Kronik
komplikasyonlar
Yıllar Sonra
Tanı sırasında olabilir
Akut komplikasyon
Ketoasidoz
Hiperozmolar koma
2.6. DİABETES MELLİTUS’UN KOMPLİKASYONLARI
Hem diyabet hem de komplikasyonları yalnızca hastayı değil, hasta yakınlarını,
çevresini ve toplumu da sosyal ve ekonomik yönden ilgilendiren sonuçlar
doğurmaktadır. Birçok çalışma, komplikasyonların tanıyı izleyen ilk yıllarda ortaya
çıktığını veya tanı konduğunda hastaların komplikasyonlardan ve bunların
sonuçlarından etkilenmiş olduklarını göstermektedir (25).
Diabetes Control and Complications Trial (DCCT) çalışmasının sonuçları ve diğer
deneysel çalışmalar iyi bir glikoz kontrolünün diyabetin komplikasyonlarını azaltıcı
etkisinin olduğunu göstermiştir. Diyabetlilerin mortalite ve morbidite artışının asıl
nedeni kardiyovasküler hastalıktır. Tip 2 diyabetlilerin çoğuna eşlik eden obezite,
insülin direnci, hipertansiyon, hiperlipidemi, koagülasyon bozuklukları riskin
artmasında rol oynamaktadır (26).
DM’ un akut metabolik komplikasyonları ve kronik komplikasyonları vardır. Bunlar:
1. Akut komplikasyonlar:
a. Diabetik Ketoasidoz (DKA) Ve Ketoasidoz Koması
b. Hiperosmolar Nonketotik Diabetik Koma (HNKDK)
c. Laktik Asidoz Koması (LA)
d. Hipoglisemi
2. Kronik komplikasyonlar:
a. Mikrovasküler Komplikasyonlar:
16
Retinopati, Nefropati, Nöropati (Simetrik Periferik Nöropati, Mononöropati,
Otonomik Nöropati)
b. Makrovasküler Komplikasyonlar:
Koroner Arter Hastalığı, Serebrovasküler Hastalıklar, Periferik Damar
Hastalıkları, Diabetik Ayak
c. Nonvasküler komplikasyonlar:
Gastroparezi, Seksüel Disfonksiyon, Deri Değişiklikleri (7, 10, 27)
2.6.1. Akut Komplikasyonlar
2.6.1.1. Diabetik Ketoasidozis (DKA)
İnsülinin ileri derecede eksikliği nedeni ile protein, karbonhidrat ve yağ
metabolizmalarının ileri derecede bozulması sonucu oluşan, zamanında tedavi
edilmezse komaya kadar ilerleyerek ölüme neden olabilen akut bir diyabet
komplikasyonudur. Mortalitesi %6-10 civarında olup daha çok çocukluk döneminde
görülür (15).
DKA tablosunun oluşması için tetik çeken bir başka faktörün bulunması gereklidir. En
sık rastlanan nedenler arasında yetersiz insülin, enfeksiyon, ağır stres (fiziksel veya
emosyonel), hipokalemi (diüretiğe bağlı), myokard infarktüsü, travma, serebrovasküler
ataklar, renal yetmezlik ve yetersiz sıvı alımı gösterilebilir (15, 28).
Beyin ödemi diyabetik ketoasidozun en ölümcül olan ve en korkulan, nadir olarak DKA
tablosundaki çocukların %0,2–1’ inde görülen komplikasyonudur. Çok hızlı, hipotonik
ve fazla miktarda sıvı verilerek ozmotik dengenin hızlı değiştirilmesi, fazla bikarbonat
verilmesi ve glikoz düzeyi düşerken serum sodyum düzeyinin yükselmemesi beyin
ödeminin başlıca nedenleridir. Baş ağrısı, davranış değişikliği, üriner inkontinansı, kan
basıncında değişiklik, bradikardi, anizokori, pupilla refleksinin kaybı, papil ödemi
başlıca bulgulardır. Tedavi edilmezse konvülziyon ve herniasyon gelişebilir (29, 30).
