.  Engel  olamadığı  o  tuhaf  titreme,  yine  ağzının

sağ ucundan geçti. Sonra şezlongunda biraz daha doğrularak

oturdu.

"Evet  –bu  noktaya  kadar  size  her  şeyi  epey  anlaşılır

biçimde açıklayabildiğimi sanıyorum. Fakat bundan sonrasını

da size benzer bir açıklıkla, somut olarak anlatabileceğimden

kesinlikle  emin  değilim.  Çünkü  sözünü  ettiğim  yeni

meşguliyet,  beynin  kendisine  yönelik  başkaca  her  türlü

denetimini  olanaksız  kılacak  ölçüde  bir  gerilim  içerisinde

çalışmasını  koşul  kılıyordu.  Zaten  insanın  kendi  kendisine

karşı  satranç  oynamak  istemesinin  başlı  başına  bir  saçmalık

olduğunu size ima etmiştim; ancak önümde gerçek bir satranç

tahtası  bulunsaydı,  böyle  bir  saçmalığa  bile  çok  düşük  dahi

olsa  şans  tanınabilirdi,  çünkü  satranç  tahtası  gerçekliğiyle

yine  de  belli  bir  mesafeye,  bir  dokunulmazlığa  olanak  tanır.

Üstünde  gerçek  figürlerin  yer  aldığı  gerçek  bir  satranç

tahtasının  önünde  insan  düşünmek  için  aralar  verebilir,

tamamen  bedensel  olarak  masanın  bazen  bir  yanına  bazen




öteki  yanına  geçebilir  ve  böylece  duruma  bazen  siyah

açısından bazen de beyaz açısından bakabilir. Fakat kendime

karşı,  veya  dilerseniz  eğer,  şöyle  söyleyelim,  kendimle

yapacağım  bu  kavgaları  düşsel  bir  uzama  yansıtmaya

zorlanmış  olan  ben,  bilincimde  her  defasında  altmış  dört

karedeki  durumu  açıkça  saptamak,  üstelik  de  her  iki  taraf

açısından taşların sadece anlık durumlarını değil, ama ondan

sonraki  olası  hamlelerini  de  tahmin  etmek  zorundaydım  ve

ayrıca  –bütün  bunların  kulağa  ne  kadar  saçma  geldiğini

biliyorum– her bir Ben'im için, siyah ve beyaz için, hep dört

veya  beş  hamle  öncesinden  iki  kez,  üç  kez,  hayır,  altı  kez,

sekiz kez, on iki kez hayal etmek durumundaydım. Yani –bu

delilik  üzerinde  düşünmenizi  beklediğim  için  sizden  özür

dilerim–  bu  oyunda  imgelemin  soyut  uzamında  beyazla

oynayan  oyuncu  olarak  dört  veya  beş  hamleyi  önceden

hesaplamak  zorundaydım  ve  aynı  şey,  siyahla  oynayan

oyuncu  olduğumda  da  geçerliydi,  başka  deyişle,  gelişmenin

seyri  içerisinde  ortaya  çıkacak  bütün  durumları  bir  anlamda

iki  beyinle,  yani  beyazın  beyniyle  ve  siyahın  beyniyle

önceden  kurgulamam  gerekiyordu.  Fakat  bu  karmakarışık

deneyimin en tehlikeli yanı, sözünü ettiğim kendi kendini iki

parçaya ayırmak değildi; en tehlikeli olan şey, tarafları sürekli

olarak  kendi  kafamda  icat  ederken,  artık  ayaklarımla  yere

basamaz 


hale 

geliyor 


ve 

bir 


dipsizliğin 

içine


yuvarlanıyordum. Ondan önceki haftalarda talim ettiğim gibi,

ustaların  oyunlarını  yalnızca  tekrarlamak,  sonuçta  bir

üretilmişi  yeniden  üretme  edimiydi,  zaten  var  olan  bir

malzemenin  yeniden  işlenmesiydi  ve  bu  yönüyle  benim

açımdan şiir ezberlemekten veya yasa maddelerini belleğime

geçirmekten daha yorucu değildi, sınırları belli, disiplinli bir

çabaydı  ve  bundan  ötürü  de  mükemmel  bir  zihin



alıştırmasıydı.  İki  oyunum,  yani  sabahları  iki,  öğleden

sonraları  da  iki  olmak  üzere  denediğim  partiler,  hiçbir

gerilime  kapılmaksızın  yaptığım  belli  ev  ödevleri  gibiydi;

benim  için  normal  bir  meşguliyetin  yerine  geçiyordu  ve

ayrıca, bir oyunun akışı sırasında yanıldığımda veya ne yola

nasıl devam edeceğimi bilemediğimde, elimdeki kitaptan her

zaman  bir  destek  alabiliyordum.  İşte  yalnızca  bu  nedenden

ötürü,  yani  başkalarına  ait  oyunları  tekrar  ederken  kendim

oyuna girmediğimden, bu çaba sarsılmış sinirlerim için onca

iyileştirici ve daha çok yatıştırıcı etki yaratmıştı; siyahın veya

beyazın  galip  gelmesini  umursamıyordum,  zira  şampiyonluk

için savaşanlar aslında Alehin veya Bogolyubov'du ve benim

kişiliğim,  aklım,  ruhum  sadece  bir  seyirci,  oyundan  anlayan

biri olarak o partilerin düğüm noktalarının ve güzelliklerinin

tadını  çıkarmaktaydı.  Oysa  kendime  karşı  oynamayı

denediğim  andan  itibaren  bilincinde  olmaksızın  kendime

meydan  okumaya  başlamıştım.  İki  Ben'imden  her  biri,  yani

Siyah  Ben  ve  Beyaz  Ben,  birbirleriyle  rekabet  etmek

zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak

için  kendini  bir  tutkuya,  bir  sabırsızlığa  kaptırıyordu;  Siyah

Ben  olarak  yaptığım  her  hamlenin  ardından,  hararetle  Beyaz

Ben'in ne yapacağını bekliyordum. İki Ben'den her biri, öteki

bir  yanlış  yaptığında  bir  zafer  sevinci  yaşıyor,  ama  bununla

eşzamanlı  olarak  da  kendi  beceriksizliğinden  ötürü  öfkeye

kapılıyordu.

Bütün  bunlar  anlamsız  görünüyor  ve  gerçekten  de,  böyle

yapay  bir  şizofreni,  yarattığı  tehlikeli  heyecanın  dozuyla

birlikte böyle bir bilinç bölünmesi, normal durumdaki normal

bir insan için düşünülemez. Fakat şunu unutmayın ki, ben her

türlü  normallikten  kaba  güç  kullanılarak  koparılmıştım,  bir

tutukluydum, suçsuz yere hapsedilmiştim, aylardır ustaca bir



biçimde yalnızlığın işkencesinden geçiyordum, birikmiş olan

çılgınca  öfkesini  çoktandır  herhangi  bir  şeye  boşaltmak

isteyen  bir  insandım.  Ve  elimde  kendime  karşı  oynayacağım

bu anlamsız oyundan başka bir şey bulunmadığından, öfkem,

öç alma tutkum fanatik bir biçimde bu oyuna akmıştı. İçimde

bir şey haklı çıkmak istemekteydi, ama ne yazık ki kendisiyle

tek  savaşabileceğim,  içimdeki  öteki  Ben'di;  böylece  oyunun

akışı  içerisinde  neredeyse  manik  bir  heyecan  noktasına

yükseliyordum.  Başlangıçta  henüz  sakin  ve  dengeli

düşünüyordum,  iki  oyun  arasında  yorgunluğum  geçsin  diye

mola veriyordum; fakat zamanla iyice bozulan sinirlerim artık

beklememe olanak tanımaz oldu. Beyaz Ben bir hamle yapar

yapmaz  Siyah  Ben,  hararetle  öne  atılıyordu;  bir  parti  biter

bitmez  bir  sonraki  için  kendi  kendime  meydan  okuyordum,

çünkü her defasında iki Satrançtaki Ben'den biri ötekine yenik

düşüyor  ve  rövanş  talep  ediyordu.  Bu  delice  doymak

bilmezlik  yüzünden  o  son  aylar  boyunca  hücremde  kendi

kendime  karşı  kaç  oyun  oynamış  olduğumu  hiçbir  zaman

yaklaşık olarak bile söyleyemeyeceğim –belki bin oyun, belki

de  daha  fazlasını  oynamışımdır.  Karşısında  kendimi

savunamadığım bir saplantı içerisindeydim; sabahın köründen

geceye  kadar  fillerden,  piyonlardan,  kalelerden,  şahlardan,

a'dan,  b'den,  c'den,  mattan  ve  roktan

[5]


