Yalan dolan kuşatmasına hazır mıyız? Haşmet Babaoğlu



Yüklə 104,32 Kb.
tarix23.02.2017
ölçüsü104,32 Kb.
#9297

Köşe Yazıları – 16/08/2016




SABAH

Yalan dolan kuşatmasına hazır mıyız?

Haşmet Babaoğlu


Yazıya yine "hatırlıyor musunuz?" diye sorarak başlayacağım.
Son zamanlarda sık yapıyorum bunu.
Unutuyoruz çünkü.
Olaylar öyle hızla üzerimize çullanıyor ki, üç yıl gibi kısa bir süre önce TV'lerde izlediğimiz tartışmalar, gazetelerde gördüğümüz haberler bile zihnimizden silinip gidiyor.
Mesela size şimdi Mısır desem, Mursi desem, Sisi'nin zalim darbesi desem...
Darbe öncesi aylarca dünya kamuoyunu meşgul eden kara propaganda kampanyalarıaklınıza gelir mi?
Mursi'nin kadın sünnetini yasalaştıracağı iddiası mesela...
Kızların evlilik yaşını 9'a çekmek için bir yasa tasarısı hazırlandığı iddiası...
Hele o alçak söylenti...
Hani bir din aliminin "eşler öldükten sonra 6 saat evli kalır, dolayısıyla erkekler ölü eşleriyle cinsel ilişki kurabilir" fetvası verdiği söylentisi...
Sonuç?
Hepsi işlevini yerine getirdi; darbeyi Batılılar ve Batıcı kafalılar gözünde meşrulaştırdı vesonra unutulmaya terk edildi.

***

Bu işler böyle yapılıyor da...
Biz acaba duruma uyandık mı?
Ne gezer!
Norveç'te yaşayan yeğenim dün sabah telaşla beni arayıp "ben buralarda böyle hızla yayılıp sokağı bile etkileyen bir şey görmedim, tam bir rezalet" diye yakınıyordu.
Neydi olay?
İsveç Dışişleri Bakanı hiç sıkılmadan sosyal medyadan "Türkiye'de 15 yaş altı çocuklarlacinsel ilişki serbest bırakıldı" iddiasını dillendirmişti.
Sonra bir baktık, söz konusu iddia Viyana havaalanında ışıklı tabelaya dönüştürülmüş.
Bu satırları yazdığım sırada Türkiye'den şöyle gürül gürül bir resmi tepki çıkmamıştı.
Umarım, sonraki saatlerde hem oradaki büyükelçimiz, hem Dışişleri bürokrasisi "uyanmış" ve gelişmelere el koymuştur.

***

Sıradan ve güncel bir meseleden söz etmiyoruz, bir kere bunu bilelim.
Batı fonlarıyla çalışan yerli ajanslar ve yabancı istihbarat kurumlarının içerdeki uzantıları uzun bir "mayalandırma" çalışması yaptılar.
Yaklaşık iki yıldır içerde CHP'lisi, HDP'lisi, magazincisi, dizicisi, Nişantaşılısı, Cihangirlisineredeyse "pedofil" bir Türkiye resmi çizmek için seferber olmadı mı?
Bazı Fetöcü yargı kurumlarının verdiği saçmasapan kararlar bu seferberliğe katkıdabulunmadı mı?
İşte şimdi o mayadan kendilerine ekmek çıkarmak; kurdukları mekanizmayı çalıştırmak istiyorlar.
Yani bu kez zihinleri ele geçirip oradan yıpratmak istiyorlar.
Belli ki, ikinci dalga sert ve kapsamlı bir kuşatma olacak.
"Küresel merkez" karşısında hala eski Türkiye'nin ezikliğini taşıyan dışişleri bürokrasisi bu baskıyı göğüsleyebilir mi?
Emin değilim.
Keşke, olabilseydim.

SABAH




Cumhurbaşkanı’na hesap kumpası

Okan Müderrisoğlu


15 Temmuz darbe girişimi gösterdi ki bizim, sandığımız gibi bir devletimiz yokmuş! Ama gerçek anlamda bir milletimiz varmış!
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ne "Legal görünümlü illegal yapılar" tanımı girdiği andan itibaren gerek bürokraside gerekse piyasada bir şeylerin değişeceği varsayılmıştı.
Lakin öyle olmadı!
Bir yerlerde hep o "görünmez karanlık el!" işledi. Sonunda bizi, darbenin eşiğine kadar getirdi!
Bugün gayet iyi anlaşılıyor ki...
FETÖ'nün finansal ana damarına girilmesi için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı başta olmak üzere yargının rapor talepleri ya bir yerlerde uykuya yatırılmış ya da içi boş dosyalar gönderilmiş. Nitekim, FETÖ'ye mali destek sağladığı bilinen bazı büyük şirketlere yönelik operasyonlar birkaç ay öncesine kadar umulmadık biçimde kesintiye uğramıştı. Eldeki belgelerle, örgüt mensupları için ciddi hukuki tedbirleri uygulamak mümkün olmamıştı. Sonra...
FETÖ'nün, gelecekte kullanmak üzere ceza mevzuatına sakladığı bir madde konusunda savcılıklar bilgilendirilmiş de kayyum atamaları ancak yapılabilmişti...
Mali bilgi demişken... Örneğin, MASAK ve Gelir İdaresi... Ne zaman ki bu iki merkeze ve BDDK'daki kritik noktalara el atıldı, işin rengi değişiverdi. Daha doğrusu basiret sahibi bakanlar ve risk alan isimler sayesinde işin gerçek rengi gün ışığına çıkıverdi.