DKA tedavisinin gecikmesi çok ciddi sorunlar doğurabilir. Dolayısıyla bilinci yerinde
olmayan veya hiperventilasyon halinde olan her hastada tanıda DKA düşünülmelidir.
17
İntravenöz sıvılarla sıvı replasmanı ve insülin tedavisi yapılır ve elektrolitler yerine
konur. İnsülin tedavisi ile asidoz ve volüm fazlalığının düzeltilmesi serum potasyumunu
düşürür, hipokalemiye neden olur. Bu durumu önlemek için potasyum replasmanı
başlatılır. DKA tedavisinde bikarbonat yüklemesinin faydaları ise hala tartışmalıdır
(15).
2.6.1.2. Hiperosmolar Nonketotik Diabetik Koma (HNKDK)
Hiperosmolar nonketotik diyabet koması, belirgin ketoasidozun yokluğunda şiddetli
hiperglisemi, hiperosmolarite ve dehidratasyon ile karakterizedir. İnsüline bağımsız Tip
2 diabetes mellituslu hastalarda, önceden diyabeti olduğu bilinmeyen yaşlı hastalar veya
sadece diyet ya da diyet ve sülfonilüreler ile tedavi edilen hafif diabetiklerde
hiperosmolarite gelişebilir. Difenilhidantoin kullanımı, hipotermi, akut pankreatit,
tirotoksikoz ve glukokortikoid tedavisini takiben hiperglisemik hiperosmolarite
gelişebilir. Ayrıca akromegali ile birlikte tiazid diüretikleri, diazoksit, propranolol,
simetidin, furasemid, kalsiyum kanal blokerleri ve enkainid kullanımından sonra fazla
miktarda şeker içeren içeceklerin içilmesi ve total paranteral nütrisyondan sonra
bildirilen olgular vardır (31).
Hastada ketoasidozu engelleyecek kadar insülin salgısı mevcuttur bu nedenle keton
düzeyi hiç artmaz ya da çok az yükselir fakat insülin hiperglisemiyi düzeltmeye yeterli
değildir. Eğer hastanın su alımı da düşükse, osmotik diürez sonucu ekstrasellüler sıvı ve
plazma hacmi azalır. İdrar hacminin ve idrarla atılan glikoz miktarının azalması,
hiperglisemi ve hiperosmolaritenin ağırlaşmasına yol açar (31, 32).
Tedavide ilk yaklaşım dehidratasyon ve elektrolit dengesizliği için diyabetik
ketoasidoza benzer şekilde sıvı replasmanı ve hipergliseminin düzeltilmesi için de
insülin tedavisi esastır. Tromboembolik olayların dehidratasyondan dolayı fazla olması
nedeniyle antikoagülan tedavi başlangıcında uygulanır (7, 15).
2.6.1.3. Laktik Asidoz Koması
LA, kanda laktat konsantrasyonunun arttığı durumlarda görülen anyon açıklı bir asidoz
durumudur. Laktik asit tüketimini engelleyen, laktatın pirüvata dönüşümünü yavaşlatan
her olay laktik asidoza yol açabilir.
18
Tedavide prensip, nedenin ortadan kaldırılması olmalıdır. Şok, hipertansiyon,
ketoasidoz, travma, karaciğer yetmezliği, elektrolit denge bozukluğu ve renal
yetersizlikle mücadele edilir. Asidemi ciddi ve pH 7 den düşük ise bu tedbirlerle beraber
acilen bikarbonat tedavisine başlanmalıdır. Bu işlemin yanında yapılacak peritoneal ve
hemodiyaliz tablodan çıkışı kolaylaştırabilecektir (33).