  başka  bir  şey

düşünemez  olmuştum,  bütün  varlığımla  ve  duygularımla  o

karelerden  oluşma  satranç  tahtasının  içine  hapsolmuştum.

Oyundan  alınan  zevk  bir  oyun  tutkusuna,  oyun  tutkusu  bir

oynama  zorunluluğuna,  bir  maniye,  çılgınca  bir  öfkeye

dönüşmüştü; bu öfke yalnızca uyanık geçen saatlerimi değil,

fakat  giderek  uykumu  da  doldurmaya  başlamıştı.  Yalnızca

satrancı  düşünebiliyordum,  satrancın  hareketlerini  ve

problemlerini düşünebiliyordum; bazen alnım terlemiş olarak



uyanıyor  ve  uykuda  bile  bilincinde  olmaksızın  oynamış

olmam  gerektiğinin  farkına  varıyordum  ve  insanlara  ilişkin

rüyalar gördüğümde de o insanların tümü yalnızca piyonlar ve

kaleler  gibi  hareket  ediyorlardı,  filler  gibi  ileriye  ve  geriye

gidiyorlardı.  Sorgu  için  çağrıldığımda  artık  sorumluluğum

üzerinde  derli  toplu  düşünemiyordum;  içimde  sanki  son

sorgular sırasında kendimi epey karışık ifade etmiş olduğum

gibi  bir  duygu  vardı,  çünkü  beni  sorguya  çekenler  bazen

hayretle  birbirlerine  bakıyorlardı.  Oysa  onlar  sorarlarken  ve

aralarında  görüşürlerken,  ben  yalnızca  hücreme  geri

götürülmeyi  bekliyordum,  oyunumu,  o  delice  oyunumu

sürdürmek için, yeni bir parti ve sonra bir tane daha, bir tane

daha  oynamak  için.  Bu  konuda  her  kesintiye  uğrayıştan

rahatsızlık  duyuyordum;  nöbetçinin  hücreyi  derleyip

toparladığı bir çeyrek saat, yemeğimi getirdiği iki dakika bile

ateşli  sabırsızlığımı  acıya  çeviriyordu;  kimi  akşamlar  yemek

hâlâ  el  değmemiş  olarak  duruyordu,  oyun  yüzünden  yemek

yemeyi unutmuş oluyordum. Bedensel olarak hissettiğim tek

şey  korkunç  bir  susuzluktu;  herhalde  sürekli  düşünmenin  ve

oynamanın  yol  açtığı  ateş  yüzünden  olmalıydı;  şişeyi  iki

kaldırışta  sonuna  kadar  içiyordum  ve  nöbetçiyi  daha  çok

vermesi için rahatsız ediyordum, ama buna rağmen bir saniye

sonra  dilimin  ağzımda  kupkuru  olduğunu  hissediyordum.

Sonunda  oyun  oynarkenki  heyecanım  –ve  sabahtan  gece

yarılarına  kadar  zaten  oyun  oynamaktan  başka  bir  şey

yapmıyordum–  o  dereceye  vardı  ki,  artık  bir  an  bile

oturduğum  yerde  kalamaz  oldum;  oyunlar  üzerinde

düşünürken  sürekli  gidip  geliyordum,  gittikçe  hızlı,  daha

hızlı,  çok  daha  hızlı  gidip  geliyordum,  oyunun  sonu

yaklaştıkça daha çok kızışıyordum; kazanmak, galip gelmek,

kendi  kendimi  yenmek  giderek  bir  tür  öfkeye  dönüşmüştü,



sabırsızlıktan  titriyordum,  çünkü  içimdeki  Ben'lerden  birinin

karşısında her zaman öteki, bana göre çok ağırdı. Biri, ötekini

kışkırtmaktaydı; size ne kadar gülünç gelirse gelsin, kendime

sövüp  saymaya  başlamıştım;  içimdeki  Ben'lerden  biri

ötekinin  hamlesine  yeterince  çabuk  karşılık  vermediğinde,

‘çabuk,  çabuk!'  veya  ‘hadi,  hadi!'  diye  bağırıyordum.  Bugün

elbette  çok  net  bir  biçimde  biliyorum  ki,  bu  durumum  aşırı

tinsel  yüklenmenin  bütünüyle  patolojik  bir  biçimiydi  ve

bunun için tıpta bugüne kadar bilinmeyen bir addan, ‘satranç

zehirlenmesi' 

nitelendirmesinden 

başkaca 


bir 

ad

bulamıyorum.  Sonunda  bu  manik  saplantı,  yalnızca  beynime



değil  fakat  bedenime  de  saldırmaya  başladı.  Zayıfladım,

tedirgin  ve  rahatsız  uyumaya  başladım,  uyandığımda  kurşun

gibi  ağırlaşmış  olan  gözkapaklarımı  açılmaya  zorlarken  her

defasında özel bir çabaya gerek duyuyordum; bazen kendimi

öyle  zayıf  hissediyordum  ki,  bir  bardağı  tuttuğumda

dudaklarıma  güçlükle  götürebiliyordum,  ellerim  öylesine

titremeye  başlamıştı;  fakat  oyun  başlar  başlamaz  vahşi  bir

güce  kavuşuyordum:  Yumruklarım  sıkılmış  halde  oraya

buraya  koşuyordum  ve  bazen,  sanki  kızıl  renkli  bir  sisin

içinden  süzülerek  geliyormuş  gibi,  kendi  sesimin  kısık  ve

kötücül  bir  tonda  ‘şah'  ya  da  ‘mat!'  diye  haykırdığını

duyuyordum.

Bu  korkunç  ve  tarifi  olanaksız  durumun  nasıl  bir  krize

dönüştüğünü kendime bile anlatabilecek durumda değilim. Bu

konuda bütün bildiğim şu, bir sabah uyandım ve bu, farklı bir

uyanıştı. Bedenim sanki benden çözülüp ayrılmıştı, yumuşak

ve  rahat  bir  yatıştaydım.  Gözkapaklarımın  üstünde  aylardır

yabancısı  olduğum,  yoğun  ve  hoş  bir  yorgunluk  vardı;  bu

yorgunluk öylesine sıcaktı ve iyi geliyordu ki, önce gözlerimi

açmaya karar veremedim. Dakikalarca öyle uyanık yattım ve




bu  ağır  kafa  bulanıklığının,  şehvetin  uyuşturduğu  duyuların

eşliğindeki  bu  masmavi  yatışın  keyfini  çıkardım.  Ansızın

sanki  arkamdan  sesler  duyar  gibi  oldum,  birtakım  kelimeler

konuşan,  canlı  insanlara  ait  seslerdi  ve  bunun  üzerine

duyduğum  mutluluğu  tahmin  bile  edemezsiniz,  çünkü  aylar

boyunca,  neredeyse  bir  yıldır  yargıç  kürsüsünün  önündeki

sert,  acımasız  ve  kötü  kelimelerden  başkaca  bir  şey

duymamıştım.  ‘Rüya  görüyorsun,'  dedim  kendi  kendime.