***

Şimdi... Yeni yeni gerçeklere de ulaşılıyor.
Mesela, devletin örtülü ödenek hesapları üzerinde faaliyetler yürütüldüğü anlaşılıyor.
Bir o kadar önemlisi ise şok edici...
Bir grup profesyonel hainin yaptıkları akıl almaz! Cumhurbaşkanı'nın şahsi hesaplarına kadar girildiği ve yıllar önce açılmış o hesaplarda sanal para hareketleri üretilmeye çalışıldığı biliniyor. Yani... Algı operasyonlarına belge diye sunulacak sahtekarlıklar, FETÖ'cülerin bıraktığı dijital izlerde görülüyor.
Veya...
Bankaların hesap ve işlemleri denetlenirken FETÖ'cülerin, kişi ve kuruluşların özel bilgilerine bir bahane ile girdiğini, ileriye dönük veri depolama ve servis işlemi yaptığı anlaşılıyor! Gerek devletin gerekse kişilerin kozmik ya da özellikli bilgilerinin şantaj amaçlı yedeklenmediğini kim garanti edebilir ki? Unutmayalım... Darbe girişiminde kritik rol verilen SAT komandolarının koordinatörü, BDDK'daki bir bürokrattı.
Bankacılık uzmanı olması beklenen ancak FETÖ yapılanması içinde imam olarak adlandırılan o şahıs, üst rütbeli subayları sevk ve idare edebilmişti.
Ve bugün iyi biliniyor ki... Bu karanlık yapı, her alanı zehirlemiş. Muhatapları vakti gelince elbet açıklar. An itibariyle şu kadarını belirteyim... Halen görevdeki iki kritik komutan, FETÖ'cü unsurlar tarafından iki ayrı zehirlenme suikastından Allah'ın yardımı ve tesadüf eseri kurtulabilmiş. Maalesef onları zehirlemeyi planlayanların karargahlardaki kökü de tam manası ile kurutulmuş değil.

STAR

İşgal girişimi, Can Dündar ve basın özgürlüğü

Saadet Oruç


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik patoloji derecesinde nefreti olan çevreler, bu nefretlerini darbecilere peşkeş çekmişler meğer. 15 Temmuz işgalcilerin sermayesi tankları, tüfekleri ve Erdoğan düşmanı sözümona entelektüeller olmuş. Farkında bile değiller. Erdoğan’dan değil aslında Türkiye’den, Türk milletinden, Türkiye’ye ait her değerden nefret ediyorlar.

Çünkü 15 Temmuz gecesi ortaya çıktı ki, Tayyip Erdoğan milletin bağımsızlığının garantisidir. Halkın oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanını yargılatma, ortadan kaldırma, onsuz bir siyaset sahnesi oluşturup, ülkenin parçalanmasının yolunu açma komplosunun bir parçası olan çevreler, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri günü alamadıkları dersi, belki de 15 Temmuz gecesi almışlardır. Ölümün üzerine cesaretle yürüyerek, kaderin tek sahibinin Allah olduğu inancıyla, milleti demokrasiye ve bağımsızlığa sahip çıkmaya çağıran Tayyip Erdoğan, küresel bir işgal girişiminin önünün kesilmesinin de lideri olmuştur.

Filmi geriye saralım. Sonra bir dakika durup, günümüze dikkat kesilelim. Erdoğan düşmanlığını bir varlık sebebi haline getirmiş “aydınların” 15 Temmuz öncesi adımlarını gözümüzün önüne getirelim bir an. Can Dündar’ın bir basın özgürlüğü maskesi altında ülke karşıtı operasyonların öznesi haline gelmesi. Eğer devşirilmiş olmasa, o yapmacık kadife sesiyle belgesellerini yapacağı 15 Temmuz destanından payelenme şansını kaçırır mıydı? Tamamen sivil bir demokrasiye vakfettiği izlenimi verdiği bir kariyeri, son deminde aşağılık küresel komplolara feda eder miydi?

Milletin vicdanında bir kez daha mahkûm oldu Can Dündar. Can Dündar’ın dışında nefes nefese muhalifçilik oynayan “gazetecilerin” telaşlarını daha iyi anlıyoruz bugünlerde...



FETÖ ve uluslararası zemindeki kamu yayıncılığı

2012 öncesinde Fetullah Gülen terörist çetesinin maskesi düşmeden önce başta kamu yayıncılık kurumları olmak üzere, medyada yükselmenin ya da bir alan sahibi olmanın ölçütlerinden birisi FETÖ’ye saygıda kusur etmemekti. Eğer beklenen saygıyı göstermezseniz, tecrübeniz, liyakatiniz yok sayılır ve taşıdığınız yük ölçüsünde dar alanlara hapsolurdunuz. Yurtdışındaki kamu yayıncılık kurumlarında da, FETÖ’nün borusu öterdi.