Diabetes mellituslu hastalarda doku ve organlarda biyokimyasal, morfolojik ve
fonksiyonel bir takım değişiklikler meydana gelir. Akut dönemde oluşan metabolik
komplikasyonlar yaşamı tehdit edecek düzeyde hatta fatal olabilir, fakat bugün için asıl
sorun uzun sürede oluşan, küçük ve büyük damarların hastalığıdır. Buna “kronik
vasküler sendrom” da denir. Diyabetin kronik komplikasyonları tutulan sisteme göre
Tablo 2.4.’de sınıflandırılmıştır. Diabetik mikroanjiopatik değişiklikler, diabetik
metabolik bozukluklarla hızlanmış ateroskleroz tablosudur denebilir. Buna karşılık
diabetik mikroanjiopatik değişimler genelde diyabete özgü ve tespit edildiğinde diyabet
varlığını akla getiren patolojik damar bozukluklarıdır (34, 35).
Tablo 2.4. Diyabetin Mikroanjiopatik ve Makroanjiopatik Kronik Komplikasyomları
(4)
Göz
1.Diabetik retinopati (vazoproliferatif ve makülopatik)
2.Vitreus kanaması
3.Rubeozis iritis
4.Glokom
5.Katarakt
6.Oküler kas felci
Böbrek 1.İnterkapiller glomeruloskleroz (Kimmelstiel Wilson)
2.Kronik böbrek yetersizliği
3.Renal papiller nekroz
4.Kronik pyelonefritis
5.Renovasküler hastalıklar ve hipertansiyon
Periferik sinir ve
merkezi sinir sistemi
1.Somatik Diabetik nöropati
2.Otonom Diabetik nöropatisi
3.Diabetik inmeler
19
Kardiyovasküler sistem
1.İskemik kalp hastalıkları
2.Diabetik kardiyomiyopati
3.Diabetik periferik arter hastalığı
4.Diabetik arteryal organ beslenme bozukluğu
Deri ve bağ dokusu
1.Necrobiosis lipoidica diabeticorum
2.Xantoma diabeticorum
3.Granuloma annulare
4.Fronkuloz
5.Mikotik infeksiyonlar
Gebelik
1.İri bebek gelişimi insidansında artış
2.Kongenital defekt (bebekte)
3.Gebelikte miad gecikmesi
4.Neonatal hipoglisemi
5.Neonatal ölüm değerlerinde artış
2.6.1.4. Hipoglisemi
Düşük kan şekeri veya düşük kan glukozu olarak adlandırılan hipoglisemi, dolaşımdaki
glukoz seviyesinin normalin altına düşmesi durumudur. İnsülin tedavisinin en sık
görülen yan tesiridir. Tip 1 diyabetlilerde Tip 2 diyabetlilere göre daha sık ortaya çıkar.
Bazen OAD ilaç alanlarda da olur, bu nokta bilinmezse insülin almayan bu tür
hastalarda hipoglisemi komasında kuşkulanılmaz, tedavi yapılmaz ve sonuçta ölüm
oranı artar (36, 37).
Hipogliseminin oluşmasını anlamak için organizmadaki normal glukoz homeostazisi
bilinmelidir. Normal şartlarda glukoz beyin için zorunlu bir yakıttır. Dolaşımdaki
glukoz seviyesi düştüğünde beyin fonksiyon göremez ve hipoglisemi semptomları
oluşur. Beyin glukoz sentezleyemediği için sürekli bir glukoz kaynağına ihtiyaç vardır;
glukoz arteryel kandan kolaylaştırılmış difüzyon ile alınır. Plazma glukoz
konsantrasyonu fizyolojik sınırların altına düştüğünde kandan beyine oksijen taşınması,
beyin enerji metabolizması ve fonksiyonu için yetersiz hale gelir ve hipoglisemiyi
önleyici mekanizmalar devreye girer. Beyin ayrıca keton cisimlerini de enerji kaynağı
olarak kullanabilir. Bu durum, uzun süre aç kalmış kişilerde oldukça düşük kan glukoz
20
seviyelerine rağmen, hipogliseminin bulgu ve belirtilerinin neden oluşmadığını izah
eder (38).
Plazma glukoz düzeyleri besin tüketimi ve aktivite düzeyindeki büyük farklılıklara
rağmen dar sınırlar arasında sürdürülür; genellikle 60-150 mg/dl arasındadır. Normalde
glukozun başlıca kaynağı diyettir. Ancak öğünler arasında veya açlıkta, serum glukoz
düzeyleri başlıca glukoneogenez ve karaciğerde glikojen yıkımı ile sürdürülür.
Genellikle KC glikojen deposu plazma glukoz düzeyinin 8 ile 12 saat sürdürülmesi için
yeterlidir, ancak egzersiz nedeniyle glukoz gereksinimi artmışsa veya glikojen depoları
hastalık veya açlığa bağlı olarak azalmışsa bu süre daha kısa olabilir ve sonuçta
hipoglisemi meydana gelir.
Glukoz düzeyleri hipoglisemi sınırına yaklaştığında ve ulaştığında karşı-düzenleyici
hormon cevapları tipik bir sırayla ortaya çıkar. Glukagon bu cevapların ilki ve en
önemlisidir. Glikojenoliz ve glukoneogenezi uyarır. Glukagon yetersizliğinde
katekolaminler hipoglisemiye akut cevap oluşturmada önemli bir rol üstlenir. Uzayan
hipoglisemilerde ise büyüme hormonu ve kortizol glukoz kullanımını azaltıp, üretimini
destekler (39).
Tanı için hipoglisemi semptomları, düşük kan şekeri (<55 mg/dl) ve semptomlarn
karbonhidrat verilmekle düzelmesi en geçerli ölçüdür. Buna Whipple Triadı adı verilir.
Bununla beraber semptomlar olmasa da gliseminin 55 mg/dl’nin altında olması tanı
koydurucu niteliktedir.
Hipogliseminin semptomlarını iki grupta toplayabiliriz: Adrenerjik ve nöroglikopenik.
Adrenerjik belirtiler arasında anksiyete, sinirlilik, titreme, terleme, açlık hissi, çarpıntı,
irritabilite, solukluk, bulantı, ateş basması, anjina sayılırken; nöroglikopenik belirtiler
baş ağrısı, bulanık görme, paresteziler, güçsüzlük, yorgunluk, konfüzyon, kulak
çınlaması, unutkanlık, koordinasyon bozukluğu, mental bozukluklar, davranış
değişiklikleri, üşüme duyumu, sabah uyanma güçlüğü, senil demans, organik
personalite sendromu, geçici hemipleji, geçici afazi, kas kontraksiyonları ve komadır
(40).
Tedavi veya nüksün engellenmesi için mümkünse altta yatan neden yok edilmelidir.
İnsülin kullanan ve öğün atlayan diyabetik hastalardaki hafif hipoglisemi, kan şekeri
21
normal düzeye çıkana kadar her 30 dakikada bir 12-18 gram oral karbonhidrat alımıyla
tedavi edilebilir. Daha ağır hipoglisemi durumlarında subkutan veya intramusküler
olarak uygulanan 1 mg glukagon tedavi edicidir. Komadaki hastalara ise glukagon
inrtavenöz olarak uygulanabilir (41).
2.6.2. Kronik Komplikasyonlar
2.6.2.1. Mikrovasküler Komplikasyonlar
Diabetik Retinopati (DR): Diyabetik retinopati gözün retina bölümündeki küçük
damarların hastalığıdır. Toplumdaki görme bozukluklarının önemli bir nedenidir. 16-65
yaş arasında görülen körlüklerin %20’sinden sorumludur. Diyabetlilerin yaklaşık
%2’sinde retinopatiye bağlı körlük oluşur. Halen kökten bir tedavisi yoktur ancak bu
istenmeyen sonuç düzenli izleme ve günümüzde yaygın olarak kullanılan lazer tedavisi
ile azaltılmaya çalışılmaktadır. Diyabetin süresi göz komplikasyonları ile direkt
ilişkilidir. Diyabetin başlamasından 20 yıl sonra Tip 1 diyabetli olguların hemen hemen
tümü, Tip 2 diyabetli olguların ise %60’ından fazlasında çeşitli oranlarda retinopati
gelişmektedir (7, 42, 43).
Diyabetik retinopatideki temel patoloji mikrooklüzyon ve damar permeabilitesindeki
bozulmadır. Oklüzyon sonucu retinal hipoksi gelişir. Bunun ardından da geç evrelerde
yeni damar oluşumları izlenir. Permeabilite artışına bağlı olarak da eksuda, hemoraji ve
retina ödemi izlenir (44).
Diabetik retinopati taraması; pubertal başlangıç gösteren DM için hastalık başlangıcından 5
yıl sonra veya 11 yaşından sonra veya puberte başladıktan sonra yılda bir kez yapılmalıdır.
Puberte sonrası DM gelişenlerde ise hastalık başlangıcından 2 yıl sonra ve yılda bir kez
yapılmalıdır (45).
Diabetik retinopatiye karşı en etkin önleyici tedavi yöntemi glisemik kontrolün iyi
yapılmasıdır. Yoğun insülin tedavisi ile retinopati ilerlemesinin yavaşlatıldığı ve proliferatif
retinopati gelişiminin azaldığı gösterilmiştir. Buna karşın ilerlemiş retinopati iyi metabolik
kontrol ile düzeltilemez (46).
Diabetik Nefropati (DN): Diabetik nefropati olarak adlandırılan klinik sendrom persistan
albuminüri, kan basıncında yükselme, glomerül filtrasyon hızında (GFH) progresif azalma
22
ve kardiyovasküler morbidite-mortalitede artış ile karakterizedir (7).
Diabetik nefropati
özellikle batı ülkelerinde terminal böbrek yetmezliğinin esas nedenidir. Diabetik
nefropatinin insidansı Tip 1 DM ve Tip 2 DM’da birbirine yakındır. Tip 1 DM’lu
hastaların %30-40’ında DN görülür. Bu hastaların çoğunda hastalığın başlangıcından
itibaren 10 yıl içinde önemli derecede renal hasar saptanmaktadır. Toplumsal verilere
dayanan çalışmalara göre Tip 2 DM’da nefropati prevalansı % 5-10’dur. Bunun nedeni
bu hastaların uzun bir subklinik hiperglisemi yaşamış olmalarıdır. Benzer çalışmalar
diabetik nefropatinin insidansının Tip 2 DM hastalarında 20. yıldan sonra %25-60
olduğunu göstermiştir (47).
DN, artan sayıda hastanın son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) geliştirmesinden
dolayı önemli bir sağlık sorunudur. ABD’de yeni gelişen SDBY’nin %40’ını DN
oluşturmaktadır. Tanım olarak DN, diğer böbrek hastalıkları olmadan, diyabetli bir
hastada sürekli idrar albümin çubuğunun pozitif olması veya günde 300 mg’dan fazla
albümin ekskresyonudur. DN, diyabetin geç bir bulgusu gibi görünmekle beraber,
DN’den önce fizyolojik, patolojik ve klinik belirtiler olur (48).
Diyabetik nefropatinin tedavisi özellikle glisemi kontrolü, mikroalbüminüri ve
hipertansiyon tedavisi, fizyopatolojide yer alan faktörlerin tedavisi ve son dönem
böbrek yetmezliğinin tedavisi aşamalarından oluşur (49).
Diabetik Nöropati: Nöropati periferik ve otonom sinir siteminde oluşan bozukluklardır
ve diyabette hipergliseminin etkisiyle yaygın olarak ortaya çıkar. Diyabetik nöropatinin
görülme sıklığı farklı gruplarda %5 ile %60 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir.
Ortalama olarak diyabetlilerin tanı konduğu anda %10’unda nöropati olduğu, tanıdan 20
yıl sonra bu oranın %20’ye çıktığı belirtilmektedir. Diyabetik nöropati hiperglisemi ile
yakın ilişki içindedir. Diyabet kontrolü kötü olanlarda nöropati sıklığı artmaktadır.
Fakat bazı durumlarda iyi diyabet kontrolüne rağmen nöropatinin ortaya çıkması
genetik faktörlerin etkili olduğunu düşündürmektedir (43).
Diabetik ayak sorunlarının etiyolojisindeki en önemli neden nöropatidir. Semptomlar
genellikle ayaklarda başlayıp ellere doğru yayılabilir. Geniş lifler motor güç, pozisyon,
vibrasyon hissini kontrol eder ve klinikte halsizlik, derinden gelen ağrı, hissizlik ve
karıncalanma, kas atrofisi ile kendini belli eder. Tanı vibrasyon hissi, derin tendon
refleksleri ve kantitatif sensoryal testlerde kayıp, elektrofizyolojik anormallikler ve sural
23
biyopside lif kaybı ile kendini gösterir. Ancak esas morbidite ve mortaliteye yol açan
küçük lif tutuluşudur (7).
Primer tedavi kan şekerinin kontrol altında tutulmasıdır. İyi metabolik kontrol ile klinik
nöropati % 60 geriler. Ayrıca tutulan bölgeye göre semptomatik ve destekleyici tedavi
yapılır. Ağrılı diabetik nöropati için asetaminofen ve ibuprofen kullanılabilir (50).
2.6.2.2. Makrovasküler Komplikasyonlar
Makrovasküler Hastalıklar: Günümüzde diabetes mellitusta makrovasküler hastalık
prevalansı artmıştır. Diyabette makrovaskuler hastalık hipertansiyon, aile öyküsü, sigara
içiciliği, hiperlipidemi varlığı sonucu kolaylaşan bir durumdur. Büyük damar
hastalığının yol açtığı kardiyovasküler, serebral ve periferik damar lezyonları en önde
gelen ölüm sebebidir. Büyük damar hastalığı diyabetik hastalarda daha erken başlar ve
daha sık görülür (26, 51).
Diyabet süratlenmiş ateroskleroz için özellikle kadınlarda, risk faktörüdür. Ateroskleroz
riski özellikle kontrolsüz diyabetlilerde fazladır; çünkü ek olarak hiperkolestrolemi ve
hipertrigliseridemileri vardır. Koroner, serebral ve periferik damarlar olaya iştirak
ederler. Artmış insidansda MI, felç ve gangrene rastlanır.
Büyük damarlara ait değişiklikler, diyabetlilerde farklı değildir. Fakat daha erken
yaşlarda başlar ve daha sık görülür. Büyük damar hstalığı ve komplikasyonları 2-3 misli
daha fazladır. Erişkin diyabetlilerin % 65-75‘i kalp veya büyük damar hastalıklarına
bağlı hastalıklardan ölmektedir (14).
Diyabetli olmayanlarda 40 yaşa kadar her iki cinste de ateroskleroz ve
komplikasyonlarının prevalansı düşüktür (%2-5). 40-60 yaşları arasında %35-45‘e
kadar çıkar; 60 yaşından sonra %40-60‘tır. Erkeklerde 5-7 kere daha sıktır.
Diyabetlilerde ise ateroskleroz ve komplikasyonları her yaşta kadınlarda daha fazla
olmak üzere artmıştır. Diyabetlilerde kardiyovasküler sistemin en ağır şekilde tutulumu,
sıklığı, giderek azalmak üzere koroner arter hastalığı, periferik damar hastalığı ve
gangren, beyin infarktı, renal ateroskleroz, intraserebral hemoraji, ateroskleroz
etiyolojili aort anevrizması oluşumu şeklinde görülür (14).
24
Diyabetik kalbin fonksiyonu ve yapısı genellikle anormal olup kalp yetmezliği
gelişimine yatkınlık gösterir. Bu diyabetik kardiyomiyopati varlığı ile açıklanabilir ve
diyabetik hastalarda miyokardiyumda görülen morfolojik değişiklikler nedeniyle KKY
gelişim riskinin fazla olduğu düşünülmektedir. Diyabetik hastalarda sol ventriküler
kitlenin glukoz intoleransı olan hastalara göre daha fazla olduğu saptanmış olup bu
aradaki farkın artmış miyokardiyal fibrozis nedeniyle olduğu gösterilmiştir.
Sol ventrikül disfonksiyonu ve kalp yetmezliği olan diyabetik hastalarda tedavinin
amacı non-diyabetik hastaların tedavi ilkeleriyle aynıdır ve amaç konjesyonu
düzeltmek, hastalığın progresyonunu yavaşlatmak ve yaşam süresini uzatmaktır (7).
Diabetik Ayak: Alt ekstremite ülserleri diyabetin ciddi bir komplikasyonudur. ABD'de
16 milyondan fazla kişide diyabet hastalığı vardır ve bunların % 15'i yaşamlarının bir
noktasında ayak ülserine yakalanmıştır. Alt ekstremite ampütasyonlarının yaklaşık
yarısı diabetes mellitus nedeniyledir. Alt ekstremite kaybı, yaşam kalitesinde azalma,
sağlık masraflarında artma ve eşlik eden başka bir tıbbi soruna daha zemin
hazırladığından dolayı bu kişilerde takip eden 5 yılda ölüm veya yeni bir uzuv kaybı
ihtimali, ampütasyon olmayan kişilere göre daha fazladır (52).
Diyabetin ayaklar üzerinde çeşitli etkileri vardır. Periferik nöropati ayaklarda duyu
azalmasına, otonomik nöropati cilt kuruluğuna, damarlardaki daralma ve tıkanmalar ise
kan akımının azalmasına ve yara iyileşmesinin güçleşmesine neden olur. Bu nedenle
diyabetiklerde ayak bakımı çok önemlidir ve bu konuya yönelik hasta eğitimine diyabet
tanısı konulduktan hemen sonra başlanmalıdır. Ayaklardaki duyu kaybı, dokunma ve
ağrı duyusunun kaybı ile birlikte olabilir. Bu nedenle ciddi yaralanmalar fark
edilmeyebilir ya da fark edildiğinde olay ilerlemiş olabilir. Ayrıca hastalar ağrı
duymadıkları için ayaklardaki yaralanmalar önemsiz görülebilirler. Bu nedenle
diyabetik ayak diyabetli hastaların en sık hastaneye yatış nedenleri arasındadır.
Diyabetli hastaların ayak bakımı konusunda eğitilmesi alt ekstremite problemlerinin
önlenmesinde önemli rol oynar. Bu nedenle risk altında olan bireylerin erken tanınması
ve tanı konulduktan sonra da yaşam boyu eğitiminin sürdürülmesi oldukça önemlidir.
Çünkü eğitim ile diyabetli hastalarda görülen komplikasyonlar azalacağı gibi yaşam
kalitesi de artacaktır (53).
25
Ayak ülseri veya ampütasyon için risk faktörleri şunlardır: erkek cinsiyet, diyabet
süresinin 10 yıldan uzun olması, periferik nöropati, ayakta yapısal anormallik (kemik
anormallikleri, kallus, kalınlaşmış tırnaklar), periferik vasküler hastalık, sigara ve ülser
veya ampütasyon hikayesi. Ayrıca kötü glisemik kontrol de bir risk faktörüdür:
HbA1c‘deki her %2’lik artış, alt ekstremitede ülser riskini 1,6 kez, alt ekstremite
ampütasyon riskini ise 1,5 kez artırır (10, 54).
Diabetik ayak ülserleri için literatürde birçok sınıflandırma mevcuttur fakat günümüzde
yaygın olarak Wagner ülser klasifikasyon sistemi kullanılmaktadır. Bu sınıflama ülserin
alanı, derinliği ve doku hasarına göre yapılmıştır. Wagner sınıflamasın Tablo 2.5.’de
özetlenmiştir:
Tablo 2.5. Wagner Ülser Klasifikasyon Sistemi (55)
55> Dostları ilə paylaş: |