‘Rüya  görüyorsun!  Sakın  açayım  deme  gözlerini!  Bırak  bu

rüya  biraz  daha  sürsün,  yoksa  çevrende  yine  o  lanet  olasıca

hücreyi,  sandalyeyi,  lavaboyu,  masayı  ve  o  desenleri  hiç

değişmeyen  duvar  kâğıdını  görürsün.  Rüya  görüyorsun  –

devam et görmeye!'

Fakat  merak  ağır  bastı.  Ağır  ağır  ve  dikkatle

gözkapaklarımı  kaldırdım.  Ve  mucizenin  ta  kendisi:

Bulunduğum  yer,  başka  bir  odaydı,  benim  oteldeki

hücremden daha geniş ve daha rahat bir oda. Parmaklıksız bir

pencereden  içeriye  ışık,  özgürce  dökülmekteydi;  o  kaskatı

yangın  duvarım  yerine  ağaçlara,  rüzgârda  dalgalanan  yeşil

ağaçlara  bakabiliyordum,  duvarlar  beyaz  ve  mat  parıltılıydı,

üzerimdeki tavan beyazdı ve yüksekteydi –evet, gerçekti, yeni

ve yabancı bir yatakta yatıyordum ve evet, arkamda fısıldayan

insan  sesleri  vardı  ve  bu  da  gerçekti.  Kapıldığım  şaşkınlık

nedeniyle  ister  istemez  herhalde  sert  bir  hareket  yapmış

olmalıydım,  çünkü  arkamdan  bana  doğru  yaklaşan  bir  ayak

sesi  duyuyordum.  Hareketleri  esnek  olan  bir  kadın  geldi,

saçlarının  üstünde  beyaz  bir  bone  vardı,  bir  bakıcı,  bir

hemşire  olmalıydı.  Her  yanımı  bir  haz  dalgası  kapladı:  Bir

yıldır  hiç  kadın  yüzü  görmemiştim.  Bakışlarımı  bu  hoş

manzaraya  diktim  ve  bu,  vahşi,  coşku  dolu  bir  bakış

olmalıydı, çünkü yaklaşmakta olan kadın beni ısrar edercesine



‘Sakin olun! Yattığınız yerde kalın!' diye yatıştırdı. Ama ben,

yalnızca  onun  sesini  dinliyordum  –bir  insan  değil  miydi  bu

konuşan?  Yeryüzünde  beni  sorguya  çekmeyen,  bana  acı

vermeyen bir insan kalmış mıydı hâlâ gerçekten? Ve üstelik –

akıl  almaz  bir  mucize  gibi!–,  bu  duyduğum  yumuşak,  sıcak

neredeyse  sevecen  bir  kadın  sesiydi.  Ağzına  susamış  gibi

bakıyordum,  çünkü  yaşadığım  o  cehennemden  farksız  yıl

boyunca  bir  insanın  bir  başka  insanla  insanca  konuşması,

benim için artık düşünülebilir bir olasılık olmaktan neredeyse

çıkmıştı.  Kadın  bana  gülümsüyordu  –evet,  gülümsüyordu,

iyilikle  gülümseyebilen  insanlar  vardı  hâlâ–,  ama  sonra

parmağını  uyarırcasına  dudaklarına  götürdü  ve  sessizce

yoluna  devam  etti.  Fakat  ben  onun  isteğini  yerine

getiremedim.  Henüz  o  mucizeye  bakmaya  doyamamıştım.

Arkasından  bakabilmek  için  zorla  yatakta  doğrulmaya

çalıştım, bu insan kılığındaki iyi kalpli mucizenin arkasından

daha  bir  süre  bakmak  istedim.  Ama  yatağın  kenarına

dayanarak  doğrulmak  istediğimde,  bunu  başaramadım.

Normalde sağ elimin, parmaklarımın ve bileğimin bulunduğu

yerde  yabancı  bir  şey,  kalın,  büyük,  beyaz  bir  kabarıklık

hissettim,  herhalde  kat  kat  dolanmış  bir  sargı  olmalıydı.

Elimdeki  bu  beyaz,  kalın,  yabancı  şeye  önce  ne  olduğunu

anlamaksızın  hayretle  bakakaldım,  sonra  ağırdan  nerede

olduğumu  anlamaya  ve  başıma  ne  gelmiş  olabileceğini

düşünmeye  başladım.  Birileri  beni  yaralamış  olmalıydı  veya

elimi ben kendim yaralamıştım. Bir hastanedeydim.

Öğlen  vakti  doktor  geldi,  sevimli  ve  yaşlıca  bir  adamdı.

Ailemin adını tanıyordu ve eskiden imparatorun özel doktoru

olan  amcamdan  öylesine  saygıyla  söz  etti  ki,  hemen  bana

yaklaşımının 

olumlu 

olduğu 


duygusuna 

kapıldım.

Konuşmamız  boyunca  bana  çeşitli  sorular  sordu,  bu  arada



özellikle  bir  tanesi  şaşırtıcıydı  –matematikçi  veya  kimyager

olup olmadığımı sormuştu. Hayır diye karşılık verdim.

‘Tuhaf,' diye mırıldandı. ‘Ateşiniz varken, hep yüksek sesle

c3,  c4  gibi  formülleri  tekrar  ettiniz.  Hiçbirimiz  bir  şey

anlayamadık.'  Bana  ne  olduğunu  sordum.  İlginç  bir  ifadeyle

gülümsedi.

‘Ciddi bir şeyiniz yok. Akut bir sinir rahatsızlığı, o kadar,'

ve  dikkatle  çevresine  bakındıktan  sonra,  alçak  sesle  ekledi:

‘Sonuçta  çok  anlaşılır  bir  şey.  13  Mart'tan  beri,  değil  mi?'

Başımla onayladım.

‘Bu  yöntem  düşünülürse,  şaşırtıcı  değil,'  diye  mırıldandı.

‘Siz ilk değilsiniz. Ama kaygılanmayın.'

Bunu  bana  yatıştırıcı  bir  ifadeyle  fısıldamasından  ve  aynı

ifadeyi  taşıyan  bakışları  sayesinde,  onun  yanında  güvende

olduğumu anladım.

İki gün sonra iyi yürekli doktor, olanları epey açık biçimde

anlattı.  Nöbetçi  hücremde  bağırdığımı  duymuş  ve  önce  içeri

giren  biriyle  kavga  ettiğimi  sanmıştı.  Fakat  kapıda  belirir

belirmez ben üstüne saldırmış, avaz avaz: ‘Oyna artık, serseri,

korkak  herif!'  diye  yüzüne  bağırmışım,  gırtlağına  sarılmaya

çalışmışım  ve  sonunda  o  kadar  vahşileşmişim  ki,  adam

yardım  çağırmak  zorunda  kalmış.  Daha  sonra,  beni  o

kudurmuş  halimle  doktor  muayenesi  için  sürükleyip

götürürlerken,  ansızın  ellerinden  kurtulmuşum,  koridordaki

pencereye  saldırmışım,  camı  kırmışım  ve  o  arada  elimi

kesmişim –bakın, derin yaranın izi hâlâ burada. Hastanedeki

ilk  gecelerimi  beynimden  kaynaklanan  ateşli  bir  nöbet

içerisinde  geçirmişim,  ama  doktora  göre  bilincim  artık

tamamen yerindeydi. ‘Elbette,' diye ekledi kısık sesle, ‘bunu



yukarıdakilere bildirmemem daha iyi olur, yoksa sonunda sizi

oraya  tekrar  geri  götürürler.  Bana  güvenebilirsiniz,  elimden

geleni yapacağım.'