Şimdi yurtdışındaki Türkiye algısını mercek altına yatırdığımız şu günlerde 2012’ye kadar olan medya oluşumlarını ve görevlendirme profillerini de mikroskopla incelemek gerekiyor. Mikroskopla, çünkü en iyi yaptıkları şey, virüs gibi hücrelere yerleşmek, kılcal damarlara kadar sızmak...

Demagoji yapanlara da aldanmamak gerek. Şakası yok, bir ay önce ülkeyi yerle bir etmek üzere yola çıkan alçakların ortakları onlar çünkü.



AKŞAM

ABD-Türkiye arasında yeni oyun teorisi

Markar Esayan


Sanırım 15 Temmuz’da zirve yapan Yeni Türkiye iradesi ile birlikte, dış ilişkiler bağlamında yeni bir sürece giriyoruz.

Geçenlerde The New York Times yazarlarından Stephen Kinzer mahçupça da olsa ABD yönetimine “Erdoğan’ı olduğu gibi kabul etmeyi” tavsiye ediyordu. “Öfkeli Erdoğan ile oyunu nasıl oynamalı” adlı yazısında.

Tabii yazıda “diktatörlük, otoriterlik” sıfatlarından geçilmiyordu. Ancak 15 Temmuz’un başarısız olması ile daha rasyonel bir ruh durumuna geçilmişti.

Dün Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e bir röportaj veren ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in ağzından da ne ilginçtir ki, “Erdoğan oyunu kuralına göre oynamıyor” sözü çıkıyordu. Tabii “otoriterlik” sıfatı da eksik edilmeden.

Jeffrey “Türkler ve Amerikalılar birbirini kesinlikle anlamıyor ve her şeyin kökeninde bu var”diyordu.

Jeffrey bir de şunu söylüyordu: “Herkes sürekli Erdoğan’a kızgın çünkü bizi iyi idare etmiyor. Fakat biz en riyakâr ve suni kişiler tarafından bile de olsa iyi idare edilmeye alışmışız.”

Jeffrey iki ülkenin birbirini anlamamasını “değerler” üzerinden açıklamaya çalışıyor. Türkiye, ABD ve AB için öncelikli meselenin “İnsan hakları ve özgürlükçü düşünceler” olduğunu anlamıyor ve asıl mesele de budur.

ABD geç tepki vermiştir çünkü darbe zaten önlenmiş, öncelikli mesele, kazanan durumundaki Erdoğan’ın insan haklarını ihlal edeceğine dair endişe olmuştur. “Erdoğan, Batılı değerlere saygılı olmayan bir otoriterdir.” Ama öte yandan Sisi gibi diktatörler, ABD ve AB’nin duymak istediklerini söyler ama gereklerini hiç yapmazlar. (Yani ABD Sisi’lerin yaptıklarından sorumlu değildir.) ABD ve AB de duymak istediklerini duydukları müddetçe hiçbir şeyi sorun etmezler.

Herhalde ABD dış politikasını bu kadar naif bir düşünceye oturtmak öncelikle ABD’yi “şekerle kandırılan çocuk” seviyesine indirgemek olur. Biz müttefikimize bu haksızlığı yapmayalım.

Tabii Jeffrey, hem Erdoğan’dan, hem de Türk ordusundan, “diğerleri kadar” kolay istediklerini alamadıklarını da söylüyor. Yani “değerler” tezi burada real politik gerçeklikle destekleniyor; ama aynı anda onu çökertiyor da. ABD, duymak istediklerini duyarken almak istediklerini de aldığında, karşısında Sisi veya Gandi olması fark etmiyor. “Değerler”, burada ya ikincil, ya da“alınmak istenenlerin” bir aracı seviyesine geriliyor.



İki taraf da birbirini anlamıyor” derken, “ABD değil, ama siz ABD’yi anlamalısınız” şeklindeki tavrıyla bence “anlaşamamanın” temel tavrını da açık ediyor.

Kerry, Votel ve Clapper’a eleştirileri de bunu örtemiyor. Bilakis bu “sorunlu açıklamaları”, ABD yönetiminin resmi tavrından ayırarak “kişisel saçmalıklar” seviyesine çekiyor. (ABD, Sisi’ler gibi, Kerry’lerin de yaptıklarından mesul değildir.)

Türkiye’nin ABD’ye, iç hukuk sisteminin işleyişine dair önyargıyla baktığı eleştirisi önemsenmeli. Gerçekten önyargılar ve duyguların ülke ilişkilerinde yeri olmamalı. Ama bu kanaatin Türkiye’de neden oluştuğuna dair hikayeyi biz anlatmadan, Jeffrey, Gülen’in iadesi konusundaki önerisiyle kendisini çürütüyor zaten: “[ABD] ‘Yönetimin bürokratik prosedürlere ya da basındaki eleştirilere takılmayın, bu iş olacak’ şeklinde bir talimat vermesi şart. Amerika’da ya da Türkiye’de bürokrasiye iş yaptırmanın tek yöntemi budur.”

Demek ki, ABD yönetimi, öyle tercih ettiğinde, “hukuk süreçlerinin”, “değerlerin” pek önemli olmadığı, talimatla iş yapılabildiği ortaya çıkıyor.

Türkiye ve ABD ilişkileri, Jeffrey’in sözleriyle “İlişkilerin kötüye gitmesi Türk halkı için bir faleket olacak” tehdidiyle yeni bir zemine oturamaz. Ne kadar sempatik, apolojik özeleştirilerle bezeseniz de, bunun ötesine geçmek lazım.

Nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye ve ABD arasında yeni bir oyun teorisine ihtiyaç var. ABD ısrarla 1952’de oluşturulan “ikincil aktör” rolünü dayatıyor Türkiye’ye. Eşitliğe değil, talimata dayalı bir ilişki. O zaman Erdoğan diktatör olmaktan çıkabilir, Gülen de rahatlıkla iade edilir.

Bunun olmayacağı, artık olamayacağı, ABD’nin Türkiye ile ikincil aktör olarak yola devam edemeyeceği konusudur asıl sorun kaynağı. Buradaki kilit mesele, Türkiye’den ziyade ABD’nin buna ne kadar hızla adapte olacağıdır.

Yani Jeffrey yeni bir şey söylememiş, Biden ziyareti öncesi eski bir zemini tahkim etmek istemiştir.



YENİ ŞAFAK

“İslam iç savaşı” tezinin Türkiye ayağını kimler yürütüyor?

İbrahim Karagül


Daha şehitlerin kanı kurumadan kişisel çıkarlar öne çıktı.Sahte kahramanlar, şovmenler türedi. Meseleyisulandırmaya dönük girişimler, zihinsel operasyonlar başladı.

15 Temmuz'da bir iç savaş senaryosunun servis edildiğini anında kavrayıp, tankların önüne fırlayanları, kurşunlara siper olanları, kan akıtanları, can verenleri, vatan kavramını yeniden diriltenleri neredeyse darbenin ortakları ilan edecek ölçüde bir pervasızlık, küstahlık, alçakça kampanyalar başlatıldı.

Bu kampanyayı başlatıp yürütenlerin, aslında o darbe girişimiyle bağlantıları olduğu, Batı'ya doğru gidildikçe yollarının bir yerde kesiştiği çok yakında ortaya çıkacaktır. Belki de bir sonraki senaryo onların üzerinden servis edilecektir. Bunun işaretleri belirginleşmeye başlamıştır.

Sıradaki senaryonun figüranları onlar olacak

Oysa biz; kahraman kim, bedel ödeyen kim, kendini feda eden kim, onları kurşunların üzerine yürüten duygu ve düşünce neiyi biliyoruz. Bu ülkede nasıl bir mücadele verildiğini, kimlerin o kutsal mücadele üzerinde tepindiğini iyi biliyoruz.

TV ekranlarındaki şovmenler kadar, onların kişisel hırsları kadar, 15 Temmuz'dan sonra bile kendini gizleyip bir sonraki senaryonun servis edilmesini bekleyenleri de biliyoruz. Milletimiz, ülkemizin derin tarih ve ferasetinden beslenenler, darbe karşıtı görünen hatta herkesten önde koşanların üzerinden bile nelerin servis edildiğini, bu çevrelerin belki bir sonraki senaryonun asıl figüranları olacağını biliyoruz.

Türkiye'nin siyasi tarihinde, Anadolu'nun siyasi tarihindegörülmemiş bir saldırıdır 15 Temmuz. Bu topraklarda örneği yoktur. Senaryonun da, vatan hainliği boyutunun da emsali yoktur. Onlarca yıl yetiştirilen ve bekletilen bir terör örgütünün, sistemin meşru kanallarını kullanarak Türkiye'yi içeriden çökertmeye, içeriden işgal etmeye dönük girişiminin belki tarihte de örneği yoktur.

“İslam kendi içinde savaşacak" senaryosu

Bu olay, sadece “TSK içinde yuvalanan Gülen ve teröristleri darbe yapmaya kalkıştı" kolaycılığı ile anlaşılabilecek, geçiştirilebilecek bir şey değildir. 28 Şubat darbesinin kat kat ileri aşaması, son derece karmaşık bir senaryo, Gülen ve çetesiyle sınırlı olmayıp tam bir çokuluslu senaryo uygulanmıştır.

28 Şubat darbesi, Türkiye'de darbe kavramını değiştiren, çok daha sofistike bir programdı. Çokulusluydu. Küresel ölçekte bir projeydi. Hemen ardından da terörle mücadele adına, İslamcı tehditadına bütün dünyada 28 Şubat benzeri güvenlik stratejileri uygulanmış,küresel olağanüstü hal ilan edilmişti.

Belki de 28 Şubat'ın ve küresel ölçekte olağanüstü halin temel tezi olan “İslamcı tehdit" bu yeni figüranların önüne konulacak, buradan yeni bir cephe açılacaktır. Eğer bu olursa “İslam kendi içinde savaşacak" tezi Türkiye'de bu çevreler üzerinden servis edilecektir.

İç savaşın kapılarını açmak

28 Şubat sonrası coğrafyamızın nasıl bir yıkımla yüzleştiğini hep birlikte gördük. Ama o zaman hiç kimse 28 Şubat'ın gerçek mahiyetine yoğunlaşmadı, sorgulamadı, çokuluslu boyutu adeta kaldı, gizlendi.

15 Temmuz çok daha ileri bir projedir. 28 Şubat gibi Türkiye'de uygulanmak istenmiştir. Hemen söyleyeyim, arkasından sadece Türkiye'yi değil, bütün coğrafyayı sarsacak vahim gelişmeler takip edecektir. Çünkü hep böyle olmuştur. Türkiye'nin iç savaşa sürüklenmesi, bulunduğumuz coğrafyanın yüz yıl boyunca savaş içine sürüklenmesi olacaktır.

Plan bunun üzerine biçimlenmiştir. Gülen ve çetesine sadece ihaleverilmiştir. Biz aslında çokuluslu bir saldırı altındayız. O gün başarsalar, iç savaşın kapılarını açmış olacaklardı. Amaç hasıl olmuş, o en son kale yıkılmış, coğrafyanın haritaları yeniden çiziliyor olacaktı.

Onlar bu toprakların hamuru, gizli güçleridir

O akşam sokağa çıkanlar bu yüzden tarihin akışını değiştirdi. DahaCumhurbaşkanı Erdoğan “sokağa çıkın" çağrısı yapmadan, o çağrıyı yapacağını bilip askerlerin karşısına dikilenler derin bir ferasetin temsilcileridir. Onlar bu toprakların hamurudur, gizli güçleridir.

Bu ülke işte bu feraset, gizli güçle ayaktadır. Hal böyle iken, bir takım “servis elemanları"nın, grupların, şer odaklarının bu gizli gücü hedef alması, 15 Temmuz sonrası yeni bir servis, senaryodur. Onların bu tavrı, darbe girişimiyle, iç savaş senaryosuyla örtüşmektedir. Belki de 15 Temmuz sonrası servis bu yönde şekillendirilmiştir.

15 Temmuz darbesinin gizli ortakları kim?

Kişisel olarak, ülkemize yönelik ağır saldırıya karşı milyonların ayağa kalkmasını küçümseyen, etkisizleştirmek isteyen herkesin darbe sonrası projede rol aldıklarına inanıyorum. 15 Temmuz'unçokuluslu boyutunu gizlemeye dönük yazı ve konuşmaların da aynı çerçevede sipariş olduğuna inanıyorum.

Birileri, sadece kriptoları, bir sonraki müdahalede kullanılacakdinamik güçleri gizlemekle kalmıyor, bu yönde kampanya yürütenler üzerinden sıradaki senaryoya ortam hazırlamaya çalışıyor. Sadece bir ay içinde, bu kadar ağır bir saldırının, cürmün unutturulmaya, anlamsızlaştırılmaya çalışılması “yakın tehlike"nin ne olabileceğine dair güçlü ipuçları veriyor.

“Erdoğan'sız Türkiye" ABD ve AB'nin ortak projesidir

Tekrar tekrar yazacağım: ABD bu girişimin arkasındadır. Bazı Avrupa ülkeleri arkasındadır. Bu iş çokuluslu bir projedir.Sadece iç iktidar değişimiyle sınırlı bir şey değil, bir Türkiye tasarımıdır. ABD ve Avrupa, Gülen ve çetesi kadar terör örgütlerine de bu yönde roller vermiştir. Hepsi Erdoğan'sız Türkiye için ittifak etmişler, darbe girişimi sonrası için hesaplarını yapmışlardır. Suçüstü yakalanmışlar, açığa düşmüşlerdir. Kesin başarı hesabı yaptıkları için de, başarısızlık sonrası için cümleleri hazırlamamışlar ve çok kötü biçimde ortada kalmışlardır.

Daha önceki darbeler, dar bir askeri kadro arasında planlanıyordu. 28 Şubat yine TSK içindeki dar bir kadro ile ABD ve İsrail aşırı sağıtarafından planlanmıştı. Bu seferki Gülen ekibi ile planlandı. Ama acaba bu kadar mı? Sadece Gülen'e bağlı askerler mi vardı? Ya da ABD ve NATO önceliklerini Türkiye'nin önceliklerinin üstünde tutanlar 15 Temmuz girişiminde nasıl bir pozisyon aldı? Bundan sonra nasıl bir pozisyon alacak?

Bugüne kadar bütün darbe planları başarılı olanların, bir başarısızlık hesaplamamış olmaları gayet normal. İşte onları suçüstü yapan bu hataları oldu. Türkiye bunları bilmeli. Bu resmi görmeli. Bundan sonra neler olabileceğini öngörmeli ve ona göre hazırlığını yapmalı.

“Bu iş burada bitti" demeyin, bitmedi..

Gevşemeyin. Gezi olayları sonrası olduğu gibi, 17-25 Aralık sonrası olduğu gibi “bu iş burada bitti" demeyin. Bitmedi, bitmeyecek. Uzunca bir süre bu varlık-yokluk hesaplaşmasını en sancılı biçimde yaşayacağız, o mücadeleyi vereceğiz.

Gezi ve 17 Aralık sonrası her şey hasıraltı edildi. Gezi olaylarıyla ilgili ortaya sağlam bir rapor bile çıkmadı. Nasıl bir proje uygulandığı hiçbir şekilde tartışılmadı. Günübirlik söylemlerin ötesinde hiçbir şey üretilmedi. 17 Aralık müdahalesinin küresel ekonomik ayağı, ABD bağlantıları, İran bağlantıları gibi konular derinlemesine incelenmedi.

15 Temmuz tarihimizin en ağır saldırısı iken, millet ve Meclis saldırıya uğramışken, bir ay gibi kısa bir süre içinde anlamsızlaştırılmak isteniyor. Bu vahim olayı toplumsal hafızadan silmeye dönük bütünzihinsel karartma operasyonları darbe girişiminin devamıdır. Bu operasyonlarda rol alan herkes bilerek ya da bilmeyerek 15 Temmuz saldırısına ortak olmaktadır.

“İslam iç savaşı" cephesini kim açacak?

Asla gevşemeyin. İç savaş için yeni adımlar, yeni saldırılar gelecektir.2017 sonuna kadar çok yoğun bir mücadele verilecek, saldırılar dalga dalga gelecektir. Biz o derin ferasete, toplumsal bilince inanıyoruz.Dışarıdan gelecek her türlü saldırıya direniriz. Ama bu ülkedeçok daha tehlikeli bir plan yakın zamanda servise sokulacak gibi.

“İslam kendi içinde savaşacak" ya da “İslam iç savaşı" tezi, etrafımızdaki bütün ülkelerde uygulandı ve iç savaşlar artık bunun üzerinden servis ediliyor. 28 Şubat'tan bu yana bütün dünyayı alarma geçiren “İslamcı tehdit" söylemi belki Türkiye'de servis edilecek. Ve bunun üzerinden “İslam kendi içinde savaşacak" tezinin Türkiye cephesi açılacak. İç savaş bu yolla servis edilecek.

En zor direneceğimiz şeytanlık buradadır. Bu yüzden kesintisizteyakkuz halinde olacağız. Sürekli uyaracağız, bu oyunu bozmak için ne gerekiyorsa yapacağız.

Gerekirse yeni oyunun figüranlarını birer birer ifşa edeceğiz!

MİLLİYET

Milletin varlıkları millete...

Cemil Ertem


Türkiye’de 15 Temmuz’un nasıl büyük bir dönüşüm olduğunu/olacağını anlatmak için birçok örnek bulabiliriz. Ama bence en önemli örneklerden biri, şu Varlık Fonu... Şu sıralar kurulmakta olan Türkiye Varlık Fonu ya da uluslararası ismi ile devlet refah fonu (Sovereign Wealth Funds) bize göre, şu 15 Temmuz’u yaşamasaydık kurulamazdı. Çünkü Türkiye devleti 15 Temmuz’da halkın gösterdiği cesareti göstermezse, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi güvenliğinin olmayacağını idrak etti. Bunun için şimdiye kadar ezber olmuş, kanıksanmış öğretiler, uygulamalar gözden geçirilmeye başlandı. Türkiye’nin gelişmiş ülkelerin yıllar önce attığı adımların, şimdiye değin neden atmadığı sorgulandığı gibi bu adımların hemen -bugün- atılması gerektiği de ortaya çıktı ve biz bu adımları atmaya başladık. Türkiye Varlık Fonu’nun kurulması bu konuda belki de en somut örnektir. Çünkü bu fonun kurulmasıyla ilgili tartışmalara baktığımda çok ilginç bir tablo karşımıza çıkıyor. Varlık Fonu’na itiraz edenleri bir siyasi tarafta toplayamıyoruz. Siyasi yelpazenin “sol” tarafında olanlar mesela CHP Varlık Fonu’na karşı çıkıyor ama aynı gerekçelerle sağ-liberal taraf da bu girişime karşı çıkıyor. Hatta iktidar partisi içinde de bu adımı şaşkınlıkla karşılayanların olduğunu biliyorum. Yani, “Tamam kurulsun ama beklenen sonucu vermez, boşu boşuna böyle şeylerle vakit kaybediyoruz” diye düşünenler var. Hatta daha ileri gidenler Varlık Fonu’nun Türkiye’nin geleceğini rehin etmek olduğunu bile yazdılar. 

Asılsız itirazlar 

Ama bu tarz abartılı sübjektif değerlendirmeleri bir kenara bırakacak olursak, teknik olarak Varlık Fonuna itiraz, bu tür fonların ancak cari işlem fazlası veren, petrol, doğal gaz gibi çok önemli kaynaklarda net ihracatçı olan ve merkez bankalarında bu yolla “ihtiyaç fazlası” döviz birikmeye başlayan ülkelerin bu ekstra birikimlerini değerlendirmek için varlık ya da refah fonu kurabilecekleri söylemidir. Aslında bu tür ülkeler bu fonları 50’li yılların sonundan itibaren kurmaya başladı ve son yıllarda bu fonlar, gelişmiş ülkeler dışında, petrol ihracatçısı Körfez ülkeleri ve cari fazla veren Pasifik Asya ülkeleri tarafından kurularak hatırı sayılır büyüklüklere ulaştı. Öyle ki doksanlı yılların başında ancak 500 milyar doları bulan ülke refah fonları, bugün trilyonlarca doları bulan bir büyüklüğe erişmiştir. Özellikle petrol ihracatçısı Körfez ülkelerinin petro-dolar birikimleri yetmişli yıllardan itibaren, başta ABD ve İngiltere merkezli olmak üzere küresel finans sistemine dahil olmuş ve bu fonlar, sistemin düşen kâr oranlarını finansallaşma yoluyla telafi eden en önemli kaldıraçlardan sayılmıştır. Ancak bütün bu süreçte de Türkiye gibi ülkeler, bu hızlı ve çarpık finansallaşmanın kurbanı olmuştur. Çünkü trilyonlarca dolarlık fon havuzu, kur ve faiz avantajı için gelişmekte olan ülkelere girerek bu ülkelerin borç-gelir dengesini ancak bir kriz halinde düzelecek şekilde bozmuş ve bu ülkelerde sıralı finansal borç krizleri birbirini izlemiştir. Bu soyguna gelişmekte olan ülkelerde yağmaya dönüşen özelleştirme uygulamaları da eşlik etmiştir. 

Aslında özelleştirme blok doğrudan varlık satışı olarak ele alınmış ve bu yolla birçok gelişmekte olan ülke dışarıya kaynak aktarmıştır. Böyle olunca, cari açık veren gelişmekte olan ülkeler, sürekli borç üreten, dış finansal saldırılara açık, yüksek faiz çevrimiyle dışarıya kaynak aktaran ithalat ekonomilerine dönüşmüştür. İşin garip tarafı, bu ülkelerin dış açıkları bu fonlarla finans edilmiştir. Yani Türkiye gibi ülkelerde borç ve yatırım açıkları büyürken, bu varlık fonlarını kontrol eden merkezlerde fon büyüklükleri geometrik olarak artmıştır. İşin bir diğer yanı da açık veren ülkelerde para ve sermaye piyasaları da derinleştirilmemiştir. Yani bu ülkelerin ulusal varlıkları blok olarak satılarak, menkul kıymetleştirme şeklinde özelleştirme yapılmamıştır. 

Niçin kuruluyor? 

Şimdi Türkiye, bu soygun mekanizmasını aşıyor. Varlık Fonu’nu biz geleneksel bir anlayışla kurmuyoruz. Bu klasik bir istikrar fonu ya da tasarruf fonu değildir. Bu ikisini de barındıran ama bunları aşan yeni bir adımdır. Türkiye Varlık Fonu ile birlikte, ulusal kaynaklarını, birikimlerini menkul kıymetleştirerek, bu kaynakların, birikimlerin sahibine -yani millete- verecektir ki Varlık Fonu’nun temel kaynağı ve mantığı bu olacaktır. Türkiye bu fonla, tasarrufların yatırımlara dönüştürme mekanizmasını bir bakıma millileştirmiş olacaktır. Böylece çok büyük ve ekonomide dışsallık oluşturacak yatırımlar için bütçe ve yap-işlet-devret modeli dışında etkin ve kontrollü bir yeni finansman modeli geliştirmiş olacağız. Şimdi birçok kurumun Özelleştirme İdaresi’ne varlıklarının ve ticari hisselerinin devredilmesi bu devlet kurumları kuralsız özelleştirilecek eleştirilere yol açtı. Oysa bu kurumlar Özelleştirme İdaresi’ne yeniden değerlendirilmek ve böyle bir fonun kaynağı olmak üzere devrediliyor. 

Bu, aynı zamanda, devletin elindeki millet varlıkları, değerlerini doğrudan milletin idaresine, tasarrufuna vermek anlamına geliyor. Bu hiç şüphesiz, yeni bir özelleştirme daha doğrusu, Türkiye’nin varlıklarını menkul kıymetleştirerek, milletleştirme devrimidir.

Bu mekanizma tabii ki tıpkı G. Kore’de ve diğer ülkelerde olduğu gibi, uluslararası denetime tam açık ve şeffaf olacaktır. 

Görüldüğü gibi, 15 Temmuz bütün ezberlerin bozulduğu yeni bir dönemin adıdır.

TÜRKİYE

Erdoğan’ı almaya giden darbecilerin tuhaf ikilemi

Fuat Uğur


O gün Pensilvanya’da büyük bir heyecan yaşanıyordu.  Barkovizyonu kurdurmuş, video konferans sistemini hazırlatmış ve karşısına geçmişti.

Keyifliydi. Eh, sonuçta “bizim çocuklar” işi bitirecek ve başaracaklardı.

Buradan Trakya şivesiyle ve Orhan Kemal’in roman kahramanı Bekçi Murtaza’nın unutulmaz tiradı ile devam etmek istedim nedense.

Zaten görmüşlerdi kurs, almışlardı abilerinden çok sıkı terbiye ve disiplin. Ama aralarından çıkmıştı kapçık ağızlı birileri, gidip aber vermişlerdi gül gibi azırladıkları darbeciği.

Bu yüzden darbe erkene çekilmişti ama Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı aldıktan sonra iş kolaydı. Harekete geçilmişti. Askerî helikopterlerle Erdoğan’ın kaldığı otele baskın yapılacaktı.

Her şey tamamdı. Gelgelelim sonrası için işler karışmıştı.

Asker kılıklı darbeci hainlerin kendi aralarındaki telsiz konuşmaları bir kafa bulanıklığına işaret ediyordu ama sebebi neydi?

Bir karar verseler artık, alıp götürecek miyiz yoksa işi bitirecek miyiz?”

Anlıyorduk ki talimat veren iki merkez vardı darbecilere.



Birinci merkez: “Alıp götürün, gözaltında rehin tutun”

İkinci merkez: “Yakaladığınız anda işini bitirin, görüntülerini çekin ve paylaşın. Onun bir dakika bile hayatta kalması risk bizim için” diyordu.

Açıklayalım.



Birinci merkez Pensilvanya’dan Fetullah Gülenİkinci Merkez de benim 15 Temmuz günü Türkiye’de olduğunu ve darbe girişimi başarısız olduktan sonra 8 FETÖ’cünün helikopterle Yunanistan’a kaçırdığını söylediğim Graham Fuller’di.

Fuller, on yıllar öncesinden başlayarak Fetullah’ın tasmasını elinde tutan CIA’in eski Ortadoğu ve Türkiye Masası şefi. Esasında “Bir numara” ondan başkası değildi.

Ancak Fuller, Pensilvanya’daki ruh hastasının şişkin egosunu hesaba katmıyordu. Onun, yıllardır içinde öfke biriktirdiği Erdoğan’ı, karşısında “aciz”, elleri kelepçeli ve süngüsü düşmüş bir şekilde görüp diskur çekmek gibi bir hayali vardır. Bunun için darbenin merkezi olarak seçilen Akıncılar Üssü’nde de bir video konferans sistemi hazırlığı bulunmaktaydı.

İşte bu saplantısını tatmin etmek, darbeden bile önemliydi tımarhanelik akıl hastası için. Hedef odaklı bir realist, vicdanını sıfırlamış gözü kara bir kaşar ajan olan Fuller’den farklı talimat vermesinin sırrı buydu.

Mercimek beyinleri daha da karışan darbeci hainler bildiğiniz üzere çeşitli engellemeler, korumaların canlarını ortaya koyarak karşı koymaları gibi nedenlerle amaçlarına ulaşamadı ama Cumhurbaşkanı da kıl payı kaldığı yerden ayrılabildi.

Fetullah sabaha kadar barkovizyonun başında, bir ümit bekledi o gece. "Halifelik" hayalini taçlandıracak girişi böyle yapacak, yılların intikamını alacaktı. Ayaklarına dolandı. Kaderin üstünde bir başka kader daha vardı.

Bu bilgiyi Ümit Akdemir önceki akşam birlikte yayına çıktığımız TGRT Haber’de anlattı. Sizlere aktarmasam yazık olacaktı.

Fetullah’a söylüyorum, gelinim sen anla” mı?

Ak Parti’nin 15. Kuruluş Yılı nedeniyle düzenlenen törene katılan eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:

"Bu olaylardan çok dersler alınacak. Ama birkaç noktanın altını çizmek isterim; gerek yeni bir cemaat olsun, ideolojik bir yapı olsun, siyasi yapı olsun eğer aklını fikrini bir kişiye emanet ederse sonu böyle olur. Çok şükür ki bu karanlık sayfa açılmadı.”

Anahtar cümle “Aklını bir kişiye emanet etmek” olarak dikkat çekiyor.

Muhalefet ve Batı’nın sürekli olarak Türkiye’de “tek adam” fikriyatının ne denli tehlikeli olduğu, Erdoğan’ın otoriterleştiği ve onun yüzünden ülkemizin felakete gideceği tezini işlediği düşünülürse, “Fetullah Gülen’e söylüyorum gelinim sen anla” tarzı bir ifade gibi geldi bana bu cümleler.

Tek adam fikriyatı, o tek adamın kim olduğuyla doğrudan ilintili.

Eğer “tek adam”lıktan kastınız Hitler, Stalin, Mao, Enver Hoca, Mussolini, General Franco ise başka bir yere varırsınız.

Ama Mustafa Kemal Atatürk, Winston Churchill, Charles de Gaulle, Gandi, Abraham Lincoln,  Nasır, Fatih Sultan Mehmet ya da Yavuz Sultan Selim ise bambaşka yere.

Evet, şu anda halkın yüzde 60’ının desteğini alan Tayyip Erdoğan tek adam. Son olarak bu ülkeyi halkıyla birlikte darbeden kurtaran lider.

Yani, lafın gelişi olduğu gibi bir de gidişi vardır.





Yüklə 104,32 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin