"Satranç" Üzerine
Satranç ("Schachnovelle"), Avusturyalı yazar Stefan
Zweig'ın (1881-1942) ölümünden hemen önce tamamladığı
birkaç düzyazı metinden biridir. Zweig, bu metni kaleme
aldığı sırada, karısı Lotte Zweig'la birlikte göç ettiği
Brezilya'da,
evinin
bulunduğu
Petrópolis
kentinde
yaşamaktaydı. Neredeyse tamamı Nazi işgali altında olan
Avrupa'dan önce İngiltere'ye, ardından Amerika Birleşik
Devletleri'ne ve nihayet Brezilya'ya giden Zweig, gördüğü
büyük ilgi nedeniyle, ayrıca Nazilerden artık çok uzak
oluşunun sağladığı güvenlik duygusuyla, Brezilya'ya sürekli
yerleşmeye karar vermişti.
Ne var ki hem paraca hem de güvenlik açısından hiçbir
kişisel sorununun bulunmaması, Zweig'ı İkinci Dünya
Savaşı'nın korkunç atmosferinden bütünüyle uzaklaştırmaya
yetmedi. Basından ve Brezilya'ya gelip giden tanıdıklarından
savaşın cereyanını ve Nazilerin Avrupa'daki ilerleyişlerini, bu
arada Gestapo'nun tüyler ürpertici cinayetlerini titizlikle
izleyen yazar, kendini giderek ağırlaşan bir karamsar
atmosfere kaptırdı. Sonunda arkadaşlarına yazdığı bir
mektupta, "Sizler yeni bir gün doğumunu bekleyebilirsiniz,
benim buna gücüm kalmadı..." diyerek, 1942 yılında eşiyle
birlikte hayatına son verdi. Ölmeden önce, dünya biyografi
edebiyatında bir eşi daha olmayan "Montaigne" biyografisini
de tamamlamış bulunuyordu.
Satranç, işte bu koşullarda ve böyle bir atmosferin
damgasını taşıyan bir öykü. Metnin en baskın özelliklerinden
birisi ise mimari kurgusunun bütünüyle Zweig'ın uçsuz
bucaksız diye nitelendirilebilecek psikolojik analiz yeteneğini
ve gücünü temel alması. Stefan Zweig, aynı dönemi paylaştığı
hemen bütün Avrupalı yazarlar gibi, Orta Avrupa'nın zengin
ve üretken "kozmopolit", yani çok kaynaklı kültüründen
nasibini fazlasıyla almış olan edebiyatçılardandı. Bu
kozmopolit kültür çerçevesinde, 19. yüzyılın son çeyreğinden
başlayarak gittikçe hızlanan bir yükselme dönemini yaşayan
psikoloji bilimi, yalnızca edebiyat alanında değil, fakat
sanatın hemen bütün alanlarında yönlendirici ve belirleyici rol
oynadı. Başta Freud, Jung ve Adler olmak üzere, çok büyük
araştırmacıların yeni buluşları ve yöntemleri, sanatın temel
konusu olan "insan"ın yepyeni ve yaşamın akışı içersinde çok
daha gerçekçi bir görünümle betimlenmeye başlamasına yol
açtı. Bu yeni durum, doğal olarak insanın hem içinde yer
aldığı, hem de yaratıcısı olduğu toplumsal olaylara da kalıcı
damgasını vurdu.
Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini uğraşında
bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. Onun dünya
edebiyatında bir biyografi yazarı olarak kazandığı haklı ünün
temelinde de bu özelliği, yani yazarlığının yanı sıra çok usta
bir psikolog olması yatar. Başta "Erasmus", "Montaigne",
"Marie- Antoinette" ve "Fouché" olmak üzere, bütün
biyografilerinde Zweig, ele aldığı kişiyi incelerken onun
psikolojik niteliklerinden yola çıkar ve bu nitelikler ile içinde
bulunulan dönemin karşılıklı etkileşiminden kaynaklanan
genel bağlamı sergiler. Böyle bir betimlemeyle karşılaşan
okur ise, anlatılan kişinin "biriciklik" niteliği ile tarihin
oluşumu arasındaki ilişkiyi çözme olanağına kavuşur.
Satranç, Zweig'ın biraz önce sözünü ettiğimiz psikolojik
birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu
öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele
aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir. Bu metninde,
Goethe'nin "klasik öykü kuramı"na bağlı kalan ve bu kuramın
temel koşulu olan "duyulmadık bir olayın sanatsal düzlemde
işlenmesi" ilkesi doğrultusunda bir anlatı mimarisi oluşturan
yazar, olay yeri olarak da New York'tan Buenos Aires'e
gitmekte olan bir yolcu gemisini seçmiştir. Bu gemide
tamamen rastlantı sonucu karşılaşan üç kişi, yani yeni dünya
satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç
oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok usta bir satranç
oyuncusu olan, ama hayli zamandır satrançtan uzak kalmış
bulunan Dr. B., öyküdeki "duyulmadık olay"ın aktörleridirler.
Ancak "duyulmadık olay", şimdiki zamana değil, fakat
geçmişe aittir. Çünkü Dr. B., mükemmel bir satranç oyuncusu
olmasını ve ilk maçta dünya şampiyonu Czentovic'i
yenmesini, geçmişindeki son derece sıra dışı bir olaya
borçludur. Asıl mesleği avukatlık olan Dr. B., büyük
manastırların ve bu arada eski Avusturya hanedanı üyelerinin
malvarlıklarını yönetmektedir. Bu işini Avusturya'nın Naziler
tarafından işgalinden sonra da sürdüren Dr. B.,
malvarlıklarına el koymak isteyen Gestapo tarafından
tutuklanır. Ancak Gestapo, avukatı konuşturmak için son
derece sıra dışı bir yöntem kullanır. Dr. B., zindana atılıp
işkenceden geçirilecek yerde normal bir otel odasına
yerleştirilir, fakat bu odada dış dünyadan mutlak anlamda
tecrit edilir. Herhangi biriyle konuşması, haberleşmesi,
odasında herhangi bir yayın bulundurması, kâğıt ve kalem
kullanması kesinlikle yasaktır. Yaşamındaki tek değişiklik,
arada sırada sorguya götürülmesidir. Ama bu sorgular dışında
Dr. B., tam anlamıyla bir boşluğun, kendi deyişiyle bir
"hiçliğin" içerisinde, zaman ve mekân dışı bir yaşam sürer.
Bu tecrit durumundan ötürü artık ruhsal dengesini yitirmenin
eşiğine geldiği sırada götürüldüğü bir sorguda sırasını
beklerken, birinin asılı duran pardösüsünün cebindeki kitabı –
ne kitabı olduğunu bilmeksizin– çalar. Odasına geri
götürüldüğünde, kitabın, içinde yüz elli adet değişik satranç
partisinin bulunduğu bir tür satranç ders kitabı olduğunu
anlar. Artık Dr. B. için o korkunç tecrit durumu son
bulmuştur. Her gün bu satranç partilerinden birkaçını tekrar
eder. Hepsini ezberledikten sonra ise yenilerini kendisi
kurgulamaya başlar. Ancak bunu yapabilmek için, siyah ve
beyaz taşlara göre, doğal olarak birbirinin hasmı olan iki
farklı kişilik geliştirmek zorunda kalacaktır.
Bu noktadan öykünün şaşırtıcı sonuna kadarki süreç, aynı
zamanda faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının ne
korkunç sonuçlar verebileceğinin ve bireyin böyle bir baskı
altında ne ölçüde parçalanabileceğinin anlatımını içerir. Dr.
B.,
geçmişindeki
bu
korkunç
dönemden
ötürü
"kurtuluşundan" sonraki yaşamında, zaman zaman akıllı mı,
yoksa deli mi olduğunu tam bir kesinlikle söyleyemediği bir
konuma gelmiştir.
20. yüzyılda Avrupa edebiyatının en önemli deneme
yazarlarından biri olan ve bir süre Nazilerin toplama
kamplarında kalan Avusturyalı Jean Améry (1912-1978),
toplama kamplarına ait izlenimlerini dile getirdiği bir
denemesinde, bu kamplara gönderilen bir aydın için
gerçekleşen ilk sonucun "entelektüel ölüm" olduğundan söz
eder. Zweig'ın Satranç başlıklı eseri, edebiyat alanında böyle
bir "entelektüel ölüm" üzerine kaleme alınmış en yetkin
metinlerden biridir.
Ahmet Cemal
|