Bu  yardımsever  doktorun  bana  acı  çektirmiş  olanlara

hakkımda  anlattıkları,  bilgim  dışında.  Fakat  istediği  sonucu

elde  etti  ve  serbest  bırakılmamı  sağladı.  Belki  sorgulanma

ehliyetimin olmadığını söylemiştir ya da o arada Gestapo için

artık önemsiz biri olup çıkmışımdır, çünkü aradan geçen süre

içerisinde  Hitler,  Bohemya'yı  işgal  etmişti  ve  böylece  artık

Avusturya diye bir sorunu kalmamıştı. Tek yapmam gereken,

vatanımızı  on  dört  gün  içerisinde  terk  edeceğime  dair  bir

taahhütname  imzalamaktı  ve  bu  on  dört  gün,  bir  zamanların

dünya  vatandaşının  yurtdışına  çıkabilmek  için  halletmesi

gereken binlerce formaliteyle –askerlik belgeleri, polis, vergi,

pasaport, vize, sağlık belgesi– öylesine doluydu ki, geçmişte

kalanlar  üzerinde  düşünmek  için  fazla  zamanım  yoktu.

Anlaşıldığı  kadarıyla  beynimizde  düzenleyici  işlev  gören

esrarlı  güçler  var  ve  bunlar  ruhu  rahatsız  edici  ve  tehlikeye

sokucu  şeyleri  kendiliğinden  devre  dışı  bırakıyor,  çünkü  ne

zaman  dönüp  hücrede  geçirdiğim  zamanımı  hatırlamak

istesem,  beynimde  bir  anlamda  ışık  sönüyordu;  ilk  kez

haftalar ve haftalar sonra, aslında ancak burada, yani gemide,

başıma neler geldiğini tekrar hatırlama cesaretini bulabildim.

Ve  şimdi  arkadaşlarınıza  neden  yakışık  almaz  ve

muhtemelen  de  anlaşılmaz  biçimde  davranmış  olduğumu

sanırım  anlayacaksınız.  Arkadaşlarınızı  satranç  tahtasının

başında  otururken  gördüğümde,  sigara  salonundan  tamamen

tesadüfen  geçmekteydim;  şaşkınlık  ve  korku  yüzünden

olduğum  yere  ister  istemez  saplanıp  kaldığımı  hissettim.

Çünkü gerçek bir satranç tahtasının üstünde gerçek figürlerle




satranç  oynanabileceğini  tamamen  unutmuştum,  bu  oyunda

birbirlerinden  tamamen  farklı  iki  insanın  gerçekten  karşı

karşıya  oturduklarını  unutmuştum.  Oradaki  oyuncuların

aslında  çaresizliğimden  dolayı  aylarca  kendi  kendime  karşı

oynamaya  çalıştığım  oyunun  aynısını  oynadıklarını

hatırlayabilmem  için  hakikaten  aradan  birkaç  dakikanın

geçmesi  gerekti.  Bir  zamanki  öfkeli  alıştırmalarım  sırasında

kullanmış  olduğum  şifreler,  sadece  oradaki  fildişi  figürlerin

temsilcisi  ve  simgesi  olmuştu;  satranç  tahtasının  üstünde  bu

figürleri  oraya  buraya  götürüşümün  düşünce  düzeyimdeki

düşsel  oyunla  temelde  aynı  olması  karşısında  duyduğum

şaşkınlık,  belki  kâğıt  üzerinde  en  karmaşık  yöntemleri

kullanarak  yeni  bir  gezegenin  varlığı  sonucunu  çıkaran  ve

daha sonra o gezegeni gökyüzünde beyaz, parlak ve somut bir

yıldız olarak gören bir astronomun şaşkınlığıyla aynıydı. Bir

mıknatısın  çekim  gücüne  kapılmış  gibi  satranç  tahtasına

bakıyordum ve orada kendi diyagramlarımı –atı, kaleyi, şahı,

veziri  ve  piyonları–  tahtadan  oyulmuş  gerçek  figürler  olarak

görüyordum;  oyunun  durumunu  kuşbakışı  görebilmek  için,

önce  o  partiyi  ister  istemez  kendi  soyut  sayılar  dünyamdan

hareketli  taşların  dünyasına  dönüştürmek  zorunda  kaldım.

İçimde uyanan ve iki taraf arasında oynanan böyle gerçek bir

oyunu izlemeye yönelik merak gittikçe büyümekteydi. Ve işte

o sırada nahoş bir şey oldu ve ben, bütün nezaket kurallarını

unutarak  oyununuza  karıştım.  Fakat  arkadaşınızın  yanlış

hamlesi  bir  bıçak  gibi  yüreğime  saplanmıştı.  Arkadaşınızı

engellemem,  tamamen  içgüdüsel  bir  eylemdi,  tıpkı  insanın

parmaklıktan  aşağıya  sarkan  bir  çocuğu  hiç  düşünmeksizin

yakalaması  gibi,  itki  sonucu  gerçekleşen  bir  müdahaleydi.

Acelem  yüzünden  kendimi  içinde  bulduğum  yakışıksız

davranışın bilincine ise ancak daha sonra varabildim."



Dr.  B.'ye  hemen  böyle  bir  rastlantı  sayesinde  onunla

tanışmaktan hepimizin son derece memnun olduğu konusunda

garanti  verdim  ve  bütün  o  anlattıklarından  sonra,  kendisini

ertesi  gün  düzenlenen  turnuvada  izlemenin  artık  çok  daha

ilginç olacağını belirttim. Dr. B. tedirgin bir hareket yaptı.

"Hayır,  çok  şey  beklemeyin.  Benim  için  bir  deneyden

başka  bir  şey  olmayacak  ...  acaba  ...  evet,  acaba  normal  bir

satranç  oyunu  oynayabilir  miyim,  gerçek  bir  satranç

tahtasının  üstünde,  gerçek  taşlarla  ve  karşımda  canlı  bir

partnerle  bir  parti  oynayabilir  miyim,  bunu  gösterecek  olan

bir deney, o kadar ... çünkü bir konuda içimde hâlâ bir kuşku

var;  o  zamanlar  oynadığım  yüzlerce  ve  belki  de  binlerce

oyun,  gerçekten  bilinen  türden  satranç  partileri  miydi,  yoksa

sadece  bir  tür  düşsel  satranç  mıydı,  yüksek  ateşin  yol  açtığı

nöbet  esnasında  oynanan  satranç  mıydı,  rüyada  hep  olduğu

üzere, bütün ara aşamaların atlandığı, hastalık ürünü bir oyun

muydu.  Bir  satranç  şampiyonuna,  üstelik  de  dünya

şampiyonuna  meydan  okumak  gibi  bir  hadsizlik  yapacağımı

umarım  ciddi  olarak  düşünmezsiniz.  Beni  ilgilendiren  ve  bir

şeyler  yapmaya  iten,  sadece  her  şey  olup  bittikten  sonra

duyduğum  merak;  o  zamanlar,  hücredeki,  gerçekten  hâlâ

satranç  oyunu  diye  adlandırılabilir  miydi,  yoksa  artık  delilik

miydi,  o  zamanlar  tehlikeli  bir  uçurumun  kenarına  mı

gelmiştim,  yoksa  içine  düşmüş  müydüm  –bunu,  yalnızca

bunu bilmek istiyorum."

O  anda  geminin  öteki  ucundan  akşam  yemeğine  çağıran

çanın sesi duyuldu. Neredeyse iki saat konuşmuş olmalıydık –

Dr. B., bana her şeyi burada özetlediğimden çok daha ayrıntılı

anlatmıştı.  Kendisine  içtenlikle  teşekkür  edip  ayrıldım.  Ama



daha güvertenin sonuna varmamıştım ki, arkamdan yetişti ve

belirgin bir sinirlilikle, hatta biraz da kekeleyerek, ekledi:

"Bir  şey  daha  var!  Sonradan  nezaketsizlik  yapmış  gibi

olmayayım  diye,  bir  noktayı  o  beylere  önceden  bildirmenizi

rica edeceğim: Yalnızca bir tek parti oynarım ... o oyunun eski

bir  hesabın  altına  çizgi  çekmekten  başkaca  bir  anlamı

olmayacak –yani kesin bir son, yoksa yeni bir başlangıç değil

...  şimdi  ancak  tüylerim  ürpererek  hatırlayabildiğim  o  oyun

tutkusuna  ikinci  bir  kez  kapılmak  istemem  ...  ayrıca  ...  evet,

ayrıca o zaman doktor da beni uyarmıştı ... önemle uyarmıştı.

Bir  maniye  yakalanan  kişinin  durumu  artık  hep  tehlikeli

olurmuş  ve  bir  satranç  zehirlenmesi  geçiren  kişi  için  –

iyileşmiş  bile  olsa–  en  iyisi,  hiçbir  satranç  tahtasına

yaklaşmamakmış...  Sanırım  anlıyorsunuz  –benim  için  prova

deneme amaçlı olmak üzere tek bir parti, daha fazlası değil."

Ertesi  gün  tam  kararlaştırılan  vakitte,  saat  üçte  sigara

salonunda  toplanmıştık.  Çevremize  bu  krallara  layık  oyunu

seven  iki  kişi  daha  katılmıştı;  iki  gemi  subayı,  turnuvayı

izleyebilmek  için  güvertedeki  görevlerinden  özel  izin

almışlardı. Czentovic de bir önceki gün gibi bekletmemişti ve

zorunlu  renk  seçiminden  sonra  bu  Homo  obscurrimus'un

[6]


ünlü  dünya  şampiyonuna  karşı  oynayacağı  ilginç  parti

başladı.  Bu  partinin  sadece  bizim  gibi  acemi  seyirciler  için

oynanmış  ve  oyunun  akışının  satranç  yıllıkları  açısından,

aynen  Beethoven'ın  piyano  doğaçlamalarının  müzikte  yer

alamaması  gibi  kaybolup  gitmiş  olmasından  ötürü  üzüntü

duyuyorum. Gerçi sonraki günlerin öğlenden sonralarında hep

birlikte  o  partiyi  belleklerimizde  yeniden  canlandırmaya

çalıştık, fakat bu çaba boşuna oldu; oyun sırasında büyük bir

olasılıkla  hepimiz  dikkatimizi  oyunun  akışından  çok  iki



oyuncu  üzerinde  aşırı  yoğunlaştırmıştık.  Çünkü  iki  tarafın

davranışlarındaki  tinsel  karşıtlık,  parti  boyunca  bedensel

bağlamda  gittikçe  artan  ölçüde  somutlaşmıştı.  Böyle

durumlara  alışkın  olan  Czentovic,  bütün  o  zaman  içerisinde

bir mermer blok gibi hareketsiz kaldı, gözleri sert bir ifadeyle

ve  kaskatı  satranç  tahtasına  dikiliydi;  düşünmek,  onun

açısından  sanki  bütün  organlarını  en  yüksek  düzeyde

yoğunlaşmaya zorlayan fiziksel bir çabaydı. Buna karşılık Dr.

B.,  tamamen  esnek  ve  rahat  hareket  ediyordu.  Kelimenin  en

güzel  anlamıyla  gerçek  bir  acemi  olarak,  yani  oyunun

yalnızca oyun yanından, diletto'sundan

[7]


 mutluluk duyan biri

kimliğiyle,  bedenini  tümüyle  esnek  bırakıyordu,  verilen  ilk

aralar sırasında bizimle açıklayıcı konuşmalar yaptı, rahat bir

tavırla  bir  sigara  yaktı  ve  satranç  tahtasına  sadece  sıra

kendisine  geldiğinde,  o  da  bir  dakika  kadar,  doğrudan  baktı.

Her  defasında  sanki  hasmının  hamlesini  daha  önceden

hesaplamış gibi bir hali vardı.

Zorunlu açılış hamleleri epey çabuk geçiştirildi. Sıra ancak

yedinci veya sekizinci hamlelere geldiğinde belli bir plan diye

adlandırılabilecek  bir  şeyler  somutlaşır  gibi  oldu.  Czentovic,

düşünmek  için  verdiği  araları  uzattı;  bundan,  avantaj  elde

etmeyi  hedefleyen  asıl  kavganın  başlamakta  olduğunu

hissettik.  Ama  doğru  söylemek  gerekirse,  durumun  ağır  bir

tempoyla  gelişmesi,  gerçek  anlamda  her  turnuva  oyununda

olduğu  gibi,  biz  acemiler  açısından  epey  bir  düş  kırıklığı

anlamına  geldi.  Çünkü  figürler  tuhaf  bir  desen  biçiminde

birbirlerine geçerek bir örgü oluşturdukları ölçüde bizim için

de asıl durum anlaşılmaz bir hal aldı. Hasımların niyetlerinin

ne  olduğunu  ve  içlerinden  hangisinin  durumunun  daha

avantajlı  sayılabileceğini  algılayamıyorduk.  Yalnızca  tek  tek

figürlerin  düşman  cepheyi  yarmak  için  tek  koldan  harekete



geçtiklerinin  farkına  varıyorduk,  fakat  –böylesine  usta

oyuncularda  her  hareket  hep  birkaç  hamle  öncesinden

hesaplanmış  olduğundan–  bütün  bu  gidiş  gelişlerin  stratejik

amacını kavrayamıyorduk. Buna ağırdan insanı felce uğratan

ve  daha  çok  Czentovic'in  sonsuz  düşünme  sürelerinden

kaynaklanan  bir  yorgunluk  da  ekleniyordu;  bu  yorgunluk

gözle  görülür  biçimde  dostumuzu  da  tedirgin  etmeye

başlamıştı.  Parti  uzadıkça  koltuğunda  daha  tedirgin  oraya

buraya  kaydığını,  kimi  zaman  sinirinden  arka  arkaya  sigara

yaktığını,  kimi  zaman  da  bir  şeyler  not  etmek  için

kurşunkaleme  sarıldığını  kaygıyla  izliyordum.  Bazen  de

ısmarladığı  madensuyunu  bardak  bardak  içiyordu;  oyunda

bağlantıları Czentovic'den yüz kez daha hızlı kurduğu açıktı.

Hasmı  ne  zaman  sonsuz  uzunlukta  bir  düşünme  süresinin

ardından  ve  ağırdan  alan  eliyle  bir  taşı  öne  sürmeye  karar

verse,  dostumuz  sadece  uzun  zaman  beklediği  bir  şeyin

gerçekleştiğini gören biri gibi gülümsüyor ve karşı hamlesini

hemen  yapıveriyordu.  Çok  hızlı  çalışan  aklıyla,  hasmının

bütün  olasılıklarını  kafasında  önceden  hesaplıyor  olmalıydı;

bu  nedenle,  Czentovic'in  karar  vermesi  geciktiği  ölçüde

dostumuzun  sabırsızlığı  da  artıyordu  ve  bekleyiş  sırasında

sıktığı  dudaklarında  öfkeli,  neredeyse  düşmanca  bir  ifade

beliriyordu.  Fakat  Czentovic  asla  kendini  aceleye

getirtmiyordu. İnatla ve hiçbir şey söylemeksizin düşünüyor,

önündeki  alanda  figürler  tenhalaştıkça  verdiği  araları

uzatıyordu.  Kırk  ikinci  hamlede,  yani  aradan  iki  saat  üç

çeyrek  geçtikten  sonra,  hepimiz  artık  yorgun  düşmüş  ve

ilgimizi  yitirmiş  olarak  turnuva  masasının  çevresinde

oturmaktaydık.  Gemi  subaylarından  biri  kalkıp  gitmişti,  bir

başkası  okumak  için  eline  bir  kitap  almıştı  ve  yalnızca  her

değişiklikte başını bir an için kaldırıp bakıyordu. Fakat tam o



anda,  Czentovic'in  bir  hamlesiyle  birlikte,  beklenmedik  olay

da  gerçekleşti.  Dr.  B.,  Czentovic'in  öne  sürmek  üzere  atı

yakaladığını  fark  edince,  atlamak  üzere  olan  bir  kedi  gibi

büzüldü. Bütün bedeni titremeye başlamıştı ve Czentovic atla

yaptığı hamleyi tamamladığı anda sert bir hareketle veziri öne

itti,  yüksek  sesle,  zafer  kazanmışçasına,  "Evet!  Bu  iş

tamamdır!"  dedi,  arkasına  dayandı,  kollarını  göğsünün

üstünde kavuşturdu ve meydan okurcasına Czentovic'e baktı.

Gözbebeklerinde ansızın sıcak bir ışık belirmişti.

Böylesine bir zafer havasıyla ilan edilen hamleyi anlamak

için  elimizde  olmadan  satranç  tahtasının  üzerine  eğildik.  İlk

bakışta  doğrudan  bir  tehdit  gözükmüyordu.  Demek  ki

dostumuzun  açıklaması,  bizim  gibi  kısa  vadeli  düşünürlerin

henüz  hesaplayamayacağı  bir  gelişmeye  ilişkin  olmalıydı.

Czentovic,  aramızda  o  meydan  okuyucu  açıklama  sırasında

kılını  bile  kıpırdatmamış  olan  tek  kişiydi;  öylesine

sarsılmaksızın  oturuyordu  ki,  sanki  o  aşağılayıcı  "Bu  iş

tamamdır!"ı hiç duymamıştı. Hiçbir şey olmadı. Hepimiz ister

istemez  nefeslerimizi  tutmuş  olduğumuzdan,  hamle

zamanının hesaplanması için masaya konulmuş olan saatin tik

takları  ansızın  duyulmaya  başlandı.  Aradan  üç  dakika,  yedi

dakika,  sekiz  dakika  geçti  –Czentovic  hiç  kıpırdamıyordu,

fakat  bana,  iç  dünyasındaki  zorlama  yüzünden  dolgun  burun

delikleri daha da büyümüş gibi geldi. Dostumuza da bu dilsiz

bekleyiş  bize  olduğu  kadar  dayanılmaz  geliyordu.  Bir  anda

ansızın  ayağa  kalktı  ve  sigara  salonunda  aşağı  yukarı  gidip

gelmeye başladı, önce ağır ağır, sonra biraz hızlı, en sonunda

da  iyice  hızlı  dolaşmaya  koyuldu.  Hepimiz  ona  biraz

şaşkınlıkla  bakmaktaydık,  fakat  hiç  kimse  benden  daha

tedirgin  değildi,  çünkü  bu  bir  aşağı  bir  yukarı  yürüyüşün

bütün şiddetine rağmen adımlarının hep aynı uzam parçasını



ölçmekte olduğu dikkatimi çekmişti; sanki her defasında boş

odanın  ortasında  onu  geri  dönmeye  zorlayan  görünmez  bir

engele çarpıyordu. Ve tüylerim ürpererek anladım ki, bu gidiş

geliş kendisi bilincine varmaksızın bir zamanlarki hücresinin

bir  röprodüksiyonunu  çıkarmaktaydı:  Hapis  kaldığı  aylar

boyunca, tıpkı kafese kapatılmış bir hayvan gibi, böyle aşağı

yukarı  koşuşturmuş  olmalıydı,  tıpkı  şimdiki  gibi  elleri

birbirine kenetlenmiş, omuzları da büzülmüş olmalıydı; evet,

orada  böyle,  başka  türlü  değil,  hep  böyle,  donuk,  ama  ateşli

bakışlarında deliliğin kırmızı ışıklarıyla birlikte belki bin kez

gidip  gelmiş  olmalıydı.  Fakat  düşünebilme  yetisi  göründüğü

kadarıyla  henüz  kusursuz  işliyordu,  çünkü  arada  sırada

Czentovic'in  kararını  verip  vermediğine  bakmak  için

sabırsızlıkla masaya dönüyordu. Fakat aradan dokuz, sonra da

on  dakika  geçti.  Ve  sonunda  hiçbirimizin  beklemediği  şey

oldu.  Czentovic,  o  zamana  kadar  hareketsiz  masada  duran

ağır  elini  yavaş  yavaş  kaldırdı.  Hepimiz  gergin  vaziyette

kararını  bekliyorduk.  Ama  Czentovic  herhangi  bir  hamle

yapmadı,  elinin  tersiyle  ve  kararlı  bir  hareketle  bütün  taşları

tahtanın  dışına  itti.  Ne  olduğunu  ancak  bir  saniye  sonra

anlayabildik: Czentovic oyunu bırakmıştı. Hepimizin önünde

açıkça  mat  durumuna  düşmemek  için  teslim  olmuştu.

Olanaksız  gibi  gözüken  olmuş,  dünya  şampiyonu  olan  kişi,

sayısız  turnuvanın  galibi,  adı  sanı  bilinmeyen  bir  adamın

önünde, yirmi- yirmi beş yıldır elini tek bir satranç tahtasına

sürmemiş  olan  birinin  önünde  teslim  bayrağını  çekmişti.

Burada adsız ve tanınmayan biri olan dostumuz, yeryüzünün

en  güçlü  satranç  oyuncusunu  herkesin  önündeki  mücadelede

yenilgiye uğratmıştı!

Heyecanımızdan  dolayı  farkına  varmaksızın  birer  birer

ayağa  kalkmıştık.  Her  birimizde,  sevinçli  gerginliğimizden



kurtulmak için bir şey söylemek ya da yapmak gerekiyormuş

duygusu vardı. Hareketsizliği içerisinde sükûnetini bozmayan

tek kişi Czentovic'di. Ancak aradan uygun bir süre geçtikten

sonradır ki, başını kaldırdı ve buz gibi bakışlarını dostumuza

dikti.

"Bir parti daha?" diye sordu.



"Elbette,"  diye  yanıt  verdi  Dr.  B.  bana  nahoş  gelen  bir

heyecanla,  ben  daha  kendisini  sadece  tek  bir  parti  oynama

niyeti  konusunda  uyaramadan  hemen  oturdu  ve  ateşli  bir

aceleyle  taşları  yeniden  dizmeye  başladı.  Taşları  bir  araya

getirmekte  öyle  telaş  ediyordu  ki,  piyonlardan  biri  iki  kez

titreyen  parmaklarının  arasından  yere  kaydı;  onun  doğal

sayılamayacak  heyecanı  karşısında  daha  önce  duyduğum

nahoş  tedirginlik,  yerini  bir  tür  korkuya  bırakıyordu.  Çünkü

daha  önce  onca  sessiz  ve  sakin  olan  dostumuz,  şimdi  gözle

görülebilir  biçimde  bir  tür  isteriye  kapılmıştı;  dudağının

kenarındaki  titreme  gittikçe  sıklaşmaktaydı  ve  bedeni  de

sanki ani bir ateşli nöbete yakalanmış gibi sarsılıyordu.

"Hayır!"  diye  fısıldadım  kendisine.  "Şimdi  olmaz!  Bugün

için yeter! Sizin için çok zor olacak."

"Zor!  Öyle  mi!"  diye  güldü  yüksek  sesle  ve  kötücül  bir

ifadeyle. "Bu kağnı temposuna ayak uydurmak yerine on yedi

parti  oynayabilirdim!  Benim  için  zor  olan  tek  şey,  böyle  bir

tempoda uyuyakalmamak!




–Evet! Başlayın artık bakalım!"

Bu  son  sözcükleri  sert,  neredeyse  kaba  bir  tonda

Czentovic'e  söylemişti.  Hasmı,  sakin  ve  ölçülü  bir  ifadeyle

ona  baktı,  ama  buz  gibi  bakışında  sıkılmış  bir  yumruğu

andırır bir şey vardı. Ansızın iki oyuncu arasında yeni bir şey

ortaya çıkmıştı; bu, tehlikeli bir gerilim, öldüresiye bir nefret

atmosferiydi.  Artık  ortada  becerilerini  birbirlerinde  oyun

oynarcasına  sınamak  isteyen  iki  taraf  değil,  fakat  karşılıklı

olarak  birbirlerini  yok  etmeye  ant  içmiş  iki  düşman  vardı.

Czentovic  ilk  hamleyi  yapmazdan  önce  uzun  süre  durakladı

ve ben de çok net bir biçimde onun kasten bu kadar ağırdan

aldığı  duygusuna  kapıldım.  Göründüğü  kadarıyla  bu

deneyimli  taktik  ustası,  hasmını  yoran  ve  kafa  karışıklığına

iten asıl nedenin kendi ağır temposu olduğunu anlamıştı. Bu

yüzden  açılışların  en  normalini,  en  basitini  yaparken,  yani

şahın  önündeki  piyonu  hep  alışılageldiği  gibi  iki  kare  öne

iterken, en aşağı dört dakika bekledi. Dostumuz hemen kendi

şahının önündeki piyonla ona karşı çıktı, ama Czentovic yine

sonsuz,  neredeyse  dayanılması  olanaksız  bir  bekleme  süresi

kullandı;  bu,  şiddetli  bir  şimşek  çakmasının  ardından  gök

gürültüsünün  beklenmesi,  fakat  beklenenin  bir  türlü

gelmemesi  gibi  bir  durumdu.  Czentovic  kılını  bile

kıpırdatmıyordu.  Sessizce,  ağırdan  ve  hep  daha  kesin  olarak

hissettiğim  üzere,  kötü  niyetli  bir  ağırdan  almayla

düşünmekteydi;  fakat  onun  bu  tavrı  bana  bu  arada  Dr.  B.'yi

gözlemem  için  bol  bol  zaman  bırakmıştı.  Dostumuz,  üçüncü

bardak  suyunu  içmişti;  elimde  olmaksızın  hücrede  çektiği  o

ateşli  susuzluğa  ilişkin  olarak  bana  anlattıklarını  hatırladım.

Anormal  bir  heyecanın  bütün  belirtilerini  veriyordu;  alnının



nemlendiğini,  elindeki  yara  izinin  de  öncekinden  çok  daha

kızarık  ve  belirgin  olduğunu  görüyordum.  Ama  hâlâ  kendini

dizginleyebiliyordu.  Ancak  dördüncü  hamlede  Czentovic

yeniden  uzun  uzun  düşünmeye  koyulduğunda,  artık  kendini

tutamadı ve ani bir çıkış yaptı: "Oynasanıza artık!"

Czentovic  başını  kaldırıp  soğuk  bir  ifadeyle  baktı.

"Bildiğim  kadarıyla  hamle  süresini  on  dakika  diye

kararlaştırmıştık. Ben ilke olarak daha kısa sürede oynamam."

Dr.  B.,  dudaklarını  ısırdı;  masanın  altında  tabanıyla  yere

nasıl gittikçe daha tedirgin vurmaya başladığını fark ettim ve

onun iç dünyasında anlamsız bir şeylerin oluşmaya başladığı

önsezisinin  bunalımıyla  ben  de  engelleyemediğim  bir  sinirli

havaya  girdim.  Gerçekten  de,  sekizinci  hamle  sırasında  bir

olay  oldu.  Hep  büyük  bir  sabırsızlıkla  beklemiş  olan  Dr.  B.,

artık gerginliğini dizginleyemedi; yerinde sağa sola kaydı ve

parmaklarıyla  farkına  varmaksızın  masada  trampet  çalmaya

başladı. Czentovic, iri köylü kafasını bir kez daha kaldırdı.

"Parmaklarınızla  vurmamanızı  rica  edebilir  miyim?  Beni

rahatsız ediyor. Böyle oynayamam."

"Ya!" diye güldü Dr. B. kısaca. "Görülüyor zaten."

Czentovic'in  alnı  kızarmıştı.  "Ne  demek  istiyorsunuz?"

diye sordu sert ve kızgın bir ifadeyle.

Dr. B. bir kez daha kısa ve kötücül bir ifadeyle güldü. "Hiç.

Sadece görüldüğü kadarıyla çok sinirli olduğunuzu belirtmek

istemiştim."

Czentovic sustu ve başını eğdi.

Bir  sonraki  hamlesini  ancak  yedi  dakika  sonra  yaptı  ve

oyun,  bu  öldürücü  tempoyla,  sürüklenircesine  devam  etti.




Czentovic, sanki gittikçe daha çok taş kesilmekteydi; sonunda

herhangi  bir  hamleye  karar  vermezden  önce  hep

kararlaştırılan  düşünme  süresinin  tamamını  kullanmaya

başladı ve dostumuzun tavrı da kullanılan her süreyle birlikte

daha bir tuhaflaşır oldu. Sanki artık oyunla hiç ilgilenmiyordu

da,  çok  farklı  bir  şeyle  meşguldü.  Oraya  buraya  koşuşturup

durmayı bıraktı ve yerine çakılıp hiç hareket etmeden oturdu.

İfadesiz  ve  neredeyse  delice  bakışlarını  önündeki  boşluğa

dikmiş,  kendi  kendine  sürekli  olarak  anlaşılmaz  sözcükler

mırıldanmaktaydı;  ya  sonsuz  şıklara  dalıp  gidiyordu  ya  da  –

asıl  kuşkulandığım  da  buydu–  kafasında  çok  farklı  oyunlar

kuruyordu,  çünkü  Czentovic  sonunda  hamlesini  yaptığında,

Dr.  B.'yi  daldığı  düşüncelerden  geri  dönmesi  konusunda

uyarmak  gerekiyordu.  Bunun  ardından,  yeniden  içinde

bulunulan durumla uyum sağlayabilmek için hep bir dakikaya

ihtiyaç  duyuyordu;  aslında  birdenbire  herhangi  bir  şiddet

eylemiyle  boşalabilecek  olan  bu  buz  gibi  deliliğin  içerisinde

Czentovic'i  de,  bizleri  de  çoktan  unuttuğuna  ilişkin  kuşkum

gittikçe  güçleniyordu.  Ve  gerçekten  de,  on  dokuzuncu

hamlede,  kriz  baş  gösterdi.  Czentovic  oynamak  istediği  taşı

neredeyse daha hareket ettirmemişti ki, Dr. B. ansızın, satranç

tahtasına doğru dürüst bakmaksızın, filini üç kare ilerletti ve

hepimizi yerimizden fırlatacak kadar yüksek sesle bağırdı:

"Şah! Şaha şah diyorum!"

Özel bir hamle görme beklentisiyle hemen satranç tahtasına

baktık.  Fakat  bir  dakika  sonra  hiçbirimizin  beklemediği  bir

olay oldu. Czentovic, başını çok, ama çok ağır kaldırdı ve –

şimdiye  kadar  hiç  yapmadığı  bir  şey  yaparak–  hepimizi  tek

tek  süzdü.  Bir  şeyin  keyfini  sonsuz  çıkarır  gibiydi,  çünkü

dudaklarında  giderek  halinden  memnun  ve  kötücül  bir  alay




içerdiği  açık  bir  gülümseme  yayılmaya  başlamıştı.  Ancak

bizler  için  tümüyle  anlaşılmaz  olan  bu  zaferinin  tadını

bütünüyle  çıkardıktan  sonradır  ki,  sahte  bir  nezaketle

hepimize birden hitap etti:

"Özür  dilerim  –ama  ben  ortada  şahlık  bir  durum

göremiyorum.  Acaba  beylerden  biri  benim  şahıma  şah

denilebilecek bir durum görüyor mu?"

Önce  satranç  tahtasına,  sonra  da  tedirgin  bir  şekilde  Dr.

B.'ye  baktık.  Czentovic'in  şahı  –bunu  bir  çocuk  bile

görebilirdi–  bir  piyonla  file  karşı  tümüyle  korunmuş

durumdaydı,  yani  şah  denilebilmesi  olanaksızdı.  Hepimiz

tedirgin  olduk.  Acaba  dostumuz  aceleyle  bir  taşı  yanlış

oynamış,  fazladan  bir  kare  ileri  veya  geri  götürmüş  olabilir

miydi?  Suskunluğumuz  nedeniyle  dikkati  çekilen  Dr.  B.  de

şimdi  bakışlarını  satranç  tahtasına  dikmişti  ve  durmadan

kekeliyordu:

"Fakat şahın f7'de olması gerek ... yanlış duruyor, tamamen

yanlış yerde duruyor. Siz yanlış oynadınız! Bu tahtada her şey

yanlış  duruyor  ...  piyonun  yeri  g4  değil  fakat  g5  ...  bu,  çok

başka bir oyuna ait... Bu..."

Ansızın  durakladı.  Şiddetle  kolundan  yakalamıştım  veya

daha doğrusu kolunu öylesine sert sıkıştırmıştım ki, o nöbeti

andıran  kafa  karışıklığı  içerisinde  bile  benim  yakalayışımı

hissetmişti.  Döndü  ve  bakışlarını  bir  uyurgezer  gibi  bana

dikti.

"Ne ... ne istiyorsunuz?"



Sadece,  "Remember!"  dedim  ve  bunu  söylerken  aynı

zamanda da parmağımla elindeki yara izine dokundum. Dr. B.

ister  istemez  benim  hareketimi  izledi,  gözleri  cam  gibi



bakışlarla  kan  kırmızısı  çizgiye  dikilmişti.  Ansızın  titremeye

başladı ve bütün bedeninden bir ürperti geçti.

"Aman  Tanrım,"  diye  fısıldadı  solgun  dudaklarıyla.  "Ben

saçma bir şey mi söyledim veya yaptım ... yoksa ben, sonunda

yine ...?"

"Hayır," 

diye 

fısıldadım. 



"Fakat 

oyunu 


derhal

bırakmalısınız,  yoksa  artık  çok  geç  olur.  Doktorun  size

söylediklerini hatırlayın!"

Dr. B. bir çırpıda ayağa kalktı. "Aptalca yanlışımdan dolayı

özür  dilerim,"  dedi  o  eski  nazik  ses  tonuyla  ve  Czentovic'in

önünde eğildi. "Söylediklerim elbette tamamen saçmaydı. Bu,

tabii ki sizin oyununuz." Sonra bize döndü. "Beyefendilerden

de  özür  dilemek  zorundayım.  Fakat  sizleri  daha  en  başta

uyarmıştım, benden çok fazla şey beklememeniz gerekiyordu.

Bu  rezaleti  bağışlayın  –bu,  satrançta  kendimi  son  deneyişim

oldu."

Eğildi  ve  sonra  tıpkı  ilk  gelişindeki  gibi,  aynı  sade  ve



esrarlı tavrıyla, çıkıp gitti. Bu adamın neden bir daha asla bir

satranç tahtasına elini sürmeyeceğini bir tek ben biliyordum,

ötekiler  kafaları  biraz  karışmış  olarak  geride  kalmışlardı,

içlerinde sanki son anda nahoş ve daha tehlikeli bir durumdan

kurtulmuşlar  gibi  belirsiz  bir  duygu  vardı.  "Damned  fool!"

diye  homurdandı  McConnor  uğradığı  düş  kırıklığıyla.  Son

olarak Czentovic yerinden kalktı ve yarıda kalmış olan oyuna

bir kez daha baktı.

"Yazık," dedi yüce gönüllülükle. "Oysa hücum hiç de kötü

düzenlenmiş  sayılmazdı.  Bir  acemiye  göre  bu  bey,  aslında

alışılmadık ölçüde yetenekli."



[

1

]



  Fizyonomi:  Yüz  özelliklerinden  ve  ifadesinden  kişiliği

okuyabilme. 18. ve 19. yüzyıllarda çok yaygındı. (ç.n.)




[

2

]



  Franz  Josef  Gall  (1758-1828):  Alman  doktor.  Kafanın

biçiminin tinsel özellikleri ortaya koyduğunu öngören bir tür

kafatası öğretisi geliştirmişti. (ç.n.)



[

3

]



  Burada  "ciddiye  alıyorlardı"  söylemiyle  yaklaşık  bir

çeviri  yapılmıştır,  çünkü  yazarın  kullandığı  "ernsten"

sözcüğüne  Türkçede  tek  sözcükle  karşılık  bulmak

olanaksızdır. (ç.n.)




[

4

]



 Pata: Aslı İtalyanca "patta"dan gelme. Oyunda yenen ve

yenilen olmaması, berabere kalma durumu. (ç.n.)




[

5

]



 Rok: Satranç oyununda şah ile kalenin karşılıklı olarak

yer değiştirmesi. (ç.n.)




[

6

]



 Homo obscurrimus: Latince "tuhaf adam". (ç.n.)


[

7

]



  Almancada  "acemi"  demek  olan  "Dilletant"  sözcüğü,

İtalyanca "dilettare", yani "zevk almak", "bir şeyi sırf zevk ve

eğlence  için  yapmak"  anlamını  taşıyan  sözcükten  gelir;

sözcüğün  kökündeki  "diletto"  ise  "zevk"  demektir;  yazar,



metinde buna atıfta bulunmaktadır. (ç.n.)

Document Outline

  • "Satranç" Üzerine
  • Satranç

Yüklə 399,67 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin